.

 

  Din ve Bilimlerde Terim Tarif ve
  Tasniflerin Yenilenmesi (*)

Prof. Dr. Osman Eskicioğlu


Din, dini öğrenme ve uygulama işi, ilk insanla başlayıp bugüne kadar devam etmiştir. İnsanoğlunun atası Hz. Âdem, aynı zamanda peygamberdi. Allah ona esmayı (eşyanın isimlerini veya sıfat özelliklerini) öğretmişti. Fakat Hz. Âdem’in getirdiği bu inanç ve yaşayış tarzı, istenilen şekilde devam etmedi. Zamanla insanların inanç ve düşüncelerinde, kulluk ve davranışlarında bozulma ve çözülmeler meydana geldi. Bu yüzden Allah başka bir peygamber gönderdi. Bu durum son peygambere kadar böylece devam edip gitti. İlgili ayetler araştırıldığı zaman peygamberlerin niçin gönderildikleri veya başka bir deyişle, iman ve amel esaslarını yeniden bir düzene koymak için geldikleri daha iyi anlaşılır. Ancak insanlığın tümüne elçi olarak gönderilen Hz. Muhammed’den sonra artık bir peygamber gelmeyeceğinden bu görev, bütün müslümanlara verilmiş oldu. Artık her türlü anlaşmazlıklar, bundan böyle Kur’an ve sünnet ışığında bir çözüme kavuşturulacaktır.

Din ve bilim, irade ve akıl sahibi insanla ilgili iki terimdir. İnsanın dışındaki varlıkların din ve bilimle alakası yoktur, diyebiliriz. Kâinattaki bütün varlıklar, birtakım kaide ve kurallar içersinde hareket ederler. Bu kaide ve kurallara “kanun” adı verilir. İnsanın hareket ve davranışları ile ilgili olan kanunlar dini; hayvan, bitki ve diğer cansız varlıkların tabi oldukları kanunlar ise bilimi meydana getirir. Bu her iki alanın kanunlarını yani hem dini kuralları ve hem de bilimsel kuralları Allah koymuştur. Cenabı Hak, âlemlerin Rabbi olduğu için bütün kâinatta ve âlemlerin hepsinde sadece O’nun kanunları geçerlidir. İnsanoğlu ise bu anlamda bir kanun koyma güç ve yetkisine sahip değildir. O sadece konulmuş olan bu kanunları ilmen keşfedip, dinen uygulamak durumundadır. Arşimet kanunu, Newton kanunu ve Kepler kanunu gibi ifadeler mecazi olup onlar bu kanunları koymuş değil, sadece bulmuş ve keşfetmişlerdir. Onun için, vaz-ı ilahi ve hak kanunu dışında din aramak yanlıştır ve batıldır. Bununla beraber her hak kanunu da din değildir. Mesela kendi beynine bir kurşun sıkan kimsenin ölmesi, bir hak kanununun sonucu olarak gerçekleşmiş bir olaydır. Allah’ın özel bir iradesi engel olmadığı müddetçe bu kafasına kurşun sıkan kimsenin ölmesi kaçınılmazdır. Fakat bu intihar etmek, bir hayır ve din değildir; isyandır, şerdir. Ve kendi mülkü olmayan bir binayı yıkıp tahrip etmektir.

İnsan dini vahiy yolu ile ve nakil yolu ile öğrenir, bilimi de deney, gözlem ve laboratuar yoluyla öğrenip elde eder. Bu noktada İslam’ı diğer dinlerden ayırmak gerekir. Çünkü İslam, insanın yaratılışına yerleşmiş ve tabiatın kanunlarıyla bütünleşmiş olan bir dindir. Tabiat, Allah’ın tekvini kanunu, İslam da teşrii kanunudur. Bundan dolayı İslam’ın emir, nehiy ve tavsiyelerinde akılla barışmayan ve tabiata aykırı olan bir hüküm yoktur. Din-bilim çatışması diye bir şey asla düşünülemez.

