.

 

"GÜÇLÜ BİREY – GÜÇLÜ TOPLUM" ya da "GÜÇLÜ FERT ve GÜÇLÜ DEVLET" ANLAYIŞI

Prof. Dr. Osman Eskicioğlu*

   

Güçlü birey ve güçlü toplum ya da güçlü fert ve güçlü devlet derken bu deyimin ortaya çıktığı zaman ile ortam ve şartlar yani mekân önemlidir. Onun için bu ifadelerin ne zaman ortaya çıktığı, ne zamandan beri söylenmeye başlandığı ve ortaya çıktığı medeniyetin özelliği, ne amaçla söylendiği, ortam ve şartları araştırılıp bilinmesinde fayda vardır. Zira dil, bir insanın, bir toplumun ve hatta bir medeniyetin aynasıdır. Onun için insan açısından dilin ne kadar önemli bir araç olduğunu söylemeye ihtiyaç yoktur. Bir kişinin, bir milletin ve bir uygarlığın seciye ve karakterini, ahlak ve niyetini, duygu ve düşüncelerini ve hatta hareket ve davranış biçimlerini onların dillerinden rahatlıkla öğrenebiliriz. Onun için nasıl bir kişiyi yüzünden, görünüşünden ve elinden (parmak izinden) tanıyabiliyorsak, bir medeniyeti de sahip olduğu kelime ve terimlerinden yani dilinden tanıyabiliriz. Çünkü insanlar ihtiyaçlarına göre, sahip oldukları şart ve durumlara göre kelime ve terimler üretirler; bir takım tarif ve tasniflerde bulunurlar. O sebeple meseleye zamanımız açısından bakacak olursak tam bugünkü bu Rönesans medeniyetinin, insan fıtratına ters düşen bu sistem ve rejimlerin ruhlarını aksettiren, röntgenlerini ortaya koyan ve eksi yüklü olduklarını bize söyleyen birçok kelime deyim ve ifadeler buluruz. Bu medeniyetle beraber bir takım problemler ortaya çıktı. Daha doğrusu bireyin bazı doğal haklarını elinden aldığınız için veya toplumun yetkilerini kısıtladığınız için, bir takım çaresizlikler ortaya çıktı. Bireye olsun veya topluma olsun cahilce yapılan bu müdahaleler ve suni yapılanmalar yeni, yeni problemleri de beraberinde getirdi. Tabir caiz ise bir yapay etki bir yapayı; bir yanlış, başka bir yanlışı ve bir sapkınlık başka bir sapkınlığı doğurdu ve böylece insanlar çare ararken çaresizlikler zinciri, yanlış metotlar yüzünden hep birbirini takip edip gitti. 

Mesela "güçlü birey" derken tarihin hiçbir sayfasında bu deyimin bugünkü ifade ettiği bu anlamda böyle bir kelimeye rastlamak mümkün değildir, dersek aşırı gitmiş olmayız.   Çünkü burada bireyin içinde bulunduğu topluma veya yine vatandaşı bulunduğu devlete karşı zayıf ve aciz olan kişinin güç kazanması ve güçlü olması kastedilmektedir. Çünkü zamanın sahip olduğu bilim ve teknolojik imkânlar, basın yayın ve iletişimdeki kolaylıklar, topluma yön veren dinamiklere, bireyi kullanma, onu çağdaş köle yapma ve haklarını elinden alma, böylece onu zayıf ve güçsüz kılma imtiyazını vermiştir. Mesela bugün bireyin, kendisini savunma hakkı bile yoktur; sanki herkes mahkemede kendisini savunmak için bir avukat tutmak zorundadır, usul ve uygulama böyledir ve yine hiçbir kimse şahsen bir anayasa mahkemesine başvuramaz. Bu toplumun amipleşmesinin ve merkezileşmesinin kötü sonucundan başka bir şey değildir.

Bireyin zimmet hukukunu yani insanın insanlığına dayanarak verdiği sözü ile temellendirdiği, söz vermekle alacaklı veya borçlu olmasını elinden alanlar onun kişiliğini ve doğal kişiliğini küçülttüler ve daralttılar. Böylece sanki insanın insanlığının bir parçasını elinden koparıp aldılar. Bu yüzden hiçbir işçi emeğinin karşılığı olan ücretini kendi rızası ile kendisi belirleyemez. Onların kendi rızaları ile birey, birey vekâlet vermediği işçi patronları ve sendika ağaları vardır. Bu sözüm ona sendika başkanları, "toplu pazarlık" adı altında onların emeklerini bir mal gibi, bir eşya gibi kendi keyiflerince alırlar ve satarlar. Kölelik kalktı diyenlerin kulakları çınlasın; bu post modern veya çağdaş kölelik değil de nedir. Bu medeniyetin bir rezalet terimi olarak ortaya koyduğu, başka bir kelime de sözüm ona adına "tunç kanunu" denen şey, insanı yani işçileri bir mal ve eşya gibi arz-talep kanunlarına tabi tutan bir zihniyetin çarpık düşüncesinin sapık hükmünden başka bir şey değildir.

Bir örnek daha vermek gerekirse bugün bireyselleşme ve bireycilikten bahsedenlerin ve "daha çok birey" diyenlerin dayandıkları eserlerin çoğu "toplum" demektedir. Mesela 1723–1790 yılları arasında yaşamış olan Adam Smith, ekonominin temellerini atıp iktisadi büyüme ve mutlak üstünlük teorileri düşünceleri ile yazdığı "The Wealth of Nations" (Milletlerin ya da Devletlerin Zenginliği) adlı eserinde isminden de anlaşıldığı gibi sanki birey değil, millet ve devletin önemli olduğu imajını vermiştir. Doğayı tahrip edenlerin, yeşil barış derneklerinin kurulmasına sebep oldukları gibi ve kadını toplumda ezenlerin feminizm hareketinin doğup ortaya çıkmasına yol açtıkları gibi, geçen bu zaman içinde bireyi küçültenler, şimdilerde güçlü birey diye slogan atıyorlar.    

