.

 

İMAM ŞAFİİ SEMPOZYUMUNUN ARDINDAN

Prof. Dr. Osman Eskicioğlu

D.E.Ü. İlahiyat Fakültesi

Islam Hukuku Öğretim Üyesi

İzmir

 “Şarkiyat Araştırmaları Derneği”nin hazırladığı “Uluslararası İmam Şafii Sempozyumu” 07-9 Mayıs 2010 günlerinde Diyarbakır’da gerçekleştirildi. Dernek başkanı Doç. Dr. Ahmet Erkol ile sempozyumu düzenleme kurulu başkanı Yrd Doç. Dr. Mehmet Bilen beyefendileri kutluyor ve şükranlarımı sunuyorum. Çünkü bugün her türlü sıkıntı ve problemlerle kuşatılmış olan insanoğlunun bir çözüme gidebilmesi için bu gibi toplantılara ihtiyaç var ve aynı zamanda çağında çözüm üretmiş büyük insanları tanımasında ve onların yöntemlerini bilmesinde büyük faydalar vardır. Ben bu yazımda önce sempozyum algımı veya bende bıraktığı imajı özetlemek sonra kendi düşüncelerimi ifade etmek istiyorum.

Önce bir defa şunu bilmemiz gerekir ki, İslam’da örnek alınacak ve uyulup tabi olunacak tek insan sadece Hz. Peygamberdir.[1] Ömer Nasuhi Bilmen eserinde “muayyen bir müçtehide ittibaın vücubu için bir delil yoktur.”, diyor.[2] Fahreddin Razi de değerli tefsirinde “Onlar bir toplumdu, geçip gittiler. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandığınız da sizindir.”[3], ayetini yorumlarken bu ayetin herkesin çalışıp kazandığının faydasının kendisine ait olduğundan başkalarını taklid etmenin batıl olduğuna delalet ettiğini söylemektedir.[4] Böyle olduğu halde dünden bugüne gelen tarihi çizgide bir kayma olmuş, mezhepler Kuran ve sünnetin önüne geçmiş, bu iki kaynaktan bilgi alınacak yerde mezhep kurucularına uyulmuş ve onlara arkasından gidilen anlamında “imam” unvanı verilmiştir. Hâlbuki Kurana göre imam kelimesi bugünkü anlamda idare, yönetim ve devlet başkanı manasına gelir. Çünkü Allah Hz. İbrahim’e “Ben seni insanlar için bir imam (lider ve yönetici) yapacağım”, demişti.[5] Burada bu konu üzerinde biraz durmak isteriz.

İnsan, bireysel ve toplumsal boyutu olan ve bunları her an birlikte yaşayan bir varlıktır. Öyleyse insan, birey ve toplum, eğer bunu İslam hukuk terimleri ile söylersek “farzı ayn” ve “farzı kifaye” olarak yaşayan bir canlıdır. Buna siz, birey ve toplum dediğiniz gibi, fert ve devlet de diyebilirsiniz. İşte bu birey ve toplum veya fert ve devlet, bisikletin ön ve arka tekerlekleri gibi birbirinin fonksiyonelidir yani biri olmadan diğeri olmaz; biri diğerini etkiler. Bu iki tekerlekten biri eksik, aksak ve arızalı ise diğeri de hastalanır, arızalanır ve işlevini yapamaz hale gelir. Ayette “Kötü kadınlar kötü erkekler için, kötü erkekler de kötü kadınlar içindir. İyi kadınlar iyi erkekler için, iyi erkekler de iyi kadınlar içindir.”[6], buyrulmaktadır. Cemi müennes salim kalıpları sadece insana değil, diğer varlıklara da delalet ettiği için bugün bu ayetin manasını şöyle anlamakta fayda vardır. Kötü sistemler kötü insanlar için, kötü insanlar da kötü sitemler içindir. İyi sistemler iyi insanlar için, iyi insanlar da iyi sistemler içindir. İster sistem deyin,  rejim, düzen veya toplum yapısı deyin, isterseniz devlet yapısı deyin bu yapının insan açısından çok büyük bir önemi bulunduğunda şüphe yoktur. Şu halde bugün bu ayet bize iyi insanların kendilerine ait olan iyi düzenlerini kurmaları lazım geldiğini ifade etmektedir.  