Hz. Peygamber’in beka diyarına intikal edip rahmet-i rahmana kavuştuktan sonra vahyin kesilmesiyle, ilahi bir vazı’ olan dinin örenilmesi de bitmiş olmuyordu. İslam’da bu vaz-ı ilahiyi bildiren deliller, kitap, sünnet, icma ve kıyas olmak üzere dört tanedir. İslam bilginleri bu kaynaklardan bilginin nasıl elde edileceğine dair bir usul ve metot geliştirmişlerdir. Bu yöntem ve esasları kullanmak suretiyle, ihtiyaç duyulan hükümleri elde etmek her zaman mümkün olmuştur. İslam’ın bu özelliği onun düşünce yapısının ne kadar hareketli ve dinamik olduğunun açık bir göstergesidir. Ancak bu metodu uygulama işi zamanla terkedilmiş, adı usul kitaplarının sayfalarında kalmış, kendisi ise unutulmuş gitmiş diyebiliriz. İşte bu sebepten dolayı İslamiyet’in bu özelliğini bilmeyenler, onu çağın ihtiyaçlarına cevap vermekten aciz olduğunu vehmederek, başka din ve sistemlere benzetmeye çalışırlar.    

Bugün çağımızda günümüz din bilimleri araştırmalarında güncel problemleri çözebilmek, toplumların beklenti ve ihtiyaçlarına cevap verebilmek için, din ve bilimlerde terim, tarif ve tasniflerin yenilenmesine çok zaruri bir ihtiyaç duyulmaktadır.

Hz. Peygamber ile sahabilerin uygulamalarından sonra tabiilerin son zamanlarına doğru, toplumda bir takım sosyal olayların çoğalması ve çözüm bekleyen birçok meselelerin bulunması sebebiyle dinde araştırmalar yapılmış, yeni tarif ve tasnifler bulunmuş, dini ilim ve terimler belirlenerek ayet ve hadislerden hüküm ve kural çıkarma, hayattaki yaşanacak kanunları bulma esasları tespit edilmişti. Bugün dünyada özellikle İslam aleminde aynı sebepler ve ihtiyaçlar kat kat fazlasıyla mevcut olduğundan aynı çalışmaların şimdi yapılmasında çok büyük zaruret olduğunu vurgulamak isterim.

Müçtehit imamlar döneminde yapılan bilimsel çalışmalar, bir mevsim gibi bütün İslam dünyasının her tarafını sarıp kaplamış iken, daha sonraki zamanlarda bu dinamizm kaybolmuş, ondan bugüne kadar yer yer açan ilim çiçekleri baharı getirememiştir. Şahıslara ve ekollere olan bağlılıkların bir taraftan bazı faydaları olmakla birlikte, diğer taraftan bakıldığında bunların düşünceyi yavaşlattığı ve ilmi çalışmayı gerilettiği, artık metinlere şerh, haşiye, talik ve hamişler yapılarak hep aynı şeylerin tekrar edildiği görülür. İlim adamlarının dereceleri dinde müçtehit, mezhepte müçtehit, meselede müçtehit, tahriç sahibi, temyiz sahibi ve mukallit olarak yukarıdan aşağıya sıralanmış ve evvelkilerin ilmi seviyelerine ulaşılamaz görüşü, ortak kanaat haline gelmiştir.

Geçici olarak hastalanmış bir adamın oturarak namaz kılması gibi, geçici bir mazerete, zaman ve zemin şartlarına ve özel bir duygu ve düşünceye dayalı olarak verilmiş olan hükümler, geçici madde sayılmaları gerekirken, değiştirilemez ve kaldırılamaz kabul edilerek hep yürürlükte bırakılmıştır. Teknik ifade ile böylece “azimet” ve “ruhsat” kanunları birbirine karışmıştır, diyebiliriz.  

