.

 

PUT PUTÇULUK ve PUTLAR

Prof. Dr. Osman Eskicioğlu*

 

 

 Varlıklar âleminde insan hayvan bitki ve cansızlar, akıl, zihin, kişinin anlama ve kavrama gücü, ruh ve beden, madde ve mana yani her şey ve her şey yaratılmış olup bunların bir tabiatı vardır. Yaratıcı, varlığı yaratırken onların kendisi ile olan münasebet ve irtibatlarını koyduğu gibi, bunlardan birinin diğer tüm yaratıklarla olan ilişkilerini ve irtibat düzelerini de koymuştur. Varlıklar âlemine şöyle bir baktığımız zaman tüm yaratıklar, A'dan Z'ye, baştan sona; ekonomik terimlerle söyleyecek olursak, işlevlerini, üretim, mübadele, tedavül, paylaşım ve tüketim alanlarından geçerek, görevlerini yapıp tamamlarlar. Yani eşyanın faaliyeti, ilk basamaktan başlayıp son basamağa kadar giderek eksiksiz bir şekilde devrini tamamlamaktadır. İşte bu faaliyete yani bir varlığın veya insanın kendisi için Allah tarafından konulmuş olan düzen içinde, kural, kanun ve şartlara uyarak faaliyet göstermesine, ibadat-u taatta bulunmasına, bir takım muamelatta bulunmasına fıkıh terimi olarak "Efal-i şer'iyye" adı verilir ki, bu fiillerin varlıkları şeri birer hükme dayanmaktadır. Mesela namaz kılmak, oruç tutmak, alış-veriş yapmak, kiraya vermek… ve hibe etmek gibi amel ve fiiller böylece şeriatın koyduğu şartlar dairesinde meydana gelen şeri birer hareket ve davranış olurlar. Fakat nizam ve düzene ters düşen zina, hırsızlık, küfür, adam öldürme ve puta tapma, Allah'ın koyduğu düzeni kabul etmeyip başka düzene uyma ve kurma gibi hareket ve davranışlar ise "Efal-i Hissiye" olup bunların oluşları sadece his ve gözle görmeye dayanır. Bunların meydana gelmesi için şeriattan, Allahın'ın koyduğu nizam ve düzenden bir takım kaide, kural ve kanunlar almaya ihtiyaç yoktur. (Ö.N.Bilmen, Hukuk-ı İslamiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu, I, 30).   

Konumuza köprü olması bakımından bu anlattıklarımıza bir başka açıdan bakıp ayetlere dayanarak şöyle bir açıklama getirebiliriz. Allah, nizamı kurarken ve varlıkları yaratıp kanun kaide ve kuralları koyarken her varlığın ismini vermiş ve işlevini bildirmiş; yine ekonomik ifade ile söyleyecek olursak, varlıklar arasında bir iş bölümü gerçekleştirmiştir. Mesela akıllı ve şuurlu bir varlık olarak insana düşen, ancak bu düzene girmeyi kabul etmek ve düzen içinde kendisine düşen görevi üstlenip onu yerine getirmek olmalıdır. Böylece o, düzenin sahibi olan Allah'a karşı da diğer yaratıklardan farklı olarak, kendisine akıl gibi bir nimet verdiği için ona saygı duymak ve bu saygısını da sadece ona özel kılmak ve hatta Allah'ı ama sadece ve sadece Allah'ı belli zamanlarda ve belli hareket ve davranışlarıyla takdis edip teşekkürlerini bildirmelidir. Teknik ifadesiyle Allah'ın koyduğu düzenin içine giren inanç sahibi insan, ibadeti ve kulluğu sadece Allah'a yapar ve ona tahsis eder. Çünkü Allah Rab'dır; yaratıp var edendir. O'nun dışında kâinatta söz sahibi birisi yoktur; mülk O'nundur. Elinde gücü olmayan ve kimseye fayda ve zarar veremeyecek kadar aciz olanlara ibadet edilmez. "O, göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbi'dir; öyleyse O'na kulluk et ve O'na olan ibadetinde sabırlı ol. Sen hiç O'na bir adaş bilir misin?" (Meryem 19/ 65) Kuranda "Allah ile birlikte başka bir ilah edinme" buyrulurken (İsra 17/ 22) Tevrat'ta da "Karşımda başka ilahların olmayacak" (Çıkış 20/3) denilmiştir. "Rabbin, kesin olarak şunları emretti: O'ndan başkasına ibadet etmeyin, ana ve babaya iyilik edin…"(İsra 17/ 23).