Azınlık ve azınlıklar ifadesi de böyledir. İslam terminolojisinde ve literatüründe böyle bir kelime ve ifadeye rastlamak asla mümkün değildir. Çünkü bu kelime de çoğunluğa karşıt olarak üretilmiştir. Zira bu kelime, çoğunluğun çokluğu karşısında ezilmişliğin ve yok olması lazım gelmişliğin, belki yine İslam toplumlarında hiç mi hiç bulunmayan; ne teoride ve ne de pratikte yer almayan "asimile" yani kendi içinde eritme politikalarına tabi tutulmuşluğun bir tasvirinden başka bir şey değildir. Çünkü azınlık diye, bir toplumun içinde düşünce, davranış ya da herhangi bir özellik yönünden ötekilerden ayrılan, sayıca az kişilerin oluşturduğu topluluğa denilmektedir. (Büyük Larousse) Başka bir deyişle azınlık, içinde bulundukları bir ülkede devletin hâkim milletinin yanında dil, din ve ırk bakımından farklı olan ve sayı bakımından az olan kişilerin meydana getirdiği bir toplumdur. (Misalli Büyük Türkçe Sözlük) Bugünkü yanlış anlayışlara göre çoğunluk azınlığı eritmeli, onu dilinden, dininden ve kültüründen etmeli, asimile edip bu dil, din ve kültürü yok olmalı; çoğunluğun dini, dili ve kültürü kalmalıdır. Hâlbuki bu düşünce İslam'la ve İslam'ın insan anlayışıyla taban tabana zıttır. Zaman, zaman orada burada duyduğumuz Osmanlı İmparatorluğu egemenliği altında bulunan ülkelerin dil ve kültüründe asimilasyona gitmemekle büyük bir yanlış yaptığı konusundaki ifadelerin bizzat kendisi, yanlış bir hükümden ibarettir. Hemen söyleyelim ve düzeltelim ki, Osmanlılar böyle yapmakla doğrusunu yapmışlardır. Çünkü insanların dili ve ırkları doğaldır, ilahidir. Din hususunda herkesin özgür ve serbest iradeleriyle kabul ettikleri bir dine ancak saygı duyulur. İslam'da dini konularda asla baskı yapılamaz. İnsan özgür ve serbest iradesiyle bir dine inanacak ve öylece ibadetini yapacak ki, öbür dünyada Allah'a hesap verebilsin veya kendisine hesap sorulabilsin. Cenab-ı Hak İslam dinini insanlara öğretmek ve anlatmakla görevlendirdiği elçisi Hz. Peygamber'e bile Ğaşiye Suresinin (88), 21 ve 22. ayetlerinde "Haydi öğüt ver; sen şimdi sırf bir öğütçüsün. Onların üzerinde bir zorba değilsin" buyurmuştur. Elmalılı da bu ayetleri şöyle yorumlamıştır: O halde hatırlat, yani hâlâ bakmıyorlar, bunlara bakıp düşünmüyorlarsa sen onlara vaaz ve öğüt vererek hatırlat, bakmalarının gereğini veya o bakışın neticelerini duyur ve bildir. Hatırlatma ile yetin de daha fazla zorlama, zorla düşündüreceğim diye uğraşma, çünkü sen ancak bir hatırlatıcısın. Sadece durumu onlara iletmeye ve hatırlatmaya memur bir nasihatçi, bir öğütçüsün. Üzerlerine bela olmuş bir zorba değilsin, zorla baktırıp düşündürecek, her istediğin şeyi yaptıracak, kalplerine hükmedip dilediğin gibi iman etmelerini sağlayacak değilsin. "Doğrusu sen sevdiğine hidayet veremezsin."(Kasas, 28/56).

 İşte insana insanca bakamayanlar, onu eşya seviyesine indirerek, kişilerin düşünce ve görüşleri, din ve inanışlarının kendisi kadar kutsal olduğunu unutarak, çay şekerinin çayın içinde eridiği gibi eritmek ve asimile etmek isteyebilirler. Ama bu bir insani muamele ve insana yakışan bir muamele değil, onu insanlıktan daha da uzaklaştıran bir zorbalıktır.   

Az önce yukarıda da söylediğimiz gibi, gerek bireysel alanda ve gerekse toplumsal alanda yapılan bir yanlış, başka bir yanlışı doğurdu, verilen bir zarar başka bir zararı daha doğurdu ve böylece rüzgâr ekenler poyraz biçtiler ve şimdilerde onlar ortaya çıkan kriz harmanlarını kaldırmaya uğraşıyorlar. Ekonomi tarlasına faiz ekenlerin ve yanlış vergi tahsil edenlerin işte böyle kriz ekinleri biçmeleri şaşılacak bir şey değildir. Mesela grev ve lokavt gibi kelimelerin uygulanması da işçi ve işveren taraflarının karşılıklı olarak birbirilerinin iradelerini yok etmeye çalışmalarından başka bir şey değildir. Bunlar sanki "iyilikte yarışarak ileri gitme" (Fatır 35/ 32) esasını tersinden tutarak, çıkar paralelliği ile "kazan, kazan" deyimiyle her iki tarafın da kazanıp karlı olacağı yerde bunlar, çıkar çatışması ve menfaat kavgasının yolunu tutmuş oldular.

Bizim yazılarımızı takip edip okuyanlar birey-toplum ve fert-devlet konusunda benim bisikleti örnek verdiğimi bilirler. Birey topluma, toplum da bireye bağlı olduğu için, bisikletin ön tekerinin çalışması arka tekerin çalışmasına; arka tekerin de çalışması ön ekerin çalışmasına bağlı olduğu gibi, birey ile toplum hep birbirine bağlıdır. Onun için bireysiz toplum ya da toplumsuz birey düşünülemez. Fakat bunların birisi küçük diğeri kocaman, birisi zayıf diğeri ise güçlü kuvvetli değildir. Bizim anlayışımıza göre bunlar aynı değerde olup sanki birey bir farz-ı aynı terk ettiği zaman nasıl günahkâr oluyorsa bir toplum da bir farz-ı kifayeyi terk ettiği zaman aynı derecede günahkâr olur. Öyleyse birey-toplum dengesi vardır ve bunlar matematikte bir çarpım işleminde çarpan sayı ile çarpılan sayının fonksiyonel yönü itibariyle eşit olduklarından, mesela 2 X 9 = 18 işleminde 2 ile 9 rakamları aynı güce sahip olup bu bakımdan eşittirler. İşte birey ile toplum ve fert ile devlet de böyledir. Bunlar biri diğerine tercih edilmediği gibi, biri diğerini yok etmez; tam tersine biri diğeri ile var olur ve değer kazanır. Çünkü işlemdeki 2 rakamı yok olduğu yani sıfır olduğu zaman 9 da yok olur. Aynı şey, 9 rakamı için de söz konusudur. Bunun için Kuranda "Kim bir kişiyi öldürürse bütün insanları öldürmüş gibidir." (Maide 5/ 32) buyrulmuştur.

İşte bu sebeptendir ki, Mekke'de bireyi (ve bireyleri) bulan Hz. Peygamber, toplumu inşa edemediği için toplumsuz bireylerin bir değer ifade etmeyeceğini, bisikletin sadece bir tekerle yürümeyeceğini bildiği için, yani Mekke'de bir toplum oluşup kendi yolunda hayatını devam ettirmediği için,  Medine'ye hicret etmek zorunda kalmıştır. İşte meseleye bu açıdan baktığımız zaman Medine'ye yapılmış olan hicretin siyasi açıdan anlamı ve hedefinin şu ayetle ifade edilmiş olduğunu görüyoruz: "ve şöyle de: Rabbim! Gireceğim yere doğrulukla girmemi sağla; çıkacağım yerden de beni doğrulukla çıkar ve tarafından bana hakkıyla yardım edici bir kuvvet ver " (el-İsra 17/ 80)