İnsan hayatında en önemli olan şey, birey-toplum, toplum-birey ilişkileri olsa gerektir. Diğer taraftan da hayat, insan için bir imtihan alanı olunca[7], imtihan ise çeşitli sorulara cevap verebilmek ve değişik pozisyonlarda duruma göre davranarak gereğini yapabilmek olduğu için insanoğlunun her an bir değişiklik içersinde bulunması gerekir ve bu değişikliğe de ayak uydurması lazımdır. Böyle olmasına rağmen hayatta değişen ile değişmeyen ayrımı öteden beri yapılamamıştır. Tam tersine hep mezheplere uyulmuş, asıl uyulması gereken Kuran ise bir dua kitabı haline getirilmiş, hatta daha da ileri gidilmiş onu okumak bir ibadet kabul edilerek hatimler indirilmiş ve hala indirilmektedir. Bin hatimler ve milyon hatimler… Oysa büyük âlim Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’ın da “ancak sana ibadet ederiz”[8] ayetini yorumlarken dediği gibi, namazın dışında Kuran okumak bir ibadet değildi.[9] Burada Kurandan söz etmişken birçok ilahiyatçı ve din adamının yanlış bakış açısını düzeltme niyet ve gayesiyle Kuranın hidayetinin mutlak olduğunu söylemek isteriz. Her zaman her yerde Kuran hukuk kitabı değil, Kuran sosyoloji ve ekonomi kitabı değil, Kuran fizik ve astronomi kitabı değil, diye hep işitip duruyoruz. Hâlbuki Kuran tüm ilimlere ait alanların meselelerinden ya doğrudan veya dolaylı olarak bahsetmektedir.  Bu sözlerle eğer Kuran din kitabı, Kuran iman, amel ve ahlak hakkında hüküm getiren bir kitaptır denilmek isteniyorsa ki, mesela Fazlurrahman da İslam adlı eserinde “Kuran, her şeyden önce bir dini ve ahlaki ilke ve uyarılar kitabıdır; hukuki bir belge değildir”, demektedir.[10] Bize göre bunlar gerçeği ifade eden sözler değildir yani Kurana bu bakış açısı eğridir ve yanlıştır. Çünkü Kuran muttakiler için bir hidayet kaynağıdır.[11], buyrulurken burada meful veya zarf hazfedilmiştir. Meful hazfedildiği zaman fiil tamim ifade edeceği için Kuranın yol göstermesi geneldir, umumidir. Yani Kuran her hangi bir şeyden bahsediyorsa o, o konuda mutlaka bir yol gösteriyor demektir. Mesela Kuranda “Güneş, kendisinin duracağı yere doğru akıp gitmektedir.”[12], buyrulmaktadır. Allah aşkına bana söyler misiniz, bu ayetin dinle, imanla, ibadetle, ahlak ve ahiretle ne alakası var? Bu ayetin muamelatla bir ilgisi var mı? Hemen söyleyelim ki,  bu ayetin güneşle, yani astronomi ilmi ile alakası vardır. Çünkü bu ayet güneşle ilgi bir haber vermektedir. Güneş kendi yolunda giderken bir gün gelecek duracaktır. Bizce ayetin manası budur. Yani Kuran, tüm varlıklar âleminden bahsetmektedir. Yani Kuran bir kâinat kitabıdır. Onun için şair “el-Kuranü kevnüllah-il mestur; ve’l-kevnü Kuranüllah-il menşur” (Yani Kuran’ı Kerim, Allah’ın satırlarla ifade ettiği kâinatı, kâinat ise yine Allah’ın dağılıp yayılmış ve serpilmiş bir Kuran’ıdır.), demiştir.[13]

Kurana her konuda ya doğrudan ya da benzer bir ifade ile bize bilgi veren bir hidayet kaynağı olarak baktığımız zaman mukatta harflerinin dışındaki her bir ayetin bilgi ve hükümler getiren birer delil olduklarını görürüz. Yani her bir ayet neden bahsediyorsa o ayet o konuda bize hüküm getiriyor ve bilgi veriyor demektir. Yalnız mukatta harflerin manası yoktur; çünkü bu ayetler bir mana için ve hüküm için değil, sadece Kuranın lafız olarak da ilahi olduğunu anons etmek için gelmişlerdir. Onun için Kuran, bir delil kitabı olması dolayısıyla her bir ayet, bir hüküm veya birçok hükümler ihtiva etmektedir. Kendisini yöneten herkes ve toplumu yöneten her kurul, kendi zaman ve zemin şartlarına göre, bildiği takdirde, içtihad ederek Kurandan ilahi iradeye uygun olan hükümler çıkarabilir. Onun için Ahmet Hamdi Akseki bu konuda şöyle diyor:         