Birçok ayetlerde dinin bölünmezliği, dolayısıyla onun bir bütün olduğu, Kur’an’ın bir kısmını kabul edip bir kısmını kabul etmemenin olamayacağı, hem dünya ve hem ahirette hep iyilik isteneceği öğretilip dururken din-ilim, dünya-ahiret, zahir-batın, akıl-nakil, madde-mana,  fetva ve takva gibi tasniflerde dengeye riayet edileceği yerde buna bakılmayarak çok aşırılıklar yapılmış, böylece doğal olarak dinin asıl ruhundan uzaklaşılmış ve neticede istenilen fayda elde edilememiştir. Hatta bu hususta dinin sadece bir inanç işi olduğunu, hukukun ise millete ait bir mesele olduğundan dinin pratik hayatla bir alakası bulunmadığını, inanç işi başka, hukuk işi başka olduğunu ileri süren İslam âlimleri bile ortaya çıkmıştır. Hz. Peygamber’in sahabileri arasındaki durumu ve pozisyonu hakkında bile şöyle bir yorum yapılmıştır: Hz. Peygamber’in kendi kavmi ve milleti içindeki velayeti, kalbe-imana dayanır ve manevi bir velayettir; emirlerin, sultan ve kralların velayeti ise yeryüzünü imara dayanır ve maddi bir velayettir; dolayısıyla biri din için, diğeri dünya içindir; biri Allah için diğeri ise insanlar içindir. Biz bu görüşlere katılmadığımızı hemen burada ifade etmek isteriz. Çünkü Hz. Peygamber Medine’de devleti kurdu ve onun başkanı oldu. Vergi-zekât aldı ve orduları yönetti. Zira O hem dini, hem de dünyevi idi. Hem ibadetleri, hem mahkemeleri, hem ahlakı ve hem de hukuku bizzat yapıp yürüttü; bugünkü ifade ile söyleyecek olursak yasama, yürütme ve yargı fonksiyonlarını bizzat kendisi yönetiyordu.

Din ve bilim hakkında böylece bazı görüş ve düşünceler naklettikten sonra, şimdi bu açıdan Batı-Avrupa’nın durumu hakkında da birkaç cümle söylemek isteriz. XV-XIV. Yüzyılda Batıda klasik Yunan-Latin değerlerine dayanan, Batı toplumunu, onun fikir ve düşünce sistemini hazırlayan bir Rönesans “yeniden doğuş” ve uyanış meydana geldi. Bu sayede bilimde, sanatta ve dünya görüşünde birçok değişiklikler oldu. Descartes, Bacon ve Stuart Mill gibi filozoflar, yeni terim tarif ve tasnifler yaparak yeni yeni yöntem ve metotlar geliştirdiler. İslam âlimlerinin fıkıhta-İslam hukukunda uyguladıkları “her hüküm bir illete dayanır” prensibini tabiat bilimlerine uygulayarak sebep-netice bağıntısını kurdular. Bir taraftan ilimler yeniden tasnife tabi tutulurken, diğer taraftan ekonomi ve sosyoloji gibi yeni yeni ilim dalları meydana getirildi. Böylece o zamanlarda bugünkü Rönesans medeniyetin temelleri atılmış oldu.

Batı bilginleri bir taraftan fizik ve kimya gibi tabiat bilimlerindeki kanunları tespit ederken, diğer taraftan da ekonomi ve sosyoloji gibi beşeri bilimleri de birtakım kaide ve kurallara başlamaya çalışıyorlardı. Rönesans medeniyeti, Hıristiyanlığın gereği ve kilisenin tutumu yüzünden, din ve bilim ayrılığına dayanıyordu. Bu düşünceye göre din ve bilim birbirinden tamamen farklı şeylerdi.

Psikoloji, sosyoloji ve ekonomi gibi bilimler, insanın sadece bir yönünü ele alıp alıp onu fert ve toplum olarak, bir bütün halinde incelemediklerinden, birinin koyduğu kanun ötekine zarar verebiliyordu. Mesela sığara, içki ve ahlak dışı sayabileceğimiz olaylar bir ihtiyacı tatmin ettiklerinden, üretim sayılarak, ekonomik açıdan faydalı sayılabiliyordu. Bir toplumda hastalar ne kadar çoksa doktorlar, hemşireler ve eczacılar o kadar çok iş bulup üretim yapacaklarından, bu durum faydalı kabul edilebiliyordu. Hâlbuki fert için zararlı olan bir şey, toplum için de zararlı; toplum için zararlı olan bir şey, fert için de zararlı kabul edildiği takdirde, gerçek fayda sağlanmış olurdu.

