.

İslam ve Uluslararası Adalet

Prof. Dr. Osman Eskicioğlu

        

Hz. Peygamber'in hayatı incelendiği zaman onun hem
içte ve hem de dışta hak ve adaleti sağlamaya
çalıştığı görülür. O bir taraftan Mekkeli ve Medineli
müslümanlar yani Muhacir ve Ensar arasında kardeşlik
ilan ederken, diğer taraftan da Medine Sözleşmesi(1)
ile müslüman, yahudi ve müşrikler arasında hak ve
adaleti sağlamaya çalışıyordu.

Hak ve adalet konusu insanoğlunu her zaman meşgul
etmiş bir meseledir. Dinler adaletten bahsetmiş,
kutsal kitaplar insanlara adil olmayı emretmiş,
çeşitli düşünce ve felsefeler bile adaletin insanlara
getirdiği faydalar üzerinde durmuşlardır. Uluslararası
adalet konusuna girmeden önce adalet ne demek, neye
adalet diyoruz, bu mesele üzerinde biraz açıklama
yapalım.

Adalet, denk ve dengeli düşünmek, denk ve dengeli
hareket etmek dernektir. Ferdi ve içtimaî yapıda
dirlik ve düzenliği, hakkaniyet ve eşitlik ilkelerine
uygun yaşamayı sağlayan ahlâkî erdem adalettir.
Adalet, davranış ve hükümde doğru olmak, hakka göre
hüküm vermek, eşit olmak, eşit kılmak gibi manalara
gelir.
Kamusta belirtildiği üzere(2) bir nesneyi bir nesne
ile beraberleştirmeye adalet denir. Ölçeğe de adalet
denir. Arapların deve üzerine binmek için koydukları
sepet içinde bir adamın bir adama denk olması da
adalet kelimesiyle ifade edilir.

Adalet Kur'an-ı Kerim'de ve hadislerde genellikle
düzen, denge, denklik, eşitlik, gerçeğe uygun
hükmetme, doğru yolu izleme, takvaya yönelme,
dürüstlük, tarafsızlık gibi anlamlarda kullanılmıştır
İnfitar suresinin 7 ve 8. ayetlerinde insanın
fizyolojik ve fizyonomik yapısındaki uyum, ahenk ve
estetik görünüm, adalet kavramıyla ifade edilmektedir.
Başka ayetlerde de insanın ruhî ve manevî yapısında
bulunan ve İslâm filozoflarınca inayet ve nizam
kavramıyla açıklanmış olan denge (itidal) ve ahenk,
adalet kavramının şümulüne giren ahsen-i tavkim(3) ve
tesviye (4) tabirleriyle dile getirilmiştir.
Hz. Peygamber'in adalet sıfatını kazanabilmesi için
Şûra suresinin 15. ayetinde şu şartlar ileri
sürülmüştür: Davetini yani risalet görevini yerine
getirmesi, bu konuda insanların keyfi istek ve
arzularını hesaba katmaksızın, ilahî emirlerin
gösterdiği şekilde dosdoğru olması ve Allah'ın daha
önceki kitaplarda bildirdiği ebedî gerçeklere inanması
lazımdı. Buna göre adalet, başkalarının gelişigüzel
istek ve telkinlerinden etkilenmeyen istikrarlı bir
doğruluk ve ahlâk kanununa itaatle gerçekleşen ruhî
bir denge ve ahlakî bir kemaldir.
Kur'ân'da kişinin adaletinden, toplumun adaletinden ve
toplumlararası adaletten bahsedilmektedir. Adalet
sıfatından yoksun olan kişi, dilsiz, aciz ve hiçbir
işe yaramayan bir köleye benzetilmiştir. Böyle
birinin, adalet faziletini kazanmış, dolayısıyla doğru
yolu bulmuş olan kimse ile bir tutulamayacağı
açıktır(5). Adil bir İslâm toplumu ise ümmet-i vasat
olarak nitelendirilmiştir(6). Hemen hemen bütün
müfessirler, vasat ümmet ifadesini adil toplum olarak
anlamışlardır. Buna göre İslâm, sosyal bünyede de
aşırılıklardan uzak kalmayı, dengeli ve uyumlu bir
hayat tarzını öngörmüştür. Eğer bir toplumda
aşırılıklar varsa, ifrat ve tefritler kol geziyorsa
orada İslâm anlayışındaki bir adaletin varlığından
söze-dilemez. Adil bir toplumda işçi ile işveren,
üretici ile tüketici, alıcı ile satıcı, yönetici ile
yönetilen, hükümlü ile hüküm veren, öğretici ile
öğrenen ve bir iş yapan iki kişi arasında denge ve
ahenk bulunur. Bu karşı şahıs ve kurumlar arasında
denge ve uyum olmazsa o toplumda içtimai, iktisadî,
siyasî ve ailevî sıkıntılar meydana gelir.

