.

İSLAM TOPLUMUNDA VERGİ ve BAZI
PROBLEMLERİN ÇÖZÜMÜ

Prof. Dr. Osman Eskicioğlu*

GİRİŞ
Bugün hemen hemen bütün dünya fiziki alanda Rönesans
medeniyetinin ürünlerini yaşamaktadır, desek her
halde hata etmiş olmayız. Hattâ çağımızda insan
oğlunun teknolojik bakımdan genel anlamda bir birlik
ve bütünlük sağladığını söylemek de mümkündür. Ancak
bilim ve teknolojinin insana sunduğu bunca mal, mülk,
imkan ve vasıtalara rağmen insanlar mutlu
değildirler; yeryüzünün hemen hemen her tarafında
içtimai, siyasi ve iktisadi sıkıntılar vardır.

Bilindiği gibi Batı Rönesans, Reform ve Aydınlanma
hareketleriyle hayatı değiştirmeyi amaçlamış -ve bu
maksadla yeni bir felsefeye sahip olmuştur. Bu yeni
felsefe de yeni bir insan anlayışı, yeni bir toplum,
yeni bir din, yeni bir hukuk ve yeni bir devlet
anlayışı getirmiştir.(l) Burada hemen söyleyelim ki,
batı dünyası fiziki alanda yani bilim ve teknolojide
ne kadar başarılı olmuşsa, metafizik-dini alanda yani
insani ilimlerde ve beşeri hayatta o kadar başarısız
olmuştur. Bunun sebebini, sanayi yolu ile maddeye
istediği şekli veren ve onu dilediği kalıba sokan ilim
adamlarının aynı şeyi insan ve toplum için de
yapabilecekleri zehabına kapılmış olmalarıdır,
şeklinde açıklayabiliriz. Halbuki insan ve toplum
kanun ve kurallarını maddede olduğu gibi
laboratuvarlarda bulmak ve yapmak mümkün değildir.
İnsan iradesine dayanan her türlü hareket ve
davranışların ölçüsünün, kaide ve kurallarının adresi
dindir ve ilâhi kitaplardır. Oysa Batı Aydınlanma
çağı ile toplumdan, hukuk ve ekonomiden dini
dışlamıştı. Bu yüzden insan ve toplumdaki dengeler
bozuldu; tabii-ilâhi olarak tesbit edilmiş olan
nirengi .noktaları değiştirildi. Netice olarak tarım
toplumunudaki terim, tarif ve tasnifler sanayi
toplumunda değiştirildi, yenilendi, daha doğrusu
karışıp alt-üst olup içinden çıkılamaz bir hale geldi.
En çok değişim de dini, siyasi ve ekonomik alanlarda
yapıldı. İşte bu günkü içtimai, iktisadi ve siyasi
sıkıntıların gerçek sebebi bu değişimdir diyebiliriz.
Çünkü bu değişimle toplum yapısının kolonları ve
kirişleri yer değiştirdi; dolayısiyle toplumun
dengeleri bozuldu ve nirengi noktalan alt-üst oldu.
Bu durumda bize, Türkiye'ye ve İslâm âlemine düşen
görev, böylece bozulmuş olan bu toplumu yeniden inşa
etmektir. Yani dinamiklerini kaybetmiş ve statik hale
gelmiş olan bu devlet, ekonomi ve vergi anlayışlarını
terk ederek, konuldukları manalardan koparılmış ve
böylece bozulmuş olan bu terimlere yeni ve gerçek
anlamlar kazandırmaktır. Bu şekilde terim, tarif ve
tasnifleri yenilemek suretiyle dengelerini yitirmiş
olan bu toplum düzenini yeniden yapılandırma görevi
ile karşı karşıya olduğumuzu bilmek mecburiyetindeyiz.

Gazali'den(2), Şatıbi'ye(S) ve bugüne kadar İslâm
hukukçularının pek çoğu insan ve toplumun, zaruri
olarak l- Dini, 2- İlmi, 3- İçtimai (idari ve
siyasi), 4- İktisadi ve 5- Ailevi olmak üzere, beş
temel esas üzerinde yükseldiğini kabul ederek bu
hususun bütün din ve ilahi hukuklarda böyle
uygulandığını söylemişlerdir(4). Şu halde bu
müesseseler, vücudumuzdaki kan dolaşımı, solunum ve
sindirim sistemlerinin çalışması gibi aralarında iş
bölümü yaparak, birbiriyle ahenkli bir şekilde
çalışacaklardır.

Mesela ekonomik hayat, dini, ilmi, içtimai ve aile
hayatıyla ahenkli bir biçimde faaliyet gösterirken
ayrıca kendi içinde de uyumlu olacaktır. Burada bir
örnek vermek gerekirse vergide vasıtalı ve vasıtasız
usulünün uygulanması, hem üretimden ve hem de
tüketimden vergi alınması gibi kanunlar, zıtları bir
araya getirdiği için açık bir çelişkiden başka bir şey
değildir. Çünkü eğer vergi doğrudan almacaksa, dolaylı
vergiye lüzum yoktur. Zaten dolaylı vergi, marjinal
(haddi) fayda açısından mükelleflerden eşit değil,
farklı farklı alınacağı için bu usul sadece zulüm
teşkil eder. Ayrıca verginin sebebi üretim ise
üretimin tam zıddı olan tüketimden niçin vergi
alınıyor? Böylece hem üretim ve hem de tüketimden
vergi almak bir çelişki olmaz mı? İslâm Hukukçusu
Ahmed el-Kuduri (972-1037) bundan yaklaşık bin sene
önce kişinin oturduğu evinden, giydiği elbisesinden ve
kullandığı ev eşyasından vergi (zekât) vermiyeceğini
söylemişti(5). Çünkü bu mallar kişinin kendi asli
ihtiyacı ile (yani tüketimle) ilgili olup nâmi-üretken
olmadığı için vergiye tâbi tutulmazlar(6).
Rönesans medeniyetinin ekonomik dengeleri nasıl
bozduğunu daha iyi anlamak için bir örnek daha vermek
istiyorum. Daha sonra açık-lıyacağımız gibi İslâm
ekonomisinde verginin sebebi nâmi olan maldır(7), yani
üretimdir. Zaten İslâm vergi sisteminde tüketime
dayalı veya tüketimden dolayı herhangi bir vergi
verme usulü yoktur(8). Buradaki üretimden maksad
izafi üretim değil; gerçek üretimdir. Yani hem birey
hem toplum; hem fert ve hem de devlet açısından üretim
meydana gelmiş olması şarttır. Mesela miras ve
intikalde birey açısından bir üreme ve çoğalma meydana
gelmiştir; ancak toplum ve devlet açısından bir üreme
ve artış meydana gelmemiştir. Toplum açısından değişen
bir şey yoktur; çünkü sadece Ahmed'in malı Mehmed'e
geçmiştir. İşte bu yüzden İslâm Ekonomisinde miras ve
intikal vergisi yoktur(9). Ayrıca yine bu anlayıştan
ötürü alım-satım vergisi de yoktur. Bu sebeple
İslâm'da vergi hem birey ve hem de toplum açısından
meydana gelen üretimden alınır.

Bize göre Rönesans medeniyeti, kendi analizleri
içerisinde boğulup kalmış, doğru senteze gidememiş;
insandan daha ziyade eşyaya yakışan bir medeniyettir.
Çünkü bu medeniyet anlayışında din ile ilim, birey ile
toplum, fert ile devlet, dünya ile ahiret, insan ile
eşya, mal ile para, normal ile anormal durum hep
biribirine karıştırılmıştır. Halbuki bunlar İslâm
düşüncesinde biri diğerinin opoziti ya da fonksiyonu
durumundadır. Mesela İslâmda fert ile devlet denge
halinde olup" birisi diğerine kanşmaz. Biri hak sahibi
olduğu zaman diğeri borçlu; birisi borçlu olduğu zaman
ise diğeri ala caklı olur. Bu iki şahsiyet arasında
tam bir iş bölümü ve tam bir iş birliği vardır.
Çünkü
birisi velayet-i hassa diğeri ise velayet-i ammedir.
Birisi arabanın ön tekerlekleri ise diğeri arka
tekerlekleridir. Tekerlekler arabayı, fert ve fertler
ile devlet ise, toplum binasını birlikte taşırlar.
Ancak biri diğerine karışmaz. Mesela evlenme bireyin
işi, vergi alma ise devletin işidir. Malların
istihsâli, istihlâki, mübadele ve tedavülü tamamen
fertlerin elindedir. Normal şartlar altında devlet
bunlara karışmaz. Mallar fertlerin yönetiminde
olurken buna karşılık para işleri de tamamen devletin
denetim ve gözetimi altmdadır(lO). Bu hususta Küresi,
İslâm'da nakid ve para işlerinde yegane salahiyetli
merci devlettir, demektedir(ll).

Rönesans medeniyetinin ekonomi anlayışında mal ile
para da birbirine karıştırılmıştık (12). Çünkü modern
ekonomi artık mal ekonomisi değil, bir para
ekonomisidir. Halbuki ihtiyaçlarımızı gideren para
değil, hâlâ maldır. Çünkü parayı ne yiyor ve ne de
giyiyoruz. İbn Abidin'in dediği gibi para amaç değil,
amaç için bir araçtır(13). Asıl amaç ve maksad ise
mallardan faydalanıp ihtiyaçlarımızı gidermektir. Mal
ile para farklı şeyler olduğu için ekonomik düzenin
veya vergi sisteminin mala dayanması ile paraya
dayanması farklı neticeler doğurur. O nedenle bugünkü
vergi sistemi İslâm'ın önerdiği vergi sistemine uygun
düşmemektedir.

Mecelle'de "Velayet-i hassa velayet-i ammeden
akvadır"(l4). denilmektedir. Buna göre bir vakfın
mütevellisi varken ona devlet karışamaz. Yine aynı
şekilde evlenme işi bireylerin işi olup velisi bulunan
kişiler bu velileri tarafından evlendirilirler.
Evlenme şu yaşta olacak, bu yaşta olmayacak diye bir
kanun çıkarılamaz. Çünkü evlenme, kamunun işi değil,
bireyin işidir. Eğer kişinin velisi ve bir yakını
yoksa o takdirde bu evlendirme görevini devlet üzerine
alır. O nedenle Hz. Peygamber, "Velisi bulunmayanın
velisi, devlettir," buyurmuşlardık (15). Bu genel
açıklamalardan sonra şimdi İslâm toplumunda zekâtla
ilgili bazı problemlerin çözümüne geçebiliriz.
Zekât İslâm Toplumunun Vergisidir.

