sure70.jpg (18368 Byte)

SEBE' SÛRESI

Kur'an-i Kerim'in otuz dördüncü süresi. Elli dört âyet sekizyüz seksen üç kelime, üçbin besyüz on iki harf” ten ibarettir. Fasilasi ra, nun, mim, dal, ba, lam ve zi" harfleridir. Mekkî surelerden olup Lokman süresinden sonra nâzil olmustur. Altinci âyetinin Medenî oldugu da rivayet edilmektedir (Zemahserî, el-Kessaf, Beyrut (t.y), III, 566). Adini on besinci âyetinde geçen "Sebe" kelimesinden almaktadir.

Sebe, Yemen bölgesinde yasayan bir kavmin adidir. Sebeliler, çok verimli topraklara sahiptiler ve bu sayede de medeniyetlerini oldukça gelistirme imkani bulmuslardi. Yüksek bir yasam seviyesine sahip olan bu topluluk, göz kamastirici güzellikte bas ve bahçelere sahipti. Yagmur sulari, insa edilen su seddinde toplanmakta ve kanallar vasitasiyla ekili araziler mükemmel bir sekilde sulanmaktaydi. Iki dag arasinda insa edilen bu set, meshur ve tarihi Ma'rib seddidir. Allah Teâlâ, Sebelileri çesitli nimetlerle riziklandirmis ve onlara peygamberler göndermistir. Sebeliler bu peygamberlere tabi olarak, onlarin emirlerini yerine getiriyor ve kendilerine ihsan edilen nimetler için Rablerine sükrediyorlardi. Ancak bir zaman sonra, Allah'in dininden yüz çevirerek taskinlikta bulunmaya basladilar. Allah Teâlâ da onlari "Arîm" seli'ni göndererek cezalandirdi ve Sebeliler bölük pörçük bir halde zelil olarak, etrafa dagildilar (Ibn Kesir, Tefsirul-Kur'anil-Azim, Istanbul 1985, VI, 491). Sürede bu kavmin durumu hikaye edilerek insanlarin geçmis kavimlerin durumlarindan ibret almalari gerektigine isaret edilmektedir. Süre diger bütün Mekkî sürelerde oldugu gibi, insanlarin inançlarini düzeltmeyi ve onlara tevhid, vahiy, öldükten sonra dirilmenin ve hesaba çekilmenin hakikatini idrak ettirmeyi hedef almakta; ayrica, müsriklerin Islâm'a ve onun peygamberine yönelttikleri itirazlara cevaplar vermektedir. Cevaplar genellikle talimat, deliller çerçevesinde ögüt verme ve tartisma seklindedir. Kâfirler, bazi âyetlerle Islâm'in açik olan gerçeklerine karsi gösterdikleri inatlari sonucunda karsilasacaklari kötü akibet ile uyarilmaktadir.

Süre Allah Teâlâ'ya hamdile baslamaktadir. Ilk âyetlerde, O'nun kâinatta var olan her seyi ilmiyle kusatmis oldugu, göklerin ve yerin derinliklerinde olan zerrelerin dahi onun bilgisi dahilinde bulundugu gerçegi ortaya konulduktan sonra, kâfirleri inkâr etmekte olduklari ve gerçeklesmesini imkansiz bulduklari kiyametin mutlaka vuku bulacagi bildirilmektedir. Küfredenler öldükten sonra tekrar dirilme konusunda saskinlik ve hayret içerisinde toprakta yok olan bedenlerin dirilmesinin mümkün olmadigini zannetmektedirler. Onlarin büyük bir aldanma ve saskinlik içerisinde peygamberin getirmis oldugu kitab'a itirazda bulunurken nasil bir basiretsizlik içerisinde gerçekleri inkar ettikleri söyle dile getirilmektedir:

"Onlar, gökten ve yerden önlerinde ve arkalarinda olani görmüyorlar mi? Eger dilersek, onlari yere geçirir veya üzerlerine gökten parçalar düsürürüz. Süphesiz bunda Rabbine yönelen her kul için elbet bir ibret vardir" (9)

Sûre bu gerçekleri dile getirdikten sonra, Davud (a.s)'in ailesinden bahseden kissayi anlatmakta ve insanlarin bundan ibret almasi gerektigini bildirmektedir.

Allah Teâlâ, Davud (a.s) ve Süleyman (a.s)'i çesitli nimetlerle riziklandirmis ve onlara bir çok hârikulâde kuvvetler vermisti. Süleyman (a.s)'a, uzak mesafeleri çok kisa zamanda katetme vb. özelliklerin yaninda cinlere de hükmetme gücü verilmisti. Cinler onun hizmetinde çalisir ve kesinlikle emrinin disina çikamazlardi. Allah Teâlâ, Davud (a.s)'i ve Süleyman (a.s)'i vermis oldugu nimetler karsisinda sükreder bulmustu. Ancak Allah Teâlâ, sükreden kimselerin gerçekten az oldugunu Davud (a.s) ailesine hitab ederek diger insanlara bildirmek istemistir:

"...Ey Davud ailesi! Allah'in nimetlerine sükretmek için çalisin. Kullarimdan hakkiyla sükreden pek azdir" (13).