“(Müctehid)in Kitap ve Sünnetin bütün muhteviyatını bilmesi şart olmayıp, fıkıh ve hükümler ile alakalı ayet ve hadisleri bilmesi gerekir. Gazali ile İbn Arabî, Kuran-ı Kerimde, bu manada beş yüz ayet bulunduğunu zikretmişlerdir. Ancak bu rakam, doğrudan doğruya hüküm getiren, fıkıhla alakalı bulunan ayetlere aittir. Yoksa delalet, işaret, iltizam yoluyla kendilerinden hüküm çıkarılabilecek ayetler pek çoktur. Anlayış, kavrayış ve zekâ sahibi kimseler, kıssa ve hikâyelerden bile hüküm çıkarabilirler.”[14]

Bu sebeple biz de diyoruz ki, buna göre her Müslüman bir Müctehid, ilgisi ve irtibatı olan her bir ayetten kendisiyle alakalı bir hükmü bulabilir. Her bir şura-kurul da toplumla alakalı kendi zamanına ait bir hükmü çıkarabilir. Mesela ben, bir İslam toplumunda kanton gibi kendi kendini yöneten en küçük bir devlet olan, Cuma kılınan bir yerleşim biriminde şura üyesi olsam, bugünkü ifade ile bize göre söyleyecek olursak, bucak yönetim kurulu üyesi olsam, sadakaların sarf yerlerini gösteren ayette geçen “sadakat” kelimesinin bugünkü Türkçe karşılığının “bütçe” demek olduğunu söyler ve bu ayetin toplumda-devlette en az üç yerleşim biriminin bütçesi olması gerektiğini ifade ettiğini ve bütçenin sarf yerlerini yani harcama kalemlerini gösterdiğini bildirirdim.

Sempozyumda bir defa daha gördüm ve şahit oldum ki, İmam Şafii dev bir bilim adamı, sadece bilim adamı değil, aynı zamanda kendisine özgüveni olan çelik ruhlu bir karakter-kişiliğe sahip Kuranı ve dini anlamada Hz. Muhammed’in yolundan giden ve onu temsil etmeye çalışan bir ümmet, idrak, anlama, kavrama, mantık ve muhakeme sahibi, bilgilerini ve öğrendiklerini akıl ve hafızasında tutma bakımından da Allah’ın büyük ihsanına mazhar olmuş bir şahsiyettir. Çünkü o hem Hanefilere talebe olmuş, ama onların etkisinde kalmamış ve Şafii olmuş; hem de Malikilerden ders almış, fakat maliki olmamış ve Şafii olarak kalmış yani kendisi kendi Şafii mezhebini kurmuş, kendisine özgü yolunu kendisi bulmuştur. Zaten Müslüman bir bilim adamı ya da başka bir deyişle bir müçtehit, bundan başka bir şey yapamaz. Bütün samimiyetimle söylüyorum ki, İmam Şafii’nin İslam’a yapmış olduğu bu büyük hizmetin önünde saygıyla eğiliyorum. Fakat ben onun huzurunda diz çökmüş ve kendisinden ders almış bir öğrencisi olsaydım ona şöyle söylerdim. Muhterem hocam, siz böyle düşünüyorsunuz, ama bana göre Kuran ile sünnet ikisi de aynı ölçü ve standartta ilahi vahyin eseri değildir. Zira Kuran ilahi bir ürün, sünnet ise kendisinde zaman ve mekânın etkisi de olan beşeri bir üründür. Onun için biz ayetle hadisi bir tutamayız.  Bundan dolayı ayetlere beyan-usul ve kurallarını uygularken, hadislere uygulamaz, onların sadece delalet manalarını alırız derdim ve bu konuda kendisinden ayrıldığımı söylerdim.

İmam Şafii sempozyumundaki algılarımı veya konuşmacıların bende bıraktıkları imajları, artıları, iyi ve güzel olanlarını bir tarafa bırakarak özetleyecek olursak bunları üç grupta toplamak mümkündür.   