Herhalde hem dinin ve hem de bilimin amacı insanı mutlu etmek olsa gerektir. Ferdin mutluluğu ise toplumun mutluluğu ile beraberdir dersek hata etmiş olmayız kanaatindeyim. Bu birey ve toplum mutluluk hali de ancak toplumdaki bütün kurumlar arasında olması gereken dengenin sağlanması ile gerçekleşebilir. Gerçek mutluluk, ancak toplumda dini, ilmi, idari ve iktisadi kurumlar arasında tam bir denge ve ahengin kurulup sağlanmasıyla elde edilebilir. Tarihte böyle bu seviyeye ulaşmış ve uzun zaman bu durumunu korumuş toplumların pek az olduğunu sanıyorum. Bu dengeleri kurmuş mutlu topluma örnek olarak herhalde sadece Asr-ı Saadeti gösterebiliriz. Çünkü orada yönetici ile yönetilenler arasında pek problem yoktu diyebiliriz. Daha doğrusu toplumu meydana getiren kurum ve sınıflar arasında bugünkü gibi savaş değil barış vardı. Fakat bu durum sonraları yavaş yavaş değişti; barış bozuldu, toplumda idari, iktisadi ve hatta dini huzursuzluklar doğmaya başladı. Emevilerin iş başına gelmesiyle idaredeki denge, yöneticiler lehine ve halkın aleyhine olmak üzere bozuldu. Neticede bu durum hep böyle devam edip gitti.   

Batıda ise önceleri kilise hâkimiyeti vardı. Din adamları toplumda sınırsız söz sahibi idiler. Fakat Rönesans’tan sonra tabii-müspet ilimlerin gerçek gücü ortaya çıkmaya başlayınca kilise ile bilim adamları arasında din-bilim çatışması meydana geldi ve böylece dini itibar oldukça sarsıldı. Reform hareketleri ile dinde yeni düzenlemelere gidildi ise de kilise artık hiçbir zaman eski durumuna yükselemedi.    

Bundan sonra İslam dünyasında olduğu gibi yönetim güç kazanmaya başladı Papazlardan sonra sıra krallara gelmişti. Onlar toplumu istedikleri gibi yönetiyorlardı. Hatta Kral IV. Lui’nin “Devlet benim” sözü toplumda yönetimin nasıl bir seviye ve konuma geldiğini çok iyi bir şekilde karikatürize etmektedir. Böylece yönetim toplumun her şeyi demekti. Fakat bu durum çok uzun sürmedi. Bu defa ekonomik olaylar önem kazanmaya başladı. Artık iktidar koltuğu, yönetimin değil, ekonominin olmuştu. Onun için zamanımızda ekonomik problemler hükümetlerin bir numaralı meselesi haline gelmiştir.

İslam medeniyetinden sonra gelen ve bugün dünyada egemenliğini sürdürmekte olan Rönesans medeniyetinden ekonomik problemleri çözmesi beklenemez. Çünkü bu medeniyet, sadece deney ve gözleme dayanan bir bilim ve teknik medeniyeti veya başka bir ifade ile sadece bir laboratuar medeniyetidir. Hâlbuki insan hareket ve davranışlarını, ekonomik ve sosyal olayları laboratuara sokmak ve onları orada mercek altına alıp incelemek mümkün değildir. Çünkü beşeri olayların, ekonomik, sosyal ve siyasi olayların tahlil edildiği yer dini laboratuarlardır.