Eski çaglardan beri bir takim insanlar, cinlerin gaybi bildiklerine ve onlarla irtibat kurabilen kimselerin gayb hakkinda bilgiler edindiklerine inanmaktadirlar. Bu inanis bazi topluluklarin cinlere tapinmalarina ve onlari kendilerine ilâhlar edinmelerine sebep oldu. Öte taraftan kendilerine tapinilan cinler, insanlarin bu sekilde kendilerine yönelmeleri karsisinda büyüklük ve ululuk sahibi olduklarini zannederek, Allah Teâlâ'ya karsi isyanlarinda daha da azginlasiyorlardi. Kur'an-i Kerim'de bu durum su sekilde haber verilmektedir: "Gerçekten insanlardan bazi kimseler cinlerden bazi kimselere siginirlardi da onlarin cür'et ve azginliklarini arttirirlardi" (el-Cin, 72/6). Allah Teâlâ cinler hakkinda beslenen batil inançlarin asilsizligini Süleyman (a.s)'in ölümünden sonra, emri altinda zorunlu olarak çalisan cinlerin onun ölmüs oldugunu uzun zaman farkedemeyislerini örnek göstererek ortaya koymaktadir:

"Süleymanin ölümüne hükmettigimiz zaman, öldügünü cinlere ancak asasini yiyen bir hasere gösterdi. Süleyman yere düsünce cinlerin durumu anlasildi ki, eger onlar gaybi bilmis ol salardi, öyle küçük düsüren bir azap içinde kalip durmazlardi" (14).

- Pesinden sûreye adini veren Sebe kavminin içinde bulundugu nimetlere nankörlük edip, sapitmalari sonucu "Arim" seli ile helak edilislerinin anlatildigi bölüm yer almaktadir:

Sebe'liler Allah Teâlâ tarafindan çesitli riziklarla riziklandirilmis olarak bolluk ve refah içerisinde yasiyorlardi: "... Onlara; "Rabbinizin riziklârindan yeyin de O'na sükredin. Iste hos bir memleket ve bagislayan bir Rab" (15) denilmisti. Ayrica onlara ülkelerini mamur hale getirmeleri için imkanlar verilmisti. Sebeliler, birbirinden bakildiginda görülen güzel sehirlerde yasamakta ve sehirler arasinda hiç bir zorlukla karsilasmadan rahatlikla dolasmaktaydilar. Ancak onlar bu nimetlere sükredecekleri yerde, nankörlük edip yüz çevirdiler:

"Fakat onlar yüz çevirdiler. Bunun üzerine biz de onlarin üstüne "Ârîm" selini gönderdik. Onlarin bahçelerini aci meyveli, ilginlik ve içinde biraz da sedir agaci bulunan iki bahçeye çevirdik. Nankörlüklerinden ötürü onlari iste böyle cezalandirdik. Biz, hiç nankörlerden baskasini cezalandirir miyiz?" (16-17).

Sebelilerin nankörlük edip, sapitmalarinin sebebi, seytanin kalplerine soktugu süpheyi onlara tasdik ettirmesiydi. Allah Teâlâ, seytanin hiç bir yaptirim gücüne sahip olmadigini, sadece vesvese verebildigini ve bunun, gerçekten iman edenler üzerinde bir tesirinin söz konusu olmadigini bildirmektedir:

"Gerçekte Iblis, onlara zannini tasdik ettirdi. Mü'minlerden bir grup hariç, onlar Iblis'e uydular. Halbuki Iblis'in onlarin üzerinde hiç bir nüfuzu yoktu. Ancak biz, âhiret gününe iman edenle, ondan süphe edeni ortaya çikarmak için ona vesvese verme firsati verdik. Senin Rabbin her seyi koruyandir" (20-21).

Pesinden gelen âyetlerde Allah Teâlâ müsriklerin inançlarini sorgulamakta ve onlarin ilâh olarak tapindiklari seylerin hiç bir güce sahip bulunmadigini çesitli misaller vererek ortaya koymaktadir:

"Sen müsriklere söyle de: Allah'i birakip da O'nun ortagi oldugunu iddia ettiginiz seyleri yardima çagirin. Onlarin göklerde ve yerde size zerre miktari zarar veya fayda vermeye güçleri yetmez. Onlarin göklerde ve yerde Allah'la bir ortakliklari yoktur. Allah'in da onlardan bir yardimcisi yoktur" (22).