İslâm düşüncesinde zekâtın çok önemli bir yeri vardır.
Bir taraftan namaz toplumun manevi tarafını;
bireylerin Allah ile olan irtibatını meydana
getirirken; zekât da diğer taraftan toplumun maddi
yönünü, mükelleflerin devlete verdiği maddi desteği
ifade eder. Böylece islâm, toplumda namaz ile zekâtı
birleştirirken sanki fizik ile metafizik bütünlüğü
sembolize etmiş oluyordu. Çünkü insan ruh ile bedenin
bir bileşkesi idi. İşte bu bileşimin bir neticesi
olarak Kuran-ı Kerim'de zekât verme ile namaz kılmak
önemine binaen 26 yerde birlikte zikredilmiştir(16).
Ayrıca âyette Allah'ın Mekke'li muhacirleri iktidar
mevkiine getirdiği zaman onların namaz kılıp zekât
verdiklerinden açık bir şekilde bahsedilmektedir(17).
Hz. Peygamber de hadisinde madde ile mana bütünlüğünü
ifade eder gibi, namaz ile zekât beraberliğine ve
bunların ayrılmaz bir bütün olduğuna işaret ederek
şöyle buyuruyordu: "Namaz ile zekâtın arasını ayıran
kimselerle kesinlikle savaşırım. Çünkü zekât mali bir
hakkıdır." (18)

Zekât sözlük olarak birisi 'üreme', diğeri ise
'temizleme' olmak üzere iki manaya gelir(19). Bu
kelimenin kökünde bulunan üreme manası daha sonra
hukukçular tarafından "nema" adı altında zekât
vergisine sebep kabul edilmiştir. Serahsi, dünyada
malın, ahirette ise sevabın artıp çoğalmasına sebep
olduğu için zekâta bu ad verildiğini söylemekte ve
aynı zamanda zekâtın, sahibini, günahlarından
temizlediği için bu ismi aldığını açıklamaktadır(20).
Kasani'nin ifadesine göre zekât vergisini toplama
hakkı bizzat sul-tana-devlete aittir. Bunun için Hz.
Peygamber (s.a.v.), Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer
dönemlerinde zekâta tabi malların vergilerini devlet
bizzat kendisi alır ve gereken yerlere dağıtırdı. Bu
usul Hz. Osman dönemi gelinceye kadar böyle devam
etti. Hz. Osman iş başına geldiği zaman İslâm ülkesi
pek çok genişlemiş, müslümanlarm nüfusu artmış ve
malları çoğalmıştı. Bu sebeple zekâtın hükümet
memurları vasıtasıyla tahsil edilmesi bazı zorluk ve
yolsuzluklara, hattâ vergi mükellefleri için bazı
haksızlıklara sebep oluyordu. İşte bu yüzden Hz.
Osman vergi mallarını görünen ve görünmeyen (zahiri ve
batini) diye iki kısma ayırdı. Bir ramazan günü
hutbeye çıkıp batini malların zekâtlarını
mükelleflerin kendilerinin verebileceğini ifade
ederek şöyle dedi: "Ey müminler! Dikkat ediniz, zekât
verme ayınız geldi. Buna göre kimin malı ve borcu
varsa, hesabını yapıp geri kalan malının zekâtını
versin." Hz. Osman, bu tebliğini oldukça kalabalık bir
sahabe toplulu-luğunun huzurunda yaptı. İçlerinden
hiçbir kimse itiraz etmediği için de Hz. Osman'ın bu
görüşü kabul edilmiş oldu(21).
Buradan anlaşılıyor ki, devletin izin vermesi
durumunda mükellefler bir kısım vergilerini toplumda
gereken yerlere verebilirler. Nitekim bugün de kamuya
hizmet eden kurum olarak kabul edilmiş bulunan bazı
dernek ve cemiyetlere yardımda bulunan kimseler,
makbuzlarını ibraz ettikleri takdirde bu ödemeleri
vergiden düşülmektedir.

Zekât aslında toplumun hakkı olan bir vergidir. Devlet
toplumun temsilcisi olduğu için bu hakkı toplum adına
fertlerden almakta ve gereken yerlere dağıtmaktadır
Burada devlet ile vergi mükellefi birbirlerine karşi,
alacaklı ve borçlu olan iki şahıs durumundadır. Zekât
verecek mükellef borçlu olup vermekle görevli, buna
karşı devlet de hak sahibi olup almakla yükümlüdür.
Nitekim ayette "Onların mallarından bir sadaka (vergi)
al." (22) Buyurularak, vergi alınması hususunda
topluma (devlete) emir verilmektedir(23).

İncil'deki "Kayserin hakkını Kaysere, Allah'ın hakkını
da Allah'a verin."(24) sözü ile Kur'an-ı Kerim'deki
"Namazınızı kılın, zekâtınızı verin" (25) ayeti
arasında tam bir benzerlik vardır. Çünkü inananlar bir
taraftan Allah'ın hakkı olan ibadeti yaparken, diğer
taraftan da devletin hakkı olan vergiyi vererek
üzerlerine düşen görevlerini yerine getirirler.
İslâm'da birey ile toplum, fert ile devlet hem biri
diğerinden ayrı ve hem de birbiriyle beraber çalışan
iki kurum gibidirler. Solunum sistemi ile kan dolaşımı
nasıl hem birlikte ve hem de ayrı çalışıyorlarsa birey
ile toplum da aynı öyledirler. Bir taraftan birey
farz-ı ayn olarak üzerine düşen vazifeleri yerine
getirirken, diğer taraftan toplum da farz-ı kifaye
olarak kendisine düşen görevleri ifa edecektir(26).
Fert ve fertler çalışırken devlet de onların
güvenliğini sağlıyacak, fertler üretecek ve
ürettiklerine sahip olacak, devlet de onların
mülkiyetlerini koruyacaktır.

Daha önce ifade ettiğimiz gibi, Rönesans ve sanayi
toplumunda devlet anlayışı değiştiği için fert ve
devlet dengesi de bozulmuştur. Oysa fert ile devlet
biri diğerinin fonksiyonu olduğundan aralarında tam
bir ahenk ve denge bulunmalıdır. Devlet aynı aile gibi
tabii bir uzviyettir. Devleti sunî olarak büyütmek
veya küçültmek bir şey ifade etmez.

Verginin Tarifi
Zekâtın biri temizleme, diğeri ise üreme olmak üzere
sözlük olarak iki manaya geldiğini az önce
söylemiştik. Zekâtın yani verginin tarifine ya da
terim ve ıstılah manasına gelince, İslâm hukukçuları
bu konuda çeşitli tanımlar yapmışlardır(27). % 2,5
tan % 20'ye kadar değişen oranlarda, mal ve tasarruf
üzerinden zorunlu olarak alınan bir vergidir(28).
Hanefiler ise zekât vergisini şöyle tarif ediyorlar:
Belli malların belli bir kısmını belli bir zaman sonra
belirli yerlere vermektir(29).

Verginin Sebebi
Varlıklar arasında insan toplu yaşama bakımından
apayrı bir yere sahiptir. İbn Haldun'a göre insanlar
için sosyal hayat kaçınılmaz bir za-rurettir(30). Onun
için insanlar, aralannda iş bölümü yaparak, topluca,
birlikte yaşamaktadırlar. Filozoflar bunu "İnsan
tabiatı itibariyle medenidir" sözüyle ifade ediyorlar.
İnsanların böylece bir arada beraber yaşamalarının bir
neticesi olarak aralarında" sevgi, merhamet ve
yardımlaşmanın bulunması zaruridir. Hz. Peygamber de
bu konuda şöyle buyurmaktadır: "Bütün müminleri,
birbirlerine merhamet, sevgi, lütuf ve yardımlaşma
hususunda bir vücud gibi görürsün. O vücudun bir
organı hastalanınca, vücudun diğer organları
ateşlenerek ve duyarlık götererek hasta organın
elemini paylaşırlar. "(30).

Bedrüddin el-Ayni bu hadiste müslümanların haklarına
saygı, birbirleri aralarında sevgi ve yardımlaşmayı
teşvik vardır, demektedir(32). Ayrıca bu hadisten
İslâmın toplum anlayışının organik toplum görüşüne
yakın olduğunu söylemek mümkündür.
Biyolojik ve fizik hayatta her olayın bir sebebi
olduğu gibi, sosyal ve ekonomik hayatta da her türlü
hareket ve davranışın, her çeşit hak ve vazifenin,
alacak ve borcun, yetki ve sorumluluğun da bir sebebi
vardır. Vergi alıp vermek ekonomik bir olaydır. O
nedenle vergi niçin verilir, bunun tesbit edilmesi
gerekir.

l-İktisatçılara Göre
Vergi konusunda genel olarak biri istifade diğeri ise
iktidar olmak üzere iki teori geliştirilmiştir. Bu her
iki görüş de toplum-devlet felsefesinden ve
anlayışından kaynaklanmaktadır. İstifade teorisi,
devletin sosyal mukaveleye dayandığı doktrininden
ortaya çıkmıştır. Bu devlet anlayışına göre her hak
bir vazife" karşılığıdır; buna göre her hizmet de
mutlaka mukabil bir hizmetle karşılanır. Devletin
vazifesi kişilerin mal ve canlarını korumak; buna
karşı fertlerin vazifesi de devletin bu konuda
yapacağı harcamalara katılmaktır.

Faydalanma Teorisi değişik şekillerde açıklanmıştır.
Bazılarına göre devlet, herkesin farklı paylara sahip
olduğu bir ticaret veya sanayi kurumudur. Yani
devlet, bir ticari şirket gibidir. Vergi de bu
şirketteki paylara göre ödenmektedir.
Dayandığı temel fikir itibariyle istifade teorisi, düz
orantılı (mütenasip) vergi tarifesine götürür. Zira
sağlanan fayda, fertlerin ekonomik durumlarıyla
orantılıdır(33).

