|
|
|
KONULAR MEDİNE DEVRİ |
|
{Siyer-i Nebî} Siyer ve Siyer-i
Nebi
Siyer, manen
tutulan yol ve gidiş mânâlarını taşıyan sîret kelimesinin çoğuludur.
Hazreti Adem Aleyhisselâmdan Fahri Kâinat Efendimize kadar gelen
peygamberlerin; insanları hak yola çağırmak için vazifelerini nasıl
yaptıklarını, bu uğurda ne gibi güçlük ve tehlikelere göğüs gerdiklerini
anlatan ilme İslam Tarihi veya Siyer-i Enbiya (Aleyhimüsselam)
Denir. Peygamberimiz
Aleyhisselâmın hayatı ve mukaddes vazifesi sırasında gösterdiği gayretleri
anlatan ilme de Siyer-i Nebî denir. Kısaca, İslâm Tarihi umumî bilgileri,
Siyer-i Nebî ise Peygaberimiz Aleyhisseiâmın (ay senesiyle) 63 yıllık
hususî tarihini anlatır.
İslâm Tarihinin bir şubesi olan Siyer ilmi, Peygamberimiz Aleyhisselâmın
yaptıkları, buyurdukları ve kabul ettiklerini bildirmesi bakımından Hadis,
Tefsir, Fıkıh, Kelâm ve Ahlâk gibi bütün İslâmî ilimlerin Kur'an-ı
Kerîm'den sonra en büyük kaynağıdır. Peygamberimiz Aleyhisselâmın
hayatında dinî, siyasî, askerî, içtimaî ve ahlâkî bütün hükümleri ve
bilgileri bulmak mümkündür. Bu bakımdan da Siyer ilminin derecesi ve önemi
büyüktür. İslamdan Önce
İnsanlığın hali
Peygamberimiz Aleyhisselâm İslâm Dinini insanlara bildirmek vazifesiyle
gelmezden önce, insanlık âlemi iki büyük devletin tesiri altında
yaşıyordu. Bunlar Peygamberimizin memleketi olan Arapistan Yarımadasına
komşu bulunan Bizans ve İran Devletleri idi. Yine insanların inandıkları,
yolunda gittikleri dinler arasında Hıristiyanlık, Musevîlik mecusîlik ve
putperestlik hüküm sürüyordu. Fakat Bizanslıların, Romalıların inandıkları
din olan Hıristiyanlık, İncil'in eski devirlerden beri değiştirilip
aslından uzaklaşılmasıyla İsa Aleyhisselâmın getirdiği şeriatla büyük
ölçüde ilgisini kesmişti. Üstelik Roma medeniyetinin putperestliği, kötü
ahlâkı, her türlü perişanlığı da dinî inançlara karıştırılmış, iş
çığırından çıkmıştı. Papazların şahsî düşüncelerine göre, din hükümleri
çıkarttıkları, para ile Cennet sattıkları, günahkârları afvetme gibi
hayâllere daldıkları Hıristiyanlığın bir de üçlü ilâh sapıklığına
bulaşmasıyla da hak dinle uzaktan yakından hiç ilgisi
kalmamıştı. Yahudilerin
sahip çıktığı Musevîlik ise, yine bu milletin kendi sapıklıklarını din
içine sokmalarıyla, Musa Aleyhisselâmın getirdiği şeriattan uzaklaşmıştı.
Yahudiler, kendi peygamberlerinden sonra yeni bir şeriatla gelen İsa
Aleyhisselâma düşmanlık yapmakla da hak yoldan tamamiyle mahrum
olmuşlardı. İranlılar da,
Mecusîlik adı verilen ateşperestlik yani ateşe tapma gibi sapık bir dinin
içindeydiler. Araplar ise putlara tapıyorlardı. Bu arada komşuları olan
Hıristiyan ve yahudi milletlerin tesirinde kalarak bu dinlere girenleri de
vardı. Ancak bunlar, putperest Araplara göre oldukça az, bir kısım
kabilelerdi. Zaten putperest düşünce ve davranışlar, Hıristiyanlık ve
yahudilik gibi diğer dinler içerisine de girmişti. Araplar
içerisinde İbrahim Aleyhisselâmın şeriatı üzerine devam eden, Allahü
Teâlâ'nın birliğine iman eden "Hanifler" de vardı. Ancak bunlar adetleri
belli olacak kadar az bir sayıdaydılar. Araplar ahdine vefâ göstermek,
müsafire ikramda bulunmak, sünnet olmak, tırnak kesmek gibi Hazreti
İbrahim ve Hazreti İsmail'den kalma bazı sünnetleri de yapıyorlardı. Ne
var ki, hak din üzere olmadıkları için cahillik onları esir
etmişti. Cehaletin
getirdiği kötülükler içerisinde, kabileler arasında kan davaları sürüp
gidiyordu. Sadece haram ay sayılan Receb, Zilkade, Zilhicce ve Muharrem
denilen dört ayda harbi bırakıyorlardı. Kabileler halinde idare
olunduklarından, Kabe'de her kabileye ait olmak üzere 360 adet put
doldurulmuştu. Kurulan panayırlarda, yaşayış şartlarından çok ileride
edebiyat yarışmaları yapılıyor, şairler ve hatipler insanları hayli tesir
altında tutuyordu. İnsan hakları
ayak altına alınmış, güçlüler zayıfları eziyor, köleler ve esirler içler
acısı bir halde yaşıyor, kadınlara önem verilmiyor, kız çocukları geçim
sıkıntısı veya damat ayıbı korkusuyla diri diri toprağa gömülüyordu.
Ahlâksızlık her tarafı kaplamıştı.
İşte gerek Arabistan Yarımadası'nın içine düştüğü cahillik, gerekse Bizans
ve İran Devletlerinin hüküm sürdüğü yerlerdeki sapıklık ve ahlâksızlık,
birbirinden aşağı kalır şekilde değildi. Bütün insanlık âleminin karanlık
bulutlar altında ve karışıklık içerisinde yaşadığı bir devirde, onları bu
alçak ve bayağı hayattan kurtarıp ebedî kurtuluş ve saadete ulaştıracak
bir Peygamber bekleniyordu. Hıristiyan ve yahudilerin mukaddes kitapları
böyle bir peygamberin geleceğini, zamanının yaklaştığını bütün alâmetleri
ile müjdeliyordu. Bu peygamberin Hazreti İbrahim soyundan, Mekke
taraflarından çıkacağına dair bilgiler veriliyordu. Mekke Şehri ve
Yüce Kâbe
İslâm Tarihinde
mukaddes Mekke şehri ve içerisinde bulunan Mescid-i Haram ve onun içinde
yüce Kâbe büyük ve önemli bir yer tutar. Çünkü bu şehirde birçok
peygamberin vazife yapması, Kabe'nin, müslümanların kıblesi olması,
İslamda hac ve tavaf ibadetlerinin bu şehire tahsis edilmesi, daimi olarak
Mekkeye, dinî bir merkez vasfı kazandırmıştır. Her taraftan gelen
hacıların, ziyaretçilerin kestikleri kurbanlar, yaptıkları alış-verişlerle
mühim bir ticaret merkezi olan Mekke, Kâbe ile de manevî merkez sıfatını
hiç kaybetmemiştir. Kabe'yi , Allahü
Teâlâ'nın emriyle önce Melekler, sonra Hazreti Adem ve ve Şit
Aleyhisselam; peygamberlerden son olarak da İbrahim Aleyhisselam ile oğlu
Hazreti ismail inşa etmişlerdi.. Daha sonraları insanların ortak
çalışmalarıyla zaman zaman yeniden yapılmış, tamir ve değişiklikler
görmüştür. Kâbede Mübarek
Vazifeler Kabe'deki
mukaddes vazifeleri eskidenberi yapan ve ellerinde tutan Araplar, bunları
büyük bir şeref olarak kabul ederlerdi. Bu vazifeler arasında en
mühimleri; Kabe'nin anahtarlarını elinde tutmak olan Hicâbet Zemzem
suyunu ve hacıların su işlerini idare etmek olan Sikâye;
ziyaretçileri barındırma ve müsafirlik işlerini ayarlamak olan Rifâde'dir.
Bu şerefli vazifeleri Peygamberimiz Aleyhisselâmın soyuna mensup kimseler
yapıyordu. Hatta Efendimizin dedesi Abdülmuttalib'in, kaybolan Zemzem
kuyusunu ve suyunu bulması büyük bir hizmet olmuş, itibarını da çok
artırmıştı. Fil Vak'ası (M.
571) Mekke'nin manevî
ve ticarî bir merkez halinde olması, Kâbe sebebiyle her taraftan
insanların oraya akın ederek saygı göstermeleri, zaman zaman bazı
hükümdarların dikkatlerini çekiyor, bunu önlemek için düşmanca fikirlere
itiyordu. Habeşistan Devletinin Yemen Valisi olan Ebrehe de, insanları
Kâbe ziyaretinden vazgeçirmek, Mekke'nin ağırlığını ortadan kaldırmak için
San'a şehrinde Aklis veya Kulleys adında büyük bir kilise yaptırdı.
insanların Kabe'yi bırakıp buraya gelmelerini sağlamak istedi. Ancak
başaramadı. Üstelik Arapların bu kiliseye hakaret ettiklerini görünce,
Mekke'ye yürüyüp Kâbe'yi yıkmak çılgınlığına düştü. Ebrehe'nin
Kâbeye Saldırması Ebrehe,
hazırladığı büyük bir ordu ile Mekke üzerine yürüdü. O zamanın âdetince
uğur sayılan ve bugünün tanklarının yerini tutan büyük Mahmudî Fil'ini de
ordusunun önüne kattı. Bu sebeple hâdise, tarihte Fil Vak'ası adıyla
anılmıştır. Kabileler halinde dağınık yaşayan Araplar, yer yer Ebrehe'nin
ordusuna karşı koymaya çalıştılarsa da, onu önleyemediler. Ebrehe'nin
keşif için ileriye gönderdiği askerleri de, Mekke'lilerin nesini
buldularsa, yağmalayıp getirdiler. Mekke'lilerden
bir sulh hey'eti, Ebrehe'ye gittiler ve mallarının geri verilmesini
istediler. Hey'etin başında, o zaman Mekke şehrini idare eden Kureyş
kabilesi reisi, Peygamberimiz Aleyhisselâmın dedesi Abdülmuttalip
bulunuyordu. Yağmalanan mallar arasında, onun da 100 devesi vardı. Ebrehe,
onların bu isteğine şaşırdı: -"Ben, Kabe'yi
yıkmak için geliyor ve bundan vazgeçmem için rica etmenizi bekliyorken,
siz develerinizin derdine düşüyorsunuz?!" dedi. Böylece onları aşağı
düşürmek istedi. Fakat Abdülmuttalip: -"Ben, develerin
sahibiyim ve onları istiyorum. Kabe'nin ise asıl sahibi var. O'nu O Yüce
sahibi korur!" diye cevap
verdi.
Ebrehe, yağmalanan malları geri verdikten sonra, ordusunu ve şöhretli
filini Mekke üzerine yürüttü. Abdülmuttalib ise, Kabe'nin kapısına yapışıp
göz yaşları ile duâ ettikten sonra halkı dağlara çekerek olacakları
ibretle beklemeye başladı. Ebrehe, koca filinin Mekke üzerine gitmemekte
direndiğini, ayaklarının kumlara saplanıp kaldığını, başka tarafa
çevrildiği zaman koşarak yol aldığını görünce, küplere bindi. Bu sırada,
Ebrehe ve askerleri Kur'an-ı Kerîm'in Fîl Sûresi'nde bildirildiği üzere,
hiç beklemedikleri bir şeyle karşılaştılar. Bir anda gökyüzünü kaplayan
Ebabil kuşları, ağızlarında ve ayaklarında taşıdıkları küçük kızgın
taşları düşman askerlerinin üzerine atıyorlar, bir nevi Ebrehe ordusunu
havadan bombardıman ediyorlardı. Böylece koca ordu neye uğradığını
şaşırdı, yara bere içinde perişan oldu. Çok az kişi kaçabildi. Onlar da
aldıkları yaranın tesiriyle kısa zaman sonra öldü. Ebrehe de canını zor
kurtarıp Yemen'e döndü ise de, çok geçmeden O da orada öldü. Kabe'nin
sahibi Kabe'yi işte böyle korumuştu. Peygamberimiz
(A.S) Dünyaya Geliyor
(17 Nisan 571-12
Rebiulevvel) Fil Vak'ası,
milâdî 571 senesinde meydana gelmiş, o sene de "Fil Yılı" adıyla Araplar
arasında bir çeşit tarih başlangıcı sayılmıştı. İşte bu hâdiseden 52 gün
sonra, Nisan ayının 17'nci, Rebîulevvel ayınım 12'nci Pazartesi gecesi
sabah olurken Mekke'de Haşim Oğulları mahallesinde, âlemlere rahmet olan
iki cihan güneşi, son peygamber Muhammed Mustafa Aleyhisselâm, tek bir
inci gibi dünyaya geldi. O sabah âlem başka bir âlem oldu, bütün cihan nur
ile doldu, kâinat muradına erdi. Peygamberimiz
Aleyhisselâmın doğduğu gece bir çok mucizeler meydana geldi. Mübarek
sırtının iki küreği arasında, kalbinin hizasında Peygamberlik mührü vardı.
Melekler validesini tebrike geldi. Kabe'deki ve civardaki putlar yüzüstü
yere serilmiş halde bulundu. Hükümdarların sarayları sarsıldı, direkleri
yıkıldı. Mecûsilerin bin seneden beri devamlı yanan ateşleri söndü,
iran'da Sâve Gölü kurudu, bin yıldır kurumuş olan Semâve vadisi sularla
dolup taştı. İnsanlar, büyük bir hâdisenin başladığını anladı. Çünkü bu
mucizeler, hükümdarların saltanatının yıkılışını, dünyadaki küfür
ateşlerinin sönüşünü, bâtıl dinlerin, sapık inançların kuvvetinin
kuruyuşunu haber veriyordu. Peygamberimiz
Aleyhisselâmın yüce soyu, İbrahim Aleyhisselâmın oğlu Hazreti İsmail'e
dayanır. Babası Kureyş'in Haşim Oğulları sülâlesinden Abdulmuttalib'in
oğlu Hazreti Abdullah'dır. Annesi ise, Zühre Oğulları'ndan Vehb'in kızı
Hazreti Âmine'dir. İkisi de Mekke'li olmakla birkaç göbek yukarıda soyları
birleşir. Hazreti Abdullah, Peygamberimiz daha ana rahminde iken,
doğumundan iki ay evvel Suriye seyahatinden dönerken Medine'de 25 yaşında
vefat etmişti. Bu sebeple Efendimiz doğuştan öksüz olarak
doğdu. Doğduğunda
Muhammed ve Ahmed isimleri, daha sonra Mahmud ve Mustafa isimleri verilen
Fahri Kâinat Efendimize, babasından miras olarak beş deve, bir sürü koyun,
Ümmü Eymen adında Habeşli bir cariye ve doğduğu kutlu bir ev
kalmıştı. Mekke'nin havası
yeni doğan çocuklara ağır geldiği ve onların daha güzel dil öğrenmeleri
için, civar yaylalardan gelen süt analarına verme âdeti vardı. Bu âdet
üzere Mekke'ye yine bir çok kadın gelmiş hepsi birer çocuk almışlardı.
Bunların içinde merkebinin çok kötürüm olması sebebi
ile Halime bir çocuk alamamıştı. Kendisine Peygamberimiz Aleyhisselâm
teklif edilince de, yetim olması sebebiyle pek kârlı bir iş olmaz diye
düşünmüş, fakat sonradan aldığına çok sevinmişti. Çünkü O'nun gelmesiyle
evinde malında bereket artmış, her şeylerine bolluk gelmişti. Hazreti
Halime ve kocası ondaki üstün vasıfları sezerek bir şey olmaması için
üzerinde titrie-mişlerdi. Sütanne,
Annesine Teslim Ediyor (M.575) Peygamberimiz
Aleyhisselâm beş yaşma basıncaya kadar, bu aile içerisinde kalmış, süt
kardeşi Şeyma ile beraber büyümüştür. Daha sonra Hazreti Halime getirip
validesine teslim etmiştir. Peygamberimiz Aleyhisselâm süt annesine karşı
hayatı boyunca hürmet ve ikramda bulunmuştur. Süt kızkardeşi Şeyma'ya
karşı da nasıl vefakâr davrandığı Huneyn savaşı sonunda
görülmüştür.. Peygamberimiz
Aleyhisselâm, süt anasından geldikten sonra iki sene annesi ile beraber
kaldı. Hazreti Âmine, oğlu ve kölesi ile beraber Medine'ye gidip Hazreti
Abdullah'ın kabrini ziyaret etmek istedi. Bu maksatla yola çıktılar,
Medine'ye ulaştılar. Ziyaretlerini yaptıktan sonra, geri dönerken Medine
yakınlarındaki Ebvâ köyünde hastalanan Hazreti Âmine 576 veya 577 yılında
vefat etti.
Dedesinin
Himayesinde (M.577) Babasından
sonra, altı yaşında anasından da yetim kalan Peygamberimiz Aleyhisseİâm'ı
kölesi Ümmü Eymen Mekke'ye getirip dedesi Abdülmuttalib'e teslim
etti. Validesinin
vefatından sonra Peygamberimiz Aleyhisselâm, dedesi Abdulmuttalib'in
yanında kaldı. Hizmeti ile cariye Ümmü Eymen uğraştı. Ebû Talibin
Yanında (M.579) Peygamber
Efendimiz, İki sene geçip sekiz yaşına geldiği zaman, dedesi Kureyşin
reisi Abdülmuttalipde vefat etti. O vefat ederken oğulları içinde Ebû
Talib'e, yeğenine bakmak vazifesini verdi. Amcası Ebû
Tâlib, ona baba yakınlığı gösterir ve diğer öz oğullarından daha iyi
bakar, her şeyden esirgerdi. Çünkü Peygamberimizin; evinin, malının
bereketi olduğunu görüyor, kendisindeki ileriye ait halleri seziyordu.
Peygamberimiz Aleyhisselâm bir müddet amcasının koyunlarını güderek,
amcasına yardımcı olmuştur. Peygamberimiz
Aleyhisselâm 13 yaşına girdikleri zaman, ilk defa Mekke dışına seyahat
etme imkanını buldular. O devirlerde Kureyş kervanları ticaret için yazın
Şam tarafına, kışın da Yemen tarafına giderlerdi. Peygamberimizin amcaları
da Kureyş kabilesinin önde gelen kişileri olarak zaman zaman bu
kaafilelere katılırlardı. Efendimiz (A.S) de amcaları ile beraber başka
ülkeleri görmeyi razu ediyor ve bunu amcası Ebû Talib'e
söylüyordu. Ebû Tâlib, yetim
yeğenini yanından ayırmak istemiyor, O'nun başına bir şey gelir korkusuyla
ne bırakmakta, ne de götürmekte karar kılabiliyordu. Peygamberimiz
Aleyhisselâmın kendisiyle gelmek istemesi karşısında, Efendimiz (A.S) 13
yaşında iken Suriye'ye giden Şam ticaret kervanına katıldılar. Kaafilenin
yolu Şam yakınındaki Busra kasabasına uğradı. Buradaki kilisede vazifeli,
gelip geçen yolcularla ilgilenen Bahira adındaki rahibin, kervanı takip
eden bir bulut ve kervanda gördüğü genç bir çocuk dikkatini çekti.