Allah Teâlâ kâfirlerin, inkâr etmede öne sürdükleri seylerin tutarsiz ve gerçek disi oldugunu ortaya koyduktan sonra Rasûlüllah (s.a.s)'e hitaben söyle buyurmustur: "Biz seni Ancak bütün insanlara bir müjdeci ve uyarici olarak gönderdik. Fakat insanlarin sonraki azabi yalanlamalari karsiliginda âhirette içine düsecekleri acikli durumlari dile getirilirken, onlarin, kendilerini sapitmakla suçladiklari kimselerle olan diyaloglarinin ümitsizlik içerisindeki tablosu çizilmektedir. Inkâr eden zayif ve güçsüz kimseler, o günde itaat ettikleri güçlü kimseleri ve tabi olduklari yöneticilerini suçlayarak onlara aci içerisinde sitem edeceklerdir. Ancak, müstekbirler onlarin bu iddialarini reddederek suçlamalari kabul etmeyeceklerdir:

"Büyüklük taslayanlar (müstekbirler) de zayiflarin (mustaz'aflarin) sözlerini reddederek; "Size hidayet gelince, sizi ondan biz mi alikoyduk? Bilakis siz suçluydunuz" derler" (32).

Müstekbirler, insanligi kurtulusa erdirecek olan ilahi vahyin onlara ulasmasini engellemek ve etkisiz birakmak için her dönemde degisik yöntemler uygulamislar ve bu isin basini çekmislerdir. Bu gerçek, mustazaflarin, suçlu olduklarini kabul etmeyen müstekbirlere verecekleri cevapta açik bir sekilde vurgulanmaktadir:

"Zayiflar, büyüklük taslayanlara; Bilakis gece gündüz tuzaklar kurmaniz bizi alikoydu. Çünkü siz Allahi inkar etmemizi ve O'na ortaklar kosmamizi emrederdiniz" derler" (33).

Tarih boyunca Allah'in peygamberlerini yalanlayanlarin en önde gelenleri her zaman dünyevî bakimdan kendilerinde bir üstünlük görenler olmuslardir:

"Biz her hangi bir ülkeye bir uyarici göndermissek, oranin zengin ve simarik ileri gelenleri (mutraflar) mutlaka; "Biz, sizin getirdiklerinizi inkâr ediyoruz" dediler" (34).

Allah Teâlâ, bu zümrenin dayandiklari mal ve mülklerin gerçek sahibinin kendisi oldugunu ve bunlara sahip olmanin tek basina bir üstünlük sebebi olmadigini ve rizkin kendi elinde bulundugunu bildirdikten sonra tekrar, insanlarin cinlere (seytan(ar)'a ibadet edip, onlardan bir seyler istemelerinin ne kadar büyük bir sapiklik oldugu gerçegini vurgulamakta, pesinden de, kâfirlerin kendilerine okunan âyetler karsisinda aldiklari tavir belirtilmektedir. Onlari tarih boyunca iman etmekten yüz çevirten seylerin en önde gelen sebeplerinden biri, babalarinin batil dinlerini terketmek istememeleri ve bu dinleri sorgulamadan mantiksiz bir sekilde onlara bagli kalmak istemeleridir:

"Kafirler âyetlerimiz apaçik olarak okundugu zaman, Bu sizi, babalarinizin taptigi seylerden alikoymak isteyen bir adamdan baska bir sey degildir" dediler" (43).

Allah Teâlâ, Rasûlüllah (s.a.s)'e ve onun sahsinda onun yolundan giden Islâm tebligcilerine hitab ederek, inkârda diretmeleri ve kendilerini Islâm'a çagiran kimselerin israrli tutumlarinin altinda bir seyler arayarak onlari itham etmeleri karsisinda vermeleri gereken cevabi sunmaktadir. Bu cevap ayni zamanda müslümanin dinini diger insanlara ulastirirken gözetmesi gereken seyin yalnizca Allah Teâlâ'nin rizasi olmasi gerektigini de ortaya koymaktadir:

Söyle de: "Sizden herhangi bir ücret istemissem o sizin olsun! Benim ücret ve mükafatim yalniz Allah'a aittir. O her seye sahittir" (47).

Islâm nurunun ortaya çiktigi yerde, diger bütün düsünce ve inanç sistemlerinin asilsiz ve geçersizligi net bir sekilde insanlarin gözleri önüne serilecektir. Dolayisiyla, inkârcilarin bütün çabalarina ragmen Islâm'in gerçekligi hiç bir zaman örtbas edilemeyecektir:

"Sen onlara söyle de: "Hak geldi, batildan bir eser kalmadi, bir daha geri dönmez" (49).

Sürenin son âyetleri, Islâm düsmanlarinin ahirette gösterecekleri pismanliklari ve bu pismanliklarin onlara bir fayda vermedigi gibi, müstahak olduklari Cehennem azabindan da kurtulmalarini saglamayacagini açiklamaktadir:

"O, zaman onlar "Hakka iman ettik" derler. Fakat, ahiret gibi dünyaya çok uzak bir yerden imana nasil ulasirlar? Halbuki onlar daha önce onu inkâr etmislerdi. Uzak bir yerden gayba atip tutuyorlardi" (52-53).

Süre, müsriklerin, âhiret gününde arzuladiklari seylere ulasmalarinin mutlak anlamda engellenmesi sonucunda içine düsecekleri mahrumiyet halini zikrederek son bulmaktadir.

Ömer TELLIOGLU

Kaynak: Sâmil Islam ansiklopedisi

Sâmil Islam ansiklopedisi tarihi programini Enfal Shop'tan temin edebilirsiniz...spar.jpg