Cihan Savaşının Sonu Ve Mütareke
Damad Mehmed Ferid Paşa'nın Kısa Biyografisi
Hürriyet Ve İtilaf Cemiyeti İktidarımı?
Damad Paşa'nın Sadarete Avdeti
Hüseyin Kazım Bey'ın Anlamadığı!
Irade-I Seısıyye Mehmed Vahideddin
Toplantıya Katılan Zevat-I Kiram
5. Kabinenin Anadolu Harekatına Tavrı
Damad Ferid Ve Arkadaşlarının Akıbeti
Hatt-I Hümayun Sureti Veziri Meali Semirim Ali Rıza Paşa
İttihatçı Çizgisimi? Ankara Görevimi?
Görevde Riayet Fatura Ediliyor
Kara Gün Yazısının Sahıb-I Kalemi
Londra Konferansında Malta Sürgünleri Müzakeresi
General Harıngton'ün Dönekliği
Vezir-İ Meâü Semirim Tevfik Paşa;
Redd-I İlhak Heyet-İ Milliyesinin Beyannamesi
9.Ordu Müfettiş Selahiyetnâmesı
İstiklal İçin Çalışan Cemiyetler
Mütareke Hükümleri Gereği Teslimat
İstiklâl Savaşı Komutanları Ve Subayları
Mustafa Kemâl Paşa'nın Samsun Çıkış Döneminde Birlikler Ve Komutanları
Doğu Trakya Harekâtı Komutanları
Batı Trakya'da Küvayı Milliye Kurucuları
Batı Trakya Hükümeti Kurucuları
Son Sadrazam Ahmed Tevfik Paşa Ve Son Sadareti
Ahmed Tevfik Paşanın Gayretleri
Şeyh Ata Efendi Ve Özbek Tekkesi
Anadolu'ya Silâh Ve İnsan Sevkıyatı
Sultan Vahideddin'in Şahsiyeti Sultan Vahideddin'in Hanımları Ve
Çocukları
Sultan Vahideddin'in Sadrıazamları Ve Şeyhülislâmları
Halife Abdülmecid'in Hanım Ve Çocukları
Osmanlı Hanımlarının Ev İçi Ve Dış Giyimi
Osmanlı Ülkesinde Gayrimüslim Hanımların Giyimi
Aşiretten Devlete Giden Çizginin Padişah Ve Halifeleri
Padişah Validelerinin İsimleri
2. Abdülhamid Sonrasında Donanmayı Hümayun
Balkan Savaşlarında Donanmay-I Hümayunumuz
Çanakkale Boğazı Operasyonları
Türkiye Cumhuriyeti Başbakanları
Babası: Sultan
Abdübnecid Han
Annesi: Gülistû Hanını
Doğum Tarihi: 1861
Vefat Tarihi: 1936
Saltanat Müd.:
1918-1922
Türbesi: Şam'da, Yavuz
Sultan Selim Camii Avlusundadır.
2/Şubat/1861'de
İstanbul'da Dolmabahçe Sarayında, Sultan Abdülmecid Hân'ın Gülüsti
Kadınefendiyle yaptığı izdi-vaçdan dünya'ya gelen Mehmed Vahideddin Efendi,
Abdülmecid Hân'ın en küçük oğluydu. Ağabeylerinden Mehmed Murad, Abdülhamid ve
Mehmed Reşâd Han'ların peşinden 4. oğul olarak Osmanlı devleti tahtına
oturduğunda 36. padişah ve müslümanların 100. halifesi olmak şerefini ihraz
ediyordu. Tahta çıktığında pek açık olarak kendisinin bu mevkie hazırlanmadığını,
kendisine sıranın geleceğini ummadığını ifade etmiştir. Bu pek cesur ve samimi
bir açıklama olarak kabul edilmeli-dir. Tahta çıktığı târih olan,
4/Temmuz/1918'de 57 yaşını, 5 ay, 2 gün geçmişti.
Saltanat'ın kaldırılış
târihi olan l/Kasım/1922'den, sevdiği vatanından örtülü baskılar hasebiyle
ayrılışı arasında geçen 18 gün yalnız halife sıfatıyla olmuştur. Vefatı ise,
İtalya'da San-Remo'da kalb rahatsızlığından vukuu bulmuştur. Büyük bir
yoksulluk içinde hayatını tamamlamıştı. Naşı alacaklılardan kaçırılmıştı.
Suriye Devlet Reisi buna sahip çıktı 16/ Ma-yıs/1926'da vefat eden 6. Mehmed
Vahideddin Hân, Şam'da bulunan Sultan Selim Camiindeki makbereye defnolundu.
Sandukası üzerine konulan prinç levhada: "Türklerin Hâka-anı ve İslamların
halifesi Cennetmekân Sultân Mehmed Va-hideddîn-i Sâdis b.Sultan Mecîd Hân,
Hazretleri. 1926" ibaresi yer almaktadır. Son selâmlık merasimine
3/Ka-sım/1922'de çıkmıştır. Emekli kaymakamlardan Melih Yuluğ Beyefendiden
dinlediğimiz gibi, Bayezid'de Sahaflar çarşisında ömrünü sahaflık yaparak
geçirmiş bulunan Nizam am-ca'nin yaşadığı ve mahdumu Şevki Bey tarafından
nakledilen bir hatıra, İstanbul eski valilerinden Ali Haydar Yuluğ Bey'in
mahdumu kaymakamlıktan emekli Melih Yuluğ Bey'in birbirlerini doğrulayan
bilgilendirmeleri şöyledir: Bu-nuda eski başbakanlardan Mehmed Şemseddin
Günaltay Merhum, zaman zaman Bayezİd Camiine Cuma namazına aeldiğinde namazdan
sonra koltuğunun altında bir muntazam pakette eski ve kıymetli bir eser olduğu
halde, Nizam Amca'nın sahaf dükkânına gelir biraz istirahat eder ve yanındaki
kitabı ortaya kor üzerinde bir miktar konuştuktan sonra makul bir fiyata Nizam
Amca'ya kitabı verir imiş. Yine böyle gelişlerinden birinde, söz nasıl olduysa
Sultan Vahided-din'den açılmış ve merhum başbakan şunları anlatmış:
".Sultan Vahideddin Sultanahmed Camiinde selâmlığa çıkmış ve burada ilk
sünnet eda olun dugunda camide bulunan cemaatin içinde muhtelif saflar arasında
yer almış bulunanlar bu gün hutbeyi Sultan okuyup, namazı kıldırsın şeklinde
nidalar yükseltmişler. Padişah; bu durumu sessizce karşılamış ancak talebleri
yerine getirmemiş.Her zamanki gibi selamlık töreni icra olunmuş. Namazdan
çıkıldığında da Vahideddin Hân, arabasını doğru Topkapı Sarayına çektirmiş ve
oradaki bütün her şeyi listeletmiş ve bu listeyide üç nüsha hâlinde tanzim
ettirmiş birini kendinde alıkoymuş. Birini Topkapı sarayı me'sulüne vermiş
diğerini de şehrema-netine göndermiş. Böylece Saray'daki malları adetâ bir listeyle
tesbit ve teslim etmek suretiyle hakkında ileri sürülmesi muhtemel iftiraların
önünü kesecek tedbiri ittihaz etmiş.
İşte bu Cuma namazının
son Cuma selâmlığı olduğu iieri sürülmüştürki galib ihtimalde budur. Sultan
Vahideddin, Hilâfet-i Seniyyenin Osmanlı emanetine geçişinden o mahut Cuma
namazına kadar hiç bir yerde cemaat padişahdan imamet ve hutbe talebinde,
hemde Cami içinde hotbehot isteme yoluna gitmemiştir. Bu durumda padişah bir
tertibin içinde olduğunun ve durumun vahamet kesbettiğinin şuur ve anlayışıyla
çok sevdiği vatanından ayrılmanın plânlarını ve bu hususda da kendisine gizli
veya aşikâre terk-i vatan tavsiyesinde bulunanları biraz daha fazla kaale
aldığı nokta-i nazarına gelmiştir.
Nitekim, TBMM'side
l/Kasım/1922'de padişahın kaldırılmasını kararlaştırmış olduğundan, 3/Kasım'da
yapılan Cuma selamlığı meclisin bu kararını padişahın kabul etmemesi şeklinde
mütalaa etmekde kabildir. Bu durumun, kararın tebliği nin yetiştirilememesinden
kaynaklandığı da düşünülebilir. Öztuna Bey'e göre Sultan Vahideddin Hân, son
Cuma namazına 10/Kasım/1922'de sadece halife sıfatıyla katıldı mânasına gelen
bir bilgi veriyor ki, meclis kararına göre tabi-iki öyle, fakat Vahideddin
Hân'a göre öylemi? Bu istihfamdır! Cevabı rûz-î mahşere kalmıştır.
Bu anekdotlardan ve
nakillerden sonra 16/Kasım'ı 17'ye bağlayan perşenbe gecesi Vahideddin Hân
Yıldız Sarayında küçük sarayda kaldı. O gece yarısından sonra Dolmabahçe
Sarayının rıhtımına geldi, binmiş olduğu bir istimbotla İngilizlere ait Malaya
Zırhlısına geçti. O Cuma günü selamlık merasimi yapmak kabil olmadı.
Malaya zırhlısıyla
Malta Adasına giden padişah burada bir kaç gün kaldıktan sonra Hicaz'dan aldığı
davet üzerine Şerif Hüseyin'in nezdine gitti. Aklında hac yapmakda bulunuyordu.
Tâif'de Şerif Hüseyin ile yaptığı sohbetlerde çok zeki birisi olan Sultan
Vahideddin bu eski tanıdığının, Şeriflerden olması hasebiyiede, kendisinden
hilâfeti almak düşüncesini taşıdığmı hissetti ve en kısa zamanda buradan
ayrılmayı karar altına aldı.
Düşündüğü hac
farizasını da aklından çıkarıp, bir emri va-kîye maruz kalmamak için hızla
hareket edip, İtalya'ya son Üç gününü geçirdiği İskenderiye'den atlayıverdi.
Genova'yla, San-Remo'da hükümdar muamelesi ile karşılandı. İtalya hü-kümetide
resmî törenle Sultan Vahideddin'i istikbal etmiş idi. Bay Öztuna; Hanedanlar
adı ile bilinen ve çok de ğerli eserinde 340. sahifede şu ibareyle
milletimizin %95'nin malumatı olmayan bir bil giyi sunmaktadır. Biz de buradan
alıntılayalım: "Türk gazetelerinde neşri yasaklanan San Remo
deklarasyonunda, saltanat hukukunun mahfuz olduğunu, saltanatın ilga
edilemeyeceğini, TBAOT'nin anayasa tâdilini anayasaya göre padişah tasdikine
sunmakla miikelelf olduğunu belirtir. Saltanat'la hilafetin ayrılmasını
reddeder." Diyen Öztuna Bey, kaynak olarak da, şu ifadeyle bizleri bilgilendirmekte:
"Metni RMM, Oriento Moderno gibi dergilerde ve zamanın Avrupa
gazetelerinde vardır.
(krş.Jean-Louis-Bacque-Grammont,
Sur le Pelerinage et Quelques Proclamationsde Mehmed 6 enExil,Turcia, 14,Paris
1982,226-47)
Bu mütalaalardan sonra
merhum Sultan Reşad'ın yerine geçen bu padişahın dönemini anlatmaya geçelim.
Ancak; Doç.Dr.Mehmed Törenek tarafından hazırlanmış ve "KİTA-BEVİ"
neşriyat tarafından basılıp, fikir dünyamızın istifadesine sunulmuş olan
"Türk Romanında İşgal İstanbuiu" adlı eserin kapağının hemen
arkasında yer alan şu ifadeyi buraya almadan geçemeyeceğim: "Mütareke
dönemi Türk târihinin en karanlık safhalarından biridir. Dört yıla yakın bir
süreci varlik-yokluk mücadelesi içinde geçirmenin sıkıntısı ve bunalımları
yanında, kabul edilmesi çok güç bir yenilginin faturasını Türk insanına
Ödettirme gayreti, vatansever her Türk'e işkencelerin en büyüğünü tattırmıştır.
İnsanımızın o günlerde çektiği sıkıntıları, gösterdiği kahramanlıkları, işbirlikçilerin
yaptığı ihanetleri, en ayrıntılı bir şekilde ele alan metinler, romanlardır. Bu
çalışma romanların dünyasından mütareke dönemine ışık tutmayı hedeflemekte, bu
günün okuyucusuna yaşananlar hakkında yeni değerlendirmeler yapma imkânı
sunmaktadır." Şeklindeki ifade ile bu ilim adamı Doçentimizin ifadesine
iştirak etmekde ilmin gereği olup, tasvirin olayları hafızada bulundurma
etkisini anlayan bir nesle kavuştuğumuzun ve bu neslin kendisini öğretim
alanında gösterdiğinin bir ifa desidir bu satırlar.
Merhum Muzaffer Gökman
Hoca'yine merhum Ahmet Refik Altınay Hoca'nın Târihi Sevdiren Adam adıyla
yazdığı eserde bunu haber vermesini takip eden bir ifade olarak buluyorum
Doç.Dr. Mehmed Törenek Bey'in ifadesini. Şimdi bu eserin vücud bulmasındaki
saik, bir ülkenin payitahtının işgali ve orada yaşayan payitaht insanının ve
müesseselerinin beşyüz küsur yıl süren hür, müreffeh ve dünya'ya hâkim yapısı
karşılaştığı bu sosyolojik vak'a sonunda nasıl geçti, nasıl tahammül olundu ve
nice alt edilip, bağımsızlığa, hürriyete avdet edildi? Bunun cevabını İstanbul
işgali üzerine yazılmış 28 roman üzerinde yapılan incelemeler yoluyla perde
arkası olaylar, isimsiz kahramanlar, nice hâin bilinenlerin fedakâra-ne
rollerine devamları bu romanlarda arka plân denen hususlar hatırlatılmış,
duyurulmuş ve bir akıcılık içinde yetişen nesillere öğrenme imkânı sunuluyor.
Böylece de, Milli
Mücadelemiz milletçe yapılan bir kavganın en teferruatlı fakat her biri bir
değer olan anlatımda büyük işler gören dinleyeni bu milletin fedakârlarına
minneti olduğunu hatırlatan bir hazinedir bu romanlar. Yeni nesiller bunları
okuduklarında umulurki, hiç bir ideoloji onları saptırmayacak, din-i islâm
itikat ve ibadeti içinde, vatan sevgisinin, ümmet-i millet anlayışıyla, adalet
ve insafa bağlılığı hasebiyle dünyamızın hasretle beklediği tiryakı, yâni
kurtarıcı ilâcı mahlûkat-ı beşeriye'ye sunabilmenin bahtiyarlığını izn-i ilâhi
ile yaşayacaktır.
Sekiz cephede düşmanla
boğuşan şanlı askerimiz, hiç bir yerde kafi ve kesin bir mağlubu olmadığı halde
1914'de başlayıp, 1918'de nihayetlenen bu melhame-i kübrada ortaklarının pes
etmesi üzerine yalnız kaldığından münferid sulha razı oldu. Bu savaşa sokan
İttihat ve Terakki cemiyetinin ihanete eş hatası dört milyona yakın askerimizi
bu badireye sokarken, bunların altıyüzbine yakını şehidler zümresine iltihak
ederken, bir milyon askerimizde çeşitli sakatlıklarla harp mâlülü oldular.
Böyle bir zayiatın
böyle bir sakat ve hasta sayısının cemiyet plânında husule getireceği en mühim
vak'a, hayat mücadelesinde yardımın mutlaka erişmesi gereken büyük bir kitle
ile karşı karşıya gelinmesidir. Bu kadar çok şehidin yansının evli olduğu ve
bunların bir kaç çocuğunun bulunduğunu nazarı itibare alırsak, karşımıza iki
milyona yaklaşan eş ve çocuk sayısı çıkarki, bunların ihmali bir cemiyetin,
bir milletin mahvolmasına yeterde artar bile.
8/Ekim/1918'de istifa
ecten Talat Paşa dolaysıyla İttihatçılar kabinesi çekilmiş, yeni padişah Ahmed
Tev-fİk Paşa'yı makam-ı sadarete getirdiysede, bu sadnazam kabinesine ittihatçı
almama kararındaydı. Bunu da uygulamaya kararlıydı. Buna karşılık da İttihat
ve Terakki politikasının amansız muhalifleri kabinede yer almaktan tevakki
etmişlerdi bu yüzden Tevfik Paşa kabine teşkile muvaffak olamadı. Ayandan
Müşir Ahmed İzzet Paşa'ya makam-ı sadaret teslim edildi. Paşa,içinde bol bol
ittihatçının bulunduğu bir kabine teşkile muvaffak olur. Dahiliye nazırlığına
Ali Fethi (Okyar) ve Bahriye nazırlığına da Mondros imzacısı Hüseyin Rauf
(Orbay) Bey'ler getirilir.
Makam-ı sadarete gelen
A. İzzet Paşa hz.leri kabinesini çok kısa zamanda ve içlerinde eski rollerini
oynamağa hazırlanan cemiyetin bazı kişilerininde yer aldığı surette teşkil eyledi.
Bu durum da, bu haydutlar cemiyetinin sağda solda saklanmış bulunmayı
becerenlerin te'sir ve telkininden kur-tulunmadiğını göstermektedir. Bunun da
hikmeti şurasıydı ki; bu kabinenin kurulması esnasında Talat, Enver, Cemâl ve
diğerleri henüz ülkeden kaçmamışlar saklandıkları mahallerden kendilerinin
kaçmasını kolaylaştıracak kabine teşkiline vasıtalı.olarak te'sir etmişlerdi.
Tatet Paşa ve
kabinesinin istifası; Bulgaristan'ın mütareke yapmak istemesinden,
Avusturya-Macaristan'ında iç karışıklıklara duçar olması, Almanya ile İstanbul
arasındaki tren ulaşımının durdurulması hasebiyle, Osmanlı devleti de mütareke
talebinde bulunmaktan başka çare kalmamasından doğmuştu. Zira Talat Paşa ve
kabinesi erkânı hayatlarını ve ümidlerini vede cemiyetlerinin bekasını temin
edebilmeyi beslemiş olsaydılar mütarekeyi çoktan imzalamaya hazır olurlardı. Bu
ümidi taşımamalarının eskiden beri ya biz mahvoluruz veya mütareke ve sulh
yapmayız doğrultusundaki propogandalarıdır.
Bu propogandaya zıt
hem de taban tabana zıt olan mütarekeyi imza etmek hareket-i merdanelerine(l)
pek de uygun düşmeyeceğinden bu günde hükümeti ellerinde tutmayı münasip
gördüklerinden istifa yolunu seçerek, işin içinden çıkmayı tatbik etmişlerdir.
Halbuki İzzet Paşa kabinesi ittihatçılarında yer aldığı bir kabine olduğundan
böyle göz boyaiayı-cılığma lüzum yoktu. Eğer bunlar merdlik olsun diye yapılıyorsa
karagöz gibi perde arkasında oynamağa ne lüzum vardı. Ya mütarekeyi kabul
etmezler veyahud Cavit bey, Rauf bey ve İzzet Paşa vesaire kabine erkânı gibi
cemiyetin ileri gelenlerinden mürekkeb bir kabineye de bu işi yaptıramazlardı.
Kendi sözlerinin erleri olduklarını isbat için muharebeye devam ederlerdi.
Acaba neden böyle yapmadılar da, hempalarına mütareke imza ettirdiler?
Bu sualimin cevabını
tabii devletler tarafından yayımlanacak beyaz, san, kırmızı, mavi kitaplar
gösterir ve belirtir. İşte bu suretle perde altında oyun oynayan bu haydutlar
Ahmed İzzet Paşa kabinesine müttefik devletler tarafından teklif olunan
şeraiti kabul ettiklerinden, dört sene devam eden bu büyük savaşdan ülkemizi
müthiş bir zarar ve manen tükenecek derecede hurdaya çıkardılar.
Doğrusunu söylemek
lâzım gelirse on seneden beri padişahlık oyunu oynayan bu arsız ve yaramaz
çocuklardan da daha fazla ne beklenebilirdi? İzzet Paşa kabinesi gönderdiği
murahhaslarla müttefik devletleri tarafından mütarekenin imzalanmasına
vazifelendirilen İngiltere donanması kumandanı Amiral Galtrop cenaplarının
yazıp düzenlediği mütareke ahkâmını hemen aynı denilecek şekilde kabul ve
31/ekim/1918 tarihine rastlayan Perşembe günü imza ettirdi.
Mütareke şartlarında
Çanakkale ve Karadeniz (İstanbul) boğazındaki mayın vetorpillerden
temizlenmesi, kalelere asker çıkarılması yazılı olduğundan; bunun gereği
müttefik devletler karaya asker çıkarıp, kaleleri işgale ve torpillerin
toplattırılmasına girişerek, Çanakkale boğazını giriş çıkışa uygun bir hâle
koymağa başlar başlamaz yukarıda söylendiği gibi İstanbulda bazı mahallede
Goben zırhlısında misafire-ten bulunan Talat Paşa, hempaları ile birlikte
İstinye koyunda bulunan adı geçen Goben zırhlısında toplanıp İngiliz filosunun
İstanbul limanına girmesinden önce bir Alman gemisiyle Karadeniz yoluyla Rusya
ve Almanya'ya firara ayak atmıştır. Mehmed Selâhaddin Bey, Bildiklerim adlı
kıymetli ifşaatlarla dolu eserinde Talat Paşa İçin bu firar üzerine şunları
ifade ediyor: "İstanbul'dan firara muvaffak olan eski sadrazam Talat
Paşayı pek eski tanıyanlardan biri olarak hakkında bir kaç hususa temas etmek
isterim. Talat; bundan yirmi-yir-mibeş sene Önce kendisini tanıyanlarca kabul
edildiği gibi, muhabbet beslenecek bir şahıs, hoş sohbet ve çok nükte-dan,
misafirsever bilhassa hukuk tanır, arkadaşlığa layik kişilerin başında
gelirdi. Kuvvetli bir tahsil görmüş olmamasına rağmen çok zeki bir gençdî.
Sultan Abdülhamid'in,
hâl felâketi günlerinde fransızca öğrenmeğe çalışmış ve bu lisanı pek güzel
konuşur olmuş idi. Cesaret sahibi ve müteşebbis olduğundan idarî işlerdeki
başarısı vardı. Talat; kibir ve azametden uzak, arkadaşları hakkındaki
muamelesi çokça ahbab ve dost kazanmasına vesile olmuştu. Meşrutiyetin
ilânından önce çok nâzik davranışlar gösterirdi. Ne varki cemiyete girdikten
sonra pek fazla değişti. Eğer, eski halini bu cemiyetlerde sahibi selahi-yet
olduğunda devam ettirebileydi bütün akranlarından hakikaten temiz ve
ilerlemeye lâyik bir genç olurdu.
Ne çâreki girmiş
olduğu cemiyet herkesin ahlâk ve düşüncesini zehirlediği gibi Talat'ın da
ahlak ve davranışlarını bozmuş adetâ kendisini bir cani hâline getir mistir.
Gözlerini şöhret hırsı bürüdügünden o sevdiğimiz ve beğendiğimiz Talat,
bambaşka bir hâle gelmiştir. Pek yazıkdır ki; bu cemiyetlere katılan kimseler
başka türlü hâllere dalıp, insaniyet ve hukuku hatırlayamayıp, insanlıktan
uzaklaşıyorlardı. İşte Talat gibi ne yaptığını bilmez hâle geliyordu.
İttihad cemiyetinin
diğer reislerinin kaçma utancını uygulamalarını normal saymayı kabullensek
bile Talat'ın firarı akla hiç gelmezdi. Biz; Talat'ı sözünde du-rur zannederdik
çünkü Talat'ın devleti ya cemiyet kurtaracak veya memleket cemiyetin elinde
mahv olacak dediğini bilenlerden olduğumdan, on senedenberi felâketten
felâkete sürükledikleri devleti böyle çökertip yuvarladıkları batakdan
kurtarmak veya büsbütün batırmak şıklarından birini seçerek, hiç bir tarafa
savuşmadan bu güzel iddiasını âleme göstermeliydi. İttiha ve Terakki
cemiyetiyle diğer cemiyetlerin Osmanlı ülkesinin reis-i ekberi ve eazımından
olan Talat böy le firar ediverince doğrusu bizleri de hayret ve şaşkınlık
içinde bırakıyor. Biz; Talat'da medeni cesaret görüyorduk. Böyle davranış
gösterenlerin firara kalkışacağını hiç aklımıza getiremezdik. Talat'ın bu
umulmadık kaçışı, hem kendisini nemde elde tuttuğu ve tutturduğu cemiyetleri
öldürmüş ve Osmanlı ülkesinde bundan sonra bunlar için bir sosyal hayat
bırakmamıştır. Talat ve hempalarının kaçışları millet ve memleket için
teşekküre değer olsa gerektir. Eğer bunların ve dayandıkları kuvvetlerin
ülkemizde nâm ve nişanlan kalsa idi hiç şüphe edilemez ki şimidiye kadar
işledikleri günahların binkat fazlasını irtikâb ederler. Millet-i mazlumeyi
akıl ve fikre gelmiyen felâkete sevk eylerlerdi. Talat şahsı itibariyle
sevebildiğim bir kişiyse de, devlet ve millete yaptığı kötülükler yönünden
şayân-ı nefretim olmuştur. Gerek bu kaçaklardan gerek bu günde ülkede yaşamaya
devam eden cemiyet üyeleri ve ileri gelenleri eski rollerini yapmağa devam
etmek istemeleri yakın da cezalarını bulacağını görmek millete nasib
olacakdir.
"Mar-ı sırma
dide'ye mevlâ güneş göstermesin"
Meşhur darbı meselince
haydutlar cemiyeti reisleri ve üyeleri gibisini Cenâb-ı Mevlâ bir daha
memleketimizde icraat yapmaya ve te'sirlerini göstermeye fırsat vermesin. Bu
mazlum milletede olanlardan ders almayı nâsib buyursun. Bunların kendilerini
bir daha aldatıp, kullanmalarına asla müsaade etmemek üzere kararlı
olmalıdırlar." demektedir.
Cihan savaşının son
devrelerinde galeyana başlayan efkârı umûmiye Taiat ve arkadaşlarının bu
şekilde firarlarının vu-kubulması üzerine nefretleri artmış ve gazetelerin
rivayetine bakarsak Zât-ı Hazreti Hilâfetpenahi'de İzzet Paşa'ya kabinede
ittihatçı görmek istemiyoruz beyan buyurduklarını, İstanbul'daki ittihatçı
artıkları ne yapacaklarını şaşırmış ve tereddüt içinde büyük bir telâş içinde
debelenir hâle düşmüşlerdir.
Bu vaziyet karşısında
devlet işleri sekteye uğramaya başladı. İzzet Paşa kabinesi ahalideki
düşüncenin galeyane gelmesiyle birden bire hedef hâlini aldı. Bir kıyam ve isyan
ile yıkilmaktansa is'tifa yolu ile bu işin içinden çıkmayı nefis ve
menfaatlerine uygun olur diye karar alıp çekilmeyi tercih eylemişlerdir. Ahmed
İzzet Paşa çok değerli bir devlet adamı, fenne çok eğilimli fevkalâde bir asker
olup, iktidar sahibi kimseler arasında mümtaz bir mevkıide bulunmaktaydı. Bu
zattan milletin daha çok başarılar beklediği herkesin teslim ettiği
hakikattendir. Sadareti ise 14/Ekim/1918'de başlamış ve sade ce 28 gün
sürmüştür. Burdan da anlaşılan olabilir ki,
İttihatçıların kapağı
dışarı atabilmeleri için teşkil ettirilmiş bir kabinedir. Hemen ilâve edelimki,
Sultan Vahideddin İzzet Paşaya sadareti teklif ettiğinde Paşa, 24 saat izin
istemiştir. Sebebi ise, devrin meşhur tüccarlarından olan eniştesine aldığı
teklifi bildirmek, eğer işlerini tasfiye ederse sadareti kabul edeceğini,
işlerini tasfiyeyi kabullenmediği takdirde de görevi red ettiğini bildirmek
kararı aldığını söylediğinde, enişte bey, böyle dürüst bir kaimbiradere sahip
olmanın bahtiyarlığı içinde üç gün içinde tasfiyeyi gerçekleştireceğini vaad
etmesi üzerine Ahmed İzzet Paşa görevi kabul ettiğini padişaha ertesi gün
bildirmiştir. Bu vak'ayada bakarsak, pek de geçici bir kabine kurmak üzere iş
başı yaptığına inanmak güçleşiyor.
Devlet ve memlekete
faydalı hizmetlerle devlet gözündeki nâmını târih sayfalarında kayda muvaffak
olması her zaman takdire şayandır. Ancak İzzet Paşa nasıl oluyorda bu eşkıya ve
haydut çetesi reisleriyle bir araya gelip nasıl .olup da, bir zaman ittihatçı
hükümetin bahriye nazırı olduğunu harp esnasında da, Rus hududu
kumandanlığında bulunmuş ve Anadolu vilayetlerinde ittihat ve terakki cemiyeti
tarafından yapılan zülüm ve cinayetlere müsamaha ile bakmıştır. Maalesef Ahmed
İzzet Paşa bu adamların her türlü emirlerine uymuş düşünce ve gayelerine hizmet
etmiştir. 3u canilerle bilittihad hareket etmek hele şu son savaşda bunların
arzusu üzere hizmet vermek adetâ ittihadçıların büyük cinayetlerine iştirak
demekti. Ahmed İzzet Paşa bu ittihatçılara boyun eğmekle ve dediklerini
yapmakla hareket tarzı hiç bir mânaya yoramadığırnız hâllerdendir. Paşa'nın
bunlarla hiçbir ilişki sürdürmeyip ülkeyi bunların haydutluklarından
kurtaracağın: ümîd ediyorduk. Halbuki ortaya koyduğu icraat ve bu da sırf
ittihatçıların korunmasına imkân sağlamak için kabine kurmuş olduğu zannı
uyandı. Tabii bu apayrı bir acaiblikdi. Nihayetinde Ahmed İzzet Paşa kabinesi
istifaen inhilal edince, makam-ı sadarete de Londra sefirimiz Ahmed Tevfik Pasa
(Okday) hz.leri tâyin buyrulmuştur ki,takvimler o gün ll/Kasım/1918'i
göstermekte olup, 13/Ocak/1919'a kadar, 2'ay,2'gün süren bir sadaret dönemi
gerçekleşmiştir. Yeni bir kabine ile Tevfik Paşa 13/Ocak'dan 4/Mart/1919'da
Damad Mehmed Ferid Paşa'ya bırakmak üzere 1 ay, 22 gün daha makam-ı sadaretde
kalmıştır.
Ahmed İzzet Paşa
hz.lerinin istifası vukubulduğunda, sada-zamlık fahametlü, devletlü, Ahmed
Tevfik Paşa hz.lerine tevcih buyurulmuş ve Paşa yeni kabineyi tesbit edip,
tâyinleri padişahın tasdikine arz olunmuştur. Hemen de vazifeye başlanmıştır.
İttihatçıların başı ne
zaman sikışsa hemen sadarete Tevfik Paşanın tâyinleri artık alışılır hâllerden
oldu. Bu bakımdan İttihatçılar da, Paşanın bu sadaretinden dolayı memnun olduklarını
saklamaz oldular. Zaten bunlarda yalnız sadrazam hz.ierinden değilde, kabinede
mateessüf çoğunluğu teşkil eden ittihatçı vekillerden yardım bekleyip müstefid
olmak isterlerdi.
Mamafih bu defa
ümidlerinin pek boşuna gideceğini yardım beklemeleri şöyle dursun görevdeki
ittihatçıların mevkii memuriyetlerini muhafazaya şansları olmadığını, çekilme
mecburiyetinde kalacaklarını umduk. Zira bundan böyle Zât-ı şevketmeab Cenâb-ı
padişah! ile teba-i sadıka-i şahaneleri olan millet-i masume, ülkede ittihat ve
terakki namı altında bir cemiyet görmek istemedikleri gibi o cemiyete mensup olanlarıda
devlet hizmetinde bulundurmak istemiyorlardı. Buna açık bir deli! olmak üzerede
derizki; cemiyetin ve reislerinin zülumlarına nihayet verilmesi için Osmanlı
topraklarında bulunan tebâ-i sadıka-i şahane ile bu zülumlarına tahammül
edemiyerek, terk-i diyar eden ve ülke içinde bulunan vatanperveran-ı millet,
hz. padişahiye müracaattan hâli kalmıyorlar. Buna bağlı olarak da Mısır'da
bulunan hakiki vatanperverler tarafından bir çok imza ile de 8/ara-hk/1918'de
aşağıdaki sureti yazılı arıza-i telgrafiye Fransiz-caya tercüme edilip takdim
kılınmıştır.
Telgrafnâme Suretidir
Cenâb-ı Hakk' ömür ve
şevket-i şahanelerini müzdad buyursun.
On senedenberi ittihad
ve terakki cemiyetinin dahiîi ve harici takib etdiği siyaset-i sakime,
memleketi bu günkü hâl-i felâkete vardırmış ve bu müddet zarfında hakiki
vatan-perveran tarafından ıslah-ı idare nâmına ibzal olunan mesâi maalesef
muvaffakiyet-i bahş olamamıştır.
Taht-i âlî baht-ı
Osmaniye cûlus-u hümâyûnları memleketimiz için fathaisaadet olduğunda şüphemiz
olmadığından ittihad cemiyetinin hatimei ömrü makamında, telâkki olunmuş ve
bianenaleyh mevaddı atiyenin hâkipayî şahanelerine arzına cü'ret edilmiştir.
Evvelâ: İntihabı
muvafik-ı meşrutiyet olmayan meclis-i mebusanın feshi ve memalik-i mütemeddine
de olduğu ve-cihle kanun dâiresinde serbest intihabat icrası.
Saniyen: Heyet-i
âyan'a evsâf-ı kanuniye'yi hâiz olmayarak cemiyet tarafından taayyin ettirilen
azaların ihracı.
Sâlisen: Yeni teşekkül
eden Tevfik Paşa kabinesinde, ittihada mensup rical bulundurulmaması.
Râbian: İttihat ve
terekki cemiyeti tarfaından on sene-denberi ceraim-i siyasiye ile mahkum
edilenlerin bilâ istisna ve bilâkayd ü şart afvi.
Hâmisen: Cemiyet- i
ittihadiyenin; ceraim-i siyasiyyeye tatbik edememesinden nâşî ağrazen ceraim-i
adiye ile mahkûm ettiği eşhasın iâde-i mahkemeleri.
Sâdisen: Milleti
bilâlüzum harb-i umûmîye sevk eden kabine ile on seneden beri gelen ve birçok
ceraim irtikab eden ve cemiyetin ef al-i cinaiyesine müsaade ve iştirak eyleyen
ittihad kabinelerinin ve her hususda icrayı nüfuz ile kabineleri ellerinde
bulunduran rüesayı ittihadiyenin hemen hepİ-siyle taht-i muhakemeye alınmaları.
Sâbia: Memâlik-i
şehanelefinde mevcud ittihat kulübleri-nin sed-ü bendleri ve şimdiye kadar
asayişi ihlâlden baş bir işe yaramayan bu cemiyetin mesleğinde ki anarşi fikri
ve ruhunun imhası neye mütevafık ise onun icrasiyla memleket ve millete rahat
yüz gösterilmesi.
Saadet-i millet ve
selâmet-i memleket nâmına mevadd-ı mâruzamn biran evvel, mevkii tatbike vaz'i
hususuna müsa-ade-i seniyyelerinin şayan buyrulması, bâ-bmda ve katı'bei
ahvalde emir ve ferman padişahımız efendimizindir.
"Yukarıdaki
telgrafın içinde bulunan beyanlardan anlaşılacağı gibi milletin hissiyatı
büsbütün değişmiş, memleketi anarşi, istibdad, haydutluk ve asayişin
bozukluğunun ta vana vurmasının müsebbib ve teşvikçisi olan ittihatçıları ve
onların reislerini bu zülumlann bir daha yaşanmaması için bir dakika bile
görmeğe tahammülleri olmadığını ve olmayacağını ortaya koymaktadır.
Farmasonluk,
siyonistlik gibi halkı aldatıcı ve uyutucu cemiyetlerden doğup hayat bulan
ittihad ve terakki cemiyeti on seneden beri gösterdiği şahsî ihtiraslar ve adî
cinayetler ile devlet ve milleti bu günkü hâle getirmiş olduğundan, bunu
anlamayan hiç bir millet evlâdı kalmamıştır. Bundan böyle milletimiz, bu
cemiyet ve benzeri cemiyetler gibi olanlarından nefret edecek ve kendi milleti
terbiyesinin gereği ve ica-batından olacak davranış ve yaşayışı nazara dikkate
alacak hiç bir anarşi ve zülüm işleyecek cemiyet ve de organizasyonlara fırsat
tanımıyarak, cihanda parlak mazisinden aldığı güzelliği, gelecekte de yaşamaya
ve yaşatmaya elbette devam edecektir.
Bütün bu
söylediklerimiz, kuruluşundan henüz beş - on gün geçmiş bulunan Tevfik Paşa
kabinesinin icraatının neticesi olarak ortaya serip, isbat etmektedir. Eğer
Tevfik Paşa, kabine mensupları içinde yer almış bir kaç tane ittihatçıyı
nâzirlıkdan uzaklaştırırsa, icraatı dahada güzel yürüyecektir. Çünkü; bir
mânada hükümette olmak ayakta kalmaya hizmet etmekde, bu çete cemiyetinin reisleri,
bu desteği ellerinin altında bulamadıkların da, siyasete veda edecekler böylece
de, ne izleri nede nişanlan kalacaktır.
Bundan böyle, bu
mazlum ve masum ahaliyi ayakları altına alıp, onu tabanca ve çeşitli silahlar
ile sindirecek, devleti onun bunun keyfine bilhassa Almanya İmparatoru
Wilhe!m'e bir cemile olsun diye onun arzuyu heveslerine hayat bahşetmek için
milleti savaşa şevke cesaret edecek güç bulamayacaklardır. Şimdiye kadar bu
Almanlardan millet adına aldıkları borçlan, yine Almanlardan aldıkları
silahlara ödemişler ve bu alış verişden kendilerine milyonlarca liralık
contalar çıkarıp, milleti aç, susuz ve çıplak bırakan ne bir zihniyet nede
cemiyet kurulması asla mümkün olmayacaktır.
Sadrıazam Ahmed Tevfik
Paşa hz.leri taşımış olduğu bütün mükemmel sıfatlan ile yukarıda
saydıklarımızı ortadan kaldıracak icraatı yapabilecek evsafda olduğu gibi bir
daha, böyle teşkilât ve cemiyetlerin Önünü kapayacak kanunları bulabilecekdir.
Buna bağlı olarak, Tevfik Paşa gerek sefir olarak gerekse bundan önceki
sadaretlerinde gösterdikleri çalışma disiplini ve adalete önem veren tarzı,
beklenenleri yerine getireceği intîbamızi hayli güçlendirmektedir. Velhasıl
Tevfik Paşa'dan pek çok muvaffakiyet gösterecek ümmidini taşıyoruz. Yapacağı
ilk İşin ise ittihatçıların .melanetinden ülkeyi kurtarması, asayiş-i
milletin}vekarına uygun hâle getirmesi hususudur." Diyen 2.Abdülhamid'in
şifre kâtibi Meh-med Selâhaddin Efendi, Bildiklerim adlı eserindeki bu satırlarla
o günün efkâr-1 umûmiyesinin beklentisini ne kadar güzel ve akıcı bir ifadeyle
ulaştırıyor, değilmi muhterem okuyucularım.
Sultan 5.Mehmed Reşad
hân hz.lerinin; dâr-ü bekaya intikali üzerine Osmanlı tahtına oturup, aynı
zamanda hilafet-i islâmiyyeyi temsile hak kazanan, 6. Mehmed Vahideddin han-ı adlî
hazretleri, sadrıazam Tevfik Paşa hz.lerinin başarmasını istediğimiz hususları
işaret ederek, kendisine yardımcı olacağını beyan edip yüksek selahiyetini
takviye edeceğini söyleyerek isabet dolu ifade de bulunmuştur. Diyen Mehmed
Selâhaddin Efendiye katılmamamız mümkünmü?
Çünkü Sultan
Vahideddin; millet ve memleketimizin duçar olmuş bulunduğu esef verici durumdan
kurtaracak tedbirleri bulmaya gayret sarfedip, başarabilecek kimse olarak görülmektedir.
Varlığı; milletimizin yükselmesini temin için, refah ve saadetini sağlamada
gayret göstereceği şüphesiz olduğu gibi bu yolda gayret için bir hediye-i ilâhi
olduğu gözlenmektedir. Çünkü padişahımız efendimiz hz.lerini gören gözler,
kendisinde harikulade zekâ pırıltılarını müşahede etmektedir. Ayrıca da, pek
cesur bir kimse olup, fevkalâde silah kullanma maharetinede sahiptir. Derin
düşüncelere dalan, bunları tahlil edip, pek güzel ifade edecek yüksek
kabiliyete sahiptir. Ve de; keşke milletin talihi olaydı da, taht-ı âlî
Osmaniye'ye, çok daha önce oturmuş olsaydı. Böylece memleket ve millet bu gün
içinde bulunduğu durumu çok büyük ihtimalle yaşamaya bilirdi,
Sözün kısası halife-i
müslümiyn ve padişah olan Sultan Vahideddin hân, şu sıkıntı ve kahredici
buhranlar döneminde, bir takım yenilikler ihdas ederek, çareler aramaya
koyulduğu görülmektedir. Ki; Cenâb-ı Mevlâ yâr ve yardımcısı olsun. Diyen
Mehmed Selâhaddin Efendi,o devrin yaşayan insanı olarak şu temennisini de şu
sözlerle satırlarına dökmüş:
Yukarıda; evsaf-ı
celilelerini serde çalıştığımız Sultan Vahi-deddin'in yapısı ve olaylara
bakışında rol oynayacak haleti ruhiyesi, cennetmekân biraderi Sultan Reşad gibi
İttihatçıların oyuncağı olmayacak görüntü ve kanaati pek net ortaya
koymaktadır. Bu yüzdende bu haydutlar çetesinin, artık do-lablarını memleket
sathında kolay kolay döndüremeyecekle-ri pek tabiidir. Bütün bu açıklığa karşı
zâten hükümet çarkını ellerinde bulundur ma şansını elde edemeyecek olan
ittihatçılar, dünya defterinden silinip gideceklerdir ve böylecede farmason ve
siyonizmin menfaatlerine hizmet etmek için kurulmuş olan bu cemiyetin; kendi
şahsî menfaatlerine el uza-tamayacakları gibi, hizmetine girdiklerinin
ihtiyacatı oları ülkeyi; zaif düşürme plânalarını da tatbike
koyamayacaklardır. Memleketi harebeye çevirmiş bu adamlara milletin hiçmi hiç
ihtiyacı yoktur. Millet-i necibenin artık bu gibi güzel sözlerle kandırılmasına
imkân yoktur, çünkü millet butür boş sözlere kulak vermemek kararını verip,
uygulamaktadır. Hürriyet vede, meşrutiyeti muhafaza, padişahın emanetindedir o
da, bu koruma görevini titizlikle yerine getirmeye kararlıdır. Bunun böyle
olacağına; Japonların Mikado'suna benzer şekilde meşrutiyeti seven bir kişi
olarak, hepimizi ümidlendirmekte-dir. Çünkü bizim razı geleceğimiz hususda öyle
farmason ve Siyonistlerin arkasına sığınıp da, meşrutiyet görüntüsü altında,
zulüm ve istibdad görmemektir." Demek suretiyle meş-rutiyet'in meşveret
olması ve istişarenin genişliğini hatırlatıp, milletin benimsediğini ifade
etmesi, Abdülhamid Hân'ın cidden sevenle ri arasında bu hükmü deklare eden pek
kimseye rastlamadığımızı belirtirken, bu ifadeyi mühimsemek durumunda
olduğumuzu hatırlatmak isterim.
4/Mart/1919'da Ahmed
Tevfik Paşa'nin yerine Osmanlı devletinin 215.sadrıazamı olarak, Mediha
Sultanhanimın 2. zevci, Sultan Vahideddin'in eniştesi olan Dâmad Mehmed Ferid
Bey getirildi ve Paşalık ünvanıda birlikte verildi. Bu zâtın sadaretinin
tamamı beş defa olmuştur. İlk üçü biribirinin peşisıra olmak üzere
2/Ekim/1919'a kadar temadi ettiği görülmüştür. Bu târihde M. Kemâl Paşa'nında tavsiyesine
uygun olarak Ali Rıza Paşa 216. sadrıazam olarak mührü hümayuna sahip olmuş
ve 5 ay, 7 gün sonra infisal etmiştir. Buda 8/Mart/1920 târihini bulmuştur. Bu
zatdan sonra da, Salih Hulusi (Kezrak) Paşa makam-ı sadarete gelmiş bu zât'da
aynen Ahmed İzzet Paşa gibi 28 gün vazifede kalabilmiştir. Sâüh Paşa infisal
ettiğinde târihler 5/Nisan/1920'yi gösteriyor Dâmad-ı Şehriyâri Mehmed Ferid
Paşa sadaretinin 2. merhalesine ayak basıyordu. Bu sefer ise birbiri peşi-sıra
iki kabine kurdu. Bu kabinelerinin ömrü tükendiğinde takvimler, 21/Ekim/1920
târihini göstermekteydi. Ferid Paşa'nın beş sadaretinin müddet-i ömrü, 1 sene,
] ay, 15 gün olmuştu.
Sultan Vahideddin'in
tahta geçişinden sonra geçen günler, ülkemizin târihte Timur'un Anadolu'yu
istilâsında ve Hazreti Yıldınm'in Ankara Çubuk Ovasında 1402'de uğradığı mağlubiyetten
sonra yaşadıklarını târihimizde yalnız bırakmamıştır. Sulh kapısını aralamak,
Mondros mütarekesini imzalamak, Düşman kuvvetlerinin işgalleri mütareke
ahkâmına riayet etmeden sürdürmek, meclis-i mebusanı basmak, ülkemizde
yayaşayan dini ayrı azınlıkların milletin asıl sahiplerine hakaret ve
hayatlarına kast etmeye yardım eylemek gibi tahammülü zor zaman dilimi olarak
geçmiştir. Şimdi aşağıya alacağımız Damad Paşa'nın serüvenini, önemli bir arka
plân kaynağı olan Sultan 2. Abdülhamid'in şifre kâtibi olan Mehmed Selahaddin
Bey'in Bildiklerim adlı kitabından Osmanlı-cadan sadeleştirerek naklediyoruz:
Osmanlı sadnazamları
arasında her önüne gelenin hâin dediği biri var ki, mukadderatın üzerine
yüklemiş olduğu pek ağır yük, her kulun taşıyacağı siklette değildir. Osmanlı
İslâm devletini izmihlal noktasına kendi elleriyle çekip getiren İttihat ve
Terakki.cemiyetinin, TaPât Paşada dahil, hiç birisine bir vasf-i mümeyyiz
olarak, "HAİN" damgası vurulmamıştır. Hâttâ Osmanlı donanmasını
tutup da kendisi başlarında olduğu halde Mısır'ın asî valisi Kavalalı Mehmed
Ali Paşaya teslim eden Amiral Hâin Ahmed Paşa bile milletimizce
hatırlanmamaktadır. Damad Mehmed Ferid Paşa ise akla geldiğinde derhal hâin
vasfı, isminden ayrılmaz bir parça olarak peşine eklenmektedir. Tabii ki işgale
uğramış bir devletin ve milletinin idarecileri cidden çok zor görev ifa
edebilirler. Müstevli düşmanın çeşit çeşit talepleri, me'suliyet sahibi
idareciler tarafından yerine getirilmesi veya red edilmesi kolay işlerden
olmayıp, örsle çekiç arasında yaşamak gibidir.
Hele bu işgal;
müslüman bir milletin düşmanı, gayri müslim olan milletlerin ittifak etmeleri
hâlin de gerçekleştiyse, savaşın getirdiği fevkalade şartlara bir de dini
hasımlığın getirdiği adavet göz önüne alınırsa, cidden karşımıza çıkan
va'kalar tahammül fersa, mukavemeti gayri kabil şartlar sergiler ki, bu işi
yaşadığımız şu yıllarda ya dedelerini dinlemiş olanlar, yahud işgallere dâir
hatırat ve resmî raporların doğru yazılmışlarını okumuş olanlar bilebilir.
Bir de 1974 senesinde
Ordumuzun yaptığı indirme ve çıkarma hareketi olan "Kıbrıs Barış
Harekâtı" öncesi Kıbrıs Adasında yaşayan soydaşlarımız ve Yunanistan ve
Bulgaristan devletleri azınlığı olarak o ülkenin şimdiki toprakları olan ve
dedeleri'nin zamanında Osmanlı Devleti olan topraklarında yaşayanlar
bilebilirler.
İstanbul'un işgalini
müteakip geçen zaman dilimi, tahta çıkmış zatta da, o zâtın sadare te tâyin
etmiş bulunduğu sad-rıazamlarda da her an zehir içen kişi haleti ruhiyesi
meydana getirmiştir. Son padişah ve sadnazamlar arasında yer alan, Mehmed Ferid
Paşa hakkında menfi propoganda hâla devam etmekte ve misâl olarak, Necip Fazıl
merhum' un kaleme aldığı "Vatan Dostu Sultan Vahideddin" adlı eser
yüzünden hayatının son günlerinde üstelik şeker hastalığından mü-tevellid
gözlerinin ışığıninda ufûl etmesi sonrasında hapise girecekdi ki, merhum Ayhan
Songar Hoca'nın gayret ve nüfuzlu dostları, Necip Fazıl merhumun ilerlemiş
yaşı ve maluliyeti vede Allah'ın böyle bir zulme rıza göstermemesi tecellisi,
merhuma son döneminde bir hapisane macerası daha yaşamaması neticesini
getirdi.
Damad Ferid Paşa için,
henüz durun bakalım bu söylediğiniz adam hâin değildir! Diyebilecek tek kişi
bile tasavvur edemiyordum. Bunun sebebide her şeyden evvel yazar ve hatırat
sahipleri arasında, işe insaf ve hoşgörü içinde bakabilecek, Sadnazam Paşa'nin
antipatik davranışları, kişiliğinde büyük tahavvülat gösteren mukallitliği,
Anadolu'ya gönderilmesine müzahir olduğu Mustafa Kemâl başda olmak üzere bütün
milli mücadele İnsanlarına, ceberut bir anlayış içinde muamele gösterdiğine
dâir, gerek vesikalar gerekse devrinin devlet adamlarının şehadetleri kendisi
hakkında hüsni şahadet edebilecek kimsede cesaret ve takat bırakmamıştır.
Bütün bunların
tahliline vede Osmanlı devletinin bu 215. sadrıazamına dâir biyografiye
geçmeden önce hem son Padişah Hz.Vahideddin'in hem de padişahı burda bırakıp
kendisinden önce yurddışına çıkan, Damad Ferid Paşa aleyhinde olmayan ve
üstelik lehine sayılsa seza olan bir hatırayı, sevgili dostum, değerli insan,
tasavvuf deryasından devşirdiği güzel eserlerle de gönül mimarlarını, Dersaadet
dergâhlarını kitaplaştiran ve tasavvuf deryasında kendisi de kulaçlar atan
sevgili Mustafa Özdamar kardeşimin: "GÖNÜL CERRAHI NÜREDDİN CERRAHÎ VE
CERRAHÎLER" adlı eserinin 232. Sahifesinden alıntılamayı, târihin üzerime
yüklediği bir görev saydığım satırlarla yazımı süslemenin bahtiyarlığı
içindeyim. Buyrun okuyun sevgili okurlarım vede bu erkek sesinse bir Osmanlı
aile mensubu olduğunu da görelim efendim: "..Osmanlı hanedanı ve
Özelliklede, Sultan Vahideddin ile ilgili resmî ve gayri resmî yalanların
kendilerimde çok derinden yaraladağmı ifade eden Ömer Fethi Sami Bey; Sultan
Vahi-deddin'in kesinlikle vatan hâini olmadığını, İstanbul'dan kaçmadığını
kesinlikle canını kurtarma çabasına girmediğini İstanbul'dan ayrılışının,
önceden belirlenen vatanı işgalden temizleme operasyonu senaryosunun bir
parçası olduğunu, bu son derece mahrem senaryonun, çok az kişi tarafından
bilindiğini, özelliklede M. Kemâl' in bildiğini ve zaten bu senaryonun ona
tatbik ettirildiğini ve Sultan Vahded-din'in son ana kadar, ömrünün sonuna
değin, görev verdiği bu kişilerin bu mahrem gerçeğe sadâkate dÖnebilmelerini
beklediğini söyledikten sonra şunları anlattı:
-Sultan Vahdeddin,
Ömrünün sonuna kadar yardım etdi Anadolu'da kendi iradesiyle başlatdığı
harekâta!.. Hâttâ öyleki ölümünden iki ay öncesine kadar bile bütün olup
bitenlere rağmen hâlâ ümitvardı. M.Kemâl'in gerçeği yansıtan bir açıklama
yapmasını bekliyordu. 1940 yılında babamla birlikde, Londra'da H.Park Otelinin
lobisinde çay içiyoruz. Türkiye'nin Londra b.elçisi Tevfik Rüşdü Araş girdi
içeriye. O girer girmez babam ayağa kalkarak, beye-fendi!.. Siz!.. M.Kemâl
Paşada, İsmet Paşada, hepiniz bilirsiniz ki Sultan Vahideddin vatan hâini
değildir! İstanbul'dan da kaçmamıştır! Vatanı kurtarmak için iki türlü oyun
oynamak mecburiyetinde kaldığını bildiğiniz halde, ne diye adama vatan hâini
diyorsunuz? Babam böyle parlayınca, Tevfik Rüşdü Araş: Hâşa efendim, sümme hâşa!
Dedi: Ne Sultan Vahdeddin, ne Ferid Paşa vatan hâini değillerdir! Biz onu
biliyoruz efendim! Ama bunu millete söylersek, biz gidelim siz gelin durumu
doğar!..." dedi Şeklinde konuşan Ömer Fethi Sami Bey anlatmaya şöyle devam
ediyor:
"..Bu günkü
Baltalimam Hastanesi, Damad Ferid Pa-şa'nın sarayıydı. Baltalimam Sarayının
Boyacıköy tarafında bir selamlık köşkü vardı. Benim büyük annem kırk-beşbin
altına yaptırmıştı orayı. Şimdi üniversite almış orayı. Onun yan tarafında
tahtadan bir köprü vardı. Oraya Lâz takaları gelir, bizim Baltalimam Sarayının
bahçesinde bahçıvan kulübeleri vardı. Silahlarımız işgal kuvvetleri
tarafından toplanmıştı o zamanlar. Maslak'daki İngiliz karargâhında duruyordu
bu silahlar. Gözü kara Mü-cahid Müslümanlar, o silahlan oradan ya para pul bir
şeyler vererek alırlar ya çalarlar getirirler, Ferid Paşa'nın Baltalimam
Sarayının bahçesindeki o bahçıvan kulübelerine saklarlar, sonra da geceleri Lâz
takalanyla karşıya taşıyarak Anadolu'ya gönderirlerdi. Ferid Paşa'nın
sadrıazamlı-ğı sırasında oluyordu bunlar. Adamın adını hâine çıkaranlara
gönderiliyordu bu silahlar.
Ferid Paşa vatan hâini
değildi. Sonuna kadar elinden geleni yaptı. Çift yönlü bir oyun oynamak
mecburiyetinde kalıyorlardı o günlerde, zira, işgalciler, sürekli olarak,
M.Kemâl'in Anadolu'daki gizli görevini bildiklerini, onun oralarda İstanbul
hükümetinden koparak, başına buyruk hareket ediyormuş gibi gözükmesinin
İstanbul tarafından organize edildiğini, onun yakalanıp istanbul'a
getirileme-yişininde yine istanbul hükümetinin bir taktiği olduğunu ifade
ederek baskı yapıyorlardı. O çift yönlü oyunda ço-ook zorlandılar Sultan
Vahdeddin de, Ferid Paşa da. M. Kemâl' i Anadoluya gönderdikten sonra, onu geri
çağırmaları, yakalanıp getirilmesi için emir ferman çıkarmaları gibi şeylerin
hepsi bu çift yönlü oyunun bir parçasıydı. "
Neticeye gelince yine
sevgili dostum Özdamar'ın şu satırlarında bulmak mümkün: "Sonra , her şey
yan yattı, çamura battı ama... Hakikat öyle bir cevahir ki, hangi çamura
düşerse düşsün, bir gün bir elde yıkanınca, tekrar parıl parıl parıldamağa
başlar!."
Peki iyi bu hakikati
Cerrahi dergâhında gelip anlatan Osmanlı beyefendisi kimdir, dense, cevabımız
Sultan 2. Abdülhamid'in torunlarından olan Ömer Fethi Sami Bey efendi idi demek
olur.
Damad Mehmed Ferid
Paşa; Şura-yı Devlet azasından Seyyid Hasan Efendinin oğlu olup, 1270/1853
yılında İstanbul'da dünyaya gelmiştir. Anca hemen belirtelim ki pe derlerinin
adının başında yer alan seyyid kelimesinin, bizim anladığımız mânada
Peygamberimiz Efendimizin (s.a.v) ahfadı olan seyyidlerle bir alakası
olmadığını merhum İbnül Emin Bey değerli eserinin 2029. sh.de bize şu malumatı
lütfetmiş; "Taymis gazetesinde vefatından bahs edilirken mensubu olduğu
ailenin esas itibarıyla İsluven ve Karadağ köylerinden Poşasi Karyesinden
olduğu ve bu ailenin m. 17. asırda bir dereceye kadar hâizi ehemmiyet olduğu ve
o sırada islâmi-yeti kabul eylediği beyan edilmektedir. Karadağ köylülerinden
bir hristiyan ailenin müslim olması mümkün ise de:
"Karadağ köylüsü
nesranidir/Müslim olsa yine olmaz seyyid" beyitiyle aslı hristiyan olan
ailenin evlâd ve ahfadının seyyid olmasına bittabi imkân yoktur." Demek
suretiyle bir hakikatin ortaya çıkmasına vesile oluyor merhum yazar Hasan İzzet
Efendi; Kapdan-ı deryalardan Mahmud Paşa'nın kethüdası şimdiki tâbir ile
sekreteri Hacı Ahmed Efendinin oğludur ve umulur ki seyyidlik lakabı bu hacılık
münasebetiyle olmalıdır. Hasan İzzet Efendi'nin Şuray-ı Devlet reisi ve eski
sadrıazamlardan olan Arifî Paşa tarafından siciline yazılan mütalaasında
müsbet beyanlar yazdırmıştır. Bu Hasan İzzet Efendi, SâdF nin Gülistan'ını
Türkçeye tercüme etmiştir.
Ferid Bey; gençlik
yılarında hariciye mesleğine intisab etmiştir. Paris, Berlin,Petersburg ve Londra sefaretlerinde.kâtib-i sâni
unvanıyla bulundu. Daha sonrada, Londra elçilik başkâtibliğinden, Bombay
başşehbenderliğine gönderilmek istenmişsede kabul etmediğinden yollamak kabil
olmadı.
Sultan Abdülrnecid'in
kızlarından Mediha Sultan'ın eşinin vefatı üzerine Sultan Abdülhamid gönderdiği
haber ile, kendisine bir zevç beğenmesini, evlenmesi lâzım geldiğini
hatır-latdı. Bu hatırlatmaya Mediha Sultan acısının elan devam et-diğini, bir
müddet geçmesi ricasında bulunduğunda, padişah bu cevaba saygılı davrandı. Bir
müddet daha geçtiğinde ihtarını tekrarlatan padişah bu seferinde kendilerinin
beğendiği biri varsa işaret etmesini bu arzularının yerine getirileceği-ninde
teminatını vermiş oluyordu nede olsa anneler ayrıysa da babalan aynı zât olan
iki kardeşdi Mediha Sultan ve 2. Abdülhamid hân. Fakat bir başka husus vardı ki
o da, daha sonraları Osmanlı tahtına oturacak olan Şehzade Mehmed Vahideddin
ile Mediha Sultan, anneleri ve babaları bir kardeştiler.
Rivayet olunur ki,
Necip Paşa'nın arkadaşlarından olan Mehmed Ferid Bey'i, Necip Paşanın
cenazesinde gördüğünde beğenen Mediha Sultan, bu beyle evlenmeğe müsaid bakacağını
bildiren haberi, padişaha ulaştırmış. Padişah da o sırada makam-ı sadaretde
bulunan Kıbrıslı Mehmed Kâmil Paşa'ya verdiği emirde işi ayarlamasını emretmiş.
Kâmil Paşa uzun araştırmalardan sonra iki namzet bulduğunu, bunların birinin
Süreyya Paşanın oğlu Şekib Bey, diğeriyse Hasan İzzet Efendinin mahdumu Londra
elçiliği başkâtibliğinden mazul Mehmed Ferid Bey olduğunu, İstanbul'a
getirtildiğinde hem yakışıklılığına şahid olunduğu hem de terbiyesini pek güzel
bulduğunu bildirmişti. Şekib Bey'i ise, biraz terbiye bakımından nakıs bulduğu
ifadesini de, yazısına koymaktan çekinmemişti. Halbuki; ABD'de elçiliği
sırasında Şekib Bey'e başda reisicumhur Rouzvel.t olduğu halde bütün siyasi mahfiller
hayran kalmışlardı. Eğer Kâmil Paşa bu işi böyle yaptıysa bunun sebebi Mediha
Sultan'ın tercihinin Mehmed Ferid Bey'de olduğunu bilmesinden doğabilir. Kâmil
Paşa padişaha yazmış bulunduğu tezkirede rütbei saniye mâlik Ferid Bey'in bir
rütbe yükseltilmesini ve Şura-yı Devlet azahğina tâyininide tavsiye
etmekteydi.Târih olarak 1 7/r.ahir/1303-24/ocak/1886 gösterilmişti. Gelsin bir
beyit bakalım Damad'ın yakışıklılığına ithafen;
"Hiisnî tab'ı
kâmile hayran olur ehl-i hayâl Çeşrnî âlem görmemişdir böyle bir sahîb
cemal"
Ferid Bey'in otuz
yaşından büyük kırk yaşından küçük olması hususuda Mediha Sultanın yaşınında
göz önüne alındığını gösterir.1861 doğumlu Sultan Vahdeddin'den büyük olan
Mediha Sultanhanım ile arada üç -beş yaş farkı normal addetmek gerekir.
Sultan Hamid;
sadrazamının tavsiyelerini yerine getirdi ve izdivaç gerçekleşti. Mehmed Ferid
Bey, 24/r.evvel/I306-29/kasım/1888 de vezaret ile taltif olundu. Bu terfi
Balta-Iimanında Mediha Sultan'ın yalısında, hayatını ferah fahur yaşamakta olan
Mehmed Ferid Paşa da bir acaib te'sir husule getirdi. Birdenbire kendilerinde
müthiş bir siyasi iktidar hissinin uyandığı görüldü ve Abdülhamid gibi bir
padişaha, karısını gönderen Damad Paşa, Londra B.elçiliği görevini istemesi
için ricada bulundurdu.
Tahmin edeceğimiz gibi
padişahın cevabı, Mediha Sultan'ı şaşkın, Damad Paşa'yı ise bedbin etdiî
Padişahın cevabı şöyleydi: "Hemşire! Orası mektep değildir! Pek mühim bir
se-faretdir. ümûr-u siyasiyyeye vukufu olanlar tâyin olunur." demek
suretiyle müracaatı ve hemşiresinin şefaatini retederken, enişte bey ise bu
cevabı ret münasebetiyle hayli gücendi bir daha padişaha bayramlaşmaya gitmedi.
Damad Ferid Paşa'nın bu boykotu, taa meşrutiyetin yeniden ilânı oian 1908'e
kadar sürdü. Bir çok yılını münzevi olarak yalısında geçirdi. Meşrutiyetin
ilânı, onu ayan azalığına getiren bir fayda sağladı desek doğruyu söylemiş
oluruz.
Damad Mehmed Ferid
Paşa; ülkede hüküm ferma olanın İttihad ve Terakki Cemiyeti olduğunu görmesi,
bu cemiyetin reislerine yaranabilmek gayesiyle ve bunların muavenetiyle büyük
bir makam yakalama arzusu bu çetenin metdhine çalışmaya başlamasını getirdi.
Bu hususda Lütfİ Simavî
Bey; meşrutiyet bayramının ilk sene-i devriyesinde, 10/temmuz/1325-1909'da
İttihatçı Cemiyetinin adına tertiplenmiş yemekli toplantıda Ferid Paşadan
şöyle bahsediyor: "Damad Ferid Paşa bu ziyafetde geçmiş dönem siyasetine
ve meşrutiyeti yeni den kurmak hususunda İttihat ve Terakki fırkasının yaptığı
fevkalâde hizmetine dâir, uzun bir nutuk kıraat etdiği gibi meşrutiyetin
ilânından sonra, yâni 2. Abdülhamid taht-ı saltanatda iken Pera Palas otelinde
bah-se konu cemiyet ileri gelenlerinin şerefine verdiği bir ziyafetde daha
evvel hazırlamış olduğu nutku okuyarak, ittihat ve terakkiyi göklere
çıkarmıştı."
Lâkin yaptığı bu
medihleri benimsemeyen, bunlara iltifat etmeyen İttihatçılar daha sonra paşanın
kötülemelerine ve düşmanlıklarına mâruz kaldılar fakat bu arada da paşanın
kumaşı ortaya çıkmış oluyordu. Damad Ferid Paşa; Balkan harbinden sonra Bulgar,
Yunan, Sırp ve Karadağ'ın murah-haslarınında katılacağı ve Londra'da toplanması
karar altına alınmış konferansa, 3. murahhas olarak seçilmekle beraber hemen
ertesi günü Bah riye Nazır vekili Salih Paşa bu murahhaslık ile
görevlendirildi. Kâmil Paşa'ya, Ali Fuad (Türk-geldi) mabeyn başkâtibi olarak
meydana gelen değişikliği sorduğunda,Kâmil Paşa'dan şu cevabı almış:
"Ferid Paşa kanun-i esasî hükmüne göre hiç bir sebeb ve bahane ile
memâliki şahaneden yer terki caiz olamayacağından ben gidersem arazi terkine
hiç bir şekilde evet diyemem! Demiş olmasından bu şartında kabil-i icra
olamayacağına binaen, onun vazifelendirilmesinden sarf-i nazar olundu."
Tabiiki diplomasi
mesleğinden böyle bir anlayışın yeri olmadığı açıktır. Diplomat geçinen böyle
vezir derecesinde bir zâtın değil ilk mektep talebesinin bile ileri
süremeyeceği bir saçmalık olduğundan, bu zâtın sadece siyasi anlayış noksanlığından
değil, aklının olup olmadığı söz konusu olur. Bu ahvâle benzer hâlini Ahmed
İzzet Paşa dönemin de de okuduğumuzu hatırlarsak muhterem okurlarım Mehmed
Ferid Paşanın davranış bozukluğu içinde olduğunu daha iyi anla-nzlLütfi Simâvî
Bey: ".Sultan Reşad'm Sarayında Gördüklerim" adlı eserinde şu
ifadeyi koymaktan kendini men edememiş!