İktidar Teorisi ise organik devlet görüşünden hareket
etmekte ve kamu harcamalarının fertlere sağladığı
fayda ile, fertlerin bu harcamalara iştirakleri
arasında doğrudan bir alaka olmadığı fikrine
dayanmaktadır. Başka bir ifade ile fert, kamu
harcamalarından sağladığı faydadan müstakil olarak, bu
harcamaların finansmanına katılmalıdır. Bu katılma ise
ferdin maddi ve mali iktidarı nisbetinde olur.
Devlet vatandaşlar üzerine vergi koyma yetkisine
sahip, vatandaşlar da konulmuş olan bu vergiyi
ödemekle yükümlüdürler. Dolayısiyle vergi ile devlet
hizmeti arasında bir alaka mevcud değildir. Vergi
vermek, devlete karşı yerine getirilmesi gereken
mücerred bir vazifedir. Böyle olunca verginin
vatandaşlar arasında dağılışının ölçüsü olarak
iktidarın (yani iktisadi gücün) alınması gerekir.
Ancak bu suretle vergiyi mükellefler arasında adil bir
şekilde dağıtabiliriz. Bu adil vergi dağılımından
maksat, vergi verenlerin yaptıkları fedakârlığın eşit
olması hususudur. Yani iktisadi güçleri eşit olanların
eşit vergi, farklı olanların ise farklı vergi
ödemeleri gerekir. Bu teoriye göre eşitlendirilmesi
gereken fedakârlık, marjinal fedakârlıktır. Gelirin
azalan marjinal fayda prensibi, yani gelir arttıkça
her ilave birimin daha düşük bir fayda sağlama esası,
yüksek gelirli bir kimse tarafından ödenen bir vergi,
düşük gelirli bir kimsenin ödediği daha az bir
vergiden daha kıymetli olamaz. Bu sebeple artan oranlı
(müterakki) vergi tarifeleri, adil vergi yükü dağılımı
için vazgeçilmez bir şarttır(34).

2- İslâm Hukukuna Göre
Görüldüğü gibi iktisatçılar faydalanma teorisiyle düz
oranlı, ve iktidar teorisiyle de artan oranlı olmak
üzere iki çeşit vergi anlayışı getirmişlerdir. Bir
konuda böyle esaslı bir sebebe dayanmadan farklı iki
türlü yol izlemenin pek faydalı olacağı kanaatında
değiliz. Bu ikileme usulü aynı hem üretimden ve hem de
tüketimden vergi almaya benziyor ki biz, bu
çelişkileri bugünkü medeniyetin ekonomiyi ilim haline
getiremediğine bağlıyoruz. Çünkü ilim demek olayların
sebep ve neticelerini bilmek demektir. Vergi olayının
biri üretim, diğeri de tüketim olmak üzere biribirine
zıt iki sebebi olur mu? Oysa bugün yapılan uygulama
bundan başka bir şey de-ğildir(35).

Faydalanma teorisinin bizzat kendi içerisinde
çelişkiler bulunmaktadır. Çünkü ferdin ödediği vergi
ile devletin götürdüğü hizmet arasındaki adalet nasıl
sağlanacaktır? Fertlerin devlet hizmetlerinden
sağladığı faydayı ölçmek çoğu kere mümkün değildir.
Fakir ile zengin, ödedikleri vergi nisbetinde devlet
hizmetlerinden faydalanacağına göre, devletin milli
savunma, emniyet, adalet ve eğitim gibi hizmetlerini,
bu zengin ile fakir sınıflar arasında nasıl
paylaştıracağız? Bundan başka vergi vermeyen
kimseleri bu hizmetlerden mahrum etmek bir haksızlık
olduğu gibi, mümkün de değildir.

Bu teoride devletin ticari bir şirket gibi düşünülmesi
ve ona göre vergi alınması, İslâm'ın devlet ve vergi
anlayışı bakımından, kabul edilemez bir husustur.
İlgili naslar ve metinler ve bu konu üzerine yazılmış
İslâmi eserler incelendiği zaman devletin böyle bir
müessese olmadığı görülür. Kaynaklarda kamu
görevlerinden ve devlet başkanlığından "velayet" diye
bahsedilmektedir(36). Kendisine veliyyülemr,
emirülmüminin, imam ve halife gibi unvanlar verilen
devlet başkanı ise, kamu üzerinde velayeti bulunan bir
şahsiyettir(37). Hadislerde devlet başkanı, kendisi
ile korunulan bir kalkan ve idare ettiklerinden
sorumlu olan bir çoban olarak tavsif edilmektedir.
Hz. Peygamber de bizzat bir devlet başkanı olarak,
"Velisi olmayanın velisi benim" buyurmuşlardır(39).
Netice olarak İslâm'a göre devlet öyle bir sigorta
veya ticari bir şirket değil, bilakis vatandaşlara
eşit muamele eden, bir veli ve baba gibi aralarında
adalet dağıtan, koruyan, kollayan, kamu üzerinde
velayeti olan, bunun için de sorumluluğu bulunan hükmi
bir şahsiyettir. Devlet, toplumda aile gibi tabii bir
uzviyettir.

Az kazanandan az, çok kazanandan çok vergi alınması
yönünden iktidar teorisinin yani artan oranlı gelir
vergisi sisteminin zekât sistemine benzediğini
söylemek mümkündür. Ancak burada zekât vergi
sisteminin gelirden alınan bir vergi olmadığını hemen
söylememiz gerekir. İslâm'ın zekât vergi sisteminde
vergi alınan malların yüzde üzerinden alındığı için az
maldan az, çok maldan ise çok vergi alınmış olur.
Sadece bu yönüyle artan oranlı vergi usulü ile
aralarında bir benzerlik vardır. Çünkü artan oranlı
vergi sisteminde yüksek gelir sahibinden çok, düşük
gelir sahibinden ise az vergi alınmaktadır.
Zekât vergi sisteminin diğerlerine göre daha dinamik
olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü zekât maldan (paradan,
kıymetli evrak ve döner sermayeden) yüzde olarak
alındığı için, yıl içersinde % 2,5 kazanan mükellef
doğrudan doğruya devlete çalışmış demektir. % 2,5'dan
az kazanan mesela % l kazanan mükellefin sermayesi,
%2,5 zekât vereceği için % 1,5 küçülecek demektir. % 5
kazanan ise sermayesini yüzde % 2,5 oranında büyütecek
demektir. Ayrıca zekât sisteminde görülen, belli bir
kâr yüzdesinden sonra devlete çalışma olayı artan
oranlı vergi sisteminde yoktur. Çünkü mükellef ne
kadar çok kazanırsa kazansın bu kazandığı miktar,
devletle kendisi arasında belli bir oranda
paylaşılmaktadır. Bu bakımdan zekât sisteminin
ekonomik hayatta daha dinamik bir rol oynadığını
söyleyebiliriz. Mesela yatırımcılar ve tüccarlar
sermayelerini piyasada % 2,5' dan daha fazla gelir
getirecek mallara yatırırlar. Bu demektir ki piyasada
az olup aranan ihtiyaç malları daha fazla üretilip arz
edilecektir. Her yıl sermayelerine % 2,5 kadar bir
gelir sağlayamayan beceriksiz ve kabiliyetsiz iş
adamları ve tüccarlar ise zamanla bulundukları
alanlardan daha başarılı olabilecekleri başka sahalara
kayacaklardır. Böylece ekonomik hayatta herkes
kendisine uygun bir işin başında olmakla tabii bir iş
bölümü sağlanmış ve daha çok üretim elde edilmiş
olacaktır.

İslâm'da vergiyi zengin öder; fakir ödemez. Zengin ile
fakiri bir örnekle açıklıyacak olursak mesele daha
iyi anlaşılmış olur. Mesela koyun ticareti ile meşgul
olan bir kimseyi ele alacak olursak, kırk ve kırktan
fazla koyunu bulunan bir kimse zengin, daha az koyunu
bulunan kimse ise fakir sayılır. Otuz dokuz koyunu
bulunan bir tüccar vergi vermezken, kırk koyunu
bulunan bir mükellef bir koyunu veya onun kıymetini
zekât/vergi olarak verir.
Hz. Peygamber (s.a.v.), Muaz b. Cebel'i (r.a.) Yemen'e
görevli olarak gönderirken ona, "...vergiyi
zenginlerinden al, fakirlerine ver." diye emir
ver-mişti(40). Bu hadiste görüldüğü üzere fakir,
sadece vergi vermemekle kalmıyor, üstelik verilen
vergilerden kendisine pay ayrılmakla, devlet
giderlerinden nakden veya aynen faydalanmış oluyordu.
Kur'an-ı Kerim'de de "Onların mallarından bir vergi
ar(41) buyurulmaktadır. Serahsi bu ayete dayanarak,
verginin sebebinin mal, yani iktisadi güç olduğunu
şöyle açıklamaktadır: Allah bu ayetle malı (yani
ekonomik gücü) verginin vücup sebebi kılmıştır. Vacip
işler sebeplerine izafe edilir. Bundan dolayı ayette
zekât (vergi) kelimesi, mal kelimesine izafe
edilmiştir. Fakat her mal sahibinin vergi vermesi
gerekmez. Peygamberimiz Muaz'a "zenginlerinden al,"
buyurduğundan, vergiyi ancak zengin olanlar verir.
Zenginlik ise belli bir mal ile meydana gelir ki, bu
da şariin tayin ettiği nisaptır(43).

Zekât Vergisinin Sebebi
İslâm devletinde normal şartlar altında zekât vergi
olduğu gibi, vergi de zekâttır. Çünkü Hz. Peygamber,
Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali
dönemlerinde devlet, zekâtın dışında başka bir vergi
almamıştır.

Daha önce de belirttiğimiz gibi İslâm hukukçuları ayet
ve hadislere dayanarak zekâtın sebebinin mal olduğunu
söylemişlerdir. Çünkü ayette "Onların mallarından bir
sadaka (vergi) al." (44) buyurulmuştur. Az yukarıda
Serahsi'nin bu ayete dayanarak zekâtın sebebinin mal
olduğu hakkındaki görüşünü nakletmiştik.
Zekâtın sebebinin mal olduğu hakkında hadisler de
vardır. Daha önce geçtiği üzere Hz. Muhammed, namaz
ile zekâtın arasını açanlarla savaşacağını
bildirdikten sonra "Çünkü zekât mali bir hakdır." (45)
buyurmuştur. Hz. Peygamber devletin hukuki olarak,
cebr ve zor ile alacağı hakkı ifade ederek "Gerçekten
malda zekâttan başka hak yoktur." (46) buyurur.
Bireyin kendiliğinden dini, ahlaki ve vicdani bir hak
olarak vereceği bir sadakayı kasdederek de "Gerçekten
malda zekâttan başka bir hak vardır." buyurmuştur.
(47)

Molla Hüsrev Mir'at adlı eserinde zekâtın sebebinin
nisap olduğunu, nema yani üreyen mal olma özelliğinin
ise şart olduğunu ifade ettikten sonra şöyle diyor:
Aslında nema batıni-gizli bir şeydir. Bu sebeple biz
nema şartı yerine yıl şartını getirdik. Çünkü malların
ve hayvanların üremeleri ve çoğalmaları mevsimler
sayesinde gerçekleşir. Hatta mevsimler değiştikçe
mallara olan talep de değişir. Böylece yıl, şart olmuş
olur. Çünkü yılın yenilenmesi nemanın yenilenmesi,
nemanın yenilenmesi ise gerçek sebep olan malın
yenilenmesi demektir. Böylece yıl yenilendikçe vergi
verme işi de yenilenmekte, sebep tekerrür ettikçe
hüküm de tekerrür etmektedir(48). Böylece mal zekâtın
vücub sebebi olduktan sonra, nisap, yıl ve nema da
edasının şartı olmaktadır.

