TÛR
SÛRESİ
Kur'an-ı Kerîm'in elliikinci suresi. Kırkdokuz ayet, üçyüzoniki
kelime ve binbeşyüz harften ibarettir. Basralılar kırksekiz, Hicazlılar ise kırkyedi
ayet olduğu görüşündedirler. Mekkî surelerden olup, Secde suresinden sonra nâzil
olmuştur. Adını, ilk ayetini oluşturan ve Musa (a.s)'ın Allah Teâlâ'dan vahiy aldığı
Medyen'deki bir dağın adı olan Tûr kelimesinden almıştır.
Surenin üslûbundan nâzil olduğu zamanın, İslâm'a karşı
itirazların yapıldığı, Peygamber (s.a.s)'e karşı yoğun iftira kampanyalarının yürütüldüğü,
ancak işkence ile yıldırma gayretlerinin henüz yoğun bir hal almadığı bir dönem
olduğu anlaşılmaktadır.
Ahirette tekrar dirilmenin mutlaka vuku bulacağı, bir önceki sure
olan Zâriyât suresinde delillendirilerek ortaya konmuş idi. Bundan dolayı deliller
tekrar zikredilmeden, bir kaç gerçeğe ve varlığa kasem edilerek, ahiretin varlığı
bütün çıplaklığı ile gözler önüne serilmektedir: "Tûr dağına, açılmış
sayfalar üzerine yazılmış kitaba, ma'mur olan ve, tavan gibi yükseltilmiş semaya,
kabarıp taşan denize yemin olsun ki, Rabbinin azabı mutlaka gerçekleşecektir"
(1-7).
Allah Teâlâ'nın azabının inkârcılar için gerçekleşeceği
kat'i bir şekilde beyan edildikten sonra, Allah'ın güç ve kudretinin her şeyin
üstünde olduğu ve O'nun takdirini hiç kimsenin bozamayacağı gerçeği: "O'na
karşı koyacak hiç bir kuvvet yoktur" (8) ayetiyle dile getirilmektedir.
Bunun hemen peşinden gelen ayetlerde, kıyâmet anının dehşet veren
korkunçluğu tasvir edilir ve o günün kâfirler için büyük bir azap günü olacağı,
dünyada yalanlayıp durdukları cehennem azabının içine sürüklenecekleri sarsıcı
bir üslûpla gözler önüne serilir: "Göğün şiddetle sarsılıp çalkalandığı,
dağların süratle yüdüdüğü gün. Evet, işte o gün, bâtılla oyalanan,
yalanlayanların vay haline! O gün onlar cehennem ateşine sürülüp
itileceklerdir" (9-13).
Cehenneme atılan inkârcılar topluluğuna, bulundukları durumun dünyada
yalanlayıp durdukları şeyden başkası olmadığı ve gördükleri bu muamelenin sadece
yaptıkları kötülüklerin karşılığı olduğu hatırlatılacak ve onlara;
"Girin cehenneme! Sabredin veya sabretmeyin. Sizin için değişen bir şey
olmayacaktır. Siz, sadece yaptıklarınızın cezasını göreceksiniz" (16)
denilecektir.
Bundan sonra, müttakîlerin durumu, onlar için hazırlanan ahiret
nimetleri ve bu nimetleri hak edişlerinin sebebleri dile getirilmektedir.
Allah'tan korkup O'nun emirlerini yerine getirerek, dinini hakim
kılmaya çalışan kimselerin göreceği mükâfatlar hakkında hiç bir şüphe yoktur:
"Şüphesiz müttakîler, cennetler ve nimetler içindedir" (17). Allah Teâlâ,
müteakip ayetlerde müttakîlerin girmesi mutlak olan cennetteki nimetlerin ve onları
hakedenlere tattırilacak zevklerin bir kısmının tasvirini yapmaktadır.
Cennette, tarifi mümkün olmayan güzelliklerle mükâfatlandırılan
kimseler, kendilerine verilen bu nimetlerin sebebi hakkında şuurludurlar:
"Birbirlerine şöyle derler: Bizler dünyada ailemiz arasında bulunurken Allah'ın
azabından korkardık” (26).