1- Konuşmacılar bizi maziye götürüp orada bıraktılar; dünden bugüne gelemedik. Hâlbuki dün yaşanmaz, bugüne gelmemiz gerekirdi. Bugün insanlardan “ben hanefiyim” veya “ben şafiyim” diyen kimselerin bilgi ve uygulama bakımından ne kadar Hanefi veya Şafii oldukları tartışılabilir bir konudur. Fakat Hanefi bilgilerini bize kadar aktaran Serahsi’nin Mebsut adlı eserinin Hanefi olduğu, İmam Şafii’nin de el- Üm adlı eserinin Şafii olduğu hususunda asla bir tartışma yapılamaz. Yani şunu demek istiyorum ki, bir mezhebe mensup olduğunu iddia eden kişi, kim olursa olsun, o mezhebin nazariyatını ve koyduğu teorik ahkâmını bilemez. Bugünkü dünya şartlarında ise ortaya konan uygulamaların mezheplerin görüş ve düşünceleri ile uzaktan ve yakından bir alakası da yoktur. Öyleyse mezhepler sadece tarihte kalmış veya kendilerine ait olan kitapların sayfaları içinde yaşamaktadır.

İmam Şafii hazretlerinin dünkü tarım toplumunda o günkü şartlar altında söyledikleri hükümlerin hangisi bugün geçerlidir, hangisi de geçerliliğini yitirmiştir, bildirilmeliydi. Oysa bu konuda tek bir cümle dahi dile getirilmemiştir.

2- Konuşmacılar, bir alanı ve bir bütünün parçasını ele almışlar, bu organ-konunun vücut ile uyum sağlayıp sağlayamayacağını dikkate almadan parçacı yaklaşımlarla fikir üretmeye çalışarak vücutta doku uyuşmazlıklarına sebep olmuşlardır.  Hâlbuki ilim denilen şey aynı zamanda bir hükümler ve kurallar bileşkesidir.  Hele bu bir de dini yönü olan bir ilim ve âlim olursa bu husus daha da önem kazanmaktadır. İmam Şafii hazretleri bir taraftan ırkçı olacak, diğer taraftan da dünyada çok değişik ırklara mensup olan bu kadar müntesipleri bulunacak, bu bir çelişki veya uyumsuzluk değil de nedir? Bizim görüşümüz odur ki, kendileri ırkçı olan kişiler İmam Şafii’yi de ırkçı olarak görmektedirler.

Eğer onun ırkçı olduğunu söyleyenler İmam Şafii’nin Risale’sinde Kuranın özelliklerinden bahsederken Arapçanın çok değerli bir dil olduğu ve Kuranı anlamak için bu dili bilmek gerektiği hakkındaki düşüncelerine dayanıyorlarsa[15] biz hemen bu iddianın çok yanlış ve temelsiz bir iddia olduğunu söylemeliyiz. Bunun Kurana da ters olduğunu dile getirmeliyiz. Çünkü Allah her peygamber’i kendi kavminin dili ile göndermiştir.[16] Ayrıca Kuranı Kerimde onun Arapça olduğunu bildiren hem de kıraat etme ve okuma bakımından, lisan ve dil bakımından, bir de hüküm ifade etme bakımından olmak üzere üç yönden ötürü Arapça olduğu bildirilmektedir. Bunun için Kuranda “Kuranen arabiyyen”[17], lisanen arabiyyen”[18] ve “hükmen arabiyyen”[19] buyrulmuştur. Buna göre Elmalılı’nın da ifade ettiği gibi, Kuran Arapçadır; o sebeple de Kuran tercümelerine Kuran adı verilemez. Çünkü bu “Gerçekten biz onu Arapça olarak indirdik”[20] ayetini inkâr etmek olur.[21]

Yine Kuranda “hükmen arabiyyen”[22] buyrulduğu için bu ifade Kuranı Kerimin bütün anlaşmazlıklar üzerinde hâkim bir kanun ve incelikleri çözmede hikmet dolu olarak indirilmiştir. Onun için Kuranın dile getirdiği ilahi hükümler bu Arapça ile ifade edilmiştir. Böylece onun hükmünün geçerliliği Arapça olan aslına uygunluk şartına bağlanmıştır. Bundan dolayı daha indirilmiş olan semavi kitapların Kurana uymayan Kuranın onayından geçmeyen hükümleri ile amel etmek caiz olmayacağı gibi, Kuranın tercümelerine de bu hâkimiyet isnat edilemez ve tercümelerden doğrudan doğruya hüküm çıkarmaya kalkışmak da doğru olmaz. Hüküm ancak Arapça indirilmiş olan aslına aittir.[23]  

Yani bu demek oluyor ki, Kuranı kendi Arapçasından ayırdığınız zaman ortada Kuran adı verilen bir kitap kalmaz. Onun için hiçbir tercümeye Kuran adı ve hükmü verilemez. Zira burada bir örnek vermek gerekirse tarif lamını dile getirebiliriz. Maarife olan isimlerin ve mastarların başında gelen lamı tariflere dört türlü anlam vermek, cins, istiğrak, ahdi harici ve ahdi zihni manalarını vermek ve öyle anlamak mümkün olduğu halde bu durum hiçbir zaman tercümelere yansıtılamaz.

