.

GENELKURMAY ESKİ BAŞKANI İLKER BAŞBUĞ’UN İNTERNETTE DOLAŞAN SÖZLERİ BENİ FEVKALADE ÜZDÜ ve ACITTI    

Prof. Dr. Osman Eskicioğlu*

         

Sözlerine üzülerek ve kendisine de acıyarak söylemeliyim ki, aşağıdaki şu ifadeler, maalesef bir ülkenin ve hem de büyük bir devletin tüm askeri birliklerinin kendisine emanet edildiği ve şu anda hapiste bir zanlı olarak tutuklu bulunan Genelkurmay eski başkanı İlker Başbuğ’a aittir. Başbuğ, bu konuşmasını benim için meçhul olan bir yer ve zamanda hem de komutanlara karşı yapmıştır. Birlikte okuyalım:       

“…bu cemaatler ile 677 sayılı kanunla varlığı yasaklanan tarikatlar, devrime karşı hareketlerin odağı haline dönüşmektedirler. Giderek güçlenen bu cemaatler, ekonomiyi yönlendirmeye, sosyo-politik yaşamı biçimlendirmeye, dine bağlı bir yaşam tarzı olarak sosyal kimliklerini ortaya koymaya çalışmaktadırlar.

Değerli Hazırun, bütün bu önemli gelişmelerin ulus, devlet yapımıza zarar verdiği şüphesizdir. Anayasal düzenimizin temelini oluşturan laikliğin korunması, dinin siyasal ve ekonomik amaçlarla kullanılmasının önlenmesi, ulusal eğitim ve öğretimin bu tür hareketlerin etkisinden kurtarılması, toplumumuzun bu tip hareketlere karşı bilinçlendirilmesi ve nihayet ulusal kültürümüzü bütün zararlı etkilerden korumak amacıyla topyekûn bir mücadele verilmesi gerekmektedir.  Diğer taraftan toplumumuzun bir bölümünde ulusal kültürün din eksenli bir yapıya oturtulmaya çalışıldığını da görmekteyiz.

Değerli Hazırun, cumhuriyetin ve devrimlerin korunmasının tek yolu vardır. Bu yol ise Atatürkçü düşünce sistemidir. “

Görüldüğü gibi, bu başkanın, bir toplum mühendisi gibi, kendisine göre bir din, toplum, cemaat, sosyoloji, ekonomi, politika,  ulusal kültür, cumhuriyet, devrimler ve Atatürkçü düşünce sistemi vardır. Zira bu metinden böyle bir anlam çıkmaktadır.  Din nedir, buradaki dinden maksat hangi dindir, zararlı hale gelen ve kültürümüze zararlı bir şekilde etki yapan İslam mı acaba? Bu komutanın, din derken ve dinden aldığı imajı böyle dillendirirken bu kendi özel fikri mi, yoksa ordunun fikri mi ya da din danışmanı mı kendisine dini böyle gösterdi, bunu bilmiyorum. Kendi özel fikri ise beni hiç ilgilendirmez. Buradaki din, zararlı hale gelen bu din, eğer İslam ise ve bu ifadeler, ordunun görüşünün bir yansıması ise vah bana, yazık bana, tüh bana derim. Çünkü ben, 60 yıldır din üzerine, İslam üzerine çalışıyorum.  Dinin ve özellikle İslam’ın insanlara zarar verecek bir yanını görmedim, vatandaşları ve milletimizi kötülüğe sürükleyecek iğne ucu kadar bir yerini şu ana kadar tespit etmedim. Hayıflanmamın asıl sebebi ise ben ne düşünüyorum, ordumun zirvesi ne ve nasıl düşünüyor meselesinde düğümlenmektedir. Ben ki, bugün DEÜ, İlahiyat Fakültesi’nde İslam Hukuku profesörü ve İlahiyat Meslek Yüksek Okulu müdürüyüm.  Biz yıllardır, iğne ile kuyu kazarak din nedir ve ne değildir öğrenmeye çalışıyoruz, ülkemizde bu kadar ilahiyat fakülteleri var, bu komutan bu konuşmasını yapmadan önce bizlere sorup bilgi almak durumunda değil midir?  Yoksa kendisi askerlik meselesinde olduğu gibi, bu konuda da bir uzman mıdır, bilmiyorum. Yoksa asker dediğin her şeyi bilir mi onu da bilmem. Eğer bu komutanı, şayet varsa ve danıştı da din danışmanı yanılttıysa o zaman daha da çok üzülürüm. Doğruyu söylemeyen bir kişi, hiç din danışmanı yapılır mı? Yoksa kendisini tutuklanmaya kadar götüren bu süreci de hukuk danışmanları mı sebep olup ortaya koydu,  dersiniz. Canımızın, malımızın, inancımızın… ve yurdumuzun düşmanlarımızdan korunmasını kendilerine emanet ettiğimiz görevlilerin en yüksek makamının bile böyle yanıltılması, cidden bizi çok kaygılandırmaktadır.  Onun için ordumuzun tüm makamlarına ve tüm devlet çalışanlarına âcizane samimi bir tavsiyem, kendilerine evet efendim diyenleri değil de gerçek danışmanlık yapacak, ne olursa olsun gerçekleri söyleyecek, bilen insanları tayin etmelerini, çağırıp bilgi almalarını önermek olacaktır. Böylece bu, sadece dini alanda değil, toplumu ve devleti meydana getiren tüm alanlarda da geçerli olan bir husustur. Çünkü vücudun bir organının diğer organlara ters düşmemesi gerektiği gibi, toplumun ve devletin bir kurumunun da diğer kurumlarla uyum ve ahenkli çalışması gerekmez mi? Bir kurum yaparken diğer kurumun yıkması o toplum ve devlet için bir yıkım olmaz mı?

