.

GÜNDEM KAMUOYU VE MEDYA

 

Prof. Dr. Osman Eskicioğlu*

  

Gündem, gündem oluşturma, kamuoyu ve medya dediğimiz zaman herhangi bir sebeple ayağını kaybetmiş, onun yerine ağaç veya plastikten yapılmış takma ayakla yolda yürümeye çalışan topal bir insan, gözümün önüne gelir. Bu adam, vaktiyle sağlamdı; fakat zamanla ayağı hastalandı, onu alıp yerine böyle bir yapay ayak taktılar. Hiç yoktan bakar kör iyidir, dedikleri gibi, bu ayak da işte öyle bir şey; kendimizi aldatmaksa maksat, yolda durmaktansa, yürüyor gibi görünmek daha iyidir, dedik ve diyoruz. 

Birisine işler nasıl gidiyor, diye sorduğumuzda kimileri buna, e işte, şöyle böyle, kör topal gidiyor, diye cevap verirler. Aslında bu örneklerde toplumun ve tabii ki, hasta bir toplumun, hasta bir kişiye benzetilmesi söz konusudur. Kişiden doğal-normal ayak gitmiş, onun yerine ikame bir ayak gelmiştir. Diğeri de mesleğini icra ederken, toplumdaki arıza veya arızalardan dolayı, kör ve topal adamın bu engelleri yüzünden hareket ve davranışlarında çok yavaş olduğu gibi, işlerinin ağır-aksak gittiğini söylemek istemiştir. Evet, birey hasta olduğu gibi, bazen toplum ve toplumlar da hasta olurlar. Bir toplum ilk baştan hasta olduğu gibi, sonradan da hasta olması muhtemeldir. Bazı toplumlar da doğuştan hasta olan bir bebek gibi, ilk kuruluşundan itibaren hasta ve arızalı olarak doğarlar.

Rönesans medeniyeti, din ile bilimi, fizik ile metafiziği birbirinden ayırdığı için, birey ve toplumları fotokopi gördüğü ve hepsine aynı kanun ve kuralları uygulamaya çalıştığı için, bu medeniyete mensup toplumlar, bize göre arızalı ve hasta toplumlardır. Hasta bir adam mutlu olmadığı gibi, hasta bir topluma mensup bireylerin de mutlu olması düşünülemez. Bize göre mutlu insan ve mutlu toplum, dini, ilmi, içtimai, idari siyasi, iktisadi ve ailevi yönden bütün ihtiyaçları normal bir şekilde tatmin edilmiş insan ve toplum demektir. Eğer zamanımızda olduğu gibi, bu alanlardan birisi kısmen veya tamamen kaldırılmış ya da diğeri lehine daraltılmış veya genişletilmiş ise böyle toplumlar, hastadır. Bu hastalıklar toplumda stres, sıkıntı, boşanma, intihar, cinnet getirme, kavga, dövüş, isyan, başkaldırma, hırsızlık, öldürme, cinsel taciz, ırza geçme gibi şekillerde kendisini gösterir.      

Ancak bireyin hastalığı ile toplumun hastalığı, bireyin teşhis ve tedavisi ile toplumun teşhis ve tedavisi birbirinden çok farklıdırlar.  Mesela hasta bir kişinin ateşini, nabız ve tansiyon ritmini elinizle veya aletlerle ölçer ve anlayabilirsiniz. Toplumun ateş ve nabzını nasıl ölçersiniz, elinizle mi, kulağınızla mı, yoksa gözümüzle mi? Bize göre toplumun tansiyonunu ölçecek alet, henüz icat edilmedi, ama onun sahtesi var, uyduruğu var, diyebilirim.

Hemen söylemeliyim ki, toplumdaki hastalığı veya tansiyonu ancak eskilerin efkârıumumiye dediği kamuoyu ve onun sahip olduğu kültür ölçebilir. Kamuoyu bir toplum için çok önemlidir. Çünkü kamuoyu, toplumun sevk ve idaresinde, onun istenilen yere akıtılıp yönlendirilmesinde önemli katkısı bulunan bir alandır. Kamuoyu, aslında bir mesele hakkında halkın sahip olduğu fikir ve düşünce demektir. Toplumun büyük bir kısmının her hangi bir konu hakkındaki düşüncesi, fikri ve kanaatidir. Fakat bugün medya denilen öyle bir araç var ki, toplumda ne gündem bırakıyor ve ne de kamuoyu. Gündemi belirleyip tayin eden veya gerçek gündemi saptırıp başka gündemler oluşturan medya olduğu gibi, kamuoyunu meşgul eden ve hatta onu yanıltan ve onu yanlış yerlere sevk eden de maalesef yine medyadır. 