İnsanların birbirlerine karşı, gerek millî gerekse
beynelmilel davranışlarında inanıp kabul ettikleri
kutsal kitaptan bilgi edinme mecburiyetleri vardır.
Çünkü insanın kendi çalışmasıyla ve sadece deney ve
gözlem yaparak hak ve adaleti bulup öğrenmesi mümkün
değildir. Hak ve adaletin ne olduğu ve nasıl meydana
geldiğini bizlere kutsal kitaplarda anlatıp Öğreten
Cenab-ı Hak'dır. Meselâ Nisa suresinin 11. ayetinde
miras taksimi yapılırken hak sahiplerinin payları
açıklandıktan sonra "Babalarınız ve oğullarınızdan
menfaatçe hangisinin size
daha yakın olduğunu siz bilmezsiniz"
buyurulmaktadır(7). Başka bir yerde de Allah
bildirmediği takdirde insanların yanılıp şaşıracakları
ifade edilerek şöyle buyurulmaktadır. "Yanılıp
şaşıracaksınız diye Allah size açıklamalarda
bulunuyor. Allah herşeyi bilir(8). Onun için bugün
insanlığın çekmekte olduğu bütün sıkıntılar, millî ve
beynelmilel hak ve adaletin bilinip uygulanmamasından
kaynaklanmaktadır. Eğer Türkiye uyanır, lüzumsuz iç
çekişmeleri bırakır, bir aydınlanma çağı başlatırsa,
dün olduğu gibi yeniden içte ve dışta hak ve adaletin
bekçisi ve koruyucusu bir toplum, hak ve adalet
sembolü bir toplum haline gelebilir, Sahip çıktığımız
takdirde Kur'an ve Sünnet kültürü bunu başaracaktır.

Bakın size birisi Nisa, diğeri ise Maide suresinde
olmak üzere iki ayetten bahsetmek istiyorum. Bu
ayetlerden birisi iç, diğeri dış adaletten yani birisi
ulusal diğeri ise uluslararası adaletten söz
etmektedir. Nisa süresindeki ayette şöyle
buyurulmaktadır: "Ey iman edenler, kendinizin,
ana-babanızın veya akrabalarınızın aleyhine olsa bile,
Allah için şahidler olarak adaleti ayakta tutan
kimseler olunuz. Bunlar ister zengin, isterse fakir
olsun, çünkü Allah onlara herkesten daha yakındır.
Onun için siz adaleti uygulama hususunda hevâ ve
nefislerinize uymayınız. Eğer adalet üzere hüküm
vermekten ve şahitliğinizde doğru söylemekten dilinizi
bükerseniz veya tamamen yüz çevirirseniz şüphe etmeyin
ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır"(9).

Görüldüğü gibi burada ferdin veya fertlerin
kendilerinden, ana-baba ve akrabalarından bahsedilerek
ulusal adaletin gerçekleştirilmesi hususunda emir
verilmektedir. Aynı konu ile ilgili olarak fakat bu
defa uluslararası adaletin gerçekleştirilmesi hakkında
Mâide suresinde şöyle buyurulmaktadır; "Ey iman
edenler, Allah için hakkı ayakta tutan ve adaletle
şahitlik yapan kimseler olunuz. Bir topluluğa olan
öfkeniz sizi sakın adaletsizliğe sürüklemesin. Adil
olunuz, adil olmak, takvaya daha yakındır.
Allah’tan korkun, çünkü Allah gerçekten
yaptıklarınızdan haberdardır"(10).

Memleketimizin yetiştirdiği son devrin büyük
alimlerinden olan ve TBMM tarafından kendisine tefsir
yapma görevi verilen Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, bu
benzer iki ayeti karşılaştırıp her ikisinin maksadını
şöyle açıklamaktadır. 1. ayetten maksad, sevgi ve
iltimas durumlarında hak ve adaleti gözetmek,
kendisinin ve sevdiği yakınlarının aleyhine olsa bile
hakkı tanımak ve adaleti uygulamaktır. 2. ayetten
maksad ise düşmanlık lehine olsa bile hak ve adaleli
uygulamaktır Bundan sonra Elmalılı, yani orada dahili
siyaset, burada ise harici siyaset nokta-i nazarı
galiptir, diyerek İslâm'da uluslararası ilişkilerde
adaletin esas olduğunu ifade etmektedir(11). Buna göre
İslâm, uluslararası ilişkilerde ve her türlü anlaşma
ve sözleşmelerde hak ve adalet prensibini getirmiş
bulunmaktadır.