"Devletin
mülkiyyet-i tammesi üzerine mütarekeyi imzalatmaya muvaffak olamazsam, hemen
bir harp gemisine binip doğruca Londra'ya gidip İngiltere Kralı ile mülakat
yapıp ve ben senin babanın kadim dostu idim. Arzularımın kabulünü senden
beklerim demek suretiyle teklifimizi kabul ettiririm." düşüncesini ileri
sürmesi şaşırtıcıdır. Çünkü; İngiltere de Kral, bir nevi tasdik memurudur.
İktidar tam me'suliyetle hükümetdedir. Mevcud kralın babasının, dostu olduğunu
söylemek suretiyle mütareke imzalatacağını akıldan geçirmek o beynin, akıl ile
arasında bir küşayiş (açıklık) olduğunu akla getirir.
Ahmed İzzet Paşa'da
kendisine, Damad Ferid Paşa'ya deli demesinin doğru olmadığını söyleyenlere verdiği
cevap da; seneler evvel, Kâmil Paşa'nın bu zâta deli dediğini hatırladım da,
ondan söyledim! Demiş olduğu anlatılır. Eski sadrıazam-İardan, Mareşal Ahmed
İzzet Paşa anlatmış olduğu şu anek-dotlada, Damad Paşa'nın bir çizgiden diğer
çizgiye gelişinin izahını yapacak anlatımı,ortaya koyar.
Mareşal diyor ki:
"Mehmed Ferid Paşa ayan meclisinde arkadaşımız idi. Efendimiz kabine
teşkilini bana tevcih ettiğinde heyet-i vükelâyı tamamlayabilmek için çeşitli
temaslar yapmaktaydım. Bu arada Ferid Paşa' ya da efendim, bir ne-zaretide siz
alsanız diye nezaket içinde beyanda bulundum. Cevabı; "Aman efendim! Ben
iş'de bulunmadım, bir koca nezareti nasıl idare ederim" demek suretiyle
temaruz etdi. Bunun üzerine Şuray-ı Devlet riyasetini alınız orası nezaretler
gibi değildir dediğini söyleyen İzzet Paşaya, Damad Paşa şu cevabı verir:
"Şuray-ı Dev leti hiç idare edemem çünkü orada riyaset edecek zat,
devletin kavanin ve nizamatma vâksf olmalıdır, ben vâkıf değilim, reca ederim
ısrar buyurmayınız" cevabı üzerine İzzet Paşa, ben ısrar etmiyorum, arzu
edersiniz diye teklif etdim demek suretiyle anekdotu tamamlar.
Ahmed Tevfikpaşazâde
İsmail Hakkı Okday Bey'in "Sultan Vahideddin Mütareke Gayyasında"
adlı eserde 48. Sa~ rıifede, meknuz kalmış bir bombalama vakasını bizlere naklediyor:
"İzzet Paşa kabinesinin 4. günü 18/ekim/1918'de Cuma günü saat 11.30'da
yedi uçaklı bir Ingliz filosu tarafından İstanbul'un hayat ve hürriyetini
tehdid eden hava akını yapılmış, aynı gün öğleden sonra bu akın bir daha
gerçekleştirilmiştir. Bu saldırılarda elli kişi yaralanmış ve nice evler ve
dükkânlar harab olurken dördü bayan olmak üzere beş kişi şehid olmuştur. Çünkü
bu tayyareler uçuş yapmakla kalmamış şehrin meskûn semtlerinden olan Mahmud
Paşa civarına bombardıman yapmışlardır.
Bu bombardımanları ise
İstanbul'da yaşamakta olan İngiliz ve Amerikan kolonisi Dede Robert Kolej
müdürü İngiliz donanma kumandanını şu ifade ile takbih etmişlerdir: 'İstanbul
üzerine yapılan ve hiçbir askerî oe insani sebebe dayanmayan hava akınlarına
hemen son veriniz'. Bütün ömrü yirmibeş günü geçmiyen İzzet Paşa kabinesi, bu
kısacık iktidar devrinde, şakağa dayanmış bir tabanca namlusu altında gibi
kabul ettirilen Mondros mütarekesinin olanca mesuliyetini omuzlarına yüklenmiş
ve ittihatçı paşaların kaçışı fiili de talihsiz sadrıazamın günah defterine
yazılmıştı." Demekte. Böylece bizim biyografların bahsetmediği vakayı bir
başka hatırat ile öğrenmek ue nakle muvaffak olduk. Ahmed İzzet Paşanın bu
oak'ada yapacağı ne olabilirdiki?
Öte yandan Mareşal Franşe
Despere'in bir cihangir azame-tiyle İstanbul'a girişde beyaz atıyla bir Fâtih
edası takınmasını kılıçtan keskin kalemiyle gurur ciğerinin enkanlı damarına
batırdığı kendine gel müsekkini ile milletimizin ulvi hislerine tercüman olan
Süleyman Nazif Bey siyah çerçeve içine alınarak neşrolunmuş "Kara
Gün" adlı dehşetengiz makale-siyle en şarklı insan olarak bu küstah
garplıyı terbiyeye davet edişindeki cesaret ve inanç kuvveti devrin
sadrıazamıntn önleyeceği bir müsademe olamazdı.
O bakımdan son sözümüzün
satırları arasında okurumuza daha ne hadiseler olduğuna, istanbul'un mütareke
hayatının tam olarak kaleme alınmadığını ve asil insanlar uğradıkları zulümün
acısını ve haysiyet kırıcılığını sineye çekerek rûzi mahşerde hesaplaşmak üzere
ketum olmayı ve tası tarağı toplayıp ahirete göçü tercih ettiler. Despere'ye
yazılan makaleyi çeşitli menfi ifadeler ekleyerek tercüme eden içimizde
yüzyıllardır barınmış tatlısu frenklerı o azamet budalasını öyle hâle
getirdiler ki, herif 'yok edin bunu!' diye bağırmaktan kendini alamadı.
Nişantaşı'ndaki fakiranesinde aranarak yakalanmasına çalışılan eski üâli, büyük
edip, müdhiş şâir Süleyman Nazif Bey, kuyruğu titrek olarak saklanma yerine
kibre karşı kibir sadakadır hadis-i nebevisine uygun hâl ile giyinip kuşanıp,
Fransız askerinin önüne gidip de buyrun aradığınız adam benim! Deme şecaati
devrin sadnazamınm biyografisiyle alakalı olmamakla beraber, böyle bir yiğit
ile hemâsır olmak başka bir güzelliktir ve bizde bu güzellik bitinsin istedik.
İsmail Hakkı Okday merhum;
Ahmed Tevfik Paşanın oğlu olup, Sultan Vahideddin'in kızı Ulviye Sultan
hanımefendi ile izdivaç yapmış damadı idi. Daha sonra milli mücadeleye katılmak
üzere Anadolu'ya geçen İsmail Hakkı Bey bu teşebbüsünü hanımına haber vermeden
gerçekleştirmiş olmanın cezasını Ulviye Sultanı ebediyyen kaybetmekte ödedi.
Çünkü Sultan Hanım Anadolu'ya geçeceğini bana söyleyecek kadar itimat etmeyen
bir kişi ile hayatımı sürdüremem düşüncesini kafasında tezekkür ettirmiş ve
nikâhlanırken almış oldukları boşama hakkını kullanmış ve Ulviye Suttan
Hanımefendi, İsmail Hakkı Beyi boşamıştır. Daha sonraları İsmail Hakkı Bey;
Bülend Ecevit'in validesi Nazlı hanım'ın teyzesi Ferhunde hanım ile izdivaç
yapmıştır. Ferhunde hanım daha sonraları görüştüğü Ulviye Sultan'ı pek
sevmiştir. Pek kısa olarak özetlemeye çalıştığımız İsmail Hakkı (Okday) Bey'in
pederinin de son sadrıazam Ahmed Tevfik Paşa olduğunu bir daha hatırlattıktan
sonra gazetecilik tarafı da olan bu Osmanlı yarbayının yine Damad Ferid
Paşa'nın yaverliği görevinde bulunduğunu da ifade ettikten sonra bize yukarıda
bahsi geçen eserden şu ifadeyi özetlemeye çalışayım:
"Babıâli; milli
mücadeleyi sürdüren Ankara ve dolaysıyla başlarında bulunan M.Kemal Paşa ile
Saray'ın yâni Sultan Vahideddin arasında aşılamaz bir sansür koymuş ve padişaha
gelen her çeşit habere el koyduğundan Padişah ue Pa~ şa arasında bir yakınlaşma
vede haberleşme kabil olmuyordu .
Sultan Abdülhamid'in
1903'de Şam'a sürüp de bütün rütbelerini ue nişanlarını aldıran divanı harb
kararına pek önem uermiyerek müşirliğini sürdürmesini engellememek yolunu
seçtiği Deli Müşir Çerkeş Fuad Paşa bu Saray ile Ankara arasında kurulmuş
barikatı parçalayacak Suttan Vahideddin ile M. Kemâl Paşanın haberleşmesini
sağlayacak vazifeyi talep eden Ankara'ya hayır dememişti. Hemen de saraya
gelerek Sultan Vahided din ile görüşme talebinde bulunmuş ue hemen huzura
kabul edilmişti. Yüz yaşını aşmakta olan Fuad Paşa o müdhiş heybeti göğsünün
tamamını kaplayan aslan yelesi gibi yaydı bembeyaz sakalı ile bir mehabet
heykeli gibi fakat son derece hürmetkar tavır ue sesle: 'Efendimiz, velinimetim
üç şehid babasıyım. Diğer iki oğlumun son harpte aldıkları yaralar daha
kapanmadı. İcab ederse onlarda ben de feda olayım. Anadoluda mücadeleye
girişmiş kumandanları tanımam ancak s;;,e sunmak istedikleri emaneti
ulaştırmayı bir ibadet ue sadakat olarak telakki ettim' dedikten sonra
koynundan çıkardığı Heyet-i Temsiliye adına M. Kemal imzalı mektubu takdim
etmişti. Bu mektup da Damad Ferid'in infisal ettirilmesi taleb ediliyordu. Padişah
bu ue diğer isteklere sıcak baktı. Damad Ferid Paşa 3. sadaretinden böyle
çekilmek mecburiyetinde kaldı. Deli Fuad Paşa bu mektubu vererek kurulmuş
sansür dıuarını yık-vermişti. Sultan Vahideddin'in Deli Fuad Paşaya söylediği
sözle sayfamızı süsleyip sona erdirelim: "Benim menfaatim,milletimin
menafiine merbuttur. Mîlletsiz padişah olmaz. Milletimin saadeti ve refahını
isterim. Kanuni esasi ve meşrutiyete riayet edeceğime yemin etdim. Etmemiş olsaydım
bile, meşrutiyete muhalefet etmemek için verdiğim söz kafidir. Meclis-i Milli
intihabını (seçimini) çok arzu ediyorum. Milli ordunun hulûsu tammı olduğuna
kaniim."
Sevgili okurlar
bakanlık olsun,Şuray-i Devlet riyasetini üzerine almaktan imtina eden
mütevazi(!) şahsiyetden sadareti daha sonra hemde beş defa üstlenmesi çizgi
kırıklığımı? Yoksa mütareke teminini sağlayan Ahmed İzzet Paşanın sadareti
sonrasında daha zor dönem aslında daha kolay bir dö-nemmiydi ki Mehmed Ferİd
Paşa bu sadarete hemde, beş defa iştahla koştu? Yoksa; cidden işgale uğramış
bir devletin yönetiminde hem milli kalkışmayı destekleyecek hemde işgalci
devletleri suhuletle idare edebilecek bir Kardinal Rişöl-vö kabiliyeti
vehmetdiğinden daha da zor olan sadnazamliğı tereddütsüz kabul etdi? Aslında
bütün bu sorular, cevabini artık rûz-î mahşer de bulacaktır.
İstanbul'da Harbiye
semtinde bilindiği, gibi Cemal Reşid Rey'in adı verilmiş tiyatro binası
bulunmaktadır. Bu sanatçı zâtın pederi, dahiliye eski nazırlarından Ahmed Reşid
(Rey)Beyefendi şu beyanla: ",.6. Mehmed kendisine şayan-ı emniyet ancak
iki kişi bulabilmiş, bunların birincisi eniştesi Ferid Paşa (ikincisi dünürü
A.Tevfik Paşa) bu zat.." demek suretiyle dönemi,sıhriyyeti yâni yakın
akrabalarının yardımıyla aşmayı plânladığını fakat isabet edemediğini ifadan
kaçınmayarak bildirmiş olmaktadır.
Hattı Hümayun Sureti
Veziri meali semirim
Ferid Paşa; Tevfik Paşanın vukuu istifasına ve sizin derkâr olan ehliyyet ve
dirayetinize binaen mesnedi sadaret uhdei kifayetinize ve meşihatı islamiyye
dahi darül-hikmetil islamiyye âzasından Mustafa Sabri Efendi uhdesine tevcih
kılınmıştır. Kanuni Esasinin 27. maddesi mucibince teşkil edeceğiniz heyet-i
cedidei vükelâ nm tasdikimize arzını irade eylerim.Ahvalin ehemmiyeti fevkalâdesi
devletimizin temin-i selâmeti için o nisbetde gayret ve faaliyetin ibramı icâb
ettirmekte olduğundan rüfekanızla bilittihad bu uğurda bezli meşhud etmeniz
matlubi-i kat-i şahanemdir. Minellahu'ttevfik.
l/c.ahir/1337-4/mart/1919
Mehmed Vahideddin Arz olunan kabine:
"Hariciye
Nazırlığı: Sadnazam Mehmed Ferid Paşa uhdesinde
Harbiye " " : Tâyini kararlaşmış zatın gelmesine kadar
vekâleten Auni Paşa
Bahriye " "
: Müşir Şâkir Paşa Şuray-ı Devlet R.
: Seyyid Abdülkadir Efendi Dahiliye Nazırlığı : Konya Valisi Cemal Bey
Adliye " " : Aydın eski mebusa Sıdkı Bey
Maliye " ": Divan-t Muhasebat reisi Tevfik
Bey Nafıa " ": Auni Paşa Tic.-Zir " li:EdhemBey Maarif "
": Ali Kemâl Bey Evkaf " " : Vasfı Efendi PTT " " : Mehmed Ali Bey padişah
tarafından tasdik olunup Mehmed Ferid Paşanın ilk kabinesi işbaşı yapmış oldu .
Yukarıda da bahse konu
ettiğimiz Ahmed Reşid(Rey) Bey, Mehmed Ferid Paşa'nın sadarete gelmesi
hususunda şunları söylediğini, İbnül Emin Bey değerli eserine dercetmiş bizde
geri kalmayalım ve bir mâna ifade eden beyanı sahifemize koyalım:
"Nazarı şahanede
eniştesinin, mevkii iktidara gelmesi bir tarafdan İngilterenin yardımını temin
(Ahmed Reşid Bey bu hususda, Ferid Paşa sadarete geçtiğinde İngilizlerin
kendisine her yönden müzahir olunacağı vaad olunmuş imiş demekte.) ve öte
tarafdan da padişahı hâla ürküten ittihat ve terakki cemiyetinin melhuz olan
mazarratını izale ve nihayet veliahdın teşebbüslerini de akim bırakacak bir
emr-i hayrdı. Ne çâre ki Damad Paşa, bir donkişot, hem de hüsniniyyet-den,
gayr-i endişane hissiyatdan da külliyen mahrum bir donkişot."
Bu sadaretin
kabinesinde Hürriyet ve İtilaf Partisinin hayli içinde azasının bulunduğu
kabine olduğunu söylemek zaid olarsa da, bu kabinenin ve dayandığı bu siyasi
parti mutlaka İttihatçılara bir musibet yağdırmaya çalışacağı pek beklenen bir
şeydi. Bu cemiyetden ve ittihatçı kabinede yer almış, savaşa girişde
me'sutiyetdar kişilerin bir haylisi tevkif olundu. İttihatçıların düşmanlığında
zirveye tırmanan gazeteler ve yazarlar öyle yazılar döktürdüler ki hükümet bu
huşusda tevkiflere devam etdi. Aslında Tevfik Paşanın sadareti esnasın-dada
bir kaç kişi içeri alınmıştı. Bunların adliye nazırlığı binasında teşkil
olunan divan-ı harbi örfî'de duruşmaları başladı.
l/şaban/1337-
2/mayıs/1919 da Ferid Paşanın Nişanta-şı'ndaki konağında daha doğrusu Hariciye
nezareti köşkünde; Amiral Veb tarafından ulaştırılan nota da, Paris konferansı
kararına atfen İzmir'in işgal edileceği bildirildi. Öte yandan da Amiral
Gaİdrop Aydın valiliğine tebliğ ettiği nota da Paris konferansının kararlarına
bağlı olarak mütarekenin yâni Mondros'da yapılanın 7. maddesine dayanarak İzmir
istihkâmlarının işgali bildirilmişti. Öğleden sonra gelen bilgi ise işgali
Yunan askeri tarafından yapılma sının itilaf devletlerince kararlaştırıldığını
ifade ediyordu.
Bu notalara ve
tebliğlere karşı sadnazam Damad Mehmed Ferid Paşa, Osmanlı devletinin İzmir
üzerindeki hukukunu bildiren cevabi bir muhtırayı itilaf devletleri mü
messillerine verdikten sonra kabinenin istifasını padişaha sundu. Padişah
kabinenin İsti fasını kabul etmekle beraber sadareti yeniden Damad Ferid
Paşa'ya tevcih etdi. Şimdi istifasını tetkik ettiğimizde Ferid Paşa beş yıllık
kötü bir İdarenin neticesi olarak tavsif ettiği ve tamamen haklı olduğu
iddiasında işgal ile ilgili notayı aldıktan sonra yapacağı bu işin hukuki
tarafını ileri sürerek yapılan haksızlığı protesto etmekten ibarettir. Paşa o
işi de ya parak sadaret mührünü de sahibine iade etmiştir. Yoksa dağıtılmış
ordularını toplayıp da İzmir'in yardımına koşacak hâli her halde yoktu.
Cumhuriyetin ilânından
beri; yetiştirilmeye çalışan nesillere hâin padişah, vatanı sattı, hâin
sadrıazam Damad Ferid, resmî beyanlarıyla yetişen bilmem kaç kuşak insan, o dönem
de kendilerine verilmiş notalara sadrıazamın layik olduğu cevabı verip
vermediğini nasıl bilsin?! Bunları; o dönemin insanı yazamayacağı gibi imâli
şekilde nakle dahi cesaret edemezdi. O dönemin siyaset âlemi, günümüzün takip
vasıtalarının sadece gazetelerine sahiptiki bunun tirajı ve tesiri sadece
münevverler arasında görülür ki onlar da öyle bir sükûnet denizine dalmışlardı
ki ağızlarını açsalar nefesleri kesilirdi!
Ferid Paşa yeniden
yâni 2.defa makamı sadarete geldiğinde kabinesini şu zevatla tazeledi: Ferid
Paşanın ilk kabinesinin 4/3/1919 da baştayan ömrü, 16/5/1919'da 2 ay, 12 gün
sürdükten sonra tamamlanmıştı .
Hariciye Nezareti
Harbiyye Meclisi vükelaya Bahriyye Nezareti Şurayı Devlet reis. Dahiliye
Nezareti
Maliye
Nafia
Tic. ve Ziraat "
Maarif
Evkafı hümayun
Damad Ferid Paşanın
uhdesinde
Nafıa eski nâzın
Şevket Turgut Paşa
Harbiyye eski nâzın
Şâkir Paşa
İbkaen Avni Paşa
Vekâleten Edhem Bey
Maarif eski nazırı Ali
Kemal Bey
Evkaf "
" Vasfi Efendi
İbkaen Tevfik Bey
Vekâleten Turgut
Şevket Paşa
îbkaen Edhem Bey
eski nazır Said Bey
Darülhikmetül İslâmiye
eski reisi
Hamdi Efendi
18/şaban/1337- 19/mayıs/1919 sadnazam Damad Ferid
Görüldüğü gibi damad
Ferid Hükümetinin 2.ni teşkil eden heyet M.Kemâl Paşa'nın Samsun'a çıktığı gün,
padişahdan listeye mucibince icrası tasdiki gelmesiyle aynı günde vazife
başlamıştı kabine içinde. Zâten hep biliyoruz ki, 9. Ordu birlikleri umum
müfettişliği vazifesi M. Kemâl Paşaya 1.
Feri Paşa kabinesi tarafından tezekkür edilip verilmişti. Fakat yine biliyoruz
ki; Sultan Vahideddin hân bu işin emir sahibi olanıdır.
İzmir'in; Yunanlılar
tarafından işgali, İstanbul'un başşehir olarak büyük bir müşavere meclisi
toplaması gerektiğini idrak etmesi padişahın davetiyle
25/şaban/1337-26/mayıs/1919'da Yıldız Sarayında mevcud ve mâzul bütün eski
vükelâ, sefirler, ayan üyeleri, siyasi ve ilmi cemiyetlerin temsilcileri bu
davet de ispat-ı vücud eylediler. Padişah yanlarında veliahd hz.leri ile diğer
şehzadeler olduğu halde, salona geldi. Kısa süren bir açış konuşması yaptı ve
riyaseti sadrıazama bırakarak gitdi. Çeşitli kimseler başa gelen felâketi
çeşitli ifadelerle belirttiler.
Ferid Paşa kabinesinin
enzor vazifesi mağlup devletin taksiratını gâlib devletler nezdin de
savunabilmesi idi. Buna ne kadar muvaffak olunabilirdi? Bu sorunun cevabı
çokturda beğeneni ne kadar olur bilinmez! Meselâ; Paris'de toplanmış bulunan
sulh konferansına Osmanlı hükümetinin murahhasının; kabul edilmeyeceği şayi
olmuşsa da ve bu haylice can sıkmışsada 2/ramazan/1337-2/haziran/1919'da
İstanbul'daki Fransız mümessili ilk defa olarak Babıâli'ye gelerek Ferid Paşa
ile görüşüp Osmanlı devletinin murahhaslarını gönderebilmesi için Fransız
zırhlılarından birini tahsis edeceğini ifade etmişti.
Nitekim iki gün sonra
eski sadnazamlardan Ahmed Tevfik Paşa murahhas olarak tâyin olundu, Şura-yı
devlet reisi Rıza Tevfik (Bölükbaşı) ve maliye nâzın Tevfik Beyler murahhas
danışmanı sıfatıyla heyete dahil edildiler. Kendilerine; kâtiplerde tahsis
olundu ve hakikaten Fransızların tahsis ettiği Demokrasi adlı zırhlı ile
Tevfik Paşa hariç diğer leri Tulon limanına müteveccihen yola çıktılar. Ahmed
Tevfik Paşa ise Ingilizierin Sayres adlı bir zırhlısıyla maiyetinde, hariciye
nazırlığı idare müdürü Şevki ve kendi oğlu binbaşı Ali Nuri Beyler bulunduğu
halde yola çıktığında ramazan'ın 15. günü idi. Hah şunu da ilâve ederek
Fransızların zırhlısında Damad Ferid Paşa'nında gitdiğini belirtmiş olalım.
Ferid Paşa ile Tevfik
Paşanın aynı konferansda bulunması zamanın siyasilerine tuhaf gelmiş olacak, ki
bunlardan Lütfi Simavi Bey, sormadan edememiş durumu Tevfik Paşaya verilen
cevabı buraya alalım efendim: "Mevkii sallanan; Ferid Paşa'ya bir dirsek
lâzımdı. Zât-ı şahane çok ısrar edip içinde yaşadığımız fevkalâde hâl
münasebetiyle Fransa kabinesine de dışarıdan Jül Feri'nin memur edildiğini
ilâve etdi. Hünkâra Jül Feri'den bahs eden Ferid Paşa, bu recüli hükümetin
yâni devlet adamının bir çok sene evvel Öldüğünü tabii bilmiyor. Konferansa
gitmek meselesine gelince, Ferid Paşanın göze çarpacak derecede uymağa
çalıştığı Fransız poli tikasma karşı bir sıklet bulmak icâb eyledi. Siyatikden
rahatsız olduğum için sadrıazamla gidemedim. Doğrusunu sizden saklayacak
değilim,gitmekde istemedim. Konferans meselesi için Ferid Paşa, iki gün ara ile
evime geldi. Israrlarda, ibramlarda bulundu. Murahhas heyetinin teşkiline bir
itirazım varsa yeni başdan seçi-lebileceğini, gazetelerde adı geçenlerin de
gayri resmi olduğunu esas listenin yüksek tasdike iktiran etmediğini ifade
etdi. Durumu mabeyn başkâtipliğinden vaziyeti tahkik ettirdiğimde gazetelerin
yazdığı zevatın sadrıazam tarafından 24 saat önce iktirana sunulduğunu
öğrendim. Bunun üzerine Şevkİ'yi Ferid Paşaya gön-derip durumu sordurdum. Her ne
kadar irade çıkmış ise de, daha görmediğini cevaben bildirdi. Halbuki arz eden
kendisiydi! Murahhas heyetinin halihazır şekli ilk çıkan iradenin şiddetli
itirazlar üzerine keenlemyekün hükmünde tutulması yâni yok sayılması
şeklindedir. İşte bu adam; açıktan açığa yaptığını yalanlar, padişahı
kandırmış, güya Fransa'da ve İngiltere de bir çok diplomat ve devlet adamı
tanırmış! Hepsi yalan. Göreceksiniz Ferid Paşa Paris'de apışacak ve İstanbul'a
avdete mecbur olacaktır. Sadaret de de kalacağını da sanmıyorum. İşin bu
tarafını zât-ı şahaneye arz ile ihtiyaten bir kabineyi şimdiden hazırlamasını
tavsiye etdim. Bunun neden istidlal ettiğimi sual buyuran padişaha, meclis-i
vükelâdaki müşehadatımdan cevabı verdim" Tecrübeli sadrıazam Tevfik
Paşa'nın dediklerinin doğruluğunu hadiselerde ispatlamış oluyor. Şöyle ki
Ferid Paşa; Tevfik Paşanın dediği gibi konferansda bir varlık gösteremediği
gibi, Klemanso'dan da aldığı ters bir cevab iyice can sıktı. İstanbul'a avdet
etdi. Evine kapandı kendine yapılan hücumlara maruz kaldığında istifa yolunu
seçti. Fakat bütün başarısizlık sebebi, kabinesi imiş gibi yeni kabine
hazırlamaya çalışmasıydı,
-
Tuhaftır padişah Damad
Paşaya sadareti 3. defa tevcih ettiğinde yeni kabine kurma çalışması da
tamamlanmak üzereydi. Bu vaziyeti belki padişah enişte paşa ile birlikte
tanzim ediyordu. Çünkü devlet gemisinin dümeni meşruti idare içinde tek elde
toplanamazdı. Bu bakımdan iktidarı bir ve iki numaraların anlaşmış olarak
götürmeye çalışmaları bir takım kolaylık getirdiği gibi bazı tahminleri de
yanıltabilir. Burada da böyle olduğunu ne iddia nede ret mümkündür.
Bakınız; Mustafa Kemâl
Paşa'yı bulduran Sultan Vahided-dindir. İki defa en az sarayda dizdize
görüşmüşlerdir. Bu görüşmeden çıkan ifadeler bir bilgisayar sahifesini tutmaz
amma bundan koskoca bir milli mücadele çıkabilmiştir. Sul-tan'ın temasından
sonra mı evvelmi? Mühim değil Damad Ferid Paşa, M.Kemâi Paşa'yla görüşüp yemek
yediği de bilinen husustandır.
Eski padişahlar
tepeleyecekleri ayan veya paşaları İstanbul'a davet ederlerken yeni makamlar
hâttâ sadarete dahi davet ettiklerini bir hat ile bildirirlerdi. Geldiğinde de
kimini itlaf ettirir kimini de aksi istikametteki serhat boylarında
va-zifelendirirlerdİ. Damad Ferid Hükümeti ise Sarı Paşayı önce idama mahkum
etdiğini bildirip payitahta dönmesini istemek suretiyle, biz çağırıyoruz amma
sakın sen gelme işaretini vermiş olmuyor mu? Bir düşünelim efendim. Evet enişte
paşa'nın bu kabinesi de, 1 ay, 11 gün süren ömrüyle 30/6/1919 da hitama
ermişti.
Neyse biz enişte
paşanın 3.kabinesinin isim listesini yazalım:
Hariciye Nazırlığına :
Taraf-1 acizanemden demlide olunmuştur Şuray-ı Devlet riyaset vekâletine: Şeyhülislâm Mustafa Sabri
Meclis-i Vükelâ memuriyeti: eski sadrıazam Ahmcd Tevfik Paşa
" " " : " " İzzet Paşa
" " " : İbkaen Ali Rıza Paşa
Divarı-i harbi örfî
reisi
Nâzım Paşa Ayandan
Salih Paşa vekâleten
Ali Rıza Paşa Abuk
Ahmed Paşa Defteri Hakanı Emmi Adil Bey Şuray-ı Devlet azasından
Mustafa Efendi
İbkaen Tevfik Bey
Said " Hamdi Efendi Bir zatın tayinine
kadar
Abuk Ahmed Paşa
vekaleten
Harbiye Nazırlığına
Bahriyye
Nafıa |
|
Dahiliye |
a |
Adliye |
|
Maliye |
i. |
Maarif |
t- |
Evkaf |
|
Tic. ve Ziraat |
Bu zâtın ilk
kabinesinin kurulmasından, 2. ve 3. istifasının toplam müddeti 6 ay, 29 gün
sürmüştür. Ahmed Tevfik Pa-şa'nin Meclis-i vükelâ memuriyetine getirilmeyi
kabul etmesi Sultan Vahideddin'in ısrarlarından kaynaklanmıştır. Bilahire
istifası vaki olmuşsa da bu seferde aynı zamanda dünürü olan padişah eski
sadnazamın bu istifasını ret eylemekten kaçınmamıştır. Çünkü bu kabinenin
içinde Damad Ferid ile anlaşabilen iki kişi vardı. Birisi Şeyhülislâm Tokatlı
Mustafa Sabri Efendi ki, Mevlânzade'ye göre gözü sadaretde olup, hem sadnazam
hem de şeyhülislâmlığı deruhde etmek böylece İslâm dünyasının da bir Kardinal
Rişöive çıkaracağını işba ti hayallemektedir! Diğer iyi geçinebilen kişi de
Dahiliye nazırı Adil Bey'dir. Hele bir ara Dahiliye Nâzın Adil Bey ile Harbiye
Nâzın Nâzım Paşa arasında hak ve selahiyet meselesinden dolayı çıkan çirkin
kavga, kabinenin yürümeyeceği kanaatini herkese ihsas ettirmişti.
Bu vaziyet karşısında
sadnazam çıkmış bulunan çekişmelerden bıktığını, ya pek fevkalâde selahiyet
verilmesini yahut da istifasının kabulünü ileri süren bir tâleb sundu. Bu arada
İttihatçılara karşı böylece galebe çalacağını belirtmekten geri kalmadı. Ancak
aradan geçen 15 gün kadar süren zaman diliminde Saray'dan haber çıkmayınca
istifasını sundu. Bu sadaretde başlangıç târihi olan 2/temmuz/ 1 9 1 9 dan,
2/10/1919'a kadar sadece 3 ay devam edebilmişti.
Damad Ferid Paşa; bu
ittihatçıları mağlubiyete uğratmayı plânlarken, hiç aklından geçirdi mi acaba,
bunlar bir kaç vilâyetin idare heyetlerini teşkil eden ve de payitaht'da
bakan-!ık yapmış bir kaç kişi ile merkezi umumî teşkilatından müteşekkil
zevatdan ibarettir diye! Sanmıyorum!
Çünkü ülkenin düşman
eline düştüğü, ecnebi kuvvetlerin Osmanlı münevverlerinin bir bölümünü teşkil
eden meclis-i mebusan üylerini, eski sadnazam ve vükelayı ve de bir çok
kumandanı, Valileri ve yüksek memurları ölü tavuk taşır gibi Malta'ya sürgüne
götürüp adetâ bir rehin alımına giden çeteler gibi hareket eden düvel-i
muazzamanın bu işlemlerine ahali müthiş bir şekilde diş bilerken, sadrıazam
paşanın hasta aklına uymayan padişah, Ferid Paşa'nm 3. sadaretinin sonunda
istifasını kabul etmek suretiyle pek akkılıca davranırken 2/10/1919 ile
8/3/1920 târihleri arasında geçen 5 ay, 7 günlük Ali Rıza Paşa'nın
sadrıazamlığı ile 216. sadrıazamı iş başına getirmek suretiyle Damad Paşa'nın,
ülke içinde nereye varacağı belli olmayan olayların çıkmasına sebeb olabilecek
icraatlarına dur deme basiretini gösterebilmişti. Yoksa günümüz de, yâni 2001
de dahi, ittihatçıları en büyük vatanperver bilen insan sayısı bir haylidir!
Ya o zaman kimbilir ne kadar çoğunluktaydı. Yine Mevlânzade'ye göre Sultan
Va-hideddin ve Damad Ferid Paşa'nın elinden fevkalade selahiyet kâğıdı almış
bulunan M. Kemâl Paşa,başlatmış olduğu hâlaskaran harekâtında ittihatçıların
hiç bir şekilde katkıları yoktur şeklindeki te'minatı, ittihatçıların halk
tarafından isteyip İstenmediği mânasından ziyâde, Paşa'nın ittihatçılara olan
düşmanlığına ters davranma zamanı olmadığını idrak etmesinden kaynaklanmış
olabilir!
Hükümetin iki
bakanının çirkin bir şekilde biribirine girişleri kabinenin hızla sükutuna
doğru giderken, Ermenilerin; büyük ermenistan hülyalarının tahakkukunu,
Yunan'ın İzmir'i işgal etmesini hücum borusu sanması ve bu hususda faaliyete
geçeceğinin hissedilip, daha doğrusu istihbar edilmesi daha 1. dünya savaşının
ilk yıllarında düşünüldüğünü Zaman Gazetesinin kurucusu olan; İzmit mebusu eski
maarif nazırlanndan, Şükrü Bey ki bu zat müretteb İzmir suikasdi davası
hasebiyle idam olunmuştur. İnfaz esnasında ipi kopmuş ve yeni bir ip getirip
infaz gerçekleştirilmişti ve bu zat meâlen şöyle anlatmak tadır: "Biz;
ittihat merkezi umumiyyesi olarak bir toplantıda daha savaşa yeni girdiğimiz
bir dönemde harbin kaybedilmesi hâlinde vatanın parçalanacağını düşünmüş,
Yunan megalo ideasının ve ermeni hülyalarının gerçekleştirilme zamanı geldi
düşüncesi hâkim olur da vatanımıza müstevli olurlarsa, geride kalanların bu
hâle müsaade etmemek ve o fecii hâle düşmeyi, önleme tedbirlerini almayı
üstümüze vazife bilmiştik. Bunun üzerine iki şekilde tertibat aldık. Bunun
birincisi gizli depolara cephane, silah ve diğer harp levazımları toplayıp
yerleştirdik. İttihatçıların üçüncü takımı sayılan subaylara bunlarla İlgili,
harita ve bilgileri verdik. Nitekim hangi depoda ne olduğu iyice bilindiği
için milli mücadele esnasında bu depolara yapılan baskınların başarı ile
sonuçlanması bu çok evvelden yapılmış hazırlıkların ve teşkilatlanma
neticesindendir" Demektedir, ikinci tedbirleri ise yapılması muhtemel olan
milli mücadeleye, elbirliği yapacak asker-sivil işbirliği temini için tanışma
imkânlarına sağlayacak kilit adamları te min idi bunu da yaptık demeleridir.
Hakikaten; milli
mücadelenin başlarında Anadolu Müdafai Hukuk ve Rumeli Müdafai Hukuk
cemiyetleri, kuvay-ı milli-yenin ve TBMM'nin teşkilini sağlayabilen ana
unsurdur. Sad-rıazam Ahmed Tevfik Paşa bu teşkilatın kurulmasına yardımcı olupda
teşvik etmekden imtina etmezken maddi yardım olarak pek cüzi sayılan bir para
yardımında bulunmuş bilahire Damad Ferid Paşa sadnazam olduğun da, derhal bahse
konu cemiyete fevkalade yeterli maddi yardımda bulunmakla,Tevfik Paşa'yı
tanzir etmiş onu sollayıp geçmiştir.
Her ne kadar İzmir'in
işgali Damad Paşanın sadaretine denk geldiyse de, M.Kemâl Paşanın
gönderilebilmesi debu zâtın sadaret döneminde vukubulmuştur. Damad Ferid Paşanın
müttefiklerin sıkıştırmasına binaen aldıkları tedbirler tabi-iki milletin ve
bilhassa Sivas Kongresini toplama durumunda olan M. Kemal Paşa ve arkadaşlarını
hayli tedirgin ediyordu. Misal olarak; Erzurum'da Kâzım Karabekir Paşa
İstanbul'dan gelen sadaret emri üzere M. Kemâl Paşa'yı tutuklatarak derdest
İstanbul'a gönderseydi, kim ne yapabilir idi? Karabe-kir'in emrinizdeyim! Paşam
demesi tipik bir itaati gösterirken, M.Kemâl Paşanın, padişaha sadrıazammı
şikâyet etmesini hâvi telgraflar göndermesi, bu telgrafların padişahın katına
ulaşmaması Dahiliye nâzın Adil Bey'in marifeti olup, daha sonra da bir Çerkeş
asili olan Bekir Sami Bey'in, harekât-ı milliye mensubu ve eski valilerden
olarak, yine Çerkeş olan Müşir Deli Fuad Paşa ki 1877 Osmanlı-Rus Savaşının
unutulmaz kumandanlarından meşhur Elena Savaşı kahramanıdır, bu zâta
gönderilen mektup bu ayan azası vasıtasıyla Sultan Vahideddin'e ulaştırılmıştı.
Bu mektubun arkasından padişah enişte paşanın istifasını kabul etmişdi.
Zâten aşağıya
alacağımız ve İbnül Emin Bey'in değerli eserinde yer alan Lütfi Simavî Bey'e
aid ifade bizim yukarıdaki ifademizi te'yid etmektedir. "Kuvay-ı
milliyeden gördüğü tazyik üzerine padişah, Ferid Paşayı fedaya mecbur oldu.
AH Rıza Paşa sadnazam ilân edildi. Garibeden olarak Ferid Paşa, yeni kabinede
hariciyye nâzın olarak kalmaya çalışmış ve zevcesi Mediha Sultan da bu hususda
padişah nezdînde ısrar ve istirham da bulunmuştur. Görünen sebebi ülkeye
hizmetse de hakikatde ha riciye nazırlarına mahsus olan Nişantaşı'ndaki konağın
paşanın ve hanımının hoşuna gitmiş olduğundan ayrılmak istememesinden
kaynaklanmış. Ancak istek kabul edilmeyerek, Ferid Paşanın istifası hakikiyete
kavuşmuş bunun üzerine millet bu uzaklaştırma münasebetiyle rahat bir nefes
almış, M. Kemâl Paşa ise bir tebrik telgrafı çekmiştir padişaha.."
Sevgili okurlarımız;
Enişte Paşanın tamamı beş defa olan sadaretinin ilk üçüncüsü birinci dönemini
teşkil eder. İkinci dönemi ise iki defa sadarete getirilmekle heyet-i mecmuu
5'e baliğ olur Damad Mehmed Ferid Paşa sadaretlerinin. İşte bu ilk dönemi diyeceğimiz
sadaretinin 3.de vukubulan sadaretinin bitmesinden sonra Sultan Vahideddin,
siyasi nabzı iyi tutmuş gerek Anadolu gerekse İstanbul'un Osmanlı siyaset
recülünün tavsiyelerini göz önüne alarak eniştesine mührü vermeyip, Ali Rıza
Paşayı makamı sadarete getirmişti. Bildiğiniz gibi elinizdeki bu çalışma
sadaretden ziyade bu makamı hasbel kader ve hasbel zaman doldurmuş bulunan
zevatın biyografik anlatımını kapsamaktadır. Bu bakımdan; Ferid Paşanın
biyografisini tamamladıktan sonra çahş-mamızin Ali Rıza Paşa bölümünde bu zat
ve dönemini nakle çalışacağız.
Efendim; Damad Ferid
Paşa'nm, Salih Paşanın istifa sathı mailine girdiği esnada adı yeniden siyaset
mahfillerinde çalkalanmaya başlamıştı. Bu hususda İbnül Emin Bey'in değerli
eserinin 2051 sh.de yer alan ve Bursalı Şeyh Zâik merhumun inşad ettiği
beyitde görüleceği gibi merhaba dendi yeniden Damad Ferid Paşa'ya..
"Merhaba ey semti
irfanın bâidi ebteri
Hırsı cah erbabının
şahsı feridi bed teri" Ancak bu beyitteki mâna hiç de makbul olmayıb,
İbnül Emin Bey ; şöyle der: "..hitabına müstahak olan böyle bir âdemden,
devlet ve millete hizmet bekleyenler de -her kim olursa olsun- irfan ve izanda
onunla hemhal olduklarını ispat ederler." Demek suretiyle padişahı da
suçlamaktan kendini alamaz, amma iieri satırlarda göreceğiniz gibi işin değişik
yönlerini ifade eden vakaları da asla ketmetmeyen bir yaklaşımı sergiler
merhum.. Şimdi biz; enişte paşayı 4. sadaretine getiren hattı hümayunla
sahifemizi süsleyelim:
"Veziri meali
semirim Ferid Paşa
Selefiniz Salih Paşanın
vukuu istifası cihetiyle mesnedi sadaret, derkâr olan ehliyyet ve reviyyetinize
binaen uhdenize tevcih kılınmış ve meşihat-i islâmiyye dahi Dürrîzâde Abdullah
Bey uhdesine ihale edilmiştir.Kanun-u esasinin 27. Maddesi mucibince teşkil
eylediğiniz heyeti cedideİ vükelâ tasdikimize iktiran etmişdir.
Mütarekenin akdinden
beri yavaş yavaş noktai salaha te-karrüb eden vazi yeti siyasiyyemizi milliyet
nâmı altında ika edilen iğtişaşat vahim bir hâle getirmiş ve buna karşı şimdiye
kadar alınmasına çalışılan tedabiri muslihane fâidesiz kalmıştır. Ahiren
tebarüz eden vekaiye göre bu hâli isyanın devamı meazallahute âla, daha vahim
ahvale masdar olabileceğinden iğtişaşaatı vakıanın malûm olan mürettib ve müşevvikleri
haklarında ahkâmı kanuniyyenin icrası ve fakat muğfel olarak (aldanarak) bu
kıyama iltihak ve iştirak etmiş olanlar hakkında afv-ı umûmî ilânı ve bütün
memâliki şahanemizde asayiş ve intizamın iade ve teyidi tedabirinin kemâli
sürat ve katiyyetle ittihaz ve ikmali ve bilumum te-bai sadıkamızın bu suretle
de makamı hilafet ve saltanata muhakkak olan merbutiyyeti tegayyür-ü
nâpezirİnin teşyidi ve bu cümle ile beraber düveli muazzama-i mutelife ile
gayet samimi revabıtı itminankârane tesisine ve menaffi devlet ve milletin hak
ve adalet esasına istinaden müdafaasına ihtimam olunarak şeraiti sulhiyyenin
kesbi itidal etmesine ve sulhun bir an evvel akdine sarf-ı makdiret edilmesi
ve o zamana kadar her türlü tedabiri maliyye ve ikti-sadiyye ye tevessül
edilerek müzayaka-i âmmenin mehma imkân tehvini katiyyen matlubumuzdur. Cenab-ı
Hakk tev-fikat-ı İlâhiyyesine mazhar buyursun.
15/recepl
338-15/nisan/1920 Mehmed Vahideddin Damad Mehmed Ferid Paşa'nın 4. kabinesi:
Hariciye nezareti Tarafı bendegânemden deruhde
olunmuşdur.
Harbiye Nezareti Vekâleten Mehmed Said Paşa 5. kolordu
eski komutanı
Bahriye Nezareti Asaleten
Dahiliye "
"
" dahiliye eski nâzın
Reşid Bey
Şuray-ı Devlet Vekâleten "
Adliyye Nezareti Ali Rüşdi Efendi temyiz dilekçe
dairesi reisi
Maarif "
" hariciye
müsteşarı Fahreddin bey
Nafia " " Dr. CemiI(Topuzlu)Paşa
Tİc. ve Ziraat
" Hüseyin Remzi Paşa
Mâliye " " Bahriyye muhasebecisi Reşad Bey
önce vekâleten
sonra asaleten
Evkaf "
" Osman Rıfat
Paşa
Harbiye nazırlığını da
sadnazam paşanın üzerine alması hususu 30/receb/1338 - 20/nisan/1920?de padişah
iradesi çıktı .
Salih Paşanın istifası
şayiası çıktığı zaman, enişte paşanın sık sık saraya daveti Ferid Paşa'nın
sadarete avdeti şeklinde yorumlar hızlandığında meşhur Hüseyin Kâzım Bey,
mabeyn başkâtipliği odasına geldiğini ve Ali Fuad(Türkgeldi) Bey'e: "Eğer
Ferid Paşa, İngilizlerden kavi bir söz almışsa zat-ı şahane, kendisini
sadarete getirsin, biz de elbirliğiyle çalışırız. Fakat böyle bir söz almamış
ise, kendisinin sadareti memleketçe pek fena tesir hâsıl edeceğinden bunu
yapmasın" ifadesinde bulunduğunu padişaha arz eden başkâtib Ali Fuad Bey,
padişahdan söz almış bulunduğunu işaret eder mânada "evet" dediğini
nakleder.
"Aslı yokdur
evet'in almadı zira bir söz/ Aldatıp padişahı geldi makama damad Cehdlü udvan
ile cjitdi o gidiş husrâ-ne/Kendini, padişehi, devleti etdi berbad" beyiti;
Damad Paşa'nın bir yalanla, padişahı kandırıp her şeyi mahvettiğini bildirirken
aşağıdaki anekdot da da padişahın sinirlerinin nasıl bozulduğunu ortaya seren
bir olayı nakledelim: "Hüseyin Kâzım Bey; padişahın huzuruna çıkipda
Ferid Paşanın sadarete getirilmesi memleketin ve saltanatın felâkete
düşeceğinin habercisidir mealindeki beyanı Vahideddin hânı pek hiddetlendirir
ve: "Ben istersem rum patriğini de ermeni patriğini de hahambaşıyi da
sadarete getiririm" demesi üzerine Hüseyin Kâzım Bey'de:
"Getirirsiniz amma faydası ol-maz" ce-vabıyla münakaşaya girecek gibi
olmuşsa da, Sultan Vahideddin: "Ben öyle karar verdim" demek
suretiyle de yüzünü asarak istiskalde bulunmuştur.
Padişahın gösterdiği
bu mizaç sertliği müttefik kuvvetlerin inkişaf etmekte olan Kuvay-ı Milliye
harekâtının karşısında İstanbul hükümetini milleti bölecek tedbirler alması
hususunda adetâ icbar etmesi durumunun, buna dâir talepieri karşılama
hususunda istemeyerek de olsa harekete geçmiş olmak sinirlerini bozuyordu
insanın. Padişah da, sadrıazam da nihayet bir insan olduğu gibi ona asia vatan
hâini olmayıp, kaderin üzerlerine yüklediği vazifeyi yerine getiriyorlardı.
21/recep/1338 - 21/4/1920 de uzun zamandan beri dedikodusu yapılan bir fetva
çıkarılacağı konuşuluyordu ki işte mezkûr fetva çıktı hem de iki tane harekât-ı
milliye ve ona vücud verenler hedef alınmıştı. Bu hususda nâçiz kanaatimizi
izhar etmeden kabine üyesi olan Reşid Bey'le, Lütfi Simavî Bey'in yazdfkiarıyla
sayfamızı süsleyelim,gerekirse bizimde bu husustaki mütalaamızı serdetmeye
cesaret ederiz. Reşid Bey şöyle demekte meâlen: "Umumi harbde cihat
fetvası alındığında vede, bundan bir şey çıkmadığından ders alınmamış olmalı
ki vaktiyle kendisinin umumi müfettişliğe, eline verilen geniş seîahiyeti hâiz
fermanla, Anadolu'ya gönderdiği Mustafa Kemâl Paşayı fetva ile zaptetmeği
kurarak açıkça milli harekât aleyhinde sipariş etmiş olduğu fetvayı Şeyhülislâm
meclis de Ferid Paşa'ya tevdi etdî. Ötedenberi anlatılışa göre verildiği darbı
mesel hükmüne gelmiş olan fetvanın bilhassa harbi umumî esnasındaki tantanalı
iflasından sonra silah gibi kullanılması, kullananın akli muhakemesini
göstermekten başka bir şeye dayanamazsa da Anadolu tarafından kötü yorumlanarak
aramız da olmasını istediğimiz dostluğu menfi olarak şekillendirir endişesiyle
kullanmasına itiraz etdik. Damad Ferid bu mesele üzerinde İngilizlerin ısrarlı
olduklarını ve bu ısrar karşısında fetva ilânını hariciye nâzın sıfatıyla
kabul ve taahhüd ettiğini, binaenaleyh meclis tarafından reddi, düveli mütelifenin
kabineye gösterdiği emniyeti zedeleyeceğini ileri sürdü. Fetvanın ecnebi
ısrarı değil, garaz ve hamakat eseri olduğu malum olmakla beraber bunun
devletlerce duyulmaması, hâttâ duyulmamış olması mümkün değil idi. Binaenaleyh
vekiler heyetince reddedilmesi gizli bir maksadı imâ ederek müttefiklerin
kabine hakkındaki emniyetini halel dâr edebilirdi. Bu emniyetin askıya alınması
ise aradığımız vatan hizmetinin ifasına engel teşkil edeceğinden daha ileriye
gidemedik."
Şimdi de Lütfi Simavî
Bey'e bakalım, bu zâtın da Hürriyet Gazetesi kurucusu Sedat Simavî'nin amucası
olduğunu da, hafızanızın bir kenarında muhafazayı unutmayınız! Şöyle:
".Ferid Paşa Anadolu'daki harekât-ı vatanperveraneyi düveli mütelifeye
karşı bir silah gibi istimal edeceğine, kuvayı milliye ittihatçılar tarafından
silah landınlmiş eşkiya şeklinde göstermeğe gayret ve ted'ib olunmaları için,
fetvalar çıkartarak fırkalar hâttâ çeteler kurdu. Zeki zannettiğimiz
Va-hideddin de mateessüf eniştesinin elinde bir kötülük âleti oldu. Ferid Paşa;
kendisine başeğmeyenleri ittihatçılıkla İtham ve her tarafda ittihad ocağı
keşf etmek hastalığına uğradığından lâyuad (sayısız) hatalarda bulundu"
demektedir.
Görüyorsunuz Reşid Bey
kabinenin bir üyesi olmasına rağmen ve Sultan Reşad'a harcattırılan hilafet
otoritesinin sebebi bu halife padişahın, Enver'in istemiş olduğu mukaddes
cihad fetvasını ısdarı olmuştu.
Çünkü bahse konu fetva
öyle bir zaman diliminde ortaya saçılmıştıki 1870'de Arabi Paşa milliyetçilik
harekâtıyla ortaya çıkmış, arabçılık anlayışı Mısır hıdivliği ile Osmanlı münasebetlerine
bilhassa İngilizlerin daha çok karışması sonucunu doğurmuş ve 1.cihan harbi
öncesi ve içinde çeşitli entelleji-yans çalışmalar, Arablann içine bağımsızlık
ulus devlet anlayışını düşürmüş, Hicaz taraflarında ise Şerif Hüseyin Hicaz
krallığı hülyasıyla yatıp kalkmaktayken, Osmanlı halifesinin, ben Almanlarla,
Avusturyalılarla ve Bulgarlarla ortağım, İngiliz, Fransız ve bir sürü devletle
savaş ediyorum, bu savaşa bütün müslümanlar katılmalısınız çağrısı üst satırda
bahs et-diğimiz hülyalarla tutuşan insanların kaale alacakları bir çağrımıdır?
Böyle bir cihad fetvasını veren şeyhülislâm da müesseseyi harcıyanlar
haricinde sayılmamalıdır!
Yalnız şunu
şeyhülislâm için söylemeden geçmeyelim. Efendim; Müfti yâni şeyhülislâmın
şeriata dâir soruya cevab vermesi vazifesidir. Bunu neye soruyorsun demek ve bu
hu-susda tenkide mecburiyeti yoktur. İslam hukuk kaidesine uygun olarak cevab
vermeye mükellef olduğu için sorulandan ziyade sorana mesuliyet düştüğünü de
anlatmış olalım.
Bu arada Ferid Paşa
"Kuvay-ı İnzibatiye" ismiyle bir askeri birlik teşekkül ettirdi.
Ahali arasında bu askerin kuvay-ı mil-liye'ye karşı kullanılacağı şayiası da
dolaşıyordu. Jandarmaya benzerliği münasebetiyle Kuvve-i İnzibatiye namı
altında ihdas etdiğimiz askeri, sadrıazamın kuruluş nedeninden çıkararak bir
takım aykırı maksadlara alet etmek istediği anlaşılmış ve artık bu askerin
dahilde ve hariçde kurulmasının bir faydası kalmamış olduğundan tamamen fesh
edilmesi iradesi alınarak fesih işi gerçekleştirildi.
Hakikaten bazı zevat,
geçmiş dönemin bu hususu pek açmanın tarafdarı olmadığını bilebildiklerinden
küçük ifşaatlarla geçirme yoluna gitmişlerdir. Meselâ; Kuvay-ı İnzibatiye
kumandanlığına tâyin olunan Süleyman Şefik Paşa'nm İzmit limanında bir geminin
içinde, komutanlığını sürdürmek suretiyle hiç bir sefer ve takibe çıkmadığı
anlatılmıştır. Beri yandan güzelce teçhiz olunan bu askerlerin çok büyük bir
kısmı milli mücadeleye katılmak üzere esvabıyla ve silahıyla geçtiğini bunu bir
çok hatırat da okumak mümkün ve bazı eski zabitler bu kuruluşun maksadıda
Ankara'ya asker ve silah yardımı yapabilmenin olduğunu zannettiklerini İfade
edenlerle konuşmuşuzdur. Bu arada muvazaadan haberdar olma-yamlarda kuvay-ı
milSiyeye düşmanca davranmış olabilir!
İbnül Emin Bey merhum
şöyle zarif bir olay naklediyor Kuvay-i İnzibatiye hakkında:
"Halk asker nâmı
taşıyan bu ademlere halife ordusu adını takmıştı. O hengâme de bir gün
tarikat-ı Hâlidiye meşayihi kirammdan, Küçük Hüseyin Efendi merhumun nezdinde
bulunurken orada bulunanlardan biri müteessifane bir tavırla: 'bu asker,
kuvay-ı milliye ile muharebe edecek mi? Sualini sorması üzerine Efendi, öyle
şeymi olur? Müslim müslim İle muharebe etmez" cevab-ı savabini
vermişdi." Demekte.
Yine bu kabinenin
isabetsiz işlerinden biri gibi görünende seçimlerde dürüst davranıl maması ve
gayri müslim unsurların iştirak etmemesi meclis üzerinde meşruluk tartışması
çıkarabilirdi. 21/recep/1338-21/nisan/1920'de Miralay Mustafa FSatik Paşa
İstanbul muhafızı sıfatıyla, yanında polis genel müdürü olduğu halde meclis-i
mebusana giderek mebusları dağıtmış ve kapıları kapatmıştır.
Efendim meclis-i
mebusan'ın zâtı şahane tarafından ve hükümet eliyle kapatılması olayına bir
bütün olarak bakmaya gayret edersek, bu nazariyemizden hayli değişik varyasyonlar
çikaraiiriz. 23/nisan/1920 de TBMM nin küşadın-dan evvel, M.Kemâl Paşa ile Rauf
Orbay'ın konuşmalarını hatırlarsak yolumuzu çizmemiz kolaylaşır! M. Kemâl Paşa;
Rauf Bey'e, (meâlen) şunu demektedir: "..Kardeşim Rauf bu söylediğin pek
tehlikeli iştir. Sana çok ihtiyacımız var! Buna razı olamam!" Rauf
Bey:-Paşam! Mebusan meclisinin seddedilmesini temin etmek şarttır. Yoksa
mebusları Ankara'ya getirtmek hayli güçleşir. Ankara'nın yegâne mercii meclis
olduğu böyle kabul ettirilir. Ben, bütün tahrikatı yapacağım gerektiğinde
hayatımı istihkar edeceğim. Meclis-i mebusan'ın kapanması, vatansever bu
insanların Ankara'ya koşmaları tabii olacaktır! M. Kemâl Paşa:
-Allah muî'inin olsun!
Evet! Ankara'yı burada
terk edelim ve Rauf Bey'in İstanbul'a gelip, söylediği gibi meclis-i mebusan
da, yukarıda aksettirdiğimiz gibi çeşitli ataklanyla müessir konuşmalarıyla
her çeşit vatan sever düşünceleri dile getirmek suretiyle âteşmizaç meclisi
harekete hazır hâle getirirken, gerek işgal kuvvetlerini, meclisi kapattırma
talebini ileri sürme çizgisine çekerken, hükümeti, ecnebi baskıya maruz kalmaya
da itmiş oluyordu. Fakat bu uğ-ur da, Rauf Bey kendini Malta Sürgünleri
arasında buluyordu. Çünkü işgal kuvvetleride Rauf Bey'i meclisi mebusandan
arkadaşı, Kara Vâsıf Bey iie birlikte tutuklamak suretiyle meclisten alıp
giderlerken, meclis-i mebusamn çatısı altında artık bir mebusu bile vikaye
hakkı kalmadığı görüldüğünden meclisi mebusan'ın kısm-ı âzami Ankara yolunun
tutulması fikriyatına demir atmaya başlıyordu. Bu sırada aşağıya alacağımız
iradei seniyye suretinde görüleceği gibi mebusan'ın şeddi Rauf Bey'in düşüncesinin
isabetini ortaya koyarken, İradei seniyyenin mütalaasından sonra Hüseyin Kâzım
Bey' in işi neden anlamadığını ifadeye gayret edeceğiz.
Esbab-ı zaruriyei
siyasiyyeden nâşi meclis-i mebusan'ın feshi iktiza etmesine ve kanun-i
esasimizin 7. maddesinin fıkrai mahsusası mucininceledeliktiza hey'et-i mebusan'ın
feshi, hukuk-ı şahanemiz cümlesinden bulunmasına binaen,meclis-i mezkûrun ber
mucibi kanun, 4 ay zarfında yeniden bilintihab içtima et-mek üzere bu günden
itibaren ber mucibi kanun feshini irade eyledim.
21/receb/1338 - 1
l/nisan/] 920
Şimdi sevgili
okurlarım görüldüğü gibi padişah bu iradei seniyye ile mebusandan mebusların
eski eşya kapılır gibi alınıp götürülmesini yayımladığı iradei seniyyede,
esbabı zaru-riyye-i siyasiyye olarak vasıflandırmak suretiyle milletin bildiğini,
devletin zaafını mestur tutmaya gayret etmekle beraber- mebusan'ın
kapatılmasını öngörmesi Rauf Bey'in mantıkî tahminlerine uygun olmaya varacak
neticeyi hazırlamıştır. Pek kuvvetle muh temeldir ki, son derece gizli tutulmuş
bulunan muhaberat yâni İstanbuî-Ankara haberleşmesi padişahı bu tedbire şevke
Ve mebusanı Ankara'ya azimete ikna edecek yol şek linde* telakki edilmiş
olabilir. Eğer, çok dolaştırdın muvazaa yapmışlar mı demek istiyorsun
derseniz, pozitif hukuk icabatından olarak ben böyle bir şey söylemedim, siz
söylüyorsunuz cevabını vermekle iktifa ederim.
Şimdi de Ali Fuad
(Türkgeldi bu zat cumhuriyet devri hariciyecilerimizden Mehmed Cevat
Açıkalın'ın pederidir.) Bey şunları ifade ederek bize yorum fırsatı vermiş
bulunuyor: ".Ferid Paşa kabinesinin teşekkülünü müteakip bir gün yine
Kâzım Bey odama gelerek meclis-i mebusan'ın feshi rivayetleri devam etmekte
olduğu, halbuki meclis kendi kendisini tatil eylemesiyle hâlen o yüzden hiçbir
fenalık gelmesi melhuz olmadığını şayet meclisin feshi cihetine gidilecek olursa
mebuslar, birer birer Anadolu'ya geçerek orada akdi içtima eyleyeceklerini ve
bunun neticesi vahim olacağını beyan ile bu bâb'da zâtı şahanenin ikaz
edilmesini söyledi. Ben de keyfiyyeti, olduğu gibi arzettimse de fâidesi olmadı
ve meclis~i mebusanda Ferid Paşa'nın himmeti ile bir iki gün sonra fesh edildi.
Bilahire Kâzım Bey, Tevfik Paşanın son sadaretinde kabineye alınması ve
mebusların da Anadolu'da yaptığı içtima ve TBMM'ni teşkil eylemeleri üzerine
Hüseyin Kâzım Bey, huzurda' vaktiyle bunu Ali Fuad Bey kulunuz vasıtasıyla arz
etmiştim. Efendimize söylemedimi?' demesiyle hünkâr: 'evet söyledi' Cevabı
vermiştir."
Hüseyin Kâzım Bey (tam
adı Hüseyin Kâzım Kadri Bey olup, Şeyh Muhsinî Fânî müstear adıdır 1870 ile
1934 arasında yaşamıştır. Kıymetli devlet adamlarındandir. Pederleri ünlü
Trabzon Valisi Kadri Beyefendidir.) Padişahın maksâd-ı hakikisinin mebuslarının
Ankara'ya izamını te'min olduğunu anlamaması bana kalırsa burada sonuçlanmalı.
Çünkü; Ali Fuad Bey'in
arzını kabullendiğine ve bu tedbire riayet etmemesi esas maksadı aşikâr eder
ancak umulur ki, Ahmed İzzet Paşa ve arkadaşları ile yaptıkları
Ankara-İstan-bul buiuşmasındaki Ankara murahhaslarının tavrı kendilerini pek
üzmüş olmalı ki bu, apaçık olan padişahın yardımını, aklına getirememiş!
Ferid Paşa'ya,
dahiliye eski nâzın Ali Kemâl Bey'e adliye müsteşarı Said Molla'ya gizli bîr
teşkilât tarafından suikast teşebbüsünde bulundukları buna bağlı olarak 1. Örfi
İdare mahkemesince yargılananlardan Dramalı Rıza Bey, sabık bahriyye
yüzbaşılardan Halil ibrahim Efendi ile Üsküdar Belediye dâiresi Doğancılar
mevkii memuru Mehmed Ali Bey ve maliye nezareti muhassasatı 1. mümeyyizi Tevfik
Sükûtî Bey bahse konu mahkeme karan ile idama mahkûm oldular ve irade-i seniyye
çıkmış bulunduğundan 24/Rama-zan/1338-12/haziran/1920'de Bayezid Meydanında
asılarak idam olunmuşlardır.
San-Remo konferansında
alınan kara gereğince Osmanlı murahhaslarının 10/mayıs/19- 20'târihinde,
Paris'de bulunmaları babıâlî'ye bildirilmiş olduğundan, müzakerelere İştirak
etmek üzere ayan1 reisi eski sadrıazamlardan Ahmed Tevfik Paşa, dahiliye nâzın
ve nâfia nâzın Reşid Bey'le Fahreddin Bey'e inzimamen, Opr. Dr. Cemil (Topuzlu)
Paşa tâyin edilmişlerdi. Bu hey'et 30/nisan/1920'de trenle yola çıktı. Ancak
lÛ/haziran/1920 târihinde padişah imzalı bir karaname ile giden heyete ilâveten
sadrıazam Damad Ferid Paşa Tulon limanına gidecek olan "Gül Cemâl"
vapuru ile oradan da Paris'e gitmesi ilân ediliyordu. Bu arada da Cemil Paşa
ile İstanbul'a dönüp sonra yine Paris'e giden dâhiliye nâzın Reşid Bey,
karşısında sadnazamı gördüğünde ve teşrif sebebini istizah
ettiğinde,aralarında cereyan eden konuşmayı şöyle nakleder:
-Sulhnâmeye konmasının
pek elzem ve gayetde mühim olan vede gizliliği bulunan bir maddenin verilecek
cevaba id-hali için geldim! Cevabına karşı Reşid Bey:
-Şifre telgraf ile
emretseydiniz. Dediğinde, Sadnazam Paşa:
-Aman efendim, öyle
mühim ve mahrem bir şey, telgrafla yazılırmı hiç?
-Bir kurye ile
gönderilseydi ya!
-Ona da emniyyet
edemedim. Kendim gelmeyi tercih etdim .
Reşid Bey; bu önemli
sırrın ne olduğunu tetkike çalışmış ve surre-i hümâyûn gönderme hakkının
muhafazasını temine matufmuş! Demek suretiyle bu isteği küçümser bir tavır sergilediği
gibi İbnül Emin Bey merhum da nasıl olmuşsa o da surre-i hümâyûn meselesinin
haiife'nin veçhesi münasebetiyle mühim olduğunu pek tahattur etmemiştir. Evet
böyle bir madde müzakeresinin ileri sürülmesi isabetli görülüp görülmeyeceği
münakaşası tabiidir, hâttâ sadnazam paşanın bu kadar masraf, ki Reşid Bey bunun
70 bin lira olduğunu söylerki bir lira o dönemde bir reşad altınıdır ki, varın
siz hesap ediniz. (2002'de câri paramızla 9 trilyon yaptığı görülür.) nasıl
bir masrafa olmuş bu teşebbüs! Ancak devletin hüküm-ranisinin ölçüsünü belli
edecek bir kıstas olarak görülmesi de düşünülmeliydi Suree-i hümayun
meselesinin ve de hilafetin fonksinyonu İslâm âlemine elbetteki Osmanlı'nın bu
hâline bigâne kaldığı takdirde, mükellefiyet ve müeyyideyi getireceği
gözetilmesi elzemdir.
İtilaf devletleri
tarafından tebliğ olunan muahede, yıkılışımızı hızlandıran ve bir hayli
tahkiri satırlarında taşıyan ifadelerdir. Bunun kabulü veya reddi hususunda
yukarıdaki başlığı hâvi olan; bir toplantı tertip etdi padişah. 22/temmuz/1920'de
Yıldız Sarayında yapılan bu içtimaya, Abdüiaziz hân'ın oğlu veliahd Abdülmecid
Efendide iştirak etdi. Târihi bir toplantı sayılan bu toplantıya katılanların
adlarını yazarak, bir hizmeti yerine getirmiş olalım!