Gündem kelimesi, toplumda fonksiyonel olarak uydurma ve kılıfına uydurma işler yaptığı gibi, kendisi de uyduruk bir kelimedir. Çünkü bu, “gün”e “dem” eklenerek tamamen keyfi bir şekilde yapılmış yapay bir kelimedir. Eskiden buna “ruzname” derlerdi. Ruzname, ruz (gün) ve name (mektup, yazılan şey) anlamında Farsça bir isimdir. Gündem veya ruzname kelimeleri için sözlüklere baktığımız zaman dernek, cemiyet ve meclis gibi toplantılarda görüşülecek konuların tümü, takvim, her günkü gelir ve giderin kaydedildiği defter, her günkü olayların yazıldığı kâğıt, gazete, jurnal… manalarına geldiğini görürüz.

Böylece gündem kelimesinin birisi birey, diğeri ise toplumsal olmak üzere iki boyutu bulunduğu açıktır. Gündem oluşturma ve gündem tayin etme meselelerinde aynı reklâmda olduğu gibi, bunun insanı ve toplumu etkileme amacı vardır. Reklâm, aslında Fransızca ticari bir isim olup bir mal veya hizmeti halka tanıtmak, beğendirmek ve böylelikle sürümünü artırmak için söz, yazı ya da resim kullanarak duyurma ve bilgilendirme demektir. Reklâm olsun, gündem kelimesi olsun zamanla insanların bakış açıları, düşünce ve uygulamaları değiştiği gibi, bu kelimelerin kullanılma amaç ve işlevleri de değişmiştir. Rönesans medeniyeti, yapay bir toplum, bir maşa gibi kullanılan bir birey ve toplum, hatta devlet ve devletler topluluğu meydana getirdiği için, gündem, reklâm ve medya gibi, onun araçlarını da bulması gerekirdi. Nitekim öyle de oldu. Artık insanların karar ve düşüncelerine saygı duyan bir medya değil, onların kararlarında etkili olmak isteyen ve insanların düşüncelerini değiştirmek isteyen bir medya. gayr-i meşru bir medya vardır. 

Evet, tekrar ediyorum; bugün kendisinin, kamu görevi yaptığını iddia eden, sistemin boşluğuna oturan, ne seçilmiş ve ne de atanmış olan bu özel medyanın dayanağı yoktur ve onun için de gayr-i meşrudur. Asansör, bir boşluğa oturur; onun bir sebebi vardır; çünkü onsuz olmaz; o nedenle asansör boşluğu, meşru ve mubahtır. Fakat medya, sistemin ve rejimin boşluğuna dayanıyor. Ama bir sistemde boşluk olmamalıdır. İnsanların, bireylerin velayet görevlerini ellerinden alan bu medeniyet, toplumda meydana gelen bu dayanışma boşluğunu kapatmak için, savcılık diye bir kesim ve kısım ortaya koymaya çalıştı. Onlar da bir toplumun hepsine ait olan bir işi taşıyamayıp altında ezilince de medyaya payanda olma görevi düştü. Üç-beş gazetecinin, medyacının bir araya gelip ekranlarda boy göstermesi, güya devlet, millet ve toplum meselelerini tartışıp bir yol göstermeleri pek meşhur oldu. Heyhat, kelin merhemi olsa başına sürer. Ey millet! Hepinize söylüyorum, kendinize sahip çıkın, size ait olan bir şeyi senin seçmediğin veya tayin etmediğin hiçbir kimse sahip çıkamaz ve sahipmiş gibi görünemez. Onun için bu aldatmaca ve yutturmacılara asla inanmayın ve güvenmeyin. Kamu hizmetini, ancak seçilmiş veya atanmış olan görevliler yapar. O nedenle kamu görevlileri sadece seçilmiş ve/veya atanmış olan kimselerdir. Bu özel medyayı, bu özel gazete, radyo ve televizyonları kim seçti veya kim tayin etti ki, bunlar “biz kamu görevlisiyiz”, diyorlar veya öyle kabul ediliyorlar. İzmir’de Kemeraltı semtinde Pazar günlerinin dışında her gün pazar kurulan bir Havra Sokağı bulunur, orada halka yoğurt satan bir yoğurtçu var. Bize göre özel medya ve gazetecilerin, bu yoğurtçudan hiçbir farkı yoktur. Öyleyse bu gazetecilere bu kadar ayrıcalık neye; çünkü onlar, kendilerinden istenen ve beklenen hizmeti ve görevi yapıyorlar. Onlar, kamuoyunu oluşturma, yerine göre gündem belirleme veya saptırma vazifesi yapıyorlar.  