Aslında ibadet kelimesinin Türkçedeki karşılığı kulluktur. Ancak bu kelime dilimizde, tapınma anlamındaki belli zamanlarda belli hareket ve şekillere, başka dillerde ritüel (ayin) denen ibadetlere indirgenmiş bir anlamda kullanılmaktadır. Hâlbuki Kuran'da geçen ibadet kavramı, bunları içermekle birlikte, anlam alanı daha da geniştir. Allah'a imandan tutun da O'nun istek ve iradesine uygun olan her türlü uygun davranışa (salih amele) kadar bütün iradi eylemler ibadettir. Bu uygun ve doğru davranış, günlük yaşamın bütün alanlarında siyasi, iktisadi, hukuki, askeri ve bu gibi tüm alanlarda gerçekleşebilir. Kuran'da sözü edilen kulluk, günlük hayatta ritüellere de belli bir zaman ayırmaktan ibaret değildir. Burada önemli olan bireyin tek, tek davranışları değil, bir bütün olarak seçtiği hayat tarzının niteliğidir. İnsanın yaratılışından gelen çift kutupluluk, onun iki zıt yönde iki farklı yaşam sürmesine imkân vermektedir. Kişi, yapacağı tercih sonucunda kendisini, ya yeryüzünde insan onuruna yaraşır bir şekilde bir hayat tarzı sürdürecek, ıslah yolunda ilerleyecek; ya da bunun tam tersi olan bir yolda, ifsat yolunda hayatına devam edecektir. (Ö. Özsoy İ.Güler, Konularına Göre Kuran, s. 351)   

Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, eşyanın üzerine tabiat mührünü vuran Allah'tır. Allah kendisini bize tanıttığı gibi, bütün mahlûkatı, hayvanları, ağaçları, taşları, kuşları, tüm canlı ve cansız varlıkları, dağları bağları, meyveleri ve sebzeleri tanıtmış, onların hep kendisine mahsus kanun ve kurallarını koymuş ve hatta her bir varlığa isim de vermiş ve bunları insanoğluna öğretmiştir. Onun için insan Halik'ı Halik bilip O'nu mahlûktan ayıracaktır. Böylece insan, Halik olmayana Halik deyip Halik gözüyle bakmanın, ilah olmayana tanrı diye tapmanın ve armudu elma ya da elmayı armut yapmanın yanlış ve hatta çok zararlı olduğunu bilecektir. Onun için ateşe ateş değil, tanrı gözüyle bakanlar, elleriyle put yapıp da sonra karşısına geçip tapanlar, ayvayı nar sananlar ve varlık âlemindeki düzeni tanımayıp ek ve ilave yapmaya çalışanlar veya başkalaştırmaya emek harcayanlar, bunlar başkalarını değil, sadece kendilerini aldatmış olurlar.  