Tabii Hz. Padişah
Sultan Vahideddin olmak üzere veliahd Abdülmecid Efendi, ayan reisi Ahmed
Tevfik Paşa, eski sad-rıazamlardan Ahmed İzzet, Ali Rıza ve Salih Hulusi
Paşa'lar, Mustafa Sabri Efendi, Müşir Deli Fuad, Ömer Rüşdü ve Osman
Paşa'larla, Abdurrahman Şeref Efendi, Rıfat Bey, Topçu Ferik'i Rıza Paşa,
Aristidi Efendi, 1.Ferik Süleyman, Hadi, İzzet Fuad Paşa'lar, Seyyid
Abdülkadir Efendi (Kara Vasıf Bey'in pederi), Tevfik, Rıza Tevfik, Adil,
Mavroyâni, Abdüî-hakhamid Bey'ler İle Mustafa, Vasfi, Hamdi, Mustafa Asım,
Zeynelabidin, Azaryan, Buhur, Aram ve Dilber Efendiler ile Müşir Zeki, Kâzım,
Nuri Paşa'lar, Fetva emini Ali Rıza, Kazasker Mehmed Nuri, Şer'iyye tetkik
reisi Tevfik Efendiler ile Erkânı Harbiyye Reisi Ferik Hamdi, Mustafa Nuri, 1
.Ferik Zeki, mütekaid Feriklerden Muhsin, Ali Refik, Galib, Fuad vede Topkapı
Sarayı muhafızları Rıza ve Şâkir Paşalar katılmışlardı. Toplantı sonunda durum
rey'e konuldu. Bütün hazi-run, Topçu Feriki Rıza Paşa hâriç antlaşmanın
imzasını, hepsi ayağa kalkmak suretiyle kabullenmiş oldular. Rıza Paşa;
padişahın bir de kendisine hitabına rağmen tavrını değiştirmedi. Bunlar
olurken; Yunanlıların Edirne ve civarını, Cafer Tayyar (Eğilmez) Bey'in
birliklerini, mağlup etmek suretiyle Edirne gibi Bursa'dan sonra devleti
âliyye'ye başşehir olmuş bu güzide şehirin düşman eline düşmesi apayrı bir
hüzüne sebeb oldu.
Bu sırada da, Damad
Paşa'nın kabinesi bir defa daha infi-sal etdi. Bunun sebebini kabineyi teşkil
eden rical arasında görüş birliği bulunmaması olduğu gibi, dahiliye nâzın Reşid
(Rey) Bey'in, aynı zamanda murahhas sıfatıyla Paris'de bulunduğu sırada
kabinenin almış bulunduğu murahhasın sela-hiyetlerini kısıtlama tedbirlerine
başvurmaları hasebiyle ihtilaf inkişaf etdi. Ferid Paşa da bu kabineyi
revizyona tâbi tutmak gayesiyle istifaya karar verdi ve derhal bu kararını kuvveden
fiile çıkardı. Yapılan istifa müracaatı padişahça makul
karşılandığından,sadaret 5. defa yine enişte paşa'ya tevcih olundu.
14/zilkade/1338-31/temmuz/1920 tarihli hatt-ı hümayun icabı olarak, Damad
Ferid Paşa, şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendinin ibka edilmeleriyle teşekkül
eden kabineyi tasdik eyledi. Kabinede yer alan vekiller şu zâtlardı:
Hariciye ve
Harbiye Nazırlığı
Bahriy
Şurayı devlet
reisliğine
Rauf Pasa
Dahiliye
Ad Uy ye
Nafi a
Tic. ve Ziraat
Maarif
Evkafı hümâyûn
Nazırlıai
sadnazam paşanın
uhdesinde
Hamdi Paşa
Rıza Tevfik bey gelene
kadar
Reşid Mümtaz Paşa
gelene kadar ziraat nazın Cemal Bey eski nazır Rüşdü Efendi Müsteşar vekalet
edecektir sadaret müsteşarı Cemal Bey Hadi Paşa Ferik Hilmi Paşa
On gün sonra
24/ziIkade/1338-10/ağustos/1920 tarihinde devletin idam karan hükmünde sayılsa
seza olan antlaşma, Paris'de Sevr adlı sanayii müeesesesi binasında Osmanlı
murahhasları Ferik Hadi Paşa, Rıza Tevfik ve Reşad Halis Bey'ler tarafından
imza edildi. Durumu haber veren Hadi Paşanın çektiği telgraf meâlen şöyle idi:
"italya ile hâsı! olan itilafdan dolayı evvelce imzadan imtina eden
Yunanistan, bu kerre imza koymaya muvafakat etmiş olduğundan sulh antlaşması
bu gün saat dörd'de imza edildi.
10/ağustos/1920"
Sultan Vahideddin ve
Damad Paşanın Anadolu'ya sevk et-dikleri kumandanlar ve başda M.Kemal Paşa
olduğu halde, mücadeleyi ilân etmiş ortalığı derleyip toplamaya başladıiar-dı.
Bu durumu işgal kuvvetleri her gün hükümet nezdinde protesto ediyor ve
beyanlarında durduracaksariız durdurun yoksa bir bütün Anadoluyu işgal edeceğiz
diye tehdide tâbi tutuyorlardı. Hükümet ise milli mücadele hazırlıklarının tamama
ermediğini bildiği için, düşmanı oyalamada idari yolları denemeye koymak
suretiyle meşgul ediyordu. Kâğıt üzerinde kalmasını arzu etdiği tehditleride,
Ankara'ya yöneltmek, suretiyle bir Makyevelizm sergiliyordu.
Hükümetin vekillik
görevi almışların çoğu, Ankara'nın nasihat yoluyla ikna edilmesi teklifini
ileri sürerken Ticaret [Nâzın Cemâl Bey ile Şeyhülislâm M. Sabri Efendi,
Ankara'nın şiddetle cezalandırılmalarını isterken, padişah ve sadnaza-mın
şahsen var olduğuna inandığımız Milli mücadeleye muavenet düşüncelerine ve
gayretlerine adetâ kuvvet kazandırıyordu. İbnül Emin Bey; o engin beyit
hazinesinden gerek
Mustafa Sabri EfendFye
gerekse Cemâl Bey'e pek uygun düşen bir dörtlüğü dip notuna iliştirivermiş.
"Hangi kuvvetle
edersin te'dib
Sabri'ya uyma hayale
bir an
Ey Cemal , sen de
düşün bir kerre
Lâfla te'dibe olur mu
imkân" arifane ifadeyle ne güzel bir uyan yapmış! Zâten kabine üyelerinin
kısmı âzami nasihat yolunu tercih ettiğinden bu ikili hayli dûn kaimış ve
istifayı seçmek durumunda kalmışlardır. Tabii ki talepleri kabul olunmuş ve
makam-ı meşihata başmünnecim Osman Kâmil Efendinin oğlu Mehmed Nuri Medeni
Efendi getirilirken bu zât da ülkenin içinde bulunduğu hazin durumu aksettiren
bir kıyafeti tercih etdi ki, bütün meşihat sahipleri ferve-i beyza yerine siyah
biniş giymek suretiyle babıâlî'ye geldi. Padişahın hatt-ı hümayununu getiren
başkâtip, Rıfat Bey sadn-azamla arz odasına girdiler. Ferid Paşa hatt-ı okumak
üzere amedçi'ye verdi o zat da,mektupçuya alışılmışın dışında verdi. Târih
ise; 12/muharrem/1339-26/Eylül/l 9 20'yi göstermekteydi. Aradan 23 gün
geçtiğinde yâni 4/safer/1339-19/ekim/1920 târihinde Damad Ferid Paşa 5.
sadaretinden istifa ettiği haberi geldi.
Daha sonra duyuldu ki;
işgal devletleri, baş temsilcileri veya nâm-ı diğer komiserleri huzuru hümayun
da padişah-dan milli harekâtı yapanlarla anlaşmalarını istemişler. Ancak; bu
antlaşmanın engeli olarak, Damad Ferid Paşa'yi gördüklerini beyan eden
ecnebiler böylece üstü kapalı olarak görevden uzaklaştırılmasını istemiş
oldular. Ancak; iş Damad Ferid Paşa'nın sağlığını bahane etmek suretiyle istifasını
sunma yoluna gidilerek bağlanmıştır. Böylece de padişah ve makam-ı sadaretin
Anadolu harekâtını korumuş oldukları ortaya çıkmıştır. Çünkü uzun zamandanberi
M. Kemâl ve arkadaşlarının idamlarını taleb eden işgalci devletler, hükümet-i
seniyyenin kâğıd üzerinde verdiği şiddet dolu emirlerin fiiliyata döküldüğünde
aynı şiddetde uygulanmadığını görüyorlardı. Bu vaziyet karşısında hükümetin ve
sadrıazamm pasif görüntü altında milli mücadeleyi yapanlarla değil mücadele
etmek çeşitli yardımlar sağladığı istin-bat olunabilir ki nitekim; Ferîd
Paşa'nın isitfasmdan 4 gün sonra sadarete getirilen Ahmed Tevfik Paşa
23/ekim/1920'den, kafi zafer günü olan 9/ Eylül/1922'ye kadar Ankara ile itilaf
devletleri Yunanlıları öne sürmek suretiyle, kendileri yeni kurulacak Türk
devletinin Yunanı yenmesini bekleme yoluna gittiler. Bir kaç gün sonrada Damad
Ferid Paşa, Avrupa'ya Karlsbaad'a gitmiş ve orada hayli ikamet etmiştir.
İstanbul'dan vâki
davet üzerine Avrupadan avdet eden Ferid Paşa'nın geldiği gün M.Kemal ve
arkadaşlarının, Yunanı İzmir'den, denize döktüğünün ertesine rastlamıştı.
Yeşilköy sahillerinden binmiş olduğu bir ingiliz çatanasıyia Mediha Sultan'ın
Baltalimanı'ndaki yalısına geldi. Fakat burada ikamet etmeyi herhalde
intelejans servisin uyarısıylada olacak hayatı bakımından tehlikeli bulduğundan
29/muhar-rem/1341-22/eylül/1922 târihinde Avrupa'ya gidip Nis şehrine
yerleşti. Enişte Paşa'nın kabinesinde yer alanlardan dahiliye eski nâzın Adii
Bey v.s ecnebi ülkelere yollandılar. İdam fetvalarıyla tanınan Dürrîzâde
Abdullah Efendi de Rodos'a gitmeyi tercih etdi. Ferid Paşa 24/safer/l 342-6/
Ekim/1923'de Nis'de
vefat etdi. Hanımı, Mediha Sultan ise, 16/Receb/1346~9/ocak/1923'de vefat etdi.
Damad Ferid Paşa ile alakalı bu çalışmamızın sonuna geldik. Biz bir mütalaa
ile intiha yâni son demek isterken, Şark vilâyetleri hakkındaki Ermeni
emellerini karşı propoganda ile teşhir etmek ve burada müdafaayı
teşkilatlandıracak kabiliyetde bir kuruluş tasavvur olunup, bunun da Vilâyat-ı
Şarkiye Müdafay-ı Hukuk Cemiyeti adıyla tesisi için çalışmalara geçilmişti.
Sadrıazam Ahmed Tevfik Paşada bu cemiyetin teşekkül ve yaygınlaşmasına yardımı
vazife addederken ellibin lira civarında bir ianede de bulundu.
3/Mart/1919'da istifa
etdiğinden yerine Damad Ferid Paşa gelmişti. İşte bu zât hariciye nazırlığını
da uhdesine aldığından cemiyet üyeleri aralarından bir heyet teşkil ettiler.
Yeni sadnazamı ziyaret ettiler ve Tevfik Paşanın maddi ve manevî yardımlarını
dile getirdiler. Ferid Paşa; buna çok sevindiğini ifadeden sonra kendilerine
yardımda bulunduğu gibi vaziyeti padişaha anlatmayı da vaad etdi. Mütalaamız
kısa ve nettir. Ülkemiz henüz sır kutularının rahatça açılacağı bir iklime kavuşmuş
değildir. Resmî târihin, hâin bildirdiği kişiyi anca o damgayı vuranlar
silebilir. Bizim gibilere kenarından, köşesinden münsif yaklaşımlarla, hakkı
işaret etmekten öteye gitmemiz, "viran olasıca hanede evlâdü iyâl
var" dedirtecek ahvâle mâruz kalmaya sebeb olur!
Devlet-i âliyyenin
216. sadrıazamı olan Ali Rıza Paşa,nizamiyeden mütekaid jandarma binbaşı Tâhir
Efendi'nin oğludur. Binbaşı Tâhir Bey'in pederide İbrail muhacirlerindendir.
Tüccar Ahmed Ağa diye nâm yapmıştır. Ali Rıza Paşa; İstanbul'da Sultan Selim
semtindeki evlerinde dünyaya gelmiştir. Bu sırada târihler 1276/1860 senesini
göstermektedir. İlk tahsil sonrasında, girmiş olduğu askerî liseyi bitirip,
Harbi-ye'ye duhul ettiğindede 1880 yılına gelinmişti. 1886'da sınıf birincisi
olarak erkânı harp yüzbaşı olarak kurmay okulundan mezun olmuş ve Harbiye'de
yâni çok kısa zaman önce mezun olduğu okula öğretmen olarak devam etme
güzelliğini yaşamıştır. O devrin okul mezunlarının başarı grafiği devamlı
yükselen hâl arzettiğinde hemen mesuliyetli makamlara konuldukları
görülmüştür.
Umulur ki bu padişah
2. Abdülhamid hân'ın lüzum gördüğü bir yapılanmadır. Çünkü padişah verdiği
bütün talimatların yerine getirilmesini sağlayacak otoritenin sahibiydi. Kendi
açdığı mekteplerin mezunlarının hemen işbilir olanlarının mühim yerlerde
istihdamları demek ki, ona ayrı bir zevk vermekteydi. Nitekim hangi öğretmen
yetişdirdiği talebeyle iftihar etmez?
Az bir müddet sonra
yâni 21/mayıs/1887'de bilgi ve becerileri terakki ettirmek gayesiyle
Almanya'ya gönderildiğini görüyoruz. 12/temmuz/1888'de de, Kolağalığına terfi
ettiki 1889/Ocak ayında da binbaşılığa irtika etti. Aynı yılın aralık ayında da
kaymakam yâni yarbay oldu. Şubat/1891 'de şimdi genel kurmay dediğimiz tâbirin
o dönem karşılığı olan er-kân-ı harbiyye karargâhına 4. şube müdürü olarak
atandı. Bu arada da Afemdağ'ında yapılacak karakolhane'nin yer ve şeklini tâyin
etmekle görevlendirilir. 12/eylül/1895'de miralay oldu. Bu rütbenin ardından
harbiyye'de yaptığı öğretmenlik vazifesinden ayrıldı ve Havran'da meydana
gelen İsyanı bastırmak üzere Haziran/1896'da oraya giderken okurlarımız bahse
konu Havran'ın, Balıkesir Havran olmayıp, Cebeli Drüz denilen Suriye'de
olduğunu herhalde tahmin ederler.
Ali Rıza Paşa
1313/1897 Osmanlı-Yunan muharebesinde ordu umumi karargâhı erkânı harbiye
askeri harekât şube müdürü olarak vazife almıştı. 10/eylüI/1897'de büyük devletlerin
murahhaslarının katıldığı sulh öncesi temasları yürüttüğü gibi hudut
tashihinde hayli emek sarf etdi bu kazanılan savaşın sonuna kadar karargâh
merkezindeki hizmeti devam etdi. 1898 senesi Ali Rıza Paşa'nm mirlivalığa yâni
tuğgeneralliği beraberinde getirmişti. Aynı zamanda da erkânı harbiyye
dâiresi 1. şube müdürlüğü uhdesine tevcih olunmuştu.
Askeri tarih uzmanlarından
Halil Sedes Paşa, bu zât yâni Ali Rıza Paşa hakkında, İbnül Emin Bey'in malumat
talebi karşısında şunları beyan eder: "Mektepten mezun olarak Ali Rıza
Paşanın maiyetine verildiğimden kendisini yâkinen tanıdım. Mektebe muallim
olduğu sırada gösterdiği ciddiyet ve intizamı üzerine verilen 1. şube mü düdüğü
vazifesinde de aynen gösterir zamanın her anını çalışmakla geçirirdi. Hamidiye
alaylarının disiplin ve talimlerin dâir şube tarafından yapılan bir
nizamnamenin kabulü ve tatbik edilmesine dâir teklifi ve bu hususdaki müracaatı
Dömeke Kahramanı Müşir Edhem Paşa tarafından Erkân-ı Harbiyye umumî reis vekili
sıfatıyla şiddetle ret edildi. Bu ret Rıza Paşanın çalışma temposunu, artık
işleri oluruna bırakma metoduna sü-iuk etmesine sebeb teşkil etdi."
Bu arada biz, bu
Hamidiye alayları hakkında bir iki sözü beyan etmek suretiyle, cidden kıymetli
bir asker olan Gazi Edhem Paşa hz.Ieri, muzaffer bir kumandan olmanın verdiği
gurur ile değil, Ali Rıza Paşa'nın teklif etdiği tâlim ve disiplin tanzimi
teklifini bu kurt alaylarının tesis maksadını ve onlara tatbik edilecek
hususatı bizzat padişahın yürüttüğünü idrâkinden gelmektedir. Abdülhamid hân;
yaptığı istihbaratlar neticesinde kürd böl gesinde İngilizlerin ve Rusların,
Ermeni meselesi ihdas etmek ve bu husustaki teşvikat ve de takviyelerini akim
bırakabilmek için halife sıfatıylada üzerlerinde manevî otori tesi bulunduğu
kürd kardeşlerimizin, aşiret hafinde süren hayatiyetlerinin getirdiği bir
avantajı din ve devlet menfaatine olarak, onlara Ermenilerin yapacağı ve de
çeteler olarak sergilemeğe başladıkları tedhiş faaliyetlerini, bu aşiretler ve
dini bütün, ırkî mülaha zalarla hareket etmeyen zevata çeşitli rütbeler ihsan
ederek önleme çâresine bağlamıştı. Verilen bu rütbe ve teşekkül ettirilen
alaylar haylide iş gördüler. Bunları alıştıkları hal-den çıkaran yeni bir metod
içine sokmanın askerî bakımdan nekadar doğru olursa olsun, içtimai ve
psikolojik bakımdan zaman ve zemin asla müsaid değildi. Edhem Paşada bu hususu
göz ardı etmediğinden reelpolitik olarak bize kalırsa doğru olanı yapmıştır!
Hele hele, mezkur târihde aylarca jandarma maaşlarını tedahülde bırakmakta
olan devletin yâni maaşları ödeyemeyen ülkenin, bu teklifin aksülameli
hasebiyle bazı sıkıntılara giriftar olması hiç de iyi netice vermezdi. Evet
biz ret vakasından bir asır sonra da olsa, bu hususda bir mütalaa vermenin
bahtiyarlığı içinde 216. s'adrıazamımızin hayat hikâyesini okurlarımıza ve
târihin sayfalarına emanete devam edelim.
19/eylül/1901'de Ferik
yâni Korgeneral olan Ali Rıza Paşa; 5. nizamiye Cİsküp fırkası (tlsküp Tümeni
de denebilir) kumandanlığına peşinden, Manastır Valiliği 15/ni-san/1903'de bu
görevlere zâmimeten Manastır kumandanlığıda verildi. İşte bu sıralarda mezkûr
yerde bulunan Rus konsolosu aşağıdaki izahda nakledeceğimiz gibi öldürülünce
Ali Rıza Paşaya İstanbul'a hiç uğratılmadan Trablusgarp mecburi ikamet mahalli
oluverdi idi. Bahse konu Rus konsolosun öldürülmesini yukarıda adı geçen Halil
Sedes Paşa, yine İbnül Emin Beyefendiye şöyle naklediyor ve bizde alıntılıyoruz:
"1903'de Manastır'da bulunan Rus konsolosu her-gün şehrin içinde ve
dışında binmiş olduğu atının üzerinde gezintiler yapıyordu. Bu gezintiler gurur
ve kibir içinde geçer ve adetâ bir sergüzeşt arayan insan görüntüsü verirdi. Nihayet
korkulan, günün birinde gerçekleşti. Tabii bu davranışında siyasî bir fenomen
aradığıda ileri sürülse yeridir. Buna muvaffak oldu olmasına da, ne çare ki
hayatına mâl olduğundan meyvesini tadamadı. Konsolos atının üzerinde olduğu
halde askerî karakollardan birinin önünden geçerken nöbetçi kendisini
selamlamamış, konsolos bu riayetsizliğe pek kızmış hayli söylendikten sonra
hızını alamamış olacak ki kırbacı ile de bir tane nöbet mahallindeki onbaşı
Halim'e bir tane vurmuş. Halim onbaşı bu darbe üzerine silahını doğrultmuş ve
tetiğe asılmış. Herif yerde ve bu dünya ile rabıtası kesilmiş. Tabii konsolos
nöbet mahallindeki nöbetçiye taarruz etmek suretiyle kendisine sıkılan kurşunu
çoktan hakkedip, akıbeti bulur amma siyaset'de bu arada devreye girer."
Hadise Rusya'nın o
zamanki başşehri Petersburg'da duyulduğunda, Çar'ın hasta addettiği Osmanlı
Devleti politik merkezi babıâlî üzerine baskılar başlamış. Çeşitli tarziyeler
verilmesine binaen Rusların baskı yapmak için bu bahaneye son vermek istemediği
görülmüş. Ve nöbet mahallinde uğradığı saldırıya tabiatıyla mukavemet etme
cesaret ve vazife icabatını gösteren Halim onbaşı ve yanına bir şey sormak
üzere gelmiş bulunan bir er arkadaşı olayın görgü şahidi olmasına rağmen
mahkeme edilmiş ve idam kararına maruz bırakılmıştır. Hangi palavracının
bilhassa biz islamcılara yutturmuş olduğu, Sultan Abdülhamid, bir tek idam
kararını onaylamıştır, haremde vazifeli olan bir hadım'ın diğer bir hadımı
öldürmesinin neticesinde verilen idam hükmünü tasdik etmesidir ileri sürdükleri
pekâla bilinmektedir. O zaman bu Halim onbaşı ile görgü şahidi hakkında verilen
idam hükmü tatbik edildiğinde Osmanlı tahtında. Sultan cennetmekân Abdülhamid
oturmuyormuydu? Demek ki kimsenin idam edilmediği savı bir fantazinin hiç
kurcalanmadan kabulüdür ki bu tarihçilerin ayıbı sayılır. Neticeten, siyasete
uygun düşsün diye bu iki askerimizin şehid olarak kabul edilmesi gerekir diye
düşünüyorum. Zaten merhum ve kıymetli biografi üstadı İbnül Emin Bey'de o
kiymetdar eserinde şu mütalaa ile bize ileri sürdüğümüz hususiyetde yol
göstermiş oluyorlar bakın ne diyor merhum üstâd! ".mezkûr konsolos her
tarafı envai mehalik ve mesaib ile muhat olan -bir devleti zâifenin değil- eski
tâbirle- bir devleti kaviyyüş şekimenin vazifei askeriyesini ifa eden bir
onbaşıyı darb ve tahkir etseydi onbaşının ve zavallı arkadaşının değil,
konsolosun başı ezilir, canı cehenneme gönderilirdi..."
Bu hadiseyi Ali Rıza
Paşa tertib etdi iddiası ecnebi memurlarında katıldığu uzun bir tahkikat
neticesinde doğrulanmayınca iftira sübut bulmadıysa da, Ali Rıza Paşa iki
seneye yakın olarak Trablusgarb'da ikamet mecburiyetinde kaldı. Tabii ki bu
arada bir hayli zabit, zaptiye memura sürgünler tatbik edildi.
1905 senesinde Yemen'e
asilerin isyanlarını bastırmak üzere kumandan olarak nasb olundu. Burada 1.
feriklik yâni orgenerallik rütbesi verilirken Ali Rıza Paşa Ahmed İzzet Paşa
iie beraber burada meydana gelen olayları bastırmağa koyulmakla beraber
askerin tâliminin eksik ustalığının yetersiz olduğunu tesbit etmiş olması bir
eğitim gerektirdiği kanaatina vardırdı. Ne varki İstanbul'dan gelen emirler
asilerin üzerine gitmesi şeklinde olduğundan Akebe yolu üzerinden Hudeyde'ye
gitdiler ve Menahe kalesine girdiler. Bu arada paşaya müşirliğe yükseltildiği
haberi ulaştı. Târih bu sırada 3/mart/1905'i göstermekteydi. Ali Rıza Paşa işi
yapacak olan verilen rütbenin değil eğitimli asker olduğunu bir defa daha
hatırlatma vazifesini yerine, getirmesini bir civanmertlik olarak kabullenmek
gerekir. Nitekim; San'a şehrine girilip muhasaranın kaldırılmasına mu-vaf
olunduysa da gerek askerî yardım gerekse yeterli erzak ikmâli
başarılamadığından San'a yine isyancıların eline bırakılarak terk edildi. Daha
sonra gerek kuvvet-i imdadiye gerekse erzak takviyesi hazır hâle getirildiğinde
yine San'a üzerine gelindi ve istirdad olundu yâni asilerin elinden geri
alındı. 1 l/haziran/1905'de Ha-midiye tren hattı denen demiryolunun yapımını
işletme nezareti uhdesine verildiğinden Hayfa'ya geldi ve burada vazife
görmekteyken meşrutiyetin yeniden meriyete konması üzerine 31/temmuz/1908'de
2. ordu müşirliğine diğer bir tâbirle kumandanlığına getirilmiş oldu. Ali Rıza
Paşa İstanbul'a geldiği sırada İstanbul'a gelip Harbiyye nâzın nasb olunan
Arnavut Recep Paşa görevinin 2.gününde vefat etdi. 14/ağus-tos/1908'de
Harbiyye nazırlığı Ali Rıza Paşaya tevcih olundu. Aynı senenin kasım ayının
29. günü padişah yaveri olduğu gibi ayan azahğına da irtika ettirildi. Ancak
Kıbrıslı Men-med Kâmil Paşa sadareti dönemin de görevinden azledilirken yapılan
muamele bizde meşrutiyet böyle olur çelebi dedirten tarz uygulandı. Bu mesele
daha sonra Kâmil Paşanın sadaretden çekilmesine kadar vardı.
İbnül Emin Bey bu
hususda şunları ifade etmek suretiyle gerek Sultan Abdülhamid'in gerekse Kâmil
Paşa'nın, Ali Rıza Paşa üzerindeki noktai nazarlarını gözler Önüne sermek münasebetiyle
pek hayırlı ifadelerde bulunmuş oldu. Diyorki merhum müellif: ".Kâmil
Paşa; harbiyye ve bahriyye nazırları Ali Rıza ve Arif Hikmet Paşaların tebdili
hakkında arzda bulunması üzerine padişah, 'Arif Hikmet Paşanın istifa ettiğini,
bu bakımdan istifasının kabulüne bir şey demlemeyeceği, Ali Rıza Paşa ise,
memuriyete başlangıcından şimdiye kadar her hususda asarı ehliyyet ve sadakat
ibraz eylemiş ve uhdesine tefviz olunan her vazife-i askeriyyeyi icrada hiçbir
kusuru görülmemiş olduğu halde, şimdi bu şekilde azli hakka uygun ve adalete
uymaz hâlden olduğunu' başkâtip Ali Cevad Bey vasıtasıyla sadrıazama tebliğ
ettirmişse de, Kâmil Paşa, ısrar etmesi üzerine 1 l/şubat/1909'da azil için
irade-i seniyye çıktı." Bu hâl mutlakiyete uygun meşrutiyete muhalif bir
yoldur.
Ancak Ali Rıza Paşanın
azli hususundaki isteği izahname-sinde Kâmil Paşa şu sözlerle ifade etmekte ki
bu gün yâni; 2001 yılında dahi sadrıazamm işaret ettiği hususlar varit olup,
üst komuta konseyi de zaman zaman bu hususda çaresiz kaldığını itiraf etmesede
gözler olanlardan durumu tesbite muvaffak olabiliyor. Şimdi Kâmil Paşa'nın
İzahnâme sine sa-deleştirerek bir göz atalım: ".Subayların siyaset ile
uğraşmamaları ve bu hususdan feragat etmeleri kanunla ve ülke için faydası
açısından elzemken, Ali Rıza Paşa, hâlim selim bir zât olmakla beraber bu
hususdaki emri ve tenbihleri yerine getirilmemektedir. İttihat cemiyetine
mensup subayların konserlerde, mitinglerde siyasi nutuklar atarak, konserlerde
ve tiyatrolarda resmi geçid halinde ve silahlı olarak görülmeleri, emre
muhalefeti göstermekti ve bunu tatbike uygun bulduğumuzdan Nâzım Paşa
Hz.Ierinin tâyini isten-mİşdi. Selâmet-i vatan ve millet için tek çâre bu
olduğu halde ülke üzerinde te'sirini devama çalışan ittihatçılar, vekil
arkadaşlarımı istifaya mecbur etmekle beraber meclis-i me-busani dahi emri
altına alarak susmamı hazırlamaktadırlar..."
Her iki ifadeyede
bakıldığında padişah; Ali Rıza Paşa'dan memnuniyetini ifade ederken Kâmil Paşa,
harbiye nâzırının-da, subayları disiplin içinde tutamadığını beyan buyuruyor.
Sevgili okurumuz bize kalırsa burada dikkat edilecek husus padişahın olsun,
sadrıazam'ın olsun politik anlayış farklılığı rol oynamaktadır. Harbiye nâzın
şüphesizki emri verdi mi o emrin tutulduğunu görmek ister! Verdiği emir,
sadnazamın söylediği gibi fazla cid diye alınmıyorsa emrin muhalifi guruplar
veya mühim kişiler bulunduğunu düşünmek lâzımdır. Bu gurub veya kişileri tesbit
için tahkikat ve istihbarat gere-kirki, zâten cemiyete mensub zabitan sözünü
sarf eden sad-rıazam böylece emrin dinlenmemesi bâbındaki merkezi tesbit etmiş
oluyor.
Göreve getireceği
Nâzım Paşa'nın bu disiplini sağlarkende işi nereye vardıracağını iyice anlamak
istersek, bahse konu paşanın şehadetiyie sonuçla nan Babıâli Baskınını beklememiz
gerekecek. Halbuki Abdülhamid; Ali Rıza Paşaya ait sicil dosyasına vâkıf
bulunduğundan, onun gibi sadık bir kimsenin harbiye nazırlığını sürdürmesi
maksada daha muvaffık idi. Bu yüzden bizim hükmü kafimiz Ali Rıza Paşa azledilmek
suretiyle adetâ ittihatçıların safına itilmiştir. Bu hata, sadnazamın padişahın
görüşüne aykırı tutum takınarak icraata baş vurmasından kaynaklanmıştır.
Nitekim Kâmil Paşa kabinesi sonrasında kurulacak olan Hüseyin Hilmi Paşa hükümeti,
14/şubat/1909'da kurulan hükümetde de Ali Rıza Paşa yine Harbiyye nazırlığında
istihdam olundu. Hüseyin Hilmi Paşanın ittihatçılardan uzak olmadığını söylemek
hiçde haksızlık olmaz. Ayrıca Halil Sedes Paşa; Ali Rıza Paşanın meşrutiyyet
ilânı sonrasında büyük gayretler gösterek disiplini ikame etmeğe çalıştığını
gözlerimle görmüşümdür demekle birlikte o sırada vukubulan isyanın elebaşıları
ordu mensubu olduğundan dolayı Ali Rıza Paşa kabine arkadaşlarına nazaran
me'suliyet bakımından daha fazla sorumludur demek suretiyle ortaya vaziyetin
hâkimi olamamış bulunduğunu da koymuş oluyor. Zâten Ali Rıza Paşa, 31 /mart
hadiseleri üzerine istifaen makamı bırakmıştı.
12/kasım/1918'de
Tevfik Paşa kabinesinde Bahriyye nezaretine getirildi. Bu kabine istifa etti
ve yeni kurulanında da Bahriyye nazırlığını muhafaza etdi. 20/mayıs/1919'da
Ferid Paşa tarafından kurulan hükümette, meclis-i vükelâya memur oldu. Bu
vazifenin kabine toplantılarına katılan mânasına geldiğini veya başka bir
tâbirle sandalyasız nazır denebi-lirmi? Bilemiyorum.
Ferid Paşa; ilk
sadnazamlık bölümü olan üçüncü kabinesiyle; infisal ettiğinde sadaret Ahmed
Tevfik Paşaya teklif olunmuşsada bu zat ben sona kalmalıyım diye pek muğlak bir
söz ifade etmiş buna bağlı olarak, Sultan Vahideddin mührü Ali Rıza Paşaya
vermiştir. Sadaret alayı tertibine lüzum görülmeyerek, babıâliye otomobille
gelindi. Ali Fuad Bey padişahın başkâtibi üniformasını giyinmiş olarak hatt-ı
hümayunu getirdi. Sadnazam ve şeyhülislâm resmi elbise ile büyük sofada
karşılandılar. Arz odasına gidildi ve orada hatt-ı hümayunu sadaret müsteşarı
Rıfat Bey okudu ve resmî tebrik töreni ifa olundu.
Ferid Paşa kabinesinin
vukui istifasına ve sizin derkâr olan ehliyyet ve kifayeti nize binaen mesnedi
sadaret rütbe-i samiyei vezaret ve müşîri ile uhdenize tev- cih ve meşihatı
islamiyye dahi Hayderizâde ibrahim Efendi uhdesine tefviz olunmuş ve kanun-i
esasinin 27.maddesi ahkâmına tevfikan teşkil eylediğiniz heyet-i cedide-i
vükelâ, tarafımızdan tasdik kılınmıştır. Bir müddetden beri efkârı ahali de
hasıl olup suitefehhüm sebebiyle tezayüd etmekte bulunan asarı tefrika ve
şi-kakin izalesiyle beynel ehalî ahengi vifak ve vahdetin temini ve dahili
memalikde sükûn ve intizamın takririle şeraiti kanuniyye dâiresinde intihabatın
bir an evvel icra ve heyet-i mebusanın içtimaa davet olunması matlubî
kati'mizdir. Hemance Cenabı kadiri mutlak, selâmeti mülk ve millete hadim
olacak teşebbüsatı hayri yyenizde muvaffak buyursun amin bihurmeti seyyidilmürselin.
6/muharrem/1338 -
2/ekim/1919 Mehmed Vahideddin Bakanlar kurulu şu zevatdan teşekkül etmişti:
Hariciye Nezareti
Harbiyye
Bahriyye
Şurayı Devlet
riyasetine
Dahiliye Nezaretine
Adliyye
Maliyye
Nafia
Reşid Paşa
2.Ordu eski müfettişi
ferik Cemal Paşa
Ayandan ferik Salih
Paşa Abdurrahman Şeref Efendi Mehmed Şerif Paşa Ayandan Mustafa Bey
" Tevfik Bey 1
.ferik Abuk Ahmed Paşa
187 Tic ve Ziraat " 1 .ferik Hadi Paşa
Mearif " Sadi Bey
Evkafı hümayun " vekaleten Said Bey
Bu kabine herşeyden
evvel Kuvayı Milliye ile anlaşabilme-yi önemle benimsedi. Bu nu temin içinde
temas arandı ve temin edilen temas sonunda Bahriyye nâzın Ferik Salih Paşa
Amasya'ya giderek belli hususlarda anlaşma yolunu aradı. Bu arada ise,
vilayetler mesabesinde yapılan seçimlerin ga-libleri mebuslarda İstanbul'a
geldiler.
Mabeyn başkâtibi Ali
Fuad (Türkgeldi) Bey şunları naklediyor: "padişah meclisin açılmasını ve
mebusların çeşitli partilere mensup ve de muteber kimselerden olmasını arzu
ederken İstanbul'da yapılan seçimlerde İttihat ve Terakki partisinin
kalıntıları seçimi önde bitirdiler. Padişah; İttihatçılar işi yine ele alıp
iktidaramı ge-lecek zehabına kapılmadı değil. Hâttâ açılışı gecikterecek
eğilimler sergilemeye başladı. Fakat sadnazam Ali Rıza Paşa, saraya gelip
padişah-dan meclisin açılması babında gün tâyin edilmesini istedi. Bir kaç gün
sonra hâlâ cevap alamayan sadnazam bu meselede tehirli davranış sebebi Damad
Ferid Paşa'nın sadarete getirilmesi ise bu hususda fikr-i hümayun ifade olunduğu
takdirde derhal çekile ceğini bulduğu bir münasebetle ifade etdi. Padişah bu
sözü, önünde durduğu masanın üstüne eliyle hayali bir doğru çizgi
çizerek'benim böyle bir niyetim olsaydı dosdoğru üstüne yürürüm ve kimseden de
çekinmem' demek suretiyle ertesi gün yanına gelmesi tenbihi ile sadnazam Ali
Rıza Paşa'yı gönderdi.
Sabahleyin Ali Rıza
Paşa geldi. Fakat padişah da baştabibini göndererek birisiyle görüşeceğini bu
bakımdan ikindi vakti kabul edebileceğini beyan ettirdi. Ali Rıza Paşa, öyle
sinirlendiki adetâ yerinden fırladı. Hemen koluna yapıştım ve gitmeyeceksiniz,
diye çeke çeke az Önce kalktığı sandalyeye oturttum. Eğer siz giderseniz
istifa edeceksiniz. Yerinize, Ferid Paşa gelecek, sâkinleşen bir çok husus
yeniden dalgalanmaya başlayacak diyerek baştabib bey'e gidiniz padişahı
görüşmeye ikna ediniz dedim. Az sonra haber geldi ve padişah sadnazam paşa
yemeğini yesin kendileriyle görüşeceğim demek suretiyle, huzura gelmesini
bildirdi. Sadrıazama mebusanin açılması için gereken talimatı verdi fakat bu
arada da dört-beş gün hastalık bahanesi ile saraydan çıkmadığı gibi meclise de
gitmedi."
Böylece de
19/rebiülahir/1338-12/ocak/1920'de mebu-san 4.devrenin ilk içtimaını yapmış
oldu. Padişah'ın meclisi açış konuşmasını Ali Rıza Paşa, Dâhiliye nâzın Şerif
Paşa'ya okutdu ve bu arada meclisde bulunan mebus sayısının 72 kişiden ibaret
olduğunu da bildirmiş olalım. Bu arada da biz Ali Fuad (Türkgeldi) merhumun Ali
Rıza Paşa'nın koluna yapışmasını ve istifa niyetini sezip, önleme gayretini
bir işgüzarlık değil, hizmet-i vataniye olarak görmeliyiz demek istediğimi
hemen burada belirtmeden geçemem.
Bu esnada mebusan da
teşekkül etmiş bulunan Felâh-ı Vatan gurubu hükümet de, değişikliği öngören bir
teklif verdiler. Bu teklif; mebusan reisi Reşat Hikmet Bey tarafından
sadrıazama duyurulurken, bu sırada Fransız'ların muhafaza etmekle görevli
olduğu Akbaş cephaneliğini Kuvay-ı Milliye'ye bağlı bir gurup, baskın yapmak
suretiyle bir güzel kaçırıp Anadoluya göndermeye muvaffak oldukları ve bunda,
Harbiyye Nâzın Mersinli Cemâl Paşanın, Erkânı harbiye-i umumiye reisi Cevad
(Çobanlı) Paşa'nın yardımcı olduklarını ileri süren üç devletin komiserleri,
adı geçenlerin azledilme-
lerini istediler. Buna
inzimamen, yukarıda Felâh-ı Vatan gurubunun talebi iktizasınca, Hariciye nâzın
Reşid Paşa, Adliy-ye nâzın ayandan Mustafa Bey istifa etdiklerinden kabineye
Kâzım, Hazım ve Safa Beyler dahil olurken harbiyye nazırlığına da Mustafa
Fevzi (Çakmak) Paşa getirilmiş oldu ertesi günü okunan hükümet programı iki
muhalif, bir müstenkif oya karşı 104 reyle tasvip gördü. Bu arada henüz bir kaç
gün geçmişti ki galip devletler, yerine getirilmesinin kabil olmayacak
istekler ileri sürdüğünden vede Ankara ile hükümet arasında gerginlik husule
geldiğinden 1/Cemaziyela-hir/1338-21/şubat/1920 tarihinde sadnazam Ali Rıza
Paşa, kabinenin istifasını sundu. Tabiiki yeni kabinenin kurulacağı
8/mart/1920'ye kadar görevi sürdürdüler. Sadaret 5 ay, 7 gün devam etmiş oldu.
Ali Rıza Paşa 27/şevval/1340-24/ha-ziran/1922'de tedavi maksadıyla Avrupada
Almanya topraklarındaki kaplıcalara gitdi. Ali Rıza Paşa 13/R.evvel/l341
-5/kasım/1922'de TBMM'de hilafet ve saltanat hakkında kararlaştırılmış
keyfiyete riayeten yıkılmış bulunan son Osmanlı hükümeti olarak babıâlide
yaptıkları toplantı sonrasında istifa eden hükümet âzası içinde yer alan Paşa,
l/receb/1351-31/ekim/1932'de, Erenköy'de bulunan evinde vefat etdi. Kabri,
Içerenköy mezarlığındadır.
Ferid Paşanın sadareti
umulurken ve padişahında maksadı buyken, ortada cevelan eden soğukluk, mührü
hümayunu Ahmed Tevfik Paşaya teklife yol açtı. Fakat Tevfik Paşa kabul
etmediğinden istifa eden hükümetin, Bahriyye nâzın Ferik Hulusi Salih (Kezrak)
Paşa'ya teklif olundu. Bu zat da teklifi kabul ettiğinden; kabinesini kurma
çalışmalarına koyuldu.
Ali Rıza Paşa'nın ve
Cemâl Paşa'nın Ankara, dolayısıyla M. Kemâl Paşa ile münasebetlerine dâir bazı
vesikalar sunan ve tarafımızca Osmanlıcadan sadeleştiriien, Pınar Yayınlannca
neşredilmiş bulunan ve yazarının meşhur muhaliflerden Mevlânzâde Rıfat Bey'in
eserine atıf yapmadan geçmeyi, bu çalışmayı belki nakıs kabul etmek gereksede
bu atıf yapılmazsa haylice nakıs sayılacağından dolayı alıntıyı yapmayı vazife
addettik.
Yukarıda adı geçen
Akbaş cephaneliğinin baskınla ele geçirilip milletimizin istifadesine
aktarılması olayını Mevlânzâde Rıfat Bey, "Türk İnkılabının İçyüzü"
adlı eserinin 347 .sh.de şöyle değerlendiriyor: "Cemal Paşa; Çanakkale
Akbaş mevkiinde bulunan ve Mondros mütarekesi icabatmdan olarak itilaf
devletlerinin ve bilhassa İngiliz ve Fransızların kontrolü ve muhafazası altın
alınan silah deposunda mevcud bütün silah ve mühimmatın sayısı şöyle idi: 8 bin
Rus tüfeği, 40 Rus mitralyözü, 20 bin sandık cephane. Ordu kadrosuna dahil
subay ve erlerin depoya hücumu hakkında Cemal Paşa gizli emir vermişti. Bu
gizli emirler işgal kuvvetlerince öğrenilmişti. Bu hadisede bir miktar ingiliz
ve Fransız askeri öldürülmüş bulunduğundan İstanbul'da bulunan işgal kuvvetleri
temsilcileri babıâli'ye ortak bir nota vermişlerdir. Bu ortak nota'da Harbiye
nâzın Cemâl Paşa ve erkân-ı harbiyye reisi Cevad (Çobanlı) Paşanın azilleri
istenmişti. Sebeb olarak da aşağıdaki hususlar gösterilmişti:
1- Özel
surette seçilmiş subayların Kuvay-ı Milliye erkân-i harbiyyesine gönderilmesi
2- 14.
kolordudan ayrılan erlerin Kuvay-ı Milliyeye gönderilmesi
3- Top kamaları ve çeşitli alet ve silahların
kaçırılması
4-
Zonguldak'tan İstanbul'a gelen taburun iadesinin geciktirilmesi
5-
Afyonkarahisar'dan Alaşehire Alay nakledilmesi olup 48 saat içinde görevden
alınmaları talep olunuyordu. Cemal Paşa aslında mebusanda Burdur mebusu olarak
da yer aldığı için hemen talebe uymak suretiyle Ali Rıza Paşa kabinesini
müşkülden kurtarmıştı.
Yine aynı esere göre,
M.Kemal Paşa vermiş olduğu bir emirle İzmit körfezi civarında işgaller yapmış
bulunan İngiliz askerleri üzerine, Adapazarında bulunan çetelere saldırma emri
yollamıştı. Fevkalade ustalıkla icra olunan gece taarruzu başarıyla
neticelenerek, İngilizler hayli zayiata maruz kalmışlardı. Mondros mütarekesi
sonrasında galip devletler askerlerine yapılan ilk taarruz bu İzmit taarruzu
olmuştur.
üzün askerlik
hayatında bir çok yararlıklar gösteren Ali Rıza Paşa, üzerine aldığı her
vazifede büyük ciddiyet ve feda-kârane gayret sergilemeyi bir ahlâki hâl olarak
benimsemiştir. Hatırla kimsenin işini yapmamış, işi yapılması gerekenin
sevmediği kimse olması o işin değil yapılmamasına en ufak bir gecikmeye
uğramasına dahi müsaade etmemiştir. Rusya'nın 2.rütbeden Prusya tacı,
Avusturyanın demirtacı, İran'ın Hurşid yeşil hamailli 1. rütbe nişanı, Siyam'ın
kron 1. rütbe nişanı ecnebi devlet nişanlarına sahibken, kendi devletinin
Murassa iftihar, 1. rütbe Osmanî, Mecidî altun ve gümüş imtiyaz, altun liyakat,
altun Hicaz madalyaları, mâlik olduğu nişan ve madalyalardı.
Ali Rıza Paşa mekteb-i
askeriyye'yi birincilikle bitirdiği gibi ömrü boyunca fenni harb ve ilm-i
askeriyye gelişmelerinden hiç gafil olmamıştır. Mümkün mertebe kumandası altında
bulundurduğu birlikleri bu fenlerden istifadeye gayret göstermistir. Ali Rıza
Paşa; Harbiyye nâzın iken 31/mart hadisesi vukubulmuştu ve bazı uğursuz
vakaları kendi talihsizliği yerine, şeametine yâni uğursuz geldiğine yoranlara
adetâ iştirak eder bir anlayışa kapılmıştı. Bu yüzden mümkün mertebe meydan
muharebelerinde bulunmak istemezdi diyor, Halil Sedes Paşa..
Tevfik Paşa; Sultan
Vahİdeddin'in şöyle dediğini nakleder: "..Ben bu devlet de iki adem gördüm
biri Tevfik Paşa diğeri Ali Rıza Paşa dediği halde onu (Ali Rıza Paşayı)
sadarete getireceği sırada bu hülleci bir kabine olacak. Tevfik Paşa son
fişeğimizdir.." İbnül Emin Bey merhum, burada hülleci tâbirini bize
kalırsa menfi yönüyle tahlile tâbi tutmuş. Yoksa hülle esasında sadık kimselere
yaptırılması gereken ve hülleyi yaptıranlara bir takım çirkinlikler yükleten
hâl olduğunu kaale almamış görülüyor. Nitekim Ali Rıza Paşa uğradığı taz-yikat
karşısında çekilmeyi bilmek suretiyle aynı zamanda bir vasfı mümeyyizi olduğunu
da göstermiştir.
Ali Rıza Paşa ile
ilgili satirlamızı İbnü! Emin Mahmud Kemâl İnal merhum'un şu değerli
mütalaasıyla tamamlayalım: ".Ali Rıza Paşa merhum, dürüst, afif, halim
selim, namuslu ve terbiyeli bir zât idi. Makam-ı sadaretde daha sonra sadaret
vekâletinde bulunduğu günlerde vazifemiz icabı temasımız olurdu. Babıâlî usûl
ve adabına ve nezaketine muhalif bir hareketini görmedim. Sadaret vekili iken
bir gün hakkımın verilmesine himmet etmesini rica etdiğimde içinde bulunan
hâl üzere, mümkün olmadığını biraz sert dille söylemesine, canım sıkılıp daha
sert bir hâl ve sözle müdafaa yolunu seçtim. Başkalarından işitmediği sözler
söyledim. Cevabı: Kemal Bey evlâdım hakkın var. Birkaç gün sabret et. İcabına
bakarım, merak etme" Dedi.
Osmanlı sadrıazamlarının
217. şahsiyeti olmakla beraber, son sadnazamı olmayan Salih Hulusi Paşa,
bahriye koramirallerinden İstanbul limanı reisi Dilâver Paşanın oğludur. Rumî
1280/1864 yılında İstanbul'un Tophane semtinde dün-ya'ya geldi. Aslen
Kafkasya'nın Şapsih kabilesinin Kezrak neslinden gelmektedir. Dilaver Paşa
Tunus Valisi Ahmed Paşa tarafından terbiye ve tahsil ettirildi. Arabça ve
Türkçeyi Tunus'da öğrenen küçük Dilâver İtalya'ya bahriyye ilmini öğrenmeye
gönderildi. Orada tahsilini tamamlayan Dilaver Bey Tunus'a avdet edip
denizcilik mesleğine elde ettiği ilimlerle emek ver meye başladı. 1854
Osmanh-Rusya arasında ve İngiliz ile Fransa'nın bize müttefik olduğu Kırım
Savaşında Tunus Donanmasıyla, İstanbul'a gelen Dilaver Bey savaşta büyük
başarılar sergiledi. Kaptan-i Derya Damad Mehmed Ali Paşa kendisine Osmanlı
donanması emrine girmesinin teklifinde bulununca intisab gerçekleşti. Dilaver
Paşa h.13 15/m.l909 yılında vefat etdiği târihe kadar devlete güzel hizmetlerde
bulundu vede iki numaraya yükselecek bir evlât olarak Salih Hulusi Paşa'yı
bırakmış oldu.
Dilaver Paşa Rodos
mutasarrıfı iken, meşhur edib ve gazeteci Ahmed Midhat efendi sürgün olarak
bahse konu yerde bulunuyordu. Salih Hulusi bu zatdan ders alırken devam ettiği
Rüşdiye mektebinden diploma almayı becerdi. 1294/1878 senesinde Kulelinin ilk
bölümüne girdi ve dört yıl süren tahsilden sonra 1298/1882'de Harbiye
mektebine girdi. 1301/1885 senesinin 8/ temmuz'unda sınıfının birincisi ve
teğmen rütbesi ile kurmay sınıfına ayrıldı. 1302/1886/10 haziranında
üsteğmenliğe terfi etdi. 1304/1888'in/10 Haziranın da yine sınıfının birincisi
olarak kurmay yüzbaşı olarak mezun oldu. Aynı sene kolağalığı rütbesine terfi
ederken, genel kurmayın 3. şubesine alınarak çeşitli görev lerde istihdam
olundu. 1307/189l'de askeri İlimlerin yeni buluşlarını öğrenmek ve mesleğini
ilerletmek gayesiyle Almanya'ya gönderildi. Burada yaptığı tahsil vede
tetkiklerin üçbuçuk yıl olduğunu da söylemeden geçmeyelim. 27/eylü!/1310/1894
târihi Hulusi Paşanın binbaşılığa terfi yılı oldu. Bu sırada Goiç Paşanın
önerisi ile bir erkânı harb heyetine reis seçilerek Bulgaristan ve Sırbistan
hudud tetkiki için mezkûr bölgeye gönderildi ve yine Golç Paşa'nında
teklifiyle kurmay okulunda meşhur savaşların tenkid ve tahlili derslerinin muallimliğine
tâyin olundu.
1313/1897 Osmanh-Yunan
savaşında Yanya cephesinde yer alan kurmay heyetinin içinde yer aldı. Durumu
sarsılan askere kumanda etmekten kaçınmadı. Savaş sonrasın da, Narda'da
toplanan mütareke müzakerelerine askeri murahhas olarak katıldı. Yunanlıların
eski hududlanna çekilmesinde hayli etkili oldu. Daha önce hudud tashihleri
hususundaki komisyonlarda bulunması tecrübi bakımdan, hayli maharet
kazandırdığından burada Yunanlıların çevirmek istedikleri dolaba fırsat
bırakmadığı görüldü. Savaştan sonra yarbay karşılığı olan Kaymakamlık rütbesine
yükseltildi. Bu sıralarda pederi Diiaver Paşa İrtihal ettiğinden, Kaymakam
Hulusi Bey vazifeden istifa etti ve pederinin işlerini de tanzime çalışmaya
başladı. Çok geçmeden askerlik vazifesine avdetle albaylığa yükseldiği görüldü
ve de Çerkeş Müşir Deli Fuad Pa-şa'nın kızı ile izdivaç etdi. Elenâ kahramanı
Fuad Paşa'ya damad olmak elbetde bir mümtaziyyet olmakla beraber, bu mert ve
Deli müşir'in devlete ve padişaha oian muhabbetini çekemeyen Fehim, İzzet ve
Ali Şâmil Paşa gibi zevatın düşmanlıklarına hedef olmak mânasına geldiğini de
hemen burada hatırlatalım. Nihayet 1318/1903'de, Deli Fuad Paşa Şam'a sürgüne
gönderilirken ve bütün rütbe ve nişanlarından mahrum edilmiş olarak
uzaklaştırılıp, damadı da es geçilmedi Salih Hulusi Paşa'da Diyarıbekir yolunu
tutdu. Burada da malum şahıslar tarafından tertip edilen jurnallerle üç defa
padişahın hatırına düşürülen Salih Paşa, 3.jurnalin dallı budaklı olması
yüzünden Sıvas'da taht-ı mahkeme altına çekilmek üzere tevkiflî olarak yola
çıkarıldı. Çeşitli zorluklar içinde mevkuf veya serbest olduğunu pek
anlayamadığımız tarzda iki sene Sivas'da tutuldu. 2. Meşrutiyetin ilânı üzerine
dava sükût ettiğinden olacak Salih Hulusi Paşa'yı İstanbul'da görüyoruz..
Derhal genel kurmay 2. başkanlığı uhdesine tevcih edildi. Tabii bu aralarda
rakipleri hakkında çeşitli düzmece jurnaller hazırlıyarak onların çeşitli
zulûmata maruz kalmalarına sebeb olanlar yâni İzzet Holo ve Fehim, Kabasakal
Mehmed Paşalar, Ali Şâmil gibilerinin defteri dürüldüğünden mazlumlar
Dersaadet'e ve görevlerine dönebilmişlerdi.
Nâzım Paşanın görevden
çekilmesi münasebetiyle korgeneralliğe nasb olunan Salih Hulusi Paşa 2.Ordu
kumandanlığına tâyin edildi. 3l/mart hadisesi çıktığında 3.Ordu kumandanı;
Mahmud Şevket Paşa ile haberleşmek suretiyle çeşitli sınıflardan teşkil olunan
askeri birlikleri Şevket Turgut Paşanın komutasında İstanbul'a gönderdiler.
Mahmud Şevket Paşa ile Lüleburgaz istasyonunda bindiği trende buluşan Hulusi
Paşa Ayastefenos(Yeşilköy)a kadar konuşa konuşa geldi ve aynı trenle Edirne'ye
dönerken M.Şevket Paşa herhalde yat kiübde yapılacak Hakan'ı tahtdan indirmenin
gayriresmî toplantısına katılmak üzere burada trenden indi. Salih Paşa'nın
Edirne dönüşü, gerek Adana'da husule gelen karışıklıkları teskin için
gönderilecek askeri birliğin gönderilmesi ve Edirne'nin içinde bulunduğu
olağanüstü ahval münasebetiyle 17 bin askerin ücretleri verilerek
memleketlerine gönderilmesi esnasında görev başında olması gerekiyordu
bahanesini ileri sürerler. 15/nisan/1909'da Müşir Edhem Paşanın boşaltmış
olduğu Harbiyye nazırlığına, Salih Hulusi Paşa tâyin oldu. Daha sonra kurulan
H.Hilmi Paşa kabinesinde de görevinde ibka olundu.
O sıralarda orduda
rütbe ve makamlar için yapılan yeni tanzimde korgenerallik rütbesini bulunduğu
makama bakılmadan tuğgeneralliğe tenzil edildi. 31/mayıs/1910'da Hakkı Paşa
kabinesinde Bahriye nazırlığına getirildi. Aynı yılın lî/ekim'inde kendi
isteğiyle bahriye nezaretinden çekildi. Daha sonra da Gazi Ahmed Muhtar Paşanın
meşhur Büyük Kabinesinde ve Paşanın ısrarı üzerine 6/ağustos/1912'de nafıa
nazırlığını üstlendi. Ancak bu nezareti kabinenin 16/ekim/1912'de düşmesi
münasebetiyle bitmiş oldu. Gazi A. Muhtar Paşa kabinesinin arkasından teşekkül
eden Kıbrıslı Mehmed Kâmil Paşa kabinesinde bahriyye nazırlığı vekâletine
getirildi. Bu sırada Balkan savaşı barış müzakereleri münasebetiyle ziraat ve
ticaret nâzın Reşid Paşa başkanlığında Berlin b.elçimiz Osman Nizami Paşa ile
birlikde Salih Hulusi Paşa askeri murahhas olarak Londra' ya gönderildiler.
Paşa bu müzakerelerde Balkanlıların Midye-Enez hattında İsrarı biz de
Edirne'nin terkine asla rızamızın olmadığı hususu iki ay bunda musir
olunduğundan antlaşma kabil olmadı şeklinde anlatmıştır bu murahhaslık
gününü.. Bütün bunlar Londra'da olurken, istanbul'da babıâlî'nin Kâmil Paşa ve
hükümetini Edirne'yi düşmana veriyorlar ithamıyla yaptığı kanlı baskın mevcud
hükümeti münkariz eyledi.
Mahmud Şevket Paşa
sadaretinde kurulan hükümet Londra konferansının heyetini sadece reis Reşid
Paşa konferans mahallinde kalmak şartıyla, geriye çağırdığından Salih Paşa
İstanbul'a avdet etdi. Paşa 1. harbin nihayet bulmasına kadar sadece ayan
meclisinde bulunan üyeliğinin gerektirdiği işlerle meşgul oldu. Bu sırada harbin
son ayında Fuad Paşanın kerimesi eşleri hanım efendiyi duçar olduğu hastalığın
tedavisi maksadıyla İsviçre'nin Davos şehrindeki sanatoryumlara götürdüğünü
görüyoruz. Fakat bu gayretler ilâhi takdire ne yapabilirdi ki Paşa'nın hanımı
terk-i hayat eyledi. Bu sırada İstanbul'da kurulan Tevfik Paşa hükümetinde
Salih Hulusi Paşaya nafıa nezareti tahsis olunduysa da, galip devletlerin,
mağlup olmuş ülkeler insanlarının, hiç bir yerde kımıldamalarına fırsat
vermeyecek bir tarzı ortaya koyduklarından Paşanın ülkeye dönmesi kabil
olamryarak işbaşı yapması mümkün olmadı. Bu hususda İbnül Emin Bey; Paşanın
tercemei hâlinde şu satırları yazdığını naklediyor: "Bu me'şum mütarekeden
sonra mağlup hükümet mensuplarına galip hükümetler tarafından hiç bir hak tanınmamış,
haric-de kalanların memleketlerine avdetlerine müsaade şöyle dursun telgraf
veya mektup ile haberleşmelerine bile müsaade edilmemiştir. Vatan da neler
olduğuna dâir sekiz ay kadar haber alamamişımdır."
Paris'e sulh
müzakereleri için pek kalabalık bir heyet ile gelmiş bulunan sadnazam ve aynı
zamanda hariciye nazırlığını uhdesinde bulunduran, Damad Ferid Paşa bir
ingiliz ve Fransız yarbayının refakatiyle Lozan'a ve İsviçre'de bulunan şehzade
ve sultanları alıp İstanbul'a götüreceğini ifade eden ve bir gazetede
yayınlanan demecini okuyan Salih Paşa he-
men Lozan'a koşup
sadnazamla görüşdü. Pek riayetkar davranan sadnazam paşa İstanbul'a dönüşümde
kabinede bazı değişiklikler yapmak istiyorum. Size de bir nezaret vermek
istiyorum. Böylece siz de burayı suhuletle terkedebilirsiniz dediğinde Paşa, bu
teklifi kabul etdi. Daha sonraki yirmi gün Paşa'yı İsviçreden kurtaran zaman
dilimi olmuştur. Böylece de 21/temmuz/1919'da bahriye nâzın olarak İsviçreden
kendini kurtaran sandalyeye erişmiş oldu. Bu durumu ben şahsen Damad Ferid
Paşanın hasenatına yormak istiyorum. Feriklikten yâni korgenerallikten,
tuğgeneralliğe tenzil edilen rütbesi o günlerde yine korgenerallik rütbesine
irtika olundu. Bu müddet 20 sene kadar sürmüştü. Ali Riza Paşa kabinesi
esnasında Salih Hulusi Paşa aynı nazırlığı muhafaza etmişti.
Salih Hulusi Paşa
demekte ki: "..kabinenin teşekkülünden sonra toplanan meclis-i vükelâda,
Ferid Paşa'nın zamanında Anadoludaki kuvay-i milliye ile İstanbul'un büsbütün kesilen
münasebetleri, ülke menfaatine uygun olarak düzeltilmeli idi. Bu düzeltme
işlemi için karar alınmış, kuruldan birilerinin M.Kemâl Paşanın yanına
görüşmek üzere hemen Ali Rıza Paşa'nın gitmesi tensib olundu. Randevu Amasya'da
buluşmak idi. Bunu temin için Samsun yoluyla oradan Amasya'ya geçdi.
Buluştular ve üç gece süren müzakereler oldu. Rauf Bey ile Bekir Sami Bey ve
M.Kemâl Paşa ve de Ali Rıza Paşa, her noktada anlaştıklarını belirten bir
protokol imzaladılar. Bu protokol iki nüsha hâlinde tanzim edildi. M.Kemâl
Paşanın nutkunda bu ibareler mevcuddur. Yine Samsun yoluyla İstanbula avdet
olun du."
Ancak bu arada da, Ali
Rıza Paşanın devri sadareti miadını doldurdu ki istifası Padişah Vahideddin'in
önüne kondu. İstifa kabul oiunup hemen teklif Ahmed Tevfik Paşaya yapıldı.
Fakat ihtiyar devlet adamı red etti. Bunun üzerine Başkâtip
Ali Fuad Bey vâki
tavsiyesi sorusuna ya istifayı red edin veya Ahmed Tevfik Paşaya ısrar edip
sadareti kabul ettirin o da olmazsa Salih Hulusi Paşa'ya mührü hümayun tevcih
olunsun, şeklinde cevap verdiğinde ve bu cevaplarda Padişah, Damad Ferid
Paşa'nın adının telaffuz edilmediğini gördüğünde şimdi mesele ortaya çıktı
herkes gibi sizde Ferid Paşa'yı istemiyor- sunuz Başkâtip Bey, sözü ile
eniştenin sadaretinin gönlünde yattığını açığa çıkarmış oluyordu. Bunun
hikâyesini Ali Fuad (Türkgeldi) Bey şöyle anlatıyor:
"..Salih Paşa
sadaret için çağırıldığını anlayınca ağlamağa başlayarak asla kabul
etmeyeceğini ifade etdi. Ben de; vaziyetin pek vahim olduğunu eğer kabul
etmedikleri takdirde vazifenin Damad Ferid Paşa'ya verileceğini o zamanda
çıkacak kötülükleri ortaya serdim. Huzura çıktı, orada da bir hayli tereddüt
etmişse de Tevfik Paşa'da huzurda olduğundan her halde emniyet gelmiş olacak
ki kabul ettiğinde Padişah beni çağırttı ve hattı hümayunu hazırlatma emrini
verdi. 8/mart/1920'de mührü hümayun elinde olduğu halde babıâlî'ye gelerek
kendisi ve şeyhülislâm Hayderizâde İbrahim Efendi ile birlikte hattı hümayunu
getirmemi beklediler. Arz odasında Rıfat Bey tarafından okunan hatt-ı hümayundan
sonra tebrik merasimine geçildi."
Kabine aşağıdaki
listede buluna zevatdan teşekkül etmişti: Bahriyye Nezareti Sadnazam uhdesinde
Hariciy " " Safa Bey
Dahiliye " " Hazım bey
Harbiye " " M.Fevzi (Çakmak)Paşa
Maarif " " Şuray-ı devlet reis vekilliği zamime-
ten Abdurrahman Şeref
Bey Adliyye " " Celâl Bey
Evkaf " " eski şeyhülislamlardan Hulusi
Efendi
Nafia " " ; Maliye nezareti vekilliği inzimamiyle
Tevfik Bey
Tic ve Zi " " Defteri Hakanı Eminî Ziya Bey
Bu kabineye üç gün
sonra; şuray-ı devlet reisliğine adliye eski nazırlarından Cemil Molla mâliye
nezaretine bakanlık müsteşarı Faik Nüzhet Bey, kabine atanmasının altıncı gününde
Bahriyye nezaretine askeri mektepler eski müfettişi Ferik Es'ad Paşa getirildi
ve Sadrıazam uhdesine almış bulunduğu nezareti bırakma feragati gösterdi.
İşte; İstanbul'un 16/mart/1920'de kanlı bir baskınla işgali, bu sadaret sırasında
vukubuldu İşgalin yapılacağı hakkında bilgilendirme, Fransa sefareti
baştercümanınca saraya, İngilizlerin aynı vazifedeki adamı ise babıâlî'ye
tebliğde bulundu.
Salih Hulusi Paşa
kabinesi 28 gün süren bir rüya değilse de, bir kâbus gibi geçirilen günle
sadaretini tamamladı ve istifasını sundu. Bu kabine müttefiklerin isteği olan
Kuvay-ı Milliye'yi takbih etmek teklifini ve diktesini, kabul etmemek suretiyle
vicdanen kendini, târih huzurunda beraat ettirmeye muvaffak olmuştur. Tabii ki,
bu kabinenin istifası müttefik işgalcilerin isteklerinden vaz geçecekleri
mânasına gelmeyeceğinden Damad Ferid Paşa kabinesinin üzerine kaldı. Anadolu'daki
kuvay-ı milliyeyi kötülemek, önlerine kuvvet çıkarma teşebbüslerini yapar
görünmek hatta Nemrud Mustafa Divân-i Harbi adlı bir mahkeme kurduran Damad
Ferid Paşa eğer kabinesi düşmeseydi Salih Paşayı bu divânda yargılatacaktı,
Salfh Hulusi Paşa daha
sonra 21/ekim/1920'de kurulan Tevfik Paşa kabinesinde Bahriye nazırlığına
getirildi. 2/aralık/1920'de dahiliye nâzın Ahmed İzzet Paşanın riyasetinde
kurulan ve vekiller heyeti meclisince alınan karar icabınca harekât-ı milliye
ileri gelenleriyle temaslarda bulunmak üzere giden heyetde yer almaktaydı. Bu
antlaşma teşebbüsü üç ay kadar zaman almakla beraber önemli bir netice getirmedi.
Hâttâ İstanbul'dan giden heyet, Ahmed İzzet Paşa bölümünde anlattığımız gibi
heyet mensuplarının ağrına giden muamelata da maruz kalmalarına, bir daha görev
almamaları babında istekler yapılıp bunların sözünün verildiğini ispat eder
senetler hazırlanması heyetin izzet-i nefsini zedelemiş idi.