Bireyleri ve insanları düşünemez hale getiren, onların eğitim ve öğretimini de buna göre sürdüren liberalizm ve kapitalizm eskisi, bu eksik medeniyetin ortaya koyduğu bozuk sistem ve rejimin eşyanın tabiatına ters düşen yanlışlarını, eksik ve aksaklıklarını göremeyenler, gözleri kör olanlardır. Bu insanları ve toplumu aldatmak ve kandırmak adına, kuşa bak kuşa! deyip malı götüren sermaye babalarının maşası olan medyanın gündem oluşturması da belirlemesi de veya kamuoyu yaratması da hep kandırmacadır ve toplumu kullanma saygısızlığından başka bir şey değildir.  Eskiden bu işi, cahiliye Arap toplumlarında şairler yapardı. Onlar gündem belirlemeye ve kamuoyu oluşturmaya çalışırlardı.

Bu konuda Şibli’nin eseri Asr-ı Saadet’te şöyle denilmektedir: “O zamanlarda şiir ve hitabet, bu günün matbuatı değerinde siyasi bir amildi. Bir şair, büyük bir kabileyi ayaklandırır ve onu harbe sürükleyebilirdi.” (I, 279) İşte Ka’b İbn-ül Eşref  de bu şairlerden biriydi. O, Hz. Peygamber’in aleyhine, yalan ve yanlış bir şekilde kamuoyu oluşturmaya çalıştı, fakat o, bu iftiralarını canıyla ödedi. Sanki şu ayetlerin, iftira atan, yalan ve kandırma ile uğraşan bu şairler ve bu medya ile alakası olsa gerektir.

"Şeytanların kimlere inmekte olduklarını size haber vereyim mi? Onlar, 'gerçeği ters yüz eden,' günaha düşkün olan her yalancıya inerler. Bunlar (şeytanlara) kulak verirler ve çoğu yalan söylemektedirler. Şairler ise; gerçekten onlara azgın-sapıklar uyar. Görmedin mi; onlar, her bir vadide vehmedip duruyorlar ve gerçekten onlar, yapmayacakları şeyleri söylüyorlar." (Şuara26/ 221–226).

“Onlara güven ve korkuya dair bir haber gelse hemen (araştırmadan) onu yayıverirler” (Nisa 4/ 83) ayetinin tefsirinde Elmalılı, “burada gazetecilerin durumuna da temas eden bir uyarı vardır”, şeklinde bir yorum getirmiştir. (Hak Dini, III, 36)  