İnsanın ihtiyaçları üretilen mallar sayesinde
giderilir. Maldan'vergi alındığına göre ihtiyacı
gideren şey de maldır. O nedenle ihtiyacı gi-dermeyen
şey mal sayılmaz. Bu sebeple üretim araçları bu
anlamda bir mal olmadıkları için üretim vasıtaları
ister bir makina, ister bir tarla veya ev olsun,
üretim araçlarının bizzat kendilerinden vergi alınmaz.
Bir ferdin kendi ihtiyacı varken elindeki bir malı
başkasına vermesi mümkün değildir. O yüzden nisabın
altında bir mala sahip olan kimse fakir sayılarak
vergi mükellefi yapılmamıştır.

Netice olarak İslâm ekonomisinde verginin temelini
mal, yani üretimin teşkil ettiğim söyleyebiliriz.
Zaten İslâm hukukunda bir üretimden, bir de ticaretten
vergi alınmaktadır. Kur'an-ı Kerim'de konuyla ilgili
olarak "Ey iman edenler! Kazandıklarınızın iyilerinden
ve yerden sizin için çıkardığımız ürünlerden infak
erfm."(49) buyurulmaktadır. Burada kazandıklarınız
ifadesinden İslâm hukukçuları ticareti
anlamışlardır(50). Onun için ticaret mallarından zekât
vergisinin alınacağı hususunda İslâm âlimleri ittifak
etmişlerdir(51).

Ticarete mevzu olan bütün malların % 2,5 vergisi
vardır. Ayrıca malların mübadelesini sağlayan altın,
gümüş, para ve kıymetli evrakın da aynı ticaret eşyası
gibi vergisi verilir. Toprağa dayalı medeniyette ve
tarım toplumlarında sadece üretim vergisinin
bulunması tabiidir. Ancak İslâm geldiği zaman dünya
ekonomik açıdan mübadele döneminde bulunuyordu. Diğer
dinlerin vergi anlayışında ticaret vergisi gibi bir
kalem olmasa bile dünya mal mübadelesi döneminde
bulunduğu için, İslâm, nisabın üzerindeki ticaret
mallarından % 2,5 vergi alma prensibini getirmiştir.
Roger Garaudy, Sosyalizm ve İslâmiyet adlı eserinde
Batılıların ortaçağda sadece topraktan vergi
aldıklarını, şahsi mülkiyet ve ticari vergiyi
müslümanlardan öğrendiklerini kasdederek şöyle diyor:
"Batının feodal ve Hıristiyan ortaçağında vergiler,
yalnız topraktan alınırdı. Arap fethinden sonra yeni
bir vergi sistemi beliriyor: kişisel mülkiyet
üzerinden alınan bir vergi." (52).

Zekât-Vergi Mükellefleri
İslâm'da vergi mükellefi olabilmek için çeşitli
mezhepler tarafından farklı şartlar ileri sürülmüştür.
Kimi mezhepler şahsa ağırlık verirken, bazı mezhepler
de mala ağırlık vermişlerdir. Mesela hanefiler bu
konuda insan unsurunu ön plana alarak vergi mükellefi
olabilmak için kişinin mükellef-akıllı olması
gerektiğini ileri sürerler. Hattâ Merğmani'nin bu
konudaki ibaresi aynen şöyledir: Hür, âkil, baliğ ve
müslüman olan kimsenin, tam bir mülkiyet sahibi olup
ve üzerinden bir yıl geçerse, zekât vermesi
gerekir(53). Bu hususta onların dayandıkları delil,
Hz. Aişe tarafından rivayet edilen şu hadistir: "Üç
kişiden hukuki mükellefiyet kaldırılmıştır: Uyanıncaya
kadar uyuyan kimseden, ergenlik çağına erişinceye
kadar çocuktan ve iyi oluncaya kadar deliden" (54).
Bundan başka hanefiler zekât vermenin bir ibadet
olduğunu savunurlar. Serahsi'nin bu konudaki ibaresi
de aynen şöyledir: Zekât sadece ve sadece ibadettir;
bu sebeple çocuklara farz değildir(55).

Burada şimdi vergi mükellefinin kim ve hangi şartlara
sahip olduğunu iyi bir şekilde anlarsak daha sonra
zamammızdaki bazı problemleri çözerken meselemizi
kolay bir şekilde halletmiş oluruz. Çünkü İslâm
hukukunda vergi mükellefi demek hukuki kişilik sahibi
bir şahsiyet demektir. Mesela iki kişinin ortak olarak
kırk koyunları bulunsa, bu sayı nisab miktarı olan
kırk rakamına ulaştığı için bu koyunların bir tanesi
zekât olarak verilecek mi? Bu soru mezhepler
tarafından çeşitli şekillerde cevaplandırılmıştır.
Mesela İmam Safiye göre evet bu malın zekâtını vermek
gerekir. İmam Malik ve Ebu Hanife'ye göre gerekmez.
Çünkü bu kırk koyunu iki ortağa böldüğümüz zaman hiç
birisinin hissesi nisaba ula-şamamaktadır(56).
Bu konuda İmam Şafii'nin de el-Ümm adlı eserinde
naklettği(57) Hz. Peygamber'den bir hadis rivayet
edilmektedir. Buna göre Hz. Muhammed, "Zekât (artar
veya eksilir) endişesiyle, ayrı ayrı bulunan zekât
malları toplanmaz; toplu bulunan mallar da
birbirindan ayrılmaz." (58) buyurmuşlardır.

İnsanlar için, kanun ve kuralların boşluklarını aramak
ve bu açıklardan faydalanarak görevden kaçmak her
zaman mümkündür. Burada bir kanun maddesini örnek
olarak verelim. "Otlak hayvanlarına sahip olanlardan
vergi alınır. Her 40 koyunda l koyun alınır. 40'dan
120 koyuna kadar l koyun, 121'den 200'e kadar 2 koyun,
201'den 399'a kadar 3 koyun, 400 olunca 4 koyun vergi
olarak alınır. Bundan sonra her yüz koyunda bir koyun
vergi olarak alnır." Kanunun metni bu. Buna göre bu
kuralların arasında bulunan boşluklardan faydalanarak
vergi kaçırmak mümkündür. Ayrı sürüleri birleştirmek
ve birleşik sürüleri ayrı göstermek suretiyle vergi
kaçırılabilir. Mesela Ali, Veli ve Hasan'ın ayrı ayrı
40'ar tane koyunu olsa bunlar birer tane olmak üzere 3
koyunu vergi olarak vereceklerdir. Ama bunlar biz
ortağız, bizim 120 koyun bir tek sürürdür, derlerse o
takdirde l koyun vereceklerdir. Böylece bunlar 2
koyunu vergiden kaçırmış olurlar. Bu ayrı mallan
toplamak suretiyle yapılan bir hiledir ki, böyle
yapmak hadiste yasaklanmıştır. Ayrıca hadiste vergi
memurunun fazla vergi almak için birleşik malları
ayırıp daha çok vergi alması da yasaklanmış
bulunmaktadır.

Burada vergi mükellefi açısından şirkete vergi vermek
düşer mi, ya da İslâm hukukunda mal ağırlıklı hükmi
şahsiyet anlayışı var mıdır sorusu hatıra geliyor.
Başka bir ifade ile vergide devletle vatandaş
arasındaki alaka dini mi yoksa, hukuki midir? Mal
ağırlıklı ve sadece mala dayanarak hukuki bir işlem
yapılabilir mi? Kanaatımızca bu sorular, insanların ve
mezheplerin ihtilaf etmelerine sebep olmuştur.
Mesela aynı zamanda şafii mezhebine mensup olan
Abdülvahhab eş-Şa'rani, Mizanü'l-Kübra adlı eserinde
bu konuyu dile getirerek hayvanlarının toplamı nisaba
ulaşan iki kişi, Ebu Hanife ve İmam Malik'e göre zekât
vermez. İmam şafii'ye göre ise verir diye
nakletmektedir(59). Ayrıca ticaret mallarının
zekâtında, verginin kıymet üzerinden mi yoksa maldan
mı verileceği ve verginin şirkete mi yoksa zimmete mi
taalluk ettiği hususunda İmam Şafii'nin iki görüşü
olduğunu da nakletmektedir(60).

Çocuk veya yetimin malına zekât düşer mi? Bir
ortaklıkta vergi, şirkete mi yoksa hakiki şahıs
olarak ortakların kendilerine mi düşer? Ha-nefilere
göre çocuk ve yetimler namaz ve oruçtan sorumlu
olmadıkları gibi zekâttan da sorumlu değildirler.
İbrahim en-Nahai, Hasan Basri ve Said b. Cübeyr gibi
şahsiyetler de bu görüştedirler. Şafiilere göre ise
çocuğun malına zekât düşer. Hz. Ali, Abdullah İbn
Ömer, Cabir, Hz. Aişe gibi sahabiler ve İmam Malik,
İmam Şafii, Süfyan Sevri, Ahmed b. Hanbel, İshak, Ebu
Sevr ve daha birçok hukukçu bu görüştedirler(61).
Şirkete hükmi şahsiyet olarak vergi vermek düşer mi
sorusunda İslâm bilginleri ihtilaf etmişlerdir. Biraz
evvel Abdülvahhab eş-Şa'rani'nin bu konuda İmam
Şafii'nin zekât şirkete taalluk eder ve zimmete
taalluk eder şeklinde iki görüşü olduğu hakkındaki
bilgiyi nakletmiştik. Ebu Hanife'ye göre ise ister
iki ortaklı ve isterse çok ortaklı bir şirket olsun,
şirkete zekât düşmez. Eğer her birinin hissesi nisaba
ulaşırsa, hakiki şahıs olarak ortaklara düşer.
Ortaklar, ortak olmadan önce teker teker yalnız
başlarına hangi hükme tâbi iseler ortak olduktan sonra
da o hükme tâbi olurlar(62).