İşte put, putçuluk ve putlar da böyle eşyanın tabiatına aykırı olmasıyla, çocukların evcik oynadıkları gibi, kendisini kayın valide sanıp el öptüren çocuk misali putperestler de kendi hayal dünyalarında yaşarlar. Karşısındaki dikili bir taşı veya tahta parçasını ilah sanır ve onun karşısına geçip ona perestiş ederler. Belki bunu yaparken de onun bir tahta veya taş olduğunu ve bir fayda ve zarar veremeyeceğini de bilirler. Ama ne yapalım ki, insanoğlu işte böyle; onun böyle sapıklıkları var, putunu kendisi yapar ve kendisi tapar. Bir de kalkıp "aslında biz onlara ibadet etmiyoruz; biz ancak onlara bizi Allah'a daha yakın yaklaştırsınlar diye (perestiş) ediyoruz, derler." (Zümer 39/ 3). Aslında bir dikili taşın, bir anıtın, bir kabrin veya bir türbenin ya da anıt adı verilen kabrin başına varıp onunla konuşur gibi yapmak, ona yazılı veya sözlü olarak bir vaatte bulunup söz vermek putçuluktan çok uzak olmayan bir iştir. Ne yazık ki, insan bugün bile, hayal ile gerçeği, hak ile batılı, serap ile türabı, türbe ile toprağı karıştırmış bulunmaktadır. Hz. İbrahim misali sorsanız onlara bunları niçin yapıyorsunuz? Bunlar, çağırdığınızda duyarlar mı? Size bir fayda ve zarar verirler mi, deseniz? Hayır, fakat biz atalarımızı böyle yaparken bulduk diye cevap verirler. (Şuara 26/ 72–74).

Put, Türkçeye Farsçadan geçmiş bir kelimedir. Put, doğrudan doğruya kendisine tapınmak veya bir mukaddesliği temsil etmek üzere pişmiş toprak, taş, tahta, maden ve benzerlerinden yapılmış heykel veya aynı maksatla yapılmış resim, kabartma ve oymalardır. Putlar, bir ilah veya ilaheyi, "büyük yaratıcı gücü", insan hayatına ve kaderine, bütünüyle tabiata veya teker, teker çeşitli tabiat olaylarına, doğada mevcut olan güçlere hükmeden üstün ve esrarengiz, mahiyetine akıl erdirilemeyen, netice olarak insan iradesinin üstünde büyük bir gücü ve varlığı temsil eden sembollerdir. İnsanlık tarihinde bu puta tapanları bazı materyalist sosyologlar dini hayatın ilkel bir basamağı saymışlar, puta tapıcılıktan başlayıp derece derece yükselerek "tek tanrı" inancında son bulan bir dini tekâmül ve evrimleşme yakıştırması yapmışlardır.   Hâlbuki insanlığın ilk devirlerinde, sanıldığı gibi insanlar putperest değillerdi. Saf ve arı-duru bir yaratıcı inançları vardı. Zamanla bu inanış yozlaşmış ve dejenere olmuştu. Hazret-i Âdem'den Hazret-i Nuh'a kadar olan dönemde putperestlik yaygın değildi. Ancak, Nuh kavminde işler değişti. Bu kavmin dindarlıkta temayüz etmiş; Vedd, Suva, Yeğus, Yeuk ve Nesr isminde beş önemli şahıs vardı. Bunlar bir nakle göre İdris aleyhisselamın ashabıydılar. Birbiri ardınca vefat etmeleri büyük üzüntü meydana getirdi. Geride kalanlar da onların hatırasını canlı tutmak amacıyla onlara benzeyen beş heykel yaptılar. Zaman zaman heykelleri ziyaret eder, o Salih insanların nasihatlerini birbirlerine anlatırlardı. Ne var ki, bir kaç nesil sonra gelenler, söz konusu heykelleri putlaştırarak tanrı ilan ettiler. Artık putperestlik bu topluluğun sanki resmi dini olmuştu. İnanç sapkınlığı ahlaki ve sosyal çözülmeyi de beraberinde getirince Allah Teala onlara Nuh aleyhisselam'ı peygamber olarak gönderdi.  