Mukaddes kitaplarda okuyup, vasıflarını gördüğü ve gelmesinin yaklaştığını
sezdiği son peygambere ait bildiklerini, bu genç çocukta
gördü. Rahib Bahira,
Fahri Kâinat Efendimize, Arapların en büyük putları Lat ve Uzza'nın adına
yemin vererek bazı şeyler sordu. O'nun bunlara yemin etmekten
hoşlanmadığını gördü. Nihayet Efendimizden rica ederek sırtını açtırdı ve
O'nda gördüğü peygamberlik mührünü edeple öptü. Sonra Ebû Talib'e
yanındaki çocuğun geleceği hakkında bildiklerinden anlatarak, Şam'a
gitmemelerini istedi. Çünkü orada yahudilerin, O'ndaki vasıfları görerek,
hasedlerinden bir kötülük yapmalarından korkuyordu. Ebû Tâlib de mallarını
Busra'da satıp alacaklarını temin ederek oradan geri döndü. Yemen Seyahati (
M.583) Peygamberimiz
Aleyhisselâm 17 yaşında da, diğer amcaları Zübeyr ve Abbas'ın yanında
Yemen ticaret Kaafilesine katılarak bu ülkeye gidip geldi. Bu yolculukta
da kendisinde büyük haller görüldü. Araplar arasında şan ve şerefi iyice
yükseldi. Hılfülfudul
Cemiyeti ve Andlaşması (M. 591 ) Cahilliyet
devrinde Arap kabileleri arasında kan dâvaları, iç savaşlar eksik olmazdı.
Yalnız dört haram ay olan Receb, Zilkade, Zilhicce ve Muharrem'de savaşmak
haram kabul edilirdi. Eğer bu aylarda da, savaş yapılırsa, buna Ficar
Savaşları adı verilirdi. Kureyşliler ile
Havazin kabilesi arasında çıkan ve dört yıl süren böyle bir Ficar Harbine,
Peygamberimiz Aleyhisselâm da 20 yaşında iken amcalarıyla beraber
katılmıştır. Kureyş'in haklı olduğu bu savaşta, Efendimiz (A.S) hiç
kimsenin kanını dökmemiş, bir ok bile atmamıştı. Ancak, düşmanı oklarını
toplayıp amcalarına vermişti. Peygamberimiz
Aleyhisselâm 20 yaşında iken, Mekke'de yerli ve yabancı herkesin can ve
mal emniyetinin korunması, asayişin sağlanması, adaletin işlemesi gibi
hususlara sahip çıkan "Hılfulfudul = Fadılların Yemini" adıyla anılan
cemiyette bulunmuş, amcalarıyla beraber kurucuları arasında yer
almıştır. Efendimiz,
amcalarının yanında ticaret hayatını öğrenmiş ve bu işle uğraşmaya
başlamıştı. Eskiden beri kavmi arasında akıl, zekâ, kabiliyet ve doğruluğu
ile biliniyordu. Bu sebeple herkese emniyet ve güven verdiği için
kendisine "Emîn" lâkabı verilmişti. Kureyş'in zengin
kadınlarından, yüksek ahlâkı ve yardımseverliği ile tanınmış dul bir hanım
olan Hatice, bazı kimselere sermaye ve yardımda bulunarak ortak ticaret
yapardı. İlk kocasının ölümünden sonra, kendisi ile evlenmek isteyenler
hayli fazla olduğu halde, hiçbirini kabul etmemişti. Peygamberimiz
Aleyhisselâmın doğruluk ve dürüstlüğünü duymuş, kendisine sermaye vererek
kölesi Meysere ile beraber Şam'a büyük bir ticaret kervanı
kaldırmıştı. Peygamberimiz
Aleyhisselâm bu seyahatinde Şam'a varmadı. Rahib Bahira'nın ölümünden
sonra yerine geçen Rahib Nastura, O'ndaki alâmetleri sezerek bir zarar
gelmemesi için, mallarını Busra'da sattırdı. Üç ay süren bu yolculuktan
çok büyük bir kârla Mekke'ye dönen Peygamberimiz Aleyhisselâm, Hatice'nin
dikkatini çekti. Çünkü O'nun doğruluğu sayesinde, o zamana kadar
görülmemiş bir kâr elde etmişti. Hazreti Hatice
ile izdivacı (M.596) Hatice, elde
ettiği büyük kazançlardan çok, Peygamberimizin doğruluğuna ve üstün
vasıflarına hayran kalmış, araya konulan vasıtalarla evlenmişlerdi.
Nikâhları kıyıldığı zaman Peygamberimiz Aleyhisselâm 25, Hatice validemiz
ise 40 yaşında bulunuyordu. Birbirinden memnun olarak 25 sene mes'ut bir
hayat sürdüler, çocuklarını büyüttüler, insanlara örnek oldular. Bu 25
senenin 15 yılı Peygamberlikten önce, 10 yılı da Peygamberlik devrinde
geçti. Peygamberimiz Aleyhisselâm, kendisine yapılan bir çok tekliflere
rağmen, Hazreti Hatice'nin sağlığında başka bir kadın almadı. İbrahim
isimli oğlundan başka bütün çocukları Hazreti Hatice'den dünyaya
geldi. Kureyşliler bir
ara, yağan yağmurlar ve çıkan yangınlardan hayli zarar görmüş olan Kabe'yi
yeniden yapmaya, tamir etmeye başlamışlardı. Peygamberimiz Aleyhisselâm da
bu çalışmaya katılmış, mübarek omuzlarında taşlar taşımıştı. Her iş bitip
sıra Hacer-i Es'ad'ın yerine konulmasına gelince, kabileler arasında
andlaşmazlık çıktı. Çünkü herkes bu mübarek taşı yerleştirme şerefini
başkasına kaptırmak istemiyordu. Dört beş gün
devam eden çekişmeler sonunda, iş iyice alevlendi ve kabileler arasında
savaş çıkmasına kadar vardı. Mekke'nin kana bulanacağını gören ve endişeye
kapılan yaşlı bir Ku-reyşli bir fikir ortaya attı. Buna göre herkes
bekleyecek , Harem-i Şerife ilk girecek kişi hakem seçilecekti. Bu fikir
herkes tarafından beğenildi. Bir müddet sonra Fahri Kâinat Efendimizin
çıkıp geldiğini gören insanlar, hep birden sevindiler, rahatladılar. Çünkü
O'na, doğru ve adaletli davranışından dolayı "Emîn" lâkabını kendileri
vermişlerdi.
Peygamberimiz Aleyhisselâm kendisinden beklenen şekilde, herkesi
yatıştıracak bir usûl buldu. MübareK hırkasını yaygı yaparak ortasına
Hacer-i Es'ad'ı yerleştirdi. Yaygının uçlarından, her kabilenin
büyüklerine tutturdu. Böylece hep beraber mukaddes taşı kaldırdılar,
yerine getirdiler. Yerleştirileceği sırada, Peygamberimiz Aleyhisselâm
mübarek ellerine aldı ve yerine koydu. Peygamberimizin 35 yaşında iken
yaptığı bu hakemlik ile, büyük bir andlaşmazlık çözüldü, kan dökülmesi
önlenmiş oldu. O'nun bu güzel hareketi ile, Kureyşliler kendisine daha çok
hayranlık duydu, içlerindeki sevgi arttı, böylece itibarı
yükseldi. İlk
Vahiy...Peygamberlik ve İslam Dininin Gelişi (M.610) Bütün insanlık
kara bir cehalet, akla hayale gelmez sapıklıklar içinde yüzüyordu. Akıl
sahipleri ve tevhid inancı içinde olan çok az bir gurup insan, âlemi
aydınlatacak hakikat güneşinin yakında doğacağını anlıyorlar, söylüyorlar
ve dört gözle bekliyorlardı. Mekke'de bulunan tevhid inancına sahib
Hanifler de, Hıra Dağı, (diğer adılya Nur Dağı)'ndaki özel yerlerine,
mağaralara çekilip Allahü Teâlâ'ya ibadet ile
uğraşıyorlardı. Peygamberimiz
Aleyhisselâm da Ramazan ayı gelince, yanına zeytin, su ve kuru ekmekten
meydana gelen azığını alır, orada inzivaya çekilir, Allahü Teâlâ'ya
ibadete dalardı. Bu ibadeti, olanlardan ibret almak, hakikati düşünmek, iç
âleminde murakabeye varmak şeklinde oluyordu. Peygamberimiz
Aleyhisselâm 40 yaşına girdiği zaman kendisine Nebîlik, 43 yaşında ise
Rasüllük geldi. Nebîlik doğru rüyalarla başlamıştı ki, altı ay müddetle
rüyasında gördükleri aynen çıkıyordu. Milâdî 610
yılının Ramazan ayında yine böyle Hıra Dağına çekildiği sırada, ayın
17'sine rastlayan Pazartesi gecesi seher vaktinde, bulunduğu mağaranın
içinde bir ses ve bir nurla irkildi, dehşete kapıldı. Allahü Teâlâ
tarafından kendisine gönderilen Melek, Cebrail Aleyhisselâm ilk vahyi
getiriyor, Alak Sûresi'nin ilk âyetleri olan "Allah'ın ismiyle oku!"
emrini bildiriyordu. Hazreti Cibril bu ilk gelişinde, Fahri Kâinat
Efendimize okumayı, abdest almayı ve namaz kılmayı öğretti.
Peygamberimiz Aleyhisselâm, saadetti hanesine ilahî vahyin heybetinden
korkmuş bir halde döndü. Hazreti Hatice'ye kendisini örtmesini söyledi.
Biraz istirahat edip kendine geldikten sonra, olanları anlattı. Hazreti
Hatice, her zaman olduğu gibi, Peygamberimizin Peygamberlik vazifesinde de
ilk yardımcısı oluyordu. O'nu, tesellî edip büyük bir nimetle karşı
karşıya olduğunu anladı ve anlattı. Amcası Varaka'ya olanları bildirdiler.
Varaka eski kitabları okumuş, tevhid inancı üzerine olan Haniflerdendi.
Duydukları karşısında, Peygamberimiz Aleyhisselâmı tebrik etti. Kendisinin
peygamberlikle vazifelendiğini, başına gelecek güçlükleri anlattı. Ancak
Peygamberimiz Aleyhisselâmın İslâm'a çağırma zamanına yetişemeden öldüğü
için, O'na yardımcı olmak emeline kavuşamadı. Allahü Teâlâ,
Peygamber Aleyhisselâmı yavaş yavaş mukaddes vazifesine alıştırdıktan
sonra, üç sene geçince Hazreti Cibril gelerek ilâhî emirleri anlatma ve
azabdan korkutma vazifesine başlamasını bildirdi. Bundan sonra Cebrail
Aleyhisselâm 23 sene boyunca Kur'an âyetlerini, ilâhî emirleri getirmeye
devam etti Peygamberimiz Aleyhisselâmın büyük vazifesi de, 13 senesi
Mekke'de, 10 senesi de Medine'de olmak üzere yaklaşık 23 yıl devam
etti. Peygamberimiz
Aleyhisselâm, bütün âlemlere rahmet, insanların ve cinlerin hepsine
kılavuz ve kurtarıcı olarak gönderilmişti. Bu son ve tam dine İslâm, ona
teslim olup emirlerini kabul edenlere, inananlara Müslüman ve Mümin
denildi. Peygamberimiz
Aleyhisselâm, vazifeye ilk başladığı zaman, insanları gizli olarak dine
çağırıyor, saklı yerlerde buluşup ibadet ediyorlardı. İslâm ile ilk önce
şereflenen ve Peygamberimiz Aleyhisselâmla namaz kılan zevcesi Hazreti
Hatice, en yakın arkadaşı ve dostu Hazreti Ebû Bekir, amcasının oğlu genç
Hazreti Ali ve âzadlı kölesi Hazreti Zeyd b. Harise'dir. Daha sonra
Hazreti Ebû Bekir'in yol göstermesiyle Hazreti Osman b. Affan, Hazreti
Abdurrahman b. Avf, Hazreti Sa'd b. Ebî Vakkas, Hazreti Zübeyr b. Avvam,
Hazreti Talha b. Ubeydillah ye Hazreti Ebû Ubeyde b. Cerrah müslüman
oldular. İşte bunlara "İlk Müslümanlar adı verilir. Sonradan Hazreti
Ömer'in katılmasıyla bu 10 erkek müslüman "Aşere-i Mübeşşere = Cennetle
Müjdelenen Onlar" adıyla anılmış, sahabilerin en büyükleri
olmuşlardır. Alenî Davet
Başlıyor (M. 613 - İslamın 4. Yılı) Peygamberimiz
Aleyhisselâm; ilk üç sene insanları el altından, gizliden gizliye islâm
Dinine girmeye, putları terketmeye çağırıyordu. Hazreti Ebû Bekir başta
olmak üzere diğer müminler de O'na yardımcı olmaya çalışıyorlar,
dostlarını, yakınlarını bu hak dine davet ediyorlardı. Bu üç sene
içerisinde müslümanların sayısı 30'u biraz geçmişti. İbadetlerini ise
evlerinde, gizli yerlerde yapabiliyorlar, Mescid-i Haram'a girip duâ
edemiyorlardı. Kur'an âyetlerini ve hükümlerini öğrenmeleri de yine
gizlilikle yürüyordu. Sahabîlerin meydana çıkma isteği karşısında,
Peygamberimiz Aleyhisselâm henüz az olduklarını söylüyordu. Nihayet
peygamberliğin dördüncü yılına rastlayan Mîlâdî 614 senesinde, Hıcr
Sûresi'nin 94'ncü âyetiyle bildirilen "Emrolunduğunu açıkça,
çatlatırcasına bildir!" ilâhî emri geldi. Peygamberimiz Aleyhisselâm da
vahyin bu emrine uyarak insanları açıktan açığa hak yola çağırmaya
başladı. Önce en yakınlarını, akrabalarını, dostlarını ziyaret ederek
İslama davet etti. Bu yüce dinin güzelliklerini anlatarak onları
kötülüklerden uzaklaştırmaya çalıştı. Mekke kâfirleri,
müslümanların yeni bir dinle ortaya çıkmasından hoşlanmamışlardı. Ancak
kendilerine bir zararları olmadığı için de pek fazla ses çıkarmıyorlardı.
Ancak putlara tapmalarının yanlış ve sapık bir hareket olduğu, gittikleri
yolun kötü sonuçlar vereceği gibi hakikatler bildirilmeye başlanınca,
düşmanlıklarını ortaya döktüler. Bu düşmanlıkları alay ve hakaretle
başladı, sonraları ezâ, cefâ, işkence, ticarî ve medenî sıkıntılara
düşürme, şiddet kullanma şeklinde devam etti. Kabul
Etmiyorlar Şuarâ Sûresi'nin
214 ilâ 216'ncı âyetlerinin gelmesiyle en yakınlarından başlayarak
Allah'ın azabıyla korkutma emri bildirilince, Peygamberimiz Aleyhisselâm
akrabasını topladı. Putları terketmeleri-ni Allahü Teâlâ'ya ibadette
bulunmalarını, iyilikleri ve kötülükleri anlattı. Peygamberimizin
karşısına ilk çıkan amcası Ebû Leheb oldu. Nitekim, Allahü Teâlâ'nın
emirlerini bildirmek için Mekke halkını Safâ tepesine topladığında;
kendisinden şimdiye kadar bir yalan duyup duymadıklarını, şu tepenin
arkasında bir düşman ordusu bulunduğunu haber verse inanıp
inanmayacaklarını sormuş, kendisine "Emîn" lâkabını verdikleri kimseye
elbette inanacaklarını, ondan hiç bir yalan duymadıklarını söyleyen
insanlar, O'nun Peygamberliğini bildirip iman etmeleri teklifine bir şey
diyememişlerdi. Ebû Leheb ise yine küstahlığını gösterip hakaret etmeye
kalkışmış, karısıyla kendisi hakkında Tebbet Sûresi'nin nazil olmasına
sebep olmuştu. Kureyş
müşrikleri haklarında azâb âyetleri gelince, müminlere eziyet etmeye
başladılar. İslâmın yayılmasını, müslümanların çoğalmasını önlemek için
ezâ ve cefâdan geri durmadılar. Bir taraftan da, Fahri Kâinat Efendimize,
amcası ve koruyucusu Ebû Tâlib'e başvurarak yeni bir din ortaya
çıkarmaktan, putlarına dil uzatılmasından vazgeçilmesine çalıştılar. Fakat
imkânsız bir şey istedikleri için, red cevabı aldılar. Bunun üzerine zayıf
ve kimsesiz müminlere işkence etmeye giriştiler. Peygamberimiz
Aleyhisselâm ve diğer kabile ve akrabası kuvvetli olan bazı müslümanlara
bir şey yapamıyorlarsa da, fakir, zayıf ve kimsesiz müminlere göz
açtırmıyorlardı. Dinlerinden
döndürmek ve onlara bakarak başkalarının da iman etmesini önlemek için,
akıllarına gelen her türlü eziyet ve işkenceyi uyguluyorlardı. Kâfirlerin bu
işkenceleri arasında, müminler öz oğulları bile olsa, aç susuz bırakmak,
hapsetmek, bayıltıncaya kadar dövmek, yaralamak, kanlar içinde bırakmak,
kızgın güneşin altında üzerine kayalar koyarak bekletmek, kızgın
demirlerle dağlamak gibi insanlık dışı usuller vardı. İslâmın ilk
devirlerinde işkence gören bu müminler arasında en meşhurları Hazreti
Bilal Habeşî, Hazreti Ammar b. Yâsir ve babası Hazreti Yâsir ile annesi
Hazret! Sümeyye, Hazreti Habbab b. Eret, Hazreti Suheyb b. Sinan Rumî,
Hazreti Ebû Fukeyhe gibi köleler ve zayıflar; Hazreti Zinnîre, Hazreti
Lübeyne ve Hazreti Nehdiyye gibi cariyeler vardır. Bunların hepsi de
dinlerinden döndürülmek için işkenceye uğramışlardı. Fakat çoğu,
kâfirlerin dediklerine uymamış, bazısı ise Peygamberimiz Aleyhisselâmın
izniyle sadece dillerinden söylenileni tekrarlamışlardı. Hazreti Ebû Bekir
bu işkence gören erkek ve kadın köle müslümanların yedisini büyük
karşılıklarla satın alarak âzad etmişti. Hazreti Sümeyye
ve Hazreti Yâsir en acı ve çirkin şekilde öldürülerek İslâmın ilk
şehîdleri olmuşlardı. Müminlere eziyet
ve işkence edenlerin başında Ebû Cehil, Ebû Leheb, As b. Vâil, Ümeye b.