İnkârcılar ve iman edenlerin, ahiretteki durumları net bir şekilde
canlandırıldıktan sonra hitap, Resulullah (s.a.s)'e yönelmekte; Mekkeli müşrikler
tarafından yöneltilen iftira ve ithamlara aldırış etmeden İslâm'ı tebliğe devam
etmesi emredilmektedir; "Ey Muhammed, sen hatırlat ve öğüt ver. Rabbinin nimeti
sayesinde sen ne bir kâhin, ne de delisin" (29).
Resulullah (s.a.s) ne zaman, kıyamet, haşr-neşir, hesap-kitap,
cennet-cehennem ile ilgili bir şeyler söylese, müşrikler hemen, onun okuduğu
ayetlerin tesirini yok etmek için iftira kampanyalarına girişir ve olur olmaz sözler
sarfederlerdi. İşte onların bu akıldışı tutumları tenkid ediliyor, Kur'an'da
değişik şekillerde defalarca yapılan meydan okuma bir kere daha tekrar edilerek Kur'an
ayetlerine benzer bir söz söylemeleri isteniyor, onların acziyet ve sapıklıkları
dile getiriliyor: "Yoksa, "onu kendisi uydurdu" mu diyorlar. Hayır onlar
iman etmezler. Şayet iddialarında doğru iseler Kur'an'ın benzeri bir söz meydana
getirsinler" (33-34).
Daha sonra, inkârcıların tutum ve davranışlarının sebebleri
sorgulanarak, onların bu inkâr ve karşı çıkışlarında ne kadar büyük bir sapıklık
içinde oldukları ortaya konulmaktadır. Peygamber (s.a.s) onları, herşeyi Allah Teâlâ'nın
yarattığına iman etmeye ve O'ndan başkasına tapınmaktan kaçınmaya çağırıyordu.
Ancak onlar, mantıksız ve dayanaksız şeylerle buna karşı çıkıp,
kızgınlıklarını izhar ediyorlardı. Allah Teâlâ, bu akıldışı tutumlarının
tutarsızlığını, "Onlar, bir yaratıcıları olmadan mı yaratıldılar, yoksa
kendi kendilerini mi yarattılar? Kesin bir bilgiye sahip değillerdir. Yoksa gaybın ilmi
yanlarında da istediklerini ordan mı alıp yazıyorlar?” (35, 36, 41) gibi ifadelerle
gözler önüne seriyor. Kâfirlerin, inkârlarında ne kadar inatçı oldukları,
başlarına açıkça bir belanın gelişini gözleriyle görseler dahi her çağda
olduğu gibi onun, işledikleri kötülüklere karşı ilâhî bir musibet olduğunu bir türlü
kabul etmeyecekleri ve değişik yorumlar getirerek son ana kadar sapıklıklarını sürdürecekleri
şu ayet-i kerîme ile ortaya konmaktadır: "Üzerlerine azap olarak gökten bir
parça düşer görseler: Üst üste yığılmış buluttur" derler" (44).
Surenin sonunda, Peygamber (s.a.s)'in şahsında bütün iman edenlere
seslenilerek, Allah Teâlâ'nın çizdiği yolda yürürken karşılaşılan zorluklara
sabredilmesi emredilmektedir, endişe ve korkunun yersizliği, Allah'ın korumasının bütün
iman edenlerin üzerinde olduğu, "(Ey Muhammed!) Sen Rabbinin hükmüne sabret. Şüphesiz
sen bizim himayemiz altındasın. Kalktığın zaman Rabbini hamd ile tesbih et" (49)
ifadesiyle bildirilmektedir.
Sure, akşam, yatsı, teheccüd ve sabah namazlarını ve güneşin
batışından doğuşuna kadar olan zamanın bir bölümünde Allah Teâlâ'yı tesbih
etmeyi işaret eden ayetle son bulmaktadır: "Gecenin bir bölümünde de, yıldızların
batışında da O'nu tesbih et" (49).
Ömer TELLİOĞLU