Yine Kuranı Kerimde Kuranın lisan ve dil bakımından Arapça olan bir kitap olduğu ifade edilirken şöyle buyrulmaktadır. “Kurandan önce de bir rehber ve rahmet olarak Musa’nın kitabı Tevrat vardı. Bu Kuran ise zulmedenleri uyarmak, iyilik yapanları müjdelemek için Arap dili ile indirilen kendinden öncekileri tasdik eden bir kitaptır.[24] Netice olarak İmam Şafii Kuranın Arapçasını ne kadar yüceltirse yüceltsin haklıdır deriz. Zira Kuran ilahi bir ürün olduğu gibi, İslam’da din, dile dayanan, ondan kaynaklanan ve onunla yaşayacak olan bir hükümler topluluğudur, düşünce ve inancını taşıyoruz.

3- Konuşmacıların ifrat ve tefrite kaçarak aynı zamanda normalden uzaklaştıkları görülmüştür. Bu durum ise hükümlerde de bir ölçü ve tartı aletlerinin kullanılması lazım geldiğini gösterir. Maddelerde hak ve hukuku sağlamak ve doğru davranışı tespit etmek üzere ağırlık ölçüleri, hacim ölçüleri ve uzunluk ölçüleri getirilmiştir. Allah ilimde dil ile doğrunun ifadesini koyduğu için, bir hükümde aşırılığa kaçarsak o hüküm doğrudan ziyade yanlış olur. Kaş yapayım derken göz çıkarmış oluruz. Biz bu sempozyumda İmam Şafi’nin ilimdeki yerini ve onun asıl sıfatını ve özelliğini kaybettiğimizi söyleyebiliriz. Çünkü İmam Şafii’yi hemen hemen herkes kendi açısından değerlendirerek onu kimileri hadisçi, kimileri rafizi-alevi, kimleri kelamcı yaptı, hatta onu şair yapanlar bile oldu. Hatta birisi dedi ki, onun er-Risale adlı eserine bir usul kitabı demek bile mümkün değildir. Ben de tam burada derim ki, el-insaf, el-insaf! İfrat ve tefrit dediğin bu kadar olur. Eğer bunu söyleyen arkadaş bu eserin ilk tedvin edilen bir usul kitabı olduğunu düşünmüş olsaydı, herhalde böyle söylemezdi. Mesela Risaleyi Mirat ile mukayese ederek, buna göre bu eser hakkında hüküm biçmek olur mu? İmam Şafii 820 tarihinde Molla Hüsrev ise 1480 yılında vefat etmiştir. Yani bu iki tarih veya nokta arasında 660 yıllık bir mesafe var. Buna göre varlıklar âlemine etki yapan değişme ve gelişme veya değişme ve gerileme kanunları yok mu, entropi denilen tüm varlıkları etkisi altına alan bir değişim kanunu yok mu? İlk defa doğup ortaya çıkan veya konan bir şeyden mükemmellik beklenebilir mi? Bu bir insafsızlık olmaz mı? Bilim adamı doğruyu, gerçeği ve hakikati arayan bir kimse değil midir? O sebeple Risale’nin bir usul kitabı olmadığını ileri sürenler onun ne olduğunu söylemeliydiler. Bize göre Risale usul kitabından başka bir şey değildir.   

İşte bu sebeple bir şey veya bir kimse hakkında hüküm verirken ya da bir şeyi veya bir şahsı tanıtırken aşırılıklardan, ifrat ve tefritten sakınmak için matematik düşünceyi ve yüzdeye vurma yöntemini uygulamak zorundayız. Onun için burada İmam Şafii’nin ağırlıklı olarak bir fakih ve büyük bir hukukçu olduğunu söylemek mecburiyetindeyiz. Onun kelami yönü, hadisçilik ve şairlik yönü de olabilir ve elbette vardır. Fakat yüzde olarak bunların nispetleri fakih sıfatına göre acaba ne kadardır diye bir ölçüp biçmekte fayda vardır. İlim aynı zamanda zaman ve zemine göre ölçüp biçmek, koyup tartmaktır. Şu halde ilim adamı görevini yaparken ölçü ve ölçeklere uymak zorunda ve ona göre konuşup hüküm vermek mecburiyetindedir.    