Bu Rönesans medeniyetinde insanın adı yoktur. Bilgisi ancak laboratuara dayanan, onun dışında bilgi, kural ve kanun tanımayan bir medeniyet, insanı tanıyabilir mi, toplumu bilebilir mi? Onun laboratuar ve ilim gündemi, sadece hayvan, bitki ve cansız varlıklar olabilir. Bu ruh-beden ayrılığı, halik-mahlûk ayrılığı ve din-bilim ayrılığı, hatta din devlet ayrılığını bir yalan olarak uyduranlar, insanı ve toplumu tanıyamazlar. Fizik ve biyoloji medeniyeti, ayağı kopmuş birine yapay bir plastik ayak takmada başarılı olabilir, fakat o, ayakları ve direkleri sallanmakta olan bir topluma, boşanmalara, stres ve sıkıntılara, çöküş, yıkılış ve çözülmelere çare bulabilecek mi, bir takma ayak kurabilecek mi dersiniz?  Ruhu inkâr edenler, metafiziği kabul etmeyenler ve yerküresinde Allah’ın koyduğu kanun ve kuralların yürürlükte olduğunu göremeyenler, boşanmaya, stres ve sıkıntılara ilaç ve çare bulamazlar. Eğer neden derseniz; çünkü bunlar düşündüklerinde, araştırıp bulduklarında metre, litre ve kilogram gibi ölçü ve ölçekler ararlar. Bunlar markete gidip 3 kilo soğan, 5 kilo patates alabilirler. Fakat bunlar nikâh pazarına gidip de bana bir kilo nikâh ver diyemezler. Çünkü nikâh, dışarıda, gözle görülür elle tutulur ve laboratuara giren bir şey, alınıp satılan bir meta değildir; nikâh ancak beyinlerde bulunur.

Bize göre toplum, daha çok yapılan serbest sözleşmelerle hayatını devam ettirir. Sözleşme ve söz verme, tarafları bağlayan bir şeydir, fakat bunun ipleri, bağları ve düğümleri yalnız akıl, vicdan ve gönüllerdir. Onun için İslam’ın önerdiği toplumda kişi sadece ve yalnız söz vermekle (ancak şahitler bulunup başka hiçbir şey olmadan) borçlu olabilir. Buna teknik terim ile “zimmet hukuku” adı verilir. İşte bu, fiziği ve bedeni olmayan yani ebatları, hacim ve ağırlıkları bulunmayan, fakat kendileri var olan nikâh, söz verme ve buna benzer şeylerin dışarıda yeri yurdu olmaz; bunlar dinden uzak bir ilim anlayışına sahip kafalara da sığmaz. Velhasıl netice olarak bugünkü gündem ve kamuoyu meseleleri eksi yüklü olup fayda yerine zarar doğuran uygulamalardır, diyorum.

Özgür olup emir ve vesayet altında bulunmayan, din ve bilim kesitinden bilgi almasını bilen, kendi şartlarını ve çevresini tahlil ederek yapacağı işleri sıralayıp ben, şu, şu işleri, şöyle veya bu şekilde yapacağım diye karar verip yoluna koyulmuş bir kimse, gündemini belirlemiş demektir. Toplum da böyledir. Kendine öz güveni olmayan, emir ve vesayet altında olan, bilgi üretemeyip dolayısıyla hedefini tayin edemeyen ve karar verip verdiği kararda yürüyemeyen birey ve toplumlar, ne gündemlerini tayin edebilirler ve ne de kendilerini yönetip yönlendirebilirler.

Bireyin gündemi var, toplumun da gündemi vardır. Ferdin gündemi var, devletin de gündemi vardır. Türkiye’mizde ve İslam âleminde kendi gündemlerini tayin etmiş bireyler olabilir. Fakat bugün tüm dünyada toplum ve devlet olarak Müslüman denilen ülkelerden kendi gündemini kendi başına belirleyen bir tek ülkenin bulunduğuna kani değilim. Müslümanlar, Osmanlı’nın yıkılışından bugüne gündem veren değil, gündem alan durumdadırlar. Niçin var olduğunu bilmeyen bir insan, kendi gündemini yazamaz. Ülkede genel olarak kültür ve düşünce birliğini sağlayamamış toplumlar da kendi gündemlerini belirleyecek bir iradeye sahip değildirler. Ben, şahsen İslam toplumları olarak tüm Müslümanların henüz gündemlerini belirleyecek bir seviyeye geldiklerine inanmıyorum. Onlar, ancak gündem verenlerle birlikte çalışıyorlar. Kendini yönetemeyen birey ve ailelerin komşular ve başkaları tarafından yönetildiği gibi, gündemini tayin edemeyen toplumların da komşu veya başka devletlerden gündem alması doğaldır. Çünkü eşyanın tabiatı boşluk kabul etmez; hak gelmedikçe batıl gitmez; gerçek gündem gelmedikçe sahte gündem işine devam eder.

