.

Seyyid Bey'in Hilafet Anlayışı Üzerine Bazı Düşünceler [1]

 

Prof. Dr. Osman Eskicioğlu*


Seyyid Bey’in Kısaca Hayatı


Seyyid Bey’in asıl adı Mehmet Seyyid’dir. Seyyid Bey, 1873 yılında İzmir’de doğdu. II. Meşrutiyetin ilanından sonra kurulan Meclis-i Mebusuna iki dönem İzmir mebusu olarak katıldı. Daha sonra Ayan Meclisi-Senato üyeliğine seçildi.
Cumhuriyetin ilanından sonra da İzmir mebusu olarak TBMM’nde
görev yaptı. Cumhuriyet döneminin ilk kabinesi olan 1. İsmet İnönü
Kabinesinde Adliye Vekili oldu.
Hilafetin kaldırılması Mecliste tartışılırken adliye vekili idi. Adliye
vekili olarak Mecliste hilafet hakkında uzun bir konuşma yaptı. 1924 yılında
vefat etti.[2]


Hilafet Hakkındaki Görüşleri


Seyyid Bey’in kısaca hayatından bahsetmemizin sebebi onun ilim adamı olduğu gibi, aynı zamanda bir siyaset adamı olduğunu göstermektir. Onun hem bir bilgin ve hem de bir politikacı olduğunu altını çizerek belirtmemizde fayda vardır. Çünkü o, hilafet meselesine ayrı iki pencereden bakarak farklı iki çeşit hilafet ortaya koymuştur. Onun ilim adamı, fıkıhçı ve büyük bir İslam hukukçusu olarak hilafet hakkındaki görüşlerini 1333/1917 tarihinde yayınladığı Usul-i Fıkıh-Medhal adlı eserinde görüyoruz. Siyasetçi
ve politikacı olarak hilafet görüşlerini ise 1924 yılında hilafetin kaldırılması
için TBMM’nde yaptığı konuşmada görüyoruz. Bu iki görüş birbirinden
farklıdır. Farklı olduğunu her iki kaynaktan, yani hem kitabından ve hem de meclisteki  
konuşmasından naklederek açıklamaya çalışacağız. Yalnız mukayeseye
geçmeden evvel Seyyid Bey’in nasıl bir inkılâp taraftarı olduğunu öğrenme
bakımından onun mecliste yaptığı konuşmadan bir bölümünü buraya almada fayda vardır. Seyyid Bey bu konuda şöyle söylüyor:


“Dediğim gibi İslam tarihinde büyük bir inkılâp yapıyoruz. Diyebilirim ki, bundan daha büyük bir inkılâp olamaz. Zihinlerin bununla çok meşgul olması, inkılâbın azameti ve büyüklüğündendir. Kalpler endişe ve tereddüt içindedir. Bunun için hepimizin vicdanı ve izanı istiyor ki, mesele tümüyle açıklansın, ortaya konsun, dost, düşman herkes ne yaptığımızı ve ne yapmak istediğimizi bilsin, şuurlu mu, şuursuz mu yaptığımızı anlasın.
Büyük Meclis, hilafet meselesinin dini ve siyasi mahiyetini bilerek mi karar alıyor, yoksa bilmeyerek mi? Bu konular tamamıyla açıklığa kavuşsun. Çünkü tekrar ediyorum, mesele hakikaten gayet mühimdir. İslam dünyasında şimdiye kadar böyle bir inkılâp olmamıştır. Değil İslam dünyasında, bütün yeryüzünde meydana gelen inkılâpların en büyüğü, en mühimidir. Bunun için zihinlerde ve fikirlerde şüphe ve tereddütler bulunmamalıdır. Meseleyi bilerek halletmek gerekir. Gerek dini ve gerekse siyasi yönünü bizim bilmemiz lazım gelir.”[3]
Seyyid Bey’in bu konuşmasından anlaşıldığı gibi, o yapılan değişiklikleri yeryüzünün en büyük inkılâbı olarak görmektedir. Böylece onun şiddetli bir inkılâp taraftarı olduğu söylenebilir. Şimdi Mehmet Seyyid’in iki eserine dayanarak onun hilafet hakkındaki görüşlerini öğrenmeye çalışalım.
Hilafet Hakkındaki Görüşlerinin Mukayesesi
Seyyid Bey, Medhal adlı eserinde hilafeti şöyle açıklıyor: “Hilafet luğatta bir kimseye halef olmak manasınadır. Emiri’l-Müminin ve İmami’l Müslimin olan zat-ı muhterem, Hz. Peygambere halef olduğu için kendisine halife ıtlak olunmuştur. Nerede ve ne maksatla halef olduğunu izahat-ı atiye gösterecektir.