 Sempozyum hakkındaki genel değerlendirme ve kendi düşüncelerime gelince her şeyden önce şunu söylemek isterim ki, bugünkü ilim kurumları tüzük, yönetmelik, müfredat gibi içerden kaynaklanan engeller sebebiyle, diğer taraftan da eğitim ve öğretim kurumlarında ilk basamaktan son basamağa kadar, üniversiteye kadar, merdiven basamakları gibi birbiri üzerine oturan ast-üst devamını sağlayan bir öğretim bulunmaması yüzünden ülkemizde çağa proje sunacak ilim adamları yetişememektedir. Hanefiler ve Şafiiler kendi zamanlarında kendi problemlerini çözecek şekilde usul, yöntem ve neticede bilgi ve düşünce ürettiler. Çok kısa olarak özetleyecek olursak bir defa Hz. Peygamber dini Müslümanlara kişinin anadilini öğrenir gibi tekrar ve taklid yoluyla öğretti. Hatta namaz hakkında “Ben nasıl namaz kılıyorsam bakın; siz de aynı benim gibi namaz kılın”[25] hac hakkında da “Hac ibadetlerini benden alıp öğrenin (benden gördüğünüz gibi yapın”[26] buyurmuşlardır. Onun için Hz. Peygamber hayatında ahkâmın illet ve sebepleri üzerinde durmamış, niçin ve nedenleri açıklamamıştır. Bu sebeple daha sonraları Suriye’nin Bizanslılardan, Irak’ın da İranlılardan alınmasıyla Müslümanlar ters iki kültür ile karşılaşınca alabora oldular. Çeşitli soru ve akıl çelen fikir ve düşünce ile karşılaşınca zora düştüler. Hükümlerin ve ortaya konan kural ve kanunların niçin ve nedenlerinin açıklanması gerekiyordu. Mesela içki neden haramdı, domuz eti niçin yasaktı ve faizin yasak oluşunun sebebi neydi. İşte bu gibi sorular Müslümanlar dil bilimlerini ortaya çıkarmaya ve onun en zirvesi olan usul-ü fıkıh kurallarını tespit ve tedvin etmeye sevk etti. Tabi bu konuda yol gösteren amil “muttakiler için hidayet kaynağı olan Kuran idi.”[27]

Bugünkü Türkiye ve dünya şartları içersinde olan Müslümanların aynı pozisyonda olduklarını, dün usul ve dil bilimleri sayesinde İslam’ı bir yabancı dil gibi, yeniden öğrenip yorumlayan mezhep imamlarının yaptığına benzer bir çalışma yaparak bu çağın problemlerini çözmeleri gerekir. Yalnız böyle bir ilim adamının yetişmesi için uygun bir zeminin hazırlanması şarttır. Sarf, Nahiv, Belağat (maani, bedi ve beyan) Usul-ü Fıkh gibi dil bilimleri ile çağın eğitim ve öğretimine temel teşkil eden felsefe, sosyoloji, psikoloji, ekonomi, astronomi, biyoloji, fizik, kimya ve matematik gibi ilimlerin de tahsil edilmesi gerekir. İslam âlimleri fıkıh ve kelam gibi ilimlerin özet metinlerini yazmışlar, bunları her ilim adamları bilirken onların şerh ve haşiyelerini ancak uzmanların bilmesine havale etmişlerdir. Hâlbuki bu durum yani bilimlerin özetleri batı dünyasında görülmemektedir. O sebeple onlar ansiklopedi yazımına ağırlık vermişlerdir. Bu ilimlerin bilinmesinin zaruretini bir örnekle açıklayabiliriz. Mesela enflasyon kadar fazlalık faiz midir, değil midir konusunu ekonomiden bihaber olan kimseler hüküm veremez ve bunu anlayamazlar. Daha doğrusu bu konuda isabetli bir karar verebilmek için mal nedir, para nedir, fiyatların inip çıkması nelere bağlıdır, asıl olan para mıdır, yoksa mal mıdır gibi konuların yani ekonomi ilminin bilinmesi gerekir. İşte bize göre çağın problemlerini çözmeye çalışan kişi veya kişilerin önce çağı iyi okumaları gerekir. Bu meseleyi biraz açmak isteriz.