Konuyu özetleyecek olursak; İslâm hukukunda verginin
genel adı zekâttır. İslâm hukuku ile yönetilen bir
devlette normal şartlar altında vergi olarak sadece
zekât vergisi alınır. Hz. Peygamber döneminden Hz. Ali
devrine kadar beş devlet başkanı zamanındaki uygulama
böyle olmuştur. Şu halde İslâmda vergi zekât demektir,
zekât da vergi demektir.

İslâm'da devlet ile vatandaşlar arasında hukuk-velayet
bağı vardır. Zekât vergisi bir vecibe ve yükümlülük
olduğu için bu görevi yerine getirecek olan
kimselerin akıllı, baliğ ve müslüman olması şarttır.
Hanefi mezhebine göre vergiyi sadece hakiki şahıslar
öder; şafii mezhebine göre ise dernek, cemiyet ve
şirket gibi hükmi şahıslar da ödeyebilir. Bu hususta
nihai kararı verecek olan kurum, vergi bir toplum işi
olduğundan, vilayet, eyalet veya devlet şûrâsıdır.
İslâm ekonomisinde vasıtalı vergiler olmadığı gibi
tüketimden de vergi alınmaz. Vergi sadece üretim ve
ticaret malları (altın, gümüş, para ve kıymetli evrak
ve bu gibi şeyler)den alınır. İslâm'da birey ve toplum
ya da fert ve devlet bütünlüğü veya dengesi bulunduğu
için üretim hem fert ve hem de devlet açısından
gerçekleşmiş olmalıdır. Birey açısından üretim olup da
toplum açısından olmazsa bundan vergi alınmaz. İşte bu
sebepten dolayı İslâm'da miras ve intikal vergisi
olmadığı gibi, alım satım vergisi de bulunmamaktadır.
Vergi, nami-üretken olan mallardan alındığı için
tüketimden vergi alınmaz. O nedenle mükellefin kendi
oturduğu binadan, bindiği otomobilden ve bütün
yaptığı harcamalardan da vergi alınmaz.

Bazı Vergi Meseleleri ve Çözümü
Bilindiği üzere hayatın devam edebilmesi için
insanların yeme, içme, giyme ve barınma gibi ekonomik
ihtiyaçlarının tatmin edilmesi gerekir. Tarım
toplumunda hayatın kaynağı toprak olduğu gibi, sanayi
toplumunda ise hayatın kaynağını petrol ile demirin
teşkil ettiğini söyleyebiliriz. Tarım toplumunda
ticari atlardan vergi alınıyordu. Sanayi toplumunda
ticaret malı olan otomobillerden vergi alınacak mı?
Tarım toplumunda herkes ekip biçtiği topraklardan
mahsulün % 10'unu vergi olarak veriyordu. Mesela
sanayi toplumunda toprağı, arpa ve buğday ekiminde
değil, tavuk üretme çiftliği olarak kullanan kimseden
vergi alınacak mı, alınacaksa ne kadar alınacak?
Tarım toplumunda üç kişinin ortak olduğu 119 tane
koyunu bulunan bir sürüden İmam Ebu Hanife'ye göre hiç
zekât alınmaz. İmam şafii'ye göre ise l koyun vergi
olarak alınır. Eğer sürü 120 koyun olursa Ebu
Hanife'ye göre 3 koyun vergi olarak alınır. İmam
şafiiy'e göre ise 2 koyun alınır. Sanayi toplumunda
bu üç ortak yün fabrikası kursalar vergilerini nasıl
ve ne kadar vereceklerdir? Hayatın yaşama şart ve
vasıtaları tarımdan sanayiye geçtiği için bu değişik
ortamın meselelerini çözüme kavuşturmak
mecburiyetindeyiz. Şimdi bazı sorular sorarak
bunların cevaplarını bulmaya çalışalım.

Çok ortaklı bir şirket organizasyonunda, ortakların
hisselerinin zekâtı şirket tarafından verilebilir mi?
Verilirse şartları var mıdır?

Bu sorunun cevabına geçmeden önce verginin bir toplum
işi olduğunu söylemeliyiz. Fert, birisi bireysel,
diğeri ise toplumsal olmak üzere iki özelliğe
sahiptir. Bireysel tarafını ilgilendiren konularda
ictihad ederek bizzat kendisi karar verir. Toplumsal
olaylarda ise fert ve fertler değil, toplum adına
karar verme yetkisine sahip olan devlet, istişare
ederek karar verir. Devlet ancak kamuyu ilgilendiren
konular hakkında yetkili olup ferdin hakkı olan alana
müdahale etmez. Daha doğrusu ahlaki kuralları bireyler
çalıştırıp uygular; hukuki kuralları ise devlet
çalıştırıp uygular. Tabii bu durum normal şartlar
altında, vatandaşlar ve devlet kendilerine mahsus olan
bu görevlerini yerine getirdiği zaman böyledir. Toplum
canlı bir uzviyet gibi olduğu için devlet veya
vatandaşlar görevlerini ihmal ettikleri zaman ahlaki
bir kaide hukuksallaşabilir, hukuki bir kaide de
ahlakileşebilir. Mesela toplumda örtülü olarak
dolaşmak ahlaki bir iştir. Yollarda çıplak gezen bir
kimseye vatandaşlar bir şey söylemez ise polis
müdahele ederek çıplak gezmesine izin vermez.
İşte vergi toplumda normal şartların gerektirdiği bir
husus olup bireylerin değil, devletin görevli olduğu
bir konudur. Başka bir ifade ile vergi hukuki bir
mevzu olup devlet bu vazifesini toplumun vekilleri
olan şûra ile istişare etmek suretiyle yerine getirir.
Kimlerden ne zaman ne kadar vergi alınacak ve nerelere
dağılacak meselesini devlet istişare ile karar verir
ve uygular.

Vergi, hukuk bağı ile fert ile devleti bağlayan bir
kamu görevidir. Hukuk ise yeryüzünde Allah'ı temsil
etmektir. Hukuk, bir temsil kurumudur. Kur'an-ı
Kerim'de bu görevden "emanet" diye bahsedilir ki, bu
vazife Allah tarafından göklere, yere ve dağlara
teklif edildi; fakat onlar bunu kabul etmediler;
varlıklar arasında sadece insan kabul etti. Bu yüzden
hukuka ve hukuki kişiliğe sadece insan sahip olup
malların kişiliği yoktur. Roma hukukunda olduğu
gibi(64) malların insandan ayrı olarak hukuki bir
şahsiyetleri yoktur. İnsanlar da mal ve paralarına
dayanarak şahsiyetlerini çoğaltamazlar. Mesela bir
şirkette sermayenin % 49 hissesine sahip olan 49
ortağa karşı % Slhisseye sahip olan bir kişinin dediği
olmaz. Çünkü mal insanın kişiliğini artırmaz.
İslâm hukukunda kendi fiiline ilâhi hitabın taalluk
ettiği şahsa mükellef denir(65). Başka bir ifade ile
alacaklı ve borçlu olma hususunda yetkili olmaya
kişilik, böyle şahıslara da mükellef veya şahsiyet
sahibi kişi adı verilir(66).

İslâm hukuku üzerine çalışmalar yapan fakat bu hukukun
künhüne eremeyen müsteşrıklardan biri olan Joseph
Schat, İslâm Hukukuna Giriş adlı eserinde İslâm
hukukunun hükmi şahsiyeti-tüzel kişiliği tanımadığını
(67) söylemekte ve İslâm hukukunda kurum (corporation)
kavramı olmadiğini, hükmi şahsiyet kavramının da
bulunmadığını iddia etmektedir (68). Halbuki İslâm
hukuku akıllı ve baliğ olan kimseye kişilik tanıdığı
gibi, insan topluluklarına da kişilik tanır. Yalnız
İslâm hukuku insanlardan ayrı olarak mallara, yalnız
başına kişilik tanımaz. Malın şahsiyeti olacaksa bu
ancak insanla beraber olur. Mesela vakıf malları
mütevellileri ile birlikte tüzel kişiliğe
sahiptir(69). Ayrıca şirketler de tüzel kişiliğe
sahiptir. Bütün fıkıh kitaplarında şirket çeşitlerinin
kuralları açıklanmaktadır. Hazine-Beytülmalın da tüzel
kişiliği vardır(70). Hatta hazine İslâm hukukuna göre
tüzel kişiliğe sahip olduğu içindir ki, yaklaşık bin
sene önce yaşamış olan, Hanbeli hukukçulanndan Ebu
Ya'la el-Ferra, el-Ahkamu s-Sultaniyye adlı eserinde
"Fazla vergi almak mükelleflerin hukukuna zulüm, az
vergi almak ise hazinenin hukukuna zulüm olur."(7l)
demiştir. Buradan anlaşılıyor ki, hazine malların
bulunduğu bir yer olmakla tüzel bir kişiliğe sahiptir.
İslâm hukukunda tüzel kişilik, bir azimet mi, yoksa
bir ruhsat işi mi olduğu tartışmalıdır. Bu uzun
açıklamadan sonra şimdi sorunun cevabına geçebiliriz.

İmam Ebu Hanifeye göre şirketler tüzel kişilik olarak
vergi vermezler. Bu şirketi meydana getiren hakiki
şahıslar vergilerini verirler. Bu hususta fıkıh
kitaplarında daha çok koyun sürüleri örnek olarak
verilir. İmam Şafii ise daha evvel yukarıda
zikrettiğimiz "Vergi endişesi ile ayrı olan mallar
birleştirilmez, birleşik (şirket halinde) olan mallar
da ayrılmaz" hadisine dayanarak, şirketin bir tüzel
kişilik olarak sahip olduğu malların vergisini
verebileceğini söylemiştir.

Kaynaklarda bu hadisteki yasaktan maksadın, insanların
vergi kaçırmak için çeşitli hileli yollara baş vurma
yasağı olduğu açıklanmaktadır (72). İbare ile delalet
bu olunca işare ile delaletten şirketlerin tüzel
kişiliğe sahip olarak vergi verecekleri anlaşılabilir.
Nitekim İmam Şafii bunu yapmıştır.