Halef, Velid b. Mugîre, Nadr b. Haris gibi ileri gelen Mekke kâfirleri
bulunuyordu. İşkenceler Mekke
müşriklerinin bütün düşmanca hareketlerine rağmen İslâm dini genişliyor,
müminlerin sayısı gittikçe çoğalıyordu. Fakat bu hal, kâfirlerin ezâ ve
cefâlarını daha da arttırmalarına yol açıyordu. Çünkü iman ile küfür
arasındaki mücadele böyle devam edegeliyordu. Peygamberimiz Aleyhisselâm,
düşmanların kendilerine yaptıkları kötülüklere karşı, onları sarsmış olan
her türlü dinî ve medenî sapıklıklardan kurtarmaya, ebedî kurtuluşa,
huzura kavuşturmaya çalışıyor, Kur'ân okuyarak, İslâm'ın güzelliklerini,
küfrün aşağılıklarını anlatarak vazifesini ifâdan geri
kalmıyordu. Müşrikler ise,
İslâm'ın gelmesiyle o zamana kadar sürdürdükleri haksızlığın, zorbalığın
ve bu sayede elde ettikleri makam ve menfaatlerin elden gitmesinden,
itibarlarının kaybolarak zengin ve fakir, kuvvetli ve zayıf herkesin ilahî
adalet önünde eşit hale gelmesinden korkuyorlardı. Bunun için de, Ebû
Tâlib'i sıkıştırarak, müminlerin kuvvetlilerine kadar eziyeti arttırarak,
hattâ Peygamberimiz Aleyhisselâmı boğmaya kalkışacak kadar gözleri dönmüş
bir şekilde hak dine ve yolcularına saldırıyorlardı. 1. Habeşistan
Hicreti (M. 615 İslamın 6. Yılı) İslâm'ın altıncı
yılına rastlayan Mîlâdî 615 senesinde, Peygamberimiz Aleyhisselâm
sahabîlerinin bir kısmı ile Hazreti Erkam'ın evine taşınmış, bu saadetti
hane "Dâr-ı Erkam" adı ile İslâm'da çok mühim bir yer tutmaya başlamıştı.
Müslümanlar, artan eziyet ve işkence karşısında ibadetlerini serbestçe
yapabilecekleri ve yaşayacakları bir yere hicret, göç etmek için
Peygamberimiz Aleyhisselâmdan izin istediler. Kendilerine Habeş diyarına
hicret için müsaade verildi ve hayır dualarla yolcu edildiler. Habeş hicretine
ilk katılan muhacirler 12 erkek ve 4 kadından ibaretti. Bunların içinde
Hazreti Osman b. Affan ve zevcesi, Peygamberimiz Aleyhisselâmın kızı
Hazreti Rukayye, Hazreti Zübeyr b. Avvam, Hazreti Abdurrahman b. Avf ve
Hazreti Abdullah b. Mesud gibi sahabiler bulunuyordu. Kureyş kâfirleri,
onların Mekke'den çıkışını duyarak peşlerinden gitmişlerdi. Ancak müminler
gemiye binerek Kızıldeniz'e açılmış olduklarından
yetişemediler. İslâm'ın altıncı
yılı, Mîlâdî 616 senesinde Ebû Tâlib'in oğlu Hazreti Cafer Tayyar
başkanlığında 83 erkek, 21 kadından meydana gelen 104 kişilik bir mümin
topluluğu daha Habeşistan'a hicret etmişlerdi. Müslümanlar Habeş hükümdarı
Ashame tarafından çok iyi karşılandılar ve her hususta yardım gördüler.
Mekke kâfirleri ise, onların iyi halde olduklarını öğrenmişler; orada da
kuvvet bulmasınlar diye elçiler göndererek, kendi vatandaşları olan bu
insanların geri verilmesini istemişlerdi. İsa Aleyhisselâmın şeriatı üzere
tevhid inancında olan Ashame ise, müminlerin verdiği güzel ve mantıklı
cevablardan da kuvvet alarak Kureyşlilerin isteklerini kabul etmemişti.
Habeş Hükümdarının bu sıkıntılı devirde, gösterdiği yakınlıkla İslâm'a ve
insanlığa büyük hizmeti geçmiştir. Habeşistan'da
çok iyi geçinen müminlerden bir kısmı, müslümanlarla kâfirlerin
anlaştıkları haberini duyarak Mekke'ye dönmüşler, ancak asılsız olduğunu
öğrenince tekrar hicret etmişlerdi. Garânik hadisesi adıyla anılan bu
yanlış haberden dolayı dönenlere, müşrikler yine işkenceden geri
kalmamışlardır. Hazreti Hamzanın
Müslüman Oluşu (M.616-İslamın 7.
Yılı) Peygamberimiz
Aleyhisselâm, her türlü güçlük karşısında insanları hak yola çağırmaya
çalışırken, düşmanlar da her fırsatta O'na ve müminlere eziyet etmekten
geri kalmıyorlardı. Hicretin altıncı yılında, bir gün Safa tepesinde
oturmakta olan Peygamberimiz Aleyhisselâm, Ebû Cehil'in kendisine karşı
hakaret dolu sözlerine sabır göstermiş, cevab vermeye tenezzül etmemişti.
Bunu gören bir kadın, avdan dönen ve Kabe'yi cahiliyet âdeti üzere tavaf
etmekte olan amcası Hamza'ya haber vermiş, hadiseyi sitemli sözlerle
anlatmıştı. Hamza, yeğeninin
hakarete uğramasına dayanamayarak kalabalık bir topluluk içerisinde oturan
Ebû Cehil'e çattı ve kafasına yayı ile vurup yardı. Adamları Ebû Cehil'in
uğradığı bu saldırı karşısında Hamza'ya karşılık vermek istediler. Ancak
Hamza'nın müslüman olmasından korkan Ebû Cehil, onun, kardeşinin oğlunun
intikamını almakta haklı olduğunu söyleyerek aşağıdan aldı. Hamza ise,
Fahri Kâinat Efendimize giderek yaptığını anlattı, Efendimizitesellî etmek
istedi. Fakat Peygamberimiz Aleyhisselâm, amcasına, ancak müslüman olduğu
takdirde tesellî bulup memnun olacağını bildirdi. Bunun üzerine Hazreti
Hamza İslâm ile şereflendi. Hz. Ömer'in
Müslüman Oluşu (M.616 - İslamın 7. Yılı) Hazreti
Hamza'nın iman etmesiyle, küfür ileri gelenleri korktuklarına uğramışlar,
kuvvetli bir destekçilerini kaybetmişlerdi. Bu korku ve telaşla acele
alarak toplandılar ve bu işe bir çare bulmanın yollarını araştırdılar.
Sonunda Peygamberimiz Aleyhisselâmı ortadan kaldırmaya karar verdiler.
Ancak Peygamberimiz Aleyhisselâmın kabilesi Haşim Oğulları hayli kuvvetli
olduğu için, kimse böyle bir işi almaya cesaret edemiyordu. İçlerinde en
cesuru, 33 yaşında bir yiğit olan Ömer b. Hattab, ortaya çıktı ve bu işi
üzerine aldı. Kâfirler onun bu fedailiği karşısında çok sevindiler.
Kendisini alkış ve övmelerle, büyük vaad ve mükâfatlarla yola çıkardılar.
Ömer, kılıcını sıyırmış bir halde hırsla Peygamberimiz Aleyhisselâmın
bulunduğu Dâr-ı Erkam'a giderken, yolda kızkardeşi Hazreti Fâtıma ile
eniştesi Hazreti Sa'd'ın da müslüman olduklarını öğrenince, çileden çıktı.
Önce onların işini bitirmek maksadıyla geri döndü. Onun geldiğini duyan ve
içeride Kur'ân okumakta olan ev halkı, korkuyla âyetleri sakladılar. Fakat
Ömer, okunan âyetleri duymuş, ne olduğunu sormuştu. Onlar gizlemek
isteyince, eniştesini ayağının altına aldı. Kocasına yardım etmek
isterken, kızkardeşi de yediği tokatla ağzı burnu kan içinde yere düştü.
Ancak imanın verdiği kuvvetle; "Ey Ömer, Allah'dan kork da yaptığın zulme
bak! İşte biz, müslüman olduk, başımızı kessen de imanımızdan dönmeyiz!"
diye haykırdı. Bu
duygulandırıcı manzara karşısında, yaptıklarından utanan ve pişman olan
Ömer, okuduklarını getirmelerini istedi. Kendisine Tâhâ ve Hadid Sûresi
âyetlerini getirip okudular. Kur'ân-ı Kerîm'in hakikatleri ve güzelliği
karşısında kalbi yumuşayan ve küfür düşüncelerini dışarı fırlatan Ömer,
Fahri Kâinat Efendimize götürülmesini istedi. O sırada
Efendimiz eshabı ile Dâr-ı Erkam'da bulunuyordu Ömer'in geldiğini gören ve
duyan müminler endişe ve korkuya kapıldı. Yalnız Hazreti Hamza istifini
bozmadı. Peygamberimiz Aleyhisselâm, Hazreti Cibril'den müjdeyi aldığı
için sakin bir şekilde bekliyordu. Nitekim içeri girer girmez kendisine
müslüman olmasını teklif ettiği zaman, Hazreti Ömer kelime-i şehadet
getirip İslâm'ın 40'ıncı yiğidi olma şerefini kazanıyordu. Müslümanlar
ise, önce Hazreti Hamza, üç gün sonra da Hazreti Ömer'i kazanmakla büyük
sevince boğuldular. Hazreti Ömer'in
teklifi ile, Peygamberimiz Aleyhisselâm ve müminler toplu halde meydana
çıktılar ve namaz kılmak üzere Kabe'ye yürüdüler. Peygamberimiz
Aleyhisselâmı öldürmek üzere gönderdikleri Hazreti Ömer'in;
Peygamberimizin yanında diğer müslümanlarla beraber geldiğini gören
kâfirler, endişeye kapıldılar. Hazreti Ömer'in meydan okuyan sözleri
karşısında neye uğradıklarını şaşırdılar, her biri bir tarafa
sıvıştılar. Müminler ise
Fahri Kâinat Efendimizle, Kabe'de ilk defa açıkça kıldıkları namaz ve
getirdikleri tekbirlerle etrafı inletiyorlardı. Peygamberliğin yedinci,
miladın 616'ncı yılında küfrün iki ana direğini, kendi sarayına kazanan
İslâm'a girenlerin sayısı, bu iki sahabiden sonra aynı sene içerisinde
300'e çıkmış oluyordu. Müminler
Muhasaraya Alınıyor (M.616 - 619) Kureyş'in ileri
gelenlerinden Hazreti Hamza ve Hazreti Ömer gibi iki yiğidin müslümanlar
tarafına geçmesi, kâfirleri düşündürmeye başladı. Düşman oldukları
topluluk günden güne kuvvetleniyor, inanmadıkları din gittikçe
yayılıyordu. Toplanıp ne yapacaklarını konuştular. Nihayet müslümanlar ve
onlara yardımcı olanlarla her türlü alâkayı kesmeye, kendilerine boykot
ilân ederek muhasara ve abluka altına almayı kararlaştırdılar. Alış-veriş
etmemek, kız alıp vermemek, görüşüp buluşmamak ve yardımcı olmamak gibi
maddeler koyarak bu hususta bir de ahidname, andlaşma yazdılar. Ahidnameyi
götürüp Kabe'nin duvarına astılar, yaptıkları işe mukaddeslik vermek
istediler. Böylece İslâm'ın yedinci yılının başı olan Muharrem ayında,
Mîlâdî 616 senesinde Peygamberimiz Aleyhisselâm ile müslümanlar, onlara
destekte bulunan Haşim Oğulları, Ebû Tâlib mahallesi denilen yerde hapis
kalmaya başladılar. Kureyş kâfirleri
bu hareketleriyle müslümanları ve yardımcılarını yıldırmak, aç ve susuz,
ticarî ve medenî haklardan mahrum ve çaresiz bırakarak teslim olmaya,
Peygamberimiz Aleyhisselâmı desteklemekten caydırmaya çalışıyorlardı.
Ancak Müslümanlar ve Ebû Talib'in idaresindeki Haşim Oğulları, her türlü
sıkıntıya katlanarak Peygamberimizin etrafından ayrılmamaya kararlıydılar.
Peygamberimiz Aleyhisselâmın amcalarından Ebû Leheb ise, akrabalarının
ölümüne bile göz yumarak kâfirlerle beraber olmaktan
çekinmemişti. Üç senelik
muhasara devrinde, müminler ve dostları her türlü sıkıntı ile
karşılaştılar. Aç ve susuz kaldılar, çocukların açlıktan feryadları Mekke
sokaklarını inletir oldu. Yiyeceksizlikten ağaç yapraklarını, deri
parçalarını yemek zorunda kaldılar. Bu insanlık dışı davranışlar, küfür
sapıklığına düşmüş azgınlara en ufak bir acıma duygusu, pişmanlık hissi
vermiyordu. Gelen kervanların mallarını en pahalı fiyatı vererek yere
dökerek müminlerin almalarını önlüyorlardı. Muhasara altında kalanlara
gizlice yardım etmek isteyen yakınlarını en ağır cezalara
çarptırıyorlardı. Mîlâdî 616-619
yıllarında devam eden bu sıkıntılı hayat sırasında, sadece haram aylardaki
yumuşaklıktan faydalanarak ihtiyaçlar sağlanıyordu. Peygamberimiz
Aleyhisselâm da hak yola çağırma vazifesini ancak bu aylarda
yapabiliyordu. Bu üç senelik zaman içerisinde de pek çok mucizeler meydana
geldi. Birçok kimseler imanla şereflendi. Ahidnameyi yazan Mansur b.
ikrime adındaki kâfirin elleri kurudu. Ahidnamenin Allahü Teâlâ'nın ismi
bulunan yerinden başka her tarafını güveler yedi. Akıl ve vicdandan nasibi
olanlar insafa geldi. Yakınlarının bu haline dayanamayan bazı Mekkeliler
güve yemekle hükümsüz kalan ahidnameyi astıkları yerden indirdiler.
Gösterdikleri gayret ve çaba ile muhasara altındaki insanların serbest
bırakılmasını sağladılar. İslâm ehli ve
dostları üç yıllık sıkıntı ve azabdan kurtuldukları için Mekke'de adetâ
bayram yapıldı. Herkes evine, eşine, dostuna, akrabasına kavuştu, birbiri
ile kaynaştı. Müslümanların ve
dostlarının sevinmesi fazla sürmeden, muhasaradan sekiz ay sonra Ebû
Tâlib, ondan üç gün sonra da Hazreti Hatice vefat etti. Müminler üstüste
gelen bu acıyla sarsıldı, Peygamberimiz Aleyhisselâm çok
üzüldü. Ebû Tâlib,
küçüklüğünden beri Peygamberimiz Aleyhisselâmı öz evladından daha çok
severek büyütmüş, baba olmuş, kendisi iman etmemekle beraber imansızlara
karşı korumuş, her zaman O'na kanat germişti. Onun ölümüyle Peygamberimiz
Aleyhisselâmın çok üzülmesi, iki sebebe bağlıydı. Biri, o kadar destek ve
yardımına rağmen iman etmeyip küfür üzere gitmesi, diğeri gözle görülür
bir himayeden mahrum kalmasıydı. 80 yaşında ölen
Ebû Talib'den üç gün sonra da, müminlerin validesi, Peygamberimiz
Aleyhisselâmın en büyük ve yakın desteği Hazreti Hatice, 65 yaşında vefat
etti. Peygamberimizin ve sahabilerinrin acısı bir kat daha arttı. Onların
üstüste uğradığı bu acı sebebiyle, miladın 620'nci, İslâm'ın ise 11.
senesine rastlayan bu yıla "Hüzün Yılı" adı
verildi. Taif Yolculuğu
(M.620 - İslamın 11. Yılı) Ebû Talib'in
ölümünden sonra, kâfirlerin Fahri Kâinat Efendimize ve sahabilerine karşı
düşmanlıkları iyice arttı. Kureyş'in idaresi düşmanların eline geçtiği
için, eziyet ve işkenceleri dayanılmaz hale geldi. Daha önce söz
sihirbazlığı ile suçladıkları Fahri Kâinat Efendimize toprak, deve
işkembesi pislikleri atarak en ağır işkenceleri uygulamaya başladılar.
Peygamberimiz Aleyhisselâm bütün bu güçlüklere rağmen, panayırlarda, hac
mevsimlerinde civardan gelen insanları hak yola çağırmaktan geri
kalmıyordu. Başta amcası Ebû Leheb olmak üzere, müşrikler ise yol
başlarında bekleyerek O'na inanmamalarını söylüyorlardı. Peygamberimizin
İslâm'a çağırışının arkasından, hemen kendisini yalancılıkla,
sihirbazlıkla, huzuru bozmakla suçluyorlardı. Peygamberimiz
Aleyhisselâm, Kureyşlilerin bu zulüm ve baskısından biraz uzak kalmak ve
vazifesini başka yerlerde yapabilmek için Mekke dışına çıktı. Mîlâdî 620
yılının Şevval ayında, ilk müminlerden âzadlı kölesi Hazreti Zeyd b.
Harise ile beraber Hicaz şehirlerinden Taife gitti. Burada akrabası da
olduğu için, imana geleceklerinden ümitli idi. On gün kadar kalarak puta
tapan halkı, Allahü Teâlâ'nın varlığına ve birliğine îman etmeye
çağırdı. Fakat
Taif'liler, yazın bağlık ve bahçelik şehirlerinde sayfiyeye gelen
Mekkelilerle aralarının bozulmasını, putlarının ve yaşayışlarının değerini
kaybetmesini istemediler. Onun için de Fahri Kâinat Efendimize îman etmek
şöyle dursun, peşine taktıkları serseri ve başıbozuk takımıyla işkence
ettiler. Serseri ve çapulcular önce alay ederek, sonra şehir dışına
kovalayarak taşa tuttular. Peygamberimiz Aleyhisselâmın mübarek ayaklarını
yaraladılar, kanlar içinde bıraktılar. Kızgın güneşin altında hem kaçan ve
hem o hazrete siper olmaya çalışan Hazreti Zeyd'i de
yaraladılar. Binbir güçlükle
Mekkeli iki kardeşin bağına sığman Peygamberimiz Aleyhisselâm kendisinden
önce, arkadaşının yarasıyla ilgilendi. Gördüğü bu en ağır ezâ karşısında,
o insanların helak olmalarını istemedi. İmana gelmeleri, kurtuluşa
ermeleri için duada bulundu. Bağda kendilerine üzüm getiren, Yunus
Aleyhisselâmın hemşehrisi Ninova'lı bir Hıristiyan köle olan Hazreti Addas
İslâm ile şereflendi. Peygamberimiz
Aleyhisselâmın başına gelenler Mekke'de duyulmuştu. Onun için müminlerin
tavsiyesi üzerine, Peygamberimiz Aleyhisselâm kâfirlerden Mut'ım b.
Adiyy'in himayesini istedi. Onun kabul etmesiyle Kabe'ye gidip namaz
kıldı. Mut'ım'ın bu iyiliği müminler tarafından hiç bir zaman unutulmadı.
Ancak kendisi kâfir olarak Bedir Harbinde öldü. Peygamberimiz bu
defa mukaddes vazifesini yerine getirmek için, etraf kabilelere gitti.
Onların putları bırakıp hakikate gelmelerini söyledi. Fakat Mekke
kâfirlerinin tesiri her yerde hüküm sürdüğü için ümid edilen fayda elde
edilemedi. Birinci Akabe
Biati (M.620 - İslamın 11. Yılı) Peygamberimiz
Aleyhisselâm İslâm'ın 11'inci yılı hac mevsiminde, etraftan gelen
ziyaretçileri hak yola çağırmaya çıkmıştı. Mekke ile Mina arasında, Akabe
denilen tepede Medine'li altı kişiye rastladı. Kendilerine Kur'ân okuyup
vaaz ve nasihatta bulundu, iman etmeye çağırdı. Onlar da beraber
yaşadıkları yahudilerden böyle bir peygamber geleceğini duyarlardı. Hattâ
yahudiler kendilerinin Allah'ın dini üzere olduklarını, onların ise puta
taptıklarını söyleyerek kınarlar ve aşağılarlardı. Medine'nin Hazrec
kabilesinden olan bu kimseler, Evs kabilesiyle aralarında çıkan
çarpışmalardan hayli yıpranmışlar ve destekçi bulmak için yola
çıkmışlardı. Yahudilerle de süregelen savaşlar ve onların baskısı altında
ezilmişlerdi. Böylece geleceğini duydukları peygambere îman ederek
Medine'den islâm kervanına katılan ilk müslümanlar ve Ensâr
oldular. Hazreti Esad b.