       “Hilafet” ıstılahta “imamet” müradifidir. (eş anlamlı, sinonim). Namazda cemaate imam olmak manasına olan imametten tefrik (ayırmak) için buna İmamet-i Kübra denir. Büyiik araştırıcı Sadruşşeria’nın Tadilü’l Ulumu’nda Mevakıf ve Makasıd gibi en meşhur ve en muteber kelam kitaplarında imamet şu suretle tarif olunuyor: “İmamet, Hz. Rasü-i Ekrem’den halef olarak dini ve dünyevi işlere umumi riyasettir.”

              Müctehidlerin sonu imam İbn Hümam da kelam ilmine dair olan Müsayere adındaki seçkin eserinde imameti, İslam milleti üzerinde amme tasarrufuna sahip olmaktır, diye tarif ediyor.
              Bu iki tarif, lafzen ve mefhumen müteğayir (başka) iseler de netice itibariyle ikisinin de delalet ve manaları birdir. Zira evvelki tarifte geçen “umumi riyaset”te İslam milleti üzerinde tasarruf hakkı bulunmayacaksa riyasetin anlamı kalmaz. İkinci tarife göre “amme tasarrufuna sahip olmak” hususu da “umumi riyaset” siz meydana gelmez... Birinci tarif kelam ilmine, ikinci tarif ise fıkha daha uygun gibi gözükmektedir. Adı geçen İbn Hümam müctehid derecesinde büyük bir hukukçu olduğu için ikinci tarifi tercih etmiştir.[4]
               Seyyid Bey, mecliste yaptığı konuşmasında ise hilafeti şöyle açıklamaktadır: “Benim asıl maksadım, meselenin dini yönünü; İslamiyet’in hilafet meselesi hakkındaki telakki tarzını izah etmektir. Siyasi yönünü açıklamak maksadımın dışında kalmaktadır. Ben ona karışmam. 0 tarafını Büyük Meclis bilir.
              İlkönce şunu arz edeyim ki, hilafet meselsi diııi olmaktan çok dünyevi bir meseledir. İtikadi meselelerden değil, millete ait haklar ve kamu menfaatlerindendir, itikadla ilgisi yoktur...
              Her şeyden evvel şu noktayı arz edeyim ki, hilafet hükümet demektir. Doğrudan doğruya millet işidir, zamanın gerektirdiklerine tabidir. Onun içindir ki, Hz. Peygamber Efendimiz vefat ettikleri zaman ashab-ı kiram hazretlerine hilafet meselesini açıklamamışlardı.”[5]
                Görüldüğü gibi Seyyid Bey, kitabında hilafeti, Hz. Peygamberden
halef olarak (O’nun arkasından giderek) din ve dünya işlerinde kamuya
başkanlık yapmaktır, diye tarif ederken mecliste yaptığı konuşmasında ise hilafetin dinle ilgisi bulunmadığını, onun dünyevi bir mesele olup doğrudan
doğruya milletin işi olduğunu ve zamanın gereklerine tabi bulunduğunu açıklamaktadır. Burada bu iki ifadenin birbirinden çok, çok farklı şeyler olduğu açıkça görülmektedir.
               Diğer taraftan Seyyid Bey, kitabında İslam dininin, hem diyaneti ve hem de siyaseti kapsadığını açıkça itiraf ederek şöyle diyor: “Birinci bölümde şer’i hükümlerin Hz. Peygamber tarafından nasıl konulduğunu açıklarken demiştik ki, İslam dini, hem diyanet ve hem siyaseti cami olan (kapsayan) yüce bir dindir. Hz. Muhammed yalnız şeriatı koymakla iktifa buyurmadılar; bir taraftan şer’i kanunları vaz’ ve tebliğ ettiler; diğer taraftan
da o şer’i kanunların uygulanmasını bizzat üzerlerine aldılar. Milletin mesalihini-faydasını gözetip ümmetin kamu işlerini yürüttüler. Etrafa vali ve kadı tayin ettikleri gibi, cihad işinde de başkomutanlık görevini bizzat ve bilfiil ifa ettiler. Bu ise ehl-i İslam üzerinde amme tasarrufu demektir ki, İslamiyet’in siyasi yönüdür. Müsayere adlı kitabın şerhinde buna, “nübüvvet” üzerine oturmuş-yerleşmiş “imamet” denilir ki, zamanımız örf ve ıstılahınca
hükümet tabirinden kast olunan manadan başka bir şey değildir... İşte şu zikrolunan siyaset, imamet ve hükümet de Cenab-ı Peygamber’e halef olduğu için İmamü’l-Müslimin hazretlerine halife, sahip olduğu sıfat ve makama da hilafet adı verilmiştir.[6]
         Seyyid Bey, burada hilafeti İslam dininin bir parçası sayıp onu peygamberlik üzerine oturturken ve zamanımızda buna hükümet tabir edildiğini söylerken bu konuda meclisteki konuşmasında ise hilafet şekli hakkında Kur’an-ı Kerim’de hiçbir ayetin bulunmadığını, hükümet ve memleket idaresi hakkında sadece iki prensip yani şura ve emir sahiplerine itaati getirdiğini ifade ederek şöyle diyor.

