.

Tarihin Yetiştirdiği En Büyük
             İki İlim Adamından Biri:

 

            İMAM AZAM EBU HANİFE

 

                                                       Prof. Dr. Osman Eskicioğlu*

 

Geçmişten geleceğe doğru akıp giden insanlık tarihi, kaynağından çıktıktan sonra döne döne: dolaşa dolaşa denize ve okyanuslara varan ırmaklara benzer. İnişler çıkışlar, dereler, tepeler ve yokuşlar var.  Sular derelere iner, yokuşlarda kıvrılır ve döner. Su akar ve yatağını bulur… İnsanlığın serüveninde de benzer dönemeçler bulunur. Bunun için tarih, çağ çağ; dönem dönem ayrılır. Çünkü her büyük dönemeçte büyük bir şahsiyet bulunur. İşte biz, tarihte ilim yolunda, bilgi yolunda ve düşünce yolunda yolculuk yaparken insan düşüncesine yön vermiş iki büyük şahsiyetle karşılaşıyoruz. Bunlardan biri, birinci dönemeçte bulunan Sokrat (Sokrates), diğeri ise ikinci dönemeçte oturan ve kendisine İmam Azam unvanı verilen Ebu Hanife’dir.

İnsanoğlu için hayatta en önemli şey, ilimdir, bilgidir. Çünkü insan, bilgi ile hareket eder ve ancak bilgi ile yaşar.  Zira insanda iktisatçıların “ihtiyaç” adını verdikleri bir eksiklik vardır. Onun için insan, bir çevreye ve oradaki insan, hayvan, bitki ve cansız varlıklarla irtibat kurmaya muhtaçtır. İşte bilgi, varlıkların sahip oldukları özellikler, onların hayatlarında uydukları kanun ve kurallar, hareket ve davranış biçimleridir. Biz bunları öğrenirsek bilgi sahibi oluruz. Mesela uçarken kuşun hangi şartlarda uçtuğunu, onun uçarken hangi kanun ve kurallara tabi olduğunu bilmeseydik ve onu uçakta uygulamasaydık, bugün göklerde uçamazdık.

Bilgi, kâinatın kanun ve kurallarını bilmektir; bilgi ahkâmı bilmek, hükümleri ve varlıkların özelliklerini bilmektir. Aslında bilgi, bir hükümdür ve tüm hayat ve tüm varlıklar âlemi bir hükümler bileşkesidir. Tam sırası gelmişken burada söylemek istersek varlık âleminde tevhid vardır ve kâinat denilen bu en büyük organizma, tek bir makine gibi, birimleriyle birlikte çalışmaktadır. O halde hüküm nedir; bize bilgi veren her şey hükümdür. Çünkü bir sıfatın, bir özelliğin, bir eylem veya fiilin bir varlığa izafe edilip dayandırılmasına hüküm derler. Mesela “her canlı ve ölüm”, “bayrak ve kırmızı”, “her müslüman ve namaz”, dediğimiz zaman biz bir şey öğrenmiş ve bilgi sahibi olmuş olmayız. Ama bu kelimeleri böyle değil de şöyle sıraya dizer ve cümle haline sokarsak, hepsi bir hüküm haline gelir ve bizim için bilgi vasıtası olurlar. “Her canlı ölümlüdür”, “Bayrak kırmızıdır”, “Her müslüman namaz kılar”.   

Fakat dünyada sayılamayacak kadar varlık ve sonsuz denecek kadar eylem var. Bunları yani tüm hüküm bilgilerini Allah vahiy ile bildirseydi veya insanlar tüm malumatı yazsaydı, o kitabın ciltleri ekvator çizgisi gibi, yer kürenin etrafını çevirecek kadar çok olurdu ki, bu da kullanışlı olmazdı ve her şey çıkmaza girerdi. Serahsi’nin dediği gibi[1] deliller sayılı, olaylar ise sonsuz olmalıydı. Nitekim öyle de oldu. Ancak burada bilgi üretme makinesi diyebileceğimiz beynimizin bu üretimi yapabilmesi için yine bir takım bilgilere ihtiyacı vardı. İşte tarihte bilgi üreten bilgileri ilk defa ortaya koyan Sokrates ile Ebu Hanife olmuştur. Sokrates, tümdengelim metodu denilen dedüksiyon (deduction) yani dil bilgisini ve yöntemini bulmuştur. Ebu Hanife de Tümevarım metodu denilen endüksiyon (enduction) yani hüküm üretme, yani fıkıh kıyasını ortaya koymuştur.  