Kaynaklar, bu ayetin Mekke'den Medine'ye hicret edilmesi hakkında geldiğini ve ona işaret ettiğini açıklıyorlar. (Bak Celaleyn, Razi, İbn Kesir) Ancak bundan birkaç ayet önceki 76. ayette (Ey Muhammed!) Yakında seni yurdundan çıkarmak için, muhakkak ki rahatsız edecekler ve o takdirde onlar da senin ardından pek az kalacaklardır."buyrulmuştur. Aynı zamanda burada da Hz. Peygamberin hicret etmek zorunda kalacağından söz edilmektedir. Bu ayet her ne kadar indirildiği zaman bir tehdit unsuru olarak görülmüş ise de aslında o gelecekteki bir olaydan yani gaipten haber veriyordu. Nitekim 10 yıl sonra ayetin dediği gerçekleşmiştir. Bu surenin gelmesinden 1 yıl kadar sonra Mekkeli müşrikler Hz. Peygamber'i yurdundan ayrılmaya zorlamışlardır. Fakat O, bundan 8 yıl kadar sonra Mekke'ye bir fatih olarak gelip girdi. Mekke'nin fethinden 2 yıl kadar sonra da bütün Arabistan müşriklerden temizlenmiş oldu. Bundan sonra Mekke halkı orada müşrik olarak değil, müslüman olarak kalmış oldular. (Mevdudi, Tefhim, III, 127).

 Ayette Mekkeli müşriklerin Hz. Peygamberi ve Müslümanları Mekke'den çıkarmak için onları tedirgin ediyor olduklarını söylemekle hicrete, senden sonra onlar da az kalacaklar diyerek gelecekten haber vermesi de Kureyşli müşrik liderlerin iki yıl sonra Bedir savaşında öldürülmelerine işaret edilmiştir. (M. Esed, K. Mesajı, II, 575).  Bu iki ayet Mekke'den Medine'ye yapılan hicreti anlatmakla beraber; ayrıca ayetin şu kısmında "Rabbim, beni (girdirilecek yere) doğru bir girdiriliş ile girdir" ve "(çıkarılacak yerden)doğru bir çıkarılışla çıkar" ve hem de "katından bana yardımcı bir güç ver" buyrulması, konumuz açısından bize ilham kaynağı olmuştur. 

Rağıb'ın Müfredat'ında ve M. Asım Efendi'nin Kamus'unda ifade edildiği üzere "sıdk" kelimesi vakıaya uygun olan sözler için kullanılmakla beraber aynı zamanda insanların fiilleri için de kullanılır. Araplar, kişi savaşın hakkını tam olarak yerine getirdiği ve yapılması gerekeni yaptığı zaman "sadeka fi'l kıtali" yani savaşta sadık davrandı; yapılması lazım geleni yaptı; vakıa ile uyum sağladı demek olur. Nitekim ayette de "Müminlerden öyle erler vardır ki, Allah'a verdikleri sözü yerine getirdiler. (sadakat gösterdiler)" (Ahzab 33/ 23) buyrulmuştur. Yani ortaya koydukları eylemleriyle taahhütlerini yerine getirdiler, demek olur. Bu ayetler gösteriyor ki, insanın fiili ile vakıa ve çevre arasında bir ilgi ve uyum bulunmalıdır. Müminin içi dışı bir olduğu gibi, fiilleri de çevre ile uyum içinde olacaktır. Ayrıca afak ile enfüs; iç ile dış; birey ile toplum; fert ile devlet; yer ile gök; bitki örtüsü ile bulunduğu yer arasında da bir uyum ve ahenk vardır. Zaten bu düşünce toplumun bir uzviyet ve organizma mahiyetinde olduğunu göstermektedir. Onun için birey ile toplum ve fert ile devlet arasında doku uyuşmazlığı diye bir şeye asla mahal yoktur. Uyum esastır; ancak bir yerde dinini yaşama imkânı bulamayan bir adamın oradan göç etmesi gerektiği, "Allah'ın yeryüzü geniş değil miydi, yeryüzünde başka bir yere göç etseydiniz ya!" (Nisa 4/ 97) ayetinden anlaşılmaktadır. Biz birey ile toplum ve fert ile devlet birlikteliği ve bütünlüğünü, bireyin hareket ve davranışlarıyla devletin fiilleri, kanun ve kural koyması arasındaki ahengi düşünürken termometre ile çevre ısısı arasındaki uyum aklımıza gelmektedir. Yalnız burada termometrenin ısıya tabi olacağı gibi, bireyin topluma, ferdin de devlete uyacağı asla kabul edilmemelidir. Fert, mecbur olmadıkça, darda, zorda ve zarurette kalmadıkça toplumun ve devletin yanılgı ve yanlışlarına, gaflet ve dalaletine uymaz, onun günahlarına ortak olmaz.      

Ayetin sonunda mensur ve muzaffer kılacak, yardım edici bir sultan ve gücün Allah'tan istenmesi öğretilmektedir. Çünkü bütün güç ve kuvvetin sahibi Allah'tır; fakat zalimler bunu bilemezler. (Bakara 2/ 165) Yine Kuran ifadesiyle "Allah'ın dilediği olur ve güç-kuvvet ancak Allah ile olur, demek gerekiyor." (Kehf 18/ 39). Şu halde biz birey ile toplumun gücünü ve onların güçlü olmasını önce Allah'a imanda, sonra O'nun eşyaya koyduğu kanun ve kurallarda, nizam ve düzende arayıp bulmamız gerekiyor. 

           Mevdudi de bu ayetin yorumunda şunları söyler: Yani "Bu bozulmuş dünyayı ıslah edebilmem için ya bana bir yetki ve güç ver, ya da devletlerden birini benim yardımcım kıl." Çünkü zulmü ve sapkınlığı ortadan kaldırmak, günahkârlığı kontrol etmek ve adaleti gerçekleştirmek için güç ve kuvvete ihtiyaç vardır.

Hasan Basri ve Katade bu ayeti böyle tefsir etmişlerdir. Büyük müfessirlerden İbn Cerir ve İbn Kesir de bu görüştedir. Bu görüş Hz. Peygamberin bir hadisi ile de desteklenmektedir. "Allah Kuran ile yok edilemeyen kötülükleri sultan (güç) ile yok eder." Bu İslam'a göre ıslah edici siyasi gücün gerektiğinin bir delilidir. Çünkü sadece uyarı ve tebliğ ıslah için yeterli değildir. Bunun yanı sıra Allah kendi dininin ikame edilmesi ve kanununun uygulanması için peygamberine bizzat bu duayı öğrettiğine göre, güç sahibi olmayı istemek sadece helal değil, aynı zamanda övülen bir harekettir ve bunun dünyevi bir istek olduğunu söyleyenler büyük bir yanılgı içindedirler. Gerçekte asıl dünyevi olan şey, kişinin kendi çıkarı için güç kazanmayı isteyip arzulamasıdır. Bunun tersine Allah yolunda O'nun rızası için güç kazanmayı istemek dünyaya tapmak demek değil, bilakis Allah'a ibadet etmek demektir. Şayet cihad için kılıç talep etmek yanlış değilse, ilahi hükümler için güç talep etmek de yanlış değildir. (Mevdudi, Tefhim, III, 131).