Zürâre, Hazreti Rafi' b. Mâlik, Hazreti Avf b. Haris, Hazreti Kutbe b.
Amir, Hazreti Utbe b. Amir ve Hazreti Haris b. Abdullah'dan meydana gelen
bu ilk Ensâr topluluğu, Medine'ye dönünce, duyduklarını anlattılar.
Böylece hak din orada da yayılmaya, kuvvet bulmaya başladı. Bu ilk Medine'li
müslümanların Peygamberimiz Aleyhisselâma îman ettikleri gün, "İlk Akabe
Buluşması" adıyla anılır. Ertesi sene ise yine bunlardan beş kişinin de
içlerinde bulunduğu 12 kişilik bir Kaafile, hac mevsiminde Akabe'ye geldi.
Burada Peygamberimiz Aleyhisselâmla buluşup kendisine bîat ettiler.
"Birinci Akabe Bîatı" diye isimlendirilen bu karşılaşmada, ilk defa
Peygamberimiz Aleyhisselâmın elini tutarak hırsızlıktan, kız çocuklarını
öldürmekten, nikâhsız yaşamaktan, yalan ve iftiradan kaçınmak, Allah ve
Rasûlüne itaatten ayrılmamak üzere ahid verdiler. Akabe bîatıyla
İslâm'da yeni bir devir açılıyor, Arap Yarımadasında hüküm süren şirk ve
zulüm hayatına karşı bayrak açılarak, din ve insan hakları için büyük bir
hizmet başlıyordu. Bu müslümanlar Medine'ye dönerek yine din hizmetine
başladılar. Kendilerine din öğretmek üzere Hazreti Mus'ab b. Umeyr
gönderildi. Reisleri ise
Hazreti Esad b. Zürâre idi. İslâmiyet Medine'de gittikçe yayıldı. Puta
tapmayı bırakıp müslüman olanların sayısı kısa zamanda 40'a yükseldi.
Hazreti Mus'ab'ın yumuşak ve ikna edici nasihatleri, en katı insanların
kalbini bile İslâm'a açıyordu. Mi'rac Mucizesi
(M.621-İslamın 12. Yılı) Birinci Akabe
bîatından sonra, İslâm'ın 12'nci, milâdın 621'inci yılında Receb ayının
27'nci, Cuma gecesinde Mi'rac Mucizesi meydana geldi. Yükseğe çıkmak,
yücelmek ve gece vakti yol almak mânâlarından dolayı İsra ve Miraç adıyla
anılan bu büyük hadisede pek çok sırlar ve lütuflar vardır. İsrâ Sûresi
âyetlerinde bu mucize bildirilmektedir. Cebrail
Aleyhisselâm, Allahü Teâlâ'nın emriyle bir gece, Peygamberimiz
Aleyhisselâmı Mescid-i Haram'dan alıp Mescid-i Aksâ'ya getirdi. Oradan da
göklere çıkarıp gezdirdi. Buralarda peygamberlerle karşılaştı ve tanıştı.
Hiç bir peygambere nasib olmayan nice âlemler ve hakikatlere ulaştı.
Allahü Teâlâ'nın dilediği yere kadar vardı, neler gördü,
neler... Mi'rac gecesinde
o zamana kadar sabah ve akşam iki vakit olarak kılınan namaz beş vakite
çıkarıldı. Bakara Sûresi'nin sonu olan Âmenerrasûlü âyetleri ile Allahü
Teâlâ'ya ortak koşanların dışında bütün müminlerin Cennete girecekleri
müjdeleri gibi hediyeler verildi. Efendimiz bütün bu hakikatlere çok kısa
bir zamanda ruh ve cesediyle beraber erip döndü. Peygamberimiz
Aleyhisselâm ertesi günü Mi'rac mucizesini insanlara haber verdi. İlk önce
Hazreti Ebû Bekir kabul ve tasdik ettiği için "Sıddîk" lâkabını aldı.
Diğer sahabiler de kabul ederek tebriklerde bulundular. Ancak kâfirler,
kuru akılla böyle bir şeyin imkansız olduğunu söylediler. Kervanların bir-
ayda gidip bir ayda döndüğü Mescid-i Aksâ'ya ve daha ötelere bir gecede
gidip gelmeyi mümkün görmediler. Mescid-i Aksa ile ilgili sorularına,
mucize ile tam ve doğru cevap veren Peygamberimiz Aleyhisselâmı yine
yalanlamaktan geri kalmadılar. İkinci Akabe
Biati (M.622 - isiamm 13. Yılı) Peygamberliğin
13'üncü, milâdın 622'nci yılında yine hac mevsiminde Peygamberimiz
Aleyhisseiâm ile buluşan ve bîat eden Medine'li müslümanların sayısı 75'e
ulaşmıştı. Bu müminler içerisinde Hazreti Halid b. Zeyd Ebû Eyyub Ensarî
ve iki de kadın bulunuyordu. Bu üçüncü buluşmaya "İkinci Akabe Bîatı" adı
verildi. Peygamberimiz
Aleyhisselâm, bu toplantıya henüz îman etmemiş olan amcası Abbas ile
gelmiş ve Medine'ye hicretin şartları görüşülmüştü. Müslümanlar Allah ve
Rasûlüne her hal içerisinde itaat içinde olacaklarına, Peygamberimiz
Aleyhisselâmı kendi nefisleri, çoluk ve çocukları gibi düşmanlarından
koruyacaklarına, doğru olanın yapılması için hiç bir şeyden
çekinmeyeceklerine mallarıyla ve canlarıyla bu yolda çalışacaklarına söz
verdiler. Peygamberimiz
Aleyhisselâm kendisine bîat edildikten sonra, Medine'lilerin arasından 12
temsilci seçip kabilelerinin başına tayin etti. Müslümanlar toplantı
yerine gizli ve ayrı ayrı geldikleri için müşriklerin haberleri her şey
bittikten sonra oldu. Bu sebeple de bir şey yapamadılar. Kâfirlerin
işkence ve baskıları son hadde ulaştığı bir sırada, müminlerin Medine
şehrine hicret etmelerine izin verildi. Böylece Peygamberliğin 14'üncü
yılında iman ehli, birer, ikişer, küçük gruplar halinde Mekke'den
ayrılmaya başladılar. Allah yolunda uğradıkları zulüm ve cefâdan dolayı,
mallarını, mülklerini, yakınlarını terkederek yine Allah rızâsı için
memleketlerinden göç ediyorlardı. Müminlerin
hicreti, Medine'li müslümanlarla son Akabe bîatı sırasında Zilhicce ayında
kararlaştırılmıştı. Mîlâdî 622 yılının Nisan ayına rastlayan Muharrem ayı
başlarında da hicret için izin çıkmıştı. Kureyş kâfirleri, düşman
oldukları kimselerin aralarından ayrılmalarını istemekle beraber, bir
taraftan da endişeleniyorlardı. Onun için istemedikleri insanların çıkıp
gitmelerinde bile düşmanlıktan geri kalmıyorlardı. Kâfirlerin zararından
korunmak için bütün müminler gizlice göç ederlerken, Hazreti Ömer kılıcını
kuşanmış bir halde Kabe'yi tavaf ettikten sonra, din düşmanlarına meydan
okuyarak yola çıktı. Kendisine kimse karşılık vermeye cesaret
edemedi. Müslümanların
dinleri uğruna her şeylerini bırakıp vatanları olan Mekke'den
ayrılmalarına "Hicret", kendilerine "Muhacirler", onları Medine'de
karşılayıp Allah için her türlü maddî ve manevî yardımda bulunan müminlere
de "Ensâr" adı verildi. İslâm Dininde zulme uğrayanların yurdlarını
terkedip yeni bir memlekete sığınmaları ve orada yaşayan müslümanların
kendilerine kucak açıp kardeşçe davranmaları gibi büyük bir dayanışma ve
kaynaşmayı, Allah yolunda beraber çalışmayı sergileyen Hicret hadisesi,
tarihte çok mühim bir yer tutmaktadır. Öldürme
Kararı Bir müddet sonra
Mekke'de Peygamberimiz, Hazreti Ebû Bekir, Hazreti Ali ve hapsedilenlerle
beraber bir kaç mümin kalmıştı. Kureyş kâfirleri önce kendilerinden
kurtulduklarını sanarak rahatladıkları müminlerin,
Medine'de toplanıp birleşerek kuvvet bulduklarını görünce endişeye
kapıldılar. Çünkü Medine, Mekkelilerin Şam ticaret yolunun üzerinde
bulunuyordu. Bu sebeple, kendileri için tehlike gözüküyordu. Üstelik
müminlerin orada iyice kuvvetlenmeleriyle islâm'ın civar kabilelere de
yayılması, tehlikeyi daha da büyütüyordu. Kureyş kâfirleri
acele olarak toplandılar. Peygamberimiz Aleyhisselâm gidip müminlerin
başına geçmeden bu işi bitirmek, tehlikeyi ortadan kaldırmak istediler. Ne
yapacaklarına dair uzun uzun konuştular. Zincire vurup hapsetmek veya
başka bir yere sürgüne göndermek gibi bir çok fikirler ileri sürdüler.
Ancak bunların hepsinin bir mahzuru ortaya çıkıyor, istenilen neticeyi
vermesi de şüpheli görülüyordu. Nihayet en cin
fikirlileri olan Ebû Cehil, Peygamberimizin vücudunun ortadan
kaldırılmasını söyledi. Kan dâvasını önlemek için de, her kabileden
seçilecek birer yiğidin topluca hücum etmelerini ileri sürdü. Böylece
kimin öldürdüğü bilinmeyecek, Hâşim Oğulları da bu kadar kabileye karşı
koyamayacağı için diyet ödenmesine razı olacak, iş de kolayca
kapanıverecekti. Ebû Cehil'in
fikri kabul edildi. Kureyş'in çapulcuları Peygamberimiz Aleyhisselâmı
öldürmek için saadetti hanesini geceleyin çevirdiler. Niyetleri kapıdan
sabah vakti çıkar çıkmaz işlerini bitirmekti. Ancak Allahü Teâlâ, Cebrail
Aleyhisselâm ile onların kötü ve korkunç niyetini sevgili peygamberine
bildirdi. Efendimiz (A.S) de yatağına Hazreti Ali'yi yatırdı. Kendisi ise,
Yasin Sûresi'ni okuyarak müşriklerin arasından çıkıp gitti. Kâfirler işin
farkına bile varamadılar. Sabahleyin yatakta Hazreti Ali'yi görünce
küplere bindiler. Mekke'den
Ayrılış Ve Sevr Mağarası (M.622-İslamın13.
Yılı) Peygamberimiz
Aleyhisselâm, kendisine hicret etmek arzusunu bildiren fakat her defasında
beklemesi söylenen en yakın dostu Hazreti Ebû Bekir'in yanına varmıştı.
Hazırlıklarını tamamlayıp yola çıktılar. Mekke'ye birbuçuk saatlik
mesafedeki Sevr dağında bir mağaraya gizlendiler. Mekke'den ayrılırken
ayakkabılarını çıkarmışlar, ayaklarının uçlarına basarak yol
almışlardı. Peygamberimiz
Aleyhisselâm, iman etmeyen fakat yine de en emin kişi olduğunu kabul eden
Kureyşlilerin; kendisine bıraktıkları emanetlerini de Hazreti Ali'ye
teslim etmişti. Hazreti Ali de Efendimiz (A.S) Mekke'den ayrıldıktan sonra
bu emanetleri sahihlerine vermiş, onlardan üç gün sonra yalnız olarak
Medine'ye hareket etmişti. Kureyş
kâfirleri, Peygamberimiz Aleyhisselâmı ellerinden kaçırdıktan sonra, 100
deve mükâfat vaadiyle, peşine bir çok adamlar saldılar. Kendileri de en
iyi kılavuzları tutarak aramaya çıktılar. Bir ara gizlendikleri mağaranın
kapısına kadar geldiler. Ancak mağaranın ağzındaki ağaca yuva yapan
güvercinleri, kapıyı ördükleri ağ ile kapatan örümcekleri görünce
döndüler. Bu halde içeriye kimsenin girmemiş olduğunu sandılar. Halbuki
onların konuşmaları içeriden duyuluyor, Hazreti Ebû Bekir Peygamberimiz
Aleyhisselâm için endişeye kapılıyordu. Efendimiz (A.S) ise, yakın
dostunu: -"Mahzun olma,
Allahü Teâlâ bizimle beraberdir!" diye tesellî
ediyordu. Peygamberimiz
Aleyhisselâm, hicret arkadaşı ile üç gün üç gece mağarada kaldı. Bu zaman
içerisinde Hazreti Ebû Bekir'in oğlu Abdullah haberleri bildirir, âzadlı
kölesi Hazreti Âmir b. Füheyre de sütlerini getirirdi. Üç gün sonra, arama
işi biraz gevşeyince, kılavuz seçilen kimse develeri getirdi. Kılavuz
kâfir olmakla beraber, yolu en iyi bilen, güvenilir bir adamdı. Hazreti
Âmir de yanlarında olarak Medine'ye doğru yola çıktılar. Sapa ve kestirme
yollardan gittiler. Kureyş'in 100
develik mükâfatını duyan Süraka adında yiğit bir pehlivan, Fahri Kâinat
Efendimize yetişmeyi başarmıştı. Hazreti Ebû Bekir'in endişeleri arasında
kılıcını çekip atını sürdü. Ancak atının ayakları kumlara gömülüp aşağı
yuvarlandı. Bütün gayretleri sonuç vermeyince, bir şey yapamayacağını
anladı. Pişmanlık duyarak Peygamberimiz Aleyhisselâmdan aman diledi.
İsteğinin kabul edilmesiyle o tarafa gelenleri de geri çevirdi. İleriki
senelerde ise İslâm'la şereflendi. Medine
yolcularını yakalamak isteyenlerden biri de 70 kişiyle takip eden Büreyde
idi. Ancak Peygamberimiz Aleyhisselâmla karşılaşınca, onu bağlayıp
götürmek isterken kendisi O'na bağlandı kaldı. Yanındakilerle beraber
müslüman olup beyaz sarığını mızrağına geçirerek Peygamberimizin ilk
bayraktarlığını yaptı. Yolda daha bir
çok mucizeler meydana geldi. Nihayet İslâm'ın 13'üncü senesi Rebîulevvel
ayına rastlayan Mîlâdî 17 Temmuz 622 tarihinde, Mekke'den çıkıp 13 günlük
yolu 8 günde alarak Medine'ye hicret eden Peygamberimiz Aleyhisselâm ve en
yakın dostu, Kuba köyüne ulaştı. Peygamberimiz Aleyhisselâmın gelmesini
her gün güneşin altında dört gözle bekleyen ve bunun için yollara dökülen
müminler, yüksek bir kuledeki yahudinin "Beklediğiniz zât geliyor!" diye
bağırmasıyla sevince boğuldular. Medine adetâ bayram yerine döndü. Hep
beraber Peygamberimiz Aleyhisselâmı karşıladılar. Peygamberimiz
Aleyhisselâm, Medine'ye bir saatlik mesafede bulunan Küba'da iki hafta
kadar kaldı. İslâm'da ilk mescid olan Kuba mescidini yaptırdı. Hazreti Ali
ile bazı sahabiler burada kendisine kavuştu. Daha sonra bir Cuma günü,
etrafını kuşatan müminlerle Medine'ye hareket etti. Rânûna vadisindeki
Salim Oğulları yurdundan geçerken, öğle vakti Cuma namazı farz kılındı.
Peygamberimiz Aleyhisselâm bu emri bildirerek ilk Cuma namazını kıldırdı
ve güzel bir hutbe okudu.
Aynı günün akşamı Medine'liler Peygamberimiz Aleyhisselâmı büyük bir sevgi
ile karşıladılar, bayram yaptılar. Kendisini ve O'na inanarak hicret
edenleri başlarına tâc ettiler. Peygamberimiz Aleyhisselâmı müsafir etmek
için yarışa girdiler. Efendimiz (A.S) ise, hiçbirini kırmamak için
devesini serbest bıraktı. DevesininHazreti Halid b. Zeyd Ebû Eyyub
Ensarî'nin evinin yanına çökmesiyle, yedi ay onun evinde müsafir
kaldı. MEDİNE
DEVRİ
(M.622 - İslamın
13. Yılı - Hicri-1 ) Peygamberimiz
Aleyhisselâmın Medine'ye hicretiyle, ilahî vazifeyi ifa etmekteki 13
senelik Mekke devri sona ermiş, 10 yıllık Medine devri başlamış oldu.
Hicretin İslâm ve dünya tarihindeki yeri çok mühim olduğundan,
yapılışından 17 yıl sonra takvim başlangıcı olarak kabul edildi. Böylece
Medine devriyle, aynı zamanda hicret yılı da başlamış oldu. Peygamberimiz
Aleyhisselâm hicretinde 53 yaşında bulunuyordu. Bu 53 sene, Fil yılından
Hicret'e kadar geçen zamanı da gösteriyordu. Peygamberimiz Aleyhisselâmın
gelişiyle o zamana kadar Yesrib diye anılan bu şehir, Medine
(Medinetünnebî = Peygamberin Şehri) olarak isim değiştirdi. Müslümanlar
Arasında Kardeşlik Kurulması Mekke'li
müslümanlar yurdlarından göç edip ayrıldıkları için Muhacirler,
Medine'li müminler ise onlara her türlü yardımı yaptıkları için, bu mânâya
gelen Ensâr adıyla anılıyorlardı. Peygamberimiz Aleyhisselâm düşmanlara
karşı iyice kuvvetlendirmek ve aralarında daha çok kaynaştırmak için
müminleri birbirine kardeş yaptı. Bir muhacir ve bir ensâr mümin, ikişer
ikişer kardeş oldular. Böylece vatanlarını bırakıp mallarını, mülklerini
Allah yolunda terkedenlere, yine Allah için diğer kardeşleri ellerini
uzatıyor, malını paylaşıyor, derdine ortak oluyordu. Bununla da İslâm
iyice kuvvet bulup din hizmeti daha kolay yapılıyordu. Müslümanlar
arasındaki bu kardeşlik, tarihte örneği görülmemiş bir şekilde büyük bir
mânâyı dile getiriyor, kan kardeşliğinden daha tesirli olduğunu
gösteriyordu. Peygamberimiz Aleyhisselâm müminleri kardeş yaptıktan sonra,
erkek ve kadın yeni müslüman olanların hepsinden de bîat almış, ahd ve
sözle Allah yoluna bağlamıştı. Bu kardeşliğin
tesiriyle mal ve sermaye sahibi olan Mekke'li muhacirler de kısa zamanda
ticaret hayatında ilerlemişler, kendi kendilerini idare eder hale
gelmişlerdi. Hatta içlerinde büyük kervanlar kaldıranlar, son derece
zengin olanlar bile vardı. Yahudilerle Vatandaşlık
Andlaşması Peygamberimiz
Aleyhisselâm müminleri birbirine bağladıktan sonra, aynı şehirde beraber
yaşadıkları diğer insanlarla da iyi münasebetler kurmak istedi. Bunların
başında yahudiler geliyordu. Müslümanlar Medine'ye göç etmekle düşman
tehlikesinden kurtulmuş sayılmazlardı. Kureyşliler, gönderdikleri
mektublarla gerek yahudileri, gerekse Medine kâfirlerini müminler aleyhine
kışkırtıyorlar, bu hususta onlara bile hakaret ve tehditte
bulunuyorlardı. Yahudilerle
yapılan vatandaşlık andlaşmasında, Medine'ye yapılacak düşman saldırıları
karşısında ortak hareket etmek, birbirlerinin haklarına saygı göstermek,
kötü hareketlerden, yasaklardan kaçınmak gibi maddeler vardı, andlaşmazlık
halinde Peygamberimiz Aleyhisselâm hakem seçilmişti. Ancak müslümanlığın
ilerlemesini istemeyen yahudiler, sonraları ilk fırsatta andlaşmayı
bozdular ve cezalarını da çektiler. Mescid-i
Nebevî'nin Yapılması - Suffa Eshâbı Peygamberimiz
Aleyhisselâm Medine'ye gelince, müminlerin genişçe ibadet edebileceği bir
Mescid ihtiyacı ortaya çıktı. Şehre girişinde devesinin çöktüğü arsa satın
alındı. Peygamberimiz Aleyhisselâm ve bütün sahabiler canla başla
çalışarak büyük bir Mescid yapıldı. Bu mescide,"Mescid-i Nebevî =
Peygamber Mescidi" .adı verildi. O zaman kıble, Mescid-i Aksa üzere olduğu
için, mihrabı Kudüs'e doğru yapıldı. Peygamberimiz
Aleyhisselâm mescidinin hemen yanıbaşına Suffa denilen gölgelik bir yer
yaptırdı. Kimsesiz, ilim öğrenen ve öğreten müminleri yerleştirdi. Böylece
bugünkü Kur'ân mekteblerinin temeli atılmış, ilim tahsili başlamış oldu.