Sokrat Eflatun’u, Eflatun da Aristo’yu yetiştirmiş; Aristo da bu bilgileri kitaba geçirmiştir. İşte mantık kuralları böylece doğmuş oldu. Mantık, Arapça “nutuk” kelimesinden türemiştir. Nutuk, lügatte hikmet ve akıl manalarına gelir. Ayrıca söz demektir. Latince “logos” kelimesinden türeyen logique veya logic aynı manadadır. Aristo bu ilme, “gerçeği bulmaya yarayan araç” anlamına gelen “organon” adını vermişti.

Tümden gelime bir örnek verecek olursak:

Bütün canlılar ölümlüdür.

İnsan da bir canlıdır.

Öyleyse insan da ölümlüdür, deriz. Bu akıl yürütme şekli, teknolojide tekerin icadı gibi bir milad ve bir dönemeç olmuştur.

Ebu Hanife’ye gelince; o da tarihin kendisine yüklediği görevi yerine getirerek, insanları kargaşadan, kafa karışıklığından ve başkalarının isteğine uymaktan kurtarıp hukuku bilimselleştirmiştir. Başka bir ifade ile hukuku ilk defa ilmileştiren ve onu bilimsel temele oturtan Ebu Hanife olmuştur. Muhammed Hamidullah bu konuda şöyle diyor: “İslam’dan evvel Hukuk ilminin mevcut olmadığını işitmekten büyük bir hayrete düşmeyiniz. Tekrar ediyorum. Hukuk ilmi İslam’dan evvel mevcut değildi. Çinlilerin, Babillilerin, Hinduların, Yunanlıların ve Romalıların ve diğerlerinin ancak kanunları vardı. Fakat hattıhareket kaidelerinin üstünde mücerret bir hukuk ilimleri yoktu.”[2] Hamidullah’ın bu ifadesine göre hukuku ilmileştiren, onun hükümlerini, bir takım kural ve kanunlarını bir illete ve sebebe bağlayan, illet ve sebebin bulunduğu yerde hükmü de tespit eden, eğer sebep yoksa hüküm de yoktur, deyen ve bu işi tarihte ilk defa yapan Ebu Hanife ve dolayısıyla müslümanlardır.     

Bu ilmin teknik adı da usul-ü fıkıh yani hukukun kökleri, temelleri, hukuk metodolojisi ve kıyas yöntemidir. İslam hukukçuları bu yöntemle bilinen hükümlerden bilinmeyen hükümlere ulaşmış ve bilinen bilgilerden bilinmeyen bilgileri elde etmişlerdir. Mesela Ebu Hanife, çiğ üzüm şırasından keskinleşmiş ve köpüğünü atmış şarabın içilmesi ayet[3] ile haram kılındığını, diğer başka tür içkilerin ise sarhoş etmeleri sebebiyle haram kılındığını söylemiştir.[4] Bu şarap sarhoş ettiği için haram kılındı; rakı da sarhoş eder, kanyak, votka ve viski de sarhoş eder; öyleyse bunlar da haramdır. Netice olarak bütün bunlardan sonra şöyle bir genel tüme varıyoruz. Sarhoş eden bütün içkiler haramdır. Bunun tabiat ilimlerinde de örneği şöyle olur. Demiri ısıtalım genişler, bakırı ısıtalım genişler, altın, gümüş ve bu gibi maddeler hep ısı ile genişler. Böyle olunca şöyle bir tüme varıyoruz. Bütün metaller ısı ile genleşir.    

 İşte Ebu Hanife bu ilmi bulup ortaya çıkardı. Fakat o, aynı Sokrat’ta olduğu gibi, bunun kitabını yazmadı. Sokrat’a benzer şekilde talebesinin talebesi yazdı. Yani Ebu Hanife’nin talebesi İmam Muhammed’in öğrencisi olan İmam Şafii yazdı ve eserine “er-Risale” adını verdi.

Konuyla ilgili olarak Ahmet Hamdi Akseki “Şer’i İlimlerin Kıymeti” başlığı altında şunları söylemiştir. “Şimdi söylediğimiz veçhile, İslam alimleri İslami olan memba ve kaynakları kendilerine mahsus menhec “metodoloji” ve usullerle tetkik ederek ilimler meydana getirmişlerdir.

 Çağımızda matematik ilimlerinde hâkim olan delil, tecrübî ilimlerde hâkim olan tecrübe, tüme varım, temsil, varsayım, sınıflama; tarih ilimlerinde hâkim olan haber ve rivayet tamamiyle İslam âlimleri tarafında İslam ilimlerinde tatbik edilmiştir. Fransız filozoflarından Descartes ile İngiliz filozoflarından Bacon ve Stuart Mill’in ortaya koydukları nedensellik kanununu onlardan çok zaman evvel İslam âlimleri tatbik etmişlerdi. Gerçekten son çağ filozoflarının olayların sebeplerini bulmak için kullandıkları bu usul, Fıkıh usulü âlimleri tarafından olayların hükümlerinin sebeplerini bulmak için tatbik ediliyordu. Bugün bir olayın sebebi belirlendikten sonra nasıl bir kanun belirlenmiş olursa, hukukta da olayı ilgilendiren şer’i bir hükmün sebebi belirlendikten sonra hüküm ortaya konur. Bugün tabiat kanunlarını bilmek için tabii olayların sebebini bilmek nasıl gerekiyorsa, hukuk kaidelerinin tatbik edilmesi için de hükümlerin sebeplerini bilmek gerekir. İşte İslam ilimleri bu usul çerçevesinde meydana gelmiştir.”[5]    