  Hz. Peygamber’in şu hadisi, bugün bizim kendi gündemimizi niçin belirleyemediğimizin sebebini çok güzel bir şekilde açıklamaktadır. “Yemek sofrasındaki insanlar, birbirini nasıl buyurun, buyurun diye davet ederlerse, sizin üzerinize saldırmak, sizi memleketlerinizden çıkarmak isteyen bütün milletlerin, devletlerin, birbirlerini öylece davet etmeleri ve çağırmaları yakındır.” Sahabiler ya Resulüllah, o gün az olduğumuz için mi, böyle bir şey başımıza gelecek, dediler. Hz. Peygamber, hayır, o zaman bilakis çokluk olacaksınız. Fakat sellerin üzerinden kayıp gelen ve köşe bucakta kalan çör çöp gibi dağınık bir halde olacaksınız. Düşmanlarınızın yüreğinden korku kalkacak ve sizin yüreğinize “vehen” yerleşecektir, buyurdular. Sahabiler “vehen” nedir ya Resulüllah, dediler. Hz. Peygamber, “hayata sarılmak ve ölümden korkmak” buyurdular. (Ebu Davud, el-Melahim, 5; Hadis No: 4297)

 Kültür ve düşünce birliğine erememiş, müşterek noktalara ulaşamamış, asgari veya azami müşterekleri olmayan toplumlar bölük pörçük olup dağılırlar. Çokluk bir şey ifade etmez, nizam, düzen birlik ve beraberlik bir şey ifade eder ve birlikten de kuvvet doğar. Bir müslümanın, hayat kaygısı ve ekmek davasından başka bir şey düşünemez hale düşürülmesi kadar korkunç bir şey olamaz. Ne kadar acıdır ki, bugün hemen, hemen tüm müslümanlar bu haldedir, diyebilirim.  Hani müslüman Allah’ın hukuk emini idi, hani müslüman, insan, hayvan, bitki ve cansızların yani tüm varlığın hukukunu gözetecekti, onun işi bu idi ve o, bu görevi bir emanet olarak üstlenmişti. Hayır, hayır bu sözleşme sadece Kuran ayetlerinde kaldı. Bugün Müslümanların bundan haberi yoktur; onlar şimdilerde sadece yaşamayı ve ekmeklerini nereden çıkaracaklarını düşünüyorlar. 

Her birey Müslüman, Hz. İbrahim misali bir toplumdur. Onun için ben bir müslümanım deyen herkesin, kendi toplumunu arayıp bulması ya da çalışıp kurması gerekir. Çünkü sadece bireysel İslam olmaz; bir tekeri patlak bisiklet yürümez. Mekke’de “Ey iman edenler!” diyen tek bir ayet gelmedi. Toplum imanı olmadan birey imanı eksik kalır. Hz. Muhammed Mekke’den Medine’ye kendi toplumunu inşa etmeye gitti. Müslüman için Hz. Peygamber bir örnektir; onun dışında hiçbir kimse örnek olamaz. Bu toplum, benim toplumumdur, diyemeyenler, gündem belirlemeye hak edemezler. Hz. Peygamber, Medine’ye kendi toplumunun gündemini, gündeme almak için gitti. Sadece bireysel İslam yeterli olsaydı o Medine’ye gitmez, Mekke’de kalırdı.

“Özellikle içinde yaşadığımız ülkede cereyan eden hadiselerin,  süreçlerin ve değişimlerin ne kadarı bizi ilgilendiriyor, hangi yönlerine müdahil olmalı, hangi yönlerinden beri olmalıyız, bunu yaparken kriterlerimiz ne olmalıdır...” diyorsunuz. Rica ederim, bana Türkiye’den ve Müslüman ülkelerden bahsetmeyin ve soru sormayınız. Hz. Muhammed gibi bir Peygamberin örnekliğini terk eden, O’nu okullarında öğretmeyen “eğer O, bizim aramızda sağ olsaydı, acaba nasıl davranırdı” demeyen adı Müslüman toplum ve toplumlardan bana söz etmeyiniz.  Cowboy, sığırları güdüyor, güdülenler, güdüldüklerinin bile farkında değildirler.