Putçuluğa bir başka açıdan bakarak onun arkasında yatan sebepleri veya psikolojiyi ortaya koymaya çalışanlar şöyle demişlerdir: Bu putlar, mücerret ve soyut varlığı idrak etmekte güçlük çekenlerin, idrak ve anlayışı geniş ölçüde beş duyusu ile sınırlı olan bu insanların idrak aczinden doğmuştur, denilebilir. Ancak insan ilahi kudreti hissetmiş ve ona tapma ihtiyacını duymuş, fakat taptığı varlığı gözü ile de görmek, beş duyusu ile algılamak zaafından kendisini alamayarak, onu maddeleştirmek gafletine düşmüştür demek bile çok hafif kalır. Gerek öyle ve gerekse böyle nasıl olursa olsun, putun ve putperestliğin normal düşüncede ve normal doğal-ilahi düzende iğne ucu kadar bir yeri bulunmadığı bir gerçektir. O yüzden bütün peygamberler, bir tek Allah'a davet etmişler ve ümmetlerine "Allah'a ibadet edin, Allah'a ibadet edin" demişlerdir. Nuh, Hud, Salih ve Şüayb peygamberler aynı şeyi söylemişler (A'raf 7/ 59; 69; 73; 85), hatta Meryem oğlu İsa Mesih bile İsrail Oğullarına "Benim rabbim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a ibadet ediniz, diye emir vermiştir. (Maide 5/ 72).  

Bizim görüşümüze göre ilah heykelleri yapıp tapanlar ne kadar yanlış yapmışsa ve kâinatın sahibine ters düşmüşler ve ancak böylece kendilerine de zulmetmişlerse, kendi peygamberleri Hz. Musa'ya "Ey Musa! Biz Allah'ı açıkça görmedikçe sana kesinlikle inanmayacağız" (Bakara2/ 55) diyenler de o kadar yanlış yapmış ve putperestçe hareket etmişlerdir. Çünkü onların bu sözleri, iman sahibi olup tevhide ermiş insanların tüylerini ürpertmektedir.

Puta tapıcılığın kökenini ve psikolojisini insan bünyesinde ve onun tabiatında aramaktan ziyade, onu insan iradesinin yanlış tercihinde aramak lazımdır. İnsanın içinde ve bünyesinde değil de onun dışında iman var, küfür var; doğru var ve yanlış var; güzel var ve çirkin var; faydalı yol var ve zararlı yol var; Allah'a ibadet var, puta tapma var; Allah'ın koyduğu düzen var ve insanların uydurduğu düzenler var.  İşte insan bu iki değişik ve zıt olanlardan birini tercih ediyor. Eğer o Allah tarafını tutup benim ifademle "Allah'cı olursa" ona ibadeti ve onun koyduğu yolda yürümeyi, onun düzenini yaşamayı seçip tercih ederse O'nu içselleştirir, onunla bütünleşir ve onun koyduğu düzenle taazzuv eder. Zira Peygamberlerin vazifesi sadece tebliğdir; onlar hak ile batılı, iyi ile kötüyü ve doğru ile yanlışı söyleyip bildirirler, bunlardan birisini seçme ise insanların işidir. Bundan dolayı ayette şöyle buyrulmaktadır: "(Allah'a ortak koşanlar, Allah dileseydi ne biz, ne atalarımız O'ndan başka hiçbir şeye tapmazdık ve O'nsuz hiçbir şeyi haram kılmazdık, dediler. Onlardan öncekiler de böyle yapmıştı. Buna karşı peygamberlerin vazifesi ancak açık bir tebliğden ibarettir." (Nuh 16/ 35)   