Büyük Millet
Meclisinde saltanat ve hilafet hakkında alınan karar mucibince, 4/kasım/1920'de
bütün vekillerle birlikte istifa edenlerin arasındaydı Salih Hulusi Kezrak Paşa
.. Salih Hulusi Paşa 17/ramazan/1358 - 20/ekim/1939'da vefat eyledi. Kabri
olan Eyyüb Sultana nakli, müşir olması münase-betiylede ve eski bir sadrıazam
olarak ciheti askeriyye tarafından Gümüşsüyü mezarlığına Mehmetçiğin elleri
üzerinde gitdi. Kabir taşında, lâtin harfleriyle: "Amiral Dilaver oğiu
Sadnazam Mareşal Salih Hulusi Kezrak medfeni. Elfatiha 25/10/1939-
Salih Paşa; gerek ülke
içinde gerek avrupada pek kuvvetli tahsil görmüş hayli münevver bir insandı.
Pek yüksek bir ahlâka sahib olup ciddi, mert ve metanet sahibi bir kim şeydi.
Uzun boylu, kalın sesli, esmer biraz ağır davranan kimse olup bu ağırlığını
kibrine yorsalarda asla öyle değildi. Edeb bakımından nâdir kimselerden idi.
Meşhur mahkeme meselesi, fazilet sahibi olduğuna ve adalete taraftar olduğunu
pek bariz şekilde or taya koyar. Bu mahkeme meselesini de izah
edelim: Sultan
Abdülhamid'in 31/MART/ vak'asi münasebetiyle medhaldar olduğunu ifade etmekte
olan ve Örfi idare mahkemesinde yargılanmasını isteyen Hareket Ordusu kumandanlığı
teskeresi ile divan-ı harbî örfî nin mazbatası meclisde okununca ne yapılacağı
hususunda kimse ağzını açamamış devrin sadnazamı Hüseyin Hilmi Paşa; harbiyye
nâzın Salih Hulusi Paşaya dönüp de; ne buyurursunuz? Dediğinde, o mert adam:
büyük bir metanetle ve yüksek bir sâda ile asla caiz olmaz cevabını vererek
fazilet erbabı olduğunu bir defa daha isbat etdi. Böylece bütün he'yet-i
mahkemenin, muhakeme edelim kararını ret etdi. Halbuki Hulusi Paşa en evvel
kaimpederleri Deli Müşir Fuad Paşaya mensubiyetinden ve hakkında verilen
jurnaller yüzünden merhum Hakan'ın döneminde hayli sıkıntılar ve eziyetlere
maruz kalmış-tı. Bütün o çektiklerini hatırlayıp da oyunu kötü yolda istimal
etmedi.
Zâten Sultan
Abdülhamid; Tevfik Paşaya bir muhakeme kurulmasını ve 3l/mart vak' ası ile
alakalı olmadığının tesbiL edilmesinin gerektiğini söylediğinde, Paşa bu işi
Said Pa-şa'ya nakletmek suretiyle haberdar etmişse de, Şapur Çelebi lakablı Said
Paşa, mahkeme edilip de medhali ortaya çıkarsa gayri mesul olduğundan
cezalandırılması gayri kabildir. Amma suçsuzluğu ispat olunursa bizim halimiz
nice olur demekten kendini alamamış. Sultan Hamid'in eli olmadığinı İttihat
ve Terakkinin ruhu olan Talat Paşa dahi defalarca dile getirmiştir.
İbnül Emin Bey merhum
şöyle söylemekte: "Göztepe'deki evine bazen giderdim. Ziyaretimden pek
memnun olurdu. Hakkettiğimin pek üzerinde hürmet göste-rirdi. Çektiği çileleri,
sürgün olduğu günleri uzun uzadıya anlatırdı. Son zamanlarında bir hizmetçi
kadın ile adetâ fakirane bir hayat yaşadığına şahid oldum, pek üzüldüm. Ziyaretlerimden birînde sokak
kapısını kendi açtı. Bir şeyler içirmek şart, içirmemek ayib olduğundan ve
hizmetçisi bir yere gitmiş olduğundan bir şişe maden suyu getirip içmemi rica
etdi bu hai-den büyük üzüntüye kapıldım."
Bir gün şunu ifade
etdi: "Ben mahrumiyetden kederlenmem. Herhâli hoş görürüm eskiden
şöyleydi şimdi böyle demem, bin lira ilede geçinirim yüz lira ilede
geçinirim."
Paşa eski kanuna göre
mütekaid olduğundan maaşı ancak üsteğmen maaşına denk geliyordu. Bu yüzden
üsteğmen kadar maaş aldığını ahbablarma anlatmak için beni tebrik edin
mülazım-ı evvel oldum dermiş. "Salih Hulusi Paşa, askerlikçe
yetişmemişti. Sivil malumatı, kudret-i askeriyyesinden hayli fazlaydı. Şark'da
bir manevra esnasında kumandan, manevraya dâir zabitlere uzun tenkidde
bulunurken, Salih Paşa sükût etmiş. Bir zabit ise, kumandanın tenkidlerinden
daha ziyade Salih Paşa'nın sükûtundan istifade etdik demiş." Bu anekdotu
da Ali Fuad Paşa'nın ifadesinden naklettik.
Dâmad Mehmed Ferid
Paşa'nın sadaretinin 2. bölümündeki ilk, diğer bir deyimle 4. sadaretinin ilk
gününde Meclis-i Mebusan ingilizlerce basıldığında aşağıda adlarını okuyacağınız
asker ve sivil eşhas önce Bekir Ağa bölüğüne daha sonra da, Malta Adasına
sürgün edilirler. Bunların bir kısmı Ermeni tehciri ve Ermeni kalkışmalarında
onların isyanını bastırmaya çalışan mülkî ve askerî erkânda mahkeme edilmek
üzere bu sürgünlerin arasında mütalaa edilerek mahut Barklays kışlasına
nakledildiler. Târihimizin ancak hatıratlar vasıtasıyla haberder olabildiği bu
müthiş günleri ve vak'ayı aşağıya almayı çalışmamızın vazgeçilmez bir fenomeni
olarak gördük ve sahifelerîmîzi süsledik.
Malta Adası 1.Cihan
muharebesinin .apayrı bir cephesidir. İnglİzler'in bu adayı bir sürgün yeri,
bir ceza evi gibi kullanması yeni bir buluş değildir. Fransızların ünlü
Napolyon Bo-napart'i iki sürgün yaşam^ bunların ikisinde de adalar meskeni
olmuştu. Birinci sürgününde Elbe Adasından firarı başarıp da, iktidara yeniden
geçmeyi bilen Napolyon, Rusya bozgunundan sonra gönderildiği Saint Helen
adasındaki ihtilât-tan men edildiği 2. sürgününde kısa zamanda hayata veda
etti. Bu da göstermektedir ki adaların sürgün yeri olarak seçimi olağandır.
İngilizlerin; harp
sahasının orta alanındaki bir ada'yı yâni Malta Adasını tercihleri, her halde
burdaki menfaların hayatlarını bir nevi rehin olarak kullanma taktiği olduğu
nazarı dikkatten kaçmamalıdır. Değerli okurlarımız; "Cihan harbinin
galibdir bu yolda mağlub" sözünü tam manasıyla hakketmiş bulunan Osmanlı
ordusu bu savaşa, müttefiklerinin, kazanma hususunda hiç bir ümid
taşımadıkları esnada, dâhil olmuştur. Kıyametin kendi başlarında kopacağının
habersizliği veya umursamazlığı içinde dalınan bu hengâ menin Malta
sürgünlerimiz kafilesinde bir nomerolu şahsiyet Ali İhsan Sa-bis Paşa olmuştur.
Adını verdiğimiz paşanın neden bir nome-ro olduğunun sebebini arz edelim: Ali
İhsan Sabis Paşa; İngilizlerin en önemli kumandanlarından ve bu günkü İsrail
devletinin teşkilinde en mühim rol sahibi olan kişilerin başında gelen,
general Allenbi'yi en fazla uğraştıran kumandan olma-si, yahudi muavenetçisi
ingilizin kininin hedefine girme sine yetmişti... Kudüs zor da olsa
müttefiklerin eline geçmiş ve bizim ortaklarımız olan Alman ve Avusturyalılar
dahi bir hristiyan olarak sevince gark olmuşlardı. Mağlup ordumuzun kumandanı
meyus ve bitap olarak, Haydarpaşa tren istasyonunda, kompartımandan indiğinde
karşısında işgal kuvvetlerinin intellejans servisi elemanları destekli bir
mangayı buldu.. Yanı-nda yaverleri ve hizmet erleri olmasına rağmen, onlara
herhangi bir zarar gelmesin diye teslim oldu. Çünkü hasm-ı biâmanı Allenbi;
işgal kuvvetleri İstanbul karargâhına gönderdiği bir mesajla, mezkûr paşanın
apayrı bir muameleye tâbi tutulmasını rica etmişti...
Hakikaten daha sonra
şahid olunmuştur ki gerek tevkifi sırasında gerekse kapatıldığı yerde
kendisine olsun, vefakâr emirberine olsun hiç kimseye yapılmamış insanlık dışı
davranışlar sergilendi. Ancak Sabis Paşa; dâima yapılanları protesto etti.
İlk andan son kaçtığı güne kadar boyun eğmedi. Onların yaptıklarını dâima
yazılı ve sözlü beyanlarıyla en şe-did şekilde cevapladı. Kendilerine yapılan
muameleyi olağan bulan bazı zevatta, memnuniyetlerini belirtir mahiyette beyanlarda
bulunurken, Ali İhsan Paşa'ya ise pretostocu lakabını takmak fezahatinde
bulundular. Umulur ki, paşaya reva görülen özel muameleden bihaberdiler!
Malta Sürgünleri adlı
eserin sahibi hariciyecilerimizden Bilâl Niyazi Şimşir bey'in kitabının 343.
sahifesindeki şu satırlara yer vererek Ali İhsan Sabis Paşa'ya dâir
naklettiklerimize son verelim: ".Protestoları hiç bir sonuç vermedi.
Londra Konferansından sonra bir kısım sürgünler serbest bırakılırken o (Sabis
paşa) yine Malta'da bırakıldı. Yargılanacakların başında yer alacaktı.
Pençelerine düşmüşü. Irak cephesinde İngilizleri çok uğ-raştırmıştı, ne var ki
İngilizlerin mahkeme etme hesapları suya düşmüştü. Çünkü; Paşa onbeş arkadaşı
ile sürgünler adası Malta'dan kaçmayı başarmıştı.
Bilâl N.Şimşir bey bir
tesbit olarak şu ifadeyi kaleme almaktan kendini menedememiştir:
"..İttihat ve Terâkki gurubunun bütün dağınıklığına rağmen kaçış
organizasyonunda gösterdiği başarının büyüklüğü gün gibi aşikardır."
Hakikaten Ali İhsan Paşa da, hatıratında kaçmak için kafa patlatırken
ittihatçı eski nazırlardan Kara Kemâl'in komiteci ruhu ve kafası imdadımıza
yetişti" cümlesiyle yer almıştır. Malta Adasının sürgün adası olması
insanların bu ada da başıboş dolaşmaları anlamına gelmemelidir. Burada; Vardala
Barklas kışlası adı verilen 15. yüzyıl mimarisi, iki katlı, iki blok hâlinde
uzunluğu altmış metre, eni yirmibeş metreyi bulan hapishane olarak kullanılan
bir bina vardı. Her ne kadar hapishane olmakla beraber, kışla denmesi daha bir
tercih edilmişti. İngilizlerce muteber kimseler, bu yapının içinde yer alan,
müstakil odalarda göz altında bulunduruyorlardı. Son dönemlerinde renkli ve
tutarsız davranışlarıyla beyanlarına artık pek önem verilmeyen Cemâl Kutay'm,
Malta sürgünleri arasında bulunan teşkilât-ı mahsusanın kuru cusu Kuşçubaşi
Eşref Bey (Sencer) hakkındaki, bilgilendirmesinden bizim inandığımız bir bölümü
satırlarımıza meâlen derci vazife bildik:
"Kuşçubaşı Eşref
Bey yanındaki kırk arkadaşıyla olduğu halde Suud kuvvetlerinin yirmibeşbin
(25.000) kişilik gurubu ile karşılaşır. Amansız bir savaşa tutuşurlar. Muhterem
okurlar yanlış okumuyorsunuz, Eşref Bey'le arkadaşları, Şerif Hüseyin'in oğlu
Suud'un askerleriyle ölüm kalım savaşına girer ve Eşref Bey çok ağır yaralanır
peşinden de esir düşer. Kas-r'un Nil kışlasında tedavi edilir.
Hayati tehlikeyi
atlattıktan sonra İngilizler tarafından Maltc sürgünleri arasına ithal edilmek
için İsmailiye vapuruna bindirilip, İngiliz savaş gemilerinin koruması
altında, Vardale Barklas kışlasına götürülüp bir odaya konur. 1. Cihan harbinin
ünlü Alman denizaltisı olan Emden'in süvarisi, Von Mül-ler'de oradadır. Zâten;
burada sadece siyasi ve askeri şahsiyetler bulunmayıp, tanınmış ihtilâlciler,
fikir sahibi ve milli liderler gibi nice kimseler bulunmaktaydı. İstanbul'da
toplanan, Mecfis-i Mebusanı kapattırmak emeliyîe, Ankara'dan gelen arzusunda
başarıyı yakalayıp, meclisin basılmasını temin eden Rauf bey (Orbay) ve meşhur
Kara Vasıf bey'de Malta'ya getirilmişler arasındaydı. Rauf bey'in bu
provakas-yonu TBMM'nin teşekkül etmesinde en büyük âmil olmuş bulunmaktadır.
Çünkü; işgal kuvvetlerinin bulunduğu bir şehirde meclisin fonksiyonunun ne
kadar hür olabileceğini tartan akıl sahibi vatanseverler çeşitli yollarla
Ankara'ya ulaşarak hizmete koştular.
Osmanlı tebası olarak
Malta sürgünleri adını alan ilk zevata geçmeden şu tesbiti okurlarıma
duyurmayı vazife addediyorum. Aziz milletimizin dünya yüzünde hasbetenlillah
dostu yoktur. Dostu ancak inançları, piyadeyse tüfeği, topçuysa topu,
muhabereciyse cihazı ve ilânihaye kullanacağı araçlar, gereçler ve silahlandır.
Bakınız daha 1. cihan
savaşma katılmamışız. İtalyanlar bir gemide yaptıkları arama esnasında 2.
Meşrutiyetin ilânına sebeb olan dağa çıkma hadisesinin failleri Enver ve Niyazi
bey ikilisine katılan üçüncüsü olan meşhur Ohrili Eyüb Sabri bey'i, Eczacı
Kâzım bey'i, tüccardan Hacı Tevfik bey'i yakalayıp İngilizlere teslim ederler.
Savaşa katılmadan savaş esirlerimiz Vardala Barkias kışlasına konurlar. Yeri
gelmişken de Malta sürgününü yaşamış bulunan zevatın bilebildiğimiz kadarıyla
adlarını sahifelerimize kaydederek tarih sayfalarındaki yerlerini elinizdeki
eserde de almış olsunlar: Ali İhsan Paşa (Sabis), Hâli) Menteşe (meclis-i
mebusan 2.reisi), Rahmi bey (İzmir valisi), Ali Fethi (Okyar eski
başvekillerden), Zeki ve Memduh beyler (eski valiler), dahiliye eski
nazırlarından Hacı Adil bey, maarif eski nazırlarından Şükrü bey,
İttihatçılara şeyhülislâmlık yapmış olan Ürgüblü Hayri Efendi efendi, yine
dahiliye eski nazırlarından İsmail Canbulat, iaşe nâzın Kara Kemâl, yine eski
valilerden Muammer bey ve Reşid Paşa ile Mustafa Abdülhalik (Renda-TBMM
reisliğini en fazla sürdüren zat), Enver Paşa'nın babası sürre alayı reisi
Ahmed paşa^ Mümtaz bey, Lâzistan mebusu Sûdi, Hammal Ferid, Hüseyin Cahid
(Yalçın), Ziya Gökalp, Süleyman Nazif ve de 1.cihan harbine giren kabinenin
sadrazamı Sâid Halim Paşa da Malta sürgünleri arasındaydı.
Toplu firarın
hikâyesine gelirıce kaynağımız yine Ali İhsan Sabis paşa oluyor. Paşa diyor ki;
."..Kaçışı Basri
bey planlamıştır. Rıfki bey adlı bir zatta yardımcı olmuştur. Ankara
hükümetinin Roma mümessili Cami (Baykut) bey ile Cenevre'de bulunan maliyeci
Câvid bey durumdan haberdar idi. Bu işe beşbinikiyüz ingiliz lirası (bu günkü
paramızla 1 7/mayıs/2000 tarihi itibarıyla:
dörtmilyar-sekizyüzellialtımiiyonikiyüzellibinlira-4.856.250.000) harcanmıştır.
İtalyanlarında bu kaçışa yardımcı oldukları beyan edilmektedir. Bu kaçış
harekâtında; Rauf ve Vasıf beylerin yer almaması dünya târihinde büyük bir önem
arzeder. Bu zevat "KAÇMAYACAĞIZ" diye İngilizlere söz verdiklerinden,
sözlerini yerine getirmenin şerefini taşımışlardır.
Fakat bu seferde,
ingilizler bu ikiliye sıkıntı verme yolunu denemeye başlamışlardır. Ancak
bunların bırakılacağı kesindi çünkü İngilizler kendilerini bağlayıcı beyanlar
yapmışlardı.
İngilizler; Malta'dan
kuş uçmaz derken, önce iki kişinin dan; sonra yâni 6/eylül/1921 günü aşağıda
isimlerini koyacağı mız onaltı kişi ki; Ali İhsan Sabis Paşa, Sabit bey, Nevzat
bey Bedreddin bey, Mâcit, Muammer, Gani,Ahmet, Memduh, Faik, Şükrü ve Fevzi
beylerle Mahmud Kâmil Paşa, Kara Kemâ bey, Tahsin bey vede Necmi beylerdi.
Tunus'dan yüklediğ sığırları, Malta'nın merkezi noktasından biraz uzağındaki limana
boşaltmak üzere gelen Trickleti adlı gemiye o gün kamptan izinli çıkan zevat
bahse konu gemiye kıyafet değiştirme suretiyle beşer kişilik gurublar hâlinde
girerler ve kendilerine özel yapılmış saklanma mahallerine girerler ve bu işlem
altı saat içinde tamamlanır.
Gemi Kara Kemâl
bey'inde gelmesiyle birlikte hareket eder. Ertesi günü İtalya'nın Mesina
limanı yakınlarında bir yere yanaşır ve firariler gemiden sahile çıkarlar.
Roma'ya gelinir ve burada Cami Baykut bey'in hazırladıkları pasaportlarla
İtalya'dan çıkarlar çoğu Almanya'ya giderlerken Ali İhsan Sabis Paşa, milli
mücadeleye katılmak arzu-u iştiyakıyla istikameti Ankara üzerine rotalandırır.
Biz burada bir hususu belirtmek isterizki, Malta Sürgünleri arasında yer alan
Mustafa Abdülhalik (Renda) Beyefendi de masonların arasında 33 derece unvanla
yer aldığı listelerde görülür. Ancak masonların bu dereceye gelmiş olanları
"kâinatın ulu mimarı insandır" felsefe-i sapikesine tutulmuş
kimselerdir. Böyle bir felsefenin meclûbu olan kişi elbette inkâr-ı uluhiyete
dalmış olduğundan namaz ve niyaz ile aralan olmaz. Buna karşılık Validem
tarafından akraba-i taallukatdan bulunan merhum Abdülhalik Bey'in 1947'de
namazını kıldığını bizzat görmüşümdür.
İşte bu zat da
Malta'dan firar edecek kişiler arasındayken, son gece rüyasında İki Cihan
Serverî Efendimizi görmekle şereflenir ve o sevgililer sevgilisinin emirleri
mucibince Malta Adasında kalıp duruşmalara çıkıp, Ermeni katliamından beraat
etmek için mahkemede isbat-i vücud etme istikametine yönelir. Böyle 33 dereceli
bir mason'un bu fevkaledikleri yaşaması gayr-ı kabil olması icâb ettiğinden bu
zat hakkındaki masonluk iddiasının, masonların meşhur ve müessir kimseleri
aralarında göstermek taktiğine karşılık, buna mukabil de, bu menhus zihniyet ve
teşkilâtın hedefinden sıyrılmayı tercih edenlerin pasif kalması sebebiyle bir
açıklama yapmamış olması dikkate değerdir.
Meselâ; eski
şeyhülislâmlardan Tortumlu Musa Kâzım Efendi mason locaları içinde konferans
verdiğini ifade etmekle beraber, masonluğun bir felsefe olduğunu bu felsefeyi
benimseyenlerin müsiümanhkla ilgisi bulunamayacağını ifade edip, hâl
böyleyken, benim gibi bu hâli idrâk eden bir kimsenin mason olması kabilmidir
sorusunu sorduktan sonra, mason olmadığını beyan etmiş olduğunu hatıriıyahm ve
Abdülhalik Bey gibilerin haklarında atfedilen masonluk iddiasını eski
şeyhülislâm gibi bir beyanname ile red ve haklarında dâva ikame edebilirdi. Bu
bir ihmal veya tenezzülsüz-iük de olabilin Doğrusunu da Allah (c.c) bilir
deyip, bu notu târih sahifesine düşmüş oluyoruz.
Dünyanın bilhassa o
dönemde en iyi haber alma teşkilâtı olan entilejans servis kayıtlarında bu
firar nasıl yer almaktadır. İngiliz belgeleri üzerinde yapılacak bir
araştırmanın getireceği netice bizim bildiğimiz hususata ne renkli bilgiler
ilâve edecektir ki bunu bir Allah bilir, birde erbabı bilir.
Mustafa Kemâl Paşanın
çok geniş bir selahiyetîe Anadolu nizamatını tesis görevi adı altında ül keyi
düşman boyunduruğundan kurtarmak için padişahça gönderildiği artık herkesin
kabul ettiği hakikattendir. Bu minval üzere M. Kemâl Paşanın daha Samsun'un
Havza kasabasındayken haklı olarak İzmir işgalini protesto eden beyanları ve
davranışı, İstanbul ile 9. ordu kıtaatı müfettişi arasında ortaya çıkmasını
gerektiren vesileydi. Sultan Vahideddin'in; İttihatçılara olan tutumu herkesin
malumudur. Mustafa Kemâl Paşa konuştuğu her yerde ve herkese bu çalışma içinde
ittihatçıların bulunmadığını temine çalışması kendisinin padişahla aynı
zaviyeden baktığını gösterme hususunda hayli İşe yarıyordu. Mustafa Kemâl Paşaya
verilen selâhiyetnâme şimdiye kadar kimseye verilmemiş derecede geniş ve tesire
sahibdi. İntelejans servis Malta'ya gönderdiği osmanlı münnevver ve bâzı devlet
ricalinin kısm-i âzaminin ittihadçı olmasından elde edeceği kendine mahsus
kân, ingiliz arşivlerindeki olması muhtemel hakikate vukuf kesbetmeden
kestirebilmemiz kabil görülmemektedir.
Ancak Malta sürgünleri
arasında yer alan Ahmed Agayef veya Ağaoğlu Ahmed bey diye bilinen zat, tabiiki
ittihadçıia-rın" içinde yer almıştı. İstanbul'da savaş suçlusu damgası ile
işgal kuvvetlerince tevkif olunmuş, bir müddet sonra önce Mondros'a daha
sonrada Malta kışlasına tıkılmıştır.
Bu fikirlerini
savunmada mahir adam şu dilekçesiyle ingiliz işgal kuvvetlerine daha doğrusu
Amiral Galtroba müracaatla şunları ifade eder: "Ekselans! Haftalardan
beri çile dolduran ve bu çilenin sonunu göremeyen bir tutuklunun bu dilekçesini
sonuna kadar okumanızı adalet ve insanlık adına rica ederim" Ağaoğlu Ahmet
beyin bu müracaatıyla İngilizler ile lütuf değil hak arayan bir ferdin
çatışması ortaya çıkar. İngilizlerin ikiyüzlülüğünü ortaya sermeye çalışan
Ağaoğ-lu'na bunlar cevap verme yerine hakkında dosya tanzimine giderler ve
cemaziyelevvelini ortaya çıkarmağa başlarlar. Malta sürgünleri içinde dosyası
en kalın adam olmuştur. Bir çok Azerbaycanlıya parmak ısırtan milliyetçiliği
Türk ordusunun çekilmesinden sonra ülkesine İngiliz desteğini sağlamaya
çalışanların enbaşında gelen kişi olduğu görülür. Yâni ingiliz himayesini
Azerbaycan üzerine çekme gayreti içinde olan Ağaoğlu Ahmet İngilizlerin
Ruslarla münasebetini baltaladığını anlamamış olmalıki, taraftan olduğu
gurubun yüksek komiserliğini, kendisini tevkif ettirmesini anlayamıyor. İngilizlerin
kendisini Almanlara satılmış olmakla suçlamasını, Ermeni olaylarında yer aldığının
iddialarını çürütmeye uğraşır fakat Malta'yi boylamasını engelleyemez. İngiliz
entelejiyan-sı; kendilerinin ikiyüzlü olduğunu ispata çalışan Ağaoğlu için şu
raporu tanzim ettiler: "Musevi kökenli bir tatardır. Genç yaşında Ohrana
örgütünde kışkırtıcı ajandı. 1904 Ermeni olaylarına karıştı.
Panislamist
propogandacılığı yüzünden Rus hükümetince suçlandı, Türkiye'ye gitti. İslâmlığa
hizmetleri dolaysıyla ihti-iâlde-meşrutiyette osmanlı vatandaşı oldu. Alman
yanlısı ve" Siyonist "Jön Türk"de gazetecilik yaptı. İttihad ve
terakkinin önemli üyeleri arasına girdi. Savaş içinde Almanlarca beslendi ve
müttefikler aleyhine sert makaleler yazdı. Kafkasya'da bolşevik çalışmaları
için. Aleyhinde kesin suç yaptı. 29/mart/1919!da iki Türk Kafkasya'dan 25
milyon ruble getirdi. Yarısı onun içindi, yarısı da bolşevik çalışmaları için.
Aleyhinde kesin suç delili yok. Ama pek kötü bir tiptir." Böyle bir
raporun ne kadarı doğru ne kadarı iftiradır bunu da düşünmek gerekir. Fakat
ebedi muhalif Mevlânzade Rıfat bey "Türk İnkılabının İçyüzü" adlı
çalışmasında bu raporu kendisine istinad edinerek Ağaoğlu'na hayli
yüklenmiştir. Netice-ten İngilizler kendilerine engel olacak güç olarak yine de
ittihatçıları görmüşler demek pek yanlış sayılmaz. Bu yüzden onları temizlemiş
Malta adasına tıkmış fakat bunların bu takımıyla baş edememiştir.
Malta sürgünleri
arasında ittihatçıların kabinesinde Şeyhülislâm olarak bulunmuş kıymetli
fakihlerden ürgüblü Hayri efendi'de savaş kabinesinin şeyhülislâmı olmasından ve
bilhassa "Cihad Fetvasını" vermiş bulunduğu için sürgünler arasında
en acı muameleye tâbi tutulanların arasında yer almaktadır. Evet; verdiği
fetva her ne kadar savaş sırasında Osmanlı devletine bir fayda getirmemişse de,
gerek avrupa topraklarında yaşayan müslümanlarda, gerekse de dünyanın diğer
bölgelerinde ve de en fazla İngiliz sömürgelerinde savaştan sonra meydana
gelen isyan, kalkışma, bağımsızlık taleplerinin kökünde bu fetvanın
bulunacağını İngilizler anlamışlar ve imza sahibine eziyetlere duçar edilmesi,
bir intikam ameliyesi olarak düşünülebilir. Çünkü tabiblerin Hayri efendi ağır
hastadır. İngiltere'ye naklini rapor etmelerine rağmen gizli"servisler ve
İngiliz hâriciyesi raporları geçersiz kılacak bürokrasi hareketleriyle Cihad
ateşleyicisini ölüme doğru itti. Tutundukları en sağlam dal İse; Hayri
efendi'nin Malta'da hapsedilmesi hususunun Türk hükümetinin istemi ve devam
etmesi taraftarı olduğuna tutunmaları idi. Buna karşılık Malta valiliğinden
Londra'ya yazılan bir teskerede, "her an ölebilir. Kanımca, Malta da
tutsak ölmesi hiç arzu edüir şey değildir. İstanbul'a geri gönderilmesi yada
avrupaya yollanması için yetki rica ediyorum. Yazı arkadan gönderilecektir.
Malta valisi Plumer cidden efen-dinin hastalığına endişeyle yaklaşıyordu. Buna
karşılık İngiliz dışişleri acımasızlığını sürdürmekle beraber, Osmanlı
topraklan üzerinde işgal bambaşka bir vaziyet ile karşıkarşıya gelmekteydi.
Damad Ferid Paşa hükümeti iktidara bir daha dönemeyecek şekilde düşerek siyasi
hayattan menkup olmuş,
buna karşılık Anadolu'da ve Trakya bölgesindeki direnme gücü, TBMM'nin
organizesiyle istik-lâliyetini tahsile kararlı bir tutum sergiliyordu.
Milletler arası savaşlarda olsun, iç savaşlarda olsun her iki tarafın elinde
bulundurduğu esir ve rehine gurupları birer tehdit vasıtası sayılır. Malta
mahpusları bir rehineden başka bir şey değildiler. Halbuki başlayan direnişin
inkişafı rehine silahını adetâ hiç mesabesine indirdi. İngilizlerin Londra
cenahı tam ayila-mamakla beraber işgal topraklarında vazifeli olanlar işlerin
çetinleştiğini, üç-beşyüz rehine tehdidinin, çığ gibi gelişen irade birliğini
durdurmaya yetmeyeceğine idrak ettiler. 1920 senesi kasımında Amiral dö Robeck,
şeyhülislâmın hastalığından dem vurarak, Lord Kurzon'a sizce İstanbul'a gönderilmesinde
bir mahzur yoksa müsaade edilmesi yeğ tutulur mealindeki mesajıyla Hayri
Efendiye iyilik yapmış oldu. Kur-zon'un bu mesaja cani sıkılmışsa da, Robeck'e
verdiği cevap ".sizce mahzuru yoksa bizimde bir itirazımız olmaz"
meâlin-deydi. Böylece Kurzon siyaset adamı olarak, amirale hayır dememeyi uygun
görmüştü. İngilizler valizini hazırlamasını söylediklerinde eski şeyhülislâmın
önüne bir senet uzattılar. Senet basitti, artık siyasetle uğraşmayacağına dâir
bir taahhütname idi. Fakat beklenmedik bir mümanaatla karşılaştılar. Çünkü bu
hasta ve yaşlı adam, hürriyetin hukukuna mâ-likiyet olduğunu bilmenin şuuru
içinde yapılan teklifi red edip, "Ben; ancak hürriyetimin zorla elimden
alındığını imzamla onaylarım" diye şahsiyetinin gücünü sergiledi. Ülkeye
döndükten sonra da, imzalamadığı taahhüdü ise kendi arzusuyla uyguladı.
Politikaya karışmadı. Bir yıl sonra da vefat etti.
Eski Hariciye
Nazırının Maita'dan; "Ermeni Meselesine" teması Malta sürgünleri
hakkında bir değerlendirme yaptığimızda Halil Menteşe'nin bu gün bile kıymeti
hâiz olduğu müşahede olunur. 16/ mart/1920 günü tarihli mektubunda Menteş
şöyle sesleniyordu: ".Ermeniler Balkan uluslarını taklit ettiler, ama
coğrafyalarının farklılığını gözönünde tutmadılar. Tanrı, 30 milyondan fazla
Türk'ün ve Kürdün arasına 2-3 milyon Ermeni yerleştirmişti. Ancak Kafkasya'nın
bir köşesinde çoğunluktaydı- lar. Şu halde, tabiata karşı bir savaşa
girişmişlerdi. Yıkıcı yöntemlerle azınlığın çoğunluğa hükmetmesine
kalkıştılar. Ve beceriksizliklerinin acısını çektiler. Sonra, Balkan
halklarının Ruslarla yakınlığı vardı; Ermenilere karşı ise, Rusya amansız bir
düşmandı. Rusya, Doğu Ana-doluyu topraklarına katmak istiyordu. Bunu 1915'de
müttefiklerine de kabul ettirmişti. Ermeniler bunu da kavrayama-dılar. Bugün
Ermeniler, çoğunlukta oldukları Kafkasya köşe-siyle yetinmezler ve büyük
devletlerde onların büyüklük hastalıklarını teşvik ederlerse ilk yanılgılar
daha da kötüleşecek ve Ermenilerin geleceği de tehlikeye girecektir. Büyük devletler,
isterler ise bölgenin çeşitli halklarını bağdaştîrabilecek, yarım yüzyıldır
süregelen boğuşmaları yatıştırabilecek çö-_ züm yolu bulabilirler. Coğrafi
duruma dayanan ilkelere göre Ermeni sorunu böyle çözülebilir."
Hali! Menteş'in bu
mektubu Sevr hazırlıklarının yapılmakta olduğu döneme rastgeldiğinden belki de
Ermenileri kullanabilme hususunda İngilizlerin işine yaramış olabilir, fakat
hakikaten yaşadığımız şu ikibin tarihinde Ermenilerin, sabık hariciyecinin
dediği gibi Karabağ'da kaç senedir esaret hayatı sürdürdüklerini göz önüne
alırsak tahminlerinin yaklaşık olarak tutmuş olduğunu görürüz.
Bilâl N.Şimşir
beyefendi "Malta Sürgünleri" adlı kıymetli eserinde ara başlıktaki bu
soruyu ortaya atıyor sonra da aynen şöyle cevaplıyor: "..Acaba M.Kemâl
Paşa kendisine gizli bir görev mi vermişti? Bunun içinmi durmadan İngiliz
devlet adamlarını mektup yağmuruna tutuyor ve sanki görev başında bir nâzırmış
gibi hareket ediyordu? Bu konularda herhangi bir belgeye rastlayamadık.
Görülen şudur ki; eski hâriciye nâzın, büyük bir ciddiyetle görev yapmaya
çalışıyor, İngilte-renin Türkiye politikasını yumuşatmak için gerçekten çaba
harcıyordu. Bu işi inanarak içtenlikle yapıyordu.
Unutmamak gerekir ki,
son mektuplarını yazdığı günler, Türkiye'nin en karanlık bir dönemine
rastlıyordu. Başkent İstanbul işgal edilmişti. Türkiye'ye karşı âdeta yeni bir
savaş açılmıştı. Anadolu'daki yeni Türk hükümeti henüz kuruluş günlerindeydi.
Türkiye Büyük Millet Meclisi yeni açılacaktı."(..) Böylece Lord Kurzon'u
yanlış politikasından caydırmaya şu sözlerle: "..Ekselans, yıkıcı
politikanızla, bu yiğit ve sadık Türkü ebediyyen kaybedeceksiniz... İnancım
odur ki bir modus vivendi yapılabilire çalışıyordu! Sürgünden sonra ve
cumhuriyet ilânından sonra ta 4. devreye kadar politikaya karışmayan Halil
Menteş İzmir mebusu oldu ve öldüğü 72 yaşına kadar mebus olarak yaşadı. Tabüki
Malta sürgün ve hapisliği insanların karakter ve seciyelerindeki oynaklığı sergileyen
bir mihnek taşı vazifesi görmüş olması mümkündür zira insanlar gerek bedenen
gerekse ruhen gerekse de moral olarak farklı yaradılışlardadır. Bu bakımdan
Malta sürgünleri adlı eserde yapılan tahlilleri Önemsiyoruz ve sayfalarımıza almakta
hiçbir aykırılık görmüyoruz
İzmir valisi Rahmi bey
bahse konu vazifesi esnasında yabancılara ve bilhassa İngilizlere ve de
Fransız tebâhlara pek mültefit davranmış hatta savaş esnasında İngiltere bu
valimizi teşekkür ile anıp bir beyanname göndermekten kendini alamamıştı. Öte
yandanda İstanbul Merkez kumandanı Albay Ahmed Cevat bey'e gelince onun da,
ecnebilere iyi davranmasıyla birlikte Kutulâmare'de esir alınan general
Tow-sehnd İstanbul'a getirildiği zaman Ahmed Cevad lâyık olan riayeti göstermiş
ve bundanda bahse konu İngiliz generali pek memnun kalmış ve hakikaten Malta
sürgünleri arasında yer alan Albay Ahmed Cevad bey, merkez komutanıyken
gösterdiği yakınlığın faturasını yardım istiyen bir mektupla general Towsehnde
bildirmiş ve centilmen general bu ricaya bigâne" kalmayıp, yazdığı mektupla
resmi makamlar nezdin-de. Ahmed Cevad bey'e maiyetindeki binbaşı Morland'ı da
şâhid göstererek kefaletlerini bildirmişlerdi. Ne varki dış işleri bu
hatırlatmalara, "yardımlarının maksatlı olduğu beyanıyla" cevap
verdiği görülmüştür. Neticeten Malta sürgünlüğü bir çok insanın muzdarib
olmasına, aile efradının perişanlığa düşmesine sebeb olan elim bir dönemdir.
Değerli hariciyecimiz
ve güzel kalem sahibi Bilâl Niyazi Şimşir kitabının 357. sahifesinde Mal Çan'ın
Yongası ara başlığı altında şunları yazmış: "Malta sürgünleri arasında,
Eczacı Mehmed bey adında zengin bir iş adamı vardı. Doğu illerinde büyük çapta
müteahhitlik ile ticaret işlerinde para yapmıştı. Mütarake döneminin o karışık
günlerinde de İstanbul ile Kafkasya arasında ticaret yapıyordu. En son; 2 nisan
1919 günü İstanbul'daki İngiliz makamlarından aldığı izin kâğıtlarıyla Amerika
adlı Rus bandralı bir gemiye binip Batum'a gitmişti. Oraya varınca İngilizlerce
yakalanmış, bir süre Batum'da tutulduktan sonra İstanbul'a getirilmişti. Bir
kaç ay Çanakkale'de tutuklu kaldıktan sonra, 1920 yılında Mal-ta'ya sürülmüştü.
Tutuklanması Ermenilerin jurnalleri yüzünden olmuştu. Kendisini 1915 yılında
Erzincan Ermenilerinin sürülmesinden sorumlu göstermişlerdi. Bu zengin işadamı
17/nisan/1920 günü Malta'dan İngiliz Yüksek Komiserliğine bir dilekçe yolladı.
Kısaca şunları sordu: "16.000 İngiliz lirası tutarında kömürüm vardı. Ne
oldu? Tutuklandığım sırada İngilizlerce elimden alınan çantamda 500.000 ruble
ile-, 300 Türk lirası vardı. Bu param ne oldu? O zaman bu Rus parasının değeri
20.000 ingiliz lirası tutuyordu. Şimdi değeri 300 İngiliz lirasına düşmüştür.
Kaybettiğim sermaye ne olacak?"
Mehmed bey'in
maddiyattan bahseden mektubu, numû-ne-i imtisaldi. Bu dilekçe uğradığı maddi
zararı dile getiren tek dilekçe oldu. Diğer dilekçeler, hastalık, esaretin
zorluğu, Ölüm, hürriyet gibi hususata dayanıyordu. Fakat bu öyle değil sağlam
hesaplar neticesinde uğradığı zararın bilançosunu ortaya koyuyor ve bunun
netayicinin ne olacağını soruyordu. İngilizleri hiçbir dilekçe bu kadar
şaşırtmamış, korkuya düşürmemişti. Çünkü; her bir sürgün böyle bir hesap ileri
sürüp tazminat talebinde bulunsalar ve bu talep de, sürgünlerin lehine
neticelendiğinde İngiltere ekonomisi ne hâle gelirdi? Amiral De Robek, dilekçe
sahibinin savaş esiri olduğunu öne sürüp tazminat isteyemeyeceğine etrafı
inandırmaya çalışırken kaygılanmıyor da değildi.
Fransız mareşalinin
beyaz bir at üstünde bir fâtih edasıyla İstanbul'da dolaşması, Bağdad'ın son
Osmanlı valisi ve şâir-edib Süleyman Nazif bey'in gayret-i diniyye ve
vataniyesini satırlara döküp, işgal altındaki İstanbul matbuatında yayımlatması,
efrad-ı milletin kalbine galeyan, düşmana tepeden bakma gücü aşılamaya vasıta
olmuştu. Daha sonra saklanıp, hemen verilmiş idam emrinin uygulunabiimesini
atlatabilmişti. Daha sonra Nazif bey'de Malta'ya sürülenler arasında olmaktan
kendini kurtaramadı.
29/ocak/1921'de Malta
valisi lord Plumer'e pek uzun ve edebi tarafı olan verdiği dilekçede görev
yaptığı yerlerde hiç bir İngiliz vatandaşına zorluk göstermek şöyle dursun,
kolaylıklar temin ettiğini anlatıyor. Bağdad Valiliği görevini Harun Reşid'in
başşehrinin valisi olduğunu söyleyerek, Osmanlı valisi olduğunu gizler bir
mâna çıkarmak düşüncesinde olanlara, hemen söyleyelim ki, Süleyman Nazif bey
şaaşaalı ve tumturaklı cümleler kaleme alma merakını adetâ şifâ bulmaz hasta
gibi sürdürmekte olmasından başka mânâlara çekmek bu yiğit edib ve şâire büyük
haksızlık olur. Dilekçesinin son paragrafını, Bilâl Niyazi Şimşir'in Malta
Sürgünleri adlı kitabının, 359. Sahifesinden alıntılayalım: "..Burada
öyle bir durumdayım ki ölüm benim için bir kurtuluş olur. Burada ölmek
mutluluğuna erersem, bu olay sizin hayatınızda gereksiz yere bir leke olarak
kalacaktır. Bir gün gelecek İngiliz milleti, kendisi adına yapılan bu
kabalıktan, keyfilikten vicdan azabı çekecektir.." Sözleriyle ortaya
koyduğu tarz, yalvarma hududuna girmeme gayretini sergilemektedir.
Londra'da toplanması
mukarrer konferansa gerek İstanbul, gerekse Ankara temsilcileri davet
olunmuşlardı. Tecrübeli siyasetçiler Osmanlı topraklarında bu iki tarafın
birbirine düşeceğini tahmin etmekteydiler. Yalnız unuttukları husus şu idi.
İstanbul hükümetini temsil eden heyet, şu zevattan müteşekkil ve TBMM
ordularının, elde ettiği başarıya şükranla dualar eden kimselerden oluşmuştu.
Nitekim; Ankara murahhaslarının reisi durumunda olan Bekir Sami (Kunduh) harekete
geçmiş İstanbul murahhas heyeti ile görüş metalebinde bulunmuştu. İstanbul
murahhas heyet-i reisi sadrazam Ah-med Tevfik Paşa, İngilizler nezdinde Reşid
Paşa, italya'da sefir olarak görev yapan Osman Nizami Paşa yardımcı murahhaslardı.
Makam-ı sadarete kaimakam olarak İstanbul'da Ali Rıza Paşa nâfia nazırlığı
uhdesinde kalmak üzere getirilmişti.
İstanbul ve Ankara
murahhaslar heyeti anlaşmıştı.Ahmed Tevfik Paşa, salona önde girecek.Ankara
temsilcileri arkalarından gireceklerdi. İlk konuşmayı yapacak olan Loyd
Cor-c'un, ilk sözü Tevfik Paşa'ya vereceği kesindi. Ancak; Tevfik Paşa,
kendilerinin sözü TBMM'ne bırakmak gerektiğine karar verdiklerini söyleyecekdi.
Nitekim öylede oldu sayılır ancak şu farklaki: Oturumun bir-iki gün öncesinde
rahatsızlanan ihtiyar sadrazam solmuş bitmişti. Değil yürümek ağzını açacak
halde değildi. Konferansın toplandığında, iki kişi tarafından koltuklanarak
getirildi oturacağı mahalle yerleştirildi. Ayaklarını beline kadar
battaniyelerle sardılar. Yerinde tir tir titremekte ve terlemekde idi. Loyd
Corc kısa bir açılış konuşmasından sonra umulduğu gibi sözü sadrazama verdi.
Bütün gücünü toplayan Ahmed Tevfik Paşa; bizim diyeceğimiz Ankara'nın diyecek
olduklarıdır deyip, susdu ve yerine oturdu.
Ankara murahhasları;
reis Bekir Sami(Kunduh) bey, Hüs-rev, Yunus Nâdi, Hami ve Zeki beyler murahhas,
Dr. Nihad Reşad Belger ile hukuk müşavirlerinden Münir bey katıldı. Tevfik
Paşanın feragati üzerine söz hakkı, Anadolu adına Nihad Reşad beye düştü.
Nihad Reşad bey, meseleyi enine boyuna yarım saat içinde o kadar mükemmel bir
Fransızca ile tafsil ettiki, Fransızca bilmeyen Loyd Corc hitabenin güzelliğinden
olacak gözlerini faltaşı gibi açıyordu. Sözlerini bitirdiğinde Fransız
başmurahhası, mösyö Aristidi Biryan, Nihad Reşad beye: "Bu gün
memleketinize büyük ve tarihi bir hizmette bulundunuz. Sizi dinlerken
heyetinize, memleketimizden bir Fransız mütehassıs aldığınızı zannettim.
Verdiğiniz malumata teşekkür ederim" Dedi.Loyd Corc'da aynı istikamette
sözler sarfettİ. Hayrettirki; Dr. Rıza Nur; Nihad Reşad Belger'i, meşhur
hatıratında karalar durur!
Tevfik Paşa'nın Loyd
Corc ile başbaşa yaptığı mülakatta, İngilizin Ankara tarafına ikidebirde
sergerdeler, çeteciler demesi üzerine pek gücenen Ahmed Tevfik Paşa:
"Ekselansları benim vatanperver milletimin vatansever evfâdlanna bu
tarzda hitap etmenize asfa rızam yoktur. Konuşacak bir şeyimiz yoktur."
salondan çıkmış olduğunu, Loyd Corc'un bahçe kapısına kada arkalarından adetâ
koştuğunu oğlu İsmail Hakkı (Okday) bey, Prof.Afet İnan'ın kızı Arı İnan'a verdiği
röportajda anlatıyor.
Malta sürgünleri
hakkında Türk ve İngiliz delegeleri ilk defa bir masa etrafında toplandılar.
Ancak; masa başında İstanbul adına Mustafa Reşid paşa, BMM hükümeti adına da
Sekir Sami (Kunduk) bey oturuyordu. Lindsay, Ozborn ve Edmonds adlı ingiliz hâriciyesi
yetkili memurları karşılıklı oturuyordular. İngilizlerin; Anadolu'da esir
olarak yaşamakta olan 21 ingiliz karşılığında Malta'daki Türk sürgünlerden bir'
kısmının bırakılması müzakeresi açıldı. Bekir Sami bey; Anadolu'daki 21 İngiliz
karşılığında Malta'daki 120 Türkün takasını ileri sürdükten sonra başkaca bir
selahiyetim yoktur demesi, bir müzakere tecrübesizliğiydi. Nitekim; Bu oturumda
bir neticeye varmak kabil olmadı.
Daha sonra Ankara
Bekir Sami bey'e gönderdiği talimatta sürgünleri kurtarma çalışmalarını barışın
sonrasına bırakmayı öngördüğünü bildirmişti. Yazık ki İngilizler nasıl olduysa
bu talimatı öğrenmişler vede kendilerine göre değerlendirmeye tâbi tutmuşlardı.
Muhterem Bekir Sami bey ve heyet Ankara'dan gelen talimata rağmen yeni bir
müzakere şansı yakalama için sürgünlerin hiç olmazsa bir kısmına hürriyet
sağlamak için imkânı aramaya başlamışlardı.
İngilizler bunu da
hemen haber alıp, bu ikilikten istifade etme yolunu denemeye karar kıldılar.
Dört gün sonra yâni ll/mart/1921 günü taraflar toplandı. Bekir Sami bey aşağıdaki
isimlerin derhal serbest bırakılmasını talep etti: ".Cemâl Paşa-Cevat
Paşa-Şevket bey- Yakup Şevki Paşa- Ali İhsan Paşa- İsmail Canbolat bey-Zekeriya
Zihni bey- Ahmed Muammer bey- Süleyman Numan Paşa- Memduh bey- İbrahim Pirzâde
-Ahmed Nesimi bey- Fahreddin Paşa-Abbas Hâlim Paşa- Said Hâlim Paşa-Mithad
Şükrü bey-Mahmud Kâmil Paşa-Halil bey-Ali Münİf bey-Ahmet Şükrü bey-Ahmet
Ağa-oğlu-Tahsin bey-Mustafa Abdülhalik bey-Ali Cenâni bey- Süleyman Faik
Paşa-Süleyman Necmi bey-Ahmed Adil bey" Bu zevatın siyasi sürgün
olduklarını, herhangi bir suçlan olmadığını ifade eden Bekir Sami (Kunduk)
bey'e Mösyö Rumbold tarafından Ahmed Muammer bey, Tahsin bey ve Mustafa
Abdülhalik (Renda)'nın muhakeme edilmesinin şart olduğunu ileri sürüp, ayrıca
ciheti askeriyeden dört kişi Mal-ta'dan çıkacak fakat ülkeye dönmemek şartı
getirildi. Bu zevat, halas olur olmaz Anadolu'ya geçip M.Kemâl Paşa'ya iltihak
edecekleri kafi olan kişiler olup isimleri şöyleydi: Cemâl Paşa, Cevat Paşa,
Albay Galatah Şevket bey ve Yakup Şevki Paşa idi. Bunun antlaşması Bekir Sami
bey ile İngiliz hariciye yetkililerinden Robert Wansittar arasında imza altına
alındı.
Malta sürgünleri ile
alakalı olarak Ankara temsilcisi Bekir Sami bey ve Vansittar arasında varılan
anlaşmanın imzasından sonra 23/mart/1921'de Yunan askeri birliklerinin Bursa
ve Clşak hattında bir hayli kalabalık vede cesametli bir saldırı harekâtı
başlamıştı. Kalleş İngilizler bu saldırıdan başta işgal kuvvetleri komutanı
general Harrington olduğu halde pek büyük ümidlere kapıldılar. Harington
telgrafhaneye emir verdi: Londra'ya maruzdur. Hiçbir Türk sürgünü serbest
bırakılmasın! Aslında general İngiliz esirlerinin kurtarılmasını bu serbest
birakışda görmekte olduğundan sürgünlerin serbest bırakılmasının taraftarıydı.
Ne var ki, alayişli Yunan huruç harekâtı bu tecrübeli askeri de ümide sevk
etmiş, Sevr'i, Yunan zaferi ve tutsakların elde olması sayesinde kabul ettirmek
daha da mümkün hâle getirir fikriyatı yukardaki telgrafı çekmeye taşımıştı. Bu
telgrafda Mustafa Kemâl Paşanın imzalanan anlaşmayı kabul etmeyeceğine dâir
olan tahminini de belirtmişti. Bir bakıma imzalanan antlaşma Ankara'nın
talimatını aşan bir hariciyecinin tasarrufu idi. Ama Öte yandan da imzalanan
antlaşmaya göre İngilizler Osmanlı esirlerini bırakacak ve ardından
Anadolu'daki İngiliz esirleri bırakılacaktı. İki haf ta evvel önce imzalanan
antlaşmada oyunbozanlık yapan İngilizlere kalleş denmezde ne denebilirdi?
İkİn-. ci İnönü zaferi gerçekleştiğinde general Harington ve Sir Rumbold telâşa
kapılıp Londra'ya 40 sürgünün hemen serbest bırakılmasını âmir telgrafı
çekmişlerdi. Mart'ın son haftasında sürgünler için başiıyan yazışmalar,
30/mayis/1921de bitirilecek şekilde devam ettirilmişti. Yâni; mayısın sonuncu
günü tahliyeleri tamamlamak kararlaştırılmıştı.
29/nisan/1921 de
Malta'dan sadece dört kişinin çıkarılmasına sıra geldi. Bunlar masraflarını
kendilerinin çekeceği kimselerdi. İbrahim Saib bey, Said Halim ve Abbas Hilmi
Paşalarla, Hüseyin Cahid Yalçın bey'in yanında olan iki çocuğu hanımı ve
teyzesi olduğu halde İtalya'ya yola çıktılar. Zâten bunların içinde kurtuluş
harekâtına İştirak edeceklerine dâir bir emarede görülmemekteydi. Başlarda
verdiğimiz tafsilata uygun olarak 16 kişinin Ada'dan kaçışı gerçekleşti. Bunun
üzerine geride kalan sürgünlerin sert muamelelere maruz kaldığı bir çok
hatıratta yer almaktadır. Vardala Barklas kalesinden, Polverista kışlasına
götürülmeleri epeyice itiş-kakışa yol açtı. Ancak geride kalan zevatın üst
rütbe ve makamların sahibi olmaları kuvvet kullanımına gidilmesine müsaade etmedi.
Ahmed Emin Yalman hatıratında son vak'a için için şu sonlamayı yazmış:
"Tahkikattan sonra Alay komutanı herkeşten ayrı ayrı Özür diledi, kamp
kumandamda bu harekete katıldı. Fakat arkadaşlar bununla yetinmediler.
Kabahatlıla-nn cezalandırılmasını istediler. Mesele böylece kapandı." Ahmed
Emin bey; Malta'da olan biteni, Ankara'ya duyurabilmek gayesiyle Pâris'de Dr.
Nİhad Reşad Belger'e, Roma'da bulunan İsmail Canbolat bey'e birer mektup
postalamış! Malta Sürgünleri listemiz tam bir grosa insanı yâni 144 kişi,
diğer bir deyimle oniki düzine insan mağdur ve mazlum olarak Akdeniz'in bu
adasında vatan hasreti, yakınlarının onları merak etmesi ile dolu günler
geçirmişlerdir. Bu üzücü olayları bir gülümseme ile bitirebilmek için, Kanal
harekâtında Arabistan'da çarpışan askerlerimiz arasında bulunan daha sonrada
Ürfa mebusu olan, Şeyh Saffet Efendi'nin bir vak'asını anlatayım: "Savaşın
bir yerinde birliğimizle teslim olmak mecburiyetinde kalmıştık. Bizi bir
kasabaya götürdüler. Kerpiçten yapılmış küçük küçük kulübelere soktular. İngilizlere
esirdik amma muhafızlarımız onlara arka çıkan bir kısım araplardı. Bizi
havalandırmaya çıkardıkları günlerin birinde az ötemde millet-i arabdan fakat
bizim ordumuzda bizden yana çarpışmış ve bizimle birlikte esir düşmüş asker
muzdarib, arabça feryâd ediyor, Cenâb-ı Hakk'dan istimdad ediyordu.
Dayanamadım. Arabça seslendim: Yavaş bağır duyacak imdadımıza koşacak, bu
namussuz İngilizler O'nu da yakalayacaklar, kurtarıcısız kalırız. Yüzüme baktı
ve sustu! Kimbilir benim için ne düşündü?"
Ahmed Tevfik Paşa,
Darr.ad Ferid Paşanın infisalinden sonra Sultan 6,Mehmed Vahi deddin Hân'dan
gelen hattı hümayun ile son sadaretine başladı. Bu sadaretini 2 sene 14 gün
sürdürebildi. Çünkü Osmanlı Devletinin saltanat döne-•mine TBMM aldığı bir
kararla son vermişti.
Sultan Vahideddin
Hân'ın gönderdiği Ahmed Tevfik Pa-şa'ya gönderdiği hatt-ı hümayunu, İbnül Emin
bey'in değerli eseri Son Sadrazamlardan alıntılayarak sayfamızı süsleyelim:
Selefiniz Ferid
Paşa'nin ahvali sıhhiyesinden dolayı vuku-bulan istifası kabul olunarak
mesned-i sadaret, uhdei isti-halinize tefviz ve meşihat-ı islâmiyye dahi Nuri
Efendi uhdesinde ibka edilmiş ve kanun-u esasinin 27.maddesi hükmüne tatbikan
teşkil eylediğiniz heyet-i cedide-yi vükelânın, me'muriyetleri tasdikimize
iktiran etmiştir. Cenab-ı Kâdir-i mutlak, mesai-i masrufeniz de tevfikat-ı
celilei sübhaniyye-sini rehber ve mu'in buyursun. Amin. Bihürmet'üf seyyidül
mürseliyn.
8/Safer/1339-
2l/ekim/cuma/l337-1931
Mehmed Vahideddin
Daha önceleri
Anadolu'daki istiklâliyet mücadelesini yapanlarla temas temin babında
gönderilmiş bulunan Yüzbaşı Neşet bey avdet etmiş ve Ankara ile temasın, mümkün
olduğunu beyan etmesi üzerine meclisi vükelâ şimdiki tâbirle Bakanlar Kurulu,
tezekkur ettiği bir kararla dahiliye nâzın İzzet Paşa başkanlığında,
harbiyenâzın Salih Paşa, ziraat ve ticaret nâzın Hüseyin Kâzım bey, Kandilli
rasathane müdürü Fatin (Gökmen) Hoca, Bern elçimiz Cevad bey ve Babıâli hukuk
müşaviri Münir beyler, 20/rebiül evvel 1339/3/Ara-hk/1920'de Ankara'ya
gönderildi. Ancak antlaşmayı temin mümkün ol-madı. İzzet ve Salih Paşalar
kabineden müstafi oldular. Ancak birbuçuk ay sonra heyet-i vükelâya yine dahil
oldular.
7/teşrinisâni/1338-7/kasım/1922
sadrazamlık dâiresi (bu günkü İstanbul Valilik binası) Refet Paşa'nın umumi
karargâhı haline getiriliyor. Sadrazam dairesiz kaldı. Ayrıca Takim-i Vekayii
yayımlanması sona erdirildi. Böylece Devlet-i Osma-ni'ye ve Babıâli münhedim
(yıkılmış) ve yerine TBMM hükümeti kaim oldu.
Sultan Vahidedin
Hân'ın vatan-i terk etme mecburiyetinden sonra TBMM'si saltanatı lağvettinden,
padişah diye bir unsur mevcud olmadığından sadrazamların hatimesi olan Ahmed
Tevfik Paşa mühr-ü hümayunu yed'inde bir hatıra, nesillerine yadigâr olarak
bırakma durumunda kalmıştır.
1344/recebinin 21.
gecesi- 8/ekim/1936'da senei hicriye hesabiyle Ahmed Tevfik Paşa 94 yaşında
olduğu halde vefat etti. Cenaze namazı Teşvikiye Camiinde eda olunup Yahya
Efendi dergâhındaki nazireye defnolundu. Daha sonra da çocukları Topkapıdaki
aile mezarlıklarına naklettiler diye^bir rivayet vardır. Paşa; "Kurun-u
Vusta" yâni ortaçağ adlı tarihin mütercimidir. Eser basılmıştır. Anlatılır
ki: "M. Kemâl Paşa; Tevfik Paşayı Dolmabahçe sarayına davet etmiş. Tevfik
Paşa: pek nazikâne gönderdiği cevabda: Sultan Vahideddin Han'dan sonra artık o
saraya gitmemeğe karar aldığını, kararlarına uymayı kendine prensip olarak
seçtiğini bildirir. M.Kemâl Paşa da bu vefayı anlamış olmalı ki İsrar etmez.
Ahmed Tevfik (Okday) Paşa, 208. Osmanlı sadrazamıydı.
Büyük milletimiz, bin
yıldanberi, islâmiyetin ve insaniyetin hizmetinde, adalet, ahlâk ve nâmus-u din
ve vatan için, kendini bu güzel hasletleri yıkmak, parçalamak isteyen emperyalistler
karşısında maddi ve manevî bir mania olarak, varlığını dost ve düşmana kabul
ettirmeğe muvaffak olmuş, yüce bir millettir. Bu satırları kaleme aldığımız ve
içinde bulunduğumuz, 2002 yılı Ağustos ayı,milletimizi ve ülkemizi yutmak,
dünya haritasından kazımak isteyen, haçlı zihniyetinin ve materyalist dünya
anlayışına sahip hükümetlerin elbirliği ederek üzerimize çullananları millet ve
idarecilerinin vücud birliği ederek, dalgalar hâlinde üzerimize gelen vahşet
sürüsünün bu vahşi saldırısını çok daha önceden tahmin ederek, Osmanlı erkân-ı
harplerinin tâyin ve tensip ettiği bir starete-jik plân dâhilinde mutasavver
mukabil harekâta dâir vazife taksimini, iddihar yâni, silah, cep hane ve
melbusatı muhafaza edecek mekânlar, bunların Anadolu üzerindeki dağılımı yu
karıda söz konusu ettiğimiz Osmanlı erkân-ı harpleri tarafından tanzim olunmuş
ve bir felâket hâlinde bunların devreye sokulması hususunda maharetlerinden
istifade olunacak askerî ve mülkî ve de sivil eşhas tespit olunmuş ve yine büyük
bir gizlilik dâhilin-de bu zatlara ulaşılmış, talimatlar verilmiş, programlar
ise kendilerine ulaştırılmıştır. Hemen yukarıdaki global izahımız içinden,
erkân-ı harplerimizin dâima ileriye dönük, gelecek ahvale göre plân yapıp,
bunları sık sık gözden geçirmesi, mensubu olduğumuz mu azzez islâm din'inin
ehl-i sünnet velcemaat anlayışının dört mezhebinden biri olan Hanefi'yenİn
metoduna uygunluğunu da burada zikretmezsek, ilmî bir tesbiti atlamış oluruz.
İttihad ü Terakkinin büyük milletimizi sokmuş olduğu 1. dünya savaşının daha ilk
yılı yaşanırken yukarıda bahse konu ettiğimiz Osmanlı erkân-ı harpleri ki bunun
içine sivil devlet ricali ve enteiejansi-ya hareketlerini takip ve tesbitle
görevli teşkilât-! mahsusa mensupları, yukarıda ifadeye çalıştığımız bir
felâket hâlinde baş vurulacak tedbirleri, tâyin ve tesbit etme işlemini gerçekleştirirken
aralarında bulunan, Cumhuriyetin ilânının akabinde, müretteb İzmir Suikasd'i
teşebbüsü sanıklarından ve idama mahkum olunup, hakkındaki bu karar, 1925'de
infaz olunan Maarif Vekili Kocaeli mebusu Şükrü Bey ki, aynı zaman da ZAMAN
Gazetesinin müessisi, yâni Zaman adını ilk olarak kullanan gazetenin
kurucusudur. İşte bu zat, bahse konu erkân-ı harp planlarını yaptırtan ittihad
ü Terakki kabinesi âzası olarak Pınar Yayınlannca neşredilmiş ve ilk baskısı
tarafımızdan hazırlanmış daha sonra da 2. baskısı yapılmış fakat hangi sâikle
olduğu bilmediğimiz, ismimizin konmadığı çalışmadaki, eserin yazarı Mevlanzâde
Rıfat Bey, bu hususa işaret ederek, İttihad ü Terakkiye amansız muhalifliğine
rağmen, onların bu hususda ki tedbirli davranışlarını, Maarif nâzın Şükrü
Bey'in konuyla alakalı açıklamalarını zikretmesi, yine Damat Ferid Paşa'ya
taşıdığı bütün menfi hislere rağmen, âti'de savunmayı yönetecek müdafaa-i
hukuk cemiyetlerinin teşekkülüne ve yaygın tarzda ülkemizin her tarafında
faaliyete geçebilmesini sağlamak gayretine matuf olarak, maddi yardımları
sadece hazine-i hümayundan değil, bizzat kendi portföyünden çıkarıp,
azimsanrnayacak miktarda para yardımında bulunduğunu da ketmetmeyip yazmış
olması, şâyan-ı takdir olduğunu buradan belirtmeden geçmeği büyük bir noksanlık
addederim.
Yukandanberi söylemeye
çalıştığımız, devlet tecrübemizin kendini gösterdiği, büyük savaşın sonrasına
kendisini hazırlamış olmamız olduğudur. Bunun böyle olduğunu pek kısa olarak
belirtmeğe çalıştık, şimdi elimde, günümüzden 11 sene önce basılmış,
"Türk Kurtuluş Savaşı nın Kuvay-ı Milliye Dönemi 30/Ekim 1918-23/Nisanl920
Olaylar ve Öncüler" adıyla ve pek uzun isimle gerçekleştirilmiş bir
çalışma var. Bu kitap Sakarya vilâyeti Özel İdaresi tarafından tab ettirilmiş.
Bir mânada devlet yayını saymakda kabildir. Bu çalışmayı yapan ve bunu kitap
hâline getirenlere ne kadar teşekkür etsek azdır. Çünkü bu kitapçıklar,
târihin sahifelerine göz atacak araştırmacı ve millet evlâdına gemilere; doğru
istikamette gittiklerini gösteren bir pusulanın üstlendiği görev gibi târih
okyanusunda yol gösteren bir klavuz vazifesini de-ruhde eder. İşte biz, bu öz
fakat vefa dolu çalışmadan bazı pasajlar aktarmak suretiyle sahifemizi
süslemeye çalışacağız: "30/Ekim/1914'de, 1. cihan savaşına katılmak
zorunda bırakıldık. 30/Ekim/1918!de Mondros Mütarekesini imzaladık. Galipler
cihan da haşmet ve kudretini hak ve adaletle kucaklaştırmış altıyüzondukuz
yılla en uzun hayat süresine sahib Türk-tslâm devletini târih sahnesinden
silmek kararında idiler." Görüldüğü gibi bizim mevzuya girişteki
ihtisaslarımızı anlatan ifadelerimiz, Sakarya Vilayeti Özel idaresinin
bastırdığı eserde sh. 4'de, Târih Aynasında başlıklı yazıdan alıntıladığımız
üstteki satırların birbiriyle tetabuk etmesi, yeni tâbirle örtüşmesi, şuur
hususunda aynı pencereden baktığımızın bir örneğini gösterir. Bahse konu
çalışmadan alıntıya devam edelim: "Aslında: 1. cihan savaşı hasta adam
teşhisini koydukları Osmanlının, zengin mirasının.taksim kavgası idi. Türk
milletinin, gerçek anlamı ile müstakil devlet devri kapanıyordu. Ve
akılmantık-askeıiik ilmi-mevcud şartlar, bu Kara Kaderi mühüıiüyordu. Mizam
ordusu silahlarını bırakmıştı ve meşru sayılan hükümet; padişah ve halifesi
ile bir karşı koymanın imkansızlığında birleşiyordu." Burada bizim dikkat
çekmek istediğimiz husus, bu çalışmayı yapanların işin bu tarafında târih ve
hatıratların bize duyurduğu ve Dolmabahçe sarayında yapılan, içlerinde Konyalı
müfessir Meh-med Vehbi Efendi'ninde aralarında olduğu bir top- lantıda,
talihsiz Padişah 6. Mehmed Vahideddin Hân'ın, toplarının namlularını sarayın
üstüne tevcih etmiş düşman donanmasının insan kanını dondurucu tarzda ürperten
bu manzarayı, eliyle işaret ederek söze giren padişah, ülkemiz işgal edilmiştir.