İbn Abidin'in bu konudaki ibaresi şöyledir: Her ne
kadar 9 şartın bir araya gelmesiyle şirket (hulta)
caiz olsa bile biz hanefilere göre ortak otlak koyunu
ve ticari malın nisabından zekât vermek gerekmez. Bu
ifade Hanefi mezhebi ile Şafii mezhebi arasındaki
ihtilafı açıklamaktadır. İmam Şafii'ye göre ortak sürü
nisaba ulaşmışsa zekât vermek gerekir. Mesela iki
kişinin ortak olduğu 40 tane koyunu bulunan bir
sürüden l tanesini zekât olarak vermek lazımdır. Ebu
Hanife ise sürüyü şahıslar açısından mütaala ederek,
bir kişiye 20 koyun düşmektedir, bu ise nisabın
altındadır, öyleyse zekât vermek gerekmez şeklinde
düşünmektedir. Ona göre sürünün sayısı ancak 80 olduğu
zaman kişiler 40'ar koyuna sahip olacakları için,
birer koyunu (toplam 2 koyunu) vergi olarak verirler.
İbn Abidin'in zikrettiği 9 şart şunlardır: 1-Ortaklar
mükellef kişiler olacak, 2-Mali yıl başında ortaklık
kurulmuş olacak, 3-Ortaklık (ortaklık) maksadıyla
kurulmuş olacak, 4- Otlakları bir olacak, 5-Sulakları
bir olacak, 6- Sağılan sütler bir kapta toplanacak, 7-
Çobanları bir olacak, 8- Damızlıkları bir olacak, 9-
Ağılları bir olacak(73).

Konuyla ilgili olarak Kamil Miras meseleyi şu
ifadelerle açıklamaktadır: Hulta ve şirkette şu
hallere i'tibar edilir: Çoban, koç, mer'a, sulak,
ağıl, sağan. Binaenaleyh hulta muteber olmak için
ortak koyunlar bir çobanın idaresinde bulunmalı,
koçları bir olmalı, bir meradan otlamalı, bir nehirin,
bir maslağın, bir kovanın suyunu içmeli, bir ağılda
yatmalı, sütleri de bir elden sağılmalıdır. Hattâ
koruyucu köpekleri de bir olmalıdır(74).
Netice olarak İmam Şafii ve diğerlerine göre bu
şartları taşıyan bir şirket, sürüleri nisaba ulaştığı
zaman zekâtlarını verirler. Ancak vergide Hanefi
mezhebi tüzel kişilik olarak şirkete yetki
tanımamaktadır. Bunun pratik bir faydası vardır. Bir
kişi aynı alandaki birçok şirkete ortak olabilir ve
kendisinin ayrı ayn olan mallarını hesap ederek
vergilerini verebilir.

Zamanımız açısından bugün kanuni olan bütün şirketler
adı geçen şartları taşımaktadır. O nedenle Şafii
mezhebine göre bir şirket, mallarının zekât vergisini
bizzat kendisi verebilir. Şafii ve Hanefi
mezheplerinin şirket kendisi zekât verebilir ve
veremez şeklindeki ihtilafın çözüleceği yer yine
şirketin bulunduğu mahallin ekonomik şûralarıdır.
Zekâta esas servet, zorunlu vergiler çıktıktan sonra
mı hesaplanmalıdır? Ya da zekâta ilave olarak verilen
zorunlu vergilerin İslâm'da yeri nedir?
İslâm'da dinin yarısı namaz ise diğer yarısı da
zekâttır denilebilir. Kur'an-ı Kerim'de kurtuluşa eren
müminlerin yedi tane sıfat ve özelliğe sahip oldukları
açıklanır; bunlardan vergi ile ilgili olanı hakkında
"Onlar, vergi vermek için çalışırlar."
buyurulmaktadır(75). Şu halde müslümanlar, ekonomik
hayatta refah toplumu olabilmek için vergi vermek
amacıyla faaliyet göstereceklerdir.

Vergi vermek mülkiyet sahibi olmanın bir gereğidir.
Mülk insanları yönetmek, milk ise malları yönetmek
demektir. Mülk kelimesi Kur'an'ın pek çok yerinde
insanların yönetimi hakkında kullanılmaktadır(76).
Türk-çemizde milkiyet kelimesi yerine yanlış olarak
mülkiyet sözü meşhur olmuştur. Buradan mülk ile
milkin birbiriyle irtibatı olduğundan hareket ederek
ferdin mala sahip olmasının devletin varlığına bağlı
olduğunu ifade etmek istiyorum. Ferdin mülkiyeti, mala
sahip olması ve onu yönetmesi, vergi ve devlet üçlüsü
arasında bir irtibat vardır. Fert müslüman devlet de
İslâmi kurallarla çalışıyorsa bir problem yoktur.

Devlet hakkı olan zekât vergisini alır ve çekilir; müslüman vatandaş da vergisini ödemiş bir mükellef olarak huzur içersinde bulunur. Ancak devlet, zekât almıyor, kendi koyduğu usullere göre vergi alıyorsa o takdirde zekât vergi
yerine geçer mi?

Bu hususta İslâm âlimleri arasında ihtilaf vardır. Bir
kısmı devlete verilen verginin zekât yerine
geçebileceğini savunurken, diğerleri geçmez
demişlerdir. Ağırlıklı kısım devlete verilen
vergilerin zekât sa-yılamıyacağıdır(77). Çünkü zekât
vergi sistemi ile bugünkü vergi sistemleri ayrı
şeylerdir. Kimlerden ne kadar, ne zaman ve nasıl vergi
alınacağı meselesi, zekât ile diğerleri arasında tam
bir zıtlık vardır. Mesela zekât üretimden alınır,
vergi tüketimden de alınır; zekât zenginden alınır,
vergi fakirden de alınır; zekât vasıtasız bir
vergidir, verginin vasıtalı olanı vardır; zekâtın
ibadet yönü vardır, verginin ibadet yönü yoktur; zekât
mükellefin sahip olduğu mal, para ve kıymetli evrak
gibi şeylerden alınır, vergi ise gelirden alınır;
zekât yüzde üzerinden alındığı için dinamiktir, vergi
maktu olarak alındığı için statiktir, zekâtta belli
bir noktadan sonra (% 2,5 kâr eden sermaye) mükellef
devlete çalışmış olur, vergide (artan oranlı gelir
vergisi) ise mükellef, kârı her zaman devletle
paylaşır; Zekâtta ticaret malı, altın, gümüş, para ve
kıymetli evrak ay yılına göre alınır, vergi ise güneş
yılma göre alınır... Zekâtla vergi arasında daha
birçok farklılıkları saymak mümkündür. Dağılış yerleri
bakımından da farklar vardır. En önemli fark, zekât
almış ve dağılışı itibariyle ekonomik hayatta yatırım,
mal, para ve sermaye dolaşımı, kabiliyetli olanların
ticari hayatta kalması, kabiliyetsizlerin başka
alanlara kayması, sermayenin piyasanın en çok ihtiyaç
duyduğu yerlere hızlı bir şekilde şevki gibi konularda
dinamik bir fonksiyon icra eder. Bu bakımdan zekât ile
vergi farklı şeylerdir.

Bizim kanaatımıza göre aslında zekât, şer'i, hukuki,
kazai ve mecburi bir vergidir. Devlet eğer zekât değil
de vergi alıyorsa o zaman zekâtın hukukiliği ortadan
kalkacak ve dini, ahlaki, vicdani ve ihtiyari bir hal
alacaktır. Buna göre müslüman zorunlu vergiler
çıktıktan sonra geri kalan servetinin zekâtını
verebilir. Burada çok önemli bir nokta vardır: Zekât,
belli bir vergi olarak, müslümanlar Mekke'den
Medine'ye hicret edip devletlerini kurduktan sonra
farz kılınmıştır. Mekke'de ve devlet kurulup tam
yerleşip oturuncaya kadar iki yıl Medine'de
müslümanlann asli ihtiyaçlarından fazla olan mallarını
devlete verdiklerini görüyoruz. Müessese olarak Ensar
ve Muhacir kardeşliği bunun açık delilidir. Ayrıca
sahabeden mallarının tamamını ve yarısını getirip Hz.
Peygamber'e veren Hz. Ebu Bekirler ve Hz. Osmanlar bu
konuda kişi bazında örnek olan şahsiyetlerdir. Tabiî
İslâm devletinin olmadığı bir yerde müslüman İslâm
için malını verirken kendi iş hayatında rantabl bir
şekilde hareketini sağlıyacak kadarım kendisine
bırakmalıdır. Artık bu durumda verginin dışında zekât
vereceklerin yüzde iki buçuk, yüzde beş veya on gibi
bir nisbet vermek olmaz. Çünkü bu iman gücüne dayanan
bir şeydir. Ebu Bekir'in yaptığı gibi, malının
tamamından yüzde iki buçuğa kadar yeri vardır.

Müslümanların müslüman olmayan devletlerine verdikleri
vergiye gelince, bir müslüman mensup olduğu bir
devletin vatandaşlık sıfatım üzerinde taşıdığı
müddetçe diğer vatandaşlar gibi üzerine düşen vergiyi
ödemek bir hukuk görevidir. Bu aynı zamanda dini bir
vecibedir. Çünkü müslümanlar yaptıkları sözleşmelere
sadık kalırlar. Ya vatandaş olursunuz ve bu
vatandaşlığın gereğini yerine getirirsiniz veya
vatandaşlıktan çıkarsınız. Yalnız burada bir nokta
var. Devletler vatandaşlarına mali güçlerinin çok
üstünde vergi yüklüyor deniliyor. Bu sebeple de
mükellefler kimisi az ve kimisi çok olmak üzere vergi
kaçırıyorlar. Biz bu durumda müslümana normal olanı
yapmasını tavsiye ederiz.

Sanayi sektöründeki üretim makinalarının zekâtı nasıl
olmalıdır?