“Muhterem efendiler, asıl dini kanun olan Kur’an-ı Kerim’e müracaat
ederseniz görürsünüz ki, bizim hilafet şekli hakkında hiçbir ayet-i kerime yoktur. Kur’an-ı Kerim hükümet ve memleketin idaresi konusunda bize iki düstur gösteriyor: Biri bugün medeniyet âleminde yürürlükte olan meşveret (şura) kaidesidir ki, bunu Kur’an bize 1300 sene evvel ortaya koymuştur. 0 da “Onların işleri kendi aralarındaki şura iledir.”[7]                       

              Kuran’da zikredilen ikinci düstur da ulu’l-emre (devlet başkanına) itaattir. Kur’an-ı Kerim’de “Allah’a, Peygamber’e ve içinizden emir (idare) sahibi olanlara itaat ediniz.”[8], buyrulmaktadır. İşte bu ikinci düsturdur. Bu da anarşiyi, hükümetsizliği ortadan kaldırmak ve uzaklaştırmak içindir... İşte memleketin idaresi konusunda Kur’an-ı Kerim’de bu iki ayetten başka bir ayet yoktur.”[9]
               Burada Seyyid Bey, İslam hilafeti hakkında hiçbir ayet yoktur ve Kur’an bize hükümet ve memleket idaresi hakkında iki düstur getiriyor derken doğru konuşmuyor. Üzülerek söylemek mecburiyetindeyim ki, Kur’an-ı Kerim’i veya İslamiyet’i eksik tanıtıyor. Burada bir parantez açarak meseleyi iyice anlamakta fayda vardır.
              Zaman, zaman Kuran’da şu var ve şu yok, gibi ifadeler kullanılır. Bu ifadeler eksiktir. Çünkü Kuran’da bir şeyin var olduğunu görecek ve gösterecek gözlere ihtiyaç vardır. Çünkü Kur’an, bir ahkâm ve kanun kitabından daha ve ziyade delil kitabıdır. Kuran’da bazı hüküm ve kanunlar yanılgıyı, şaşırmayı ve sapıklığı önlemek için, Allah’tan bir lütuf olmak üzere açık ve zahir olarak gelmiştir. Ayette bu husus, “Şaşırırsınız diye Allah size (hükmünü böyle) açıklıyor.”[10] şeklinde ifade edilmektedir. Şu halde bazı konularda sadece kıyas yaparak veya aklımızı kullanarak anoloji yoluyla ihtiyacımız olan hükümleri bulmamız mümkün olmayabilir. Bu durumda Allah onları bize açık bir hüküm olarak bildirmektedir. Bunun dışında kalan hükümleri, müslümanlar kendilerine
hidayet kaynağı olan Kuran’dan ictihad ederek, bulacaklardır.
                Sohbetlerde, konuşmalarda, konferans ve tartışmalarda her zaman şahit olduğumuz bir husus vardır. Kuran’da hukuk olmadığı, siyaset ve ticaret olmadığı söylenip durulur. Hatta Kuran’ın bir kanun kitabı olmadığı ifade edilir. Bunlar bir bakıma eksiği ile beraber doğru olabilir. Fakat bu görüşte olanların Kuran’a bakış tarzları yanlıştır. Tabir caiz ise böyleleri Kuran’a şaşı bakmaktadırlar. Aynı mantığı devam ettirecek olursak, yani her hangi bir konuda açık-zahir ayet isteyecek olursak, bunların kafasıyla Kuran’da namaz yok demek de mümkündür. Çünkü namaz Kuran’da “salat” kelimesi olarak geçer ki, bu da dua demektir. Yani buna göre Kuran’da duayı yerine getirin şeklinde ayetler var mı diyeceğiz? Kuran’da hukuk yok diyenler, Kuran’da siyaset yok diyenler aslında Kuran’da namaz yok demiş oluyorlar. Fakat bunun farkında değiller.