Bu durumdan halas olmak gerekir. Ahali sürüdür. Bu sürüye bir çoban lâzımdır.
O çoban benim. Herkes benim işaretime ve yapacaklarıma dikkat ve riayet etsin
dediğin de, yukarıda adı geçen Hülasat'ül Beyan müfessiri Konyalı Mehmed
Vehbi Efendi, cesaret olmasına cesaret, ancak bir de-mogoji eseri olan şu
cevabıyla kendine ün kazandırırken, aslında bir doğruyu gölgelendirmek
fezahatini işledi. Çünkü padişahın sözünde yatan gerçek milletin idare olunması
gerektiğine işarettir. Yoksa eşref-i mahlukat olan insanı mecaz dışında hangi
akıl, hayvanların teşkil ettiği sürü, insan topluluklarına sürü diye
nitelemeyi göze alır. Bu ifadeye bağlı kalan son padişahın, başkenti işgal
edilmiş bir devletin başkanı olarak, etrafı muhat yâni çevrilmiş bulunan bir
devlet reisinin, bulduğu, bulabileceği'men fezlerden bir kurtuluş ışığım,
yakalamak yoluna düşeceğini anlamak kabildir, bu beyanından. Böylece; Sultan
Vahideddin hükümet ricali ile, İşgalcilerle yâni galib devletlerle, nasıl ve
kimleri vazifelendirerek mücadelenin yapılabileceğinin yollarını ve
vazifelendireceği kimlikleri tesbit için istişarelere başladı. Bu husus için de
hafızasın) bir yandan yoklamaya gayret gösterirken, öte yandan da politik
yaklaşım yanında, Anadolu topraklan üstünde gerçekleştirilmesi plânlanan Büyük
Ermeni projesini gerçekleştirecek çalışmalara, yazının girişinde tesbit edilen
plân istikametinde, muhayyer ve mutasavver plân meydana getirenlere
teşekkürlerini kendine vird-i zeban edinmişti.
Mustafa Kemâl Paşa
müddet-i ömründe uçağa binmemiştir. Halbuki; "İstikbâl Göklerdedir"
vecizesi, kendilerine aittir. Bu büyük keşfin mamulatina binmemesinin
hikâyesinide anlatmaya çalışalım., "Efendim; Mustafa Kemâl Paşa, eski
sadrıazamlardan Ali Rıza Paşa ile birlikte 1. Dünya savaşı esnasında
Almanya'dadırlar ve bir manevraya davetlidirler. Bu manevrada dönemin uçakları
da vazife almışlar, plânlanan vazifelerini manevra esnasında
gerçekleştirirler. Tabiiki başta davetli ecnebi ve yerli askeri zevat olduğu
halde hazır bulunanlar tarafından alkışlarla taltifata nail olurlar. Bu gösterilerden
sonra meydandaki hoperlorlardan arzu eden zabitlerin havada tenezzüh (gezmek)
için az sonra havalanacak tayyarelere binebilecekleri hakkında anons duyulur.
Cesur ve deneyci M.Kemâl Paşa hemen bu davete icabet etmek üzere, Ali Rıza
Paşadan nezaket icabı izin isteyip, binmek üzere uçaklara doğru
hareketlendiğinde, Ali Rıza Paşa da genç paşanın koluna yapışır ve
<bilmediğin ilaç başını, bilmediğin aş, karnını ağntır> darb-ı meselini
sÖyleyiverir. Bu ikaz üzerine M.Kemâl Paşa uçağa binmekten sarfı nazar eder.
Çok geçmez ki, M.Kemâl Paşanın binmek için gözüne kestirdiği uçak takla ata,
ata irtifa kaybetmeğe başlar. Ve meydanın biraz uzağında ki ormandan az sonra
bir alev ve yığın halinde duman yükselmeye başlar. Az sonra bildirilir ki, uçak
arıza hasebiyle düşmüş ve içinden hiç kimse sağ çıkamamıştır.
İşte M.Kemâl Paşanın
bir tayyare kazasında hayatının noktalanmasını eski sadrıazamlardan Ali Rıza
Paşa takdir-
ilâhi ile engellemiş
oluyor. Muteriz M.Kemâl Paşa da, takdirin gereği olarak, Ali Rıza Paşa'dan
gelen ikaza büyük bir hürmetle, ittika etmesi de, asla şüphe edilmemelidir ki,
takdir-i tecelliyedendir. İşte bu Ali Rıza Paşa, yine İttihad ü Terakki
Partisinin son kabinesini teşkil eden Talat Paşa kabinesi istifa etmiş ve
başvekil Talat, Enver vede Cemal Paşalar firar ettiğinde, sadnazam atanmış
bulunan Mareşal Ahmed İzzet (Furgaç) Paşa'yı ziyaret ettiğinde, M.Kemâl Paşa
hakkında konuşurlarken, Bulvar Gazetesinin hazırlattığı ve başlarında değerli
büyüğüm Osman Akkuşak ağabeyimizin bulunduğu kıymetli yazı kadrosunun
hazırladığı ''Kurtuluş Savaşı Ansiklopedisinin 1985'de yayımlanan 1. cildinin
205. sahifesinde şu ifade yer alır: ".Ali Rıza Paşa bir gün Ahmed İzzet
Paşayı ziyarete gider. Sohbet esnasında Mustafa Kemal Paşa aleyhinde dedikodu
yapar. Daha sonra ekler: <cumhuriyet yapacaklar,cumhuriyet!> diye
bağırır. Ali Rıza Paşa Makedonya'da Osmanlı imparatorluğunun Batı Orduları
başkumandanlığını yapmıştı. Koskoca Türk ordularını mahvettir-miş, kıymetli
Makedonya topraklarını düşmanlara terk etmiştir. Şimdi de devletin en müşkül
anında, padişahın gözüne girmeyi başarmış ve en yüksek mertebeye ulaşmıştı. Ancak,
cumhuriyetin yapılacağını söylemesi takdir olunacak bir harekettir."
Şeklinde bir ibare koymuşlardır. Bu ibare üzerinde ve cumhuriyet kelimesi
üzerinde bir miktar durmak ge-reki yor. Şimdi; evvelâ merhum Ali Rıza Paşayı
Osmanlı ordularını mahvettiren adam olarak nitelemek pek doğru bir ifade
sayılmaz. Ancak Makedonya cephesinde bir başarısızlık vardır ve bunun idraki
içinde olan vede çok kıymetli bir erkânıharp yâni müthiş bir kurmay subay olan
Edirne istirdadının da plânlarını yapan ancak fiili komutaya kendinde
atfettiği uğursuzluk hasebiyle yanaşmayan bu doğrultuda gelen teklifleri geri
çevirdiği gibi yaptığı mükemmel savaş plânlarının tatbik alanına konacağı gün
cepheye gidipde bir aksiliğe meydan verir vücudiyetim diye, neticeyi çadırında
binbir heyecan içinde beklemek yolunu seçmiş muhterem bir Osmanlı Paşasıdır.
Cumhuriyet kelimesi
üzerine gelince, Tanzimat fermanından önceleri de Osmanlı ülkesinde
münevverler arasında doğrudan doğruya olmasa bile cumhuriyet üzerinde
müta-lalar serdedildiği muhakkaktır. Hâttâ; 1789 Fransa ihtilâl hareketlerinin
taht ve taç sahiplerini mahvetmek, idareyi ahalinin iradesine ve seçeceklerine
bırakmak anlayışını hâkim kılabilmek diye niteleyen ve 3.Selim'e verilmiş
lâyihaları hatırlamak yeterlidir.
Bunun yannda
2.Mahmud'un inkılap hareketleri, cumhuriyet fideleğini hazırlamak sayılsa
yendir. Daha fazla gerilerde kalmaya lüzum yoktur ki, Monarşi idaresi bir nevi
cumhuriyet kapısını tıklayan harekettir. 1. Meşrutiyet'in ilânı, cumhuriyetin
kapısına gelme vaktinin hayli yaklaştığını gösterir. Nitekim, Şam ordusu
kumandanı Arnavut Recep Paşa'nın, aniden İstanbul'a gelmesi ve padişah 2. Abdülhamid
tarafından derhal Harbiye Nazırlığına irtika ettirilmesi sırasında, kimi
hatıratlardan öğreniyoruz ki, Sultan Hamid, Recep Paşa acaba cumhuriyeti mi
ilân edecek kayguları çekmiştir. Ne varki hikmet-i hüdâ Recep Paşa ertesi gün
vefat etmiş böylece de Sultan Hamid bu kaygulardan bir müddet olsun azade
kalabilmiştir.
Ali Rıza Paşanın,Ahmed
İzzet Paşaya <curnhuriyet yapacaklar, cumhuriyet dîye sızlanması,
cumhuriyeti istememekten değil, nan-û nimetiyle perverde oldukları devlet-i
âli-yenin kurmuş olduğu mekteplerde okumuş yetişmiş, bir çok başarılara imza
atmış, mazisinin herkesi hayranlıkla gıbta ettirdiği bu devletin sonu olarak
görmesinden kaynaklandığını tesbit etmek zor olmaz. Bu insanlar, vefalı
insanlar oldukları kadar cidden bir kahve nin kırk yıl hatırı vardır sözünün
gerçek mânasını taşıdığı devirlerin insanları olmasıdır vede Şark toplumunun
bilhassa müslümanlann müessesesi hilafet-t ak-desiyenin Cumhuriyet çerçevesinde
nerede yer alacağını tesbit ve tâyinin yapılmasındaki çözümsüzlüğü evvelce
görmüş olmalarından kaynaklanmaktadır.
Nitekim cumhuriyetin
ilânının sonrasında hilafetin ilgası karan alınır ve hilafetin şahıs lara
verilemeyeceği, hilafetin selahiyetlerinin TBMM'nin, selahiyetleri içinde
mündemiç olacağının ilânı ile bir gece de, hanedan üyelerinin ve başlarında
halife Abdülmecid Efendi olduğu halde ülke dışına çıkarılmaları, Ali Rıza Paşa
gibi nicelerinin tahminlerini gerçekleştiren işlem icra edilmiştir.
Günlerden bir gün,
Sultan Vahdeddin Harbiye Nâzın Gürcü Şâkir Paşa'yı yanına çağırarak, bana
paşaların listesini getir ve bu listedeki isimlerin başarıları ve
başarısızlıkları da kaydedilmiş olsun, çünkü onların içinden seçeceğim paşa
ile pek mühim işler yapacağız der. Bu emri telakki eden Şâkir Paşa nezarete
avdet eder ve istenilen listeyi, sür'atle ikmale çalışırken mülahazat hanesine
de gereken notları düşmekten de geri durmaz.
Şâkir Paşa; Sultan
Vahdeddin tarafından kabul edilir ve hazırlamış olduğu listeyi hâvi dosyayı
kendilerine takdim eder. Padişah derhal dosyayı tetkike başlar. Ne varki;
padişah tetkikten ziyade, sanki bir şey aramaktadır. Hayli yüklü malumat ile
doldurulmuş mülahazat haneleri sanki kaale alınmadan geçilmektedir. Bir müddet
sonra da padişah başını kaldırır ve: "İsimlen okudum. Bunların içinde benim
Almanya seyahatimde yaver o/a rak refakatimde bulunan Sarı. Paşanın adını
bulamadım" Dediğinde, Harbiye Nâzın Paşa, kastedilen ismi derhatir eder ve
tatlı bir tebessümle, "Efendimiz; Siz, Mustafa Kemâl Paşa Hz.lerini
kastediyorsunuz sanırım! Fakat bu paşanın koltuğunun altından Fransa Ihtitâl-i
Kebirinin husulünü anlatan kitap hiç düşmez. Mustafa Kemal Paşa bu kitabı çok
okur. Mutasavver işi ona verdiğinizde belki memleketin kurtulması kabil
olabilir, fakat sizin de, taht ve tacınız kalırmı bilemem" Cevabını
verdiğinde, Sultanın ağzından şu sözler dökülür: "Paşa Paşa! Memleketin akıbeti pek ama
pek mühimdir. Bizim tahtımızın, tacımızın millet encamı karşısında ne önemi
olabilir?" Dediğini çok kişiden duymuşuzdur. 27/nisan/1919 günü Harbiye
Nâzın Şâ-kir Paşa'nın, Mustafa Kemâl Paşayı Nezarete davet île Türklerin,
Rumlara yaptığı baskıyı yerinde incelemek ve önlemek üzere Karadeniz bölgesine
müfettiş olarak gönderilmesinin kararlaştırıldığını bildirdiği görülür. İşte,
bu son paragraftaki malumat, Prof.Utkan Kocatürk tarafınca hazırlanmış ve TTK
(Türk Târih Kurumu)'nca tab edilmiş kitabın 33. sahifesin-den alınmıştır. Aynı
sahifede de, hemen ertesi güne yâni, 30/nisan/1919 tarihinde, Mustafa Kemâl
Paşanın, 9.Ordu Kıtaatı müfettişliğine tâyininin Sultan Vahdeddin tarafından
tasdik edildiğini satırlara döken Kocatürk, aynı sahifede şu ifadeye yer
vermiş: "Harbiye Neza retinin, sadarete yazısı: Mustafa Kemal Paşa
tarafından yapılacak tebligatı emri altında bulunacak olan vilayat mülkî
memurlarının icra etmelerinin tamim edilmesi" pek açık olarak geniş
selahiyet ile Anadolu'ya gönderilmiş olduğunu ortaya koyar. Takvim yapraklan;
30/nİsan/1919'u gösteripde, M.Kemâl Paşanın tâyininin olduğu gün; serhad
şehrimiz Kars ise, İngilizler tarafından sağdan soldan toplanarak bir araya
getirilmiş Ermeni kopillerinin idaresine veriliyordu. Evet,kasap'a, kuzu
teslim ediliyor idi. Demek ki İttihad ü Terakki cemiyetinin daha cihan savaşının
başında görüp çâre aradığı durum gelip çatmıştı. Zâten; Padişah Vahideddin
hân'da yukarıda yazdığımız tayinle işin önemine işaret etmiş oluyordu. Bu arada
da heyet-i nasiha denen çeşitli vilâyetlere gidip, gerek sükûnet gerekse, yapılacakları
ehline anlatan Şehzade Abdürrahim Efendi riyasetindeki 16/nisan/1919'da
başlayan nasihatler hiç şüphe yok ki bir teşkilatlandırma harekâtıdır. Ve bu
seyahat aynen Osmanlı devletinin kuruluşunun akabinde Sultan Veled'in Anadolu
Beyliklerini bir bir dolaşıp, Osmanlı iradesine râm olmalarını hatırlatma
olayını andırdığını söylersek yanlış bir istin-bat yapmış olmayız.
20/nisan/1919'da Bursa'da isbat-ı vü-cud edilmiş, oradan Balıkesir'e geçilmiş
ve 25/nisan da, Manisa'ya gelinmiştir. Hemen ertesi günü Heyet-i Nâsiha
İzmir'e duhûl eylemiş, Aydın ise, İzmir'den gelinen vilayetimiz olmuştur, târih
29/nisan/1919'u göstermektedir. Heyet-i Nâsiha Aydın'dan Muğla'ya geçerek
vazifesini sürdürmüştür ki 30/nisan günü olmuştur buraya gelinmesi. Nihayet
18/ma-yıs/1919'da heyet-i nasiha ve şehzade Abdürrahim Efendinin dönüş
târihidir ve hemen ertesi günü Mustafa Kemâl Paşa Samsun'a çıkacaktır.
14/mayıs/1919'da,
milletimize İzmir'de dağıtılan ve duyurulan beyannameyi sa hifemize alarak,
yazımızı süslemiş oluyoruz: "Ey bedbaht Türk! V/ilson Prensipleri unvan-ı
insaniyet kâranesi altında senin Hakkın gasp ve namusun yırtılıyor. Buralarda
Rum'un çok olduğu ve Türklerin, Yunan ilhakını memnuniyetle kabul edecekleri
söylendi. Bunun neticesi olarak güzel memleketin Yunan'a uerildi. Şimdi sana soruyoruz:
Rum senden daha mı çok? Yunan hakimiyetini kabule taraftar mısın? Artık
kendini göster, Tekmil kardeşlerin Maşatlık'tadır. Oraya yüzbinleıie toplan ue
kahir ekseriyetini orada bütün dünya'ya göster. Burada; zengin, fakir,
âlim,ca-hil yok. Fakat Yunan hakimiyetini istemeyen büyük bir kitle olduğunu
ilân ue isbat et. Bu, sana düşen en büyük vazifedir. Geri kalma. Hüsran ue
nikbet fayda vermez. Binlerle, yüzbinleıie Maşath'ğa koş ve heyet-i milliyenin
emrine itaat et. "Derken; İstiklâl harbi kahramanlarından ve TBMM. Başkanlarından
M.Kâzım Özalp Paşa hatıratında o geceyi şöyle tasvir etmektedir:
".Evimizin kapısına geien, memleket gençleri heyecanlı sesleriyle hay
kırıyorlardı. <uatanını seven Yahudi maşatlığına (mezarlığı) gelsin>
Evde bulunan bütün kardeşlerimle beraber maşatlığa gitmek üzere ayrılırken,
annemiz bizleri gitmeye teşvik ediyordu. Kadın, erkek, büyük, küçük bütün
izmir halkı bir nehir gibi sokaklardan akıyor, ağlayarak, haykırarak gece
karanlığın da maşatlığa koşuyordu. İstila görecek bir şehrin matemi ile
karışan kor kunç bir karanlık, ortalığa büsbütün dehşet veriyordu" İzmir'deki
Yahudi mezarlığında yapılan müthiş büyüklükteki protesto mitingini yâd ediyor.
Nitekim 15/mayis/1919'da İzmir'imiz, Yunan'in kirli pençelerinin çirkin
emellerine maruz kalma bahtsızlığını, en mümkün zamanda kırmaya azimli olduğunu
haykırdığı gecenin sabahında işgalle karşılaşmıştır. Bu sırada yâni
15/mayıs/191'9'da Red d-İ İlhak Heyeti memleketin her tarafına çektiği telgraf
da, şöyie sesleniyordu:
"-.İşgal başladı.
İzmir ve ona bağlı yerler ayakta ve heyecandadır. Vatan ordusuna katılmaya,
hazırlanınız" İşgalin başlamasından dört saat yirmi dakika sonra, Denizli
Müftüsü Ahmed Hulusi Efendi, cihadı ilân ederek, bir mânada da Denizii'yi
cihad'ın merkezi saydığı görülüyordu. 15/mayıs Cuma günüde bunlar olurken,
Sultan Vahdeddin, M.Kemâl Paşayı kabul ediyor ve başbaşa, dizdize yakınlıkta
bir mülakat yapıyorlar ve umumca duyulan sözîerse, Paşa! Paşa, bu kitaba
yaptığınız bütün işler yazılmıştır. Bundan sonra daha büyük işler yapıp
millete hizmetlerde bulunabilirsiniz, mealindeki sözler olduğu, bir çok
hatırat'ta yer aldığı gibi, M.Kemâl Paşa'nın beyanatlarında da rastlanan,
ifadelerdendir.
Bu suretle
16/mayıs/1919 târihi; dünya gözüyle Halife ve Padişah Sultan Vahdeddin ile
seçilmiş olan Mustafa Kemâl Paşa'nın son bir araya gelişleri olur o günkü
mülakat günün son mülakatı İdi aynı zamanda, çünkü M.Kemâl Paşa sabahleyin,
Osmanlı Genelkurmay binası olan şimdiki İstanbul üniversitesinde Mareşal
Mustafa Fevzi Çakmak ile Arapgir'in asil evlâdı Cevad Çobanlı Paşaları ziyaret
edip vedalaşmış oradan babıâlî'ye gelerek, hükümet üyelerinin bazılarını ve bu
görevin verilmesinde müessir olduğu ifade olunan dahiliye nâzın Mehmed Ali
Bey'i ziyaret ettiği görülmüş, son mülakat
Hz. Padişahla olmuştur. Yine
aynı gün yâni 16/mayıs/1919'da Osmanlı orduları
Genelkurmay Reisi Cevad Paşa (Çobanlı)'nın Harbiye nâzın makamını da uhdesinde
bulunduran sadnazam Damat Ferid Paşanın adına orduya şöyle bir tebliği keşide
olunur: "Kıt'atarımızın
mevkıilerini terk etmeyerek yerlerinde kalmaları ve bir olup bitti halinde
silahlarından tecrit gibi bir muameleye maruz kalmamaları için, her kıt'anın
toplu, silah başında ve disiplinli bir halde bulundurulması." gibi
hususları ihtiva eden emir milletçe ve onun bağrından çıkan silahlı
kuvvetlerimizin, vatanın istirdadında bir bütün halinde, hep birlikte,
halifesinden, dağdaki çobanına, M.Kemâl Paşasından en basit bir er'e kadar herkes
aynı neticeye ulaşmanın sevdalısıydı.
Fakat rolleri, kimine
tatlı kimine ekşi, kiminede pek acı gelmesi bir takdirin tecellisiydi. Mustafa
Kemâl Paşa'nın karargâh mensuplarının adını târihe not düşmek üzere buraya
kaydediyor ve hizmetleri olan bu zevatı yâd etmeyi vicdani bir borç sayıyoruz.
Bu husustaki
kaynağımızı da, "On Yıllık Harbin Kadrosu" adlı eseri hazırlayan,Tank
Kurmay Alb. İsmet Görgülü Beyefendi olup, Harp Akademilerinde harp târihi
öğretmenliği yapmış, pek ihtiyaç bulunan bu kaynak eseri bu mütevazi satırlarda
takdirle anmayı vazife sayıyorum. TTK'nun neşrettiği eserin 201.sahife sinden
alıntılıyoruz:
Mustafa Kemâl Paşa ile
Samsun'a Çıkan Heyet Makam/Birlik ______
Rütbe Adı ve Soyadı ________
3.Kolordu
Komutanı Albay Refet(Tümg.Bele)
9.Ordu Müfettişliği
Kur.Bşk. " " Kâzım(Tümg.Dirik)
2."" Yarbay Mehmed Arif(Ayıcı)Albay
l.şb.Md. Binbaşı Hiisrev Gerede
" Top.K. " " Kemal(Korg.Doğan)
" " " Shh.Bşk. Albay İbrahim Tali(Öngören)
c' " " yrd. Dr.binbaşı Refik (Saydam)daha sonra başvekil
" " Seryaveri Yüzbaşı Cevat Abbas(Gürer)
" ' " "' Mülhakı " " Mümtaz (Tüm ay)
Kur.Mülhakı " " îsmail(Edc)
Emir Subayı " " Ali Şevket(Öndersev)
" " " Kh.K. " " Mustafa Vasfı (Süsoy)
Kur.Bşk. Üsteğ. Hayati
İaşe Sb.yaveri "
" Abdullah
Şifre Kâtibi
" " Mülhakı
Mustafa Kemâl Paşanın
Yaveri Albay Refet'in Yaveri
Fâik(Aybars) Memduh
(Atasev) Teğmen Muzaffer (Kılıç)
Üsteğ. HikmelfHak.Tümg. Gerçekçi)
Değerli yazar Kur.Albay İsmet Görgülü Beyefendi, koymuş olduğu bir açıklamayla
şu bilgiyi aktarıyor: "Sabık Bahriye nâzın Hüseyin Rauf (Orbay) ile
ibrahim Süreyya, Yzb.Osman Nuri, Yedeksubay Recep Zühdü ve Afganlı subay
Abdurrahman bu heyete, Amasya'da katıldılar." Demektedir
Bandırma gemisiyle
Samsun'a 19/mayıs/1919'da çıkan bu heyetin içinde yer alan, Ayıcı Arif Bey,
Recep Zühdü meşhur İzmir suikasdı mürettebi içinde görüldüklerinden İstiklâl
mahkemesi kararlarıyla İdam edildiler.
Mustafa Kemal Paşa bu
müfettişlik göreviyle vazifelendirilirken, öyle yüksek selahiyet le teçhiz
edildi ki, Mevlânzâde Rıfat Bey, "Türk İnkılabının İçyüzü" adlı
eserinde bu selahiyetnâme için meâlen şunları söyler: "çok geniş
selahiyeti hâiz olan M.Kemâl Paşa sadece askerî değil, sivil idare üzerinde de
yüksek se-lahiyete hâizdi." dedikten şunları ifâde eder: "M.Kemâl
Paşanın Anadolu'ya vazifeli olarak gönderildiğinde, gizli olarak kendilerine
verilen bu Hatt-ı Hümayun o zamanlar duyulmuşsa da, gerek sa ray çevresinde,
gerekse M.Kemâl Paşa ue arkadaşlarınca bu mevzuda çok sıkı bir ketumiyet takip
edilmiş bu şayianın doğru veya yalanı aksettirdiği bu güne kadar anlaşılmamış
ve hâttâ. M.Kemâl Paşanın Cumhuriyet Halk Partisinde okuduğu ue kitap hâline
getirilen uzun nutkunda bile bu hatt-ı hümayundan bahsedilmemiştir."
Demektedir.
14/Mayıs/1919'da
tasdik-i şahaneden çıkan ve 9.Ordu Kıtaatı Müfettişi M.Kemâl Paşa'ya verilen
hatt-i hümayun şöyledir ki bir adı da selahiyetnâme olarak telaffuz
olunmaktadır. "Türk İnkılabının İçyüzü" adlı Pınar yayınlan arasında
çıkan ve Mev-lânzâde Rıfat Bey'in kaleme aldığı ve tarafımızdan sadeleştirilen
bu eserden alıntılıyoruz:
<Hatt-ı Hümâyûn
Sureti
Yâveran-ı
Şehriyârimden Erkân-ı Harbiye Mirlivası (Tuğgeneral) Mustafa Kemâl Paşaya:
Harb~i umûminin müttefiklerin hesabına ziyaı (kaybı) üzerine tahassül
(meydana) eden vaziyeti siyasiye (siyasi vaziyet) ecdâd-ı izamın mülkünü ue
makam-ı hilafet ue saltanatı müşkül ve tehlikeli bir sahaya sürüklediğinden
hükümet-i seniyemin (yüksek hükümetimin) kararı veçhiyle tayin olunduğunuz
mıntıkada asayişi temin ve arzuy-u şahaneme mugayir ahvalin hüdusunu (meydana
gelmesini) men ile cümleten def-i Sal ile (defetmeye çalışmak) bezl~ü cehd ve
gayret eder milletin masuniyeti ni te'yid (kuvvetlendirme) ve mülkümün ayade-i
mütearizinden tahlisi (bu işi yapanlardan kurtarılması) için yekvücud olarak
hareket edilmesini selâmı şahanemle asakir, memurin ve ahaliye tebliğini irade
ettim^ Demektedir.
Bu belgeyi kitabında
neşreden Mevlânzâde, bu hatt-ı hümayun suretinin eline geçişinide şöyle
naklediyor ki sahife 215: <..Merhum Sultan Vahdeddin Hân Hazretleri bu
hatt-ı hümâyûnun bir suretiyle bazı vesikaları vefatından bir kaç evvel, Halep'te
ikamet eden Kadıköy Belediye Dairesi sabık müdürü muhterem arkadaşım Azmi Bey'e
San-Remo şehrinde, yayımlanmak üzere gönderilmiş olduğunu bildiğimden istedim
ve yukarıya aynen naklederek târihe bir hizmet hediye etmiş oldum^ şek- Ünde
kayd etmiştir. Bunu ifade eden Mevlânzâde Rıfat Bey şu mütalaayı ileri sürerek
şöyle bir mütalaada bulunuyor: <..M.Kemâl Paşanın Anadolu'ya vazifeli
olarak gönderildiğinde gizli olarak kendilerine uerilen bu Hatt-ı Hümayun o zamanlar
duyulmuşsa da, gerek saray çevresinde, gerekse M.Kemâl Paşa ve arkadaşlarınca
bu meuzuuda çok sıkı bir ketumiyet takip edilmiş bu şayianın doğru ve yalanı
aksettirdiği bu güne kadar anlaşılmamış ve hatta M.Kemâl Paşanın Cumhuriyet
Halk Partisinde okuduğu ue kitap hâline getirilen uzun nutkunda bile bu hatt-ı
hümayundan bahsedilmemiştir.. > Demektedir. Tabii Mevlânzâde'nin bu mütalaası
Paşa'nın, padişahça kendisine verilen selahiyeti saklamış olmasını, ortaya
koymağı istifdaftır. Şimdi biz; 19/Mayis/19I9'da Samsun'a çıkan 9. Ordu Kıtatı
müfettişi M.Kemâl Paşa 'nın ifadesi olan şu sözü ara başlık yapalım ve
vatanımızın nasıl bir hâl içinde olduğunu özetlemeye gayret edelim.
Osmanlı harbiye
nezaretine 9. Ordu Komutanlığının 21/Ocak/1919'târih ve 2214 sayılı yazının
özeti şöyledir: <Ermeniler Arpaçayı doğusunda, Gümrü bölgesinde köyleri
basarak İslamların hayvan, erzak ve mallarını zorla almışlar ue halkın ileri
gelenlerinden hemen her gün 20-30 kişiyi Gümrü 'ye götürüp öldürmüşlerdir. >
Mustafa Kemâl Paşa'nın
Samsun'a çıkışının beş gün sonrasında ise, yâni 24/Mayıs/ 1919'da buradan,
Osmanlı Genel Kurmay Başkanlığına gönderdiği mesaj ise şu şekildedir:
<..silahlı üçyüz
ermeninin üç makineli tüfek ue bir çok bomba ile Kars'dan, Erzurum'un
kuzeydoğu sınırı üzerindeki Ko~ sor mevkiine geldikleri haber alındı. Erme
nilerin siyasi amaçlarını fiilen elde etmek için güvenliği bozulmuş göstermek
sureti ile Doğu vilayetleri içine çeteler geçireceklerini ve mütareke
târihinden beri ilk defa olarak mevsimin bu icraatlarını kolaylaştıracağını
pek muhtemel görüyorum. Bu ihtimale karşı 15. Kolorduca gerekti tedbirler alınmıştır.
Koordu-nun şimdiki mevcudu ingilizlerce azaltılmak İstenmektedir. Bu mevcudun
muhafazası,tabii olarak mecburi olduktan başka, belki de duruma göre
arttırılmasının da, gerekeceği arz olunur> Denmekte ve Osmanlı Genel
Kurmayının yayınlamayı mecbur saydığı resmî belgede ise, özetle şu bilgiler
yer almaktadır: "Son zamanlarda Ermenilere karşı yeni zulümler yapıldığı
ve Kafkas Ermenilerinin, koruyucusuz bırakılırsa yok olacağı Kaf- kasya'daki
katliamların kaynağının Osmanlı sınırları içindeki gibi olduğu yabancı
matbuatta görülmektedir. Osmanlı devleti içinde Türkler tarafından diğer
azınlıkla ra hiçbir zaman ayrıcalık yapılmadığı resmî bilgilerle tesbit
edilmiştir. Sınırlarımız dışındaki hareketlere de Osmanlı devleti asla
karışmamıştır. Ancak; sınır yakınımız olan Kafkasya'da tam aksine müslümanların
ırk ayırımı yapılmadan Ermeniler tarafından katliama tabi tutuldukları her gün
duyulan havadistendir. Bir örnek ola-rak Tem-muz/1919'da, Kafkas Ermenilerinin
Kars şehri ve civarındaki müslümanlara saldırıları vardır." Hakikaten
örneği özetlemeğe ihtiyaç vardır. Osmanlı Harbiye nezareti,
9/Hazi-ran/1919'târih ve 405/343307 sayılı yazı özeti şöyledir.
A-
Ermenilerin sınırımız Kafkasya'da kuvvet yığdığı
B- Doğu
vilayetlerine yerleştirilen müslüman muhacirleri geri atacakları
C-
Ermenilerin, Sarıkamış'ta onbin kişi tutan askeri birlik bulundurduğu
D-
Antranik'in 30.000 askerle Van civarına hareket ettikleri E-İki İngiliz
subayının Mako komutanı yanına gelerek Van'a geçirecekleri Ermeniler için yol
istedikleri, bu isteklerinin kabul edilmemesi hâlinde İngiliz subaylar
komutasındaki Ermeni kuvvetlerinin Nahcivan ve civarı köylerini ele geçirdikleri
tesbit edilmiştir.
Yine
12/Haziran/I919'târihli ve 2314 sayılı Osmanlı harbiye nezaretine gönderdiği
mesajda, M.Kemâl Paşa şunları arzedİyor: <Bir Ermeni tercümanla İğdır'dan
Beyazıt'a gelen bir İngiliz subayı, Beyazıt Mutasarrıfına bu bölgede bir Ermeni
devletinin kurulacağını, bir aya kadar 15 bin Ermeni göçmeninin Ermeni askeri
birliklerinin koruyuculuğu altında geleceğini söylemiştir. Mutasarrıf böyle
bir emir almadığını söylemiştir. Bu bölge hakkında yaptırdığım resmî ve özel
tahkikata göre Doğu Anadolu vilayetlerinden bir karış toprağın bile
Ermenilere verilmesinin imkânsız olduğu, bir tek Ermeni askeri-nin sının
geçerse ateşle karşı konacağı, ancak uluslararası bir kararla hiçbir yerde
çoğunluk olmamak şartıyla Ermeni göçmenlerinden isteyenlerin memleket içinde
barınabilecek kanaatinde olduğumu arz ederim.> Şeklinde devleti
bilgilendirdiği görülür.
Mustafa Kemal Paşa,
21/Haziran/1919'da yine harbiye nazırlığına şu mesajı göndermekte:
<5/haziranda ingiliz subayı kılığında Beyazıt'a gelen şahsın Ermeni olduğu,
Erzurum ingiliz temsilciliğince yapılan araştırmada ortaya çıkmıştır^ demekte
ve 4106 sayılı mesajıyla: <Karaurgan'da bulunan Ermeni müfrezesi,
Sarıkamış'tan gelen yüz hane islâm muhacirlerinin, 90 inek, 6 at, 200 kilo
yiyeceklerini ve mevcud paralarını almış ve bunları bir ahıra doldurmuşlardır.
Kadınları da aramışlar üzerlerinde buldukları kıymetli eşyaları almışlar ve
bunların gözleri önünde paylaşmışlardır. Yine Ermeniler Sarıkamış'ta
muhacirlerin bulunduğu yere attıkları bir bombanın endahtı sonunda bir kadın ve
erkeğin kollarının kopmasına sebebiyet vermişlerdir.
Öte tarafdan,
Ermeniler, Kars ile Oltu arasındaki müsiü-man köylerine baskın ve hususen
Akçakale Çukurundaki köylerin mallarını yağma edip, zulümler icra ettikleri
öğrenilmiş ve Erzurum'daki İngiliz temsilciliğine malumat aktarılmıştır^
şeklinde raporları harbiye nazırlığına yağdıran M.Kemal Paşa, başka bir Ermeni
baskınını şu ifadelerle beyan ediyor ilgili nezarete: <haziran 1919 ayı
sonunda Karakurt Kaymakamı Moses'in, Karapınar'da Türklere söylediklerinden ve
onun yanındaki Rum jandarma erinin sözlerinden, Kazıkkaya, Armutlu, Şehithalit
ile Hamamlı, Beşyol köyleri ahalisine Ermenilerce baskın yapılacağı
anlaşılmıştır. > Malumatını arz eden Müfettiş Paşa,7/Temmuz/1919'daki bu mesajında
şunları aktarmakta: <Kars bölgesindeki Ermenilerin müslümanlara zulmü,
Sarıkamış civarında gençlerin yine bunlarca toplatılıp, yok edildikleri,
tekalif-i harbiye yâni savaş mükellefiyeti ile ahalinin herşeyini aldıklarını,
ahalinin Allahuekber dağlarına iltica etmek zorunda kaldığını ve Zen-gezor ile
Nahcıvan ahalisine hakaretler yağdırildığı ve 6 bin kişilik Ermeni birliğinin,
ingiliz subaylar komutasında 24/Ma-yıs/1919!da Nahcivan bölgesinin işgalini
gerçekleştirdiklerini de raporlarında belirtmiştir.
Vazifesine başlamış
bulunan M.Kemâl Paşa, her tarafta tahkikat yaptırıyor vede vardığı netice
Ermenilerin büyük bir hırs ve kin içinde emperyalistlerin yalana dayanan
vaadleri-ne aldanmışlar, müslümanlara olmadık eziyetler yapıyorlar ve bununla
bu topraklarda yaşayabileceklerinin hâm hayalini kuruyorlardı.
Nitekim Osmanlı Harbiye
nezaretine raporları yollarken müslümanlann bu badireden silahı ele almak ve
hakkı olan fiili savun maya başlamanın zamanının geldiğini düşünmekteydi.
Raporuna şunları yazmaktaydı: <Son günlerde Tiflis ve çevresinde fevkalâde
olaylar vukubuluyor, Ermeniler, İran yolunu açmaya gayret gösteriyorlar.
Bizimle sıcak temastaki birlikler bu faaliyeti örtme vazifesi yüklenmişler
ciddi bize karşı harektlerine tedbirler almış olarak beklemekteyiz.> Dedikten
sonra Paşa, raporuna şunları iiâve ediyordu: <1 l/Temmuz/1919'da Sulucam
bucağının Karaçomak cihetinden yirmi kişilik bir Ermeni müfrezesi, sınırımızı
geçerek birbuçuk saat süren bir saldırı gerçekleştirmiş ve iki gün sonra da,
önce 60 kişilik, daha sonra da 15 kişilik bir gurupla sınır geçme çalışması yapmışlardır.
Temmuz ayının son
günlerinde civardaki gençlerimizi toplamışlar bir bölümünü şehid ederlerken,
bir kısmını da hapse atmışlardır. Ayrıca savaş yükümlülüğü altında, at, araba
ve hayvanlarını toplamak suretiyle bütün işlerinin durmasına sebebiyet
vermişlerdir. Kars ve Sarıkamış bölge halkı Allahuekber Dağlarına
çekilmişlerdir.> Şeklinde Osmanlı Harbiye nazırlığını rapor yağmuruna boğan
M.Kemâl Paşa, bazı değerli eşhasa yâni bölgenin tanınmış kimselerine yapılan
ve hayatlarına kıymakla sona erdirdikleri suikastlardan da bahsetmeden
geçememiştir. İşte bir misâl olarak aşağıdaki satırları dikkatinize sunalım
sevgili okuyuculanm:<Kağızman'da 5/Temmuz/1919 günü kasabanın ileri
gelenlerinden Kadı oğlu Mustafa, Efendizâde Arslan Bey ve eşi, Kars geçici hükümetinde
dâhiliye temsilcisiyken, 13/Nisan/1919'da İngilizlerin Kars Parlamentosunu
basarak Batum'a götürdükleri amucası Ali Rıza (Ataman) Bey'i aramaya giden
Ahmed Efendi, Kağızman ile Kars arasında pusu kuran Ermeni karakol erleri
tarafından Koyunyurdu (Berne) köyü yakınında pek korkunç bir şekilde
öldürülmüşlerdir. Bunların cenazeleri sonradan Kağızman'a getirilerek ahaliye
gösterilmiştir. Bu feci hâl meskûn müslümanlan dağlara kaçmak mecburiyetinde
bırakmıştır.
Erivan, Kars ve
Kağızman bölgeleri insanlarının Türk unsuru buralarda işlenen cinayetler
üzerine sınırlarımız içine iltica etmişlerdir. Bu Ermeni saldırılarının
muhatabı köylülerimizin imdat feryadı ile dolu mektupları gördükleri zülmun
derecesini göstermektedir.
12/Temmuz/1919'da, Kağızman'dan Kars'a giden iki Türk ailesi Büyükdere
ve Aga develer arasında Ermeniler tarafından öldürülmüştür. Ölülerin göğüs ve
ceplerine açmış bulundukları ceplere, el, kulak ve burun doldurmuşlardır. Yine;
Ermeniler Nahcivan ile Şerür arasındaki 45 köye askerî birliklerle saldırmış ve
demiryoluna yakın köyleri, zırhlı vagonlardan ateş altına almış ve insanımızı
Araş İrmağına dökmek suretiyle yok etme emri verdikleri aralarındaki
yazışmalardan anlaşılmıştır.>
Erzurum'daki İngiliz
temsilcisi Ravlinson, Ermenilerin muntazam bir askeri yoktur, var olanlar da,
çapulculardan ibarettir. Kars bölgesinde 40 bin kadar müslümanı toplamışlar,
bunlara bir fenalık yapmamaları için Kars'taki İngiliz subaylarına kaygılarımı
söyledim ki ahali İngiliz askerinin çekilmesinden mükedderdir. İtalyanlar
buraya ancak üç ay son ra gelebilirler, şeklinde konuştuğu görülmüştür. Bu
vaziyette bölgenin insanının güvenliğini ya bölgenin Türk ve müslü-nian ahalisi
üzerine alacak yahut asakir-i şahane gelmek durumuyla sağlayabileceği pek
açıktı. Fakat bu hâlde İngilizlerin Kafkasya'yı yeniden işgal etmelerine sebeb
teşkil ederdi.
15. Kolordu
komutanlığının Osmanlı Harbiye nezaretine yolladığı 26/Temmuz/1919 günlü ve
1141 sayılı mesajda ise şunlar yazıyordu: "Ermenilerin sınırımızın
dışındaki müslü-manlara karşı her türlü zalimane ve acıklı hareketlerde bulundukları
ve bu hareketlerini sınırımızın yakınlarına kadar genişlettikleri, islâm
köylerini yakıp yıkma ve ahalisini yok etmek için top kullandıkları, top
mermilerinin askerlerimizin içine kadar düştüğü ve Ermeni keşif kollarının
sınırlarımıza tecavüz ettiği, sınır dışındaki müslümanlan hudud boylarımıza
kadar getirip ya öldürmeye, yahutda bizim tarafa geçmeye zorlayıp, mal ve
mülklerine el koyma cihetine gittikleri tesbit edilmiştir. Ermeniler ayrıca
Sivas'a kadar uzanan bölgenin kendilerine verildiğini söylemek suretiyle
kafalarını karıştırmak istemektedirler.
Bütün bunların
sonucunda merkezi Erzurum'da bulunan 15.Kolordu Kumandanı Kâzım Karabekir Paşa,
30/Tem-muz/1919'gün ve 3277 sayılı mesajı ile Osmanlı Harbiye nezaretine şu
bilgilendirmeyi yapıyordu: <Ermenilerin Kafkas-ya'daki müslüman ahali ye her
türlü zülüm ve faciaları yaptığı, direnme gördüğü yerlere ççeşitli sınıflardan
müteşekkil kuvvetler gönderdiği, bu amaçla Nahcivan ve Şirvan mıntıkalarına,
Kağızman ve Oltu bölgesine kuvvetler getiridiği öğrenilmiştir. İslâmları imha
politikası uygulanıyor. Ermenilerin bu günlerde Sarıkamış'a 500 kadar piyade ve
süvariyle dört top getirdikleri, Sarıkamış bölgesinden tekâlüfü harbiye ile
araba vesaire topladığı ve hazırlıklarını arttırdığı yakında bir harekâta
geçireleceği ihtimâli anlaşılmaktadır. Ermeniler'in Sivas'a gidecekleri
söylentisi vardir.>
Yukandanberi, İstiklâl
savaşımızın şark yâni doğu cephesinde emperyalist devletlerin Kafkasya
üzerinden Ermeni harekâtını tezgahlamalarını anlatıyoruz ve bu arada da Ardahan'da,
35 bin Rum'un korunma isteğine dâir Selanik'ten Tan Gazetesine yazılan
telgrafda ilgi çekicidir. Evvelce, size Kafkasya'da bir çok Rum köyleri
halkının Samsun, Trabzon ve İzmir bölgesine göçmek üzere hareket ettikleri arz
edilmişti. Bu iki haber birbiriyle ilgilidir. Amaç, Ermeni ve Rumlar
arasında, kararlaştırıldığı sanılan anlaşmaya göre Kaf-kasya'daki Rumların,
Yunanlıların amacı olan Osmanlı bölgelerine göçlerini sağlamak ve Kafkasya
bölgesini Ermenilere bırakmak olduğu, hususunu da dikkat edilmesi gereken bir
olay olarak hatırlatalım dedik. Yâni; Ermeni-Rum rekabeti, Osmanlı islam
devleti karşısında askıya alınmış, yaralı arslanı birlikte dişlemek ortaklığını
târihe yazıyorlardı.
Van'daki 11.Tümen
kumandanı Yarbay Câvit (sonradan tüm.gnl.Erdelhûn) Bey23/Aralık/1919'da
15.Kolordu Kumandanı Kâzım Karabekir Paşa'ya gönderdiği rapor şöyledir:
<..Van'dan güney
istikametinde çekilen Ermeniler ile Nasturilerin, İngilizler tarafından
silahlandırılmak suretiyle tabur hâlinde tanzim olundukları ve ülkemize
taarruzlarının beklendiği bilgilendirmesi yapılmıştır. Nitekim, bu
bilgilendirme doğru çıkmış vede, buraları Osmanlı ordusunun bu bölgeleri tekrar
ele geçirene kadar kesintisiz ve acımasız biçimde devam etmiştir. Bu mevzua
başlarken ortaya koyduğumuz Mü-dafa-yı Hukuk Cemiyetleri, Erzurum ve Trabzon'da
da, vardı bu cemiyetin kongrelerinde seslendirilen ortak ifade şu idi: <Bir
Ermeni saldırısı hâlinde son kişinin ölümüne kadar savaşmak ve Türk
topluluğundan ayrılmamak için her fedakârlığa katlanmak..> idi.
Öte yandan da
Taşnaksutyun tedhiş cemiyetinin mensubu olan sözde general Antranik emrinde ve Nazarbekof
komutasındaki Ermeni birlikleri Erivan, Çıldır, Gümrü, Kars, Göle, Ardahan,
İğdır Kağızman ve Sarıkamış bölgesine yedi ilâ se-kizbin kişi olarak
yerleşmişler, kısa zamanda yirmibin kişilik bir kuvvete erişeceklerini ümid
ederlerken, Ordumuz, 1914'deki hududumuza çekilince, Kars ve Ardahan bölgesindeki
Türkler kendi aralarında ittifak etmişler muntazam bir milis gücü olarak
Ermenilere karşı koymaya başladıklarından, yerleşik ahali ile Ermeniler
arasında her gün çarpışmalar cereyan ediyordu.
Doğu cephesini ve
buradaki işgal hareketlerini yukarıdaki ifadelerde belirtmiştik. M.Kemâl
Paşanın 9.Ordu kıtaatı müfettişliği vazifesiyle, 19/Mayıs/1919'da Samsun'a
çıkması sonrasında o bölge dahilindeki askerî ve ermeni çetelerinin işgalci
kuvvetlerin işbirli ğiyle yaptıklarını, uyguladıkları katliamları buna
karşılık fevkalâde durum tesbiti yapan raporların İstanbul'a Osmanlı Erkânı
Harbiyesine gönderilmesini belirtmiştik. Şimdi de cennet vatanımızın bir başka
güzel köşesi olan Güney bölgesindeki işgalci ve onlara bu vatanın topraklarını
çiğnetmemeye çalışan Güney'deki insanımızın kahramanca, hayatını istihkar
edercesine verdiği mücadeleyi,
sözde medenî avrupa
devletlerinin en eski yakınlığımız olanların başında gelen Fransız düşmanının
hareketlerini hatırlamaya ve hafızamızda bir köşede dâima yaşatabilmemiz için
genç kuşaklara bir bilgi buketi olarak kronolojik ve özetlenmiş bir hâlle
sayfamızı süsleyelim.
1918 senesinin
İl/Aralık günü dörtyüz kişilik ermeniler-den meydana gelmiş bayrağı Fransız
taburu portakal bahçeleriyle ünlü Dörtyol kasabasında daha önceden işaretlenen
müslüman evlerine bir toplu baskın uyguladı. Ahali bu baskına karşı koymayı
bildi ve elleri bağlı teslim olmamak gerektiğini adetâ haykırmış oludu. Bu
karşı koyuş sonrasında bölge halkı mukavemet teşkilâtlarını tesise başladılar
böylece Güney bölgemizde ilk mukavemet harekâtı 19/Ara-lık/1918'de Dörtyol'da
başlamıştır diye not düşmüştür tarihçiler. Çoğunluğunu ermenilerin teşkil ettiği
1500 Fransız askeri Mersin'e çıkıp, Aralık 17'de Tarsus'a ve Adana'ya tecavüzle
işgali gerçekleştirdiler. 27/Aralık Pozantı'nın işgale uğradığı gün oldu.
Fransızların bir başka
ermeni kopilleriyle doldurulmuş birlikleri, 20/Aralık/1918'de işgal etmiş idi.
Pozanti'daki devlet anbarlanndan 50 tonu yiyecek, 150 tonu arpa ve diğer hububat
olmak üzere çalarlarken, Yüzbaşı Mustafa adlı bir zabitimizi de kendilerine
engel olma vazifesini yerine getirirken şehid ettiler. Zâten 9/Ocak'da da Albay
Romyö isimli bir Fransız Adana bölgesine genel vali unvanıyla hükümet konağına
yerleştirildi. Hemen ilâve edelim ki; bu bölgedeki işgal hareketleri M.Kemâl
Paşanın malum olan büyük vazifesine gönderilmesinden evvel cereyan etmekte ve
efrad-ı millet, kendi inanç ve tecrübesi içinde; kaymakam, müftü, askerlik
şubesi mensupları ve bölgenin ağa ve beylerinin, nahiye müdürlerinin,
muhtarların ve imamların vaaz u teşvikiyle teşkilatlanmaya başlamış
bulunuyorlardı. Bütün bunlar olurken, daha önce Suriye'ye göç etmiş bulunan
ermenüer, Fransız birliklerinin içinde yer alan hayli ermeninin yanında olduğu
halde bölgeye avdet ettiler. Amanos dağının doğu ciheti idaresi, İngilizlerin
Fransızlara devretmesiyle başka bir şekil aldı. Herhalde, bu şeklin
Fransız/Ermeni işbirliği olacağını izaha gerek yoktur. 1919 yılının ilk ayının
içinde İngilizler, CJrfa ile Maraş'ı ele geçirirken buradaki ermenilerde hemen
kendi güçlerini tahkim için hareke te geçmekten geri durmadılar. İngilizlerin
7/Mart/1919'da Kozan'a geldikleri görüldü.
Adana bölgesinin
Fransızların işgalinde olması hasebiyle İngilizler, 1919'un Ekim ayı sonu,
Kasım ayı başı itibarıyla kendi idareleri altında bulunan Kilis, Antep, Maraş
ve ürfa'yıda Fransız idaresine devretti. Bu arada da M.Kemâl Paşa Hâlaskâran
vazifesi olan 9.ordu birlikleri müfettişliği vazifesini Sultan Vahdeddin'in
müzaheretiyle almış bölgeyi yakından bilmesi ve gelen haberlerin ise umduğu
gibi çıkması Müfettiş Paşa'nın bölgeyi kontrolü, artık o makamın verdiği
selahiyetle değil 4/EylüI/1919'da Sivas'daki büyük kongreden sonra seçildiği
Heyet-i Temsiliye riyaseti selahiyetiyle gerçekleşmiş oluyordu.
Fransız işgal
kuvvetleri, ermenileri av köpeği gibi kullanıyorlar ve asırlarca beraber
oturup birlikte yaşadığı insanlara şimdi ölüm yağdırıyorlardı. Bahse konu işgal
bölgesinde Fransız birlikleri içinde onbin ermeninin asker olarak yer almış
bulunduğunu göz önüne alırsak karşımıza çıkan manzara ne büyük bir ihanetin
karşısında olduğumuzu ortaya koyar sanırım. Ayrıca bölgede kalmaya devam eden
ermeniferinde istisnaları hâriç, silahlandığı görülmüştü. Saimbeyli, Doğanbeyli
ve Şar bölgesinde temerküz ettiler. Dörtyol'daki müslüman ahalinin
mukavemeti,suya atılan bir taş gibi nasıl ki taşın düştüğü yerin etrafa
dâireler hâlinde bir su akımı meydana getirdiği görülürse, işte bu mukavemet
taşı aynı te'siri göstermiş 1919 yılı sonunda İstanbul'da Kilikyalılar
Cemiyetinin kurulduğu haberini aldı bölge ahalisi. Bilindiği gibi Kilikya,
eşittir Adana mânasına gelir. Kilis'de ise Müda-faa-yı Hukuk Cemiyeti teşkil
olunurken, hukuk fakültesi talebesi olan Saim bey adlı bir genç de Kozan'da
mücadele-İ mifliyeyi sağlayacak cemiyeti te'sis eyledi. Ne var ki daha sonra
Fransızlar ile meydana gelen sıcak çatışmalarda şeha-det şerbetini içti genç
Saim Bey.
Milletimizin;
İstiklâline olan düşkünlüğü her haliyle kendini böyle ortaya koymuşken, Amasya
tamimi, Erzurum ve Sivas kongrelerinin açtığı çığır ve heyet-i temsiliye
İstanbul'u dünya siyaset mahfilleriyle başbaşa bırakıp, onların düşmanları
oyalamasını temine bırakırken, vatanseverlerin bu otoritenin idaresi altında
düşmanın taarruzlarını boşa çıkaracak daha sonra da onları memleketin hârim-i
ismetinden tard edecek tedbirleri almakla uğraştığını bütün dünya duymağa hâttâ
görmeğe başlamıştı. İşte bu Heyet-i Temsiliyenin riyasetini temsil eden
M.Kemâl Paşa bölgedeki hâlin alacağı durumu göz önüne alarak teşkil olunan
başıbozuk kuvvetlerin başına nizami subayların gönderilmesinde pek mühim faydalar
mülahaza ettiğinden, o zamanlar topçu binbaşı olarak ordumuzun güzide bir
zabiti Kemâl Bey(daha sonra Tüm.general Kemal Doğan)i, Kilikya Kuvva-yı
Milliye kumandanı olarak gönderirken, Yüzbaşı Osman Nuri(general Osman
Tufan)yi,Ceyhan Nehrinin şark cihetine, Yüzbaşı Ali Ratıb'ı (Sinan Tekelioğlu)
Ceyhan Nehrinin garb cihetine, Yüzbaşı Salim (Kurtoğlu Yörük) ile Üsteğmen
Asaf'ı (Kılıç Ali) beyleri Maraş bölgesine memur etti.
Târİh 30/Ekim/1918'i
gösteriyordu ki, Mondros mütarekesi imza olunmuş, gerek gemi lerimizdeki gerekse
müstahkem mevkıilerdeki Alman zabitleri yerlerini subaylarımıza bırakmak
suretiyle çekilmişlerdi. Çanakkale'yi muhafaza eden mayınlar
toplandı.6/Ka-sım/1918'de Çanakkale'ye İngilizlerden teşkil olunmuş bir heyet
geldi. Tabyalar, yüzde 10'unu bizim askerin teşkil ettiği birliğe bırakıldı.
İngiliz inzibat subayları bir kaç gün sonra İstanbul'a geldiler. Kasım ayının
ilk on gününde Boğazı 61 adet savaş gemisi geçti. İstanbul Boğazı üzerinde
demirlediler ve bir çoğu toplarının namlularını Saraylarımızın üzerine tevcih
etmiş olduğu üzüntü ile müşahede olunuyordu. İşgalciler 6/Kasım'da Trakya
sınırımızdan içeri girmek suretiyle bazı yerleri de işgale tâbi tutarak ilerlediler.
Dörtbin kişiden
.meydana gelen bir Fransız kuvveti de Bakırköy istasyon önlerine 18/Kasım'da
geldiler. Beş gün önce denizdeki filo'dan çıkan İngiliz-Fransız karma birliği
Beyoğlu yakasına yerleştiferdi. 23/Kasım'da İstanbul'da yaşayan azınlıkların
çılgın tezahürat ve avazeleri arasında Fransız generali Desprrey, Beyaz bir at
üzerinde Fâtih Sultan Mehmed Hân'dan intikam alırcasına şehire giriş yaptı.
İngiliz kumandan general Milne, İngiliz ordusu komutanı olarak, yine Trakya
ve Boğazlar komutanı olarak da Wilson adlı general karargâhlarını İstanbul'da
kurdular general Desprrey'İn komutanlığının Selanik havalisini kapsadığını
ileri sürerek İstanbul içinde emirlerini tatbike fırsat vermediler. Ancak;
İstanbul'da bir çok Rum'un bulup buluşturup veya İngilizlerden temine muvaffak
oldukları İngiliz üniformalarını giymişler taşkınlıklar yapıp gözüne
kestirdiklerine karşı lisanen ve müessir fiillerde bulunmuşlardır.
Donanmamızın boynu bükük şekilde İzmit'de düşmanın göz altında olması, ayrıca
haysiyetimize vurulmuş bir dar beydi ki veyl mağlubun hâline.. Bu sözümüzün
hemen peşinden şu vak'ayı buraya nakil ile bu haftaki yazımızı tamamlamış
olalım. "Meclis-i mebusan'da Divâniye mebusu Fuad Bey, düşmanın mütareke
ahkâmına uygun davranmadığını ileri sürüp bazı tatbikatten şikâyetçi olduğunda
Hâriciye nâzın zat, verdiği cevapda, <hüküm galibindik sözünü
kullandığında, Trabzon mebusu Hafız Meh-med Bey şunları söylemeden edemedi:
<Mütarekenin tatbikinde bu kadar müsamaha gösteren bir hükümet, yarın sulh
masasında haklarımızı ne dereceye kadar müdafaa edebltr? Bir millet kendini
müdafaa ederken bile namusu ile şerefi ile ölür!> Dedi Bu sözlerin önemi
zamanla anlaşılmıştır.
Kilikya
hududu,İskenderun'un işgali,halkın ağlayışları ve feryadı, İngiliz baskısı,
Erme niler'in Adana marifetleri, halk silahlanıyor, savunma teşkilâtlan
kuruluyor, Güney'deki Ermeni kuvvetleri, Maraş'ın İngilizler tarafından
işgali, Ermeni askerlerinin vahşeti, İşgalde nöbet değişimi, Maraş, Grfa ve
Antep şehirlerinin işgalini Fransuzlara ciro, Kıyam-i Millînin; Sütçü îmam'ın
silahından çıkan mermi ile bölgede aksiyona geçmesini, Türk Bayrağının
indirilmesi şartıyla dans yapacağını bildiren şıllık'ı tatmin için
bayrağımızın kale'deki burç-dan indirildiğini gören hemen kale'nin yanındaki
evde ikamet eden Mehmed Ali Bey'in yüreğinden damlayan kan, beyninden süzülen
düşünceler vede kâğıda dökülen ifadeler, Alsancak başlıklı mektup CJlucâmi'nin
bir kaç yerine bir kaç kopya hâlinde bırakıldı, yazarı tarafından ve meali
şöyle idi yazılanın: "Ey asil Türk Milleti, milli varlığın ve dinin Ölüyor.
Dedelerinin kanı mukabilinde fethetti ğin kale'nin burcundaki al sancak,
Fransızlar tarafından indirilmiştir. Acaba sen de bunun yerine koyacak bir kaç
Türk kanı yokmudur? Soğukkanlılıkla korkmadan alsancağımızı tekrar yerine koyalım
ve gururla yerlerimize dönelim. Korkma seni buradaki bir kaç Fransız kuvveti
kıramaz. Buna emin ol!" 5/Ka-sım/1918' de, başlayan bir çizgiden
mücadele-i istiklâl'e koşuldu Kilikya hududu ifadesiyle belirtip diğer
başlıklarla işleri özetleyip, sancak indirilmesine tahammül edemiyen bir evlâ
d-ı vatanın ümmete feryadını cami merkezli duyurusunu belirtip, meâlen ifadeyi
de okurumuza naklettik.
Trakya ve Paşaeli
Müdafaa-i Hukuk-ı Osmaniye Cemiyeti; l/Arahk/1918'de Edirne'de hayat buldu.
Esas işi, Trakya topraklarında yaşıyan azınlıkların tehlikeli faaliyetlerini
önlemekti. İşler, Osmanlının kötü bir akıbete duçar olması hâlinde hiç
olmazsa Trakya topraklarında küçük ve bağımsız bir devlet kurmak idi. üç gün
sonra da, yâni 4/Arahk/ 1918'de, merkezi İstanbul, şubeleri Erzurum ile Elaziz
olmak üzere kurulmasında Said Paşazade tanınmış şâir ve edib valilerimizden
Süleyman Nazif Bey'in destek ve teşebbüsüyle tesis edilmişti. 10/Mart/1919'da
da Erzurum şubesi Cevad Dursu-noğlu tarafından açılmıştı. Trabzon Muhafaza-i
Hukuk-ı Milliye Cemiyeti 12/Şubat/1919'da kurulmasıyla Pontusçülere bir korku
salan teşkilât olmuştur. 1918 senesinin
14/Aralığında tesis olunmuş olan İzmir Müdafaa-i Hukuk-ı Osmaniye Cemiyeti Vali
Nureddin Paşa'nın yardımıyla büyük hizmet vermiştir. İzmir Reddi İlhak
Cemiyetinin ilk adı Müdafaai Vatan Heyeti iken işgalden önce 14/Mayıs/1915'de
bu adı almıştır. Sivil ve askerî idare çilerle işbirliği yaparak Kuva-yı
Milliye'yi destekledi. Bu cemiyetin bir parçası olarak kurulan Hareket-i
Milliye Cemiyetinin kurucuları da, Celâl Bayar(Gâ-lip Hoca),Vasıf Çınar,
Mustafa Necati ve Hacim Muhiddin (Çarıklı) adlı kendileri herkesçe bilinen
vatanperverlerdir. Millî Kongre teşkilâtı Göz Hekimi Esad (Işık) Paşa
tarafından İstanbul'da kurulmuştur. Bu kongre, Vahdet-i Millîye, Millî Ahrâr,
Sulh ve Selâmet gibi partilerle fakülteleri, dernekleri, ocakları, hayır
kurumlarını içine alan altmış kurumdan meydana gelmiş olup, ilk defa Kuva-yı
Millîye tâbiri bu ortak hareketle kullanılmıştır.
Mavrimira Cemiyeti,
Pontus Cemiyeti, Kürt Teali Cemiyeti, Teâli-i İslâm Cemiyeti, İngiliz Muhipleri
Cemiyeti, Wilson Prensipleri Cemiyete, Trabzon ve Havalisi Adem-i Merkeziyet
Cemiyeti hakkında da biraz bilgi verelim ve ondan sonra mütareke sonrasında ki
ordunun durumuna eğilelim.
Mavrimira cemiyeti,
1814'de kurulmuş bulunan Yunan emellerine hizmet ve bunların mücadelesini
yürüten Etnik-i Eterya cemiyetinin yarım bıraktığı işleri tamamlamak vazifesini
yüklenmiş ve Megalo idea denen Yunan hedefi, Bizans Devleti ihyasına faaliyet
gayreti içinde olan eli kanlı bir fesat cemiyetidir. Rumlarla ilgili hayır
kurumlarının, her birinin tepesine birer Yunan subayı yerleştirilmişti.
İstanbul'da kırkbin Rum silahlandırılmıştı. Bu silahlı adamlar Tatavla da
denilen Kurtuluş'da, Galata'da ve Fener civarında bulunmaktaydılar. Bu cemiyet
üyeleri Ayasofya'ya altın çan takmak, kimileride Hrisantos adlı kan dökücü
haydutu hapisten çıkarıp, bilhassa polis katilliğine soyunmuş birini takviye
eden bir cemiyet olup, Muharrem Bey isimli bir başkomiser bu şeriri izale etmeyi
başarmıştır. Bu cemiyet ayrıca Bizans'ın çift başlı kartal taşıyan bayrağını
ülkemizin semalarında dalgalandırmak hisleriyle yanıp tutuşmaktaydılar.
Pontus cemiyetine
gelince bu cemiyetin 1904'deki kuruluş versiyonunu ileri sürenlerin
cemiyetlerinin Miladdan önce 3.yüzyılda kurulmuş bulunan Pontus krallığının
torunları olduğunu ileri süren Trabzon Rumları tarafından kurulmuştur. Bunlar;
1.Cihan savaşı esnasında yâni 1914-1918 arasında ve mütarekeden sonra müslüman
ahaliye çeşitli baskınlarla hayatlarına fecii bir zulümle son vermekteydi ve
bunlar Avrupa ve Yunanistan'dan büyük yardımlar almaya başlamışlardı,.
Hayallerinde yaşattıkları Trabzon veya Samsun'dan birini devletlerine merkez
yapabilmekti. Faaliyete geçtiklerinde bunları durdurma yoluna resmî birlikler
ile gitmek, Mondros'un ihlâli sayılacağından, böyle bir i'jhama mâruz kalmamak
için ahali harekâtı, milis harekâtı sivil subayların organizasyonuna teslim
edilmiş ve bunların tesirlerinin 1922'ye kadar sürdüğü, Sakallı Nureddin Paşa,
Yarbay Mustafa (orgeneral Muğlalı) Bey vede Giresunlu Topal Osman Ağa,
Trabzon'da da Yahya Kâhya bunların izâlesinde büyük hizmet vermişlerdir.
Kürd Teali Cemiyeti ki
Kürd Yükselme Cemiyeti diye sa-deleştirilebilir olan bu isimli cemiyet
1919/Mayısında tesis edilmiştir. Elaziz, Bitlis gibi vilâyetlerin de içinde
bulunduğu bir Kürd devleti kurma hedefi taşıyordu. Ziya Gökalp olsun, Süleyman
Nazif Beyler onların bu gayesine itiraz ve doğruyu göstermeye çalışmaları bu
cemiyetin yayın organlarında haylice ağır yazılar ile saldırmışlardır.
İslâm Teâlii cemiyeti
1919 şubatında teşkil olunmuş din-i bir devlet kurmak düşüncesi ni gaye
edinmişken, hürriyet ve itilaf partisini de desteklemişlerdi. Ancak etkileri olmamıştır.
İngiliz Muhipleri
cemiyeti de, 1919 Ağustosunda İstanbul'da kuruldu. Saltanat ve hilafet
taraftarı olanlarla burada olmakta menfaat görenler, kimi kumandanlar, Said
Molla gibi dinle rabıtası olan kimseler cemiyetin üyeleri arasında bulundular.
Cemiyetin hedefinde Rahip Fru gibi adamlar vasıtasıyla hilafet ve saltanatın
aracılığıyla İngilizlere İltisaka götürmekti. Paraların İngilizlerce verildiği
de ileri sürülmektedir. Osmanlı dâhiliye nâzın Ali Kemâl Bey, Mehmed Ali Bey
ve Said Molla cemiyetin önemli kişilerindendi ve padişah ile sadnazam Dâmad
Ferid Paşanın bu cemiyetin üyesi olduğu rivayeti vesikalandırılamamıştır.
Wilson Prensip
cemiyetine gelince; 4/Ocak/1919'da tesisi kabil olmuştur. Amerikan manda'lığıni
isteyenlerce kurulduğu görülür, Amerika medeni bir ülkedir ve bunlara bağlandığımızda
kısa zamanda güçleneceğimizi düşünenler arasında gazeteci Ahmed Emin Yalman ve
İsmail Hami Danişmend'de bulunmaktadırlar. Mustafa Kemâl Paşada buna karşı
çıkmış ve vatanseverleri iknaaya muvaffak olmuştu.