Burada toplum ve toplumlar arası ilişkiler başka bir ifade ile devlet ve devletlerarası ilişkiler ya da devletler hukuku hakkında söz ederken Hz. Peygamberin Risalet alanı itibariyle diğer peygamberlerden farklı bir konuma sahip olduğunu söylemeliyiz. Diğer peygamberler milli ve yöresel iken Hz. Peygamber beynelmilel ve küresel olup O, tüm insanlığa görevli olarak gelmişti. (Araf 7/ 158) Zeki Mesud Alsan "Yeni Devletler Hukuku" adlı eserinde (s.17) "Eski zamanlarda devletler birbirinden uzak yaşıyorlardı. Yan yana yaşayanlar da bir mücadele içinde bulunuyorlar ve biri diğerini yenerek onun yerine geçinceye kadar çarpışıyorlardı", diyor. Bu tespit bizce de doğrudur; zira uluslar arası ilişkiler hakkında insanların nasıl davranacakları hakkında kendilerine peygamberleri tarafından bir bilgi verilmemişti. Çünkü onlara hayatı öğretip anlatan, vakti gelince de onlara yol gösterip gelişmelerini sağlayan peygamberleri hep milli ve yöresel idi.  Yine hemen ifade etmeliyiz ki, tarih içinde meydana gelmiş tüm değişme ve gelişmeler, aşama ve merhaleler, insanlara yol göstermeler hep peygamberler tarafından gerçekleştirilmiştir. O nedenle Hz. Peygamber'e gelinceye kadar insanlar, henüz aile ve devlet aşaması çağında olup uluslar arası ilişkiler merhalesine daha gelememişlerdi. İnsanların devletlerarası veya milletler seviyesinde bir birlikteliği ya da uluslararası ilişkileri kurup yapabilmeleri için ve bunun bir hukuk çerçevesi dâhilinde olması için, evrensel bir peygamberin öğretilerine ihtiyaç vardır. İşte Hz. Peygamber bu sıfatla Allah'ın elçisi olarak gelirken onun öğretilerine dayanan İslam âlimleri bu ilişkileri düzenleyen eserler de yazdılar. İlk defa bu konuda bir hukuk kitabı yazan, İmam Ebu Hanife'nin öğrencilerinden İmam Muhammed eş-Şeybani'dir. 132–189 / 749–805 tarihleri arasında yaşamış olan bu değerli bilgin hakkında Ahmet Yaman, onun es-Siyer-ul Kebir adlı eserinin (İslam Devlet Hukuku) adıyla yapılmış tercümesine alınan yazısında "devletler hukuku tarihinde en başta gelen müellif, İmam Muhammed b. Hasen eş-Şeybani'dir. Ebu Hanife'nin fıkıh muhitinde yetişen bu büyük hukukçunun kaleminden çıkan "es-Siyer-ul Kebir", gerek muhteva ve gerekse konuları ele alış biçimi açısından temel kaynağımız durumundadır. O'nun uluslararası ilişkiler alanındaki önderliğini ve uzmanlığını takdir eden batılı hukukçular, Almanya'nın Götingen kentinde "Şeybani Devletler Hukuku Enstitüsü"nü kurarak O'nun konuyla ilgili görüş ve çalışmalarını tanıtmaya amaçlamışlardır," demektedir.   

Devletler hukukunun tarihçesi: Avrupa ülkelerinde, Devletler Hukuku, günümüzdeki hüviyetini ancak 19. yüzyıl ortalarından itibaren almaya başlamıştır. Hâlbuki günümüzde yeni, yeni söz konusu olan Devletler Hukuku problemlerine görüldüğü gibi zamanımızdan bin sene önce İslam âlimleri kaideler koyarak çözümler getirmişlerdir. Devletler Hukukuna ait meseleler, çeşitli fıkıh ve siyer kitaplarında en teferruatlı şekilde ortaya konmuştur. Çeşitli kaynaklardaki bu bilgileri, Büyük İslam âlimi Serahsi de (miladi 1009–1090) İ. Muhammed'in Siyer-i Kebir'ine yaptığı Şerhte toplamıştır. Cafer-i Tayyar'ın Habeşistan'da Necaşi'nin huzurunda söylediği sözler de Devletler Hususi Hukukunun temelini teşkil eder diyebiliriz.

Hz. Âdem'den başlayıp Hz. Muhammed'e kadar uzanan ve Hz. Muhammed'den de bugüne kadar gelen yeryüzündeki insanlık ırmağı yokuş-iniş, dönemeç ve düz yol derken meyve toplama, hayvanları avlama, hayvanları ehlileştirip gütme, bir toprağa yerleşip tarım yapma, pazar, ticaret ve sanayi dönemlerini geçirerek zamanımıza kadar gelmiştir. İnsanoğlunun bu tarih haritasına baktığımız zaman bazen gece, bazen gündüz olmuş; bazen adalet, bazen de zulüm olmuş; birey yükselmiş, toplum çökmüş; fert ezilmiş devlet güçlenmiştir. İman yükselmiş, küfür çökmüş; küfür güçlenmiş iman zaafa düşmüştür. Bunların hepsi doğaldır; azimet ile ruhsatı, normal ile anormali bilenler, çocuk zayıf, genç kuvvetli demezler; gece karanlık, gündüz aydınlık demezler. Kuvvet hayvana, kanun ve kural ise insana gerek diyerek, hukuk peşinde hukuki olma yolunda koşarlar. Yoksa bugün İsrail'in Filistin'de yaptığı gibi ben insanım ama hayvani yönümde vardır, onun için hayvan gibi kuvvete başvururum, kadın kız, çoluk çocuk demem hep vururum diyerek, hayvanca muamele yapanlar, tam bu Rönesans medeniyetinin laboratuar medeniyeti, hayvan, eşya, cansızlar yani taş toprak merkezli bir medeniyet olduğunun örneklerini veriyorlar. Onun için hak hukuk peşinde koşanlar ise bireyi tanırlar, toplumu tanırlar, aradaki dengeyi koruyarak, her ikisini tutarlar, haklarını ve vazifelerini koyarlar. Fakat bu medeniyet, insanlığı batıran bu batı medeniyeti, gece medeniyeti olduğu için insanların gözü görmüyor, gerçeği kavrayamıyor. Din dışı olduğu için de birey ve toplum, fert ve devlet hakkında bilgisiz kalıyor; eşyanın tabiatına ters düşüyor, huzursuz oluyor, kendisini ve toplumunu güçsüz ve zayıf buluyor. Artık insan hukukun, hakkın ve doğrunun peşinde değil, insan olmanın ve insanlığın peşinde değil, gücün, kuvvetin, güçlü olmanın ve kuvvet bulmanın arkasından koşturuyor da koşturuyor. Böylece bunlar, bu sanayi döneminin yani hammaddelerin değişikliğe uğratılması ve kullanılması yoluyla maddi servetler üretilmesi ile meşgul olan bir devrin, ruha değil sadece bedene bakan, histen ve duygudan uzak kalarak, iyi-kötü ve güzel-çirkin kriterlerini bırakan, maddileşmiş bir insan, başka bir ifade ile sadece beden dediği için hayvan seviyesine inmiş bir birey ve toplum örneğini temsil ediyorlar. Hayır, hayır! İnsan bu değil, birey ve toplum bu değil; fert ve devlet denilen şey aslında bu ve böyle asla değildir. Allah'ın kendisine insan olma şerefini bahşettiği, yaratıkların en değerlisi, ruh ve beden dengesiyle en güzel kıvama sahip olan, bu yeryüzünde Rabbi'nin halifesi olan birey, fikir, his irade ve ünsiyet gibi melekelerle donatılmıştır. His iyiyi kötüden, fikir doğruyu yanlıştan, irade faydalıyı zararlıdan, ünsiyet ise adaleti zulümden ayırır.   İyi, doğru, faydalı ve adil olan 'hak'tır. Kötü, yanlış, zararlı ve zulüm olan ise 'batıl'dır. Hisler ne yapılacağına karar verir, yani iyiliğin ne olduğunu belirler. Fikirler nasıl yapılacağına karar verir, yani doğruyu bulur.  İrade ne zaman yapılacağına karar verir, yani faydalıyı yapar. Ünsiyet ise nasıl paylaşılacağına karar verir, yani adil bölüşüm yapar. İşte yeryüzünde mevcut olan hak ile batıl mücadelesinde bütün bu özellik ve güzelliklerini tam kapasite ile çalıştırarak faaliyet gösteren kişiye biz güçlü birey diyoruz.