Suffa Eshâbı adıyla anılan bu müminler, devamlı olarak Peygamberimiz
Aleyhisselâmın yanında bulunurlar, ilim öğrenirlerdi. Sahabile.rin
zenginleri ise, onların geçimini sağlarlardı. Islama yeni girenlere
öğretici olarak burada yetişen âlimler gönderilirdi. Hazreti Aişe ile
Evlenmesi (M. 623- H. 2) Peygamberimiz
Aleyhisselâm, Mescid'in inşaası bittikten sonra, bitişiğinde kendi ev
halkı için Hâne-i Saadet adı verilen odalar yaptırdı. O zamana kadar
Mekke'de bulunan ev halkını getirterek buralara yerleştirdi. Efendimiz o
zaman Hazreti Şevde validemiz ile evli, Hazreti Ebû Bekir'in kızı Hazreti
Aişe validemiz ile de nişanlı idi. Mescid ve hanei saadet yapıldıktan
sonra Hazreti Aişe validemiz ile evlendi. Hicretten 7-8 ay sonra yapılan
bu evlilik sırasında Hazreti Aişe validemiz 18 yaşında, zekâsı ve aile
terbiyesi çok olgunlaşmış bir çağdaydı. Peygamberimiz Aleyhisselâm'dan
öğrendikleriyle, hadis ve fıkıh ilmine çok büyük hizmetlerde
bulunmuştur. İlk Ezan, Namaz
Rekatleri Ve Aşûrâ Orucu (H.-2) Mescid'in
bitmesinden sonra, müslümanlara namaz vakitlerini bildirmek için bir
alâmete ihtiyaç oldu. Peygamberimiz Aleyhisselâm sahabileriyle çeşitli
çareler konuştu. Çan çalmak, boru çalmak, ateş yakmak gibi fikirler, başka
dinlerin alâmetlerine benzediği için kabul edilmedi. Sonra, görülen bir
rüya üzerine bugünkü şekliyle Ezan sünnet kılındı. Aynı zamanda ilahî
vahiy ile de bildirilen Ezan, çok kuvvetli bir sünnet oldu. Hazreti Bilal
i Habeşî, gür sesiyle ezan okumaya başladı. Hicretin birinci
yılında namaz rekatlerinin sayısı da değişti. Mi'racda vitir ve akşam
namazı farzı üç, yatsı, sabah, öğle ve ikindi namazlarının farzları ise
ikişer rekat olarak emrolunmuş ve hicrete kadar böyle kılınmıştı. Ancak
hicretten hemen sonra vitir ve akşam namazı farzı yine üç, sabah namazı
farzı da iki rekat olarak kaldı, hazerde ve seferde değişmedi. Yatsı, öğle
ve ikindi namazlarının farzları ise seferde yine iki olarak kaldı, hazerde
ise dörder rekata yükseltildi. Cuma namazının
farzı, Ramazan ve Kurban namazları ise iki rekat olarak emrolundu.
Peygamberimiz Aleyhisselâm Medine'ye gelince, sahabilerine Muharrem ayında
Aşûrâ orucu tutulmasını da bildirdi. Kâfirlerle
Savaşa İzin Verilmesi (M. 623- H.2) Mekke Kâfirleri,
müslümanların günden güne kuvvet bulmasını çekemiyorlar, kendileri için
büyüyen bir tehlike olarak görüyorlardı. Bu endişelerinden dolayı, Medine
yahudileri ile müşriklerine gönderdikleri mektublarla kışkırtıcılıktan
geri kalmıyorlardı. Bunun tesiri de kendini göstermiş, yahudiler ve yerli
kâfirler düşmanlığa başlamışlardı. Bunlara müslüman gözüküp de kâfirlerle
aynı düşmanlığı gizli ve sinsice yapan münafıklar eklenince, İslâm'ın
düşmanları gittikçe işi azıtıyordu. Kureyş kâfirleri
kışkırtıcılıkta, hakaretti sözler yayarak dil ile yaptıkları
düşmanlıklarına; bir de, Medine yakınlarına kadar sızarak mal ve can
emniyetini bozmayı eklediler. Kâfirlerin bu baskınları karşısında,
sayıları 1500'e ulaşan müslümanlar nöbet tutmaya başladılar. Kâfirlere
karşı koymak istediler. Ancak ilahî emir henüz gelmediği için
Peygamberimiz Aleyhisselâm izin vermiyordu. Nihayet bir
müddet sonra, önce İslâm şairlerine, kâfirlerin dil ile saldırılarına
karşı koyma izni çıktı. Arkasından da müşriklerin kullandıkları silâhlarla
karşılık vererek, mukaddes cihad emri geldi. Böylece müminlerin
kendilerini savunması şeklinde başlayan küçük, büyük pek çok savaşlar
oldu. Seriyye ve
Gazalar Peygamberimiz
Aleyhisselâmın hazır bulunduğu savaşlara "Gazâ" veya "Gazve",
bulunmadıklarına ise "Seriyye" adı verilir. Gazaların sayısı 20'den fazla,
seriyyelerin adedi ise 50'ye yakındır. Gazvelerin içinde en mühimleri
Bedir, Uhud, Hendek ve Hayber savaşlarıdır. Seriyyeler,
keşif kolları halinde düşmanın halini gözetlemek, ticaret kervanları
üzerine giderek gözdağı vermek gibi vazifeler yapıyor, müslüman yiğitlerin
kendilerini korumak, Allah yolunda vuruşmak için hazırlıklı olduklarını
gösteriyordu. İlk seriyye bir beyaz bayrak bağlanarak Hazreti Hamza'nın
kumandanlığında gönderilmiştir. Bedir savaşına kadar seriyyelere katılan
askerler hep muhacir müminlerden meydana gelmiştir. Serriyelerin hiç
birinde kan dökülmek istenmemiştir. Ancak Hazreti Abdullah b. Cahş
kumandanlığında yapılan seriyyede, çok nazik bir durum ortaya çıktığı için
ilk defa Allah yolunda düşman öldürülmüş, esir ve ganimet alınmıştır.
Fakat hadise haram aylardan Receb'e rastladığı ve Peygamberimiz
Aleyhisselâm kan dökme emri vermediği için dedikodulara, üzüntülere yol
açmıştır. Daha sonra gelen bir vahiy ile seriyye askerleri afvolunmuş,
kâfirlerin yaptığı düşmanlığın daha ağır ve kötü olduğu
bildirilmiştir. Kıble'nin
Kudüs'den Kabe'ye Çevrilmesi (M. 623- H.2) Hicretin ikinci
senesine kadar müminler Kudüs'deki Mescid-i Aksâ'ya doğru namaz
kılıyorlar, ibadet yapıyorlardı. Bu senede ise kıble Mescid-i Aksâ'dan
Mescid-i Haram'a, Kabe'ye çevrildi. Bu husustaki vahiy geldiği zaman,
Peygamberimiz Aleyhisselâm Seleme Oğulları yurdundaki mescidde öğle
namazını kıldırıyordu. Farzın ikinci rekatinin rükûsunda vahyin
gelmesiyle, Kudüs'den Kabe'ye doğru döndüler. Namazlarını bu halde
tamamladılar. Onun için bu mescid, "İki Kıbleli Mescid" adını
aldı.
Yahudiler ve Hıristiyanların da kıbleleri Kudüs olduğu için, daha önce
müminlerin o tarafa doğru ibadet etmesinden memnun oluyorlardı. Zaten
onların İslâm Dinine ısınmaları için, bir süre böyle devam etmişti.
Kıblenin değişmesiyle gerek yahudiler, gerekse kâfirler çok dedikodu ve
yaygara yaptılar. Bedir Savaşı,
İslâm'ın gelişinin 15'inci, hicretin ikinci, miladın 624'üncü yılında
Medine'ye 80 millik mesafedeki Bedir köyünde meydana geldi. Kâfirlere
karşı korunmak ve Allahü Teâlâ'nın dinini yaymak için verilen savaş
izninden sonra yapılan ilk gazâ olan Bedir'in; tarihteki yeri çok büyük ve
mühimdir. Müslümanları
Medine'de de rahat bırakmayan, tehdit mektublarıyla şehirde huzuru bozan,
yakın yerlere kadar gelerek yağmacılıkla mal emniyetini sarsan Kureyş
müşrikleri harbe hazırlanıyorlardı. Bunun için Ebû Süfyan idaresinde büyük
bir ticaret kervanını Şam'a göndermişlerdi. Elde edilecek gelir ile
silahlarını ve kuvvetlerini iyice arttırmak istiyorlardı. Peygamberimiz
Aleyhisselâm Ramazan ayı içerisinde, Kureyş kervanının halini anlamak ve
hazırlık olmak için sahabileriyle beraber Medineden çıktı. İslâm Ordusunda
ilk defa Medine'li ensâr da yer almıştı. Müslümanların bu hareketini haber
alan Ebû Süfyan, kervanının korunması için Mekke'ye haber saldı. Mekke'de
koparılan yaygara üzerine büyük bir kâfir ordusu yola çıkarıldı.
Müminlerden önce gelerek Bedir'de su başını tuttular. Peygamberimiz
Aleyhisselâm bir savaş maksadıyla çıkmamıştı. Ancak Kureyşlilerin bu kötü
niyetleri karşısında sahabileriyle görüştü. Onların fikirlerini,
düşüncelerini öğrendi. Buraya kadar sokulmuş bulunan düşmana karşı
konulmasında birleşildi. Sahabiler Fahri Kâinat Efendimize sonuna kadar
bağlılıklarını bildirdiler. Ebû Süfyan
ticaret Kaafilesini sahilin kestirme yollarından geçirerek tehlikeli
bölgeden uzaklaştırmıştı. Kervanı kurtardığını Kureyşlilere de
bildirmişti. Ancak müslümanlarla savaşmak, onların birliğini dağıtmak için
çoktan beri fırsat arayan müşrikler geri dönmediler. Sayı ve silah
üstünlüklerine güvenerek müslümanları ortadan kaldırabileceklerini
sandılar. Tarafların
Kuvvetleri Kureyşliler
saldırarak, müminler ise kendilerini koruyarak savaşa başlayacakları
sırada kuvvet dengesi birbirinden hayli farklıydı. Ebû Cehil'in kumandası
altındaki kâfirler, 100 atlı, 700 develi, geri kalanı yaya olmak üzere 950
kişiydi. Çoğu zırhlı ve ağır silahlarla donatılmıştı. Müminler ise 3
atlı, 70 develi 313 yiğitti. Hayvanlara nöbetleşe biniyorlardı. Ancak
Peygamberimiz Aleyhisselâmın kızı olan, zevcesi Hazreti Rukayye'nin ağır
hastalığı sebebiyle Hazreti Osman gibi bir kaç sahabîye izin
verilmişti. Bedir'de,
şimdiye kadar kan ve başka anlaşmazlıklar için çarpışan Arap kavmi, ilk
defa din uğruna savaşıyordu. Bunun içindir ki, iki tarafın askerlerinden
çoğu birbirlerinin en yakınıydı. Müslümanların sancağını Hazreti Mus'ab,
kâfirlerin bayrağını kardeşi Ebû Aziz taşıyordu. Peygamberimiz
Aleyhisselâmın amcalarından Hazreti Hamza kendi yanında, diğer amcası
Abbas düşman safındaydı. Yine damadlarından Hazreti Ali yanında iken;
diğeri, Hazreti Zeyneb'in kocası Ebû Âs kâfirler arasındaydı. Hazreti Ebû
Bekir'in oğullarından Hazreti Abdullah yanında, Abdurrahman ise karşısında
bulunuyordu. Diğerlerinin yakınları da bunlar gibiydi. Savaş Başlıyor
(M. 13 Mart 623 - H. 17 Ramazan 2) Hazırlıklardan
sonra, iki ordu 17 Ramazan'a rastlayan Mîlâdî 13 Mart 624 Cuma günü sabahı
karşı karşıya geldi. Peygamberimiz Aleyhisselâm müminlerin orucunu
bozdurdu. Gece yağan yağmurla su ihtiyaçlarını da karşılamışlardı. Çünkü
su kuyusu kâfirlerin elinde bulunuyordu. Peygamberimiz Aleyhisselâm Allahü
Teâlâ'ya dualarda bulunuyor, yalvarıyor, müminlere müjdeler veriyordu.
Müslümanların da kendilerinden üç misli fazla düşman karşısında,
maneviyatı artıyor, gayretleri çoğalıyordu. Hazreti Abdullah
b. Cahş seriyyesinde öldürülen Amr'ın kardeşi Âmir, bir ok atarak Hazreti
Ömer'in âzadlı kölesi Hazreti Mihca'yı şehîd etti. İslâm yolunda savaşta,
ilk düşen şehîd o oldu ve çarpışma da böylece başladı. İlk hücumu ve
öldürmeyi kâfirler yapmış, müminler de karşılık vermek zorunda kalmış
oluyorlardı. O zamanın âdetine göre, Kureyşliler ortaya üç kişi çıkardı.
Müminlerden de Hazreti Hamza, Hazreti Ali ve Hazreti Ubeyde karşılık
verdiler ve düşman kâfirleri yere serdiler. Artık savaş, iyice kızışmış,
Kureyşliler korkunç bir saldırıya geçmişti. Müminler iman kuvvetiyle karşı
koydular ve büyük bir azimle dayandılar. Sonunda Allahü Teâlâ'nın
yardımına kavuştular. Zafer
Müslümanların Savaşın sonunda
kâfirler bozguna uğramış, galib gelenler Allah ve Rasûlüne inananların
olmuştu. Aralarında Ebû Cehil gibi büyük kâfirlerin de olduğu 70 Kureyşli
öldü, 70 kişi de esir düştü. Canını kurtArapilenler de ölülerine,
mallarına bakmadan kaçtı. Müminler jse 14 şehîd verdi, bol ganimet aldı.
Peygamberimiz Aleyhisselâm esirlere hoş davranılmasını emretti. Kâfirlerin
ölüsünü ise bir çukura doldurttu. Haber Mekke'ye ulaşınca kimse inanamadı.
Şehir halkı mateme büründü. Savaşa gelmeyen ve yerine paralı asker
gönderen Ebû Leheb, bir hafta sonra kahrından öldü. Müslümanlar
büyük ve mühim bir zafere kavuştu. Ancak Peygamberimiz Aleyhisselâmın kızı
Hazreti Rukayye'nin ölüm haberi gelmekle, sevinmeleri uzun sürmedi.
Savaşta alınan ganimetler eşit şekilde sahabîlere dağıtıldı. İzinli
olanların hakkı da verildi. Esirler ise kurtulup paraları ödettirilerek
serbest bırakıldı. Kurtulma parasını bulamayan kâfirlere ise mühim bir hak
tanındı. Ensâr çocuklarından onar kişiye okuma-yazma öğreterek
kurtuldular. Bazıları ise hallerine göre karşılıksız salıverildi. Esirler
hakkındaki bu güzel davranış, çoklarının îman etmesine yol
açtı. Zekât Ve Oruç
Farz Kılınıyor (M. 623- H.2) Hicretin ikinci
senesinde mühim dinî hükümlerden bir kısmı daha emrolundu. Bunlar, oruç,
fıtır sadakası, zekât, kurban, Ramazan ve Kurban bayramları namazlarıdır.
Ramazan orucu, Bedir gazasından önce Şaban ayında farz kılındı. Ayrıca
fıtır sadakası da emrolundu. Ramazan ve Kurban bayramları namazları ve bu
bayram günlerindeki beş vakit namazdan sonra tekbir getirmek vâcib oldu.
Zilhicce ayında kurban kesmek vacip zekât da, farz kılındı. Kaynuka
Yahudileriyle Savaş (M. 623- H.2) Müslümanların
Bedir zaferini kazanarak kuvvetlenmesi, yahudilerin hoşuna gitmedi.
Kıskançlıkları iyice artarak huzursuzluk çıkardılar. Daha önce müminlerle
yaptıkları andlaşmayı da bozdular. Kendilerine güvendikleri ve
Kureyşlilerden üstün gördükleri için savaşa hazırlandılar. Bir yahudi
kuyumcunun dükkanına gelen bir mümine kadının hakarete uğraması ile iş
alevlendi. Hakaret eden yahudi ile mümine kadını korumaya gelen müslümanın
öldürül mesiyle savaşa girilmiş oldu.
Hemen Kalelerine çekilen ve savaşa başlayan yahudiler, Peygamberimiz
Aleyhisselâmın sulh tekliflerini reddettiler. Bunun üzerine kale
kuşatıldı. 15 gün kuşatma altında kalan yahudilere, umdukları yardım
gelmedi. Sonunda teslim olduklarını açıkladılar. O zamanın savaş
kanunlarına göre, teslim olanlar öldürülebilirdi. Ancak münafıklardan
araya girenler oldu. Peygamberimiz Aleyhisselâm fitnenin büyümemesi için
ricaları kabul etti. 700 kişilik Kaynuka Oğulları yahudileri canlarını
kurtarıp Suriye'ye sürgüne gittiler. Ele geçen ganimet askerlere
dağıtıldı. Topraklar da ihtiyaç sahibi müminlere verildi. Kureyş kâfirleri
Bedir hezimetinden sonra, öc almak için bir yıl hazırlık yaptılar.
Mekke'nin idarecisi de Ebû Süfyan olmuştu. Medine'yi basmak, müminlerden
intikamlarını almak düşüncesiyle 3000 kişilik bir ordu hazırladılar.