İstanbul'da 1919
Aralık ayında kurulmuş olup, adı Trabzon ve Adem-i merkeziyet cemiyeti
Trabzonlu Rumlar, bu şehrin Ermenilere verileceği rivayetini duyduğunda bu cemiyete
taraftar olmuşlardır. Bunlardan Metropolid Lavrendius, bu Adem-i Merkeziyet'e
yakınlaşmış Pontusçuların vazifeden çekil sözünü redetmiş ben buraya padişahın
emriyle geldim demek suretiyle vaziyetini açıklamak meziyetini göstermiştir.
İşgal devletleri
İstanbul'a gelmeden evvel Osmanlı genel kurmayını sıkıştırmak suretiy İe
ordumuzun pek büyük bir kısmını terhise tâbi tutturmaya muvaffak olmuştur.
Elimiz de silah altunda dokuz adet kolordu ile yirmi adet tümenden müteşekkil
bir efrad bulunuyordu. Bunun teşkilâtlanması yazışmaları yapılırken,
İngilizler bu işte kontrole önem veriyor bu sebeble de kuruluş hayli aksıyordu.
Ankara hükümeti bu arada teşkilâtını tamamlayıp varlığını hatırlatınca, bu
yazışmalar hükümsüz hâle dönüşmüştür.
Yapılan silah
bırakışması antlaşması gereğince Osmanlı genel kurmay Başkanı Kavaklı Mustafa
Fevzi Paşa (mareşal Çakmak) ile İngiliz Generali Milne Osmanlı ordusunun 50 bin
kişilik istihdamla kurulmasını anlaşırken, 48 bin tüfek, 200 bin süngükolu, 295
tane top kaması teslim etmek zorunda kalırken, ellin kişiyi aşan eratın terhisi
yapılıyor, böylece de, ordunun tamamında 408778 tüfek, 240 makineli tüfek, 256
adet topa mâlik olunacak tarzında bir sınır konulmuştu. Târih 1919/Mart ayını
işaret ederken 337.615 er'in terhisini yapmışız trenlerimizin yetersizliği,
terhis edilen askerin memleketlerine kafileler hâlinde yaya olarak sevk
edilmişti ki, bu nasıl bir eziyet, ne acıklı bir haldi. Bu askerin içinde,
topal, çolak, yaraları yeni iyileşmiş nice gaziler olduğu gibi zayıf düşmüş
Mehmedçiklerde bulunuyordu.
Elde bulundurulmasına
müsaade edilen ve tanzim olunan kuvvetlerimizin tanzimi aşağıdaki şekilde
tanzim olundu.
1.Kolordu; Merkezi: Edirne; 41. Ve 61 .Tümenler
25." " ;
" " İstanbul 1. Ve 10. "
14." " ;
" " Tekirdağ 44. Ve 61. "
17." " ;
" " İzmir 56. Ve 57. "
20." " ;
" " Ankara 23. Ve 24. "
12." " ;
" " Konya 11. Ve 41. "
3." " ;
" " Sivas 5.Kafkas Tümeni
ve 15.Tümen
13." " ;
" " Diyanbekir 2.
Ve 5. Tümenler
15." " ;
" " Erzurum 2. 9. 11. Ve 12.
Tümenler
Kadrodaki yirmi tümeni
meydana getiren sayıdan,bir tümeni İzmir'de Yunanlılar dağıtmış, dört
tümenimizde İstanbul ve Trakya'da kaldığınından böylece yirmi tümen olan yekûn
gücümücün dörtte birinden istifade edememekle karşı karşıya idik.
Mütareke ile beraber,
evlâd-ı vatan harekâta geçmiş ve çeşitli tulumbacı kulüpleri, futbol takımları,
şehir kabadayıları, devlet görevlerinde genç kâtipler, esnaf loncaları, nice
değerli hoca efendiler düşmandan halas olmak için gerek cemaatlerini gerekse
muhitlerindeki kıraathaneleri dolaşarak gönüllü temine gayret ederlerken,
bunlardan İstanbuPuIumu-zun bizimde vaz u nasihatlerinden müstefid olduğumuz
Alasonyah Hacı Cemâl Efendi (Öğüt) merhum Beşiktaş semtindeki kahveleri
dolaşır, ahbablık kurduğu kişilerin kanaatlerini ölçüp biçer,aklı yatanları
evine götürür orada bir kaç tanesine tahlif yâni yemin ettirmek suretiyle
Milli Mücadele sancağı altına toplar ve kâh silah kaçırmada, kâh bazı zevatı
düşman elinden kaçırmak gibi mühim baskınlarda istihdam ettiğini bu satırlar
yazılırken hayatta olan Hikmet Öğüt hanımefendi hazretlerinden, yapılan
tahlifin yâni and içme esnasında, yemin edecekleri, Kur'an-ı Kerim ve tabanca
üzerine el koydurmak ve bunu yaptırırken de, gözlerin bağlı olduğunu
dinlemişizdir.
Beri yandan; Felah
(yâni kurtuluş mânasına) gurubunun silah kaçırmak için büyük depolan baskınla
veya müslüman sömürge askerlerinin göz yumması münasebetiyle soyması bunları
Anadolu'ya sevk etmesi unutulmayacağı gibi meşhur Kara Vâsıf Bey'in ünlü
Karakol Cemiyetinin büyük hizmetleri olmuştur. Hele Felah gurubu reisi o
sıralarda binbaşı olan ve ordudan Korgeneral olarak emekli olan Ekrem (Baydar)
Bey, ki bu zâtında dönme olduğu rivayeti vardır ve bunların hizmetleri hep
takdirle yâd olunur. M.M Gurubunun başkanı Topkapih Mehmed Bey ki fâkir-i pür
taksir bu zâtı da Mah-mudpaşa'da ki İrfaniye Çarşısında Manastır handa yarım
asır evvel görmüş elini öpmüştük. Yine bu zâtın arkadaşlarından Bican
Bağcıoğlu, Muhasebeci İhsan Bey ile Topçu Üsteğmen Burhan, deniz Yüzbaşı Hakkı,
İnzibat bölük komutanı Seiâmi Tolunay Beyefendiler de hizmetleriyle temayüz
etmişlerdir.
İstiklâl mücadelemizin
önemli bir merhalesini teşkil eder Amasya Tamimi. Samsun'a mutasarrıf sıfatıyla
bıraktığı Re-fet (Bele) Bey'i Amasya'ya gelişinde az sonra yanına davet eder.
Refet Bey gelmediği gibi, cevab da vermez. Bu arada mutasarrıf olduğu Samsun
civarını teftişe çıkan Albay Refet Bele, Amasya'ya gelmiştir. Daha önceden
müsveddesi hazırlanmış bazı tahriratın yeni gelen arkadaşlarca imzalanmasını
taleb eden M. Kemâl Paşa,odasında oturan Rauf (Orbay) Bey ile Refet (Bele)
Beylere bu kâğıtları imzalamalarını söylediğinde Rauf önce imtina eder,
bilahire bunun târihi bir hatıra olduğunu hatırlatan M.Kemâl'in ricasını
tekrarlaması üzerine imzalar. Refet Bey, imza atmayı kabule yanaşmaz Bunun
üzerine M.Kemâl Paşa; yan oda da oturmakta olan Ali Fuad (Cebesoy) Paşayı
yanına çağırtır ona beyanda bulunur ve bunun üzerine Ali Fuad Paşa da kâğıdı
imzalar. Bunun üzerine Refet Bey müsveddeyi eline alır ve kendinin anlayacağı
bir işaret koyar. Bu işareti müsvedde de bulmak pek müşküldür. Bu müsveddenin
en bariz tarafı şu satırlardır: "Artık; İstanbul, Anadolu'ya hâkim değil,
tâbi olma mecbur-tiyetindedir." Bu tamimin yayınlanışında,
22/hazi-ran/1919'da Kâzım Karabekir Paşayla Mersinli Cemâl Paşa da telgraf
mâkinası tasdik etmişlerdi. Şimdi bu tamimden sonrayı bir kronoloji hâlinde
sahifelerimize alacağız ve İstiklâl harbimizin komuta kadrosunun mensuplarını
ve vazife icra ettikleri birlikleri ve o dönemdeki rütbeleriyle kaydederek,
dizimizi tamamlama yoluna gideceğiz.
24/Haziran/1919;
Padişah Vahdeddin Hân'a M.Kemâl Pa-şa'dan telgraf, "..böyle bir zihniyetin
hiç bir yerde kabul ue tatbik noktası bulmadığını şükranla arzeylerim"
27/Haziran/1919:
Mustafa Kemâl Paşa'nın Tokat'tan Sivas'a gelişi ve Vali Reşid Paşa tarafından
karşılanışı, bu Vali paşa meşhur tarihçi ve devlet adamı Ahmed Cevdet Paşa'nın
damadıdır. Aynı gün ve târihde, Ali Fuad (Cebesoy) Paşa'nın Ankara'da erkân-ı
devletin askeri ve sivillerine yayımladığı beyannameden: "İcabında mevkı-i
memuriyetimden ayrılarak bir ferd-i millet olarak mübarek vatan ue mukaddes
milletim uğrunda çalışmağa devam edeceğimi alenen taahhüt ediyorum.."
3/Temmuz/1919: Mustafa
Kemâl Paşa'nın Rauf bey ile beraber Erzurum'a gelişi halk ve asker tarafından
sevgi gösterileriyle karşılanışı ve istanbul'da dahiliye nazırı Ali Ke mâl
bey'in; valilere: "Ordu müfettişleri ve ordu kumandanları İttihat ve
Terâkkinin bakiyesidir. Seferberlik emri verilirse ahali bunu icra
etmesin", Tarzındaki tamimine 15.Kolordu komutanı Kâzım Karabekir'in
karşı tamimi: "Doğu'nun müdafaasından ben me'sulüm. Kanun bana bir
tehlike anında seferberlik emri vermek selâhiyetini vermiştir. Her kim olursa
olsun, seferberlik emrine uymazsa derhal divân-ı. harbe veririm "
olmuştur.
23/Temmuz/1919:
Erzurum Kongresi açılıyor ve M.Kemâl Paşa Reis intihab ediliyor.
27/Temmuz/1919: Kâzım
Karabekir Paşa ile Albay Raw-linson'un Erzurum'daki mülakatı ve Amiral
Galdroph'dan Lord Kurzon'a: "Şu ihtimâli göz önünde bulundurmalısınız.
Hadiseler öyle bir şekil alabilir ki, küçük Asya'da bağımsız, muhtemelen gayet
fanatik ve avrupa aleyhtarı bir hükümet kurulabilir. Böyle bir hükümet
İstanbul'un yetkisini ve padişahın egemenliğini ret edebilir" Demektedir.
4/Eylül/1919: Sivas
Kongresinin açılışı, M.Kemâl Paşa'nın açış konuşması ve kongre reisi seçilmesi.
Sivas kongresi
4/EyIüi/1919'Perşenbe günü saat: 15'de M.Kemâl Paşa'nın başkanlığın da
çalışmaya başladı. Kongreye iştirak eden delege adeti kırk kişidir. Çalışmalar
sekiz gün sürmüştür. 11 /Eylül/1919 günü saat 11.30'da son bulmuştur. Kongreye
katılan ve adlan bilinen delegeler şunlardan ibarettir:
1-Mustafa Kemâl
Paşa/2-İsmail Fâzıl Paşa <Ali Fuad Ce-besoy'un babasi/3-Hüseyin Rauf
Orbay/4-İsmail Hami Da~ nişmend <İstanbul delegesi> /5-Albay Kara Vâsıf
Bey istanbul delegesi>/6-Dr.Hikmet Bey (Orhan Boran'ın babası) /7-Mehmed
Şükrü Bey <Afyonkarahisar delegesi> /8-Salih Sıtkı Bey <Afyonkarahisar
delegesi> /9-Bekir Sami Bey <To-kat delegesi> /10-Albay Refet Bey
<Samsun delegesi> /ll-Boşnakzâde Süleyman Bey <Samsun delegesi>
/12-Başa-ağazâdeYusuf Bey <Denizü delegesi> /13-Küçükağazâde Necip Ali
Bey <Denizli delegesi> /14-Dalhanlızâde Mehmed Şükrü Bey <Denizli de
legesi> /15-Hakkı Behiç Bey <Denizli delegesi> /16-Hoca Râif Efendi
<Erzurum delegesi> 17-Şeyh Fevzi
Efendi <Erzincan delegesi> /18-Ahmed Nuri Efendi <Bursa delegesi>
/19-Osman Nuri Bey <Bursa dele-gesi> /20-Siyahizâde Halil İbrahim Efendi
<Eskişehir delege-si> /2Î-Bayraktarzâde Hüseyin Bey <Eskişehir
delege-si>/22-Hüsrev Sami Bey <Eskişehir delegesi> /23-Mâcit Bey
<Alaşehir delegesi> /24-Zeki Bey <Kastamonu delegesi> /25-Mehmed
Tevfik Bey <Kastamonu delegesi> /26-Abdur-rabman Dursun Bey <Çorum
delegesi> /27-Dellâlzâde Hacı Osman Efendi <Nevşehir delegesi>
28-Halit Bey <Bor dele-gesi> /29-Mustafa Efendi <Niğde delegesi>
/30-Mazhar Müfit Bey <Hakkâri delegesi> /31-İbrahim Süreyya Bey
<Saruhan deiegesi>dir.
Bu delegelerin çok
büyük bir kısmı Sivas'a gelmişler ve aralarında bir çok meselede ortak noktalar
oluşturmuşlar ve Mustafa Kemâl Paşanın gelmesinden önce 25 delegenin Mandater
idaresi hakkında bir muhtıra hazırlamış olduğu varittir. Bu hususda M.Kemal
Paşa şunları söylemektedir: "Öç gün ittihatçı olmadığımızı teyid için
yemin etmek lüzumu ile yemin formülü hazırlamakla, padişaha arıza yazmakla ue
kongreyi tebrik için gönderilen telgraflara cevap yazmakla ve bilhassa kongre
siyasetle uğraşacakmı? üğraşmayacak-mı? Münakaşası ile geçti İçinde bulunan
mücadele ue faaliyet siyasetten başka bir şey değil. Bunu münakaşa etmek
şâyan-ı hayret değilmidir? Delegelerin mühim bir kısmı ittihatçı idi. Buna
rağmen her biri ittihatçılık yapmayacağına yemin etti." M.Kemâl Paşa daha
sonra şunları ifade eder: "Erzurum Kongresinde alınan müdafaa kararı,
Ermenilere ue Rumlara karşı alınmış iken, Sivas kongresinde her türlü işgal ue
müdehaieye karşı müdafaa ve mukavemet etmek kararı verilmiştir..." Daha
sonra mandaterlik hakkında İstanbul delegesi İsmail Hami (Danişmend) Bey
tarafından hazırlanıp 25 delege tarafından imzalanıp manda muhtırası ise müzakereye
getirildi. İstanbul delegeleri oradaki telkinlerin tesiri altında idiler.
İstanbul'dan gelirken Braun adında bir Amerikan gazetecisini de beraberlerinde
getirmişlerdi. Bu gazeteci Türkiye'ye 50 bin kişilik bir işçi ordusu getirip
Türkiye'yi imâr ettireceğini söylemiş bulunuyordu. Manda teklifini müdafaa
edenler arasında Rauf, Refet, Bekir Sami ve Kara Vâsıf Beyler ile İsmail Fâzıl
Paşa da vardı. Bu görüşe eğilim sebebi olarak da; 500 milyon (günümüz parasıyla
500 katrilyon) Osmanlı lirası borcu olan ve yıllık geliri oniki milyon
civarında geliri olan, verimli bir toprağı bulunmayan bir ülke yabancı desteği
olmadan yaşayamaz, ikinci olarak parasız, ordu-suz ne yapabiliriz? Modern
milletler hava da uçuyorlar. Biz daha kağnı ile ekin taşıyoruz. Onlar zırhlı
yapıyor, biz yelkenli bile yapamıyoruz. İzmir, Yunanistan'da kalsa düşmanımız
vapurla asker getireceği halde biz hangi şimendifer yâni trenle nakliyatı
gerçekleştireceğiz? Diye ileri sürmek suretiyle ülkenin manda olmasına
taraftar olduklarını beyan ediyorlardı. M.Kemâl Paşa, mandacılara Braun adlı
Amerikalı gazeteci ile görüştüğünü bu adamın manda'lık teriminin ne olduğunu
dahi bilmediğini, ayrıca da Amerika'nın da rnanda-terlikten yana olmayacağını
ifade ettiğini naklettikten sonra
M.Kemâl Paşa, manda
taraftarlarını susturan yine mandacılığı savunan Rauf Bey'in olduğunu çünkü,
Amerikan kongresinden memleketimizi tetkik edecek ve hakikati ortaya serecek
bir kurul davet olunmasını teklif olarak ileri sürdü ve bu teklif ittifakla
kabul edildi. Şeklinde bilgi vermektedir. AB~ D'ye çekilen tel- grafın ülkenin
o günkü durumunuda ortaya sermesi açısından ehemmiyeti münasebetiy le buraya
nakli uygun bulduk: "Amerika Birleşik Devletleri Ayan meclisi reisliğine,
Rumeli ve Anadolu'nun bütün müsiüman halkını temsil eden ve Osmanlı
imparatorluğunun Anadolu ve Rumeli'deki bütün vilâyetlerinin temsilcilerinden
mürekkep olan Sivas Milli kongresi, 4/Eylül/1919'da bir araya gelmiştir
Gayeleri şunlardır:
Memleket halkının
ekseriyetinin arzularını yerine getirmek, bütün azınlıkları himaye altında
bulundurmak, bütün vatandaşların can ve adalet yolundaki haklarını teminâta
bağlamak. Sivas Milli kongresi Osmanlı imparatorluğu halkı içindeki ekseriye
tinin arzularını ifade eden bir karar suretini 9/Eylül/1919 günü kabul
etmiştir. Bu kararın içinde bulundurduğu prensipleri, Sivas Milli Kongresi,
Birleşik Amerika Devletleri Ayan meclisine şu ricada bulunmayı bu gün yine
ittifakla kararlaştırmıştır.
üyelerinizden kurulu
bir komiteyi Osmanlı devletinin her köşesine göndermenizi diliyoruz. Bu komite
hususi menfaat ile alâkalan olmayanlara ve millete has olan ber rak görüşte,
Osmanlı imparatorluğunda fiili surette hüküm süren hal ve şartlan gözden
geçirmelidir. Böyle bir tetkik; Osmanlı İmparatorluğuna ait nüfusun ve
arazinin mukadderatı hakkında bir sulh antlaşması gereğince keyfi kararlar
verilmesine meydan bırakılmazdan evvel yapılmalıdır."
İmzaların sahibi
aşağıdaki zevattır. Sivas kongresi adına: Reis: Mustafa Kemâl Paşa-Reis Vekili:
Hüseyin Rauf Bey-2.Reisvekili: İsmail Fâzıl Paşa-Kâtipler: İsmail Hami ve
Mehmed Şükrü
16/Mart/1920'de
İstanbul kanlı bir işgalin altına girerken, Meclis-i Mebusan'da dağıtıldığından
Osmanlı devlet başkentinin artık millet mukadderatına vaz u elyed koyamayacağı
tabii olduğundan Ankara'da bir millet meclisi teşekkül ettirilmesi karargir
oldu. Aslında Hüseyin Rauf Bey'in, meclis-İ mebusanın kapanmasını temin için
tevkif olunmayı da göze alarak, İstanbul'a avdet edip, mebusan'da yaptığı
tahrik edici konuşmalarıylada bunu temine muvaffak olduğu böylece de,
mebusların Ankara'ya gitmesinde müsbet ve mühim ro-lünüde burada hatırlamadan
geçmeyelim. Mustafa Kemâl Paşa, Rauf Bey' in bu plânını pek tehlikeli bulmuş,
İstanbul'a avdetine engel olmaya çalışmış başına gelmesine muhtemel hâller
arasında hayatını bile kaybedeceğini ifade etmiştir. Nitekim de Rauf Bey,
Meclis-i Mebusandan Kara Vasıf Beyle birlikte işgal kuvvetlerince alınmış
Malta'ya sürgüne gönderilmiştir. Bu olayların akabinde; İstanbul'da
mücadelenin yapılamayacağını anlayan mebusların ve Anadolu'nun livalarında
yapılan seçimlerle de, boş sandalyeler temsilcilerine kavuşturmuşlardır. Bundan
sonra da, Millet meclisi İstiklâl savaşımızın merkez üssü olmuştur.
23/Nisan/1920'de Cuma günü ve Cuma Namazından sonra küşadı yapılan BMM'si
başkanını seçmiş ve bu meclisin hükümeti de kurulmuştur. Bu hükümet Milli
Mücadeleyi süratle muntazam askeri birlikler teşekkül etmek çalışmalarına
girişmiştir. Bu meclisin başkanlığına M.Kemâl Paşa, 110 rey alarak seçilirken
Hacıbektaş Çelebisi Cemaleddin Efendi 2.başkanvekilliğine, Haydar Refik,
Muhiddin Baha, Cevdet Atıf, Rasim ve Eyyaz Beyler kâtipliklere Emir Paşa ile
Süreyya Bey'c'e idare memurluklarına seçildiler. Ancak ilk hükümet teşki!
olunana kadar bir yürütme kurulu seçildi ki bu zevat, Albay İsmet (İnönü),
Feyzi (Çakmak) Paşa, Hamdullah Suphi, Hakkı Behiç, Adnan Beyler ve Şeyh Servet
Efendi'den meydana gelen altı kişi aşağıda ki adları yazılı hükümet kurulana
kadar yürütme kurulu adıyla görev yaptılar: Başbakan: Mustafa Kemal
Pa-şa-Şeriyye vekâletine: Mustafa Fehmi Efendi-İçişleri vekillisine: Cerni!
Bey-Bayındtrlık vekâletine: İsmail Fâzıl Paşa-Hâ-riciye vekaletine: Bekir Sami
(Kunduh) Bey-Sıhhıye Vekaletine: Dr.Adnan Adıvar-İktisat vekâletine: Yusuf
Kemâl Ten-girşenk Bey-Genel Kurmay başkanlığına: Albay İsmet Bey(İnönü)-MilIi
Müdafaa vekaletine: Fevzi(Çakmak)Paşa-Mâliye Vekaletine: Hakkı Behiç Bey-Mâarif
vekâleti: Rıza Nur Beylerden müteşekkil hükümet kuruldu.
BİRLİK VE MAKAM:
1.Kol.Ordu K.Edirne 49.Tüm.K. Kırklareli 6O.Tüm.K. Keşan 14.Kolordu Tekirdağ 55.Tüm.K. Tekirdağ
61.Tüm.K. Bandırma 61.Tüm.K. Bandırma 17.Kolordu K. İzmir 17.Kolordu K.Bursa
56.Tüm.K.İzmir 57.Tüm. K. Aydın 25.Kolordu K.İstanbul 25.Kolordu K.İstanbul
l.Tüm.K. İzmit l.Tüm.K. İzmit 10.Kafkas Tüm K.İst. 2.Ordu Müfettişi 2.Ordu
Müfettişi 12.Kolordu K. Konya 12.Kolordu K. Konya
RÜTBE ADI VE SOYADI
Alb.Cafer
Tayyar(Tümg.Eğilmez)
Alb.Şükrü
Nâili(Korg.Gökberk)
Alb.Muhittin(Tümg.Kurtiş)
Tuğg.Yusuf İzzet
Paşa(Met)
Yarbay Alaaddin(Tümg.Koval)
Alb.Muhittin(Tümg.Kurtiş)
Alb.M.Kâzım
(Org.Özalp)
Tuğg.Aii Nâdir Paşa
Alb.Bekir
Sami(Alb.Günsav)
Alb.Hürrem
Alb.Şefik(Alb.Aker)
Alb.Şevket
Tuğg.Aii
Saİt(Org.Akbaytugan)
Yb.Mustafa Asım
Alb.Rüştü(Gnl)
Alb.Kemaiettin
Sami(Korg.)
Tümg.Cemâl Paşa(Mersinli)
Korg.Esat Paşa
(Bülkat)
Alb.M.Selahaddin(Kip)
Alb.Fahrettin(Org.Altay)
1 l.Tüm.K Pozantı
11.Tüm.K. Niğde
41.Tüm.K. Karaman
4l.Tüm.K. Karaman
20.Kolordu K.Ankara
23.Tüm.K.Afyon
24.Tüm.K. Ankara
24.Tüm.K.Ereğli
9. (3.)Ordu Müfettişi
3.Kolordu K.Sivas
3.Kolordu K.Sivas
5.Kafkas Tüm.K.Amasya
15.Tüm.K.
15. Tüm. K.Samsun
15.Kolordu K.Erzurum
3.Kafkas Tüm.K.Tortum
9.Kafkas Tüm.K.Erzurum
11.Kafkas Tüm.K.Van
12.Tüm. K.Horasan
13.Kolordu K.
Diyarıbekir
2.Tüm.K.Silvan
2.Tüm. K.Silvan
5.Tüm.K. Mardin
Yb.Mümtaz(Alb.
Yb. Mehmed Arif(Ayıcı)
Yb.Mehmed Hayri
Yb.Nuri(Conker)
Tuğg.Ali
Fuad(Korg.Cebesoy)
Yb.Ömer Lütfi(Argeşo)
Yb.Mahmud
Nedim(Hendek)
Yb.Atif Ateşdağlı
Tuğg.Mustafa
Kemâl(Atatürk)
Alb.Refet(Tümg.Bele
Alb.Çolak
H.Selahattin(Köseoğlu)
Yb.Cemil Cahit(Org.Toydemir)
Yb.İsmail Hakkı
Yb.Şefik
Avni(Özüdoğru)
Tuğg.Kâzım
Karabekir(Korg)
Alb. Rüştü(Tümg)
Yb.Hafit(Tümg.Karsıalan)
Yb
Câvit(Tümg.Erdelhün)
Yb. Osman
Nuri(Tümg.Koptagel)
Alb.Ahmed Cevdet
Yb.Aşir(Tümg.Ath)
Yb.Akif(Tümg.Erdemgil)
Yb.Kenan(Korg.Dalbaşar
1-TRAKYA MİLLİ
KOMUTANI ALBAY CAFER TAY-YAR(Tümg.EGİLMEZ)/2-l.Kolordu K.Albay Muhittin
(Tümg.KOrRTİŞ)/3-l.Kor.Kur.Bşk.Yb.Abdurrahman
Nâ-fiz(Org.GÜRMAN)/4-l.KolorduHrk.Şb.Md.Bnb.Kadri (Alb. ALKOÇ)/5-1 .Kor.
Kurma yi Bnb.İsmail Hakkı/6-49.Tüm.K.Edirne Yb.Şükrü
Nâili(Korg. GÖKBERK)/7-49. Tüm.
Kh. Sb.ütgm. Fehmi (Korg.TÜRESEL)/8~
153.P.Aİ.K.Bnb.Çallı Etem (Alb.KA
RABCIDAK)/9-154.P.ALK.Yb.Ahmed Hamdi(Alb)/10-155.P:Al.K.Yb.Yüm-ni/11-60.
Tüm.K.Uzunköprü Yb.Cemil (UYBADIN)/12-6O.Tüm.Krm.Bşk.V. Yzb.AIi
Rıza/13-185.P.AI.K.Bnb.Ali Fâ-ik(Yb)/14-l
86.P:Al.K.Yb.Süreyya/15-187.P.Al.K.Yb.Saffet/ 16 -60.Top.Al.K.Bnb.Ahmet
Zeki/l7-55.Tüm.K.Tekirdağ Yb.Alaaddin(Tümg.KOVAL)
/18-55.Tüm.K.V.Yb.Yüm-nü(EĞİLMEZ)/l9-55.Tüm.Kur.Bşk.Yzb.Yusuf Ziya(Tümg.
YAZGAN)/20-55.Tüm.KurmayıYzb.Necmettin(SELEM)/21 -168.P.Al.K.Yb.Kuşat
(Gnl.Yazıcıoğlu)/22-l70.P.Al.K.Yb.Fâ-ik/23-170.P.Al.K.Yrd.Bnb.Muhittin(Yb.)/24-171
. P.Al.K.Yb.Şâkir(ERZÜRÜMLÜ)/25-55.Top. Al.K.Bnb.Şükrü/26-55.Top.Al.K.Yzb.Sâ
mi(Korg.TOPÇÜ)/27-K)rklareli HudutTb.K.Bnb. Fuat/28-516.Hudut
Tb.K.Yzb.Hasan Tahsin Edirne Uzunköprü
ve İpsala'da Kurulan Gönüllü Müfrezele-ri:Ahırköprülü Ahmed Bey
Müfrezesi/Teğmen İbrahim Hakkı Çırpanlı komutasında İbrahim Hakkı
Müfrezesi/Hüseyin Bey Bölüğü/Yolageİdi İbrahim Müfrezesi/Binbaşı Nidadi Komutasında
üzunköprülü Müfrezesi/Arnavut Ali komutasında CJzunköprülü Ali Bey
Müfrezesi/Hafız Recep Efendi komutasında Babaeski Milli Müfrezesi/Behçet Hilmi
komu tasında Kuvve-i Seyyare
BatiTrakya Kuvayı
Milliye K.Bnb. Filibeli Rüş-tü(Korg.AKIN)/Batı Trakya Kuvayı Mil üye
K.Yrd.Yzb.Fu-ad(BALKAN)Dr.Bnb.İsmail Hakkı-Ecz.Yzb.Nuri-P.Yzb.Salih
Zeki-RYzb.Şevket-RYzb.Sedat-P.atğm.Hüsnü-P.ütğm.Ab-dülgani-P.Tğm.Fahri(Özdi-lek)-P.Tğm.Midhat
Cemal(Kü-TAY)-P.Tğm.Hayri-P.Tğm.Sabri
Hükümet Başkanı/ Peştreli Tevfik Bey/
" 2." 7 Bekir Sıtkı Bey
Adalet Bakanı " "
" " " "
Dış İşleri Bakanı Mahmud Nedim Bey
İçişleri Bakanı Hasan Tahsin
Bey(ARGCİN)
Mâliye " " Sabri Bey(TÜTEN)
Evkaf "
"
Av.Mustafa Bey(DOĞRÜL)
Gnkur.Bşk.P.Yzb. Fuad(BALKAN)
" 2."
"P.Tğm.
Fahri(ÖZDİLEK)
Bati Trakya Türk
hükümeti ile alâkalı olarak,yukarıdaki listeye aid bir miktar bilgi vererek, bu
haftaki yazımızı tamamlayalım. Bu İstiklâl Harbi komutan ve subaylar listesini
seçimlerden sonraki yazılarımızda inşaaîlah tamamlarız.
15/Ekim/1919'da adı
geçen Türk hükümeti, bölgede bulunan azınlıklardan Rumlar ve Bulgarlardan
hükümete birer temsilci ile katıldılar. Bu hükümeti, Yunan ve Bulgar hükümetlerinin
tanıdığını bildirmiş olalım. Fransızların bu hükümet kuruluşuna yardımcı olma
gayretlerinin maksad-i hâkikisi ileri de burayı Fransa'nın mandateri olarak
nüfuzu na aî-mak gayretine matuf olduğunu ifade edelim. Fransa ile Yunanistan
hükümetleri burada kıyasıya bir mücadeleye girdiler. Mayıs 1920'de referandum
yapıldı. Yunanlılarında 75 bin Osmanlı altunu harcama yaparak, satın aldığı
bazı Türk ileri gelenlerinin marifetiyle Batı Trakya,Yunanistan'a katılmasıyla
netice verdi. Böylece bu yönetimde 23/ Mayıs/1920'de târih sahnesinden
çekilince bu referandumu ve oyunlara karşı çıkan Batı Trakya Türkleri,Batı
Trakya Milli Hükümetini kurdular bu târih 25/Mayıs/1920 olup bu hükümetleri
Lozan'ın İmzasından sonra 24/Temmuz/1923'de faaliyetine son verdi. Milli
Mücadele esnasında buradaki direnme ve faaliyetler, Yunanlıların altı tane
tümenini burada meşgul ettiğinden, Anadolu cihetindeki mücadelemize dolaylı
yardım etmiş de oldular.
Ahmed Tevfik Paşa
Osmanlı devleti sadrazamlarının 208. değişikliğini yaşamıştır ilk sadaretinde.
Paşa ilk sadaretine H.Hilmi Paşa'dan boşalan makama Sultan 2. Abdülhamid tarafından
nasbedilmiştir. Ancak bu makamda sadece, 21 gün kalabilmiştir. Bu sadaretinden
sonra üç defa daha bu makama gelebilmiş ve tamamı dört kere olmak üzere mevkii
sadarette bulunmuştur. Ayrıca bir hususiyeti vardır ki, pek iyi olmayan bir
sıfat tır. O da; Osmanlı devletinin son sadrazamı olması şanssızlığıdır. Târihe
şân veren bu yüce milletin son padişahı olmak nasıl hâzin ise tabiatıyla, son
sadrıazarnı ol-nnakda ondan aşağı bir hazinlik göstermez. Ahmed Tevfik Paşa
biografisi pek alaka çekici hususlara mâlikdir. Sahib-i dikkat olanlar bunları
hemen fark edeceklerdir.
Ahmed Tevfik Paşa
12/safer/1261-18/şubat/1845'de Üsküdar Tpptaşı semtinde dünyaya gelmiştir.
Kırım hanları sülâlesinden olup, Tuna havalisi Osmanlı süvarileri generali İsmail
Hakkı Paşa babasıdır. Diyarıbekir'li Hacı Şaban efendinin kızı Ayşe Gülşinas
Bânu'nun, son sadrazamın validesi olduğu Paşa'nın tercümei hâlinde yer
almaktadır.
Topkapı sübyan
mektebinde bir müddet okuduktan sonra babasının Vidin'deki vazifesi
münasebetiyle Vidin Rüşdiye-sinde okudu. Yaşı ondörde geldiğinde Davudpaşa' da
bulunan 2.süvari alayına kayıd oldu. Onsekiz yaşına geldiğinde Harbiye
Mektebinden genç bir süvari mülazım-ı sâni i olarak çıktı.
İbnü'l Emin Mahmud
Kemâl İnal beyefendi "Son Sadrazamlar" adlı pek kıymetli eserin de
1705. sahifede: ".resmi tercemei hâlinde arızâi vücudiyesinden dolayı
silk-i aske-riyyeden isti'fa etmiştir" yazıyor diyor. İstifasının hakiki
sebebi hakkındaki sualime oğlu Ali Nuri bey, gönderdiği cevab-nâmede süvari
kumandanı Ömer Şevki ile Nasuhi Paşa'ların emir zabitliği vazifesinde bulunduğu
esnada amcasının oğullan latife tarzında Safveti Paşa'ya bayram tebriğine
giderken terfi etdin demelerine kızarak 1282/1865'de askerlikten isti'fa
etmiştir." şeklinde malumat veriyor. Hemen aynı sene ücretsiz olarak
babıâli tercüme odasına çalışmaya girdi. 1289/1872 cemaziyelahirde onbeş lira
maaşla Roma sefareti kâtipliğine 1292/zilkade-1875'de otuzüç lira maaşla (2002
târihi itibarıyla 4.milyar 290milyon yapar) Atina sefareti başkâtipliğine,
1293/şaban-1876/ağustosunda aynı maaşla Pe-tersburg sefareti başkitabetine,
1294/1877 tarihine kadar sefir Kabûli Paşanın vekâletine maslahatgüzar tâyin
olundu.
Şaban/1300-1882/haziranında
yüz lira maaşla Atina'ya orta elçi unvanıyla gönderildi. 1 2/recep/1 302-28/ni-san/1885'de Paris'de
kurulan Süveyş Kanalı komisyonuna memur oldu. Berlin sefirliği ve rütbe-i
vezâret 1/rebiülev-vel/1307-26/ekim/1889'da verilirken bir çok madalya ve nişanlar
da kendisine takdim olunuyordu. 1 8/cernaziyeiev-veI/1313-7/kasım/1895'de 40
bin krş maaşla hâriciye nâzın oldu. Tevfik Paşa'nın bu makama getirilişinin
hikâyesi şöyle: Ahmed Tevfik Paşa; bir müddet için İstanbul'a izinli gelebilmek
için yazdığı bir dilekçede mezuniyet istirhamında bulunmuştu. Ne var ki bu
müracaata cevab alamamıştı. Daha sonra mabeynden çekilen bir telgrafla acilen
gelmesi bildirilmişti ayrıcada doğrudan saray'a uğraması işaret olunmuştu.
Gece yarısına yakın İstanbul'a gelen Tevfik Paşa işar üzerine hiçbir yere
uğramadan doğruca saraya gidip, Mabeyn Müşiri Gazi Osman Paşanın odasına duhul
ederek, saraya çağırılış sebebini sual ettiğinde aldığı cevap: "Zannımca efendimiz;
sizi bu sefer bırakmayacaklar!" Şeklinde olmuştu. O sırada hükümet
toplantı halindeydi ve sadrazamın konağına gittiğini de bu arada duymuştu.
Tevfik Paşa'ya o sırada saray'da bir odaya yatak serildi. Yorgun Paşa henüz
uzanmıştı ki, kapısı tıklatıldı ve kalkması istendi. Kalkıp da
hazırlandığında, heyet-i vükelâ toplantı salonuna gitmesi işaret olundu. İçeri
girdiğinde hâriciye nazırlığına getirildiğini anladı.
9/şev-val/1314-14/mart/1897'de yapılan tensikatta maaşı 36 bin kuruşa
indirildi.
Bilhassa ikibin yılını
idrak ettiğimiz şu günlerde aşağıdaki satırlara yeniden hayatiyet verme arzuy-u
emelİyle Yunan muharebesinde müşahede olunan mesâil-i makbule-i sada-katkârane
ve ikdamat-ı ber güzide-i şinasanesine binaen Yunan Muharebe Madalyası 30/şevval/1315-23/mart/1898de
murassa imtiyaz ve 21/rebiülahir/1317-30/ağustos/1899 da "Hidemat-ı
sadıkane ve mesâil-i memduhai reviyyetkâranesine binaen mu-rassa iftihar nişanı
ve altun kılıç verildi. re~ ceb/131 7-kasım/l 899'da hâriciye nazırlığına zâmimeten
üzerinde bulunan sıhhiye nezâretinden dolayı ayrıca 10 bin krş maaş tahsisine
iradei seniyye çıktı.
Zaferle çıktığımız
Yunan Savaşı akabinde Tophane Kas-rın'da yapılan Yunanlılar ile ba nş
müzâkerelerine üç ay reislik edip, sonunda kat'i sulhu sağlamaya muvaffak oldu
ve bundan dolayı altun .liyakat madalyası alırken, Hicaz Demiryolları
madalyasına da hâmil oldu. Meşrutiyet ilânında, değiştirilen bakanlar
arasında, yerini muhafaza edebilen Ahmed Tevfik Paşa olmuştur. Hariciye
nazırlığında devam etmesi hoş görülmüştür. Yine yapılan tensikatta bu sefer
maaşı 25bin kuruşa indirildi. 20/zilkade/1326-15/aralik/1908'de ayan meclisine
seçildi. 1 2/muharrem/1 327-27/şu-bat/1909'da Kâmil Paşa hükümetinin sükûtu
hâriciye nazırlığından Ahmet Tevfik Paşanın da sükûtunu getirdi. Ancak kurulan
Hüseyin Hilmi Paşa'nın kabinesinde hariciye nazırlığına getirilen Rıfat Paşa,
Londra sefirliğini devr ve İstanbul'a kadar geçmesi geçen zaman diliminde
nezareti vekâleten yürütmesi istenen A.Tevfik Paşa yıllarca o nezâreti güzelce
idare etti.
15/rebiülevvel/1327-8/nisan/1909
târihinde Londra sefirliğine tâyini yapılan ^Khmed Tevfik Paşa daha yola çıkmamıştı
ki; 31/mart olayı vukubuldu. Bu olayın zuhuru ile sadareti terk edip, Sultan
2.Abdülhamid'in sinesine sığınan Hüseyin Hilmi Paşa'dan boşalan makama,
22/rebiülevvel/1327-14/nisan/1909 sah günü 30 bin krş.maaşla getirilmişti.
Bu hususda aşağıdaki
hatt-ı hümayûn'un suretini nakle cesaret edelim:
"Vezir-i meali
semirim Tevfik Paşa; Heyet-i vükelânın müt-tefikan isti'fasına mebni mesnedi
sadaret derkâr olan ehliyet ve sadakatinize binâen uhdenize tevcih ve
şeyhülislâm Ziya-üddin Efendi mesnedi meşihatda ibka kılınmış olmakla diğer
vükelânın bilintihab memuriyetleri icra kılınmak üzere arz ve ahkâm-ı celile-i
şer'i şerife bir kat daha dikkat olunması ve kaanun-i esasinin muhafazasaı ile
asayişin idâmesi ve devlet-i âüyye ve memâlik-i şahanemizin imran ü
terakkıyat~ı ve kâffe-i tebâmızın refah ve saadeti esbabının istikmâli
dezdi-mizde begayet mültezem olduğundan ona göre sarf-ı mesâi ve gayret
edilmesi matlûb-i kat'i şahanemizdir.
Cenabı Hakk'
tevfikat-ı sübhaniyyesine mazhar buyursun.
Abdülhamid"
Halid Ziya
(CJşaklıgİl) "Saray ve Ötesinde" yeni sadrazam için şu satırları
kaleme almıştı: "..Hüseyin Hilmi Paşa çekilince, Abdülhamid sadarete
Tevfik Paşa'yı getirmişti. Tevfik Paşa; iffetiyle, namusuyla herkesin indinde
pek muhterem sayılırdı. O, ne Hüseyin Hilmi Paşa gibi İttihad ve Terâkki
cemi-yetiyle irtibat sahibi, nede Kâmil Paşa gibi cemiyyetin sarih bir muhalifi
idi. O zaman için, en münasib sadnazam ancak Tevfik Paşa olabilirdi."
Saray'da çok uzun
müddet ve önemli görevler ifa etmiş bulunan Mâi ve Siyah romanının yazarı
üşaklıgil; Abdülhamid Hân'ın bu tâyinini, isabetli hükmüyle tasrih etmiş
oluyor.
Değerli okuyucu; Küçük
Mehmed Said Paşa'nın ilkaıyla olarak 2. Abdülhamid, şeyhülislâm intihabına
ilâveten harbiye ve bahriye nazırlarını tâyin etme hakkını yed-i kabzasına
almak hususunda bir müddet ısrarlı olduysa da bir çok muhalif sâdayı celbetti.
Başkâtib Ali Cevad bey
tarafından tebliğ edilen ve yazılması gereken hususat hakkında, bunları hâvi
yazılmış bir hattın getirdiği, sadaret teklifini kabul etmeyeceğini bildiren
OSMANLİ TARİHİ Ahmed
Tevfik Paşa, padişahın bu istekten sarfı nazar etmesini sağlamış, idi. Padişah
zâten kendisine aid bir tercih olmayan mezkûr tâleb için tâyine uygun gördüğü
sadrıazamiyla niçin tartişsındı?
Son Sadrazamlar adlı
kıymetli eseriyle büyük bir hizmetin sahibi olan İbn-ül Emin Mahmud Kemâl İnal
bey merhum, adı geçen eserinin 17O9.sahifesinde: "Tevfik Paşa'nm bana nakl
ettiği pek mühim bir maddeyi burada zikretmek, târihe mühim bir hizmettir.
Padişah; Ordu'nun gelmiş olması ile durumunun vahamet kesbettiğini anladığında
Tevfik Paşa'ya madem beni istemiyorlar, saltanatı biraderime ferağ ederim.
Devleti o idare etsin. Fakat; bir komisyon mu? Meclis mi? Ne derseniz deyiniz
kurulup, bu vak'a (3l/mart vakası)'da dahiim olup olmadığı meydana
çıkarılmalıdır. Dediğinde Tevfik Paşa, doğruca ayan reisi Saİd Paşaya gidip,
padişahın dediklerini anlatır. Said Paşa: bir meclis kurulur mahkeme edilir
dahli tesbit olunduğunda- kanuun-i esaside-padişah mukad des ve gayri
mes'uldür. Nasıl cezaya tâbi tutulur? Eğer suçsuz olduğu takdirde! Bizim hâl ve
mevkiimiz ne olur? Bu cevap üzerine Tevfik Paşa; ben, size padişahın dediklerini
aktardım. Ne yapacaksa ayan ve mebusan meclisi yapacaktır cevabını vermiştir.
Yukarıda yapılan
ifşaat yakın târihin ilk defa duyduğu ifşaattan olmamakla beraber, yeni
nesiller yetiştirmekte olan milletimiz, geçmişimizde olanları gerek yâd etmek,
gerekse yeni neslin tahlil edebilmeleri için önem taşıyan bu tip ifşaatları
günüıi konusu hâline getirme vazifesini mazide yaşananlardan ders alınmasını
hatırlatanlara adetâ bir vazife olarak addetme anlayışı hâkimdir ve bu anlayış
nesiller boyu devam etmelidir.
Bahse konu ifşaatın
son satın ne kadar sır dolu! Bu kadar mes'uüyetten kaçan bir devlet adamının,
dokuz defa sadarete getirilmesi ne büyük gaflettir. O, bizim hâl ve mevkiimiz
ne olur diyen ağız, acaba hangi hakikatleri saklayan kötü bir mahzenin kapısı
oldu?
İsmail Hakkı Okday,
Ahmed Tevfik Paşa'nın oğludur ve "Yanya'dan Ankara'ya" adlı kıymetli
eserinde Prens Bis-mark'a atıf yapar ve Berlin büyükelçimiz olarakda pederi
Ahmed Tevfik Paşa'dan şöyle bahseder: "..Prens Bismark Alman birliğini
kuran, başvekil olarak bütün Almanların gönlünde ayrı bir yeri bulunan
kişidir. Bu zâtın 80. yaş günü, bütün ahali ve talebelerin coşkusu ile
kutlanma mertebesine geliverdiğinde imparator 2.Wilhe!m'le sabık başvekil'in
arası açıktı. Bu burudet, Berlin'de bulunan elçiliklerde de göz önüne alınmış
ve Bismark'ın yaş günü tebriğini programlarına dahi almamışlardı. Buna karşıiık
Ahmed Tevfik Paşa, vefa sahibi bir kişi olarak Berlin Konferansında, Osmanlı
devleti lehindeki müsbet teşebbüsleri gözönüne alındığında bu yaş günü ihmal
edilmemeliydi! B.elçi Tevfik Paşa Sultan Abdül-hamid hâna tasavvurunu
ulaştırdığında, taleb müsbet karşılanmış, hem bir tebrikat hemde pirlantalı
imtiyaz nişanını Bismark'a ulaştırmak vazifesini vermişti.
Ahmed Tevfik Paşa;
sabık başvekil ve imparator arasındaki küskünlüğü bildiği için, evvelâ
Wİlhelm'in sarayına gidip teşrifatçı Kont Olenburga padişahın üstüne tahmil
ettiği vazifeyi haber verdi ve imparatorun bu hususda bir diyeceği olup
olmayacağını iskandil eyledi. İmparator: büyükelçi kendi padişahının verdiği
vazifeyi ifa edecektir ve bu hakkıdır, demiştir. Tevfik Paşa bu cevapdan sonra
Bismark'ın sarayına gitti ve padişahın emanetlerini takdim edip, tebrikâtı
bildirdi. Bismark'ın o günkü sofrasında yalnız Osmanlı büyükelçisi bulunmaktaydı.
Yine de kalabalık sofrada irad eylediği nutukda Prens Bismark şunları söyledi:
<doğum günümde hiç bir hükümdar beni hatırlamadı. Ancak ve ancak necib,
asil efendi Türk milletinin Padişahı 2.Abdülhamid hân b.elçisi Ahmed Tevfik
Paşa ile gönderdikleri yüksek imtiyaz nişanı ile beni hatırlayıp taltif
ettiler. Kadehimi bu büyük Türk hükümdarının sıhhatlerine ve cesur, asil Türk
Milletinin saadetine kaldırıyorum!;-" dediğini naklettikten sonra şöyle
devam eder: "..Alman imparator Wilhelm, Sultan Hamid'in bu nâzik davranışından
ibret almış ve ülkesinin bu kıymetli ve yaşlı siyaset pîri ile barışmayı
vazife addetmiştir. Kısa süre sonra da barışmışlardır." diyerek günümüz
hariciyecilerine önemli bir dersi hatırlatmıştır.
İsmail Hakkı bey,adı
geçen eserinde; Tevfik Paşanın biyografisini yazanların hepsi siyasi kabiliyet
ve iktidarını sayarken dürüst ve iffetini de belirtmekte söz birliği
etmişlerdir. Zaten Abdülhamid hân da, bu meziyetleri taşıyan Ahmed Tevfik
Paşaya itminan içinde görevler vermiştir.
Dünya malına düşkün
olmadığı müşahede olunan Tevfik Paşanın 1911de Londra b.elçisiyken hariciye
nezaretinin kiralamış olduğu konağın kırk odası ve içinde bir hayli eşyanın
yanıp kül olması devlete karşı hiç bir talepte bulunmaması
ile ortaya çıkar.
Hariciye Nâzın Asım bey, yangın esnasında bu konakta ikamet etmekteydi. Yakın
zamana kadar Taksim'den Dolmabahçe'ye inen yolun sağında uzun yıllar Park Otel
adı altında icraayi faaliyet göstermişti. Merhum Adnan Menderes başvekil olduğu
on yıl boyunca İstanbul'a geldiğinde bu oteli tercih ederdi.
Ahmed Tevfik Paşa'nin
ilk sadareti sadece 21 gün sürmüştü. Çünkü İttihatçılar baskılarını göstermek
için H.Hilmi Paşayı sadarete getirmek için her türlü dolaba başvurmuşlardı.
Sultan Reşad'ın dönemindeki sadaretinin 2 ay; 2 gün sürmesi İttihatçı kadroyla
uyuşamadığıni ortaya serer. Son iki sadaretinin ilki 1 ay 22 gün sürerken
ikinciside Osmanlı devletinin son sadnazamı olmasına sebeb olan sadareti 2
se-nGj 14 gün sürmüştür. Bu sadaretleri ise son padişah Sultan Vahideddin ile
yaşanmıştır. Ahmed Tevfik Paşanın; son sadareti esnasında ülkenin en karanlık
günlerini yaşadığında padişaha dâima şunları ilkaa ettiği herkesçe bilinen
hakiykattir: "..Efendimizce yapılacak en doğru hareket milli mücadeleyi
baltalamak değil, bizzat Anadolu'ya geçip milletin bu mukaddes mücadelesine
katılmaktır."
Bilindiği gibi Ahmed
Tevfik Paşa; Sultan Vahideddin'in kızı Ulviye Sultanı, oğlu süvari zabiti
İsmail Hakkı (Okday) beye padişah nezdinde tâleb etmiş ve bundan dolayı dünür
olmuşlardı. İsmail Hakkı bey; Anadolu'ya geçişini ulviye hanım-sultandan dahi
gizlemiş idi. Ulviye Sultan bu gidişi kendisine ifade etmiyen zevcine kırılmış
ve kendisini boşamıştır. Tevfik Paşa, benim Ankara'ya gideceğimi öğrenmişki
bana bu hu-susda bir tek kelime söyleme lüzumunu dahi duymamıştı. Ertesi gün,
yola çıktım ve gazeteler kaçışımı yazmışlardı. Babam sadrıazam Ahmed Tevfik
Paşa sabahleyin saraya gittiğinde Sultan Vahideddin, <babama, paşa oğlunuz
nerede?> Şeklinde soru yöneltince, babam kendisinin sarayda bulunduğunu
sanıyorum. Cevabını vermiş. Padişah: bakın Anadolu'ya kaçmış dediğinde, ihtiyar
sadnazam da: öyle ise vazifesini yapmağa gitmiş." Cevabını vermiş.
Cihan devleti Osmanlı,
İslamların hâmiliğini yapabilme güçlüğünün en zor bölümünü 1. cihan savaşını
takip eden günlerde yaşamıştır. Müttefik düşman gemilerinin büyük çaplı
toplarını Devlet-i âliyyenin kalbgâhı olan Dolmabahçe Sarayında oturan halife
ve padişaha tevcih etmişken mü'minlere karşı ve de asırlardır sadık kalmış
reayaya bu elemli günleri daha az ızdırabla geçirtmenin çârelerini aramaya
çalışanın başda sadrazam Paşa olmak üzere bütün ricalin olduğunu kaydedelim.
Sadrazam A.Tevfik Paşa
devletin itibarına pek çok önem verir, ancak itibar zedeleyecek davranışlardan
kaçınılmasını bir tedbir olarak kabul ederdi. Avusturya ve Rusya başda olmak
üzere Makedonya meselesi ve ıslahatına Avrupadaki devletlerin her birinden bir
ses çıkmaktaydı. Ancak Ruslar ve Avusturyalılar adetâ bir müdahil oiarak
meseleye karışmak nezaketsizliği gösteriyordu.
Son sadrazam A. Tevfik
Paşa bu sıkıntılar yaşanırken he-yet-i vükelâda hâriciye nâzın koltuğunu
hakkıyla doldurmaktaydı. İstanbul'daki Rus ve Avusturya elçileri diğer sefirleri
drije etmiş bir araya gelmişler, müştereken padişahın huzuruna çıkıp
kendisiyle mülakat tâleb etmeye karar kılmışlardı.
Bu kararı alan
sefirler, bir heyet teşkil ederek hâriciye nazırının kapısını çaldılar. A.
Tevfik Paşa kendilerini sükunet içinde kabul etti. Arzularını dinledikten
sonra, yerinden bir milim kımıldamadan, herhangi bir düşünme payı istemeden ve
derhal müteazzım bir tavır ve sâda ile "..Bu talebiniz asla İs'af
olunamaz! Şu kadar yüzyıllık devletimizin hiç bir anında ne böyle bir taleb
vukubulabilmiş, ne de böyle şey görülmüştür. Asla kabul edilemez bu isteğinizi
benim gibi avrupa siyasası hakkında hepinize kaide ve teamülleri hatırlatabilecek
bilgilere sahib bir pîri fâniye yaptırtmanız imkânsızdır. Ben böyle bir yolun
açılmasına vesile olamam." Diyerek işi kestirip atmıştır.
Heyet-i süfera;
hâriciye nazırının bu kesin ve sert tavrını hiç bir müşavereye istinad etmeden
sergilemesinden hem yanlış kapı çaldıklarını hemde yanlış iş yaptıklarını
anlamış olmalıdırlar ki, arzuy-u bâtılalarını kuvveden fiile çıkarmak için
başka teşebbüslere başvurmadılar.
Başkâtib Ali Cevad
bey'in nakline göre: 31/mart vak'ası sırasında sadaretten çekilmiş bulunan
H.Hilmi Paşanın yerine Abdülhamid tarafından sadarete getirilen Tevfik Paşanın
yanına koşan meşhur Mizan Gazetesi sahibi Murad bey, böyle muhataralı günde
kendilerine hizmet sunmaya hazır olduklarını belirtmişti. Volkan Gazetesinin
bile yelkenleri indirdiği böyle bir vakitde, Murad bey'in aklı selime hizmeti
takdire şayandı. Tevfik Paşa bundan memnunluğunu pek açığa vurmadan,
"teşekkür ederim" diyerek geçiştirmesi, Paşanın olgunluğunun başka
bir şekilde tezahürüdür.
Ziya Nur Aksun'un
Osmanlı Tarihî adlı kıymetli eserinin 5. cildinde gördüğümüz ve sayfamızı
süslemeyi uygun bulduğumuz tesbitde paşanın siyasi cesaretini sergilemesi bakımından
pek kayda değerdir. Meâlen; 31/mart günü cereyan eden olaylar, bir çok kişiyi
tedirgin ederken Meclisi mebusan reisi Ahmet Rıza'yı bilhassa pek fazla
korkutmuştu. Sığındığı yerden meclise gelmeye cesaret bulamıyordu. Adetâ kendi
kendini meclis riyasetinden ıskat etmiş halde idi. Bunun da başlıca sebebi
fikir ve düşünce hürriyeti altında insanlığın övüneceği tek din İslâm ve onun
çeşitli kaideleri ve tatbikatları için sarf ettiği hâinane sözlerin hesabının
böyle günde avam tarafından sorulabileceği kaygısı korkularının birinci
sebebini teşkil ediyordu. Kim olursa olsun, milletin inançları hakkında
aşağılayıcı beyanlarda bulunmamalıydı böyle bir sapıklığın sahibi olsaydı dahi.
Günün birinde millet böylelerini sıkıştırır, turşusunu çıkarırdı.
Ahmed Rıza bey
densizliğinden bu duruma düşmüştü. Meclis-i mebusan, reis yokluğunu hissetmesin
düşüncesiyle Berat mebusu İsmail Kemâl (Fraşeri) bey, riyaset görevini deruhde
etmeye başlamıştı. Müteşebbis ve cesaret dolu bir ruhun sahibi olduğunu gördüğü
İsmail Kemâl bey'e Tevfik Paşa; bahse konu şahıs hakkındaki şaibelere hiç
aldırmayıp, dahiliye nazırlığını teklif etmiş olması büyük bir cüret olarak
tavsif olunmuştur. Denmektedir.
Ahmed Tevfik Paşa;
Sultan Abdülhamid Hân'ın tahtdan indirilmesinden sonra yerine geçen Sultan
Reşad'ın huzuruna kabine efradıyla çıktığında, görevde ipka olunmuştur.
Ali Fuad (Türkgeldi)
beyefendi, Sadrazam yaverlerinden olan Ragıb bey'in yazdıklarına ve şifahen
dinlediklerine istinaden Ahmed Tevfik Paşa'dan şöyle bir nâkilde bulunmaktadır:
Ragıp bey;
makalelerinde hatıralarını da kaydetmektedir. Bunların arasında; Tevfik Paşaya
dâir bazı hatıralar da yer almaktadır. Tevfik Paşaya bir gün yer, mekân, ve
zaman bildirilerek ittihatçılar tarafından suikast yapılacağı haberi verilmiş.
Sadrazam yolu üzerinde
olan mevkiye cesaretle giderek biraz beklemiş ve husul bulmayınca da: "Bu
adamlar bana tabanca çekmeye utanmazlar mı? Şu koskoca ülkeyi perişan bir
halefe yere seren benmiyim? Hayır oğlum! Onlar tatlı canlarını hükümet
konaklarının yardımıyla yüzde yüz sigorta ettirmeden kestane fişeği bile
atamazlar. Hâni nerede Öyle bir idealist vatan fedaisi" demiş. Biraz
sustuktan sonrada "Nazım Paşanın saflığı" sözlerini irad
buyurmuşlardır. Vatanın parçalanmasının devam ettiği mütareke senelerinde ise,
derin üzüntüler içinde çırpınmış, bir gün Fransız sefaretinde hakaarete maruz
kalmış. Çıkarken perişan bir halde merdivenlere çöküvermiş ve yolda ben bütün
bu felâketlerin başımıza geleceğini daha önce tahmin etmiştim. Londra'dan avdet
ettiğimde, sadrazamlarına (ittihatçıların) "aman ne yapıyorsunuz?"
Dedim. Ne yapacağız paşam yarın veya öbür-gün ordularımız Kahire'de Cuma Namazı
kılacaklar cevabını verdiler. Paşa bu gibi üzüntüler içinde "talihim olsaydı
Yahya Efendi dergâhına daha evvel giderdim." cümlesini söyleyerek ölümünü
dahi istemiştir.
Ahmed Tevfik Paşa; son
sadaretinde dünya siyasi mahafil-lerinde, adı pek duyulan ve Yunan
emperyalizminin, enosis mugalatasının müthiş bir hatibi, Venizelist siyaset
ekolü sahibi olmuş bulunan, Elefterios Venizelos'u, kendilerinin Atina'da
Osmanlı büyükelçisi sıfatıyla bulunduğu dönemlerde, mahut palikaryayı avucuna
sıkıştırdığı bir kaç Osmanlı lirasına tav ederek, devleti âliye lehine
istihbarat işlerinde kullandığını ga zetelerde resmini gördüğü an
hatırlayıvermişti. Geçen uzun zamana rağmen bu ihtiyarın hafızasının gücünün
cesametini göstermesi bakımından pek bariz misâl sayılması icâb ettiğini
hatırlatmak istedik.
Sayfamızı
okurlarımızın gülümsemesine yaraması muhtemel hakiykaten vukubulmuş şu
hadiseyi de naklederek süsleyelim: Ragıb Beyefendi diyorlarki: "Son
sadrıazama acılı mütareke günlerinde maiyetinde hizmet vermekteydim. Memlekette
durumun vahametinden herkes kan ağlamakta, sadrıazam paşa ise başını kaşıyacak
vakit bulamaz iken ziyaretçilerin biri gidiyor biri gelmekteydi. İşte böyle
günlerden birinde makam-ı sadaretin kapısına elli yaşlarında gösteren bir
kadıncağız geldi. Kucağında ikibuçuk-üç yaşlarında gösteren bir çocuk olduğu
halde, bana hitabla: Toru-numdur bu yavru. Babası Midilli Kravözöründe şehid
düşdü. Vakti geldi yavrucuğun dili çözülmedi. Sevabdir oğlum! Devletlim şuna
bir nefes ediversin. O, padişah vekilidir. Nelere kadir değil ki!'
Bunun üzerine Ragıb
bey şaşkın olmakla beraber, bir şehidin yavrusuna yardımcı olmak sâıkiyle
hemen bir deniz binbaşısı olan, başyavere gider ve şehid validesinin isteğini
anlatır. Bu hizmet kapısında nice haller görmüş bulunan yaver binbaşı: 'Kadın
doğru olanı yapmış. Eskiden beri devam eden adettendir. Çocukların konuşması
geciktiğinde sadrı-azamlara gelirler. Mücerrebdir. Sadrazam da mühr-ü hümayunu
yavrunun ağzına besmeleyle üçdefa dokundurur. Çocuk yıllanmış saka kuşu gibi
şakır şakır konuşmaya başlar. Bu tür müracaatleri geri çevirmeyin. Vaziyetin
müsaid olduğu bir anda ço cuğu getir sadrıazama çıkaralım, O, ne yapacağını
bilir!' Cevabını verir. Ragıb bey diyor ki: "Uygun olan anı yakaladığımda
Ahmed Tevfik Paşa'ya; efendim bir çocuk getirmişler dediğimde, hemen getiriniz
emrini verdiler.
Başyaver önde, çocuğun
babaannesi arkada odaya girdik. Rahmetli Paşa, kibarlıkta bir nûmune-i imtisal
idi. Nur gibi yüzü, konuştuğunda mahcubiyetten kızarırdı. Fakat bu işe alışkın
olmahki, hemen yelek cebinden mührü çıkardı. Bes-mele-i şerif çekerek, yavrunun
ağzına üç defa dokundurdu. Maşaallah diyerek çocuğun yanaklarını okşadı. Bana
da pek yavaş bir sesle vede kadının duymamasına itina göstererek: 'Sadaka
Kâtibinden beş altun alıp, kadıncağıza verin' Dedi. Kadın dualar ederek
gitti." Diye anlatan Ragıb beyefendi; o dönemde modalaşmış materyalist
anlayışın sahibi kimselere ikaz olmak üzere mezkûr olayın arkasından şöyle
sesleniyor:
"Bazı kimseler
böyle şey olurmu? Diye itirazlanırlar. Büyük devlet inanışı, istikbalimizi
dahi emniyete alabilecek yegâne ümidimizdir. Bir sürü heragil (hergeleler) ve
esafil-i (sefiller) nâsdan mürekkep züppeler, şu inanışa dudak büküp,
yerebilirler. Onlar için Ferid bey gibi:
"Ol kadar
eşşekdİr ki, bâlasındaki teşdidinin
Âlet-i timara benzer
lâyu'ad dendânı var" demekten ve hidayete gelmelerini dilemekten başka
çâre yoktur." demektedir.
Ahmed Tevfik Paşanın
büyük oğlu, padişah damadı, süvari miralayı ve gazeteci İsmail Hakkı (Okday)
bey, Arı înân (Prof. Afet İnan'ın kızidır)'a hayatının son demlerinde verdiği
bir röportajda şöyle bir hakikati ifşa etmiştir. Efendim; İsmail Hakkı bey,
sadrazamlık yapmış, 1.cihan harbinde hariciye nezaretinin dâima müşavereyi
uygun gördüğü bir zâtın oğlu olduğundan bazı dost ve arkadaşlarının,
"Babanız bize bîr iltimas buyursa da, falanca ülkede sefarette bir
kâtiplik vazifesi alsam" şeklindeki istekleriyle karşılaşırmış. Bunların
arasında cumhuriyet döneminde, Mustafa Kemâl Paşanın gözdeleri arasında yer
alanlardan biri olan Ruşen Eşref(CJnay-dın), İsmail Hakkı bey'e rastladığı her
toplantıda bahsettiğimiz iltimas ricasını bıkmadan usanmadan tekrarlarmış. Bu
sıkıcı durumdan bıkarak, talebi paşa babasına aksettiren İsmail Hakkı bey,
babasından şu cevabı almış: "gençler ne biçim düşüncelere sahipler! Kaç
cephede emsalleri canlarını sebil ederlerken, okumuşların bu muhataralı
günlerde asude bir ecnebi ülkeye gidip orada rahat rahat vakit geçirmeyi düşüneceklerine
burnumuzun dibinde onyedi yaşındaki Sultani talebesinin dahi koştuğu Çanakkale
cephesi var. Neden oraya gidip, bu mukaddes müdafaaya iştirak etmeyi akletmez
ler" diye söylediklerini aynen Ruşen Eşrefe nakletmiş.
Aradan seneler geçmiş
Ruşen Eşref; Çankaya köşkünde kâtib-i umumilik vazi fesindeyken karşılaşmış
olduğu İsmail Hakkı bey'e hem sitem, hem böbürlenme içinde: "pederiniz
bize bir elçiliğin 2. veya 3. kâtipliğini emanet edemedi fakat biz devr-i
Cum-huriyette değil kâtiplik, büyük elçilikler yaptık şimdide buradayız"
mealinde konuştuğun da sadrıazam-zâde, Ruşen Eşrefe: "Beyefendi!
Yaptığınız büyükelçiliklerde ve geldiğiniz makamlarda paşa babamın hissesi
büyükdür. Çünkü; sizin iltimas arzunuzu kendilerine naklettiğimde, ne cevap
verdi ise aynen gelip size arzetmiştim. Siz de bu nafiz sözler hasebiylede
olacak, pederimin tavsiyesini dinleyip Çanakkale savaşlarına iştirak edip,
Mustafa Kemâl Paşa'ya mü-lâki olduğunuz herkesçe müsellemdir. Bu tavrınızı
pederimin tavsiyeleri istikametinde hareket etmiş olmağa borçlu olduğunuzu
hatırlamalısınız. Belki sizi bir kâtipliğe kayırsaydı, savaşın akıbetinden
sonra belki vatana bile dönmeyebilirdiniz şeklinde pek güzel bir cevap verir.