Ancak böyle bir birey kendi başına olursa yarım olur; bir de onu tamamlayan mensup olduğu bir toplum olması lazımdır. Toplum denilen şey de yine böyle bir bireylerden oluştuğuna göre saydığımız bu dört hassanın orada kurumlaşarak ortaya çıkması gerekir. Çünkü bireyde ruh ve beden olarak görülen zemin, toplumda ulus ve ülke olarak kendisini gösterir. Böylece toplumda meydana gelmiş olan dini, ilmi, iktisadi ve idari (siyasi) kurumlar toplumu meydana getiren unsurlar olup bireyin melekelerinin toplumdaki uzantılarıdır. Eğer bir toplumda bu dört unsur ve kurum kendi aralarında dengeli olup tam kapasite ile çalışırsa işte o toplum güçlü toplum sayılır. Biz bu meseleye psikolojik ve sosyolojik açıdan bakarak şöyle de diyebiliriz. Psikolojinin konusu insan, sosyolojinin konusu ise toplumdur. İnsanı meydan getiren unsurlar ile yeteneklerini ve toplumu teşkil eden unsurlar ile sosyal kurumları böylece anlatmış bulunuyoruz. İnsan ruh ve bedenden meydana gelir. Ruhi yapısı manevi, bedeni yapısı ise onun maddi yönünü oluşturur. İnsanların "his ve inanma", "düşünce", "irade" ve "ünsiyet" gibi yetenekleri vardır; insan önce hisseder ve bu hislerini düşünmeye başlar. Düşüncelerini oluşturarak bir karara varır ve iradesini kullanır. İradesini kullanırken diğer insanları, yani içinde yaşadığı toplumu hesaba katar. Böylece psikolojide insanın bu dört yeteneğinden bahsedilmiş olur.

Diğer taraftan insanın bedenini toplumda ülke, ruhunu ise ulus karşılar. İnsanın bu yetenekleri toplumda sosyal kurumları oluşturur ve bu kurumlar da toplumsal yapıyı meydana getirirler. Yukarıda da söylediğimiz gibi sosyolojide bu kurumlar "din", "ilim", "iktisat" ve "siyaset" olarak incelenir. (Bak S. Akdemir, Sosyal Denge, s. 38–39)

Bugün güçlü birey-güçlü toplum ya da güçlü fert ve güçlü devlet unvanına sahip olabilmek için bu anlattıklarımız çerçevesinde yeniden yapılanmak gerekir. Yoksa azlık çokluk bir şey ifade etmez; sadece bilim ve teknolojiye dayanarak veya silah gücüne dayanarak insanlara zulmetmek İsrail'in Filistinlilere yaptığını yapmak insanlık dışı bir olaydır ve zulümdür. Bu konuda da ben şahsen Müslümanları kusurlu ve suçlu bulurum. Düşman düşmanlığını yapacak ve seni yok etmeye çalışacaktır. Ama müslümanlar müslümanca olmazlarsa ve Allah'ın Kuran yolundan uzaklaşırlarsa işte böyle bir avuç Yahudi'nin maskarası olurlar. Kendi Peygamberlerini temsil edemeyen bir ümmetin sonucu işte budur. Hz. Peygamber zamanında Medine ve çevresinde yaşayan Yahudiler verdikleri sözlerinde durmayıp anlaşmaları bozmaları ve ihanet etmeleri sebebiyle Beni Kaynuka, Beni Nadir, Beni Kurayza, Hayber ve Fedek Yahudileri karşılarında Muhammedi toplum ve devleti görünce ya yurtlarını terk edip defolup gittiler, ya kılıçtan geçirildiler ya da anlaşma yaparak ellerindeki arazi ve gelirleri Müslümanlarla paylaşmak zorunda kaldılar. (Büyük İslam Tarihi, I, 415–423).

 İsrail devletinin kurucularından ve ilk başbakanı olan David Ben Gurion'un konuyla ilgili olan bir sözünü burada anlatmak yerinde olacaktır. 1948 yılında devlet kurulup koltuğuna oturduğu zaman Ben Gurion'a ziyarete gelenlerden birisi şöyle diyor: Müslümanların kitabı Kuranda Yahudiler devlet kuramayacaklar diye yazılı imiş ne dersiniz? Siz bana o Kuran Müslümanlarını getirin o zaman onlarla bu konuyu görüşürüz cevabını vermiş. Şu halde İslam karşıtı bir kimse bile Müslümanların Kuran müslümanı olmaktan uzak olduklarını keşfetmiş ve her halde müslümanlar öyle olsaydı biz bu devleti kuramazdık, demek istemiş olabilir.  

Azlık çokluk bir şey ifade etmez dedik; çünkü Kuran-ı Kerim'de Cenab-ı Hak, "Nice az bir topluluk Allah'ın izniyle sayıca çok bir topluluğu yenmiştir" (Bakara 2/ 249) buyuruyor. Başka bir yerde de "Ey Peygamber! Müminleri savaşa teşvik et. Eğer sizden sabırlı yirmi kişi bulunursa, iki yüze (kâfire) galip gelirler. Eğer sizden yüz kişi olursa, kâfir olanlardan bin kişiye galip gelirler. Çünkü onlar anlamayan bir topluluktur." Enfal 8/ 65) buyrulmuştur.