Tarım toplumunun ekonomik terminolojisi ile sanayi
toplumunun ekonomik terminolojisi birbirinden
farklıdır. Zamanımızdaki vergi terimleri ile İslâmdaki
zekât vergisinin terimleri de birbirinden tamamen
farklı şeylerdir. Zekât sisteminde sermaye vergisi
var desek yanlış olur. Çünkü sermaye denildiği zaman
bunun içine sabit sermaye ve döner sermaye
girmektedir. Üretimdeki sabit sermaye makinalar ve
tesislerdir. İslâm geleneğinde üretimde sabit sermaye,
tesis ve üretim vasıtalarından vergi alınmaz. Mesela
toprak üretim vasıtasıdır. Tarlanın bizzat kendisinden
vergi alınmaz; üretim yoluyla meydana getirilen
mahsulden, üründen alınır ve onun normal şartlar
altında onda biri almır(78). Ayette "Her biri mahsul
verdiği zaman mahsulünden yeyin. Devşirildiği ve
toplandığı gün de hakkını verin." (79) buyurulmuştur.
Hz. Peygamber, mücmel olan bu âyetin manasını şu
hadisiyle açıklamaktadır: "Yağmur ve kaynak suları ile
sulananlarda öşür (1/10 vergi), aletle sulama
suretiyle yetiştirilen mahsulde ise yarı öşür (1/20
vergi) vardır."(80) Buhari'nin naklettiği bir hadiste
de şöyle buyurulmaktadır: "Yağmur ve kaynak suları ile
sulanan yahut kökleri suyu bulan mahsulde tam öşür
(1/10 vergi), sulama ameliyesi ile (insan, hayvan ve
teknik alet yardımından faydalanarak) yetiştirilen
mahsullerde ise yarı öşür (l 120 vergi) vardır."
Bu ayet ve hadislerden anlaşıldığı üzere üretimde
vergi, üretim vasıtalarının bizzat kendilerinden
değil, meydana getirilen üründen, mas-rafsız-normal
üretimden yüzde on nisbetinde alınmaktadır. Üretim
vasıtasının bizzat kendisinden vergi almak demek,
üretimi baltalamak demektir. Çünkü üretimi sağlayan
makinadan vergi almak onun bir parçasını almak
demektir. Bir parçası alınıp koparılmış olan makina
ise çalışamaz ve üretim yapamaz. Bu sebeple üretimde
üretim araçlarından değil, meydana getirilen üründen
yüzde olarak alınır.

Ticaret vergisi ise böyle değildir. Ticarette sermaye
ile onun ürünü sayabileceğimiz kâr, aynı cinsten
olduğu için mükellef, sahip olduğu altın, gümüş, para,
ticaret mallan ve kıymetli evraklar, bütün bunları
topladıktan sonra meydana çıkan yekûnun yüzde iki
buçuğunu vergi olarak verir.
Bedeli ödendiği halde teslim alınmamış olan bir malın
zekâtı var mıdır?

 

Daha önce İslâm vergi anlayışında alım satım vergisi
diye bir vergi çeşidinin olmadığını söylemiştim.
Ayrıca zekât vergi sisteminde verginin tüketimden
değil, üretimden alındığını da açıklamıştım. Üretim de
koyunların kuzulaması ile sayılarının artması,
topraktan buğday mahsulünün kaldırılması gibi ya
hakiki üreme olur, ya da ticari hayatta (altın, gümüş,
ticaret malları ve kıymetli evrakın kullanılması
suretiyle) kâr yaparak hükmî üretim olur. İşte
İslâm'da birisi üretim alanı, diğeri ise ticari alan
olmak üzere verginin iki sahası bulunmaktadır. Buna
göre:
Eğer bir kimse, kendisi kullanmak üzere gerek yurt
içinden ve gerekse yurt dışından nereden alıp
getirirse getirsin, bu bir tüketim olduğu için bunun
bir vergisi yoktur.

Bir mükellef herhangi bir ticari alanda mal satın aldı
ve bedelini de ödedi. Mesela fincan ve çay bardağı
satan bir züccaciyeyi örnek olarak ele alalım. Bu
tacirin elindeki mallardan zekât-vergi verilmesinin
vacip olabilmesi için o malların ticarette vergi
nisabı olan 96 gram altın kıymeti kadar olması
gerekir. Diyelim bu tacirin dükkanındaki mallar vergi
nisabına ulaşmadı. Dışarıdan ithal etmiş olduğu
mallar da henüz yolda olup eline geçmemiştir. Eğer
yoldaki bu mallar kendisine ulaşmış olsaydı, nisaba
sahip olduğu için dükkanındaki malların kırkta birini
vergi olarak verecekti. Vergi verme ayı olan ramazan
ayı da geçmek üzeredir(82). Bu kimse elindeki mallar
nisaba ulaşmadığı için üzerine vergi vacip olmaz.
Ayrıca fıkıh kitaplarında verginin farz olabilmesi
için tam bir mülkiyet şartının bulunması gerektiği
zikredildiğinden(83) yani mal ve paranın mükellefin
tasarruf salahiyeti dahilinde bulunması gerektiğinden,
kişi elinde olmayan bir şeyi tasarruf edemiyeceği
için, yolda gelmekte olan fincan ve çay bardaklarının
zekâtı olamaz, zaten ramazan ayı yani vergi ayı da
bitmiş, vergi memurları gelip sadece dükkandaki
mevcud olan nisabın altındaki ticaret mallarını
tesbit edip gitmişlerdir. Bu tüccar eğer yoldaki
fincanlar eline geçip sahip olduğu ticaret malı
nisaba ulaşsaydı bu ticaret mallarının kırkta birini
veya bu kırkta bir malın kıymetini vergi me-murununa
verecekti.

Bu konuyu bir de araba ticareti yapan vergi
mükellefini örnek vererek açıklamaya çalışalım.
Ticaret malında vergi vermeyi gerektiren nisap miktarı
200 dirhem gümüş veya 20 miskal altın kıymetinde bir
mala sahip olmaktır. Bu da bugün Türk parası ile bir
milyon Tl.'ye yakın bir meblağ tutar. Şu halde elinde
bir tek otomobili bulunan şahıs bile, otomobil bir
milyon liradan daha pahalı olduğu için vergi verecek
demektir. Bu şahıs otomobilin kıymetinin kırkta
birini vergi olarak verir. Elinde 40 tane otomobili
bulunan tacir ise vergi memurları geldiği zaman ya bir
otomobil ya da onun değeri kadar olan bir parayı
memurlara teslim eder.

Bir kimse yurt dışından kendisi binmek için araba
getirse, İslâm'da normal şartlar altında gümrük
vergisi olmadığı için bunun vergisi de yoktur. Ancak
ticaret için mal getirirse bu mallar üzerinden bir yıl
geçerse ve nisabın üzerinde olursa o takdirde kırkta
bir vergisini verir.

Sonuç
İslâm'ın kendine mahsus bir vergi sistemi vardır. Bu,
zekât vergi sistemidir. Bu sistem bugün dünyada
uygulanmakta olan hiçbir sisteme benzemez. Zekât
vergi sistemi, kimden, ne zaman, nasıl ve ne kadar
vergi alınacağını bildirmiştir. Âkil, baliğ, hür ve
müslüman olan vatandaşlar zekât verirler. İslâmda
vergi sadece üretimden alınır, tüketimden vergi
alınmaz. Ticari hayat hükmen nami sayıldığı için, yani
kâr sayesinde üreme ve çoğalma meydana geldiği için
ticari mallardan, altın, gümüş, para ve kıymetli
evraktan da vergi alınır.

Tüketim olduğu için kişinin oturduğu evden ve bindiği
arabadan vergi alınmaz. Ayrıca İslâm'da normal şartlar
altında gümrük vergisi bulunmadığı için yurt dışından
kullanmak üzere getirdiği bir maldan da ne kadar
pahalı olursa olsun, vergi alınmaz. Ancak devlet bir
zaruret varsa gümrük vergisi koyabilir.
Üretim, hem fert ve hem de toplum açısından olacağı
için, miras ve intikalden, yapılan alım ve
satımlardan vergi alınmaz. Çünkü miras ve intikalde,
alım ve satımlarda birey açısından bir üreme ve
çoğalma meydana gelmiş olsa bile toplum açısından bir
çoğalma meydana gelmemiştir.
İslâmda toprak ile yapılan üretimlerden güneş yılına
göre vergi alınır. Ticari alandaki vergiler ise ay
yılına göre alınır.

Vergi mükellefler tarafından verilmez; devlet
tarafından vergi memurları (amil) vasıtasıyla
mükellefin ayağına gidilerek alınır.
Vergiler normal şartlar altında (azimet) beşte bir,
onda bir, yirmide bir ve kırkta bir olmak üzere yüzde
üzerinden alınır. Eğer zaruret varsa bu nisbetler iki
katına çıkarılabilir.
Vergi üretim vasıtalarından değil, meydana getirilen
üründen alınır. Bu sebeple tarlanın ve üretim
makinalarının zekâtı yoktur.
Şirket, tüzel kişi olarak, İmam Şafii'ye göre zekât
verebilir. Ebu Ha-nifeye göre ise vermez; ortaklar
kendileri verir.
Elde mevcud olmayan malın veya paranın tasarrufumuzdan
uzak olduğu için aynı alacaklarda olduğu gibi vergisi
yoktur.