                 Konuşmacıya göre “Giderek güçlenen bu cemaatler, ekonomiyi yönlendirmeye, sosyo-politik yaşamı biçimlendirmeye, dine bağlı bir yaşam tarzı olarak sosyal kimliklerini ortaya koymaya çalışmaktadırlar.” Cemaat toplum demek olduğuna göre cemaatler de toplumlar, demektir. Devlet yetkilileri hep üniter toplumdan bahsettiklerine göre bir devlette, ekonomiyi, sosyal hayatı ve politikayı biçimlendirmeyi çalışan ve buna kadir olan toplumlar nasıl olabilir. Bu cemaatler güçlerini nereden alıyorlar ki, bir devletin kolluk kuvvetlerinin başkanını böyle bir konuşma yapmaya sevk ediyor. Eğer bir toplumda devlet-millet birliği ve bütünlüğü varsa o toplum için devletinden daha büyük bir güç olabilir mi? Yoksa devletin gücü, devlete güç vermiyor mu?      

Dine bağlı yaşam tarzı… diyor bay konuşmacı. Din ile hayat, hayat ile din arasında bir bağ ve bir irtibat yok, öyle mi? Burada üç aylık askerlikten kalma acı bir hatıra aklıma geldi, söylemeden geçemeyeceğim.  Biz Isparta’da 1975 yılında 17. Bölükte kısa dönem vatani görevimizi yaptık. Görevimiz hem Ramazan ayına rastlamıştı. Beynime bir çivi çakıldığı için olayı dün gibi hatırlıyorum. Teftiş için Antalya’dan paşa gelecek dediler, ismini hatırlamıyorum, bizim bölüğe geldi ve bir konuşma yapmıştı. Arkadaşlardan soru almak istedi. Bir arkadaş, oruç tutacağız, sahura kalkacağız, yemek ve iftar gibi isteklerde bulununca bay paşa, siz askersiniz askerlik ibadettir diye fetva verip namaza ve oruca lüzum yoktur, demişti. Ben de kendisine Kıbrıs Barış Harekâtını avantaj ve dezavantajları bakımından değerlendirir misiniz diye bir soru sormuştum. Orada bize cemaatle namaz kıldırtmadılar, yasak dediler ve biz namaz kılmak için bahçelere ve uzak uzak yerlere gitmek zorunda kalmıştık.

              Hâlbuki namaz öyle bir ibadettir ki, savaş halinde bile terkedilemez ve hiçbir şey onun yerini tutamaz.  Fıkıhta korku namazı adıyla geçen[1] bu savaş halinde kılınacak namazın nasıl ifa edileceği hakkında ayetlerde açıklamalar bulunmaktadır.[2] Bunu bilen bizim Müslüman arkadaşlarımız, Kurana mı inanacaklar, yoksa bu paşaya mı? Eğer bir paşa veya ordu komutanı ya da bir genelkurmay başkanının, mensubu olduğu milletin dininden bihaber olup bilgisizce askerlik ibadettir, derse ve namaza oruca lüzum yok derse bu söz, acaba Müslüman eratta nasıl bir etki yapar?

              Din, ibadet, namaz ve oruç vecibelerine bu gözle mi bakılmalıdır? Bu nasıl bir bakıştır? Bir milletin kültürünü meydana getiren unsurlar arasında din, dil, gelenek-görenek, sanat, dünya görüşü ve tarih gibi bileşenler yok mudur? Dini, inancı ve ibadeti toplumdan ve toplumu meydana getiren unsurların içerisinden nasıl çıkarıp atabiliriz? Buna kimin gücü yetebilir ya da hak ve salahiyeti vardır, böyle bir şey olabilir mi? Bunu asla kabul etmiyoruz. Bizim toplum ve devlet anlayışımıza göre, bunu aynı zamanda bir Müslüman ve bir fıkıh-İslam hukuku hocası-profesörü olarak söylüyorum,  kim olursa olsun, Yahudi, Hristiyan ve Müslüman ya da ateist hiçbir kimsenin duasına ve ibadetine kimse karışamaz.  Bize göre hayatın din ile irtibatı vardır, Başbuğ’a göre belki dine bağlı bir hayat yanlış olabilir, onun düşüncesi bizi ilgilendirmez; ancak bu milletin çoğunun görüşü böyle değildir. Din bizim kutsalımızdır; kutsal kitabımıza ve ibadetimize ancak inanmayanlar dil uzatırlar.

Bu konuşma, genel bir komutanın, komutanlara olan konuşmasından ziyade siyasi bir parti başkanının hem de din aleyhtarı bir parti başkanının yandaşlarına yaptığı politik bir nutuğu andırmaktadır.

Cumhuriyet ile demokrasi, bu cennet vatan ülke evimizin tavanı ve tabanı gibidir. Çatısız ya da temelsiz ve tabansız bir ev olur mu? Bir evin hem çatıya ve hem de temele ne kadar ihtiyacı varsa, cumhuriyetin de demokrasiye, demokrasinin de cumhuriyete o kadar ihtiyacı vardır. Onun için, topyekûn bir mücadele verilmesi gerekmektedir, diyen bu konuşmayı bir talihsizlik sayıyoruz. Dindar olan bu aziz millete, minareleri göklere uzanan camileri bu toprakların tapuları yapan büyük ulusa karşı bir saygısızlık kabul ediyor, o sebeple de ayıplıyoruz ve kınıyoruz.    

 



[1] Bak, Ahmet Ebu’l Hasan el-Kuduri, Kuduri, s, 24

[2] Nisa 4/ 102-103

 



*DEÜ İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi


 

emailrol.gif (21439 bytes)

arrow1b.gif (1866 bytes)

.