Kılavuz Kurandır, çünkü o, muttakilere yol gösterendir, diyemeyenler, gündem tayin edemezler. Tarihte Müslümanlar, Suriye’yi Bizanslılardan, Irak’ı da Sasanilerden aldıkları zaman buralardaki bozulmuş dinin ve putperestliğin sapık fikirleriyle kafaları karıştı, alabora oldular ve sarsıldılar. Ancak onlar, Kuranın kılavuz olduğunu bildikleri için hemen ona sarıldılar, Arapça olan kuranı dil bilgisi kurallarını koyarak yeni ve ilmi bir şekilde yeniden anladılar ve İslam’ın ibadetleri dışındaki hükümlerini bilimselleştirdiler. İşte böylece mezhepler doğmuş oldu. Bugün de Müslümanlar, batının pozitivist, maddeci ve menfaatçi düşünce ve fikirleri ile yine alabora olmuş durumdadırlar. Kuran yine ortadadır, kılavuzdur ve yol göstericidir. “el-müttekine” (muttakiler, (sakınıp korunanlar için) derken, bu kelime, cemi müzekker salim olduğu için, bir cemiyeti, cemaati, derneği, teşkilatlı bir topluluğu ve bir ekolü ifade eder. Şu halde Kuran’ı anlayıp onun hidayetine ermek ve onun gündemine girmek için, ekoller haline gelmek lazımdır. Ama bu, ilimde bir ekol olacaktır. Tarihte ilimde en büyük hizmeti yapmış ve en büyük iki ilim adamı olan Sokrates ile Ebu Hanife’nin ekolleri vardı. Tümden gelimi (deüksüyonu) bulmuş olan Sokrates’in talebeleri ve arkadaşları vardı. Tüme varımı (endüksüyonu) bulmuş olan Ebu Hanife’nin de ekolü, mektebi, arkadaşları yani talebeleri vardı.

   Hz. Muhammed ile beraber vahiy kapısı kapanmıştır. Artık Cebrail bize Allah’tan bilgi getirmiyor ve getirmeyecektir. Onun için biz, ayetler bizim kendimize iniyor gibi bilgiyi Kurandan alacağız. Kuran, ikra (oku) ayeti ile inmeye başladığı zaman Hz. Peygamber’i bireysel olarak yönlendiriyor ve onun gündemini tayin ediyordu. Böylece ilk başlayan bu yeni oluşum, önce bireyi ve bireyin bireysel tarafını eğitme ve düzeltme olduğu için, doğru düşünme, beyinlerdeki şirk, putperestlik, körü körüne eskiye uyma gibi yanlışları atıp onun yerine tevhidi, peygamberlik gerçeğini ve ölüm ötesi mahkeme inancını getirmekle bireysel gündemi şartlara göre belirlemiş ve insanın tabiata ve kendisine bakarak tevhide erip doğru yolu bulabileceğini bildirmiştir. Mekke’de inen ayetlerin gündemi, o günün insanının şartlarına uygun olarak işte böyle idi. Medine’ye gelince, artık orada toplum değiştiği için, gündem de değişmiş, bireyden topluma ve hatta toplumlar ve devletlerarası ilişkilere varıncaya kadar, teori ve pratikler hep gündeme alınmıştır. Artık ayetler ışığında Medine’de yepyeni bir toplum oluşturulmaktadır. Aileden devlete, mal, mülk ve mirastan alış-veriş ve pazara, ücret, kira kardan adalet ve hukuk işlerine, eğitim ve öğretimden memleket savunmasına, gerektiğinde de savaşa hazır olmaya, vergiden ve her türlü sosyal yardımlaşmaya varıncaya kadar sırası geldikçe ayetler inerek, toplu yaşayan kırlangıçların en üstün bir mimari ve mühendislik ustalığıyla yuvalarını yaptığı gibi, ayet-ayet, hüküm-hüküm, kural ve kanunlarla insanların toplum evi, (dar-ul İslam) İslam yurdu inşa edilmiştir. Ama bu bir tarihtir; fakat örnek olacak bir tarihtir. Bugünün Müslümanları da aynı şeyi yapacaklardır. Yalnız bilgi problemi vardır. Bilmeden hiçbir şey olmaz. Bilmeye, İslam’ı öğrenmeye çalışan, din ile bilimi birleştirerek yeniden insan evi ve insan yurdu diyen birinin araştırmalar neticesinde elde ettiği düşünce ve fikirlerini diyanet ve ilahiyatçıların yanında söylediği zaman eğer o, kendisini bir uzaylı gibi hissediyorsa gündem daha çok, hem de çok uzak demektir. Müslüman dediğin, eğitim ve öğretim nasıl olacak Kurana sorar, gündemini oradan alır; çarşı pazar nasıl kurulacak, doğru alış veriş ve faydalı ekonomi nedir Kurana sorar, ondan öğrenir; aile, karı-koca, ana-baba ve evlat ilişkileri nedir, Kurandan çıkarıp alır ve gündemini öyle tayin eder; en adil devlet nasıl çalışır ve nasıl hareket eder, ne yapar ve ne yapmaz diye Kurana bakar, öğrenir ve öğrendiklerini yavaş, yavaş uygulamaya çalışır. Halbuki müslümanlar bunları yapmayıp ölülere sevap olsun diye hatim yapmakla meşguller. Hatta giderek artırıp 1001 hatimler ve hatta milyon hatimler yapıyorlar. Oysa bu hususta ne bir ayet ve ne de tek bir hadis ve sünnet vardır. Müslümanların, genel olarak söylüyorum tabi, İslam diye bir gündemi yoktur. İslam’ı gündem yapmadıktan sonra da hiçbir şeyin değeri olamaz ve değerlendirmeye de değmez. Hz. Peygamberi her konuda örnek almayanlar, gündem yazamaz ve yeni bir toplum kuramazlar. Çünkü “Allah ve Resulü herhangi bir konuda hüküm vermişse, erkek olsun, kadın olsun hiçbir mümin için, artık o konuda bir tercih hakkı yoktur.” (Ahzab 33/ 36).