Hak ve adalet kavramı İslâm'la başlamadığı gibi,
milletlerarası hayatı düzenleme fikir ve teşebbüsleri
de İslâm'la ortaya çıkmış değildir. Tarihin
kaydettiğine göre dünyada ilk defa uluslararası
anlaşma, M.Ö. XIII. asırda İkinci Ramses ile Cheta
Hitit prensi arasında yapılmıştır(12). Eski zamanlarda
devletler, birbirinden uzak yaşıyor, yanyana
yaşayanlar da birbiriyle devamlı mücadele ediyordu. Bu
mücadele ve çarpışmalar biri diğerini yenip onun
yerini alıncaya kadar devam ediyordu. İşte İslâm
uluslararası mücadeleleri ve bir noktada savaşları
ortadan kaldırmak için uluslararası hukuku
getirmiştir. İslâm teori ve pratik olarak devletler
hukukunu getirmiştir. Ondan evvel uluslar arasında
hukuk kurallarının uygulandığı görülmemektedir. Hukuku
müslümanlar ilimleştirdiği gibi, devletler hukukunu
ortaya koyan da müslümanlardır. İslâm'da uluslararası
hukukun adı Siyer'dir. Hatta İmam Azam'ın talebesi
olan İmam Muhammed (132/751-189/807) uluslararası
hukukla ilgili olarak Siyer-i Sağîr ve Siyer-i Kebîr
adında iki eser yazmıştır. Avrupa'ya devletler hukuku
bu tarihlerden ancak bin sene sonra gelebilmiştir. Bu
konuda Prof. Dr. Muhammed Hamidullah'ın cümlesini
aynen nakletmek istiyorum. O şöyle diyor: "1856
yılından evvel Avrupa’da devletler hukuku
yoktur"(13). Devletler hukuku yani uluslararası
hukukun bulunmadığı bir yerde uluslararası adaletten
ve haktan ve bunların varlığından sözedilebilir mi?
Onun için İslâm kültüründen uzak olan batı aleminde bu
tarihlerden evvel hukuk ilminin gerektirdiği manada
uluslararası bir adaletten bahsetmek mümkün değildir.

Tabii hukukun ve hukuk kurallarının mevcud olduğu bir
yerde mutlaka adaletin bulunduğunu söylemek mümkün
değildir, Hukukun bulunması adaleti gerektirmez. Ancak
adaletin meydana gelebilmesi için hukuk kurallarının
uygulanmasına ihtiyaç vardır. Mesela bugün dünyada
uluslararası hukuk vardır. Hem de bu hukuk, Birleşmiş
Milletlerin denetim ve gözetimi altında çalışmaktadır.
Buna rağmen bugün uluslararası arenada hak ve adaletin
hüküm sürdüğünü kim söyleyebilir? Bu konuda gerçeği
söylemek gerekirse bugün milletlerarası ilişkilerde
hak ve adaletin cereyan ettiğini iddia edebilecek bir
tek kişinin varlığı düşünülmez.

Adalet ister ulusal ister uluslararası olsun, dengeyi
kurduğu zaman adalettir. Denge kurulmadığı zaman hak
ve adalet yerine gelmiş sayılmaz. Bunun için adaletin
sembolü terazidir. Terazinin bir kefesinde hak varsa,
diğer kefesinde vazife vardır; birisinde alacak varsa,
diğerinde borç; birisinde yetki varsa diğerinde görev;
birisinde suç varsa diğerinde ceza vardır. Hem adalet
denilen kavram sadece hukukla ilgili bir kavram
değildir. Hak ve adalet insanın düşünce ve
davranışları başta olmak üzere bütün iradî
fonksiyonlarında bulunması zaruri olan bir ölçüdür.
Halbuki bugün din, ilim, ekonomi ve ahlâk hatta
siyaset bile hukukun dışında mütâlâa edilmektedir.
Oysa hukuk, insanın teori ve pratiğini, bütün düşünce
ve davranışlarını kapsayan bir kurumdur. Onun için
insanlığın yetiştirdiği en büyük hukukçulardan birisi
olan İmam Azam Ebu Hanife, hukuku, iman, amel ve
ahlâkta yani dinî, ilmî, içtimaî, idarî, siyasî,
iktisadî ve ailevi qibi tüm alanlarda kişinin hak ve
vazifesini bilmesidir, diye tarif etmektedir.