Görülen odurki; Ahmed
Tevfik Paşa vatanperverliğin sözle olmadığını icabında canını fedaya koşarak
bunu ispat gerek diye düşünen zevattan olduğu yukarıdan beri verdiğimiz misâllerle
ayan olmaktadır.
Ahmed Tevfik Paşa,
Damad Ferid Paşanın infisalinden sonra Sultan 6. Mehmed Vahideddin Hân'dan
gelen hattı hümayun ile son sadaretine başladı. Bu sadaretini 2 sene 14 gün
sürdürebildi. Çünkü Osmanlı Devletinin saltanat dönemine TBMM aldığı bir
kararla son vermişti.
Sultan Vahideddin
Hân'ın gönderdiği hatt-ı hümayunu İbnül Emin bey'in değerli eseri Son
Sadrazarnlar'dan alıntılayarak sayfamızı süsleyelim:
Vezir-î Meali Semirim
Tevfik Paşa;
Selefiniz Ferid
Paşa'nın ahvali sıhhiyesinden dolayı vuku-bulan istifası kabul olunarak
mesned-i sadaret uhdei istihali-nize tefviz ve meşihat-ı islâmiyye dahi Nuri
Efendi uhdesinde ibka edilmiş ve kanun-u esasinin 27. maddesi hükmüne tat-bikan
teşkil eylediğiniz heyet-i cedide-yi vükelânın me'muri-yetleri tasdikimize
iktiran etmiştir.
Cenab-ı Kâdir-i mutlak
mesai-i masrufenizde tevfikat-ı ce-lilei sübhaniyyesini rehber ve mu'in
buyursun. Amin. Bihür-met'ül seyyidül mürseliyn.
8/Safer/1339-
21/ekim/cuma/1337-1921
Mehmed Vahideddin
Yakın Tarihin
Görmezden Gelinen Gerçeği: İstiklal Har-bi'nin Mücahid Dervişleri İstiklâl
Harbi'nin kazanılmasında büyük pay sahiplerinden biri de Tekkeler'dir.
Tekkeler, milletimizin en felâketli günlerinde zorlu badireleri aşmada, eşsiz
hizmetleriyle paratoner görevi yapmıştır. Anadolu'nun İslâmlaşması, Osmanlı
Devleti'nin kurulması ve fetret dönemlerinin atlatılmasında îfâ ettiği
misyonu, İstiklâl Harbinde de yerine getirmiş; bağımsızlığın kazanılması ve
yeni devletin tesisinde muazzam bir rol üstlenmiştir.
Anadolu
Müslümanlarının, yaralanan manevî bünyesini iyileştirmek için iltica ettiği
birinci sığınak yine Tekkeler olmuş; daha da mühimi, kitlelerin ortak amaç
etrafında kenetlenmesi ve tekrar şahlanmasında zarurî olan dinî heyecanı
ateşleyici bir fonksiyon görmüştür. Millet nezdindeki itibarını, ulvî gayeye
tevcih etmek için kullanmıştır.
Millî kıyamın cephe
gerisindeki emsalsiz misyonundan ötürü, bu maneviyat ordusunun kahramanlıkları
tarihî önemi hâizdir. Yeni devlet ve rejimin temsil ettiği zihniyete aykırı düşerek
lağvedilmesi, Tekkelerin zaferdeki eşsiz katkılarının maalesef görmezden
gelinmesine yol açmıştır. Mezkûr mevzu, Millî Mücâdelenin gerektiği ölçüde
dikkat çekilmeyen farklı bir cihetini oluşturmaktadır. Bilhassa da işgal dönemi
İstanbul'undaki, Özbek, Mevlevî, Hâtunİye ve diğer tekkelerin faaliyetleri
mühim bir mevkîye sahiptir.
Özbekler Tekkesi
denilince; bütün himmetini Kurtuluş Savaşı uğrunda sarfetmiş meçhul mücâhid
Şeyh Atâ Efendi olanca haşmetiyle boy göstermektedir. O dönemde, işgal
kuvvetlerinin İstanbul'u sıkı kontrol altında tuttukları hesaba katılırsa;
Üsküdar sırtlarındaki tekkesinde Şeyh Atâ'nın ne denli bir kahramanlık ve
fedâkârlık sergilediği daha iyi takdir edilecektir. Halide Edip Adıvar'ın da
belirttiği gibi; Kuvâyı Milliye'ye yardım edenlerin ölüme mahkûm edileceğinin
İngilizce ve Türkçe büyük klişelerle İstanbul sokaklarında afişe edildiği
düşünülürse, kelleyi koltuğa alırcasına edâ edilen destanî feragatin boyutu
daha mükemmel anlaşılacaktır.
Çetin şartların hüküm
ferma olduğu bir zamanda Şeyh Atâ'nın ifâ ettiği vazifeyi, o günleri aktif
olarak yaşayan Rıza Yalkın, şu çarpıcı tespitle vurguluyor: "Temsil ettiği
dinî ve manevî kıymetleri, vatanın selâmet ve istiklâline vakfetmiş olan
kendisi gibi ulemâ ile elele vererek, en ateşli gençlerin gösteremediği
cesareti izhar etmiş, kapı kapı dolaşmış, birçoklarının ağızlarının açılmadığı
o günlerde ruhlara ümit telkin etmiş, başında sarındığı yeşil destan,
üzerindeki siyah cübbesiyle bizlere istinad olmuştur." Atâ Efendi, Anadolu
Hareketi'ni desteklemek amaçlı kurulan Karakol Cemiyeti ve Mim Mim Grubu gibi
birçok gizli teşkilatla teşrik-i mesâi yaparak; özellikle de Ankara'ya silâh
sevkıyatının sağlanması ve yüksek mevkideki önder kadronun kaçırılmasına büyük
gizlilik içinde ön ayak olmuştur.
Karakol Cemiyeti ile
giriştiği işbirliği hakkında, bir dönem milletvekilliği yapmış olan Hasene
İlgaz şu enteresan bilgiyi vermekte: "Karakol Cemiyeti, Tekkelerden çok
faydalanmıştır. Merdiven köyündeki Bektaşî Tekkesi, Sultan Tepe-si'ndeki Özbek
Tekkesi bunlardan ikisidir. Bu Tekkeler, Anadolu'ya giden ve gelenlere menzil
vazîfesi görür; merkezin parolasıyla buraya giden herkes îcap eden mahalle gönderilirdi.
Anadolu'nun cephane
ihtiyacı önemli ölçüde Tekkeler kanalıyla; düşman karakollarından nakledilen
silâh ve diğer askerî malzemelerle karşılanmıştır. Millî Mücâdele komutanlarından
Miralay Mehmet Arif Bey'in hatıratında geçen şu rakamlar muazzam bir başarıya
imza atıldığının ispatidir: "İngilizlerin kontrolleri altında bulunan
ambar ve depolardan geceleyin aşırılmak suretiyle muhtelif tarihlerde
İstanbul'dan
56.000 mekanizma, 320
makineli tüfek, 1500 tüfek, 1 batarya top, 2000 sandık cephane, 10.000 takım
elbise, 100.000 gem, nal ve mıh, 15.000 matara, 1.000 tona yakın malzeme ve
muhtelif askerî eşya Anadolu'ya geçirilmiştir." Bundan dolayı, işgal
kuvvetlerinin dikkatini çekip kuşku uyandırmadığı için, başta Özbek Tekkesi
olmak üzere çoğu tekke adetâ bir silâh deposu hâline getirilmişti. Şeyh Atâ,
kendisine gönderilen silâh ve cephanenin Tekkeye büyük bir sükûnetle ve Üsküdar
meydanında bulunan Nakkâşi Karako-lu'ndaki İtalyan Jandarmayı şüphelendirmeden
taşınmasını temin ediyordu. Mim Mim Grubunda çalışan R.Yalkın bu konuda şu
mühim malumatı aktarıyor: "Gündüz çevresine ümit telkinleri yapan bu
insanlar, gece silâhlanırlar, Nakkaş Karakolu'ndan Tekkeye kadar yolları
tutarlar, silâh ve cephaneler Tekkeye taşınır oradan Karakol Cemiyeti'nin fedaileri
eliyle Büyük Çamlıca'nın arkasından dolandırılarak Li-badiye'deki göz doktoru
Esat Paşa'nın çiftliğine aktarılmak üzere Kısıklı İmamı Nuri Hoca'nın
Libadiye'deki evinin yanındaki mezarlığın içinde saklanır, münâsip zamanlarda
tomruk taşıyan arabaların alt bölümüne yerleştirilerek Alem Da-ğı'nda gizli
karargâh kuran millî kuvvetlere iletilirdi." üzün bir müddet, İngilizlerin
akıllarına bile getiremedikleri bu ustaca yolla Anadolu'ya silâh ve cephane
sevkiyâtı devam edecektir.
Sultan G.Mehmed
Vahideddin hazretleri,evlilik hayatında beş izdivaç yapmıştır. Bunlardan 5. Ve
sonuncu olanı 1/Eylül/1921'de padişahken gerçekleşmiştir. Ondan evvelkiler
aşağıda sıraladığımız gibi gerçekleştiği görülür.
ilk hanımı Emine
Nâzikeda kadınefendiyıe gerçekleşmiştir. 9/Ekim/1866'da Sohum'da doğan bu
hanımefendi, izdivac-da Münire, ulviye ve Sabiha Sultanhanımları dünyaya getirmiştir.
Evliliğin yapıldığı târih 8/Haziran/1885 yılı olup Orta-köy Sarayında
yapılırken, Vahdeddin Hân 5. sırada veliahd idi. Bu hanımefendi, Padişahın
vefatından sonra 25 seneye yakın muammer oldu. 1944'de Kahire'de Maadi'de vefac
ettiğinde Nâzikeda Kadınefendi 78 yaşı içindeydi. Kahire'de Abbasiye
kabrisatnında defnolundu. Bu hanımın Abaza kavminden olduğu hakkında Öztuna
Bey bilgi vermektedir.
Sultan Vahideddin'in
2.hanımefendisi ise,10/Tem-muz/1887'de Batum'da doğan İnşirah kadınefendi hayat
çizgisini tamamladığında mekân Kahire olup, târih ise, 10/Ha-ziran/1930 idi ve
bu ömür 42 yılı 11 ay 1 gün aşarak sürmüştü. İzdivaçdan çocuğu olmadı.
8/Temmuz/1905'de Çengelköy'deki sarayda yapılan evlilik, 17/Kasık/1909'da
talak yâni boşanma ile noktalandığında bu evlilik 4 sene, 4 ay, 10 gün sürerken
bu hanımefendinin Kahire'de terk-i hayat etmiş olmasının hanedanın yurt dışına
çıkarılmasıyla alakalı olmadığı akla geliyor. Haklarında başka bir bilgi
bulunmuyor. Bu hanım ise Gürcü'dür.
Padişahın
3.Kadınefendisi Şâdiye Meveddet hanımefendi ise,12/Ekim/1893'de Adapazarı'nda
doğmuş olup, 58 yaştn-da olduğu halde 1951'de Çengelköy'deki Sarayda hayat çizgisi
nihayet bulmuştur. 25/Nisan/1911'de yapılan bu evlilik esnasında padişah henüz
2.veliahd idi. Sultan Vahdeddin'in oğlu Ertuğrul Efendi bu izdivacın
mahsulüdür. Hemen İlâve edelim ki, Sultan Vahideddin'in doğan bu evlâdının
doğum haberi ve konulan isim idâri birimlere ulaştırıldığında vatanın bir
ilçesinde kaymakam olarak vazifede bulunan meşhur Heccav Şâir Eşref Bey, doğum
ve ismi bildiren şifreyi öğrendiğinde Ertuğrul adını şu ifadeyle karşılar:
<Eyvah en baştan başlıyoruz yine!> demek suretiyle Osmanlı devletinin
yeniden kuruluşa geçmek durumuna geldiğine işaret ettiği dudaklarda bir
tebessüm meydana getiren bir hiciv olarak anıla gelmiştirki Çerkeş kavminden
olan Müveddet Kadınefendi, vefatında Çengelköy Kabristanında toprağa tevdi
edilmiştir.
Nevâre Kadınefendi'de,
Adapazarı'ında 4/Mayıs/1901'de doğmuş olup, vefat târihinin bilinmediği ancak
1955'de hayatta olduğuna dâir Öztuna Bey, malumat vermektedir. Bu hanımında
Çerkeş kavminden olduğu bilinmekte eşine bir çocuk verme şansını verme imkânı
eline geçmemiştir. 20/Haziran/1918'de Dolmabahçe Sarayında izdivaç etmişlerdir.
Bir müddet İzmit'de ikamet eden Nevâre hanımefendi İnşirah hanımefendinin
teyzesinin kızı olup hayatının son yıllarında Kalamış'da tacir bir zatla
evlendiği bilinmektedir. Bununda medfeni hakkında bir malumat sahibi değiliz.
Ancak yaptığı evlilik sonrasında Bey'i ile birlikte Ankara'ya yerleştiğini
haber verir, Öztuna Bey.
Nimet Nevzâd
hanımefendi; İstanbul'da, 2/Mart/ 1902!de doğmuş l/EylüI/1921'de Sultan
Vahideddin taht-ı Osma-ni'de dev gibi büyük gailelerle boğuşurken, bu izdivacı yapmıştı.
Padişah'ın vatandan ayrılma mecburiyetinden az-sonra kocasının yanına
SanRemo'ya gelmiş vefatı sonrasında İstanbul'a avdet etti. Beşiktaş'da ikamete
başladı. 1950'de Kahire'ye gittiği görüldü. Burada dört defa hac ettiği
bildiriliyor. Takvimler 1974'ü gösterirken Nimet Nevzad hanımefendi
Anadoluhisar'ındaki yalısında muammer idi. 26 yaşındayken, Kapdan Zeki Bey adlı
bir zatla izdivaç yaptı. Bu evliliğinden bir oğul ve bir kızı dünya'ya geldi.
1885'de hayatta olup, hakkında başka bilgi bulunmuyor. Diğer bir malumat da bu
beş hanımdan Nevzad hanımefendiye, Nevâre hanımefendiye Kadınefendi unvanı
verilmeyip, ikbal olarak kaldıklarıdır.
Sultan 6.Mehmed
Vahideddin Hân'ın çocuklarına gelince bunlar üç kız ve bir erkek olmuştur. Bu
kızlardan İlkine Müni-re adı verilmiş ancak doğduğu yıl daha kundakdan çıkmadan
vefatı vukubulmuş anne ve babayı kederdide etmiştir.
Vahideddin Hân'ın
3.çocuğu ve 3.kızı olan Rukiye Sabiha Sultan Ortaköy Sarayında l/Nisan/1894'de
doğmuş ve 26/Ağustos/l97l'de 77 yaşının içinde vefat etmiştir. Rume-lihisar'ı
kabristanında defnolunmuştur. Bu Sultanhanım Emine Nâzikeda başkadın efendinin
dünya'ya getirdiği kızıdır.
Fatma ulviye
Sultalhanım da 1.kadınefendi Emine Nâzi-kedâ hanımın dünyaya getirdiği 2.evlâdı
ve kızıdır. Doğum târihi 12/Eylül/I892'olup, Ortaköy Sarayında dünya'ya gelmiş,
adını ise merhum padişah 2.Abdülhamid Hân vermiş merhum olan küçük kızının
adını takmıştı. Vefatı ise, 25/Ocak/1967'de 74 yaşını 4 ay geçtiği halde
İzmir'de vukuu bulmuştur. Defin işi ise, İstanbul'a Çengelköy'e getirilerek
burada gerçekleştirilmiştir.
Sultan Vahideddin'in
4. Ve tek erkek çocuğu Mehmed Ertuğrul Efendi, 2/Kasım/1912'de Çengelköy
Sarayında doğmuştur.2/Temmuz/1944'de menenjit rahatsızlığından 31 yaşını 8 ay
geçtiği halde Kahire'de vefatı vukuubulmuştur. Ab-basiye Kabristanı kendisine
medfen olmuştur. Hayatını izdivaç yapmadan tamamlamıştır.
Sultan Vahideddin Hân
Osmanlı tahtına ağabeyi Sultan Reşad'ın vefatı üzerine oturduğunda makam-i
sadaretde, Mehmed Talat Paşa bulunmaktaydı. Talat Paşayla 3 ay, 10 gün çalışan
padişah ilk değişikliği Müşir Ahmed İzzet (Fur~ gaç) Paşa'ya 14/10/1918'de
mührü vermek suretiyle gerçekleştirdi. 214.sadrıazam İzzet Paşa bu görevde 28
gün kaldı ve İttihatçıîar'ın ileri gelenleri bu dönme içinde ülkeden firara
muvaffak oldular. Bir mânada İzzet Paşa hükümeti ve bu hükümetin Dahiliye nâzın
Ali Fethi (Okyar) Bey'in bu işleri kolaylaştırdığı beyanları ortalığı
kaplamıştır. 11/11/1918'de 2 ay, 2 gün sürecek olan Ahmed Tevfik Paşa sadareti
tensib olundu. 13/1/1919'da istifa ettiyse de yeni bir kabinenin sadnazamı
olarak 13/1/1919 itibarıyla yine mühür paşa da kaldı ve bu sefer de 1 ay, 22
gün süren bir sadaret dönemi daha yaşandı. Böylece de, 4/3/1919'a gelindi. İşte
bu târih-de 5 defa sadarete getirilecek Damad Mehmed Ferid Paşa sadaretlerinin
ilki devreye girmiş oldu. Bu târihden itibaren, 2/Ekim/1919'a kadar yekûn üç
adet kabineyi üye değişiklikleri ile kuran dâmad paşa, 2/Ekİm/1919'da yerini
Ali Rıza Paşa sadaretine terke mecbur oldu. 8/Mart/1920'de Ali Rıza Paşa
sadareti hitama erdiğinde bu hizmet, 5 ay, 7 gün sürmüştü. Bunun sadaretini
de, Hulusi Salih (Kezrak) Paşa devralmış an- cak bu zat da mührü hümayunu 28
gün taşıyabil-mişti. Mührü hümayun bu kısa sadaretden sonra tekrar 215. sırada
sadnazam olan Dâmad Mehmed Ferid Paşa'ya avdet etti ki bu seferde paşa, ik-i
kabine kurdu. Bunun 5/Ni-san/1920'de başladığını ve 21/Ekim/1920'de tamamlandığında
6 ay, 16 gün sürmüş oldu. Böylece de, yerini Ahmed Tevfik Paşa'ya terkederken,
beş defa elinde bulundurduğu mührü hümayun yekûn olarak 1 sene, 1 ay, 15 gün
tutmuştu. Ahmed Tevfik Paşa da 2 sene, 14 gün sürecek dünyanın en zor görevine
başlamış ve 4/Kasım/1922'de Osmanlı Devletinin inhilâliyle, mührü hümayunu
ebediyyen saklamak üzere elinde kalmıştı ve dünyanın en şerefli milletinin en
mükemmel devleti târih sahnesinden çekilirken, deviet-i ebed müddet çizgisi
içinde Cumhuriyet Türkİyesİ Osmanlı külleri üzerinden hayat buluyordu.
Sultan Vahideddin
dönemini, beş kişiye on defa mührü hümayun teslim etmiş ve bu sadaret
değişiklikleriyle dönemini ikmâl etmiş fakat kendisi vatancüda olmak
mecburiyetine maruz kalmıştır. Sultan Vahideddin Hân'ın şeyhülislâmlarına
gelince, Padişah tahta çıktığında makam-ı meşihatde Musa Kâzım Efendi
bulunmaktaydı. 14/Ekim/1918'de infisal eden Talat Paşa kabinesiyle birlikte,
görevini tamamlamış oldu. Böylece padişahın kendisinin tâyin etmediği
şeyhülislâm olarak ilk şeyhülislâmı sayabiliriz.
Dağıstanlı Ömer Hulusi
Efendi meşihata geldi bu geliş Ahmed İzzet Paşa kabinesinye oldu ve bu
kabinenin istifası nihayetinde o da makamından infisal etti. Böylece Osmanlı
devletinin 169.şeyhülislâmı olmuştur. Bu sefer 11/Ka-sım/1918'de meşihatın
Hayderizâde İbrahim Efendiye tevcih olunduğunu görüyoruz. Bu zâtın meşihati iki
defa sayılmakta daha sonra da 3. ve 4. meşihatine gelmiştir. Bu seferki 3 ay,
23 gün sürmüştür. 4/Mart/1919'da sona ermiştir. Yerine 171. şeyhülislâm olarak
Tokadı Mustafa Sabri
Efendi
2/Ekim/1919 tarihine
kadar üç meşihat sayılan tebeddülat görmüştür. Şeyhülislâmlar içinde yurt
dışına çıkan sadnaza-ma vekâleti münasebetiyle Hoca-Paşa lakabı almış bu zat
için Mevlan zade Rıfat Bey, Fransızların meşhur Kardinal Ri-şölve'si benzetmesi
yapmaktadır ki, bunu bilmem amma, çok zeki olduğu bir vakıadır. Birgün meclis-i
mebusanda İtti-had ü Terakki'yi tenkid ederken, sadnazam Talat Paşa, sen bu
ithamları iktidar olmak için yapıyorsun diye laf attığında, Sabrı Efendi; şu
enfes cevabı hemen yapıştırmıştır: <TaIat Paşa iktidar olmanın suç olduğunu
söylerseniz, önce kendinize bakınız ve cürm-ü meşhud halinde olduğunuzu
görünüz çünkü iktidardasınız!> ifadesi hazırcevap olmanın bir başarısıdır.
Mustafa Sabri
Efendi'nin yerine meşihate getirilen Hayderizâde İbrahim Efendi, 3. ve 4.
meşihatini tamamladığında târih, 5/Nisan/1920 idi. Ve müddeti 6 ay, 4 gün sürüp
dört meşihatinin müddeti 9 ay, 27 gün sürmüştür. Bu zâtın yerine aynı aileden
Hayderizâde Abdullah Efendi 31/Tem-muz/1920'ye kadar meşihati 3 ay, 26 gün
sürmek üzere getirilmiştir. Bunun peşinden makam-i meşihate yeniden Mustafa
Sabri Efendi gelmiş, bu seferinde 1 ay, 26 gün ifta makamında kalabilmiştir.
Tüm meşihati 8 ay, 25 gün sürebil-miştir. Osmanlı devletinin son sadrıazamı
nasıl Ahmed Tevfik Paşa ise, şeyhülislâmı da, Medenî Mehmed Nuri Efendi olmuş
2 sene, 1 ay, 8 gün sürmüştür. Ancak bu da iki meşihat olmuştur, kabine
tebeddülatı bu durumları sağlamıştır. Meşi-hatin son günü yine sadrıazamin da
son günü olan, 4/Kasım/1922 târihi olmuştur.
Taht-ı Osmaniye cülus
ettiğinde Sultan ö.Mehmed Vahideddin hân,sadnazam Talat Paşa ile nezaketen
hükümetin istifasını verdiği ve bunun üzerine kendisini yine vazifede ib-ka
edip yeni hükümet hususunda yaptığı konuşma esnasında sözü, ülkede neşvünema
bulan hilafet ve saltanat anlayışı üzerine getirir ve Talat Paşa'ya şunları
beyan eder ki bu ilmî mâna ihtiva eden beyanı buraya almak suretiyle mühim ve
târihi bir vazifeyi yerine getiriyoruz. Böylece de, hatıratlardan yola
çıkılarak hazırlanan târih çalışmalarının hususiyetinin üstünlüğünü de ortaya
koymuş oluyoruz zannındayim. Padişah, Talat Paşa'ya şunları söylüyor:
<.Hilafet ile saltanatı muhtelif suret ve şekillerde tasavvur ve tasvir
edenlere tesadüf olunuyor. Benim şehzadeliğimden beri şark ilimleri ve islâm
felsefesi ile meşguliyetim vardır. Mutasavvifin-i kiramdan ve mütebahhirinden
bir çok zevat ile ilmî meclislerde bulunmuşluğum vardır. Size de tahassüslerimi
nakledeyim. Hilafet aslında saltanat demektir. Hilafet; İcra kuvveti ve
teş-riyye-i riyaset demektir. Hilafet ifadesinde saltanat da mündemiç
bulunmaktadır. Fakat, saltanatda hilafet olmayabilir. Nitekim her sultan hatife
değildir. Peygamber Efendimiz (s.a.v) nübüvvet yâni peygamberlikle, saltanatı
mübarek şahsiyetlerinde toplamıştı. Müvekkili zişânım yâni vekâletini hâiz
olduğum, zât kuvve-i icraiyye riyasetini ve başkumandanlığı üzerinde
taşımaktaydı. Resûlüllaha halef olan Hulefay-ı Râşidiyn ise,ancak vekil
mânasına gelen halife adı altında işleri yürütürler ve saltanat ederlerdi. Her
biri birer sultan'dı. Risaletpenah Efendimiz son nebi olduğundan, risa-let-i
nebeviye hitâma erdiğinden ki bu cihet Kur'an-ı Keriym-de mesturdur sıfat-ı
nübüvveti ukbâya götürmüşler ve yalnız saltanat-ı Muhammediye'ye halifelerine
terk buyurmuşlardın Dâima musahabei nübüvvet ile müşerref olan sahabi-lerin
hilafetleri umur-u diniyye ve siyasiyye üzerineydi. Neşrine memur değillerdi.Ceddim
Yavuz, Mısır'a fâtihane girdiği zaman Abbasilerin son halifesi, hilât-ı fâhirei
hilâfeti güç ve kuvvet sahibi olan Sultan Selim'e terk ve tevdi eyledi. Ondan
sonra da hilafet ve saltanat şart hâline geldi. Bu şekil asırlardan beri devam
ediyordu. Âl-ı Osman'a devredilmiş olan hilâfet, saltanat-ı Islâm-ı Osmânî ite
adeta et ile deh gibi imtizaç ederek ikisi bir birine âlem olmuştur. İşte bunun
içindir ki bir anane-i kadime ve diniyye olarak Türk'ün ha-kan'ınını âtem-i
İslam halife tanımış ve hemen beyat ve tâkib edegelmiştir> dedikten sonra
Sultan Vahideddin, Talat Pa-şa'ya söyledikleriyle saltanatın hilafete
tetabukunu ortaya koyuyor ve böylece de, bir fıkıh bilgini olarak, bu meselenin
tavazzuf ettiğini ortaya koydu.
Yukarıda sayfalarımıza
aldığımız; Sultan Vahideddin'in hilafet ve saltanat hususundaki Talat Paşa'ya
düşüncelerini nakleden ifadeleri koymuş bulunuyoruz. Hemen ilâve edelim ki,
TBMM'de Burdur mebusu sıfatıyla bulunan ve aynı zamanda Cumhuriyet
Türkiyesinin İstiklâl Marşının güftesinin sahibi olarak tanınan Mehmed Akif
(Ersoy) merhum, H.28/c.evvel/1339-R.8/şubat/1337-M.21/şubat/1921'de Salı günü,
gizli oturumda, Hasan Fehmi Efendi'nin başkanlığında yapıldığı esnada irad
ettiği konuşmasında ileri sürdüğü husus Sultan Vahideddin'in işaret ettiği
meselelere tetabuku münasebetiyle, Meclisin gizli oturum zabıtlarından alıntılamayı
uygun ve isabetli bir seçim olarak gördük.
".Mehmed Akif Bey
(Burdur)-Efendiler, İstanbul'la aramızdaki suitefehhümün kalkması bu ikiliğin
bertaraf edilmesi için mectis-i âliniz karar verdi. İstanbul'a bir telgraf
yazılaçaktı ve bu da Meclis tarafından yazılacaktı ve son cevap olacaktı.
Hamdullah Suphi Bey
(Antalya)-Beyefendi yazmışlar,geldiler burada okudular.
Mehmed Akif Bey
(Burdur)-Sadi; Şarkın en hâkim Şâiri Sadi derki; <insan daima doğruyu
söylemelidir. Her söylediği doğru olmalıdır. Fakat her doğruyu her vakit
söylememe-lidiı:> Bendeniz o telgraf müsveddesinde bu gün söylenilmesi
muvafık olmayacak bir çok hakikatler gördüm. İcab eden yerlerde gayet şedit bir
lisanla ifade edilmiş. Eğer maksad. itilafın temini ise bu lisan tahfif
(hafifletmek) edilmelidir. Daha itilafcuyâne yazılmalıdır. Biz metalibimizi bir
lisânı mutedil ile bir üslûbu leyyin ile ifade edersek ve onlar kabul etmezlerse
iş bitmiş olur. Bendeniz bir şey karaladım. Müsaade buyurursanız okuyayım.
(Ankara ile İstanbul arasında cereyan eden muhaberattan İstanbul'un henüz gerek
kendi vaziyetini, gerek Anadolu'nun vaziye tini layikiyle ihata edemediği
kanaati hâsıl oluyor Milletin berat-ı idamından başka bir şey olmayan Sevr
muahedenamesini İstanbul'a kabul ettiren esbabın burada mevzubahs edilmesini
münasip görmüyoruz. Ancak milletin istiklali o muah.edena-m.enin bir kaç maddesinin
tâdil ve tebdiliyle temin olunamayıp, büsbütün ortadan kalkmasına mütevakkıf
bulunmasına nazaran vaktiyle o muahedenameyi kabul edenlerin bugün konferansta
lazım gelen vak-ü tesisi haiz olamayacakları pek tabiidir Mütarekeden beri
devam eden ve inayet-i Hakk' la hayat ve istiklâlimizin hâlâsına kadar devamı
muhakkak olan mücahedei milliye sayesinde bugün lehimize olarak bir vaziyet
inkişaf etti. Bu müsait vaziyetten istifadeye koşmak bütün kuvvayı devlet için
bir uecibei hayatiyye iken, İstanbul'un hakayik-i ahvale göz yumarak ruhtan
ziyade şekil ile meşgul olduğu nazarı teessüfle görülüyor. Zaman geçmiş uakayii
tahlil ile meşgul olduğu nazarı teessüfle görülüyor. Zaman, geçmiş uakayii
tahlil ile uğraşacak zaman değildir. Ecnebiler devletimizin bütün varlığını
payimal etmişler, en tabii hukukunu
çiğnemekten sıkılmamışlardır. Bu tecavüzlere diğer taraflardan evvel maruz
kalan ve el'an ecnebi tahakkümü altında bile başkaldıramayan istanbul'un bu
ahvali göz önünde tutarak ona göre bir vaziyet ittihaz etmesi zaruri iken
makûs bir İstikamet alması cidden mucibi teessüftür. İstanbul nazarında henüz
resmen asi telakki edilen Anadolu bugün istiklâli için, Makam-ı Hilafet ve
Saltanatın tahlisi için canla başla uğraşıyor, düşmanların muhacematına göğüs
geriyor, bu yolda kanını döküyor. Dolaysıyla bugün söz sahibi ancak kendisi
olmak icab edeceğini İtiraf ve kabul etmek ve aradaki suitefehhümü bertaraf
ederek BMM'ne tefvizi umur eylemek kendisinin ve bütün memleketin selâmeti
nâmına İstanbul için en mütekaddim ve en mütehattim bir vazifedir Bugün
İnâyet-i Hakk'la millet vahdetini temin etmiş meşru meclis ve Hükümetini teşkil
ile ordularını tanzim eylemiş her türlü müdehalatı ecnebiyyeden azade olarak
tenfiz-i ahkâm ve kazada bulunmuş iken bütün bu şeraitten tamamıyla mahram
bulunan İstanbul'un hâlâ eşkal ve merasim ile uğraşması menafıi millet ve
maslahatı ümmetle kâbit-i telif değildir. Bugün İstanbul'un uhdei hakimiyetine
düşen en mühim vazife derhal BMM:nin meşruuiyetini tasdik ve konferansa
münhasıran bu meclise aid olduğunu ilân etmektir. Bunun hilafında hareket
milletin hâlâsına set çekmek, tefrika ve inkısama badi olmak, makam-ı hilafet
ve saltanatı (papalık) gibi kuvvayı maddiyeden mahrum ve gayrimeşru bir şekle
sokarak ecnebilerin amaline bâziçe derekesine indirmek demektir. Buna ise
Şeriat-ı Garrayı İslâmiyyenin müsaadesi yoktur. Kaldı ki müslümanlık nazarında
pek büyük bir mevkii dinisi olan Makamı Muallayı Hilafeti vaz'ı meşruun-dan
çıkarmaya hiç bir ferdin, hâttâ o makamı işgal eden zât-ı şahanenin bile
selahiyeti olamaz. İradei Şahane maslahatı ümmet üzerine ibtina ederse muteber
ve muta olur. Evet Zâtı Şahanenin arzuyu zâti ve emri hususileri başkadır.
Ümmetin emini olmak haysiye tiyle deruhde buyurdukları emaneti hilâfetten
mütehassıl şahsiyeti mâneviyenin iradesi başkadır. Binaenaleyh bugün zâtı
şahane bütün âmâli hususiyelerinden tecerrüt etmek ve o deruhte buyurdukları
kübradan mütehassıl şahsiyeti mâneviye namına maslahatı ümmet muktezası veçhile
Iradatı âliye de bulunmak mecburiyeti şeriyesindedirler. Maslahatı ümmetin
muktezası ise (icmal ümmet) mahiyetinde olan ve bir kuvvei maddiyeye istinad
eden B.M.Meclisi, evet ancak bu meclis izhar etmek mevkiinde bulunuyor.
Malumdur ki din-i İslâmın kıyam ve bekası için zaruri olan teçhizi cüyuş, şeddi
sugur, tenfizi ahkâm ve kaza şeraiti esasiyesîni bilkülliye iptal ile makam-ı
mânayı hilafeti mühmel bir hâle koyan (sevr) muahedenamesini kabule, cevaz-ı
seri yoktur. Şayet İstanbulu böyle gayrimeşru bir vaziyete sokan sebeb cebrüik
rah ise bu gün o sebebin zail olduğu iddia olunamaz. Binaenaleyh ecnebilerin
cebrü ikrahiyle bütün şeraiti esasiye-i sedyesinden tecrit edilen Makamı
Hilafet ve Saltanat için o şeraiti temin eden B.M.M.ni derhal Makam-ı Celili
Hilafetin kuvvei müeyyidesi olarak tasdik ve bu meclisin icmai ümmet
mahiyetinde oları mu-karreratını kabul ile kendi vaz'ı meşruunu iktisap etmek
bir vazifei şeriyye olduktan başka beynel müslimin büyük bir mevkii ihtiramı
bulunan Hanedan-ı âlî Osman'ın iletebed bu mevkii mümtazı muhafaza edebilmesi
İçinde elzemdir Gerek Zâtı Şahanenin gerek bütün Cihan-ı islâmın malumu
olmalıdır ki B.M.Meclisince bugün makam-ı hilâfet ve saltanatın hâlâsını ve
milletimizin istiklâli tammını temin etmekten başka hiçbir gaye mutasavver
değildir ve bunun böyle olduğunu her milletvekili ferden ferda ye- min ile te'yit
etmiştir. Onun İçin bugün İstanbul'un mânâsız vesveselerle nazarı ecanipde
milletin vahdetini kesrederek gayrimeşru bir tavır takınmasına B.M.Meclisi son
derece mütessiftir. Artık bu gayri meşru vaziyete bir an evvel hatime vermek bu
zavallı bu fedakâr milletin mukadderatını idare etmekte bulunan B:M:Meclisiyle
tevhidi mesai etmek aynı gayenin husulüne elbirliğiyle çalışmak dini ve vatanî
milli vazaifin akdemidir. Binaenaleyh gayemizin husulünden sonra aramızda halli
pek kolay olan mesaili dahiliyeye ait bir takım noktai nazar ihtilaflarının
bugün katiyyen mevzubahs edilmemesini ve yalnız din ü milletin menafii aliyesi
düşünülerek derhal B.M.Meclisinin meşruiyetinin kabul ve intihâb ettiği murahhasların
tasdik edilmesini, bu suretle aradaki ikiliğin kaldırılarak Kur'anm ve Sünneti
Resül'ün emri veçhile Devlet ve milletimizin ecanibe karşı yekpare bir bünyanı
marsus hâlinde tecelli ettirilmesini selâmet-i din ü devlet nâmına son defa
olarak temenni ederiz. İşbu kararımız Tevfik Paşa'ya aynen tebliğ olunmak üzere
Heyet-i Vekileye tevdi olundu." şeklinde kaleme aldığı yazıyı okuyan
Hz.Akif, hilafet ve saltanatın önemi ve BMAVnin merbutiyetini ifâde ederken
BMAVnin hilafetin arkasında bir kuvvet olduğunu belirtir ve bunu tasdik eder.
Ancak 1924'de hilafetin kaldırılması istek ve zan hak-ksnda şâir'in yanıldığını
gösterir.
Ama biz burada, Sultan
Vahideddin'in; Talat Paşayla yaptığı konuşmada buna temas etmesi ve
lafızlarında mündemiç olan, hilafeti ve Saltanat hakkındaki menfi düşünce
sahiplerinin beyanlarına atıf yaparak konuşmasıyla, Akif Bey'in İstanbul'a
meclisçe yazılmış ve meclisde okunduğu belirtilen müsveddenin hilafet ilgasının
ergeç yapılacağı dedikodularının kulağına erişmesinden olduğu gözden uzak
tutulmalıdır. Böylece hilafet hususunda aynı düşünen iki mühim adamın biri
cebre dayanamayarak vatancüda olmuş, diğeri ise, endişe taşıdığından dolayı
vatancüda olup, vatana avdeti ancak ölebilmek için olmuştur. Biz bu konuşmayı,
sayfalarımıza almakla dinin ve vatanın büyük şâiri Mehmed Akif (Ersoy)
merhumun, TBMM'de hiç konuşmamış oturmuş diyenlere sözlerini geri almaları
gerektiğini ihtara lüzum görmüyoruz.
Osmanlı devletinin
saltanat dönemi Sultan G.Mehmed Vahideddin Hân'ın vatancüdâ olması hasebiyle
son bulmuştu. Hilafetin ibkası ise devam etmekteydi. Bu makam Hanedan-ı Âİ-t
Osman'ın ekber veliahdı ve ülkedeki en büyük erkeği olarak Veliahd Abdülmecid
EfendPye TBMM kararıyla yapılan bir seçim sonunda tevcih olundu.
Abdüfmecid Efendi Dedesi, Sultan
Abdülmecid Hân'ın adını taşımakta ve merhum şehid Sultan Abdülaziz Hân'ın,
Hayranıdil Kadın Efen-di'den dünya'ya gelen oğludur. Doğumu, Dofmabahçe Sarayında
29/Mayıs/1868'de İstanbul'un fetih yıldönümünün 415.sine tesadüf etmiştir.
Padişahın ortanca oğludur. Bilindiği gibi, Sultan Aziz'in üç erkek evlâdından
ekberi Yusuf İz-zeddin Efendi olup, en küçüğü ise Seyfeddin Efendidir. Sultan
Abdülaziz şehid edildiğinde Abdülmecid Efendi henüz 7 yaşındaydı. Bu
demektirki, 1842 doğumlu olan Sultan 2. Abdülhamid hân, 26 yaş büyük olduğu Abdülmecid
Efen-di'den doîaysı ile amcazadesine babalık görevi yüklenmiştir. "Son
Halife Abdülmecid" adlı değerli biyografik eserin sahibi O.Gazi Aşiroğlu,
Burak Yayınevince neşrolunan eserinde 14.sahifedeki şu ifadesi, bizim
beyanımızı desteklemektedir. "..Saltan Abdülhamid,Abdülmecid Efendiyi çok
setlerdi. O'-nun öteki kardeşlerinden daha serbestçe davranmasına izin verirdi.
Şehzadenin, Abdülhamid Hân'ın nezdinde ayrı bir yeri vardı. Türklerin Hakanı ve
İslamların Halifesi, bayralar-da kendi şehzadelerine hediye olarak ne alınırsa
Abdülmecid Efendi'yede aynıları verilirdi. Abdülmecid Efendi, devrin gereğine
uyup, Abdülhamid Han'ın şehzadeleriyle Fransızca öğrendi. Öğretmeni; Fransız
Sefaretinden Mösyö Guyut'tu. Mösyö Guyut; Bağlarbaşındaki köşkte yatıp kalkan
Pazar günleri izinli sayılırdı. Şehzâde'nin Farsça hocası: Nervet Hanımdı.
Safiye Ünüvar hatıralarında Nervet Usta hakkında şu bilgileri veriyor: Sultan
Reşad, şâir ve dindar idi (Lütfi Simavi Bey'i bu cümle yalanlıyor. Safiye hanım
Saray'ı pek iyi bilen bir insan olarak, Lütfi Simâvi Bey'e nazaran daha
inanılır bir kaynaktır bence bu bakımdan Çanakkale için yazdığı şiiri onun
yazmadığı noktasında beyanda bulunan Başmabeyn-ci'nin maksadını bilemezsek de,
Safiye Ünüvar merhumeyi bu nokta da tercih ediyorum.m.h) Bir vakit namazını
bıraktığı görülmemiştir. Halifey-i Rûy-i Zemin sıfatını taşıyan bir insana
yakışacak şekilde dinine bağlılığı vardı. Maiyetinde çalışanların hepsinin
namaz kılmalarını emrederdi(..) Saray'da Saltan Aziz zamanından kalma tiervet
Usta vardı. Bilgili ve Farsça diline aşina yaşlı bir kadındı. Onu sık sık
huzuruna çağırır ve kendisiyle konuşmaktan pek hoşlanırdı. Bu kadı-nefendi,
aynı zamanda, Şehzade Mecid Efendinin de ders hocalığını yapmıştı"
Demektedir. Böylece 2.Abdülhamid Hân'dan sonra Abdülmecid Efendi'yi Sultan
Reşad'ında vikaye ettiğini görüyoruz. Sanatkâr ruhlu bir zât olup, edib,
ressam, müzisyenlere çok değer verir ve bu kişilerin sanat alanındaki
başarılarından hiç de aşağı olmayan, kimi dallarda onlara faik olan becerileri
vardı. Fakat takdir etmesi hanedanın bir miras gibi biribirlerine devrettikleri
hâl Mecid Efendi'de de pek gani olarak mevcuddu.
Bu gün Aşiyan
müzesinde bulunan Tevfik Fikret'in meşhur Sis Şiirinden aldığı ilhamla yaptığı
tabloyu şâire hediye etmiştir. Abdülhakhamid'e Finten adlı oyununun şehir
tiyatrolarında sahne alması münasebetiyle köşkünde yaptığı bir dâ-vetdeyse
Şâiri azama ve davetlilere üzerinde Finten yazan som altından birer kravat
iğnesi hediye etmiştir. Yukarıda adı geçen eserin sahibi Aşiroğlu Bey, kitabın
kapağının arka tarafında şu ibare ile Abdülmecİd Efendi'nin beyanını koymak
suretiyle bir çok insanımızın bazı hakikatlere muttali olmasını temin hususunda
hayli makbul bir işlem yaptığını belirtirken, biz sahifemizi oradan aldığımız
alıntıyla süslemek istiyoruz:
".Düşününüz,
giderken bir zarf içinde ikibin sterlin lütfetmişler. Bununla koskoca bir
saray halkı hangi bir otele yerleşir, hangi masrafı karşılayabilir Biz de,
başka hükümdarlar gibi giderken oe gitmeden önce hazineden pek kıymetli mücevherleri
kaldırabilirdik, amma memlekete mal olmuş şeylere el sürmeyi vicdansızlık
addederim. Sonra arkamızdan neler işitmedik? Yok biz hâinmişiz, biz Milli
Mücadeleyle ilgilenmemişiz,' biz düşmanla işbirliği etmişiz, bütün bunların
aslı esası yok! Vahdeddin de maalesef etrafındakilere uydu. O'na bazı şeyler
söylenebilir Bana gelince, Allah da bilir, Peygamberde yarın şefaat edecektir.
Oğlum Ömer Faruk'u Anadolu'ya gönderdim. Maksadım: İstanbul'dan kaçıp
Anadolu'ya gelmek, İslâm mücahidlerinin başına geçmek ve bütün âlem-i İsiâmı
ayağa kaldırmaktı. Ama ne yapayım ki, oğlumu İnebolu'dan çevirdiler Teklifimi
red ettiler O zaman bize İstanbul'da işin sonuna kadar oturmak düştü. Milli
zafere bir çocuk gibi sevindik. Mustafa Kemâl'i kucaklamak, hâttâ kızımı O'na
vermek bile istedim, fakat kimse bunu anlamak istemedi. Mustafa Kemâl Paşa'nın
Rafet Paşa'ya: Ben Enver Paşa olmak istemem dediğini söylediler,amma biz
kendisini Enver Paşa yapmak istememiştik!"
Hemen bahse konu
kitabında Aşiroğlu Beyefendi 165.sahifedeki şu paragrafla Abdülmecİd Hân'ın
yüksek karakterini ortaya koyduğunu görüyoruz, şöyleki: "Sabık halifenin
kızı Dürrüşşehvar Sultan'ın, dünya'nın en zengin ailelerinden, birisi olan
Hind Mihracelerinden Haydarabad Nizâm'inin oğlu ile evlenmesi de, kendisine
Hindistana yerleşmek ve hilafet makamını Cava ve Sumatra yâni bugünkü
Endonezya'da yaşayan yüzmilyon mu.slo.man ilâve olarak, Pakistan ve
Hindistan'ın muhtelif yerlerindekilerle beraber, ikiyüz milyonu aşan müslüman
kitlesinin yaşadığı bölgede ihya ve devam ettirmesi teklifinin tabii neticesi
olarak karşılanmıştı. Fakat Abdülmecİd Efendi, Hindistan'a yerleşmek, daha
sonra da sonrada hilafeti orada tesis etmek yolundaki teklifleri red etti. Ne
İngiltere'den ne Fransa'dan doğrudan doğruya veya vasıtalı olarak gelen, daha
sonra Mısır Kralı Birinci Fuad'ın cazip tekliflerine müsbet cevap vermeyerek,
vaziyetini muhafaza etti." Yâni maddi zorluklar içinde yaşamayı göze
aîıp, makam-ı muallayı satılığa çıkarmadı. Sultan Vahideddin'de aynı davranış
içinde olduğundan bu vasf-ı mümeyyiz hane-dan-ı Osmâniyanın ne kadar iftihar
etse yeri olan bir davranış biçimidir.
Abdülmecİd Efendi'nin
milli mücadeleye ne kadar destek verdiği, daha sonraları general Yümni (Üresin)
Paşa o yıllarda yaverlerden olduğundan bu işlerin şahidinden olup, hatırlarında
aleyhte söz etmemektedir. DP'döneminde mebus da olan Paşa, bakanlık görevinde
bulunduğunu da hatırlıyor gibiyim. Sultan 6. Mehmed Vahideddin'in ülkeden
ayrılmasının akabinde 18/Kasım/1922'de, TBMM'nin yaptığı içtimada 148
milletvekili reylerini Abdülmecİd Efendi'de topladı. Böylece Efendi
saltanatsız olarak hilafeti omuzlarına almış oldu. Bu hâli daha evvel tahmin
eden sabık padişah Havideddin hân ve hanedan'ın üyelerinin bir çoğu bu tarz bir
hilafeti uhdesine almamasını hatırlattılar.
Fakat Efendi
Hazretleri, görev alınmazsa kendi geleceklerinin daha çabuk sıkıntılar
getireceğini tahmin ettiğinden bu me'suliyetin altına girmeyi vazifenin
kûtsîliği ve hanedan'ın akıbeti bakımından kabul etmeyi tercih etti. Meclis,
halifenin seçildiği içtimada Mehmed Selim Efendi'ye üç rey, Abdürra-him
Efendi'yede iki rey çıkmış böylece halife ır-sen değil, namzetler şeklinde
seçilmiştirki, bu halifelik için yapılan ilk tür seçimdir hilafetin ihdasından
sonra. Mesela Takiyüddin Taktaki adlı bir zat'a da rey verilebeleceğini ihsas
etmek istemişlerdir. Abdülmecid Efendi'nin hilafet müddeti, 1 sene, 3 ay, 15
gün sürmüş ve 3/Mart/1924'de son bulmuştur. Abdüi-mecid Efendi'nin son Cuma
selamlığı 29/Şubat/1924'de yapılmıştır. 6/Ekim/1923'de İstanbul'a duhûl eden
Kuvayı Mil-liye-miz, hilafetinde kaldırılabileceğinin işaretlerini vermeye
başlamıştı. Çünkü, halife'ye gösterişli merasimlerden kaçınılmasını ifade eden
mütalaalar duyuruluyordu. Refet Paşa'nın Abdülmecid Efendi'ye Beyaz bir at
hediye etmesi Ankara'yı kızdırmıştı. Nihayet Lozan muahedesinin imzalanmasının
ardından meclis 341 sayılı kanunu çıkarmış ve bu kanunun 1.maddesi halife hâl
edilmiştir. Hilafet, hükümet ve cumhuriyet mâna ve mefhûmlarında esasen
mündemiç olduğundan, makam-ı hilafet mülgaadır. 2.madde ise, Hânedan-i Âlî Osman'ın
Türkiye'den ihracını âmirdi.
İstanbul Valisi Ali
Haydar (Yuluğ) Bey ve İstanbul Poîis Müdürü Sadeddin Bey ve lâzım gelen
elemanlarla birlikte Dolmabahçe Sarayına gitmişler ve Ali Haydar Bey merhum pek
mükedder ve refiki Sadeddin Bey'de üzgün bir hâl içinde olduklari halde durumu
özel bir oda da halifeye aktarmışlardı. Gayrıresmî olarak daha önce duruma
muttali olan halife önce bir mukavemet ifadeleri beyan etmiş ve yine Haydar
Bey'in ricası üzerine daha bir başka oda da görüşmeleri üzerine Abdülmecid
Efendi durumu kabullenmiştir. Bu satırların yazan, Alî Haydar Beyzade emekli
kaymakamlardan Melih Yuluğ Bcvefendi ile gerek naşir ve yazar münasebeti
gerekse de peder-evlad münasebetleri Melih Beyefendinin irtihali dârı beka
eylemesine kadar devam etmiştir. Bu mevzuyu biz sormaktan haya ederdik, o ise
sorulmadan hiç bir şey anlatmayan tarzı sürdürürdü ki, bir gün mevzuyu okurken
yanıma gelmiş ve şu ifadeyi beyan eylemişti. Babamın en üzüldüğü iki vak'a
vardı. İlki, Bolu valisiyken, bir takım âsilerin eline geçmiş ve onların
hakaret dolu sözlerine ve bir tokatına muhatap olması, diğeri de Halife
Abdülmecid'e, terk-i vatan etme hususunda tebliğ ettiği görevdi, demiştir. Pek
enteresandır ve hikmeti ilâhidir ki, ülkede herkesten çok kalma hakkı olan bir
hanedan yurt dışı olunurken, nice Dönmeler baştacı ediliyor, ahali ise bir
takım iç çekişlerle sessiz muhalefetini yapıyordu. İşte. Cuma Namazını, Salı
günü kılmayı kabul eden topluluk vak'asıni hatırlamak gerekir.
4/Mart/1924 sabahı
saat 5.30'u gösterdiğinde iki çocuğu ile doktoru, hanımları ve kâtibinin
yanında bir uşağı ile otomobille getirildikleri Çatalca'da Simplon ekspresine
konmuşlar bindikleri özel vagon İsviçre'ye vardığında halife burada bir
deklarasyon yayımlayarak vaziyeti müslüman dünyasına duyurdu, TC hükümetinin bu
kararına itirazlarını haykırdı. Hindistan müslümanları en çok heyecan
gösterenlerdi. Milli Mücadeleye Hind müslümanlannın gösterdiği muavenet şüp-hesizki
müslümanlar kardeştir mealindeki ayet-i kerime icâbıydı.
Halife mü'minlerin
emiri olduğu için Hind müslümanları düşman karşısında bizi desteklemişlerdi.
İngilizler, Hindistan sömürgesi olduğundan bunlarla mesele çıkmasın diye
İngiiiz askeri yerine işi Yunan ordusuna ihale ettiler. Hind müslümanlannın
kurduğu Hindistan Hilafet Komitesi, Halife Ab-düfmecid'e yaşadığı müddetçe
dolgun bir tahsisat bağladılar.
Haydarabad Nizamı bu
tahsisat'ın büyük bir bölümünü ödemekteydi. Daha sonra da, Halife Abdülmecid
ile Nizam dünür oldular, halife'nin kızı Dürrüşşehvar Sultanhanım, Hayda-rabat
Nizamının oğluyla izdivaç ettiler. Halife Abdülmecid vefatına kadar Avrupa'da
Paris'de yaşamak mecburiyetinde kaldı. Vasiyeti vefatı vukubulduğunda, Dedesi
Sultan Mah-mud Türbesine, babası Abdülaziz Hân'ın yanına konmaktı.
23/Ağustos/1944'de emr-i hakk vâki olduğunda saat akşamın 9'unu yâni 21 'i göstermekteydi.
Dürrüşşehvar
Sultanhanım, Nizam Prensinin hanımı olması hasebiyle İngiliz pasaportuna
hâmildi. Halifenin vasiyetini ifaya gayret eden başda kızı Dürrüşşehvar
Sultanhanım olduğu halde hanedan üyeleri ellerinden geleni geri komadılar.
Gelmiş olduğu Türkiye'de Dürrüşehvâr Sultanhanım, Çankaya'da İsmet Paşa ve
Mevhibe hanımla yemek yemekle beraber gösterilen nâzik kabule rağmen defin
işine mezuniyet alamadı. Paris Camiinde Abdülmecid Efendinin naşı taş bir odada
beklemek mecburiyetinde kaldı. 1950 sonrasında iktidar olan DP'nin tek
başvekili Adnan Menderes defnetme işine sıcak bakmıştı. Mevzuata uygun olarak
TBMM dilekçe komisyonuna bir dilek çe yazmasını ve bir ay içinde bir itiraz
zuhur etmediği takdirde, defin işinin gerçekleşebileceği bildirilen
Dürrüşehvâr Sultanhanımda, böyle bir dilekçe yazmış ve komisyona vermiştir. Hiç
kimse böyle bir talebe birinin çıkıp da itiraz edebileceğini ummaları akla
ziyandı. Fakat sapı sizden dercesine, DP listesinden Kırşehir mebusu olmuş bulunan
E. Amiral Rif'at Öndeş bu itirazı yapınca defin işi imkansızlaştı. Dürrüşehvâr
Sultanhanımın kuvvei mâneviyyesi kırıldığından naşı alıp Medine'ye götürüp
orada Resulüllaha komşu kıldılar.
Fevkalâde güzel bir
ressam olan merhum halife, daha on-oniki yaşlarındayken kızı Dürrüşehvâr
Sultanhanımın, pek güzel bir folklorik kıyafetiyle resmini yapmış ve Dolmabahce
Sarayında salonların birinde asılı olarak kalmış. Kimse de or-dan kaldırmamış
ve saray'ın ziyarete açılmasından sonra ziyaretçilerin bu resimin güzelliği
dikkat çekmekte olup, re-simdekinin kim olduğu sorulduğunda zamanla cevap
olarak atmasyon bir isimin söylendiği görülmüş ve hayli zaman da bu böyle devam
edip, gitmiş. Nice yıllar sonra bir İngiliz turist kafilesinin mezkûr sarayı
ziyaretinde kafileden biri, resim hakkında rehberden bilgi istediğinde rehber
alışılmış hikâyeyi okumaya başlamış ki, içlerinden bir bayan, biraz dinledikten
sonra dayanamamış, pek asilâne ve nefis bir Türkçe ile bu beyanı nasıl
yaparsınız? Evet! Doğrudur, Son Halife Hz.le-rinin yaptığı bir tablodur. Küçük
kerimeleri Dürrüşehvâr Su!-tanhanımdır o resimdeki mealinde sözlere karşılık,
rehber kendi beyanında İsrar etmek temayülü gösterince, hanımefendi daha
otoriter bir ses ile,evet efendim o resimdeki kız Dürrüşehvâr Sultanhanımdır
der demez, rehber'de ne biliyorsunuz? Cevabı verince turist bayan da,
biliyorum! Çünkü o resimdeki Dürrüşehvar benim dediğinde herkes donmuş kalmış.
Bu müthiş darbenin
şaşkınlığını atlatan rehber doğruca sarayın müdürünün yanına koşmuş vak'ayı
haber vermiş müdür bey'de hemen kafilenin yanına gelmiş Dürrüşehvâr
Sultanhanıma mülâki olup kendilerine yer gösterip ikramlarda bulunduktan
sonra: Efendim niçin böyle habersiz, bir turist gibi geliyorsunuz? Haber
versenizde sizin eviniz olan burada sizleri sânınıza lâyık şekilde ağırlayalım
demek suretiyle pek nâzik bir davranış sergilediğini ve bu ifadenin Sultanhanımın
gözlerini buğulandırdığını bana hanedana hizmet veren kıymetli bir dostum
nakletmişti. Şimdi son halife Abdülme-cid Efendinin, eş ve çocuklarıyla ilgili
bölümü yazmaya geçelim.
Halife Abdülmecid
Efendi dört izdivaç yapmıştır. Bunlardan ilkini Şehsüvar Başkadınefendi ile
22/Aralik/1896'da Ortaköy sarayında 7.veliahd iken yapmıştır. Halife'den bir
sene sonra 1945'de, 64 yaşında olduğu halde Paris'de vefatı vukubulmuş buradaki
Bobigny müslüman kabristanında def-nolundu. İstanbullu olan Şehsüvar
Hanımefendi, 2/ Mayıs/188 l'de doğmuştur. Halife Abdülmecid Efendinin biricik
oğlu Ömer Faruk Efendi bu hanımından tevellüd etmiştir. Evlilikleri Halife
hz.îerinin vefatıyla münakid olmuş ve 47 sene, 7 ay, 28 gün sürmüştür.
Hanımefendi, Türkiye'den çıkarıldıklarında 43 yaşının içindeydi.
Abdülmecid Efendi'nin
2.kadınefendileri 2/Mart/1876'da Bandirma'da dünyaya gelmiş bulunan Hayrünnisa
Hanımefendiyle yapmışlardır. Kocasına bir evlad verememiştir. Vefatı,
Abdülmecid Efendi hayatta iken 3/Eylül/1936'da Fransa'da Nice vukubulmuştur.
İzdivaçları 18/Haziran/1902'de Ortaköy sarayında gerçekleşmiştir. 34 sene, 2
ay, 15 gün süren evlilik hanimefendİ'nin dâr-ı bekaya irtihali münasebetiyle
son bul- muştur.
Halife Abdülmecid
Efendi'nin 3.İzdivacı Atiyye Mehisti İsimli Adapazarı'nda tevellüd etmiş
bulunan ki 27/Ocak/1892'de doğmuş olan bu hanımefendi ile olmuştur. Bu Atiyye
Kadınefendi Dürrişehvâr Sultanhanımın vâlidesi-dir. Vefatı 1964'de Londra'a
vukubulmuştur. Vefatında 72 yaşındaydı. Haydarabad Nizamı'nın gelini olan
kızıyle Ömrünün büyük bir kısmını geçirmiştir.
4.Kadınefendi ise
Bihruz hanım olup, İzmit'te 24/Mayis/1903'de dünya'ya gelmiştir. 1955'de
İstanbul'da vefat etmiştir. 21/Mart/1921'de Çamlıca Veliahd Sarayında başlayan
evlilik hayatları, 23 sene, 4 ay, 29 gün sürmüş hafife hazretlerinin dâr-ı
bekaya irtihalleri münasebetiyle nihayete ermiştir.
Halife Abdülmecid
Efendinin çocuklarına gelince bunlar iki tane olup, Hatice Hayriye Ayşe Dürr-i
Şehvâr Sultanha-nım Üsküdar İcadiye Tepesindeki Kasr'da 24/Şubat/1914'de
doğmuştur. Hanedan'ın padişah ve halifelerinden dünya'ya gelen çocukların
sonuncusudur. Haydarabad Nizamının oğluyla yaptığı izdivaç hanedan üyelerinin
geçimlerine bir kolaylık sağladığı görülür.
Halife Abdülmecid Efendi'nin
bir oğlu bulunmakta ve adı da Ömer Faruk Efendi'dir.
Ortaköy Sarayı,
29/Şubat/1898'de bu şehzadenin doğduğu yerdi. Osmanlı şehzadesi olarak milli
mücadelemiz için pek mühim sayılacak harekâtı gerçekleştirmiştir bu da,
Anadolu'ya çok zor şartlarda vapur yolculuğuyla İnebolu'ya gelmesi ve
Ankara'nın bu zâtı geri çevirmesi, ilerleyen yıllarda yazılı târihler üzerinde
pek mühim değişiklikler getiren hatırat, mütalaa ve kabullenişlere sebeb teşkil
edecektir. Kendi adıma yakınlarım ve arkadaşlarım arasında takriben iki yüz
kişi üzerinde bir soru anketi yaptım ve bu şehzadenin ne zorluklarla yaptığı
vapur seyahatinden haberleri yok, iki üç kişi bir şeyler duymuştum amma
demekten Öteye geçemediler. İnebolu'dan geri çevrildiğini söylediğimde
şaşkınlık büyüdü, inanılmaz bulanlar kahir ekseriyeti teşkil etti. Bazı
gizlilikler ve bazı yasaklar meriyetten kalktığında bu hususdaki mütalaalar
hürriyete kavuşacaktır. O zaman da, haklan yenmiş bir takım kahramanlar târih
önünde itibariarına kavuşacaklar, uğradıkları mağduriyetin manevî bakımdan
giderilmenin memnuniyetini yaşayacaklardır.
Ervah âlemî bunu
duymaz zannetmeyelim. Neyse; Ömer Faruk Efendi 26 yaşının 5. ayını sürdürürken
vatancüdâ olundu. Vefat ettiği 28/Mart/1969'a kadar vatan dışında yaşamak
mecburiyetinde kaldı. 1907'de kurulmuş bulunan Fenerbahçe Spor Klübünün dört
dönem reisliğini yüklenen Ömer Faruk Efendi'ye 1925'de Arnavutluk Kralı olma
şansı doğduğunda o sırada başbakan durumunda olan ve sonrada bu ülkeye Kral
olan Ahmed Zogo, İngiliz'lerin isteğini bir bakıma yerine getirmişti. Amma; bu
Arnavutlar davranışdan dolayı nice çile ve meşakkatli yıllar yaşadılar ki, bu
Ömer Faruk seçimini yapmamanın bedeli olarak düşünülmelidir. Bunun yerine;
Ahmed Tevfik Paşa'nın casus olarak kullandığı Ahmed Zogo'yu, böyle asil ve
devlet tecrübesi olan biri varken kral olarak tercih etmeleri yanlışları oldu.
Evvelâ 30/Mart/1969'da
Kahire'de defnedildi. Daha sonra 1977 nisan'ının nakli kabir münasebetiyle
Sultan Mahmud Türbesinde defnolundu. Şehzade Ömer Faruk Efendi, İngilizce,
Fransızca, Almanca ve Arabça bilmekteydi. Kültürlü bir insandı. Vefatında 71
yaşını 28 gün aşmıştı.
Sevgili Özer Şenler
büyüğümün kerimeleri hanımefendi bir telefon görüşmemizde dediki, aman metin
Amca, çalışmanızdan haberdarım, istirhamım bizim Osmanlı klâsik târihlerinde
kadın giysilerinden pek bahsedilmez. Lütfen bu kafileye siz de, iştirak
etmeyiniz. Demek suretiyle pek yerinde olduğunu hissettiğim bir ikazda
bulundular. Fakat, çalışmayı editörüme vermeyi vaad ettiğim gün de gelip
çatmıştı. Bu bakımdan dağarcığım da bulunan bilgilerden bir demetle iktifa
etsemde alışılmışın dışına çıkmayı bu hanımefendi kızımın ikazı ile yapmış
olmanın teşekkürünü etmeden geçemeyeceğim.
Osmanlı hanımları tabiiki
giyim ve kuşam anlayışında, kendileri bizzat Kur'an-ı Kerim' den okumasalar
bile ulemânın ve imam efendilerin kendilerine ulaştırdıkları bilgilerle tesettür
âyetlerine uygun giyim şartlarını oluşturmaya çalışmışlardır. Bu espri içinde
husule gelen biçimlerde zaman içinde, bilgiden ve gerektiği ahkâmdan bihaber
olarak gele nekselleşme vücuda geldiği görülür. Meselâ; annem böyle giyiniyor,
demek ki olması ge reken bu! Deyip, onlar gibi giyim problemini halletme
yoluna gitmişlerdir. Giyim hususu dâima başkalarından beğenmek suretiyle
edinüdiğinden bu kaidenin islâm kadınlarında da aynen cereyan ettiğini söylemeden
geçemeyiz.
Devlet-i ebed müddet
anlayışı içinde Osmanlı hanımefendileri ve en basit kadın giyimleri islâm
çizgisinde hayat süren Devlet-i Selçukî'ye hanımefendilerinin çizgisini
sürdürmekden hiç de imtina etmeyip, tatbik etmişlerdir. Yine de, harp ve
sulhların getirdiği göze hoş ve şer'! şerife mugayir olmayan dış kıyafetler
tercih olunmuş, iç kıyafetlerdeyse şarkın kendine has gizliliği olan ev ve
yatak hayatı genel olarak meknuz ve hafi tercihi üzerinde yoğunlaşıldiğından,
bu hu-susda târih perspektifinde verilen bilgilerin çoğu, siradişi hayatı
olanların olup, dışlandıkları toplumu kendi süfli yaşayışlarının aynını
yaşamakta olduğu intibaına, sonraki nesilleri inandırma gayretine matuf olup,
bilerek veya bilmeyerek islâm düşmanlarının da ekmeğine yağ sürmüşlerdir.
Kültür bakanlığının bu
mevzuda l/Eylül/2002'de yayımladığı bir araştırmada şu ifadeleri bulmak
kabildir. Biz bu değerli makaleden bir takım aynen aktarmalar zaman zaman da
özetlemek suretiyle sahifemizi süsleyelim: "Türk kadın giysinin en önemli
özelliği, yüzyıllar boyunca aynı geleneksel çizgiyi koruması ve sokakta
giysinin kumaşı dışında kişilerin maddi gücünü yansıtan veriler taşımamasıdıı:
Kadınların 12. Ve 14. Yy'lardaki giysileriyle başlıkları konusunda bilgiler,
çini, taş eserler ve minyatürlerdeki betimlemelerden (görüntülerden)
alınabilir, Selçuklu kadınlarının ev giysileri gömlek, şalvar ve entariden
oluşur. Şalvarlar bol paçalı, entariler uzun bol kollu yakasız üe genellikle
önden açıktır. Çoğu kez etek uçları, öndeki yırtmaç veya açık olan ön kısım geniş
biyelerle çevrilmiş, kolların üst bölümüne Arap giyim kültürünün bir öğesi olan
tiraz denilen bantlar konulmuştur. Selçuklu kadınları bol enta
rilerine,bellerine taktıkları kuşak yada kemerlerle, dizkapağı ile topuk
arasında bir uzunluk vermişlerdir; giyimlerini çeşitli süslerle
zenginleştirirler. Bunlar diademler, küpeler, inciler, bilezikler, ve ayak
bileklerindeki ha inallardır
Büyük Selçuklu devri
kadın giysileri konusunda bilgi veren kaynaklardan biri, İran'ın önde gelen
seramik merkezi olan Rey'de bulunan, 12. ve 13.Yy.Harda perdah tek niğinde
yapılmış tabaktır. Bugün metropolitan Muesum of artta sergilenen bu tabak taki
kadın'ın uzun saçları örgülüdür Başında inci sırası oe alnın ortasına
rastlayan yerinde yuvarlak taşta dizisi süslenmiş bir diadem vardır. Kulağında
birbiri altından sarkan üç halka ile zenginleştirilmiş küpe, üzerinde önden
açık bir entari bulunur Kadın figürün entarisi bou-nundan aşağıya doğru v
biçiminde açıktır; kollarının üst kısmında şerit vardır.