            Namazın efali hakkında Kuran’da geçen kelimeleri sayacak olursak, sanırım bunlar kıyam, kıraat, rüku’ ve secde gibi bir kaç kelimeden ibarettir. Buna göre Kuran’da siyaset, ticaret, iktisat ve aile hakkındaki ayetler ve kelimeler ise pek çoktur. Bunların yüzlerce olduğunu söyleyebiliriz. Seyyid Bey’in yönetimle ilgili sadece iki ayet vardır, demesi son derece yanlıştır. Çünkü ben şimdi yönetimle ilgili olan bazı ayetleri burada vereceğim ki, bunların iki tane olmadığı böylece ortaya çıkacaktır. Hepsini anlatıp döküp saymam tabiidir ki, mümkün olmaz. Kur an da siyaset, hilafet, hükümet veya yönetim ne derseniz deyin bunlarla ilgili bazı kelimeler şunlardır.   İmam,[11] ümmet,[12] Halife,[13] ülü’l-emr,[14] itaat,[15] bey’at,[16] kavm,[17] velayet,[18] şura,[19] adalet,[20] ihsan[21] emanet,[22] ehliyet,[23] hüküm,[24] gibi kelimeler hep yönetimle ilgili ifadelerdir. Bunlardan başka daha pek çok kelime ve terimler vardır. Birinci, ikinci veya üçüncü dereceden ilgili olanlarını da bulmak mümkündür. Ancak biz iddiamızı ispat bakımından bu kadarıyla yetinmek istiyoruz.
              Burada Kuran’ı doğru anlama bakımından bir hususa açıklık getirmek çok faydalı olacaktır. Daha önce ifade ettik: Kur’an, hüküm-kanun kitabı değil, müslümanlar için bir delil kitabıdır; muhtaç oldukları hükümleri müslümanlar kendileri çıkaracaklardır. Her bir ayet mutlaka bir bilgi ve bir hüküm sunmak için gelmiştir. Her bir ayet, kesinlikle bir mana, bir bilgi veya bir hüküm taşır. Burada mukatta harflerinin taşıdığı bilgi nedir diye bir soru akla gelebilir. Hemen söyleyelim ki, harfler bir sestir, bir titreşimdir. Bunlar bu mukatta harfleri Kur’an okuyana, Kur’an yalnız mana olarak Allah’tan değil, ses olarak, lafız olarak da Allah’tandır, demektedirler. Yoksa harflerin bir anlamı yoktur.
          Kuran’da sadece manası zahir ayetler yoktur. Açık-zahir ayetlere dayanan zahiri anlayışı, yani zahiri ekolünü ehl-i sünnet adı verilen ekol
sapık olarak nitelemiştir.
           Bu sebeple Kuran’da 5, 10, 50 veya 500 ahkâm ayeti var sözü de yanlıştır. Bu ifade, maksadı tam yüzde yüz bir şekilde ortaya koyamamaktadır. Bu sözün doğru açılımı şöyledir. Kuran’da açık hüküm getiren mesela 500 ayet var dersek daha doğru olur. Bu konuyla ilgili olarak Ahmet Hamdi Akseki, müçtehitlerin Kur’an ve Sünnetin hepsini bilmesinin şart olmayıp sadece ahkâm ile ilgili ayet ve hadisleri bilmesinin yeterli
olacağını anlatırken şunları söylemektedir:
             “(Müctehid)in Kitap ve Sünnetin bütün muhteviyatını bilmesi şart olmayıp, fıkıh ve hükümler ile alakalı ayet ve hadisleri bilmesi gerekir. Gazali ile İbn Arabî, Kur’an-ı Kerimde, bu manada beş yüz ayet bulunduğunu zikretmişlerdir. Ancak bu rakam, doğrudan doğruya hüküm getiren, fıkıhla alakalı bulunan ayetlere aittir. Yoksa delalet, işaret, iltizam yoluyla kendilerinden hüküm çıkarılabilecek ayetler pek çoktur. Anlayış, kavrayış ve zekâ sahibi kimseler, kıssa ve hikâyelerden bile hüküm çıkarabilirler.”[25]