Orduda 700 zırhlı, 200 atlı ile 3000 deve bulunuyordu. Orduya,
yakınlarının öcünün alınması için askerleri gayretlendirmek maksadıyla
bazı Kureyş kadınları da katılmıştı. Ayrıca düşük ahlâklı kadınlar ile
çalgı ve içki âlemeri ile ordunun rezilliği arttırılmıştı. Kısaca
kâfirlerin gayretini arttırmak için her türlü çare düşünülmüştü. Ebû
Süfyan'ın karısı Hind gibi kadınlar da, askerlerinin Bedir'deki gibi
kaçmalarını önlemek için orduya katılmışlardı. Katılmalarını istemeyenlere
karşı da bu fikirlerini açıkça söylüyorlardı. Peygamberimiz
Aleyhisselâmın Mekke'de bulunan amcası Abbas, Kureyşlilerin bu büyük
hazırlığını özel olarak tuttuğu bir adamla gönderdiği mektubda yeğenine
bildirdi. Peygamberimiz Aleyhisselâm ve dostlarının zarar görmesini
istemiyordu. Peygamberimiz Aleyhisselâm gönderdiği keşif kolları ile, bu
haberin doğruluğunu ayrıca öğrendi. Düşmanı karşılamak için hemen
hazırlıkları başlattı. İstişare Peygamberimiz
Aleyhisselâm sahabîlerini topladı ve nasıl hareket edeceklerini konuşmaya
başladı. Kendisi gördüğü bir rüya üzerine şehirde kalarak düşmanı
püskürtmek fikrinde olduğunu söyledi. Sahabîlerin bir kısmı da bu
düşüncede olduklarını bildirdiler. ancak Bedir savaşma katılamayanlar,
gençler ve yiğitler, düşmanla göğüs göğüse çarpışmak için Medine dışına
çıkılmasını istediler. Bu fikirlerinin kabulü için de çok İsrarlı
davrandılar. Peygamberimiz Aleyhisselâm bunun üzerine İslâm ordusu ile
hazırlandı. Dışarıda savaşmak için İsrar edenler, Peygamber Aleyhisselâmın
fikrine göre hareket etmenin daha iyi olacağını anladılar. Bu fikrin
uygulanması için İsrarlarından vazgeçtiler. Ancak Peygamberimiz
Aleyhisselâm, verilen karardan dönmesinin uygun olmadığını
bildirdi. Tarafların
Kuvvetleri Peygamberimiz
Aleyhisselâm 1000 kişilik bir kuvvetle Cuma namazından sonra Medine'den
çıktı. Yolda yahudilerden bir kısmı da savaşa katılmak istedi. Fakat
Peygamberimiz Aleyhisselâm kabul etmedi. Yahudilerle dost olan
münafıkların reisi Abdullah b. Übey b. Selül, bazı bahaneler göstererek
300 adamıyla birlikte İslâm Ordusundan ayrıldı. Onların Medine'ye
dönmesiyle müminler 700 kişi kaldı. Bunlardan 100'ü zırhlı, ikisi atlı
idi. İslâm Ordusu
Uhud dağına vardığı zaman, düşman askerleri oraya yerleşmişti. Kâfirlere
gözükmeden şafak vakti dağın eteklerine varıldı. Arkaları Uhud dağına
gelerek Medine'ye karşı saf bağladılar. Düşmanın geriden saldırısını
önlemek için 50 kişilik bir okçu bölüğü, dağın sol taraftaki boğazına
yerleştirildi. Peygamberimiz Aleyhisselâm okçulara, savaşın sonucu ne
olursa olsun, kendilerinden habersiz yerlerini terketmemelerini
emretti. Uhud Savaşı
Başlıyor (M. 625 - H.4) İslâmın 16'ncı,
hicretin 3'üncü, miladın 625'inci yılının 25 Mart'ında, 11 Şevval
Cumartesi günü Uhud gazası başlamış oldu. Mekkeli kadınların çalgıları
arasında ortaya çıkan ve çarpışmak için adam isteyen kâfir askerleri
Hazreti Hamza ve Hazreti Ali'nin kılıçları ile yere düştüler. Kureyşliler
ölülerinin öcünü almak, putlarını korumak için var güçleriyle saldırıyor,
onların üçte birinden daha az müminler ise Allah yolunda, O'nun hak dâvası
uğrunda karşı koyuyorlardı. Savaş kısa zamanda kızışmış, imanlı İslâm
askerleri düşmanın merkezine kadar ilerlemişti. Onların kılıç darbeleri
altında hemen 20 kâfir ölmüş, düşen bayraklarını kaldıracak kimse
bulunamaz olmuştu. Çok geçmeden
Kureyş ordusu bozulmuş, kadınlar panik içerisinde dağa kaçışmaya,
bağırışmaya başlamışlardı. Müminlerin bir kısmı kaçan düşmanı kovalamaya
çalışırken, diğer bir kısmı ise savaş zaferimizle bitti, diyerek ganimet
toplamaya başlamıştı. Ganimetler pek çok olduğundan düşmanı sonuna kadar
kovalama işini bıraktılar, ele geçen büyük bir fırsatı tam
değerlendiremediler. Ayneyn adındaki boğaza yerleştirilmiş bulunan okçular
da savaşın, kendilerinin zaferiyle bittiğini söyleyerek ganimet toplamaya
koştular. Kumandanları Hazreti Abdullah b. Cübeyr'in, hiç bir halde
buradan ayrılmamakla emrolunduklarına dair gösterdiği çabalar bir sonuç
vermedi. Boğazda kumandanla beraber sekiz okçu kalıverdi. Kureyş
kumandanlarından Halid b. Velid, bu fırsatı çok kollamış fakat ele
geçirememişti. Okçuların dağıldığını görünce, 250 kişilik süvari birliği
ile boğaza daldı. Kalan okçuları şehîd ettikten sonra, ganimet toplamaya
dalan mümin askerleri arkadan sardı. Diğer taraftan da dağılan Kureyş
askerleri toplanıp saldırmaya başladı. Müslümanlar iki taraftan da kıskaca
alınmıştı. Müminler aralarındaki parolayı bile unutmuşlar, birbirlerine
girmişlerdi. Bu şaşkınlık içerisinde savaşı kazanmışken kaybeder hale
düştüler. Dağlardan inen Kureyş kadınları tekrar kâfirleri çalgılar ve
şarkılar ile coştumaya çalışıyorlardı. İslâm Ordusu pek sıkışık bir halde
kaldı. Kendilerini toparlamaya çalıştılarsa da, Kureyşliler üstünlüğü ele
geçirmişti. Bazı sahabîler Kureyş'in amansız saldırılarına, yer yer
mukavamet gösteriyorlar ise de, umumî gidiş kâfirlerin lehine
idi. Kureyş askerleri
bu fırsattan faydalanarak Peygamberimiz Aleyhisselâmı öldürmeyi
gözetliyordu. Sahabîlerden Hazreti Mus'ab'ı, Efendimiz (A.S) sanarak şehîd
etmişler ve bunu bağırarak savaş meydanına duyurmuşlardı. Peygamberimiz
Aleyhisselâmın öldürüldüğüne dair yayılan bu yanlış haber de,
müslümanların moralini iyice bozdu. Halbuki, dağın tepesinde bir avuç
müslüman Peygamberimiz Aleyhisselâmın etrafını sarmışlar, O'na bir zarar
gelmemesi için canlarını veriyorlardı. Bu arada Peygamberimizin mübarek
dişi kırılmış, yanağı yarılmış, bazı yaralar almıştı. Ebû Süfyan,
Peygamberimiz Aleyhisselâmın bulunduğu tepenin altına gelerek oradakilere
seslendi. Peygamberimiz Aleyhisselâmın, Hazreti Ebû Bekir ve Hazreti
Ömer'in sağ olup olmadıklarım öğrenmek istedi. Fakat Peygamberimizin
emriyle cevap verilmedi. Ebû Süfyan'ın "Demek ki, bunların hepsi ölmüş!"
demesine dayanamayan Hazreti Ömer, "Hayır! Sorduklarının hepsi de sağ!"
cevabını verdi. Ebû Süfyan: "Savaş nöbetledir. Bugün biz Bedir'in öcünü
aldık!" diye övünmek istedi. Hazreti Ömer de "Fakat bizim ölülerimiz
Cennette, sizinkiler Cehennemde!" diye haykırdı. Müşrikler,
müminlere karşı sağladıkları üstünlükten faydalanıp savunmasız kalan
Medine'ye giremediler. Çünkü Allahü Teâlâ'nın onlara verdiği korkuyla,
müminlerden tek bir esir bile alamadan Mekke'nin yolunu tuttular. Yolda
akılları başlarına geldi ve tekrar saldırmayı düşündüler. Fakat
Peygamberimiz Aleyhisselâm da böyle bir tehlikeyi düşündü. Sahabîlerden
bir birlik meydana getirdi. Başlarına geçerek düşmanı takibe çıktı.
Medine'den sekiz kilometrelik mesafedeki Hamrâulesed denilen yere kadar
gidildi. Üç gece hiç sönmeyen kalabalık ateş yaktırdı. Müslümanlara kuvvet
geldiğini sanan kâfirler korktular. Tekrar saldırmaya cesaret edemeden
yollarına devam ettiler. Halbuki müminlerin sayısı 75 kişilik bir
kuvvetti. Uhud savaşı
böylece üç safha geçirmiş oldu. Müminler galib iken mağlûb,, mağlûb iken
düşmanı takible tekrar galib hale geldi. Mağlûb duruma düşmeleri,
Peygamberimiz Aleyhisselâmın iki emrinde gösterdikleri gevşeklikten, galib
hale gelmeleri ise tekrar O'nun sözlerine tam yapışmakla mümkün
oldu. Uhud Savaşı'na
bazı mümin kadınlar da katılmışlar, yaralıların yarasını sarmak, askerlere
su dağıtmak gibi vazifeler yapmışlardır. Kureyşli kadınlar ise kâfirleri
eğlendirmek, kaçmalarını önlemek, öçlerini alabilmek için katılmışlardı.
Bu arada savaş meydanındaki şehîdlerin burunlarını, kulaklarını kesmek
gibi vahşîce, insanlığa sığmayan alçaklıklarda bulunmuşlardır. Uhud'da
kâfirler 20 ila 30 arasında ölü verirken, müminlerden 70 kişi şehîd düştü.
Bunlar arasında Peygamberimiz Aleyhisselâmın amcası Hazreti Hamza da
vardı. İrşad Heyetleri
İhanete Uğruyor (M. 625- H.4) Uhud savaşının
sonucu, müşrikleri, yahudileri ve onlara destek olan kabileleri
şımartmıştı. Müminler ise, gelecek tehlikelere karşı çok tedbirli
davranıyorlardı. Diğer taraftan ise, çıkarılan seriyyelerle düşmanlara
karşı hazır olduklarını gösteriyorlardı. Fakat düşmanlar başka aldatıcı
yollara başvurdular. Müslümanları böyle kalleşçe avlamak istediler.
Hicretin dördüncü yılında, irşad için istenen müminler ihanete
uğradılar. Medine
yakınındaki kabilelerden ikisi, Fahri Kâinat Efendimize gelerek
kendilerine İslâm dinini öğretecek kılavuzlar göndermesini istediler.
Efendimiz (A.S) de Kur'ân öğretip din bilgilerini anlatmak üzere, 10
kişilik bir irşad heyetini onlarla gönderdi. Fakat Kaafile Raci' denen
yere varınca müminler, 20 kişilik bir çete tarafından sarıldı. İhanete
uğradıklarını anlayan irşad heyeti, dağa sığınarak kendilerini savundular.
Sekizi şehîd edildi, ikisi ise canlarına zarar gelmemek üzere teslim
alındı. Fakat onlar da Mekke müşriklerine satıldı. Kureyşliler, bu iki
mümini Bedir'de ölenlere karşılık idam ettiler. Canlarının bağışlanması
için dinlerinden dönmeleri peygamberlerini kötülemeleri teklifini ise
şiddetle reddedip .şehîdlik rütbesine kavuştular. Yine aynı sene
içinde Necid şeyhi Ebû Berâ, Peygamberimiz Aleyhisselâmdan din öğretmeleri
için bir heyet istedi. Peygamberimiz Aleyhisselâmın güvenememesi üzerine,
kendisine teminat verdi. Bunun üzerine Suffa eshabından 70 kişi
gönderildi. Kendilerine, Ebû Berâ'nın yeğenine yazılan bir de mektub
verildi. Ebû Berâ'nın iyi niyetine rağmen, yeğeni başka adamlar
toplayarak, mektubu bile okumadan müminlere baskın yaptı. "Bi'r-i Mâune =
Mâune Kuyusu" mahallinde irşad heyetini kılıçtan geçirtti. İçlerinden
sadece biri sağ olarak kurtuldu. Medine'ye gelerek acı haberi ulaştırdı.
Peygamberimiz Aleyhisselâm ve sahabîleri çok elem içinde kaldılar.
Peygamberimiz Aleyhisselâm bir ay müddetle, namazdan sonra bu zalimlere
beddua etti. Müminler göz yaşı dökerken, münafıklar, yahudiler bu işe çok
sevindiler. Bu hadise, Bi'r-i Mâune Faciası adıyla anılır. Uhud Savaşından
altı ay sonra Benî Nadir yahudileri ile gazâ yapıldı. Medine'nin Kuba köyü
yakınlarında yaşayan Nadir Oğulları yahudileri, Kureyşlilerin tahriklerine
kapıldılar. Uhud Savaşının sonucunu İslâm aleyhine kullanmak istediler.
Peygamberimiz Aleyhisselâmla yaptıkları andlaşmayı bozdular. Diyet
borçlarını ödemeleri için bazı sahabîleriyle beraber yurdlarına gelen
Fahri Kâinat Efendimize suikast yapıp kalleşçe öldürmeye bile kalkıştılar.
Onların kötü niyetini anlayarak oradan ayrılan Peygamberimiz Aleyhisselâm,
ya andlaşmayı yenilemelerini veya 10 gün içinde Medine'yi terketmelerini
bildirdi.
Yahudiler Medine'den ayrılmaya hazırlanırken, münafıkların reisi Abdullah
b. Ubey b. Selül gizlice haber gönderdi. Kendilerinin ve diğer yahudi
kabilelerinin yardım edeceklerini vaadederek direnmelerini istedi. Nadir
Oğulları bir yıllık yiyeceklerini doldurup çok sağlam gördükleri
kalelerine çekildiler. Müslümanlar kaleyi kuşattılar. Kuşatma ve savaş 20
gün kadar sürdü. Vaadedilen yardım gelmeyince, yahudiler aman diledi.
Bunun üzerine mallarını alarak gitmelerine izin verildi. Yahudiler düğün
alayı gibi şenliklerle Medine'den ayrıldılar. Silahları ve toprakları
müminlere kaldı. Peygamberimiz Aleyhisselâm toprakları muhacirlere ve
ensârdan fakir olan iki mümine dağıttı. Yahudilerin böylece Medine'den
çıkarılması Peygamberimiz Aleyhisselâmın tesirini arttırdı. Hendek Savaşı(M. 627-
H.6)
Medine'den
sürülen Kaynuka ve Nadir Oğulları Yahudileri, İslama karşı olan kinlerini
arttırmışlar, öc almak hevesine kapılmışlardı. Bunun için sığındıkları
yerlerde hazırlıklar yaptılar. Mekke'ye giderek Kureyşlilerle beraber
Islama karşı anlaştılar. İslâm düşmanlığını körüklemek için puta tapmanın
Allahü Teâlâ'ya ibadet etmekten üstün olduğu sapıklığını bile söylemekten
çekinmediler. Kendileri kitap sahibi olduklarını bilip putperestliğe karşı
durdukları halde, İslâm düşmanlığı için böyle alçaklığa düştüler..
Müslümanlarla savaş için kâfirlere büyük yardım ve vaadde
bulundular. Hendek
Aşılamıyor
Ebû Süfyan kumandasında 10 bin kişilik bir ordu hazırlayan müşrikler,
hicretin altıncı milâdın 627'nci yılında Medine üzerine yürüdüler.
Peygamberimiz Aleyhisselâm sahabileriyle görüştü. Medine'de kalarak
düşmanı karşılamak kararını aldı. Üç bin kişilik bir İslâm Ordusu
hazırlandı. Ancak düşman çok kalabalık ve hazırlıklı olduğu için başka
tedbirler araştırıldı. Sahabilerden İranlı Hazreti Selman'ın fikri
üzerine, şehrin etrafına hendekler kazıldı. Bu kazı işleri çok güç oldu.
Peygamberimiz Aleyhisselâm çalışmalar sırasında büyük müjdeler verdi.
Kureyş'in topladığı ordu, Medine'ye gelince, gördükleri hendek karşısında
şaşırıp kaldı. Çünkü Arabistan'da şimdiye kadar böyle bir savaş tekniği
görülmemişti. Bu hâl onların moralini bozdu. Karargâhlarını kurup
beklemeğe başladılar. Hendeği geçemedikleri için karşılıklı ok ve taş
atmalarla kuşatma 20 güne yakın sürdü. Şehirde açlık ve kıtlık
müslümanları güç durumda bıraktı. Bu arada Kaynuka ve Nadir Oğulları
Yahudileri, müslümanlarla andlaşma halinde olan Kurayza Oğulları
Yahudilerini de kandırdı. Kuvvet çok büyük olduğu için, müslümanların işi
bitirilecek gözüyle bakılıyordu. Müminler bu ihanet ile iki düşman
arasında sıkışıp kaldı. O sırada Gatafan
kabilesi büyüklerinden Nuaym, gizlice müslüman oldu. Bu nazik devrede iyi
bir hizmet yapmak istedi. Kureyşliler ve yahudiler arasındaki birliği hile
ile bozdu. Bu arada Allahü Teâlâ'nın lütfuyla çıkan bir fırtına her tarafı
alt üst etti, soğuk ve yağmur da bastırınca müşrikler barınacak yer
bulamadı.. Yahudiler ise kalelerine çekildi. Moralleri iyice bozulan
Kureyş ordusu da çareyi çekilmekte buldu. Müslümanlar en sıkışık bir
halde, umulmadık şekilde kurtuluşa erdi. Çekilen düşman askerlerinden pek
çok mal ve yiyecek kaldı. Açlık ve kıtlık da giderilmiş oldu. "Hendek" veya
bir çok hiziplerden, kabilelerden asker toplandığı için "Ahzab Gazası" adı
verilen bu savaşta müminlerden 5 kişi şehîd düştü. Kâfirlerden ise 4 kişi
öldü. Hendeğin dar bir yerinden atlayan Arap yarımadasının çok ünlü
pehlivan savaşçısı Amr b. Abdivüdd, Hazreti Ali'nin yiğitçe ve kurnazca
karşı koymasıyla can verdi. Savaşın en sıkışık bir gününde müminler
namazlarını hiç kılamamışlar, gece kazâ etmişlerdi. Bu gazadan sonra
Peygamberimiz Aleyhisselâm, Kureyş'in artık saldıramayacağını, nöbetin
kendilerine geldiğini müjdeledi. Kurayza
Yahudilerinin Cezalandırılması Hendek gazasının
en nazik devresinde ahidlerini, andlaşmalarını bozan ve vatanlarına ihanet
eden Kurayza Oğulları yahudileri kalelerine çekilmişlerdi. Peygamberimiz
Aleyhisselâm, müminlere silâhlarını çıkarmadan onların üzerine hareket
emrini verdi. İhanetin cezası geciktirilmeden verilmesi için ilâhî ilham
gelmişti. Eğer bu hainlik cezasız kalırsa, müslümanlar için tehlike devam
edecekti. Yahudiler,
müslümanları görünce 900 kişilik kuvvetleriyle karşı koydular. Kalenin
kuşatılması ile süren savaş, 25 gün sonra yahudilerin teslim olmasıyla
bitti. Yahudiler kendileri için verilecek karar hakkında, dostları olan
Evs kabilesinin reisi Hazreti Sa'da b. Muaz'ın hakemliğini istediler. O da
yahudilerin arzusu üzerine Musa Aleyhisselâm şeriatı ve Tevrat'a göre
hüküm verdi. Yahudiler hükmün Tevrat'a uygun olduğunu kabul ettiler. Buna
göre, eli silâh tutan erkeklerden 400 kişi idam edildi, kadınlar ve
çocuklar esir sayıldı, mallar ise ganimet olarak alındı. Müreysî Gazası
ve Teyemmüm (M. 627- H.6) Medine'ye 9
günlük mesafede yerleşen Mustalık Oğulları kabilesi, müslümanlarla iyi
geçiniyorlardı. Ancak Kureyşlilerin tahriklerine kapıldılar. Medine'ye
saldırmak ve Peygamberimiz Aleyhisselâmı öldürmek sarhoşluğuna düştüler.