İslâm hukuk mantığı, dolayısıyla hak ve adalet
anlayışı işte budur. Bu anlayış açısından bakıldığı
zaman Birleşmiş Milletlerin 1948 yılında 30 madde
halinde yayınlamış olduğu İnsan Hakları Evrensel
Beyannamesi eksiktir. Çünkü burada sadece fertlerden
ve yalnız haklardan bahsedilmiştir. Ferdi dengeleyen
toplum veya devletten, hakkın karşısında, terazinin
diğer kefesinde bulunan vazifeden sözedilmemiştir.
Halbuki her alacaklının karşısında bir borçlu mutlaka
bulunur. Borçlusu bulunmayan alacak veya hak, yok
demektir. Onun için bugünkü medeniyetin en yüksek
seviyedeki hukuk belgesi demek olan İnsan Hakları
Evrensel Beyannamesi, bir kefesi kopmuş teraziye
benzer. Bir kefesi yok olan terazi ne kadar iş
görürse, böyle bir belgeye dayanan hukuk da
uluslararası ilişkilerde o kadar iş görür ve ancak o
kadar adaleti gerçekleştirebilir. O sebeple bir insan
olarak sizlerin huzurunda başta Birleşmiş Milletler
Adalet Divanı olmak üzere tüm dünya hukukçularını bu
hukukun eksik yanını ikmal etmeye ve bu boşluğu
doldurmaya çağırıyorum. Uluslararası adalet işte bu
eksik giderildiği zaman gerçekleşebilir.
Kanaatimce bugün gerek ulusal ve gerekse uluslararası
sıkıntı, çatışma, kavga, düello ve savaşların ve her
türlü anlaşmazlıkların sebebi, hukukun eksik ve boş
yanlarının bulunmasıdır. İnsanlık bilim ve teknoloji
yolunda dev adımlarla ilerlerken hukukunu
geliştirmemiş; hukuk konusunda 16. ve 17.
yüzyıllardaki nazariyelerle iktifa ederek olduğu yerde
saymıştır. Onun için teknoloji hukuku aşmış, hatta
zorlamıştır. Ulusal ve uluslararası sıkıntıların asıl
kaynağı budur. Adalet hukukun meyvesidir. Adil
toplumlar, hukuk bakımından dengeli topluklardır.
Hukukun eksik ve aksak yönleri giderilerek toplumlar
dengelerini yeniden kurarlarsa uluslararası ilişkilere
de yeniden adalet gelebilir.

Ferdî adalet ulusal adaletle, ulusal adalet de
uluslararası adalet dengesiyle ilgilidir. Adalet
denilen dengeli davranış İslâm'da yalnız insanlara
karşı değil, belki bütün yaratıklara karşı uygulamamız
gereken bir görevdir. Zaten İslâm'da insan, hayvan,
bitki ve cansız tüm varlıkların hukuku vardır. Bugün
ekolojik dengenin bozukluğundan sözediliyorsa bu
insanoğlunun hayvan ve bitkilere karşı adil
davrandığını değil, zulüm yaptığını gösterir. Halbuki
İslâm yalnız ulusal ve uluslararası adalet değil,
hayvan, bitki ve cansız varlıklara bile hukuk
getirmiştir. Allah-insan ve kâinat üçlü zeminine
dayanan ve tüm yaratıklara karşı hak ve adalet
ölçüleri içerisinde kalmak mecburiyeti vardır.

Bir müslüman olarak üzerimize düşen görevi yaptığımız,
kendimize karşı adil, başkalarına karşı adil,
içişlerde adil ve dışişlerde adil olduğumuz zaman hem
millî hem de milletlerarası adalet gerçekleşecektir.
Yalnız bu kadar değil, belki bozulan ekolojik denge
dahi yerine gelecektir.

DİPNOTLARI:
(1) Bak. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi (Çev.
Salih Tuğ), irfan yayıncılık, 5. yayın, İstanbul-1990,
I. 202-210.
(2) Asım Efendi Kamus, Rizeli l Hasan Matbaası
İstanbul 1304, III, 1130.
(3) Tîn 95/4
(4) Şems Q1/7
(5) Nahl 16/76
(6) Bakara 2/143
(7) Nisa 4/11
(8) Nisa 4/176
(9) Nisa 1/135
(10) Maide 5/8
(11) Flmah Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kuran Dili,
istanbul 1932, II, 1593
(12) Zeki Mesud Alsan, Yeni Devletler Hukuku, Güney
Matbaacılık ve Gazetecilik T.A.O. Ankara-1951,11, 17
(13) Muhammed Hamidullah, İslâm'da Devlet Idaresi,
(Çev : Kemal Kuşçu) Ahmed Said Matbaası İstanbul-1963,
s. 9
 

emailrol.gif (21439 bytes)

arrow1b.gif (1866 bytes)

.