Bütün peygamberler put, putçuluk ve putlara karşı her zaman tavır alıp karşı çıkmışlar ve bu uğurda çok büyük savaş vermişlerdir. Denilebilir ki, onların ilk vazifesi ibadeti sadece Allah'a yaptırmak ve sahte ilahları ortadan kaldırıp yok etmek ve neticede Allah’ın iradesini hâkim kılmaktır. Hele bu hususta Hz. İbrahim'in putlara karşı yaptığı muamele ve mücadelelerinde bizim için alınacak büyük dersler ve ibretler vardır. Hz. İbrahim gibi düşünmeye ve bu uğurda o gibi çalışıp yol almaya çalışanlar putçuluk gerçeğinden de şüphesinden de ve şaibesinden de uzak kalırlar. O işe ilk defa en yakınından, babasından başladı. Hz. İbrahim, babası Azer'e sen putları tanrılar mı ediniyorsun? Kuşkusuz ben, seni ve kavmini apaçık bir sapıklık içinde görüyorum, dedi. (Enam 6/ 74). O kavmine de şöyle demişti: "Allah'a kulluk edin, O'nunla korunun, bilirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır. Siz Allah'tan başka bir takım putlara tapıyorsunuz ve yalan uyduruyorsunuz. Sizin Allah'tan başka taptığınız şeyler size rızk veremezler. Siz rızkı Allah'ın yanında arayın. O'na tapın ve O'na şükredin. Çünkü O'na döndürüleceksiniz" (Ankebut 29/ 16–17). Elmalılı bu ayetin tefsirinde şunları yazar. Ve hep ifk, yalan uyduruyorsunuz. Yalan yere onlara mabut veya şefaatçi diyorsunuz. Onlar ise birer hayaldir. Mesela Ahmed'in Mehmed'in resminde Ahmed'den Mehmet'ten bir hakikat yoktur. O resim, bir kıymeti olan canlı Ahmed'in değil, nihayet toprağa gömülecek ölü bedeninin bir hayalidir. O bedeni kokar diye gömmekte acele etmek mecburiyetinde olanların tutup da onun camid (donmuş) bir hayalini Ahmed'dir diye saklamalarında gerçekten bir yalancılık bulunduğunda şüphe yoktur. O halde böyle hayal olan fanilere mabut payesi vermek ne büyük bir bühtandır. (Hak Dini, V, 3772).

Bugünkü Musul Şehrinin bulunduğu yerde Babil Devleti (M.Ö. 20- M.Ö. 6 asırlar arası) kurulmuştu. Babil ülkesine “Geldanistan”, bunların hükümdarlarına da “Nemrut” denilirdi. “Sabie” adı verilen bir dinin hükümlerine göre güneşe, aya, putlara ve hükümdarlarına tapan Babil halkına, Nemrut İbn Kemal zamanında Allah Hz. İbrahim’i peygamber olarak gönderdi. O, Babil halkına hak ve hakikati, tevhid inancını bildirmeye; doğup ölen, sönüp giden geçici şeylere tapılmayacağını öğretmeye, onları doğru yola ve hak dine davet etmeye çalıştı. Fakat onlar aldırış etmediler. Bir eğlence günü halk şehir dışına çıkmıştı. Hz. İbrahim şehirde kalarak “put-haneye” gitti ve bazı putları kırarak elindeki baltayı da “büyük putun” boynuna astı. Şehre gelen halk bunu Hz. İbrahim’in yaptığını bildi. Ey İbrahim! Bunu ilahlarımıza sen mi yaptın dediler. Hz. İbrahim ise “hayır, bunu şu büyük put yaptı” diye cevap verdi.  “Eğer onlar konuşuyorlarsa o kırık ilahlara sorun”, dedi. O zaman birbirlerine bakarak biz zalim kişileriz, dediler. Sonra başlarını İbrahim’e çevirerek “sen de bilirsin ki, onlar konuşmazlar” dediler. İbrahim de Allah’tan başka size fayda ve zarar veremeyecek şeylere mi tapınıyorsunuz, dedi, yuh size ve Allah’tan başka bu perestiş ettiğiniz şeylere! Siz aklınızı kullanmıyor musunuz? Onlar, cehalet ve zavallılıklarını anlar gibi oldular ama hala boş gururlarını terk etmediler ve sapkınlıklarını terk etmediler. Eğer bir iş yapmak istiyorsanız, ilahlarınıza yardım edin onu ateşe atın dediler. Allah da ateşe, İbrahim’i yakma, ona serin ve selamet ol, diye emir verdi. Ateş bir gül bahçesine döndü ve İbrahim yanmaktan kurtuldu. Bunu görenlerden bazıları imana geldiler. Diğerleri ise ona tekrar tuzak kurarak zarar vermek istediler. Fakat Allah onlara cezalarını daha çok verdi. (Enbiya 21/ 51–70).