Böylece Kureyşlilerin yapamadığını başarmak ve müşrikler içinde itibarlı
hale gelmek istediler. Peygamberimiz Aleyhisselâm 1000 kişilik bir
kuvvetle, bunların üzerine yürüdü. Müminlerin üzerlerine geldiğini gören
düşman korktu. Bir kısmı kaçtı, bir kısmı savaştı. Hicretin
altıncı, milâdın 627'nci yılı Aralık ayında Müreysi denilen su başındaki
savaşta, düşman kısa zamanda hezimete uğratıldı. Müminler bir şehîd verdi.
Düşman ise 10 ölü ile 700 esir, binlerce hayvanlık ganimet bıraktı. Kabile
reisi Haris'in kızı Cüveyriyye de esirler arasındaydı. Babası, onun
asaletinden dolayı cariye olamayacağını ileri sürdü. Cüveyriyye ise
Peygamberimiz Aleyhisselâmın yanında kalmak istediğini bildirdi.
Peygamberimizin kurtuluş parasını vermesiyle serbest kaldı. Kendi isteği
ile Peygamberimiz Aleyhisselâm ile evlendi. Sahabiler de müminlerin
validesinin yakınlarını esir tutmaktan kaçındılar, hepsini serbest
bıraktılar. Müreysî veya
Benî Mustalık gazvesi adıyla anılan bu savaştan dönerken, müminlerin
validesi Hazreti Âişe iftiraya uğradı. Emânet olarak takındığı bir
gerdanlığı düşürmüş ve onu ararken Ka-afileden geri kalmıştı. Kendisine
rastlayan bir mümin, onu devesine alarak Kaafileye yetiştirdi. Ordudaki
münafıklar bunu dillerine doladılar. İfk (iftira) dedjkoduları ile bütün
müminleri üzüntüye soktular. Ancak Hazreti Âişe'nin iftiradan uzak ve
temiz olduğuna dair âyetler indi. ^Peygamberimiz Aleyhisselâm ve
müslümanlar rahatladı. Hazreti Âişe'nin gerdanlığının aranması sebebiyle
İslâm Ordusu beklemiş ve su sıkıntısı çekilmişti. Namazlarını kılmak için
abdest alacak su bulamadılar. Sahabiler telâşa kapıldı. Hazreti Ebû Bekir,
buna yol açtığı için kızına çok kızdı. Ancak teyemmüm emri geldi, bütün
müminler sevindi. Toprakla teyemmüm edip temizlenerek namazlarını
kıldılar. Böyle bir kolaylığa sebep oldukları için Hazreti Ebû Bekir
ailesini kutladılar. Gerdanlığın kaybolmasının hikmeti de meydana çıkmış
oldu. Kabeyi Ziyaret
İçin Yola Çıkış Hicretin altıncı
yılının Zilkade ayında Peygamberimiz Aleyhisselâm 1500 eshabıyla Kabe'yi
ziyaret için yola çıktı. Niyetleri sadece ziyaret ve tavaf olduğundan
yanlarına, yalnız âdet üzere yolcu silâhı olan kılıç almışlardı. Bununla
Kureyşlilere de savaşmak için gelmediklerini göstermek istiyorlardı. Eğer
Kureyşliler de sulh niyetiyle gelişe anlayış gösterirse, İslâm Dini daha
iyi yayılma imkânı bulacaktı. Çünkü bazı kabileler, arzu ettikleri halde,
Kureyşlilerin savaş haline bakarak müminlere yaklaşmaktan çekiniyorlar,
İslâm Dini ile şereflenemiyorlardı. Müslümanlar,
ihramlarına bürünmüş, kurbanlık develerini yanlarına almış oldukları
halde, Mekke'ye bir günlük mesafedeki Hudeybiye Kuyusunun adını taşıyan
köye kadar geldiler. Haber Mekke'ye ulaştığı zaman, kâfirler telâşa
kapıldılar. Ne olursa olsun müslümanları Mekke'ye sokmamaya karar
verdiler. Müslümanların niyetini tam öğrenebilmek için elçi gönderdiler.
Ancak kendi elçilerinin Fahri Kâinat Efendimize gösterilen itaat ve
hürmeti anlatmasından hoşlanmadılar. Peygamberimiz Aleyhisselâm
Kureyşlilere hacdan başka bir maksat için gelmediklerini anlatabilmek
için, müminlere baskın için gelen ve esir alınan müşrikleri de serbest
bıraktırdı. Gönderdiği bir keşif kolu ile de müşriklerin durumunun ne
olduğunu öğrendi. Peygamberimiz
Aleyhisselâm, kendi elçilerine güvenmeyen, araya girenlerin sözlerine
bakmayan Kureyşlilere, savaş niyetinde olmadıklarını bildirmek için
Hazreti Osman'ı elçi gönderdi. Kureyşliler Mekke'de bir çok yakını
olmasına rağmen, Hazreti Osman'ı göz hapsine aldılar. Onun Kabe'yi tavaf
için geldiklerine dair sözlerine aldırış etmediler. Ancak kendisinin
tavafına izin verdiler. Hazreti Osman ise, Peygamberimiz Aleyhisselâm
olmadan Kabe'yi ziyaret edemeyeceğini bildirdi. Hazreti Osman'ın gelmemesi
üzerine müminler endişeye düştü. Hatta Mekkeliler tarafından öldürüldüğü
haberi çıkarıldı. Vaziyet çok nazik bir devreye girdi. Sahabiler
Peygamberimiz Aleyhisselâmm etrafında toplandılar. Bir ağacın altında,
Peygamber elçisini öldürenlerle savaşmak, Peygamberimizin emirlerine
sonuna kadar uymak üzere biat ettiler, söz verdiler. Onun için bu ahde,
Rıdvan Biati denilir. Müminlerin sayısı ve silâhı zayıftı, fakat imânları
kuvvetliydi. Onun için bu biatin tarihteki yeri çok mühimdir. Müslümanların bu
kararlı hazırlığı duyulunca, Kureyşliler telâşa kapıldı. Çünkü ileri
gelenler, savaşların kendileri için iyi sonuç vermediğini anlamıştı.
Üstelik sulh içinde olurlarsa, Şam ticaret yolunda serbestçe gidip
gelebileceklerini düşünüyorlardı. Hemen Hazreti Osman'ı serbest
bıraktılar. Andlaşma yapmak üzere de elçiler gönderdiler. Hazreti Osman'ın
sağ olarak dönmesiyle müminler rahatladılar. Hudeybiye
Andlaşması (M. 628-H.?) Peygamberimiz Aleyhisselâm sulhun daha iyi ofacağını ve Mekke'de gizlice imân edenleri düşünerek elçilerle andlaşmayı kabul etti. andlaşma görünüşte müminlerin aleyhine gibiydi. Çünkü kâbe ziyaretinin ertesi seneye kalması, imân eden Mekkelilerin Medine'ye alınmaması, gelirlerse geri verilmesi gibi ağır hükümler vardı. 10 sene için imzalanan bu andlaşma, müminlere çok ağır geldi. Peygamberimiz Aleyhisselâm, kendilerini Fetih Sûresi'nin gelişiyle, zaferin yakın olduğunu müjdeledi. 13 Mart 628 yılında imzalanan andlaşma sırasında, Hudeybiye'de 20 gün kalındıktan sonra dönüldü. Hudeybiye'de
müminlere ağır gelen maddelerin hikmeti kısa zamanda anlaşıldı. O
maddeler, kâfirlerin kendi isteğiyle andlaşma-dan çıkarıldı. Çünkü
andlaşma hükümlerince, Medine'ye gelemeyen ve barınamayan müslümanlar Şam
yolu üzerinde toplandı. 300 kişilik bir mücahid birliği kurarak Mekke
kervanları için korkulu rüya oldular. Kâfirler bu tehlike karşısında
ricalarla bu hükmü kaldırttılar. Müminlerin Medine'ye serbestçe gelmesi,
Arap kabilelerinden dileyenlerin müminlerle birlik olmasıyla İslâmiyet
iyice yayıldı ve kuvvetlendi. Müminler,
Hudeybiye andlaşmasına kadar hep Mekke'li düşmanlarla uğramışlar, Şam
tarafındakilere karşılık verememişlerdi. Halbuki Hayber'de toplanan
yahudilerin zararı hayli büyüktü. Çünkü Medine'den kovulmalarının acısını
unutmamışlar, her fırsatta İslâm aleyhinde çalışmaktan geri kalmıyorlardı.
Hayber bereketli ve zengin bir yer olduğu için maddî kuvvetleri
yerindeydi. Elde ettikleri büyük gelirleri, müminlere zarar vermek için
kullanıyorlardı. Nitekim Hendek savaşı bunların maddî destekleriyle olmuş,
müşriklerle beraber hareket ederek müminlere ihanetten
çekinmemişlerdi. Peygamberimiz
Aleyhisselâm Mekke'lilerden sonra Hayber yahudileri ile de sulh yapıp
İslâmın yayılmasını istiyordu. Bunun için elçiler gönderdi. Ancak
yahudiler bazı müşrik kabilelerle de dost oldukları için sulhu kabul
etmediler. Müşrik dostları ile beraber müslümanları yeneceklerini
sandılar. Bunun üzerine, İslâm aleyhinde devamlı olarak kaynayan fitne ve
fesad ocağını söndürmek için karar verildi. 2000 kişilik mücahid ordusu
dört günlük mesafedeki Hayber kalelerine dayandı. Yahudiler Peygamberimiz
Aleyhisselâmm yeniden yaptığı sulh teklifini yine reddettiler. Bunun
üzerine kale kuşatıldı ve şiddetli çarpışmalar başladı. Yahudilere
yardım gelecek yerleri müminler kestiği için, kaledekilerin ümitleri suya
düştü. 10 gün boyunca çok çetin bir savaş oldu. Kaleler birer birer
düşmeye başladı. Hazreti Ali bu savaşta çok üstün kahramanlıklar gösterdi.
Yahudilerin düşmeyen kalesi Kamus'un kumandanı meşhur ve cesur pehlivan
Mahrab'ı yere serdi. Müminlere meydan okuyan bu korkunç kumandanın
ölmesiyle yahudiler paniğe kapıldı. Hazreti Ali Efendimiz bir keramet
olarak kale kapısını koparıp kalkan olarak kullandı. Kamus kalesini alan
kumandan oldu. Böylece Hayber Fatihi unvanı verildi. Milâdî 628
yılının Mayıs ayında yapılan bu savaşta yahudiler 93 ölü ile teslim
oldular. Müminler ise 15 şehîd verdiler. Hayber'in topraklarını
çalıştıracak insanlara ihtiyaç vardı. Onun için yahudiler burada yarı
hisse ile çalışmak üzere bırakıldı. Ancak onlar, Peygamberimiz
Aleyhisselâmı bir yemek sırasında zehirlemeye kalkıştılar. Yine de
afvolundular. Peygamberimiz
Aleyhisselâm, Hayber'den dönerken Fedek yahudilerini de aynı şartlarla
topraklarında bıraktı. Vâdilkurâ mahiyesi yahudileri karşı koymak
istediyse de, burası fethedildi. Topraklarında yarı hisse ile çalışmaları
kabul edildi. Mekkelilerle
andlaşma yapılıp Hayber yahudilerinin de zararsız hale getirilmesiyle
Medine'nin iki tarafı da açılmış oldu. Arap kabileleri birer birer gelip
imân etmeye başladı. Böylece İslâm Dini, Şam diyarından Yemen'e kadar
bütün Arap yarımadasında kök saldı. Bu gelişmelerin hepsi Hudeybiye
andlaşmasından sonra olmuştu. Vaktiyle andlaşmayı müslümanların zararına
görenler, bu fetihler sonunda fikirlerinde yanıldıklarını anladılar ve
pişman oldular. Hükümdarları
Dine Davet (M. 628- H.7) Peygamberimiz
Aleyhisselâm, bütün insanlara ve cinlere doğru yolu göstermek üzere
gönderilmişti. Arap kabilelerinin imân etmeye başlamalarından sonra, diğer
insanları da hak dine çağırdı. Hicretin yedinci milâdın 628'nci yılı
Muharrem ayında, hükümdarlara ve devlet temsilcilerine elçiler gönderdi.
Kendilerini ve emirlerinde yaşayan toplulukları İslâm Dinine çağırdı.
Yazdığı mektuplarda bir çok nasihatlar etti. Peygamberimiz
Aleyhisselâmm elçilerinden Hazreti Amr b. Ümeyye, Habeş Hükümdarı
Ashame'ye; Hazreti Hâtıb b. Ebî Beltia, Mısır Hükümdarı Mukavkıs'a;
Hazreti Dıhye b. Halife, Bizans Kralı Herakl'e; Hazreti Süleyt b. Amr,
Yemâme Meliki Hevze b. Ali'ye; Hazreti Şücâ b. Vehb, Gassan Meliki Haris
b. Ebî Şemmer'e; Hazreti Abdullah b. Huzâfe ise, İran Şahı Husrev Perviz'e
gönderildi. Bunların içinde
ilk dört hükümdar, elçileri iyi karşıladı. Diğer ikisi ise,
çok kızarak küstahlık gösterdi. Ancak çok geçmeden belâlara uğrayıp
cezalarını çektiler. Habeş Hükümdarının imân ettiği, Bizans Kralı'nın ise
bu niyette olduğu halde yanındakilerden çekindiği bildirilmektedir. Elçi
geldiği zaman Şam'da bulunan Herakl, Mekke tüccarlarıyla beraber Ebû
Süfyan'ı kabul etmiş, Peygamberimiz Aleyhisselâm hakkında bilgi almıştır.
Duyduklarının hepsinin son peygamberin vasıfları olduğunu söylemiştir.
Mısır hükümdarı nazik bir cevapla bir çok hediyeler ve iki cariye
göndermiştir. Bunlardan birisi müminlerin validesi Hazreti Mâriye'dir.
Peygamberimiz Aleyhisselâmın mektubunu yere atıp savaşa kalkışan Gassan
Meliki'nin yurdu, kısa zaman sonra müslümanlarca fethedildi. Mektubu
yırtıp Peygamberimiz Aleyhisselâmı öldürtmek için valisine emir veren İran
Şahı ise, kendi oğlu tarafından öldürüldü. Müminlerin Kabe
Ziyareti (M. 628- H.7) Hicretin yedinci
yılı hac mevsiminde, Peygamberimiz Aleyhisselâm 2000 kişilik mümin
topluluğuyla Kabe'yi ziyaret etti. Hudeybiye andlaşmasıyla bir sene
sonraya kalan bu ziyaret sırasında müminler sadece yolcu silâhlarını
kuşandılar, andlaşma hükümlerince üç günlük ziyaret esnasında Kureyşliler
şehri boşalttılar. Müminlerin Peygamberimiz Aleyhisselâmın etrafında
birlik içerisinde Kabe'de ibadet etmelerini uzaktan hayranlıkla
seyrettiler. Medine'de zayıfladıkları suçlaması karşısında Peygamberimiz
Aleyhisselâm ile sahabileri başları dimdik halde koşarak güçlerini
gösterdiler. Kurbanlarını kestikten sonra Medine'ye döndüler. Hicretin
yedinci, milâdın 628'nci yılında yapılan Kâbe ziyareti, büyük tesirler
uyandırdı. Müslümanların dinlerine bağlılıkları, temiz ahlâkı müşriklerin
dikkatini çekti. Nitekim Uhud'da İslâm Ordusunu boğazdan basan ve savaşın
şeklini değiştiren büyük kumandan Halid b. Velid ile, Amr b. As, Osman b.
Talha gibi Kureyş'in ileri gelenleri imân etti. Kâfirlerin kendilerini
kınamaları karşısında, İslâm Dininin üstünlüğüne tam inandıklarını, her
türlü kötü inançtan kurtulduklarını bildirdiler. Onların Medine'ye gelerek
aralarına katılması, müslümanları çok sevindirdi. Hicretin
sekizinci, milâdın 629'ncu yılı Eylül ayında Rumlarla ilk karşılaşma olan
Mute savaşı yapıldı. Peygamberimiz Aleyhisse lamın İslama davet için
gönderdiği elçisi Hazreti Haris b. Umeyr, Gassan Meliki Şurahbil
tarafından alçakça şehîd edilmişti. Bunun üzerine 3000 kişilik bir ordu
toplandı. Peygamberimiz Aleyhisselâm, azadlı kölesi Hazreti Zeyd b.
Hârise'yi başkumandan seçti. Şehîdlik halinde sancağı Hazreti Cafer b. Ebî
Talib, Hazreti Abdullah b. Revâha ve bir müminin sıra ile almalarını
emretti. İslâm Ordusu
Önce Şurahbil'i imân etmeye çağıracak redederse savaşılacaktı. Fakat
Bizans Devleti'nin himayesinde olan Gassan Meliki, bunu duymuş kraldan
yardım istemişti. Böylece yardım için 100 bin kişilik çok büyük bir ordu
toplandı. Müminler Suriye tarafında Kudüs'e yakın Mute kasabasında korkunç
Rum ordusunu görünce şaşırdılar. Ancak Allah yolunda, geri dönmelerinin
uygun olmadığına karar verdiler. Bu kadar büyük düşman karşısında bir avuç
sayılabilecek İslâm mücahidleri amansız bir savaşa girdiler. Hazreti Zeyd'in
şehîd düşmesiyle, Hazreti Cafer başkumandan oldu. 90 yerinden aldığı
yaralarla 33 yaşında o da şehîdlik rütbesine kavuştu. Ondan sonra sancağı
alan Hazreti Abdullah da şehîd olunca, müminler paniğe kapıldılar. Hazreti
Halid b. Velid'in konuşmaları ve çabaları karşısında, kendisini
başkumandan seçtiler. Hazreti Halid, orduda yeni ayarlamalar yaptı.
Müminlerin gayretleri karşısında sayısını bilemeyen düşmanı şaşırttı.
Kahramanca çarpışmalar yaparak elinde dokuz kılıç kırdı. Müminlere taze
kuvvet geldiğini sanan düşman bozguna uğradı. Bu fırsatı iyi kullanan
Hazreti Halid, ordusunu toparlayıp Medine'ye getirdi. Böylece 12 şehîd
verildikten sonra büyük bir felâketin önü alınmış oldu.