Ömer Nasuhi Bilmen’in görüşleri de şöyledir. Batı bilginleri tarihlerde, kanunlarda, deneysel bilimlerde ve başka yerlerde tatbik edilmek üzere “metodoloji= tatbiki mantık” denilen mecmuai usulü tedvin ederek ilim alanında bir muntazam tetkik ve tenkit yolu meydana getirmişlerdir. İslam âlimleri ise bundan 1200 şu kadar yıl önce “fıkıh usulü” ilmini tedvin etmişlerdir.”[6]

Hilmi Ziya Ülken de şunları söylemiştir. “Müslüman Doğu’nun Batı’ya hediye ettiği en büyük nimet bilimsel ya da tümevarımcı araştırma metodudur. Müslüman düşünürlerin çoğu tümevarımcı metodu çeşitli alanlardaki bilimsel araştırmalarında kullanmışlarsa da, bu metodu özellikle açıklayan iki düşünür Muhammed b. Zekeriya er-Razi ve İbn Heysem olmuşlardır… Ne Roger Bacon ne de ondan sonraki adaşı (Francis Bacon), deneysel metodu tanıtmaktan başka bir unvana sahip değillerdir.[7]

Bugün bilgi üretme yollarından biri de analojidir. Varlıkları birçok yönleri ile karşılaştırdığımız zaman bildiklerimiz yardımı ile bilmediklerimizi de öğrenebiliriz. Mesela insanla bir ağaç benzetildiği zaman her ikisinin de canlı olduğu, üretim yaptığı, ağzı, eli kolu olduğu… ve meyve verdiği anlaşılır. İnsanlar aile hayatı yaşar; kumrular, leylekler ve kırlangıçlar da aile hayatı yaşar. İslam’da halvet yani aralarında evlenmeleri caiz olan bir kadınla erkeğin cinsel ilişkiye imkân verecek bir ortamda yalnız kalmaları caiz değildir. Bu durum aynıyla bitkilerde de söz konusudur. Mesela yan yana bulunan iki tarlaya birisine buğday diğerine de arpa ekilmez. Eğer ekilirse buğdayın yüzde beş, on veya on beş civarında arpalaştığı, arpanın da yüzde üç, beş veya on beş oranında buğdaylaştığı görülür. Bu metoda benzetme veya karşılaştırma tekniği de denilebilir.        

Netice olarak bilgi üretmede bir araç olan tümevarım metodunu Ebu Hanife bulmuş ve onu hukuk kurallarını bulmada Kurana uygulamıştır. İbn Heysem de bu yöntemi tabiattaki ışığa ve onun yansımasına tatbik etmiştir. Francis Bacon gibi batılı düşünürler de bu metodu alıp Batı dünyasının onu tabiat ilimlerinde uygulamasına aracı olmuşlardır. Şu halde batı medeniyeti Ebu Hanife’nin icadı olan bir yöntem sayesinde ortaya çıkmıştır, diyebiliriz. Öyleyse bugünkü batı medeniyetinin fen bilimleri alanının temelinde bu metot ve bu yöntem yatmaktadır. Batılılar bir şeyi icat edip bulan adamın ismini, o şeye veriyorlar. İşte bu sebepten dolayı batılılar, "Welcome to Ebu Hanife" (Ebu Hanife'ye Hoş Geldiniz) levhasını Batı dünyasının giriş portelinin en üst kısmına asabilirler.

 


[1] Serahsi, Mebsut, XVI 62

[2] Muhammed Hamidullah, İslam Hukuk Etüdleri, s. 22

[3] Bakara 2/ 219

[4] Elmalılı M. H. Yazır, Hak Dini Kuran Dili, II, 87-88

[5] Ahmet Hamdi Akseki, İslam Dini, Başnur Matbaası, Ankara–1972, s. 31–32.

[6] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslamiyye, I, 40.

[7] Editör: M.M. Şerif, İslam Düşüncesi Tarihi, (Hilmi Ziya Ülken, İslam Düşüncesinin Batıya Etkisi) IV, 148. 

 


*DEÜ İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi


 

emailrol.gif (21439 bytes)

arrow1b.gif (1866 bytes)

.