Müslümanlar için düşmanlarına karşı bir savaşı kazanmak gibi mevzi ve küçük çaplı bir olay değil, Allah, iman eden ve amel-i salih işleyen bir topluma küre-i arzı vaat ediyor. "Allah, sizlerden iman edip iyi davranışlarda bulunanlara, kendilerinden öncekileri sahip ve hâkim kıldığı gibi, kendilerini de yeryüzüne sahip ve hâkim kılacağını, onlar için beğenip seçtiği dini (İslâm'ı) onların iyiliğine yerleştirip koruyacağını ve geçirdikleri korku döneminden sonra, bunun yerine onlara güven sağlayacağını vaat etti. Çünkü onlar bana kulluk ederler. Hiçbir şeyi bana eş tutmazlar. Artık bundan sonra kim inkâr ederse, işte bunlar asıl büyük günahkârlardır." (Nur 24/ 55). Yine Kuran'da Enbiya Suresindeki konuyla ilgili bir ayet daha gözümüze çarpmaktadır: "And olsun Zikir'den ( Tevrat veya levh-i mahfuz'dan) sonra Zebur'da da "yeryüzüne ancak iyi kullarım varis olacaktır" diye yazmıştık. (Enbiya 21/ 105). Bugün Filistin'i bile savunma konusunda aciz ve zillet içinde bulunan İslam âlemi ve müslümanlar, bir gün Allah'ın salih kulları, iyi kulları haline gelirlerse yerküreyi hükmeden varisler olabilirler.    

 Bu ayetler de açıkça gösteriyor ki, bütün mesele iyi insan iyi toplum, imanlı birey ve imanlı toplum olma meselesidir; Allah'a kul olarak O'nun kanunlarını uygulayarak yine Allah'tan güç ve kuvvet alma meselesidir. Karada, havada ve denizde, siyaset, ticaret ve iktisatta, aile ve toplumda, kâinatta ve yeryüzünde, insan, hayvan bitki ve cansızlar âleminde her zaman ve her yerde hep Allah'ın kanunları yürürlüktedir. "Eğer yer ve gökte Allah'tan başka tanrılar olsaydı, yer ile gök (bunların nizam ve dengesi) bozulurdu." (Enbiya 21/ 22). Allah merkezli bir kâinat ve Allah merkezli bir dünya var diyenler, varlık âlemindeki bu tevhidi ve birlikteliği yeniden keşfederek, biz sadece Allah'ın koyduğu kanunları çalıştırır ve Allah'a kulluktan başka bir şey bilmeyiz dedikleri gün, bu aciz ve zilletten kurtulur ve yeryüzünün en şerefli ve en güçlü toplumu haline gelmiş olurlar.      

Makalemizin tümüne şöyle bir bakıldığında yeryüzünde bir dengeler dünyasının bulunduğunu dile getirme çabalarının sarf edildiği açıkça görülür. Bu gün bana dünyada bu dengeleri kurmuş bir tek İslam devleti diye bir devlet gösterebilir misiniz? Bireysel iman toplumsal imanla eşleşip bütünleşmedikçe ve bunlar her ikisiyle birlikte sosyal, siyasal, hukuki ve iktisadi alanlarda bir fonksiyon icra etmedikçe güçlü birey ve güçlü toplumdan bahsedilemez. Kuran-ı Kerimde 79 yerde iman toplumuna hitap ederek "Ey iman edenler!" buyrulmaktadır. Ancak bu ayetlerin hiçbirisi Mekke'de değil, hepsi tümü de Medine'de nazil olmuştur. Çünkü müslümanlar Mekke'de bireysel imana sahip iken, onlar birey, birey mümin iken maalesef onların toplumsal olaylarını yönlendirip yönetecek bir merkezleri ve devletleri yoktu. İşte Hz. Peygamber ile arkadaşlarının Mekke'den Medine'ye hicret etmelerinin sebebi, Medine'de Allah'ın "Ey iman etmiş olan toplum!" hitabına nail olmuş şerefli bir toplum olarak, toplum hayatının tüm alanlarında mensubu oldukları İslam'ın iman amel ve ahlak yönlerinin tam kapasite ile çalışmasını sağlamaktır. Yoksa çeyrek, yarı ya da üççeyrek müslüman olan bir toplum güçlü bir toplum olmayacağı gibi, meydanlarda, sokaklarında ve caddelerinde mitingler yaptırılarak "kahrolsun şeriat!" diye avaz, avaz bağıranların seslerinin yeri göğü inlettiği bir ülke iman toplumu olamaz.     

 İzafiyet ve bileşke kanunlarının yürürlükte olduğu bu dünyada olaylardaki diğer bileşenleri ıskarta sayarak fail-i hakiki kendisi imiş gibi gösterip toplumdaki sebepler zincirini hiç kabul edip, kendisi de halkalardan bir halka olduğu halde cahilce "ben ettim, ben yaptım, ben kazandım, ülkeyi ben kurtardım veya o kurtardı" demenin yanlışlığını biz Kurandan, ayetlerden anlıyoruz. Mesela Karun'un zenginliği hep kendisi sayesinde mi oldu yoksa onu o kadar çok zengin eden Allah yani Allah'ın koyduğu sebep ve şartlar kanun ve kurallar, sebepler zinciri yani toplum muydu? Ayette anahtarlarını bile taşımanın güçlü kuvvetli bir topluluğa ağır geldiği hazineleri ona biz verdik buyrulmaktadır. (Kasas 28/ 76). Hâlbuki Karun bu kadar mal ve paraya ben sahip olduğum ilim sayesinde elde ettim, demektedir. (Kasas 28/ 78). İşte toplumu tanımayan, toplumdaki sebep ve sebepler zincirini bilmeyen, hele, hele ilk sebebin, gücü sonsuz, mutlak kudret sahibi tek varlık, kadir Allah olduğunu düşünemeyen cahiller veya münafıklar, Ad kavmi misali "bizden daha güçlü kim var dediler"(Fussılet 41/ 15). Hud aleyhisselamın gönderildiği Ad kavmi tarihteki Akad'lardır. M.Ö. 2400–2350 yıllarında Sümerler düşüşe geçerken Akadlar da yükselişe geçmiştir. Sümerler sonrasında Mezopotamya'nın lideri konumuna gelen Akadlar, Mezopotamya'daki medeni gelişimin öncüsü olmuş, yine Sami kökenli Asur ve Babil halklarına da öncülük etmiş, Sümerlerden farklı olarak kent krallıklarından ziyade ''Evren'' veya ''Dünya'' krallığı kavramını Mezopotamya'ya getirmiştir. Bölgenin merkezi bir idare eline geçmesi de ilk kez Akadlar döneminde olmuştur. Bu sebeple kibire kapılan ve zafer anıtları yapan Akadlar "bizden daha güçlü kim vardır, dediler". Allah da onlara, onlar bilmiyorlar mı, onları yaratan Allah'tır, Allah onlardan daha güçlüdür, onlar Allah'ın ayetlerini (kanun ve kurallarını) yalanladırlar, diye cevap veriyor. (Fussılet 41/ 15).

Tarih tekerrürden ibaret, sadece geçmişteki toplumlarda değil, Hz. Peygamberin toplumunda bile var olan münafıklar, biz daha güçlüyüz, zayıf olanları ülkeden çıkarıp atacağız dediler: "Onlar –And olsun Medine'ye bir dönecek olursak, gücü ve onuru çok olan, düşkün ve zayıf olanı elbette oradan sürüp çıkaracaktır.- diyorlar. Hâlbuki izzet (güç, onur ve üstünlük) Allah'ın, O'nun Resulünün ve müminlerindir. Ancak münafıklar bilmiyorlar" (Münafikun 63/ 8).