O halde bu ayete göre müslümanlar, Allah ve Resulünü dinleyeceklerdir. Bizim için Allah ve Resulü ise Kuran ve sünnet demektir. Sadece gündem ve gündem meseleleri değil, insanlığın her türlü, tüm problemleri Müslümanların ancak İslam’ı gündem yapmalarıyla bir çözüme kavuşturulabilir. Zaten Müslüman, İslam’ı yaşayan ve İslam için yaşayan insan demektir. Böyle olunca Müslümanların birinci işi İslam olmalı; İslam’a uygun olan her şeye evet, milim kadar olsa da aykırı olan her şeye hayır mührü basılmalıdır.

İslam ve Kuranı gündemimiz hale getirmek için bu duyguları yaşamalı, her şeyden önce kurtuluş yolunun Kuran coğrafyasının içinde bulunan hayat yollarında olduğuna inanmalı, yavaş, yavaş Kuranın emir, yasak ve tavsiyelerini öğrenip uygulamaya sokmalıyız. Bunun için de ilkokuldan itibaren tüm okullara seçmeli Kuran dersi, orta, lise ve üniversitelerde de Arapça yabancı dil olarak kabul edilmelidir. Eğer yöneticiler bunu yaptırmıyorsa, yeni, yeni dernekler ve halkevleri kurarak, eşyanın tabiatına uygun nizam ve düzen ne ise tüm Müslümanlar olarak kadınıyla erkeğiyle araştırmaya koyulmalı ve bir seferberlik başlatmalıyız. Bunun neticesinde Kuran ve üretim, ya da Kuranda üretim, Kuran ve tüketim, Kuran ve Yatırım, Kuran ve ekonomi, Kuran ve devlet düzeni, Kuran ve particilik, Kuran ve vergiler, Kuran eğitim ve öğretim Kuran ve bireysel ya da kamusal alan, Kuranda bireysel ya da toplumsal hayat ve mesela Kuran ve medya gibi yazılar, makaleler ve kitaplar yazılmaya başlandığı zaman müslümanların gündemi başlamış olur. Elli veya altmış sene sonra daha fazla ya da daha az bir zamanda böyle bir günde buluşmak üzere Allah’a emanet olunuz.             

 

 

*DEÜ İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi


 

emailrol.gif (21439 bytes)

arrow1b.gif (1866 bytes)

.