Kimseye bir günah atmadan ve suçlu aramadan problemleri dile getirecek olursak, bugün insanlığın dini, ilmi, içtimai, idari, siyasi, iktisadi ve ailevi yönleri olan birçok problemlerle karşı karşıya olduğunu söyleyebiliriz. Bu durumda çözüm daha öncekinden çok farklı olmayacaktır. Hicri II. Asırda İslam âlimleri, Kur’an-ı Kerimden çıkardıkları usul ve yöntem sayesinde zamanın problemlerini çözmüşler ve ihtiyaçlara cevap vermişlerdi. Onlar dini ilimlerin terim, tarif ve tasniflerini bulup yaparak İslam medeniyetinin temellerini attılar. XVII. Yüzyılda da Hıristiyan bilginleri aynı şeyi yaptılar, diyebiliriz. Artık bugün sıra tekrar müslümanlara gelmiş gibi gözükmektedir. Çağın bunalımı ancak İslam âlimlerinin din ile bilimi birleştirerek yeni düzenlemeler yapmalarıyla sona erebilir. Rahmetli İsmail Raci el-Faruki, ortaya attığı “Bilimin İslamlaştırılması” tezini bu konuda çıkar yol olarak teklif ediyor. Biz ise din ile bilimin bir bütün olduğunu kabul ederek yeni metotlar geliştirmeyi ve yeni yeni tarif ve tasnifler yapmayı teklif ediyoruz. Daha doğrusu bilhassa sosyal bilimler dediğimiz beşeri ve dini alanlardaki terim, tarif ve tasniflerin yenilenmesine zaruret derecesinde bir ihtiyaç vardır. Bu sebeple tüm mezhep ve ekollerin usullerine dayanarak ve çağımızın problemlerini de nazar-ı itibara alarak, yeni yolun ilkeleri belirlenebilir. Ayrıca bu yöntemde tabii ve soysal bilimlerin dayandığı matematikle ilgili prensiplerin yanı sıra üretimde malların kalite ve standardizasyon gibi sorunların giderilmesi için birtakım esaslar tespit edilebilir.

Toplumsal boyutta Kuran’da var olan “imamet”, “velayet”, “bey’at”, “mele” gibi ve buna benzer terimler bugün kamu hukuku açısından ne ifade ettikleri araştırılıp açıklanabilir. Hatta tüm terimler, modası geçmiş anlamlarından çıkarılıp çağdaş anlamlarına kavuşturulabilir. Mesela ekonomi ile ilgili olarak “fakir” ve “miskin” kelimeleri işgücü olmayan ve sermaye gücü olmayan diye tavsif edilebilir mi?

İlimleri de dini ilimler, tabii ilimler ve sosyal ilimler diye üç kısma ayırabilir miyiz? Tefsir, hadis ve diğer İslam’ı anlatan ilimler, dini ilimler; fizik, kimya ve diğerleri gibi tabiatı ve maddi şeyleri anlatan ilimler, maddi ilimler; ekonomi, sosyoloji ve diğerleri gibi insan hareket ve davranışlarını anlatan ilimler de sosyal ilimlerdir. Burada bir hususu belirtmekte yarar vardır: Fizik ve kimya gibi tabii ilimlerin, başka bir ifade ile fen bilimlerinin dinle bir alakası yoktur. Ancak bilimsel bir kanunun uygulaması dinle alakalı bir husustur, diyebiliriz. Mesela yanma olayı kimyasal bir olay olup dinle alakalı değildir; fakat ısınmak ve ısıtmak için ve hatta yiyecekleri pişirmek için neyi ne kadar yakabileceğimiz veya yakamayacağımız konusu dinle ilgili bir olaydır. Çünkü bu aynı ekonomik ve sosyal olaylarda olduğu gibi insanın hareket ve davranışlarıyla ilgisi olan hususlardır. Zaten iradeli her davranış ve irade ile yaptığımız her şey dini bir olaydır ve dini sorumluluk taşır. Onun için bir müslüman ilmen keşfedip bulur, dinen de yaşar dersek herhalde doğruyu söylemiş oluruz.

Netice olarak biz bu tebliğimizde “din ile bilimde terim, tarif ve tasniflerin yenilenmesi”  derken bugün insanoğlunun karşı karşıya olduğu mesele ve devasa problemlerin çözümünü din ile bilimin barışıp birleşmesinde, aynı kimyasal bir bileşim meydana getirmelerinde gördüğümüz ve inandığımız için söylüyoruz. Yoksa din ile bilimi anlama konusunda yeni usul ve yöntemler geliştirilmediği, yeni terimler bulunmadığı ve yeni tarif ve tasniflere gidilmediği takdirde çağdaş problemlere bir çözüm getirilebileceğini sanmıyoruz.

(*) Bu bildiri 27-30 Haziran 1989 yılında Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde “Günümüz Din Bilimleri Araştırmaları ve Problemleri Sempozyumu"’nda sunulmuştur


 

 

emailrol.gif (21439 bytes)

arrow1b.gif (1866 bytes)

.