Netıce

 
Netice olarak her bir âlimin yapacağı şey gerçekleri olduğu gibi göstermek olmalıdır. Çünkü ilim, teoriktir ve nazaridir. Nazari olan bir şeyin kimseye bir zararı dokunmaz. Önemli olan pratik ve uygulamadır. Allah, ayette şahitliği (gerçeği) saklayan kimselerden daha zalim bir kimsenin bulunmadığını bildirmektedir.[26] Saklamak söylememek ve bildirmemek insanı zalim yaparsa, yanlış söylemek, varı yok, yoğu ise var göstermek her halde ondan daha kötüdür. 

 


[1] Bu tebliğ, “Türk Hukuk ve Siyaset Adamı Seyyid Bey Sempozyumu” D.E.Ü. İlahiyat Fakültesi 16 Mayıs 1997 tarihinde sunulmuştur.

[2] İsmail Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi, I, 177

[3] İsmail Kara, a.g.e. I, 177

[4] Seyyid Bey, Usul-Fıkıh Medhal, 107–108

[5] İsmail Kara, a.g.e. I, 180–181

[6] Seyyid Bey, a.g.e. s. 108

[7] Şura 42/ 38

[8] Nisa 4/ 59

[9] İsmail Kara, a.g.e. I, 181–182

[10] Nisa 4/ 76

[11] Bakara2/ 124

[12] Ali Imran3/ 104; Yunus 10/ 47

[13] Sad38/ 26

[14] Nisa 4/ 59

[15] Nisa 4/ 59

[16] Mümtehıne 60/ 12

[17] Araf7/ 159

[18] Enfal8/ 72

[19] Ali Imran3/ 159; Şura 42/ 38

[20] Nahl 16/ 90; Nisa 4/ 135

[21] Nahl 16/ 90

[22] Nisa 4/ 58

[23] Nisa 4/ 58

[24]Nisa 4/ 58 

[25] M. Reşit Rıza el-Hüseyni, İslam’da Birlik ve Fıkıh Mezhepleri, çev: Ahmet Hamdi Akseki, Türk Tarih Kurumu Basımevi Ankara–1974, s. 205.

[26] Bakara 2/ 140

 

 

*DEÜ İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi


 

emailrol.gif (21439 bytes)

arrow1b.gif (1866 bytes)

.