Abdullah b. Übey, bunu H. 5. yılda Beni Mustalik kabilesi'ne karşı yürütülen bir harekât sırasında söylemiştir. Zeyd b. Erkam da gelip Hz. Peygambere o böyle söyledi diye haber verdiği zaman İbn Übey yemin ederek yalanladı. Böylece Ensarın ileri gelenleri ve İbn Erkam'ın amcaları onu azarladılar. Hatta Hz Peygamber'in bile Abdullah b. Übey'in doğru, İbn Erkam'ın ise yalan söylediği kanaatinde olduğu imajı oradakilerin kafasında belirdi. İbn Erkam, bu benim hayatım için en üzücü bir olaydı, dedi. Ancak bu ayet nazil olunca Hz. Peygamber beni çağırıp kulağımdan tuttu ve "Bu oğlanın kulağı sadıktı, Allah da onu tasdik etti, dedi. (Mevdudi, Tefhim, VI, 332).   

 Kuvvet, hakiki galibiyet, haysiyet Allah'ın ve O'nun aziz kıldığı kimselerindir ki, onlar da Allah'ın Resulü ve halis müminlerdir. Münafıkların izzetleri yoktur. İzzetleri olsaydı, nifaka yalancılığa tenezzül etmezler, dünya hayatı için sonunda Hakk'ın huzurunda yüzlerini kara çıkartacak olan o ahlâksızlıkları, alçaklıkları işlemezlerdi. Binaenaleyh ezell, yani zayıf ve düşkün kendileridir. Velâkin münafıklar bilmezler. İzzet nedir? Zillet nedir? Eazz ve ezell kimdir? Bilmezler de öyle saçmalarlar.

 Rağıb da izzeti şöyle tarif etmiştir: "İnsanın mağlup edilmesine mani olan durumdur. Bu ayette yer alan izzetin kuvvet ve galebe manasına tefsiri de yaygındır. Mamafih mağlubiyete mani olan hal manası da kastedilebilir. Çünkü Allah'ta Resulü'nde ve müminlerde bu tarz bir mana layıkıyla sabittir. Görülüyor ki bu ayette müminler, yani nifak izlerinden uzak olan halis müminler izzet şerefiyle üstün kılınmışlardır. Çünkü halis mümin, fani şeylere karşı zayıf olmaz. Allah'tan başkasına secde etmez. Bundan dolayı; dinin emrettiği şeylere uygun harekette bulunan bir kadın pejmürde bir halde idi, ona denildi ki: "Sen İslâm üzere değil misin? İşte o, izzettir ki, beraberinde zillet yoktur ve o servettir ki, beraberinde fakirlik yoktur." (Bak. Elmalılı)

 Yüzyıllar merdiven basamakları gibi birbiri üzerine otururlar. Bilim de zaten insanlığın ortak malıdır. Buna rağmen bugün bilim ve teknoloji ile üstünlük sağlayıp medeniyetin merkezinde olanlar, İslam dünyası ve müslümanları zayıf, zelil ve güçsüz duruma düşürerek ellerinden gelen her türlü melaneti işleyebilirler. Bu sebeple de müslümanlar bu ezilmiş ve horlanmış duyguları içersinde psikolojileri bozulmuş ve gelecekten ümitlerini kesmiş olabilirler ve öyle görülebilir. Ancak şu bilinmelidir ki, müslümanların ellerinde bulunan eşsiz kitap Kuranı Kerim onlara dün nasıl ışık tutmuş ve o sayede İslam medeniyeti ortaya çıkarak ilim ve araştırmada tüme varım metodu sayesinde bugünkü batının temelleri atılmışsa yine Kuran, müslümanlara yepyeni bir medeniyetin, din + bilim = düşünce ve hayat formülü ile özetlenen bir uygarlığın yeniden kurulmasına yol gösterecektir. İşte o zaman müslümanlar, bu ezilmiş ve horlanmışlıktan sonra tarihteki izzetli ve şerefli yerlerine yeniden kavuşmuş olacaklardır.

Batı kaynaklı eserlerde ilmi düşüncede deney ve gözlemin önemini vurgulayan ilk kişi olarak tanıtılan Françis Bacon(1561–1626), gerçekte İbnü'l-Heysem, İbni Sina ve Birunilerin yolunu izleyen ve onların ilmi metodolojisini Batı dünyasına tanıtan ve aktaran kimsedir. Bu açıdan deney metodu, Batının değil Müslümanların keşfidir. Müslüman âlimler teori ve matematik ağırlıklı eski dedüktif (tümdengelim) metoda, indüktif (tümevarım) metodu da katarak ilimde yepyeni bir anlayışın doğmasına ve yüzlerce keşfin yapılmasına yol açmışlardır. Bu konuda Hilmi Ziya Ülken, "Müslüman Doğunun Batıya hediye ettiği en büyük nimet, bilimsel ya da tümevarımcı araştırma metodudur", diyor. Aslında tümevarım metodunu ilk bulan ve Kurandan hüküm çıkarırken uygulayan İmam Ebu Hanife'dir. İşte bugünkü batı medeniyetinin fen bilimleri alanının temelinde bu metot ve yöntem yatmaktadır. Batılılar bir şeyi icat edip bulan adamın ismini, o şeye veriyorlar. Bu sebepten dolayı batılılar, "Welcom to Ebu Hanife" (Ebu Hanife'ye Hoş Geldiniz" levhasını batı dünyasının giriş portelinin üst kısmına asabilirler.