DİPNOTLAR
1) Bkz. Macit Gökberk, Felsefe Tarihi, Başnur
Matbaası, Ankara 1967, s. 251.
2) Bkz. imam Gazali, el-Mustasfa, Matbaatü Mustafa
Muhammet!, Mısır 1937/1357,
I, 140.
3) Bkz. ibrahim b. Musa eş-Şatıbi, el-Muvafakat Fi
Usuli'l-Ahkam, Matbaatü'l -
Medeni, Kahire 1970, II, 4-5.
4) Şatıbi, Muvafakat, II, 5; Ahmet Hamdi Akseki,
islâm, Matbaa-i Ebuzziya istanbul
1943, s. 289 dn. 1; İsmail Hakkı izmirli, Anglikan
Kilisesine Cevap Türkiye Diyanet Vakfı Yayın
Matbaacılık, Ankara 1995, s. 55-99; Osman Keskioğlu,
Fıkıh Tarihi ve islâm Hukuku, Ayyıldız Matbaası,
Ankara 1969, s. 35.
5) Ahmed el-Kuduri, Kitabü'l-Kudııri, Üçler Matbaası,
istanbul 1975, s. 27.
6) Abdülğani el-Şanimi el-Meydani, el-Lübab, I, 140.
7) Muhammed b. Ahmed es-Serahsi, Kitabü'l-Mebsut,
Beyrut 1398/1978, II, 149.
8) Bkz. Yusuf el-Kardavi, islâm Hukukunda Zekât, Çev:
ibrahim Sarmış, istanbul
1984, II, 531.
9) M.A. Mannan, İslâm Ekonomisi, pev: Bahri Zengin,
Özdemir Basımevi istanbul
1973, s. 266-267 adlı eserinde İslâmda miras ve
intikal vergisi varmış gibi, böyle bir verginin
tesbitinden bahsetmektedir ki, bu anlayış bize göre
islâm vergi hukuk mantığına ters düşer.
10) Bkz. Enver ikbal Küresi, Faiz Nazariyesi ve islâm,
çev: Salih Tuğ, Ahmet Sait
Matbaası, istanbul 1966, s. 131.
11) Bkz. Enver ikbal Küresi, Faiz Nazariyesi ve islâm,
fev: Salih Tuğ, Ahmet Sait
Matbaası, istanbul 1966, s. 131.
12) Bkz. Halil Şakir Kahyaoğlu, Umumi iktisat,
Endüstri Basım ve Yayımevi izmir
1960, s. 81.
13) Bkz. Ibn Abidin, Reddü'l-Muhtar, Beyrut, T.Y., IV,
100.
14) Mecelle Madde 59.
15) Bkz. Buharı, Nikâh, 41; Ebu Davud, Nikah 19;
Tirmizi, Nikâh, 14; Ibn Mace, Nikâh, 15.
16) Bkz. Muhammed Fuad Abdülbaki,
el-Mu'cemü'l-Müfehres Li-Elfazı'l-Kur'ani'l-
Kerim, zekât maddesi.
17) Hac 227 41.
18) Buhari, Itisam, 2, 28; Zekât, 1; Müslim, iman, 32;
Ebu Davud, Zekât, 1; Tirmizî,
Zekât, 1; iman, 1; Nesai, Zekât, 3; Tahrim, 1; Cihad,
1.
18) Bkz. Mütercim Asım Efendi, Kamus Tercümesi, zekât
maddesi; Rağıb el-Isfahani, el-Müfredat Fi
Şaribi'l-Kur'an, Matbaat-ü Mustafa el-Babi el-Halebi,
Mısır 1961/1381, s. 213; Serahsi, Mebsut, II, 149.
20) Serahsi, Mebsut, II, 149; Bkz. Hasan ibrahim
Hasan-Ali ibrahim Hasan, en-
Nüzumü'l-lslânıiyye,
Matbaatü's-Sünneti'l-Muhammediyye, Kahire 1970, s.
248.
21) Kasani, Bedayi1, II, 6-7; Ömer Nasuhi Bilmen,
Hukuk-ı Islâmiyye, IV, 78.

22) Tevbe 9/ 103.
23) Krş. Vehbe Zuhayli, islâm Fıkhı Ansiklopedisi,
Çev: Nureddin Yıldız, Risale Ya
yınevi, Isatnbul 1994, III, 373.
24) Kitab-ı Mukaddes Matta 22/ 22.
25) Bakara 2/ llo; Nur 24/ 56.
26) Farz-ı ayn birey için olan bir görev; farz-ı
kifaye ise toplum için olan bir görevdir.
Bkz. Elmahlı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kuran
Dili, istanbul 1936, I,
116;  Joseph  Schacht, İslâm Hukukuna  Giriş,   çev:
Mehmet  Dağ-Abdülkadir
Şener, A.Ü.Basımevi, Ankara 1977, s. 130.
27) Bkz. Vehbe Zuhayli. a.g.e. III, 247-248.
28) M.A.Mannan, a.g.e., s. 315.

29) Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı Islâmiyye, IV, 77;
Kamil Miras, Tecrid-i Sarih,
Başbakanlık Basımevi Ankara 1974, V, 5; Yunus Vehbi
Yavuz, îslâmda Zekât
Müessesesi, Ahmet Sait Matbaası, istanbul 1972, s. 29.
30) Ibn Haldun, Mukaddime, Çev: Zakir Kadiri Ugan,
Milli Eğitim Basımevi, is
tanbul 1968, I, 100.
31) Buhari, Edeb, 27; Müslim, Birr, 66; Tecrid-i
Sarih, XII, 128.
32) Bedrüddin el-Ayni, Umdetü'l-Kari, Beyrut T.Y.
XXII, 107.
33) Bkz. Memduh Yaşa, Ak iktisat Ansiklopedisi,
istanbul 1973, s. 446.
34) Memduh Yaşa, a.g.e., s. 418.
35) Bkz. Yusuf el-Kardavi, a.g.e. II, 515.

36) Bkz. Ebu'l-Hasan Ali b. Muhammed el-Maverdi,
el-Ahkamü'-Sültaniyye, Mısır
1966, s. 55, 65, 77; Ebu Yala el-Perra,
Ahkamus-Sültaniyye, Mısır 1966, s. 28-30;
Ahmed  Ibn   Teyitliye,   el-Hisbe  Fi'l-lslâm, 
Kahire   1387,   s.   6-8;  es-Siyasetuş
Şer'iyye, Matbaatü'l-Müsenna Bağdad, T.Y. s. 10-15.
37) Bkz. Bakara 2/ 124; Şad 387 26; Ömer Nasuhi
Bilmen, a.g.e. VIII, 249.
38) Müslim, imara, 43, 20.
39) Ahmed Ibn Hanbel, Müsned, Beyrut 1389/1969, IV,
133.
40) Ebu İsa Muhammed b. Isa, et-Tirmizi, Mısır 1937,
Zekât, 6.
41) Tevbe 97 103.
42) Tirmizi, Zekât, 6.
43) Serahsi, Mebsut, II, 149 Tevbe 97 103.
45) Buhari, Itisam, 2, 28; Zekât,!; Müslim, iman, 1;
Ebu Davud, Zekât, 1;
46) Ibn Mace Zekât, 3.
47) Tirmizi, Zekât 27, No: 659; Darimi, Zekât, 13.
48) Molla Hüsrev, Mir'atü'l-Usul, Amire Matbaası,
istanbul 1890/1307, s. 298.
49) Bakara 27 267.
50) Bkz. Cassas, Ahkamul-Kur'an, Beyrut, T.Y. I, 457;
Ibn Arabi, Ahkamü'l-Kur'an,
Mısır 1972, I, 235.

51) Ebu Bekir Muhammed b. ibrahim el-Münzir,
Kitabü'l-lcma , Çev: Abdülkadir
Şener, Gaye Matbaası Ankara 1983, s. 33; Abdülvahhab
eş-Şa'rani, Kitabü'l-
Mizan, Mısır 1317,1, 9.
52) Roger Garaudy, Sosyalizm ve islâmiyet, çev: Doğan
Avcıoğlu-E. Tüfekçi, Gün
Matbaası istanbul 1965, s. 13.    .
53) Merğınani, Hidaye, I, 68.

54) Buhari, Hudud, 22; Talak, 11; Ebu Davud, Hudud,
17; Tirmizi, Hudud, 1; Ibn
Mace, Talak, 15.
55) Serahsi, Mebsut, II, 163.

56) İbn Rüşd Muhammed b. Ahmed, Bidayetü'l-Müctehid,
Matbaat-ü Mustafa el-
Babi el-Halebi, Mısır 1379/1969,1, 258.
57) İmam Şafii, el-Ümm, Daru'l-Ma'rifet, Beyrut
1973/1393, II, 13.
58) Buhari, Zekât, 35; şirket, 3; Ebu Davud, Zekât, 5;
Tirmizi Zekât, 4; Nesai, Zekât,
5; Ibn Mace, Zekât, 13.
59) Abdülvahhab eş-Şa'rani, Mizanü'l-Kübra, Mısır
1317, II, 5.
60) Abdülvahhab eş-Şa'rani, a.g.e. II, 9.
61) Bkz. İbn Rüşd, a.g.e. I, 245; Vehbe Zuhayli,
a.g.e. III, 255; Bedrüddin el-Ayni,
a.g.e. IIIV, 237.

62) Bkz. Bedrüddin el-Ayni, a.g.e. IX, 10; Kamil
Miras, Tecrid, V, 213.
63) Ahzab 33/ 72.
64) Bkz. Hüseyin Cahit Oğuzoğlu, Roma Hukuku, Yeni
Desen Matbaası, Ankara
1959, s. 51.
65) Büyük Haydar Efendi, Usul-i Fıkıh Dersleri, Fatih
Matbaası, istanbul, T.Y. s.
465.
66) Krş. Muhammed Ebu Zehra, islâm Hukuku
Metodolojisi, A.Ü.Basımevi, Ankara
1973, s. 321.
67) Joseph Schacht, islâm Hukukuna Giriş, Çev: Mehmet
Dağ-Abdülkadir Şener,
A.Ü. Basımevi, Ankara 1977, s. 134.
68) Joseph Schacht, a.g.e. s. 161.
69) Bkz. Hayreddin Karaman, Mukayeseli islâm Hukuku,
İrfan Matbaası, İstanbul
1974, s. 206.
70) Bkz. Abdülkadir Udeh, Mukayeseli islâm Hukuku ve
Beşeri Hukuk, çev: Ali
Şafak, Feryal Matbaası, Ankara, T.Y. II, 23.
71) Ebu Ya'la  el-Ferra, el-Ahkamü's-Sultaniyye, 
Matbaat-ü  Mustafa  el-Babi  el-
Halebi, Mısır 1966, s. 246.
72) Bkz. Kamil Miras, Tecrid-i Sarih, v, 211.
73) Ibn Abidin, II, 34.
74) Kamil Miras, Tecrid-i Sarih, V,213.
75) Müminim 23/4.
76) Bkz. Bakara 2/ 102, 247, 251, 258; Al-i Imran 3/
26; Taha 207 120; Aynca bkz.
Mütercim Asım Efendi, Kamus Tercümesi, mülk maddesi.

77) Bkz. Ali Özek, ibadet ve Müessese Olarak Zekât,
Yaylacık Matbaası, istanbul
1984, s. 246-250; Yusuf el-Kardavi, islâm Hukukunda
Zekât, II, 616-630; Vehbe
Zühayli, a.g.e. III, 379.
78) Ibn Abidin, a.g.e. II, 48.
79) Enam 6/141. -
80) Ibn Mace, Zekât, 17, Hadis No: 1816.
81) Buhari, Zekât, 56.

82) Hz. Osman bir Ramazan günü Cuma hutbesinde "Ey
müminler, dikkat ediniz;
zekât verme ayınız geldi. Buna göre kimin malı ve
borcu varsa, hesabını yapıp
geri kalan malının zekâtını versin." demiştir. Bkz.
Kasanı, Bedayi': II, 6-7; Ömer
Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı Islâmiyye ve Istılahat-ı
Fıkhıyye Kamusu, IV, 78. Bkz. Merğınani, a.g.e. I, 68;
Ibn Abidin, a.g.e. II, 4.



 


*DEÜ İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi


 

emailrol.gif (21439 bytes)

arrow1b.gif (1866 bytes)

.