13.Yy.başlarında
Konya'da hazırlanmış Varka ve Gülşah adlı aşk romanındaki minyatürler, Anadolu
Selçukluları devrindeki giysiler açısından önemli bir kaynaktır.
Kadın ve erkek
giysileri arasındaki ilk göze çarpan ayrım, kadınlarda görülen inci kolyeler
ile incili veya alnın üstünde tek taşla taçlandırılmış diademlerdir.
Sevgililerin ikisi de, aynı boyda entariler giymişlerdir. Gülşah'ta paçaları
geniş şalvar ve küçük yüzlü ayakabıtar vardır; entarisinin yakası V kesimlidir
ve yakasından inci dizilen görülür. Başında alnın üst bölümünde yaprağa benzer
bir taş dikkati çeker
Güişah gerektiğinde
erkek gibi giyinip savaşa gider. Kadın figürlerin gayet açık giysilerle
betimlendiği ve eğlencelerde kadınlı erkekli gurupların bir arada bulunduğu
halkın bazı kervansaraylarda kadın okuyucuları dinledikleri, seyrettikleri
düşünülürse, Selçuk'tu kadınlarının son derece özgür oldukları anlaşılır. (Bu
figürlerin gösterdiği motifler ve beraberlikler bütün toplumu değil, o dönem
ressam ve sanatçılarının şahsi görüşlerini ve tasvirlerini toplumun hayat tarzı
olarak kabullenmek ne derece doğru bir harekettir, umumiyetle sanatkârlar
toplumdan farklı bir düşünce tarzı içinde olduğu hatta bu düşüncesinin
tatbikatı toplumla arasında bir farklılık meydana getirmiştir, bu gün bile bu
hâl rastlanan hallerden olduğunu hatırlatmadan geçemiyorum. Hele o çağlarda
resim hakkındaki ihtilaf, minyatür sanatının gelişmesln de rol oynamıştır. Bu
bakımdan minyatüre yönelenler aslında resim yasağından buna gelmişlerdir.
Toplumun adet ve geleneklerini değiştirmek bu ressamların fikri anlayışında bir
anarşi meucud olduğunu göz ardı etmemek lâzımdır,M,H) 13.Yy'ltn ortalarında
Musul'da resimlendirilmiş "Kitab el Tiryak"ın saray sahnesinde
dönemin kadın, erkek figürleri bîr arada bulunur. Aynı yapıtın U99'da yapılmış,
Paris Bib-liotheque Mationel'deki başka bir kopyasının sunuş sayfasında da
kadın figürlerine rastlanır. Kompozisyonun ortasındaki başı taçlı kadının
saçları örgülüdür ve iki örgünün uçları geriye atılarak düğümlenmiştir.
Kotları şeritle süslü entarisi önden bele kadar açıktır ue geniş parçalar
şalvar giymiştir. Kulaklarında inci halka küpeler, boynunda iki sıra altın kolye
dikkati çeker. Sahnenin dört köşesinde uçuşan meleklerin giyimi de aynıdır;
başlarında taç yerine önü taşlı diadem-ler vardır." Denen çalışmada Sultan
Fâtih Mehmed Hân dönemi için saray sanatı olan minyatürlerdeki tasvirleri
şöyie nakietmekteler: ".13. Yy.dan itibaren Anadolu topraklarında egemen
olan Osmanlılarda kadın, özellikle saray sanatı olan minyatürlerde izlenir.
Fâtih Sultan Mehmed (1451-1481) dönemi minyatürlerinde kadınlar,eski Anadolu
ve Orta Asya geleneklerini sürdürecek şekilde açık giyimlidir. TSMK'R.989'da
kayıtlı, 1460 civarında Edirne'de minyatürle-nen Külliyat-ı Katibi, 15.
Yy.Osmanlı saray kesiminin yaşam biçimini ve dönemin giysilerini sunması
açısından önemli bir belge nitetiğindendir. Yapıtta yer alan Sultanın meclisinde
müzisyen kızların betimlendiği minyatürlerde Suttan'm çevresinde içki ve
yiyecek sunan hizmetliler, resmî görevli- ter, kadınlı erkekli müzisyenler yer
alır. Resmin giysi yönünden en ilgi çekici tarafı kuşkusuz başlıklarıdır Başka
çevrelerde rastlanılmayan bu başlık, erken Osmanlı kadın başörtme biçimi
hakkında olduğu kadar, yapıtın târihlenmesi konusunda ip ucu verir. Müzisyen
kadınlardan biri cenk, diğeri diğeri tef çalar; kenarda oturansa ellerini
çırparak tempo tutmakta-dır.Çenk çalan kadın;arkaya doğru sarkan baş örtüsünün
üzerine külahvâri başlık giymiş, alnının üstüne dilimli bir kaşbastı
bağlamıştır. Tempo tutan hanımda da aynı tür baştık vardır. Tef çalan
müzisyenin başlığı yoktur; uçları omuzlarına değen beyaz örtüsünün üzerine
ortası dilimli koyu renk kaş-bastı bağlamıştır. Entarileri küçük yakalı, önden
açık ve bele kadar düğmelidir. Fâtih Sultan Mehmed döneminde, Edirne nakkaş ha
nesinde kopya edilmiş 1455/1456'ya târihlenen "Dilsuz-nâme"
minyatürle/indeki kadınlarda da aynı tür başlıklara rastlanır. Fakat Yy.tın sonunda
Sultan 2.Bayezid (1481-1512) döneminde hazırlanan minyatürlerde bu tür kadın
başlıklarına rastlanmaz."
İstanbul'un feth
olunması; yerleşik düzene geçiş, imparatorluğun sınırlarının genişlemesi ve
iktisadî şartların hâli, kadın-erkek dünyasının ayrılmasına ve kadınların
sokakda giyecekleri kıyafete kurallar getirildiği görülmüştür. 16.Yy.da yazılı
ve resimli gerek yerli gerekse yabancı kaynaklara bakıldığında sokakda giymek
üzere; ferace, yaşmak, ve her zaman olmamak şartıyla peçe kullanıldığı
görülür. Ferace; önden açık bedeni ve kolları bol, eteği yere kadar uzun, yaka
kesimi zaman zaman değişen biçimde olup,16. Ve 17.asırlarda ise genellikle V yaka
veyahutda boyunda oturmuş yuvarlaklıkta olup, ön açıklığının iki tarafında yer
alan dikey yırtmaç cepli olup sokak kıyafetidir. Yaşmak bayanların, sokakta
feraceyle kullandığı genellikle bir parçası baş'dan çene'ye, diğer parçası da
çene'den baş'a doğru bağlanan iki bölümden oluşan, feracenin üstünden
sarkıtıldığı gibi, yaka'nin içinde de olabilen, zenginlerin ve saraylıların
kolalamak suretiyle kullandığı beyaz bir örtüdür.
Bayanlar ile ilgili
yabancı yazılı kaynaklardan 16. asrın ilk çeyreğine ait bilgileri genç yaşta
esir alınıp 1501'de Osmanlı Sarayına satılan Cenevizli Givaantonyo Menavino'nun
kitabından almaktayız. Bayezid-i Velî, Yavuz Sultan Selim devrinde Saray'da
iç oğlanı olarak bulunduğunda ve Çaldıran savaşı (1514) sonrasında firar etmeye
muvaffak olan ve ülkesine dönebilen Menavino'nun onbeş yılı kapsayan bilgileri
arasında hanımların ince bezden barami adı verilen bir giysi ile şehre giderken
de yüzlerine at kılından yapılmış bir peçe taktıklarını ifade edip, fakir ve
köle kadınların da gözleri gözüksün diye peçe takmadıklarını, diğer kadınların
bu konuda cimri olduğunu yazar.
Bir çok ecnebi elçi ve
ressamlar 1533'de İstanbul'a gelip dolaşırlar ve bunlardan Flaman yâni
Hollandalı bir ressam altı tane gravürle İstanbul ve Balkan memleketlerini
görüntülemiştir. Halayıkların bohçaları taşırken verilen görüntülerinde
yüzlerinin açık olmasına karşılık onların önünde yürümekte olan hür hanımların
yüzlerinde, peçe mevcuddur. Bu ressamın gravürlerindeki şekiller, yukarıda adı
geçen Mena-vio'nun yazdıklarıyla hem ahenktir.
Şimdi de Sultan Fâtih
dönemi diyebileceğimiz, 1451 iie 1481 seneleri arasındaki zaman diliminde
yapılmış minyatürlerde rastlanılan tasvirlerde kadınlarımızın kıyafetleri eski
Anadolu ile Orta Asya geleneklerini sergİlediğiyle karşılaşılır. Manuel Serrano
Sanz'ın 1905'de Madrid'de yayımladığı ilk baskıda ve daha sonraki baskılarda
Andreas Laguna adında bir doktor tarafından kaleme alındığı anlaşılan
"Viaje de Tru-quia" adlı seyahatnâmeyse üç kişi tarafından
gerçekleştirilen bir sohbetten meydana gelmiştir.
Bunlardan biri olan
Pedro, 1552 yılının İstanbuldaki kadın giyim tarzı için sohbet arka daşian Juan
ve Mata'ya şunları aktarır: "kadınların büründükleri çarşafların renkleri
ve kumaşları değişebilir; kimi bu renk, kimi şu renk, kimi ipekli çuhadan, ama
o kadar. Kadınların başörtüleri bir yana, erkekleri kadınları hep bir çeşit
giyinirler. Bizde olduğu gibi boyuna giysi değiştirmezler. Kadın veya koca,
hangisi erken kalkarsa biribirlerinin el- biselerini giyerbilirler. Terziye
elbise sipariş ettiklerinde model meselesi diye bir özenti ortaya çıkmaz.
Bunlar elbiseleri asla süslemezler. Yalnız en üste giydiklerine pek ince olan
bir astar geçirirler.
Terzi ölçü almaz
elbisenin dikileceği kişiyi gören terzi buna bir elbise gösterir. Terziler hem
usta hem de ucuzcudur. Elbise de dikiş çok oldukça elbisenin kıymetinin yüksek
kabul edildiği bir vak'adır" Yine: 1554 ile 1562 yılları arasında
Avusturya elçisi olarak İstanbul'da üç defa b.elçilik görevi ile bulunmuş olan
Flaman asıllı Busbek'in, memleketindeki bir dostuna yazdığı mektupda: "kadınların
sokağa çıktıklarında-ki gördüğüm kapalılıkları benim onları birer hayalet sanmama
sebeb oldu demektedir.
Yine, Busbek ile
birlikte aynı dönemi yaşıyan Ressam Melchior Lorics, Kanuni Sultan Süleyman
devrinin Osmanlı hayat tarzıyla ilgili çizimleri bulunmaktadır. Bu çizimlerde
bulunan dört Türk kızındaki figürlerin giysileri, uzun feraceleri, fes biçimi
hotozları ve uçları püsküllü ya da püskülsü. uzun, desenli yaşmaklarıyla devrin
hususiyetlerini taşır. Ve de yine:
1596-1597 senelerinin
şahidi olan Fynes Morysın seyahatnamesinde bayan giyiminden şöyle söz eder.
"Kadınl ince bezden elbiseler giyerler, bilekleri, etekleri, pek iğne
işiyle işlidir. Bunun üstüne giydikleri, yine iğne işi süslü, uzun, kolları ve
göğüsler dar mantoları, boyunlarını çıplak bırakacak biçimdedir. Çorap ve
ayakabılan, çoğunlukla açık renk, deriden, altın ve gümüşle, eğer daha zengin
ve önemli bir kişinin hanımları iseler, mü cevherlerle süslüdür. Saçlarını
alışılmamış bir biçimde örüp, inci, altın çiçekler, mücevherler ve ipek iğne
oyalan ile süslerler." Diyen bütün yabancılar gibi, Moryson da,
Osmanlılarda kadınların elbiseleri ile erkeklerinin elbiselerinin birbirine
çok benzediğini ifade ettiği gibi, nereye giderse gitsin, hiç bir Türk
kadınının evinin dışında başını açmadığını yazmaktan kendini alamamıştır.
Sultan 3. Murad'ın
oğlu 3. Mehmed'in târihde pek ün yapmış meşhur elliiki gün elliiki gece süren
1582 senesinde Sultanahmed Meydanında icra edilen sünnet düğününü nakleden
"Surnâme-i Hümayun'un" minyatürlerini yapan nakkaşların başında olan
Nakkaş Osman bu eserde 427 adet minyatür yapmışlardır. Bu minyatürlerde,
İbrahim Paşa sarayından düğünü temaşa eden padişah ve şehzadesinin sol sayfada,
saray ve elçilik görev- lileri ile halkın sağ sayfalarda gösterildiği yazmada, çeşitli
gösteriler yaparak geçen esnafı ve düğünü temaşa eden halkı temsil eden figür
gurubu içinde, tellaklar ve berberlerin geçişinde görüldüğü gibi kadınlar da
yer alır. Genellikle ön sırada yer alan kadınların, her renkten ferace
giydikleri ve bazılarının yüzlerine peçe Örttükleri görülür. Daha önce
minyatürlerde siyah peçeli kadınlara pek rastlanmadığı hatırlanırsa bu modanın
Araplardan geldiği ve yaygınlaştığı düşünülebilir.
Devlet-i âliye'nin pek
geniş sınırları içinde ömür süren ahalinin din ve inançlarında hür bırakıldığı
malumdur. Osmanlı devlet yapısında hâkim olan merkezî anlayış üretilenlerin
üretenleri zarardide etmeden son alıcı kesimini korumaya ehemmiyet vermiştir.
Böylece, fiyat ve
kalitede normlar ihdas etmiştir. Normali-zasyon diğer deyimîe standartizasyon
Sultan 2. Bayezid Velî tarafından tatbik olunduğunu da hatırlatmadan geçemeyiz.
Bu ölçüler içinde hazır giyim olarak satışa arzedilen kaftan ve benzeri
giyimleri satın alınacak fiyatlara bir ölçü getirirken, bu ürünlerde eksik
malzeme kullanmayı cezay-ı nrıüstel-zim olduğu ilânını yapmaktan içtinap
etmemiştir. Meselâ kaf-tan'ın kolu standartlaştınlmış ölçüden kısa olursa,
astan eksik konursa etek uçları, kol pervazları dikilerek imâl edilecek,
yapıştırılma yapılmayacaktır. Devlet idâresinin sahib-i selâhiyeti olan padişah
ve dîvân, gerek müslüman gerekse reayanın giyimini tanzime önem vermiştir.
Bu yaklaşımda
gözetilen husus bu gün moda denen illetin insanlar ve bilhassa tâife-i nisa üzerinde
tevlid ettiği haksız ve kıskançlığa kadar uzanan rekabetin toplumun faydası olmayan
harcamalarla, zaruriye-i esasisi olan ihtiyaçlarının temini hususunda maddi
bakımdan yetersizliğe yuvarlanmasına sebeb olduğu havada kazanıp, tavada
yiyenlerin dışında herkesin kabullendiği bir hakikattir. Bu hakikati gören
münsif yönetim, bu hâle idare ettiği insanların düşmemesini temin edebilmek
çâresini ısdar ettiği ferman ve hükümlerle yönlendirmeye çalışmışlardır. Bu
hükümler aşağıya alacağımız bazı misallerle daha iyi anlaşılabilir.
Kültür bakanlığının;
Gayrimüslim Kadın Giysi'si adlı internet sitesinde yer alan araştırma mahsûlü
makalede, şöyle bir misâl verilmekte: "21/Sefer 976-1568/'16/'Ağustos
târihînde Saray'dan İstanbul Kadısına gönderilen bir hükümle, gayrimüslim
kadınların ipek peruazlı ala çuha kaftan, atlas ve kutnu kumaşından kaftan, ala
şalvar, ala tülbend ve müslü-manların giydiği içedlk ve başmak cinsi
ayakabtlardan giymeleri fiat arttırdığından yasaklanmıştır?'/Sefer/976-1568/1
/Ağustosda da İstanbul Kadı sına gönderilen başka bir hükümde gayrimüslimlerin
giysilerinin cinsleri belirtilmiştir. Gayrimüslim kadınların ferace
giymemeleri, eski kanunlarda belirtildiği gibi Bursa kutnusundan fistan
giymeleri, şalvarlarının sadece açık mavi olması, ayaklarına da, başmak
yerine kundura ve şirvani giymeleri, müsliman kadınlar gibi seraser yaka ve
arakıyye (başlık) giymemeleri, giyerlerse de bunların atlas ve kutnu'dan
olması, Ermenilerin de Yahudiler gibi giyinmeleri fakat başlarına alaca kuşak
sarınmaları, Ermeni kadınlarının da ferace yerine fahir fistan ve terlik
giymeleri, İçlerine siyah ve koyu gri Bursa konusu, mâui şalvar ve meşin İçedik
ve şiruanl başlık giymeleri istenmiştir. 1577 târihinde saraydan İstanbul
Kadısına gönderilen hükümdeyse, gayrimüslimlerin giysilerle ilgili kurallara uymadıklarının
görüldüğü; tekrar uyarılmaları ve müslümanta-ra özgü giysilerle gezmemelerinin
hatırlatılması istenmiştir
Nikolay adlı bir
seyyah, Pera yâni Beyoğlu semtinin Rum kadınlar! son derece alayişli ve
gösterişli kıyafetlerle kendilerini topluma göstermekten geri kalmadıklarını
ileri sürerken, yalnız güze! olmak ve güzel giyinmekle iktifa etmez, gerek
klişeye gerekse hamama giderken süslenirler ve takılarını, servetlerini
üstlerinde taşırlardı. Şehirli ve tüccarların madamlarının fes rengi kadife,
saten ve de şam kumaşından
kenarları dantel
bantlarla çevrili altun veya gümüş damask-ları yine kenarları dantel ile
çevrili altın, gümüş düğmeli; daha az zenginler tafta ve desenli Bursa
ipeğinden elbiseler giyerler.
Genç kızlar ve yeni
izdivaç yapmış olanlar başlarına çevresine beş santim kadar kalınlıkta inci ve
değerli taşlarla işli ipek ve sırmalı bantlarla sarılmış, fes rengi saten veya
sırmalı desenli kumaştan yuvarlak şapkalar giyerler. Feraceleri müslüman
kadınlarınki gibi selvi yeşili taftadandır. Yaşlı kadınlarda aynı şeyleri daha
az süslü olarak tatbik ederler. Giysileri arka baldırlara kadar inen beyaz
ketendendir. Dul kadınların ise feracelerini safran sarısı renkde
yaptırdıkları görülür. Yazar Mikolay, bu kumaşların Bedesten'de satıldığı
kaydını koymayı ihmal etmemiştir. Ayrıca şunu da ilâve eder, zaman zaman çı-
karılmış giyim tahditlerine karşı oiarak-da gayrimüslimlerin Türk kadınları
gibi giyindikleri saray dışında da bu kumaşların alıcı bulduğunu ilâve etmeden
geçememiş.
Yine Nikolay'ın ayrıca
ressam olması hasebiyle de yaptığı bir gravürde, Beyoğiu(Pera)lu Rum kızının
elbisesi çizgili bürüncekten yuvarlak yakalı bir gömlek ile derin kesimli dikdörtgen
yakalı desenli bir üstlükten oluşur. Fes biçimli başlık kadife kumaştandır.
Gerdanlık, kolye,
bilezikler ve başlığın çevresindeki şerit, uyumlu bir bütünlük oluşturur
Hanımların üstten bağciklı ayakabılan vardır; entarisi Önden açık olmadığından,
içinde şaîvar olup olmadığı hakkında bir fikir vermez. Peralı Rum kadının sokak
giysisi tek düğmeli, kısa yenli belden aşağısı bol kesimli, cepli ferace,
feracenin kollarından ve ön açıklığından görünen entari, tek parça halinde
başı ve boynu örterek belden aşağıya ka- dar uzanan oldukça büyük baş
örtüsünden oluşur. Bu büyük sarı renkli örtünün altında hanımın başını ve
boynunu saran beyaz bir örtü dikkati çeker. Seyyahlarında belirttiği gibi
peçesi yoktur.
Yine ecnebi
seyyahlardan Gerlah; Türk kadınları gibi Ermeni matmazel ve madamaîannm bol
pantalon üzerine etek giydiklerini, ama yüzlerine siyah bezden peçe yerine
beyaz ve güzel desenli tül taktıklarını belirtir. Dersvanham ise varlıklı
yahudi kadınlarının has ipek Şam kumaşından mamul elbiseler giydiğini ve
kiymetdar aitun takılar taktığını ileri sürer. Rum kadınlarının bütün
servetlerini ipekli, sırmalı ve itina ile işlenmiş kumaşlar için harcadıkları,
giysilerinin diğer gayrimüslim kadınlardan daha gösterişli olduğu bütün
yabancı seyyahların dikkatini çekmektedir.
Fresne Caneye; Rum
kadınlarının sokakda peçe takmadıklarını ve kendilerindeki güzellikleri
sergilerken bakışlardan pek memnun kaldıklarını gösterdiklerini beyan eder. Bu
Rum kadınları çok parlak far kullandıkları gibi, Türk kadınları da tabii olan
sürme'den başka bir şey kullanmazlardı demekte. Rumların genç kızları pek
sokağa çıkmamakla beraber, pencereden de ayrılmadıklarını ve
seyredildiklerinin farkına vardıklarında yabani bir biçimde odalarına
kaçtıklarını yazar. Yine bu seyyah Rum, Yahudi, Macar, Venedik'Ii yâni bütün
doğulu kadınların bacaklarına kadar inen elbise giymeleri çekmiştir. Böylece
de; çalışmamızın bir nebze de olsa, muazzam insanlık ailesi âleminin muhterem
üyeleri hanmefendilerin kıyafetlerinden, giyim tarzından ve devletin zaman
zaman gerek ekonomik sebebler, gerekse cemiyetin ahlâk yapısını muhafazaya
kadir olması hasebiyle yayımladığı hükümlerden bahsetmek suretiyle
sayfalarımızı süslemiş bulunuyoruz. Makbul olması temennimin dahilindedir.
Künyesi: Doğ.yeri ve Tr. Saltanat Dönemi miktar vi". yaşı
Süleyman oğlu Ertuğrul
Bey 1191 Ahlat UçBcyi:1231-128l-50 1281
90
Osman Gazi 1258 Söğüt
1.Orhan Gazi 1281 Söğüt
] .Sullan
Murad(Hüdavendigar) 1326 Söğüt
Sultan 1 .Bâyezid(
Yıldırım) 1360 Bursa
Sullan l.MehmccKÇelebi
Sullan 2.Murad Sullan 2.Mehmcd(Fâtih) Sultan 2.Bâyezid(Vciî) Sultan 1. Seli m(
Yavuz) Sultan 2.Süleyman(Kanuni) Sultan 2.Selim Sultan 3,Murad Sullan 3.Mehmcd
Sullan l.Ahmcd
Bey: 1281-1324=43 1324 66 Padişah: 1324-1362-38 1362 81 ": 1362-1389-13 1389 63 " ": 1389-1402=13 1402 43 1382 Bursa " ": 1413-1421-07 1421 39
1404 Amasya "
": 1421-1451-29 1451 46 1432Edirnc " ":
1451-1481=30 1481 49
I450Dimetoka "
": 1481-1512-31 1481 6! 1470 Amasya " ": 1512-1520-08 1520 50
1495 Trabzon " ": 1520-1566-46 1566 71
1524 İstanbul " ": 1566-1574=08 1574 50
1546 Manisa " ": 1574-1595-20 1595 48
1566 Manisa " ": 1595-1603-08 1603
37
1590 Manisa " ": 1603-1617=14 1617 27
Sullan
l.Mustafa/1592Manisa/l617'dc3ay,4gün-1622/1623'dc I'scnc3'ayl639 47
Sultan 2.0sman(Gcnç)
Sultan 4.Murâd Sultan 1.İbrahim Sultan 4.Mehmcd Sultan 3.Süleyman Sullan
2-Ahmed Sultan 2.Mustafa Sultan 3.Ahmed
1604 İstanbul 1604
İstanbul 1615 İstanbul 3 642 İstanbul
1642 İstanbul
1643 İstanbul 1664 Edime 1673Hacıoğlupazarı
1618-1622-04 1622 17 :
1623-1640^16 1640 28 : 1640-1648-08
1648 32
1648-1687-39 1693
51
1687-1691-03 1691 49 :
1691-1695=03 1695 52
1695-1703=08 1703 39 :
1703-1730=27 17 36
Sullan l.Mahmud Sultan
3.Osman Sultan 3.Mustafa Suitan İ.Abdülhamid Sultan 3.Seiİm(Şehid) Sullan
4.Mustafa Sullan 2.Mahmud Sullan Abdülmecid Sultan l.Abdülaziz Sultan 5.Murâd
Sultan 2.Abdülhamid Sultan 5.MehmcdRcşad Sultan ö.Meh.Vahidcddin Sadece Haille
.sıfatıyla: Abdülmecid Efendi
1696 Edirne 1699 Edime
1717 Edime 1725 İstanbul 1761 İstanbul 1779 İstanbul 1785 İstanbul 1823
İstanbul 1830 İstanbul 1840 İstanbul 1842 İstanbul 1844 İstanbul 1861 İstanbul
: 1730-1754-24
1754 58
1754- 1757=02 1757
58
1757-1774=17 1774 57
1774-1789-15 1789
64
1789-1807=18 1807
18
1807-1808=01 1808
29
1808-1839=31 1839
53
: 1839-1861=22 1861
38
1861-1876=15 1876
46
1876-1876=3'ay
1904 64
1876-1909=33 1918
75
: 1909-1918=09 1918
73
: 1918-1922=04 1926
65
1922-1924=0l.3'ay.l5*gün
1868 İstanbul
Padişahlarımızın
sayısı otuzaltı olup,fetret devri dediğimiz 1402 ile 1413 yılları arasındaki
şehzadelerin birbirleriyle mücadelesi sonucunda meydana gelen karışıklıklarda
başa geçenler olmuş fakat bunlar sifat-ı padişahiye nail ve sahip olabilecek
otoriteyi tesis edememişlerdir. Bu bakımdan kimi tarihçiler bunları padişah
saymak yoluna gittiği gibi kimileri de böyle görmemişlerdir. Biz de ikinci
kategoride yerimizi af-makla beraber, Bu şehzadelerin de, hükümran olur gibi göründükleri
dönemi hiç değilse târih ve sırasına göre esas cedvel dışında göstermeyi doğru
bir davranış addettik.
Sultan
l.Süleyman(Emir) 1375 Bursa " ": 1402-1410-08
1410 35
Sultan l.Mûsâ
Çelebi 1388 Kütahya "
": 1410-1413-03
1413 25
Taht'dan indirilenler
ve menkubiyetde sürdükleri ömür;
Yıldırım Bâyezid:
00'sene,07'ay,06'gün /
2.Bâyezid(Ve!î): 00'se-
ne,01'ay,02'gün
2.Osman(Genç) : 00'
" ,00, " ,01' "
/ 1 .Mustafa : 15'"
,04' " ,10' " 1.İbrahim : 00' "
,00, ", 10 " / 4.Mehmed :
04' "
,01' " ,28' " 2.Mustafa : 00' "
,04, % 08 " / 3.Ahmed :
05'(i
,09' " , 01'
" 3.Selim : 01' "
, 02, ", 00 " / 4.Mustafa :
00' "
,03, " , 19'
" AbdülazizHân : 00' "
, 00, ",05 "
/ 5.Murâd :27'" ,
11, " , 29'
" 2.Abdülhamid : 08' "
,09, ",13 "
/ Vahdeddin : 03'"
,
05, " , 28'
"
Abdülmecid Efendi de
hilâfetin lağvı ve yurt dışı edilmiş ve yurdışına çıkışından sonra 20 sene, 5
ay, 21 gün muammer olmuştur.
Osman Gazi anneshHayme
Hatun-Orhan Gazi annesi: Mâl Hatun-Murad-ı Evvel annesi: Nilüfer Hatun-Yıldınm
Bayezid annesi: Gülçiçek Hatun-Çelebi Mehmed annesi: Devlet Ha-tun-Murâd-ı Sâni
annesi: Emine Hatun-2.Mehmed(Fâtih)an-nesi: Huma Hatun-Bayezid-i Velî annesi:
Mükrime Hatun-l.Selim(Yavuz)annesi: Gülbahar-l.Süleyman(Kanuni)annesi: Hafsa
Hatun-2.Selim annesi: Hürrem SuItan-3.Murâd annesi: Nurbânu Sultan-3.Mehmed
annesi: Safiye Sultan-l.Ahmed annesi: Handan Sultan-1.Mustafa annesi: Handan
Sultan-
2.Osman (Genç) annesi:
Mahfiruz Haseki Sultan-4.Murâd annesi: Kösem Valide Sultan-1 .İbrahim annesi:
Kösem Valide Sultan-4.Mehmed annesi: Hatice Turhan Sultan-2.Süleyman annesi:
Saliha Dilaşup Sultan-2.Ahmed annesi: Hatice Muazzez SuItan-2.Mustafa annesi:
Rabia Emetullah Gülnüş Sultan-3.Ahmed annesi: Emetullah Rabia Gülnüş
Sultan-l.Mahmud annesi: Saliha Valide Sultan-3.Osman annesi: Şehsuvar Valide
Sultan-3.Mustafa annesi: Mihrimah Valide-sultan-l.Abdülhamid annesi: Râbia
Şermi Vâlidesultan-3.Selim (Şehid) annesi: Mihrişah Vâlidesultan-4.Mustafa
annesi: Ayşe Saniyeperver VâlidesuItan-2.Mahmud annesi: Nakşidî! Vâlidesultan-
Abdülmecid annesi: Bezmiâlem Vâlidesultan-Abdülaziz annesi: Pertevniyal
Vâlidesultan-5.Murâd annesi: Şevkefza Vâlidesultan-2.AbdüIhamid annesi:
Tirimüjgân Ka-dınef- endi-5.Mehmed Reşad annesi: Gülcemâl Vâlidesultan-ö.Mehmed
Vahideddin annesi : Gülüstî Vâlidesultanlardır.
l/Eylül/1910'da
Barbaros Hayreddin ve Turgut Reis isimlerini almış bulunan iki savaş gemisinin
Osmanlı donanmasına teslim edildiğini görüyoruz. Bu gemileri donanma cemiyeti
satın almış 25 milyon mark tutan ödemenin nasıl yapılacağı gündeme gelmiştiki,
bu paranın ödenmesi donanma cemiyetinin ahaliden toplayacağı paralara
bağlıydı. Fakat İstanbul'da, bu iki geminin fiatının haylice fazla olduğunu
ileri süren, mukabil bir gurup protestolarda bulundu. Bu gemiie-rin 1891'de
inşa edilmişti. 1902 ile 1904 târihinde kazanları modernize edilmiş, Ne varki
kondensatör arızası, hızında kayıblara sebeb olmuştu. Bu bakımdan donanmamızda
randıman vermesi hayli aksamıştı.
1911'de İngilizlerle
iki gemi için pazarlığa girişildi ki bu gemilerin adları Minas Gerais ile Rio
de Janerio idi. Bu pa-zarhk ilk gemi için tamamlandı. İkincisi yâni Rio de
Janerio gemisi Elswick'de inşa olunmaktaydı. Fakat ödeme aksaması hasebiyle
Armsotrong ile yapılan görüşmeler kesilmesi gerekti. Vikers firması daha
başarılı olup, Sir Douglas Gamble iki ağır kravozör için plânlar hazırlarken,
Cemâl Paşa araya girip, 5.Mehmed Reşad gemisi için l,5(birbuçuk)miiyon altun
lira maliyetle Vikerse sipariş verildi. 1912'de zuhur eden Balkan muharebesi
hasebiyle faaliyet tatil olunmuştu. 1913'e gelindiğindeyse, adına 5. Mehmed
Reşad denilen gemi İngilizlerce bize teslim olunmayarak, kraliyet donanmasına
HMS Erin adıyla hizmet vermeye başladı.
Osmanlı devleti; güçlü
bir donanmaya sahip olamadığı takdirde, Yunanlıların eline geçmiş bulunan
adaların istirdadına kabil olmadığına aklı kesmişti. Bu bakımdan çeşitli savaş
gemilerinin ısmarlanmasına önem atfediyordu. Evvelâ 5.500 tonluk iki hafif
kravozör, 1000'er tonluk dört destroyer, iki tahtelbahr yâni denizaltı, bir de
mayın döşeyeci gerektiği rapor hâlinde ortaya kondu. Almanlar donanmasının
bazı gemilerinin satılık oldu ğunu imâ edince iki cereyan belirdi bir kısmı
bunların alınmasını ileri sürerken, bir kısmı da, yeni gemi almak gerektiğini
müdafaa ediyorlardı. 1/Ara-lık/1913'de İzmit antlaşması gündeme gelirken;
Armstronga GÖlcük'de bir tersane kurması bunada yaptırtılacak bütün gemilerin
burada inşa ettirileceği garantisi verildi. Armstrong adlı İngiliz şirketi
Tersane-i âmireden de hisse almak suretiyle bir güven sağladı. Böylece
de,Tersane-i âmire ile Gölcükte mutasavver yeni tersane <Doklar-Tersaneler
ve İnşaat-ı Bahriye Şirketi> adını aldı. Bütün bu olanlar cihan savaşı çıkmadan
Önce tasarlanmıştı. Rio de Janerio adlı gemiye, <Sultan Osman-Î evvel>
adı verilip, tashavvülata başlandı. Teslim târihi 3/Ağustos/1914 olarak
plânlanmıştı. Ancak 2/Ağustos târihi, parası ödenmiş bu gemimizi kraliyet
donanmasında HMS Agincourt ismini vermek suretiyle gasp etmiş oldu.
17/Aralık/1912 günü
Londra sulh müzakereleri başladığında devfet-i âliye Edirne, Ege Adaları ve
Girid'i vermeyi red etti. Otuzaltı gün sonra murahhaslarımız, yâni
22/Ocak/1913'de Edirne'yi gözden çıkartmaya razı geldi. Ertesi günde meşhur
babıâlî baskını gerçekleşmişti. 5/Mart/1913 günü elviyei selâseden yâni
Rumeli'de üç mühim vilayetten biri olan Yanya, Yunan işgaline boyun eğmişti.
Buharlı gemimiz
Florida,Kuşadasmdaki donanma komutanlığı Sisam Adasına oradaki askeri
Personele almak üzere yola çıkarıldı. Bu operasyon neticesinde birliklerimizin
tamamı Ege'yi boşaltarak meydan Yunana bırakılmıştı. Bu sırada da, ellibeş
adet Yunan ticaret gemisi Marmara denizinde bir nevi tutsak idi ki, iyiniyeti
sergilemek için bunların serbest bırakılması gerçekleştirildi. Günlerde
donanmamız savaşa katılabilmek için lâzım gelen teçhizat, cephane ve kömürden
mahrum bulunuyordu. Öte yandan da kuvvei mâneviye çök-memiş ümidvar olarak
kendini hissettirmekteydi. Boşalttığımız Ege havzasındaki bir çok yer
Yunanlıların ellerine geçiyordu. İmroz ve Bozcaada da Yunanlıların eline
geçmişti. Halbuki Balkan savaşının bidayetinde Ege denizinin avrupa kıyılarında
Selanik ile Preveze'de Osmanlı donanma üsleri bulunuyordu.
Bununla birlikte
Karadağ sınırı olan İşkodra denizinde de bir deniz müfremiz bulunmaktaydı.
Selânik'deki donanma garnizonu kumandanlığı aynı zamanda Feth-i Bülend'inde
komutanı olan Binbaşı Aziz Mahmud Beydi!. Bu geminin topları sökülmüş Selanik
kalesine takviye olarak yerleştirdiler. Fethi Bülend adlı gemi ise, bir barınak
olarak kullanılma durumuna getirilmişti. Bu kumandanın emrinde Sürat, Tes-
hi-lat, Katerin ve Selanik isimli römorkörlerde bulunmaktaydı. Selanik ise,
mayın döşemeci donatılmıştı. Bütün bu römorkörler ise 37mm.lik çaplı toplarla
toplarla silahlandırmıştı.
Takvim yaprakları
31/Ekim/1912 târihini gösterirken 2 nomerolu Yunan torbidobctu, '-eftehois'den
Selânik'e t ket etmiştir. Gecenin on'unda Vardar İle Karaburun jöktörleri ve
mayın tarlalarını sıyırarak geçer. Gecenin onbir-buçuğunda Fethi Bülende üç
tane torpido atılır. Biri uzaktan geçerek kömür İskelesine isabet eder ve hayli
zarar verir. Diğer İki torpi! ise pruva direği ile baca arasına isabet kaydedince
gemi alabora olur ve batar. Bu gark oluşta yedi kişi şe-hid olur. 2 nomerolu
Yunan gemisi kaçmaya muvaffak olur. Aynı gün ve târihde Yunan'a sınırı olan
Preveze'dekİ donanma üssü düşmanın pek güçlü olması hasebiyle teslimden başka
çâre bulamamıştı.
Antalya adlı
torpidobotumuz ve yanmış bulunan Tokad ile 9 ve 10 numaralı motorlu gambotlar
teslim olunmadan önce, garnizon komutanın binbaşı Hüsameddin'in emriyle
batı-rılırsa da, Yunanlılar iki torpidobotun batmmasmı engelledi. İşkodra'da
bulunan kuvvetlerimiz buharlı olan Güre, eski bir boğaz feribotu olan, göl
buharlısı İşkodra ve Kiyonc-ya,1912'de aldığımız motorbot olan Filiyo ve
Kisnya, Mesudiye ve Asarı Tevfik'in buharlı fiiikalarıyla çok sayıda yelken-ii
tekne ve satımız vardır. Üç adet buharlı gemi ve iki adet buharlı
işkampavya'dan ibaret küçük bir filomuz vardır.
9/Kasım/1912'ye
baktığımızda iki adet Yunan gemisi körfeze girerek oradaki komplekslerimize
ateş açarlar. Bu arada baskına tedbir olarak, Sürat, Selanik ve Teşkilât adlı
gemilerimizi silahlardan tecrit ederek, Fransa siciline tebdil edilmiş
görüyoruz ve böylece Fransa gemisine yapılmış bu tecavüz tabiatıyla Fransız
donanma komutanlığınca şiddetli bir şekilde Yunanlılar nezdinde protesto
olunur. Aynı gün ve târihde Ayvalık'dan Midilli Adasına gitmekte olan Trabzon
adlı ahşap bir yük gemimiz Yunan, torpidobotları tarafından batırıiır. Kaptan
ve makinist hayatlarını kaybederler. Üç gün sonra da yine Yunanlılar Selânik'de
bulunan Kızıl Haç emrindeki hastane gemisi olarak vazife almış bulunan Fuad
adlı yatı tanımayı red eden Yunanlılar bu gemiyi zorla ele geçirdiler.
27/Kasım/1912'de
Selanik, Sürat ve Teşkilat isimli Fransızlara tescillenen gemilerimiz bu ülke
bayrağı altında limandan çıktı. Yunanlılar Limni açıklarında gemileri
durdurmaya teşebbüs ettilerse de, buna muvaffak olamadan gemilerimiz Çanakkale
Boğazına ulaşmayı başardılar. Burada üç geminin de bayrakları Osmanlı bayrağına
tahvil olundu. Anadolu donanma üssü İzmir, Yunan genel kurmayı için fazla ilgi
çeken bir yer değildi. Gemilerini dâima izmir körfezinden uzak tuttular.
Savaşsız bir dönem yaşandı. Zâten bizim gemilerden Muin-i Zafer hareketsiz,
kazanları hasarlı olan Yunus destroyeri, İzzeddin yatı, Timsah, buharlı Arşipel
ve kiralık 8'nome-ralı Golden Horn feribotunun savaşa cak hâlide yoktu.
Karadeniz
operasyonları vakalarına baktığımızda, Afrika kıtasını bize kısıtlayan İtalya
ile savaşımız donanmamızın karasularımızda bulundurulması neticesini
getirmişti. Beri yan-dan da Balkan ülkeleri ile çatışma olacağı intizarı
hasebiyle donanma ile nazırlık arasında gidip gelen yazışmaların ardı arkası
kesilmemiş ancak arızalı gemilerin tamir işine de şitap olunamamıştı. 1912 yaz
mevsiminde bazı gemilerimiz bilhassa Barbaros Hayreddin, Turgut Reis savaş
gemilerimiz, yine Hamidabad ve Demirhisar muhripleri yabancı donanmalarının
evsafında olmamasına rağmen hizmete hazır olduğu mü talaa ediliyordu.
Savaş gemilerimizde
bir çok eksiklikler vardı. Pompa boruları çürümüş, telefonlar iş görmüyordu.
Su geçirmez kapo-talar kapanmıyordu. 2/Ekim/1912'de Nevşehir adlı gemimizi
Trabzon'da hazır ederken, Zuhaf adlı olan da İstanbul boğazı dışında volta
vuruyordu. İsmini zikredeceğimiz, şu gemiler demirli olarak beklemekteydiler:
Turgut Reis, Barbaros Hayreddin, Hamidiye, Mecidiye ile Schichau ve Samsun
sınıfı destroyerlerden müteşekkil filo, yine Mesudiye, Hamidabad, Kütahya
gemilerimizde Tarabya önlerinde demirde idiler. 17/Ekim/1912'de Donanma
kumandanı Miralay Tâhir Bey; Barbaros Hayreddin, Turgut Reis, Muavenet-i
Milliye ve Ta-şoz gemileriyle İğne Ada'ya git- mek üzere denize açıldılar.
29/Ekim/1912'de
Mecidiye ve Yarhisar, 2472 grostonluk 1872 yapımı nakliye gemisi olan
Marmara'nın, Trabon'dan son kalan osmanlı birliklerini getirdiği Midye
açıklarında demirlemiş görüyoruz. 30/Ekim/1912'de Mecidiye ve Yarhisar
gemilerimiz Varna'ya yola çıkar. Barbaros Hayreddin ve Numûne-i Hamiyet
gemileri onlardan boşalan bölgeyi muhafazaya koşarlar. l/Kasım/1912'de 4084
gros tonluk, 1872 yapımı nakliye Bezm-i âlem, 2500 asker ile 5062 gros tonluk
1890 yapımı Akdeniz adlı gemimiz içinde ikibin piyade askeri ve ve dörtyüz adet
yük hayvanı ile Varna'ya gelir. Ne varki, Bulgarlar, Midye'yi 2/Kasım/1912'de
işgal etmiş ve 1901 yapımı 4458 gros tonluk Reşid Paşa beş taburu indirir.
Barbaros Hayreddin ve humune-i Hamiyet Midye civarındaki karambolda kendi
askerlerimizi vurnnayalım diye savaşa iştirak etmez. Bu arada 3/Kasım ile ayın
10.günü arasında geçen zaman diliminde birbiri peşinde vürûd eden Osmanlı savaş
gemileri Bulgar birliklerini topa tutmak için Midye'de is-bat-ı vücud ederler.
Pek eski gemilerimizden olan İclâliye ve Necm-i Şevket korvetleri gayretlerini
arttırıp, bu hizmete sokulurlar.
19/Kasım/1912'de
Berk-i Satvet, Hamidiye, Berkefşan, Yarhisar, ve Mecidiye Varna açıklarında
rasat vazifesi yapmak üzere suları katetmeye başladılar. Bu vazifenin ifası esnasında
dört adet Bulgar torpidobotu bizim Hamidiye ve Berkefşan'a saldırdılar. Halbuki
bu gemilerimiz, bölgede dolaşmakta bulunan Fransız ve Ruslara ait gemileri
takiple vazifeliydiler. Hamidiye bu saldırıda aldığı isabetle su kesiminin bir
metre altında vücuda gelen delik yüzünden 12 metre uzunluğunda bir yırtıkla
karşılaşır sancak tarafında yatmaya sebeb olan suların tahliyesi ve delik ve
yırtığın kapanmasına üstün bir gayretle çalışan bahriyelilerin gece yarısına
kadar süren onarım ve su tahliye işlemi sonunda Hamidiye'yi atış menzili dışına
çıkartıp, dengesinde yüzdürmeğe muvaffak olmaları denizcilerimizin talihi ile
gayretlerinin semeresi olduğu dost ve düşmanın takdirine mazhar olmuştur. Öte
taraftan Berkefşan ile Yarhisar Bulgar gemilerinin avlanmasını sağlarlar.
Hamidiye gemisi ise, Haliç'de tamir görmek üzre, İstanbul istikametine yola
koyulur.
7/Şubat ile ertesi gün
olan 8/Şubat/1913'de Podima üzerine bir ihraç harekâtı planlayan genel
kurmayın, evvelâ Asar-ı Tevfik adlı gemimizi harekete geçirdiğini görüyoruz.
Basra ve Taşoz adlı destroyerlerimiz hizmete hazırken, İstanbul'a silah ve
cephane yüklü olarak seyirde olan Kızılırmak ve ona re fakat eden Bezm-i
âlem'Ie birlikte bu ihraç harekâtına iştirak etmek üzere rotalarını Podima
üzerine çevirirler. Fakat bombardıman için Podima'da ses vermek isteyen Asar-ı
Tevfik, haritada gösterilmeyen bir kumsalda karaya oturur. Makinelerini
kullanarak halasa çalışması daha fazla kuma oturmasına sebeb olur. O dönemde
haberleşmede kullanılabilecek radyo sistemi olmadığından bir kaç kişiyi karaya
çıkarıp, İstanbul ile temas kurmayla vazifelendirirler.
Neticede haberleşme
temin edilir bölgeye gelen Yunanlılardan ganimet olarak aldığımız Nikolas kuma
oturmuş ge-mimizdeki silah ve cephaneyi alır, Giresun, kömür ve yorgun
mürettebatı alır İstanbul'a doğru yola çıkarlar. Kumsalda boş gövdesi ile kalan
Asar-ı Tevfik, Bulgar topçularının hedefi
olarak terk edilmiş
olur. 1913'ün Nisan ve Mayıs aylarında tek ticaret gemimiz Kızılırmak,
Berkefşan ile Taşöz'un refakatinde Romanya üzerine ticarî seferlerine devam
eder.
İttihad ü Terakki
gizli cemiyetinin yavaş yavaş kendini le-galize etmesi hasebiyle ve bu
harekâtın dahilinde askeri kanadın da dâhil olduğu bilinmekte bunların
muhalifleri olan subaylarda bulunmakia birlikte neticeye müessir olabilecek
sayı zabitler arasında İttihatçılar tarafındaydı. Bu eğilimden bahriye
zabitlerinin de bulunduğunu elbet kabul gerekir. İttihatçılar savaş cihetini
gütmekteydiler.
Bu bakımdan Tahir Bey,
savaş taraftan Ramiz Muman Bey'in yerine başkomutan olarak atandı. Çeşitli
operasyon plânları yapıldı .Yunanlıların Averof adlı gemisi menzil dışında
olduğu her an, Yunan gemilerine baskın karar altına alındı. Ne varki gemilerin
donanımındaki yetersizlik ve tamir güçlükleri planların kâğıt üzerinde
kalmasına badi oldu. Meselâ; Çanakkale açıklarında devriye görevi yapmakda
bulunan Basra ve Taşoz gemilerimize ve oradaki sularda demirde bekleme
görevinde olan Yadigâr-ı Millet ile Muavenet-i Milli-ye'ye Yunan gemilerine av
olma vazifesi verilmişti. Yüzbaşı Rauf (Orbay) kumandasındaki bu operasyonlar
güzel bir plânlama olmakla beraber teknik imkânlarla çatıştığı iç- in iptalden
başka çâre kalmadı.
14/Aralık/1912'de
Averof gemisinin İmroz önlerinde ka-ra'ya oturduğu haberi alındı. Bu tabiiki
iyi bir haberdi ve bunun üzerine Sultanhisar Bozcaada'ya harekete geçirildi.
Basra gemimizin Kumkale ve Çanakkale boğazının Anadolu kıyılarını devriye
görevi ile emniyet içinde seyri kararlaştırıldı.
Bu devriye esnasında
bahse konu gemimiz, Supendom ile Lonchi adlı gemilerinin ateş salvosuna düştü.
Çanakkale önlerine sığınmağa doğruldu. Mecidiye gemimiz bu takibi gördüğünde
rotasını takipçi Yunan gemilerinin üzerine doğrulttu. Supendom ile Lonchi'ye
iki Yunan gemisi daha iştirak etmişti bunlar Tilla ve Nafkratosa olup, buna
rağmen Mecidiye bunlara ateş açmaktan içtinap etmedi. Bütün bunlar olup biterken
Yunanlıların, Doksa,Nagena ve Venos adlı gemileri de bu deniz çatışmasına
iştirak ettiler. Durumu uzaktan müşahede eden Numûne-i Hamiyet adlı gemimiz
telsizle vaziyeti Nara-burnu'na rapor etti. Çünkü; şecaat gemisi olan
Mecidiye'nin telsizi çalışmamaktaydı.
Velhasıl Çanakkale
operasyonları esnasında çeşitli deniz müsademeleri vukubuldu. Averof, İmroz'da
oturmuş olduğu yerden halas olunca yine korkulu rüyamız oldu. Nitekim bir çok gemimizin
Çanakka le'ye sığınma yolunu seçmesine se-beb oldu.
19/Aralık/I912'de
Nilüfer adlı gemimiz, İstanbul'dan, Çanakkale Maydos'a üst rütbelerde zabitler
ile Bahriye Nâzın Ferik Hurşid Paşa'yı getirmiş burada, pek mühim bir istişare
yapıldı. Düşman eline geçen bazı adaları istirdat etmek için beraberlik İçinde
harekâtı tavsiye ederler. Donanma böyle bir harekâta lojistik destek
veremeyeceğini ifade ederken, düşmanı tedirgin edecek her harekâta taraftar
olduğunu beyan eder. Bu arada da bahse konu toplantı da, donanmanın yeniden
tanzimi kararlaştırıldı. Mecidiye, Berk-i Satvet 1, donanma kolunu teşkil
ederek, Çanakkale'den İmroz(Gökçeada)a hareket etti.
2. Donanma kolu ise
boğazlan muhafaza durumunu üstlendi ve enerjik komutan Yüzbaşı Hüseyin Rauf
(Orbay) Bey, düşmanın Çanakkale üzerine saldırılarına karşı, düşmanlara mukavemet
göreviyle tâyini yapıldı. İki kol hâline getiriien donanmanın bu tanzimini Rauf
Bey, Anadolu kıyılarına menfi tesir veren Yunan destroyerlerini sıkıştırmaya
bakacaktı. 22/Aralık/1912'de Yunan denizaltısı (Tahteibahr) Mecidiye gemimize
bir torpil atar ancak torpilin gemimizi ıskaladığı görülürki bu dünya târihinde
ilk defa yapılan denizaltı torpili saldırışıdır.
10/Ocak/1913'de Albay
Ramiz Bey, başkomutan sıfatıyla İmroz adasında üslenen düşman gemilerinin
burdan ayrılmalarını temin babında, ada'nın gemilerimizin hepsinin iştirak
edeceği bir bombardıman taarruzu yapmalarını emretti. Plân şöyleydi: Nümûne-i
Hayat adlı gemimizin haricinde bütün gemiler denize açılacaklar, savaş gemileri
İmroz'a saldıracak ve Asar-i Tevfik, İntibah ve dört torbido-bot Çanakkale boğazı
açıklarındaki sularda devriye vazifesi yapacaklardı. Hastane gemisi Reşid Paşa
Çanakkalede kalacak Tir-i Müjgân (Sultan 2.Abdülhamid'in validesinin adı)
gemimizse, Kum-kale yakınlarında saf tutacaktı. Sancak gemimiz Barbaros
Hayreddin liderliğinde Turgut Reis, Mesudiye ve Asar-i Tevfik; Hellas burnunu
aştığında önlerinde Mecidiye ve Hamidi-ye'nin gittiğini gördüler. Ana filo 12,5
mil süratle öndeki gemileri takip etmekteydi. Krovozörler saat 8.33'de iki
düşman destroye ri görürler takibe başlarlarsa da mesafe ikibin metreye
düştüğünde Yunan gemileri dönüp kaçarlar.
Gemilerimiz bunun
üzerine hızlarını kesip ana filonun gelmesine intizar eder. Bu arada da Tir-i
Müjgân gemimiz, Asar-ı Tevfik Hen bölgesinde bir düşman gemisi olduğu haberini
alır. Ramiz Bey, derhal filoya geri dönmesini emreder. Krovözörler olsun,
eskort destroyerleri toplanır ve Çanakkale'ye doğru rota düzeltilir. Kefalo burnuna
doğru paralel bir rota da giden filomuz, Asar-ı Tevfik'den doğu istikametinden
üç tane düşman gemisinin gelmekte olduğu haberini alır. Gemilerimiz bu
gemileri görünce ateş açarlar, onlarda firar yoluna düşerler. Bu denizdeki
operasyonlar Nisan/1913'ün sonlarına kadar devam etti.
7/Kasım/l912'de
Tekirdağ, Bulgar işgaline mâruz kaldı. Asar-ı Tevfik adlı gemimiz kumsalı
bombaladıysa da, düşmana bir zarar veremedi. Turgut Reis ve Basra gemilerimizde
gelip bir kaç gün bombardıman yapıp geri çekildiler. Cephane sıkıntısı kendini
göstermeye başladığından bombardıman müddeti kısıtlı tutuluyor böylece istenen
netice elde edilemiyordu. Bu da ülkenin kendi savaş ihtiyaçlarını kendisinin
bol bol karşılamasının gerektiğini ortaya koyan husus olmalıdır herhalde.
İthal silahla yapılacak bir savaşın akıbeti her zaman bir meçhuliyet arzeder.
Şimdi Hamidiye kruvözörün-den bahsederek donanma ile ilgili bölümü de
tamamlayalım.
Osmanlı Donanmasının
belkide dünyaca bilinen girişimlerinden biri Hamidiye Krövözörü ve eski
başbakanlarımızdan bu kravÖzörün kumandanı Yüzbaşı Hüseyin Rauf (Or-bay'1881
-1964) Bey'in gerçekleştirdiği peşpeşe üç adımdan oluşan ünlü vur-kaç
harekâtıdır.
Hüseyin Rauf Bey,
İttihat ve Terakki harekâtına genç bir deniz yüzbaşısı olarak katıldı.
1908'den, 191 l'e kadar komuta ettiği Peyk-i Şevket'in kaptanı iken, Sultan
Abdülha-mid'in tahtdan çekilme krizinde faal bir rol aldı. İtalya savaşının
patlak vermesiyle Peyk-i Şevket, Süveyş'de enterne edilince Hüseyin Rauf Bey,
Hamidiye'nin komutanlığını almak üzere İstanbul'a dönmek mecburiyetinde kaldı.
Kendisini hep siyasete
karışmış bir subay olarak gördüklerinden Balkan savaşları nihayetlendiğinde
Bahriye Nazırlığına getirilmesi pek tabii idi. Bir çok siyasi görevleri subay
olarak yüklendi. Hele 30/Ekim/1918'de Mondros'ta imzaladığı mütarekede baş
murahhas olması üzerine takılı kalan bir târihi olaydır.
Yunanlıların Averof
zırhlısının varlığı Osmanlı donanması için mühim bir dert olmuştu. O varken
bizim gemilere Yunanlıların ancak küçük gemilerini batırmak şansı kalıyordu.
Rauf Bey Hamidiye ile bu işi istenilen duruma getirmek için denize açılıyordu.
15/Ocak/1913'de İngilizlerin ticaret gemilerinden olan Alexsandra'yı korumakta
olan Makedonya gemisini gözüne kestiren Rauf Bey, bu gemiyi batırmaya muvaffak
olur. Artık hedefi Averof zırhlısı olmuştur. Kaptan Londoriotis. Rauf Bey'in
eline düşmemek için kendini tuzaklardan korumakdan başka bir şey yapamaz hâle
gelir.
16/Ocak/1913'de Girit
üzerine rota kıran Rauf Bey, 18/Ocak'da Beyrut önlerinde demir atar. Burdan
aldığı kumanya ve kömürle birlikte Mısır üzerine rota çevirir. Ertesi gün
Port-Said'e gelir. Mısır laf itibarıyla bizde ise de, İngilizlerin menfi
tesiri burada kendini gösterir ve 150 ton kömür alabilir ve ancak küçük
kazanlarının tamirini yaptırabilir. 21/Ocak/1913'de tarafsız sularda bir müddet
kalan Hamidiye gemimiz Port-Said'den ayrılarak, Süveyş Kanalından geçer ve
Kizıldeniz'e açılır. Burada bulunan bütün Osmanlı limanlarına uğrar ve
kendilerine ulaşacak emirleri beklemekte ve bu arada da yakıt olarak
kullanacakları kömürleri de alırlardı. 21/Ocak/1913'de Port-Said'den başlayan
ve 7/Ey-lüi/1913'e kadar süren seferin 7 ay, 17 gün sürdüğünü ve
Dolmabahçe önlerinde
demirlediğinde nice deniz baskınlarını gerçekleştirmiştir.
Eğer biri kalkıp,
1.cihan harbine girişimizin sebebi donanmadır dese bunu yalanlayacak gücümüzün
olmadığı görülür. Çünkü bir plânmı yoksa hasbel kadermi henüz kesinlik kazanmamış
ve bundan sonra da, kesinleşmesi pek kabil olmayan Goben ve Breslav adlı
gemilerin Çanakkale Boğazına iltica etmeleri ve daha sonra da Almanlardan satın
alındı muamelesi yapılarak bayrağımızın çekildiği bu iki geminin, mürettebat ve
süvarisinin sadece Osmanlı üniforması giyerek aynı gemilerde vazife
görmelerine bakarsak bu iltica ve satın alınmanın pek tesadüfe bağlı olmadığını
göz önüne alma hususunda hayli güçlü iddialar mevcuddur.
Devlet memurlarının
maaşını vermekten aciz hâle gelmiş bulunan Osmanlı mâliyesinin, gemi alacak bir
durumu olmadığı pek açıktır. Nitekim, Osmanlı donanmasının Karadeniz'de
yaptığı bir tatbikat esnasında Rus limanlarını bu iki geminin bombardıman
etmesi savaş sebebi sayılmıştı. Osmanlı başkumandan vekili Enver Paşa'nin
katıksız bir Aiman hayranlığı, bu ülke kurmaylarının görüşlerine meclup olmasına
da yol açmıştı. 1/Ağustos'u 2/Ağustos'a bağ- layan gece Sadrıazam Said Halim
Paşa'nın Yeşilköy'deki ikametgâhında Rusya; Almanya,Avusturya ve Macaristan'a
bir saldırı yaparsa Osmanlı devletide bu devletler yanında Ruslara karşı
savaşa girecekti. Akabinde de, Almanya gerek gemilerimizin tamiri, gerekse
Boğaz tahkimatındaki topların gözden geçirilmesi dahil bir teknisyenler gurubu
gönderdi. Bunların mühendis ve teknisyen ile uzman sayısı altıyüz kişiyi bulmakta
kumandanları da Amiral Von Cisedom idi. Bunlar ilk iş
OSMANLI TARİHİ olarak,
Barbaros Hayreddin, Mecidiye ve Peyk-i Şevket bir de Mesudiye zırhlımız
İstanbul'a gelmiş olduklarından derhal incelemeye alındı ve eksikleri tesbit
olunup giderildi birde güzelce gemiler boyandı. Cephane, kömür ve erzak ile yüklenerek
seyire hazır hâle getirildi. Fakat; savaşın daha ilk döneminde yakıt yâni
mazot ihtiyacı için Rusya ve Romanya'ya muhtaç haldeydik. Kömür istihsalimizde
ihtiyacımızı karşıla-makda zorluk çekmekteydi. Böylece de donanmamız fevkalâde
bir durumda olmayıp da, büyük gayretlere bağlı olarak deniz hareketlerini
yerine getirmeğe çalışmaktaydı.
ADI SOYADI
D V NASBİ - İSTİFASI
MÜDDET "
1- Mustafa Kemâl Atatürk 1881
10/11/1938 23/4/1920-
24/01/1921 0.09.01
2- Mustafa Fevzi Çakmak 1876
10/4/1950 24/I/192I-
12/07/1922 1.05.29
3- Hüscyin Rauf Orbay 1881 1964 12/71922-
14/08/1923 1.01.03
4- Ali
Felhi Okyar 1880 1943
14/8/1923- 29/10/1923
0.02,16
S- Muslafa
İsmet İnönü 1884
1973 29/10/1923-22/1 f/1924 1.00.24
6- Ali Fethi
(2.dcfa) Okyar
1880 1943 22/1 1/1924-3/3/1925 0.03.1 1
7- Mustala
İsmct(2.dcfa) İnönü 1884 İ973 3/3/1925 - 1/1 1/I937(5kb.)l2,7.29
8- Mahmud
Cclfıl Bayar 1883 İ986
1/1 l/1937-25/l/I939(2kb) 01.2.24
9- Dr. Refik Saydam 1881 1942 25/1/1939-8/7/!942(2kb) 2.05.14
10- Mehmcd
Şükrü Saraçoğlu 1887 1953 8/7/1942- l2/8/l946(2kb) 4.01.05
11-
Recep Pcker 1886 .
1950 12/8/1946- 10/9/1947
1.00.29
12- Hasan
Hüsnî Saka 1886 1960 10/9/1947- 16/l/1949(2kb)
1.04.06
13-
Mch.Şcmscdtlin Günaltay 1883
1961 16/1/1949-22/5/1950
1.04.07
14-
Adnan Menderes 1899
1961 22/5/1950-27/5/196()(5kb)
10.00.05
15-
CcmfıI Gürsel 1895 1966 27/5/1960-20/11/1961 01.05.24
16-
Mustara İsmel 1884 1973 20/1 1/1961
-23/2/1965(3kb)O3.O3.O3
17- Sual
Hayri Ürgüplü 1903 1981 23/2/1965- 27/10/1965 0.08.02
I8- Süleyman
Sim Demirci 1924 27/10/1965-26/3/1971 (4kb)
19-
Prof.Dr.Nihad Erim
20-Fcrid Melen
21-Naim Talû
22-Mustafa
Bülend Ecevil
23-Prof.Dr.Sadi Irmak
24-Süieyman
Sırrı Demirci
25- Mustafa
Bülend Eccvit
26- Süleyman
Sırrı Demirel
27-Mustafa
Bülend Ecevil
28-Sülcyman
Sırrı Demirel
29-Bülend Ulusu
30- Barbaros
Turgut Özal
31-Yıldinm Akbutul
32-Ahmet
Mesut Yılmaz
33-Süicyman
Sırrı Demirel
34-Tansu Çiller
35-Ahmct
Mesul Yılmaz
36-Necmeddin Erbakan
37-Ahmel
Mesul Yılmaz
38-Mustafa Bülend Ecevil
39- '"
'..... '■ "
i 912 1980 26/3/1971-
5/6/1972{2kb) 1906 1989 5/6/1972-16/4/1973
5.02.29 1 ,2.10
0.10.11
1919 16/4/1973-25/1 /1974 0, 9.0
1925 25/1/1974-17/! 1/1974 0. 9.23
1904 17/1 1/1974-31/3/1975 0.4.14
1924 31/3/1975-21/6/1977 2.2.21
1925 21/6/1977-21/7/1977 0, 1.0
1924 21/7/1977- 5/1/1978 0,5,15
1925 5/1/1978- 12/11/1979 1.10,8 1924 12/11/1979-12/9/1980 0.10.0
1923 21/9/1980- 13/12/1983 3,2.22 1927 1993
13/12/1983-31/10/1989 5.10.19 1934 9/1 1/1989- 23/6/199!
1. 7.14 1946
23/6/1991 - 20/11/1991 0.5.3
1924 20/1 1/1991- 25/6/1993 1, 7. 5 1946 25/6/1993 - 6/3/1996(3kb)2,
8.1 1 1946 6/3/1996-
28/6/1996 0. 3.22
1926 28/6/1996- 30/6/1997 0.1 1.2 1946 30/6/1997- 11/1/1999 1.6.11
1925 11/1/1999- 28/5/1999 0,4.17 1925 28/5/1999 - devam ediyor
Türkiye Cumhuriyeti
devletinin kurulmasına ön ayak olan TBMM'nin küşadi île bu eserin yazıldığı
güne kadar,icra vekilleri heyeti reisliği, başvekillik ve başbakanlık
unvanlarını hâiz olarak hükümeti yürüten zevatın tamamı yirmialtı (26) kişiden
müteşekkil olmuştur. Bunlardan enfazla başvekillik görevi yapan zat Mustafa
İsmet Jnönü(Paşa) olup dokuz (9) tane hükümet kurmuştur. Yekûn müddeti 17 sene,
0 ay, 2 1 günü bulmaktadır. Demokrat Parti döneminin tek başbakanı Adnan
Menderes beş (5) kabine kurmuş ve müddetide 10 sene, 0 ay, 5 gün sürmüştür.
Süleyman Demirel sekiz (8) kabine kurmak suretiyle müddet olarak 10 se ne, 4
ay, 10 gün süren başbakanlığı ikinci olarak en uzun müddet sürmüştür. Barbaros
Turgut Özal ve Mustafa Bülend Ecevİt beş (5) kabine kurmuşlardır. Ahmed Mesud
Yılmaz ve ülkenin ilk ve hali hazırdaki tek kadın başbakanı Tansu Çiller üç
(3) defa kabine kurmuşlardır. Ali Fethi (Okyar), Celâl Ba-yar, Dr.Refik Saydam,
Şükrü Saraçoğlu, Hasan Hüsnî Saka, Prof. Nihad Erim iki (2) kabine teşekkül
ettirmişlerdir. Bütün bunların ve birer defa kabine kurmuşların hükümet sayısı,
elliyedi (57) hükümeti meydana getirmiştir.
İşbu Osmanlı Târihi
çalışmasını Hasırcızâde Metin Hasırcı 20/Ramazan/1423-25/Kasım/2002 târihinde
İstanbul Ümraniye Sangâzi Köyünde, Şahin Sokakta ikamet etmekte olduğu evde
ikmâl etmiş bulunmaktadır. Bu çalışmanın târih tetkiklerini sevenlere faydalı
olması en büyük temennisidir. Mustafa 'dan olma Hatem'den doğma
1359/1940 FİEMANİLLAH