Dini koyan Allah olduğu gibi, bilimi ve bilim kurallarını koyan da Allah’tır. Mesela su, şartlara göre katı, sıvı ve gaz olur. Bu bir ilim meselesidir. Diğer taraftan insanlar, aile, toplum ve devlet olarak yaşarlar. Bu da bir din meselesidir. Yani bunu bu şekilde koyan da Allah’tır. Öyleyse bir tarafta fen bilimleri, diğer tarafta da sosyal bilimler vardır. Bize göre fen bilimleri, ilimleri meydana getirir, sosyal bilimler ise dinin alanına girer. Çağımızda bize göre sosyal bilimlerin terim, tarif ve tasnifleri eskimiştir. Bunların yenilenmesi gerekir ve bunları da ancak İslam’ı bilen kimseler yenileyebilir. Vakti geldiği zaman ilkbahar olur yaz olur. Mevsimi geldiği zaman bir medeniyet gider, bir medeniyet gelir. Neredeyse bin senedir kışı yaşayan İslam düşüncesi ve İslam fıkhının ilkbaharı başlamış yazı da gelecek, beyinler meyveye duracak, âlimler insanlığa çözüm bulacaktır. 

İlk dönemlerde din, felsefe, ilim, ekonomi ve matematik... gibi disiplinler hep bir arada beraber bulunuyorlardı; daha henüz ayrılma meydana gelmemişti. Felsefenin dinden, ilimlerin de felsefeden tamamen ayrılması daha sonraki asırlarda olmuştur.  Felsefe uzun yüzyıllar bütün bilimleri kendi bünyesinde tutmuş ve birleştirmiş bir halde idi. İlk filozoflar, ilk bilginler olduğu gibi, ilk bilginler de ilk filozoflardı. Fakat sonraları ilimler yavaş yavaş felsefeden ayrılmaya başladı. Bilimlerin felsefeden ayrılıp kendi özgürlüklerini ilan etmeleri kendi terim, tarif ve tasniflerini ortaya koymaları hemen ve kolayca olmuş bir şey değildir. Bu süreç asırlarca sürmüştür. Mesela matematik M.Ö. 300 lere doğru ilk defa felsefeden ayrılarak Eukleides sayesinde bağımsızlığını kazanan bir bilim dalı olmuştur. Gerek Hıristiyan  ve gerek İslam Ortaçağı düşünce ve fikirde teferruatla uğraşma ve sadece zihin içinde araştırmalar devri olduğu için, bilim, felsefeye ve ilahiyata-théologie’ye bağlı kalmıştır. Ancak Rönesans devri gelince bu dönemde deney metodu ciddi olarak kullanılmaya başlayınca, fizik, kimya ve biyoloji gibi ilimler, Galileo (ö. 1642), Lavoisier (ö. 1794) ve Lamarck gibi bilginler vasıtasıyla birer birer felsefeden ayrıldılar.

Bugün fen bilimleri ve sosyal bilimler ayrımlarının yapılması ve eğitim kurumlarında buna göre bir uygulama yapılmasının faydası kadar da zararı olduğu unutulmamalıdır. Bir maddenin bünyesinde fizik ilmi ile kimya ilmi beraber bulunuyorsa bir insan ile toplum bünyesinde de din ile bilim birlikte bulunur. Zaten biz insanı din ile bilimin kesiştiği noktadan geçen düzlemde yaşayan bir varlık diye tarif ediyoruz. Molla Hüsrev dini, akıl sahiplerinin özgür iradeleriyle kabul ettikleri bizzat hayırlara götüren ve Allah tarafından konulmuş olan kanunlardır, şeklinde tarif ediyor.[28] Bu tarif her ne kadar daha çok dinin Allah tarafından konulduğu hususu ağırlık kazanıyor ise de kul açısından din bir irade işidir. Buna göre insanın acıkması, üşümesi, terlemesi ve susaması kişinin irade dışı olmasıyla dini olamaz, bunlar ne sevap ne günahtır, belki nötrdür. Fakat insanın yemesi, içmesi, giymesi, yatması, kalkması, yazıp çizmesi, çalışması ve konuşması… dinlemesi irade ile yapıldıkları için hep dinidirler.