Elmalılı üstadımızın eserinde de bahsettiği üzere Hz. İbrahim’in gönderildiği Geldaniler halkı, Allah dünyada ölçüyü ve ölçülü davranışı koymuş ve bildirmiş olmasına rağmen aşırılıklar içersinde bulunuyorlardı. Halk, birisi şahıslara taparken diğeri de yıldızların heykellerine tapanlar olmak üzere iki kısma ayrılmışlardı. İşte bu her iki kesim de ruhaniyet taassubuna ve meleklere kulluk etme fikrine dönüşüyor ve bundan bir tarafta cisimli beşeri ruhanilikten soyutlamakla aşağılanıyor; diğer taraftan beşeri tağutların- azgınların ve sapkınların ortak koşma ve tanrılık davasına vesile yapılıyordu. İşte İbrahim Peygamber bunları kırmak, aşırılıkları yok edip dengeyi kurmak üzere gönderildi. (Hak Dini, III, 449). Hâlbuki ruh-beden dengesi, Halik ve mahlûk, abid ve mabud dengesi, Habib ile mahbup, âşık ile maşuk dengesi, yer ile gök dengesi, bunlar konumuz açısından çok önemlidirler. Ruh beden olmadığı gibi, beden de ruh olmaz, Halik mahlûk olmadığı gibi, mahlûk da halik olmaz. Abid mabud olmadığı gibi mabud da abid olmaz. Habib ile mahbup arasında, âşık ile maşuk arasında da bir ölçü vardır ve bulunması zaruridir. Yoksa konulmuş olan ölçü aşılmış ve putçuluğa doğru kayılmış olur. Yine dini olanla kültürel olanı, ilahi olanla beşeri olanı ayırmak zorundayız. Çünkü ilahi sistemle beşeri sistemi, ilahi düzenle beşeri düzeni ayıramayanlar, doğru ile yanlışı karıştıranlardır ki, böyleleri çok az da olsa putperestlikten kurtulamazlar. Hâlbuki bir müslüman, Fatiha’yı her okuyuşunda “ya Rabbi biz sadece sana kul olacağız, yalnız senin emirlerini tutacağız” diyerek Allah’a söz vermektedir. Burada Selman-ı Farisi’nin Ebu’d Derda’ya olan uyarıları aklıma geliyor. İbadette bile aşırı gidilemez. Hz. Peygamber Selman ile Ebu’d Derda’yı kardeş yapmıştı. Selman bir ziyaret esnasında Ebu'd-Derdâ'nın hanımı Ümmü'd-Derdâ'yı oldukça eskimiş elbiselerle gördü. Bunun sebebini sorduğunda Ümmü'd-Derdâ:
   -Kardeşin Ebu'd-Derdâ, dünya malına ve zevklerine önem vermiyor. Gece sürekli namaz kılıyor, gündüzleri de devamlı oruçludur, dedi. Yemekte Ebu'd-Derdâ misafiri Selman'a:
   -Ben oruçluyum. Sen buyur ye, deyince; Selman:
  -Sen yemedikçe ben de yemem, dedi. Bunun üzerine Ebu'd-Derdâ sofraya oturdu. Birlikte yemek yediler. Gece aynı odada yattılar. Biraz uyduktan sonra Ebu'd-Derdâ teheccüd namazı kılmaya hazırlandı. Selman:
   -Şimdi yat uyu, dedi. Onun kalkmasına müsaade etmedi. Bir müddet sonra tekrar kalkmak istediğinde;
   -Yat uyu, dedi. Yine kalkmasına müsaade etmedi. Gecenin sonlarına doğru Selman:
   -Şimdi kalk, dedi. İkisi birlikte gece namazı kıldılar. Sonra Selman Ebu'd-Derda'ya şöyle dedi: “Rabbinin senin üzerinde hakkı vardır. Nefsinin senin üzerinde hakkı vardır. Ailenin  senin üzerinde hakkı vardır. Hak sahiplerinin her birine haklarını ver.” 
   Sabah namazından sonra Ebu'd-Derdâ bu durumu Peygamberimiz'e anlatınca; Peygamberimiz (s.a.v):
   -"Selman doğru söylemiş", buyurdu. (Buharî: Savm 51; Edeb 86)
    Selman el-Farisî, din kardeşliği gereği Ebu'd-Derdâ'yı uyarmış, aşırılığa kaçmaması, ölçülü ve dengeli davranması için ona nasihatte bulunmuştur. Buradan da anlaşılıyor ki, hayatın her alanı ölçülü ve ölçekli davranmaktan ibarettir. Bu denge terazisini tutturmak hem kolay ve hem de zor bir iştir. İnsanın hayat macerasında ayaklarının putçuluk vadisine kayması, Allah muhafaza buyursun, her zaman mümkündür. Çünkü bunu en iyi bilen Hz. İbrahim Allah’a şöyle dua etti: "Ey Rabbim! Bu şehri güvenli kıl. Beni ve neslimi putlara tapmaktan uzaklaştır." ( İbrahim Suresi 14/ 35)