Bu makaleyi sona erdirirken şunları söylemek mümkündür. Topluluğu meydana getiren fertlerden her bir kimseye birey denir. Bu bireylerden oluşan, aynı yerde beraber yaşayan ve aralarında velayet bağı bulunan birliğe de toplum denir. İslam' da toplum anlayışı, ne sadece bireyci-individüalist ve ne de yalnız toplumcu-sosyalisttir; belki o, farz-ı ayn ve farz-ı kifaye noktaları ile çift merkezli bir elipstir. Yeryüzü de insan merkezli olmayıp Allah merkezli bir kâinat ve yine Allah merkezli bir dünya vardır. Tüm varlıklar insan, hayvan, bitki ve cansızlar, Allah tarafından yaratılıp dizayn edildiği için, bunlarda Allah'ın koyduğu kanun ve kurallar cereyan eder. Allah canlı varlıklara bir takım meleke ve hassalar vermiştir. Onun için birey fikir, his, irade ve ünsiyet gibi meleklerle donatılırken toplumda da ilim, din, ekonomi ve idare gibi sosyal kurumlar oluşmuştur. Toplumlar da biyolojik yapıya sahip oldukları için normal anormal, azimet ruhsat, sağlık ve hastalık kanunlarına tabidirler. Bu kanun ve kurallar Hz. Peygamberden sahabiler yoluyla ve tüm bilginler zinciri ile bize kadar gelmiştir. Allah merkezli bir kâinat ve dünya anlayışında yine onun koyduğu bu kanunların kurduğu bir düzene oturan toplum kana, akrabalığa ve insan fıtratında olmayan yapay şeylere değil, kaba kuvvete değil; adalete, hak ve hukuka, affa ve mağfirete dayanır. İşte bu birey ve toplum, mutlu olup kurtuluşa ermiş bir toplumdur. (Mücadele 58/ 22). Fakat insan ve toplumlar, bazen bu doğal-ilahi kanunlardan uzaklaşarak hak ve hukuktan ziyade güç ve kuvvetin peşinde koşabilirler. Hâlbuki kuvvet hak ve hukuktadır, hak ve hukuk kuvvette değildir. Daha önce söylediğimiz gibi hayvanlar birbirilerine karşı kuvvetleriyle hareket edip muamele yaparlar. Oysa insanlar kendi aralarında, birbirilerine karşı ve toplumda hukukla alış verişte bulunurlar. Kuvvet, düşmanı yenmek için ancak savaş halinde istenir, sadece savaşmak için güç kuvvet istemek değil, hatta ayette ifade edildiği gibi onu hazırlamak da dini bir vecibedir. Zira bu husus ayette "kuvvet hazırlayın" şeklinde emir kalıbı ile dile getirilmiştir. "Onlara karşı, Allah'ın ve sizin düşmanlarınız olan bu insanları ve yine bunların dışında sizin bilmediğiniz, fakat Allah'ın bildiği diğer düşmanları caydıracağınız, gücünüzün yettiği her türlü güç ve kuvveti hazırlayın" (Enfal 8/ 60). Yani savaş için kuvvetli olmanıza sebep olabilecek her neye gücünüz yetiyorsa onu hazırlayın, her zaman hazırlıklı olmaya bakın. Bedir'de olduğu gibi aletsiz ve hazırlıksız bulunmayın (Elmalılı, IV, 247). Düşman size aniden saldırdığında, sizin hiçbir gerileme olmaksızın, hemen askeri harekâta girişebilmeniz için her an düzenli bir ordu ve gerekli bir teçhizatı hazır bulundurmanız gerekir. Bu önlemler alınmalıdır ki, sizi yarı eğitilmiş, teçhizatsız, gönüllüleri askere almak zorunda bırakacak bir acele ve karışıklığa imkân kalmasın ve düşmanın sizi hazırsız yakalayıp, siz savunmaya hazır değilken büyük kayıplar verdirmesi gibi bir korku yaşamayın. (Mevdudi, Tefhim, II, 181). Zaten savaş İslam'da sadece zulmü önlemek için yapılır. Çünkü ayette kendilerine savaş açılan kimselere zulme uğramış olmaları sebebiyle savaşa izni verildi, buyrulmaktadır. (Hacc 22/ 39) Gerçekten İslam'da asıl olan barıştır, barış ve anlaşma daha hayırlı olan bir süreçtir. (Nisa 4/ 128) Fakat bugünkü medeniyetin anlayışında asıl olan savaştır. Neredeyse çağımızdaki icatların ve teknolojik gelişmelerin hepsi düşmanı nasıl mağlup edeceğiz anlayışı ile yapılan araştırmalara dayanıyor diyebiliriz. Çünkü dünyaya sevgi ve barış getiren İslam medeniyetinden sonra kurulan batı medeniyeti, Hobbes, Malthus ve Darwin gibi ve onlara benzer düşünen batı-İngiliz filozoflarının ortaya attığı    "Homo Homini Lupus" (İnsan insanın kurdudur) ve hayat mücadeleden ibarettir gibi eşyanın tabiatına ters düşen fikir ve düşüncelerin üzerine oturur. Onun için kavga, dövüş ve çatışma alanı durumuna getirilen tüm dünya, insan hayvan ve bitki üçlüsü arasında, hatta cansızlarla bile dünden bugüne savaş halini yaşamaktadır. 

İnsanlar birbirlerinin kopyası olmadıkları gibi, toplumlar da birbirlerinin fotokopisi değildir. Bu sebeple İslam medeniyetine mensup olan toplumlar, batı medeniyetinin ruhsat olarak işlediklerini veya normal olan kural ve kanunların dışındaki sapkınlıklarını kendilerine aktarıp uygulayamazlar. Ruhsatlar özel olduğu gibi, hastalıkların tedavisi için öngörülen reçeteler de özeldir. Mesela mensubu olduğu bir toplum ya da vatandaşı bulunduğu bir devlet tarafından acze ve çaresizliğe düşürülen bireyin bu durumunda bin bir çeşit bileşen vardır. O nedenle şu toplumun bireyleri güçlü, öyleyse bizim bireyleri de öyle yapalım istek ve arzuları eşyanın tabiatına aykırıdır. O halde her birey ve her toplum, arzu edilen değişimleri ancak kendi şartlarına, içinde bulunduğu kültür ve mensubu olduğu medeniyete göre gerçekleştirecektir. Bunun içindir ki, İslam'da "güçlü birey" ve "güçlü toplum" demek, birey ve toplum olarak Allah'a iman etmiş, O'nun, kendisi için koymuş olduğu sosyal, siyasal ve ekonomik kanun ve kurallara göre bir doğal-ilahi nizam kurmuş ve gücünü bu düzeni çalıştırıp yaşayarak elde eden birey ve bireyler, toplum ve toplumlar demektir. Bunu, imanı çeyrek, yarı ya da üççeyrek olan ikiyüzlüler, insanlık ve İslamlık aleyhine haber getiren ve götüren maşalar anlayamazlar.

Birey ve toplumların sahip oldukları ırk, dil ve renk, irade dışı oluştuklarından sahiplerine ne bir şey kazandırır ve ne de kaybettirirler. İnsanların kendi iradelerine dayanarak alın terleriyle işlemedikleri şeylerle övülmek istemeye hakları yoktur. (A.Imran 3/ 188). İnsanlık tarihinin ortak malı olan bilim formüllerini gizleyip saklayarak ürettikleri teknoloji ile insanların aleyhine çalışan ve haklarını ellerinden alarak hayatlarına son veren, sözüm ona devletler, güçlü değil, bu ahlak dışı davranışlarıyla en düşük ve zayıf karakterli korkaklar olmuşlardır.

Bütün güç Allah'ındır; çünkü ilk sebep O'dur. Onun koyduğu kanun ve kurallara dayanan ve onları uygulayan toplum ve devletler, kendi düzenleri içinde en güçlü bünyeye sahip olurlar. Çağının iki süper gücü olan Bizans ve Sasanileri yenerek ellerindeki Suriye ve Irak topraklarını alan, Hz. Peygamberin kurduğu 25 yaşındaki devlet, cihan tarihindeki şampiyonluğunu hala gururla taşımaktadır. Zamanımızdaki müslümanlar da Hz. Peygamberi örnek alarak dünyaya yeniden adalet getirme sosyal, siyasal ve ekonomik hayata adalet getirme çalışmalarına başlarlarsa, mutlak gücün sahibi olan Allah'ın Hz. Peygamber misali bir devleti kendilerine ihsanına aday olacaklardır.

    


*DEÜ İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi


 

emailrol.gif (21439 bytes)

arrow1b.gif (1866 bytes)

.