İslam âlimlerinin günümüzün problemlerini çözebilmesi, dini mahiyette olan sosyal bilimlerin terim, tarif ve tasniflerin yenilenebilmesi için Kuran kitabı ile kâinat kitabının yeniden okunması ve bu kitabın alfabesinin yeniden yazılması ile mümkün olacaktır. Çünkü bir çeşit kanun ve kurallar bileşkesi olan kâinatın insan açısından ve bilhassa onun sosyal hayatı bakımından dengelerin yeniden kurulması son derece faydalı olacaktır. Kuranda bir taraftan “Allah göğü yükseltti ve dengeyi koydu”[29] diğer taraftan da “Biz, belki düşünürsünüz diye her şeyi çift çift yarattık”[30] buyrulmaktadır. Aslında dikkatli baktığımız zaman kâinatta ve yerküresinde bu dengeler görülmekte ve fonksiyonel olarak işlevlerini yerine getirmektedir. Mesela kadın-erkek, sermaye-emek, birey-toplum, fert ve devlet, dünya ve ahiret, karı ve koca birbirinin fonksiyonelidirler.

Varlık âlemine başka bir açıdan bakacak olursak Allah’ın kâinatta ikili sistem uyguladığı da görülür. Önce Allah vardı, ondan başka hiçbir şey yoktu. Allah Teâlâ murad etti, varlık âlemini yarattı. O, kâinatı ve insanı var edip hepsinin kanun ve kurallarını koydu. Zaten tabiat demek, Allah’ın mühür ve imzasını (tasarım ve dizaynını) taşıyan varlıklar demektir. Çünkü tabaa kelimesi şekil vermek, bir şekil üzere yapmak, basmak ve basım anlamlarına gelir. Allah her şeyi çift, çift yarattı. O, canlı ve cansızları yaratmış, nizam ve düzeni kurup koymuştur. O, kâinat ile insanı var etmiştir. Kâinatta canlı ve cansızları; insanda ruh ve bedeni; cansızlarda varlık ve tesiri; canlılarda gaye ve iradeyi; ruhta doğruluk ve iyiliği; bedende ise fayda ve ünsiyeti yaratmıştır. Allah, mekânda zamanı var etmiş; maddede enerjiyi tesirli kılmış; nebatta hayatı gaye yapmış; toplulukta şuura irade vermiştir. Allah, ilimde dil ile doğrunun ifadesini; dinde sanat ile iyi ve güzelin yayılmasını; iktisatta teknik ile faydalının yapılmasını; iradede hukuk ile ünsiyetin tesisini gerçekleştirmiştir. İşte bu sebeple hamd sadece O'na aittir.

 

 



[1] Ahzab 33/ 21; Ali İmran 3/ 132; Nisa 4/ 59; Enfal 8/ 46

[2] Ö. N. Bilmen Hukuk-ı İslamiyye, I, 17

[3] Bakara 2/ 141

[4] Fahreddin Razi, Tefsir-ul Kebir, II, 78

[5] Bakara 2/ 124

[6] Nur 24/ 26

[7] Mülk 67/ 2

 

[8] Fatiha 1/ 5

[9] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kuran Dili, I, 96

[10] Fazlurrahman, İslam, çev: Mehmet Dağ-Mehmet Aydın, İst. 1981, s, 45

[11] Bakara 2/ 2

[12] Yasin 36/ 38

[13] Ali Özek, “Kuranın Eşsizliği”, İslam Medeniyeti Dergisi, Yıl, 1, sayı, 5, Aralık 1967, s, 25

[14] M. Reşit Rıza el-Hüseyni, İslam’da Birlik ve Fıkıh Mezhepleri,  Çev: Ahmet Hamdi Akseki, Türk Tarih Kurumu Basımevi Ankara–1974, s. 205.

[15] Bak, İmam Şafii er-Risale, çev: Abdülkadir Şener-İbrahim Çalışkan, s, 25–32, paragraf: 133–178

[16] İbrahim 14/ 4

[17] Yusuf 12/ 2; Taha 20/ 113; Zümer 39/ 28; Fussılet 41/ 3; Şura 42/ 7; Zuhruf 43/ 3

[18] Ahkaf 46/ 12

[19] Rad 13/ 37

[20] Yusuf 12/ 2

[21] Elmalılı, Hak dini Kuran Dili,

[22] Rad 13/ 37

[23] Elmalılı Hak Dini Kuran Dili

[24] Ahkaf 46/ 12

 

[25] Buhari, Ezan, 18

[26] Müslim, "Hac", 310; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 318, 366

[27] Bakara 2/ 2

[28] Molla Hüsrev, Mirat, s, 5

[29] Rahman 55/ 7

[30] Zariyat 51/ 49


 

emailrol.gif (21439 bytes)

arrow1b.gif (1866 bytes)

.