Bir müslüman, ben bu hareket ve davranışımı Allah benden istediği için, Kuran ve sünnette araştırdım, ilim ile dinde araştırdım ve neticede Allah’ın iradesinin bu doğrultuda olduğuna karar verdim, dediği zaman putçuluk belasından kurtulmuş olur. Zira kul, Allah’ın memurudur, o sadece O,nun ve elçisinin emrini dinler ve tutar. Yükümlü müslüman böyle yaptıkça, tüm hareket ve davranışlarını dinde yerini bulup meşruluğunu ispatladıkça her zaman dini olanla din dışı olanı seçebilir. O hep böyle içtihatla amel ettikçe hangi mekân ve hangi zamanda olursa olsun, değişen bütün şartlarda yanlışı, zulmü ve putçuluğu anlayıp kavrayabilir ve ona göre hareket edebilir. Bireyin elinde ölçü ve ölçekleri olursa, hangi yoldan gideceğini gösteren ilim din bileşkesi bir pusulası bulunursa, dünya cehennem olsa da Hz. İbrahim misali, içinde bulunduğu ateş gül bahçesine döner.

Kuranda eski insanların seviyelerine göre taptıkları putların bazılarının isimleri geçmektedir. Bunlar, belli, bilinen, zamanı ve mekânı belirli olan putlardır. Biz bunların bir kısmını yukarıda sizlere sunduk. Asnam, temasil, cibt, vesen, endad, lat, menat ve uzza gibi başka putlar da vardır. Ancak bir put daha vardır ki, o çağlar üstü olup tüm zamanlarda ve tüm mekânlarda kendisini gösterebileceğinden dolayı Rabbimiz Teala bizim onu küfretmemizi yani onu meşru tanımamamızı ve ondan uzaklaşmamızı istemiştir. İşte bu, bizim için bugün bile ve gelecekte de çok tehlikeli olan putun adı “tağut”dur. Tağut, tuğyan kökünden gelen bir isim olup haddi aşan, azan, taşan ve kabaran anlamlarına gelir. İlahi çizginin dışına çıktığı için Firavun tuğyan etmiştir-azmıştır ve Allah’ın iradesine ters düşmüştür, hareket ve davranışlarında Allah’ın rızası ve Allah’ın muradını aramamıştır. Müslümanın her hareketinde ve hatta her insanın hareket ve davranışlarında Allah rızası ve onun muradı bulunmalıdır. O sebeple Allah’ın rıza ve muradına, istek ve arzusuna ters düşen her şey tuğyandır ve dışa taşma ve yoldan çıkmadır. Hatta Allah’ın düzen ve sistemine ters gelen her türlü kaide ve kurallar, tüzük ve yönetmelikler sapkınlıktır ve bir nevi putçuluktur. Eğer tek kelime ile söyleyecek olursak teori ve pratikte, düşünce ve davranışta, iman ve amelde ilahi teori ve esaslara ters düşen her şeyin tağut ve tağutun yolu olduğunu söyleyebiliriz.   

    


*DEÜ İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi


 

emailrol.gif (21439 bytes)

arrow1b.gif (1866 bytes)

.