Peygamberimiz, savaşta kolları kesilerek şehîd olan Hazreti Cafer'e
Cennette iki kanat takıldığını müjdeleyerek "Tayyar = Uçucu" lâkabını
bildirdi. Hazreti Halid'e ise "Seyfullah = Allah'ın Kılıcı" lâkabını
verdi. O'nun kahramanlığını; askerî dehâsını övdü. Mekke'nin
Fethi(M. 630- H.9) Müminlerin Mute
savaşından başarıyla ayrılması, Arap kabilelerini sevindirdi ve İslâm
Dininin kuzeyde yayılmasına sebep oldu. Mekke'li müşrikler ise, Mute
savaşının sonucunu müminleri küçültücü buluyorlar, düşmanlıklarından geri
kalmıyorlardı. Bu arada kendi dostları olan Bekir Oğulları kabilesine
gizlice yardım ettiler. Müslümanların dostu olan Huzâa kabilesine baskın
yaparak 23 kişinin öldürülmesine yol açtılar. Huzâa kabilesi
reisleri, Medine'ye gelerek yardım istedi. Peygamberimiz Aleyhisselâm
Kureyşlilere haber gönderdi. Ölülerin diyetlerinin ödenmesini veya Bekir
Oğullarını himayeyi bırakmalarını, yahut andlaşmaya uymalarını istedi.
Kureyşliler andlaşmayı bozduklarını söylediler. Ancak yaptıkları hatânın
farkına vardılar. Ebû Süfyan'ı Medine'ye elçi göndererek andlaşmayı
yenilemek istediler. Ebû Süfyan'ın Medine'de çalmadığı kapı kalmadı. Fakat
kimseden yüz bulamadı. Kendi kızı, Peygamberimiz Aleyhisselâmın zevcesi
Hazreti Ümmü Habibe bile babasını tersledi. Ebû Süfyan'm eli
boş dönmesiyle Kureyşliler endişeye kapıldı. Huzâa kabilesi Medine yolunu
tuttuğu için müminlerin durumu hakkında bir haber de alamıyorlardı.
Peygamberimiz Aleyhisselâm ise, 10 bin kişilik büyük bir ordu hazırladı.
Ramazan ayı içerisinde Mekke'yi putlardan temizlemek üzere yola çıktı. Kan
dökülmeden Mekke'ye girilmesi için hareket gizli tutuldu. Yolda Fahri
Kâinat Efendimize imân ederek Medine'ye gitmekte olan son muhacir, amcası
Hazreti Abbas ile karşılaştı. O da ailesini gönderip kendi orduya
katıldı. İslâm ordusu
gece binlerce ateş yaktı. Kureyşliler gördükleri bu büyük manzara
karşısında dehşete kapıldı. Ebû Süfyan olup bitenlerden bir haber
alabilmek için bir tepeye çıktı. Burada İslâm süvari karakoluna esir
düştü. Hazreti Abbas kendisini Peygamberimiz Aleyhisselâmın huzuruna
getirdi. Ebû Süfyan orada İslâm dinine girdi. Burada Mescid-i Haram'a
sığınanlara, savaşmadan kendi evine kapananlara ve Ebû Süfyan'm hanesine
girenlere dokunulmaması emri ile şereflendi. Hicretin
sekizinci yılı 20 Ramazan, milâdî 11 Ocak 630'da öğle vakti İslâm Ordusu
tekbirlerle dört koldan Mekke'ye girdi. Silâh kullanılmadıkça kan
dökülmemesi emrolunmuştu. müminler sadece birkaç direnişe karşılık verdi.
Kabe'de bulunan 360 put kırılıp atıldı. Beytullah tertemiz
edildi. Kureyşliler,
hayretler içersinde sabah taptıkları putların; öğleye kadar hepsinin yerle
bir oluşunu seyrediyorlar, Hazreti Bilâl'in Kâbe üzerinde öğle ezanını
okuyuşunu ve binlerce ağızdan tekbirlerle Allahü Teâlâ'ya yapılan şükür ve
hamd nidalarını dinliyorlardı. Böylece yıllarca taptıkları putların
faydasızlığını anlamakla lanetler okuyorlar, islâm ile şereflenmeye
koşuyorlardı. Müminler Kabe'de
topluca namazlarını kıldılar. Peygamberimiz Aleyhisselâmın birlik ve
eşitlik hakkındaki hutbesini dinlediler. Efendimiz (A.S), İslama çok
zararı dokunan birkaç kişi dışında, bütün Mekke'lilere afv ilân ediyordu.
O'nun bu cömertliği karşısında Mekke halkı şimdiye kadar yaptıklarından ar
duydular. Akın Akın müslüman olarak erkekli, kadınlı Fahri Kâinat
Efendimize biat ettiler. Mekke'nin
fethiyle Kureyş meselesi çözülmüş, onların tesirinde kalan Arap kabileleri
de islâmı kabul etmeye gelmişlerdi. Ancak Arapların en büyük kabilesi olan
Hevazin kabilesi, İslâmın üstünlüğünü istemiyorlardı. Müslümanların zafer
rahatlığı içinde olduğu bir sırada 20 bin asker topladılar. Müslümanları
hazırlıksız yakalamak istediler. Bunu duyan Peygamberimiz Aleyhisselâm
Mekke'de bir vekil bırakarak 12 bin kişilik ordusu ile Hevazin üzerine
yürüdü. Orduya bazı yeni müminler de katıldı. Hevazin ordusu,
bir boğazda ani baskın yaptıkları İslâm ordusunu sıkıştırdı. Bu
beklenmedik saldırı müminleri şaşırttı. Mekke'nin fethi gibi büyük bir
zaferin verdiği rahatlık da onları aldattı, işi gevşek tutmalarına sebep
oldu. Hazreti Halid b. Velid'in kumandasındaki birliğin bozulması da,
morallerini iyice bozdu. Bu şaşkınlıkla gelen bozgun karşısında İslâm
Ordusu dağılmaya başladı. Ancak Peygamberimiz Aleyhisselâm sahabilerine
seslenerek etrafında toplanmalarını istedi. Düşmanın üzerine hücum edip
askerin moralini düzeltti. Savaşta da en üstün kendisinin olduğunu
gösterdi. Bozulan İslâm askerleri yeni bir hamleyle düşmanı hezimete
uğrattı. Hevazin Ordusu bütün varlığını savaş meydanında bırakarak kaçtı.
Müslümanların kovalaması ile iyice perişan oldular. Hevazin
kabilesi, savaşta kaçmayı önlemek için kadın, çocuk, mal, servet neleri
varsa yanlarında getirmişti. İslâmın zaferi karşısında bunlar da fayda
etmedi. Müminlerin 4 şehîdine karşılık 70 ölü, 6 bin esir, 24 bin deve, 40
bin koyun ve 4 bin okka gümüş ganimet bırakarak kaçtılar. Esirler arasında
Peygamberimiz Aleyhisselâmın süt kız kardeşi Şeymâ da vardı. Efendimiz
(A.S) kendisine hürmet ve ikramda bulundu. Bir çok mal vererek memleketine
gitmek üzere serbest bıraktı. Bu durumdan
ümitlenen Hevazin kabilesi ileri gelenleri de ricada bulundular. Böylece 6
bin esir serbest bırakıldı. Eşine rastlanmayan bir fazilet örneği
gösterildi. Peygamberimiz Aleyhisselâmın, cömertliği dillere destan olan
Hâtemi Tâî'nin kızını da hediyeler vererek serbest bırakması, üstün
ahlâkından bir örnek, iyiliklere gösterilen karşılığa bir
delildir. Mekke'nin
fethinden 16 gün sonra, milâdî 27 Ocak 630 tarihinde yapılan bu gazâ,
Hevazin kabilesi ile Huneyn Vadisinde yapılmış, bu iki isimle anılmıştır.
Peygamberimiz Aleyhisselâm savaştan sonra Mekke'ye döndü. Vekil bıraktığı
20 yaşındaki Hazreti Attab'ı, idaresinin iyi olmasından dolayı Mekke
Valisi yaptı. Kabe'yi tavaftan sonra Mekke'den ayrıldı. Taif Kuşatması,
Evtas Savaşı (M. 630- H.8) Huneyn'den kaçan
Hevazin askerlerinden bir kısmı Taif kalesine, bir kısmı da Evtas'a
kaçmıştı. Peygamberimiz Aleyhisselâm Evtas'a bir birlik gönderdi. Kendisi
de Taife hareket etti. müminler Evtas'tan zafer ve ganimetlerle döndü.
Taif kalesi sağlam, halkı ise savaşa kararlıydı. 15 günlük kuşatma
sırasında mancınık ve Debbâde" denilen ağaç tanklar gibi ağır âletler
kullanıldı. Fakat müminler bir sonuç alamadı. Kaledekiler ise
yiyeceklerini depo etmişler, sonuna kadar direnmeye
niyetliydiler. Peygamberimiz
Aleyhisselâm, kalenin alınması için çok kan döküleceğini anladı. Atılan
oklarla 12 mümin de şehîd olmuştu. Sahabileriyle ne yapacaklarını konuştu.
Her tarafı müslümanlar ve dostlarıyla sarılı Taif'lilerden bir zarar
gelmeyeceği fikri kabul edildi. Müslümanlar kuşatmayı bırakıp çekildiler.
Taif'liler ise, bir sene sonra kendiliklerinden gelip müslüman oldular.
Taife sığınan Hevazin kabilesi reisi Malik ise, İslâm olmayı kabul ettiği
için çoluk çocuğu serbest bırakıldı. Kabileler
Topluca İman Ediyorlar Mekke'nin
fethinden sonra Arap kabilelerinden henüz imân etmemiş olanlar da İslama
geldi. Yeni müminlere dinleri öğretmek için âlimler gönderildi. Bahreyn,
Gassan ve Yemen Hükümdarları gönderilen elçilerle müslüman oldu. Müslüman
olan hükümdarlardan Maan Emiri Ferve ise, bağlı olduğu Bizanslılar
tarafından öldürüldü. Yeni İslâm ülkelerine, şehirlerine valiler tâyin
edildi. Eski dinlerinde kalmaya devam eden Hıristiyan, yahudi ve mecusî
toplulukları vergiye bağlandı. Özetle İslâm Dini Arapistan yarımadasında
hükmünü uygulamaya ve kök salmaya başladı. İslâm Dininin
her tarafa yayılmaya başlaması Bizans Devletinin huzurunu kaçırdı.
İranlılara üstünlük sağladıktan sonra, müslümanların da ilerlemesini
durdurmak istediler. Bu sebeple 40 bin kişilik bir ordu hazırladılar.
Peygamberimiz Aleyhisselâm, bu haberi alınca asker toplanması için emir
verdi. Hicretin 9'uncu milâdın 630'uncu yılının, sıcak aylarında 30 bin
kişilik bir ordu hazırlandı. O sırada kıtlık
hüküm sürdüğü için, müminler orduyu donatmak için yarışa girdiler.
Münafıklar ise, sıcak ve iş zamanını, yolun uzunluğunu, düşmanın
büyüklüğünü ileri sürüp bozgunculuk yapmaya çalıştılar. Peygamberimiz
Aleyhisselâm İslâm ordusuyla Medine ile Şam arasında Tebük denilen yere
kadar geldi. Ancak karşılarına düşmanın çıkmadığını gördü. Çünkü İslâm
ordusunun büyüklüğü, her tarafa dehşet "salmıştı. Bizans Devleti ise iç
çekişmelerle uğraşıyordu. Bu sebeple müminlerle savaşmaktan
kaçınmışlardı. İslâm Ordusu
Tebük'te 20 gün kaldıktan sonra döndü. Peygamberimiz Aleyhisselâm Şam'a
girme teklifini kabul etmedi. Çünkü orada vebâ salgını vardı ve bu
tehlikenin üzerine gitmekten sakındı. Düşman sindirildiği için, kuzeyden
gelecek büyük tehlike de atlatılmış, istenen sonuç elde edilmişti. Bu
arada civardaki bazı hükümetler ve kabileler ile ahid yapıldı, vergiye
bağlanarak dostluk kuruldu. Münafıkların
Fesadı ve Mescid-i Dırar Peygamberimiz
Aleyhisselâm, Ramazan ayında Tebük'ten Medine'ye döndü. Büyük bir sevinçle
karşılandı. İslâm Ordusunun Bizans Devletine karşı koyması, her tarafta
geniş yankılar uyandırdı. Münafıklar ise,
Hıristiyan ve yahudilerle işbirliği yaparak İslâmı baltalamak çabalarını
sürdürüyordu. Müminleri, türlü bahanelerle Tebük seferinden alıkoymak
istemişler, bozgunculuk yapmışlardı. Kendileri dışındaki İslâm
düşmanlarının yardımı ve teşviki ile bir mescid yapmışlardı. Kuba Mescidi
yakınında yapılan ve buradaki cemaati bölmek istedikleri mescid, sadece
adıyla ibadet yerini andırıyordu. Aslında ise, müminlere karşı dış
düşmanlarla yapılacak bir savaş için hazırlanmış, içi silâh deposu haline
getirilmişti. Münafıklar Tebük Savaşına giderken, Peygamberimiz
Aleyhisselâmı mescidlerinde namaz kılmaya davet etmişler, söz de
almışlardı. Peygamberimiz
Aleyhisselâm Tebük'ten dönünce, buraya uğramak istedi. Ancak ilâhî vahiy
ile işin hakikati bildirildi. Çünkü
Peygamberimize suikast yapmayı bile düşünüyorlardı. Bunun üzerine
Efendimiz mescidin yıkılması için emir verdi. Yerle bir edilerek, gizli
emelleri ortaya çıkarılan bu yere, "Mescid-i Dırar = Zarar Mescidi" adı
verildi. İki ay sonra münafıkların reisi Abdullah b. Ubey b. Selül ölünce,
adamları da dağıldı. Böylece İslâm, dışarda Bizans, içerde ise münafıklar
gibi iki tehlikeyi atlatmış oldu. Veda Haccı ve
Hutbesi (M. 632- H.1O) Hicretin
dokuzuncu yılında Hazreti Ebû Bekir, Hac Emîri seçilmiş ve 300 müminle Hac
ibadetini yerine getirmişti. Hazreti Ali ile beraber kâfirlerin artık
Kabe'yi ziyaret edemeyeceklerini bildirmişlerdi. Bunun üzerine müslüman
olmayan kabileler de imân ile şereflendiler. İslâm Dini Arap yarımadasında
girmedik yer bırakmadı. Bir sene sonra,
hicretin 11. milâdın 632'nci yılında, Peygamberimiz Aleyhisselâm 40 bin
kişilik bir topluluk ile haccetmek üzere Mekke'ye gitti. O'nun gelişini
duyan müminler Zilkade ayında Mekke'de toplandı. Böylece Peygamberimiz
Aleyhisselâm hac sırasında 124 bin kişilik bir İslâm topluluğuna hutbe
okudu. İslâm Dininin tamamlandığına işaret ederek, insanlığı maddî ve
manevî huzura, kurtuluşa kavuşturacak şeriat hükümlerini, sonsuz nimetleri
bildirdi, nasihatlar etti. Büyük peygamber,
Efendimiz Aleyhisselâm devesinin üzerinde idi. Devesinin yularından Amr b.
Harice tutuyordu. Devenin ağzından çıkan köpükler, Amr b. Haricenin başına
dökülüyordu. Efendimizin sözlerini tekrar edecek olan da gür sesiyle
meşhur, Rebia b. Ümeyye b. Halefti. Ve Resülüllah Efendimiz sözlerine
şöyle başladı: Cenabı Hakka
Hamdü sena ederiz. Ona döneriz. Nefislerimizin fenalıklarından ve kötü
amellerimizden Allaha sığınırız. Allanın hidayet ettiğini kimse yoldan
çıkaramaz. Allanın şaşırttığnı da kimse doğru yola getiremez. Şehadet
ederim ki Allahtan başka ilah yoktur. Birdir, eşi ve ortağı yoktur. Yine
şehadet ederim ki Muhammed O'nun kulu ve peygamberidir. Ey Allanın
kulları! Allahtan korkmanızı ve O'na itaat etmenizi vasiyet
ederim. Ey insanlar!
Sözlerimi dikkatle dinleyiniz. Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle
burada, ebedi olarak bir daha birleşemiyeceğim. Sonra da
Peygamberimiz Aleyhisselâm Rebia b. Ümeyye'ye size: "Ey insanlar! bu
hangi beldedir, diye soruyor de. Buyurdu. Rebia b. Ümeyye de bunu
bağırarak onlara duyurdu. Onlar da haram
ve dokunulmaz olan beldedir, diyorlardı. Peygamberimiz,
"Söyle onlara Allah sizlere kanlarınızı ve mallarınızı rabbinize
kavuşuncaya kadar bu beldeniz gibi haram ve dokunulmaz kılmıştır. Sizler
muhakkak rabbinize kavuşacaksınız. Amellerinizden işlediklerinizden
sorguya çekileceksiniz" buyurdu. -Tebliği ettim
mi? diye sordu. Sonra elini semaya kaldırdı. Ey Allahım bunlara tebliğde
bulunduğuma şahit ol dedi. "Kimin yanında
emanet varsa, onu hemen sahibine teslim etsin. İyi biliniz ki üç şey
müslümanların kalblerine kin ve kıskançlık sokmaz. 1- Allaha
ihlaslı olarak amel etmek. 2- Emir
sahiplerine nasihatte bulunmak. 3- Müslümanların
cemaatına İtikat ve salih amelde tabi olmak(ki onlar dua ederlerse
dualarının kabul ve arkalarındakilerine de şamildir.). İyi biliniz ki
cahiliyet devrine ait her şey ayaklarımın altına konulmuş, hükümsüz
sayılmıştır. Kaldırdığım ilk kan davası da bize ait, kan davalarından İbni
Rebia'nın kan davasıdır. Cahiliyet devrinde olan, bütün faizler de
kaldırılmış, hükümsüz sayılmıştır. Kaldırdığım ilk faiz, Amcam Abbas'ın
faiz alacağıdır, onun da tümü kaldırılmıştır. Fakat ana paralarınız size
aittir, sizin hakkınızdır. Ne. bundan fazlasını isteyip borçlulara
zulmediniz, ne de hakkınızdan aşağı alıp, mazlum duruma düşünüz. Allah
faiz yoktur diye hükmetmiştir. Şimdi ey
insanlar! Şeytan Muhakkak ki şu toprağınızda kendisine tapınmaktan temelli
olarak ümidini kesmiştir. Fakat siz bunun dışındaki ufak tefek
işlerinizde, Şeytana itaat edecek olursanız, bu onu hoşlandıracaktır.
Dininiz üzerinde ondan sakınınız. .................... Ey İnsanlar!
Kadınlar hakkında Allahtan korkunuz. Çünkü siz onları ancak Allanın
emaneti olarak aldınız. Ve kendileri ile evlenmeyi de Allanın kelimesi
(Dini Nikâhla) helal edindiniz. Ey insanlar
şüphe yok ki sizin kadınlarınız üzerinde hakkınız vardır, onların da
sizlerin üzerinde hakkı vardır. Sizin onların üzerinde hakkınız döşeğinize
sizden başka hiç kimseyi ayak bastırmamaları, fuhuş irtikab etmemeleri,
istemediğiniz kimseyi izniniz olmadıkça evlerinize sokmamalarıdır. Eğer
onlar bunun aksini yaparlarsa, Allah size onları yatakta yalnız
bırakmanıza izin vermiştir. Kendilerini fazla incitmeyecek şekilde
dövebilirsiniz de .. Eğer uysallık ederler size boyun eğerlerse onların
üzerinizdeki hakkı maruf veçhile yani memleket adet ve geleneğine göre
kendilerinin bütün yiyecek ve giyeceklerini sağlamaktır. Kadınlar hakkında
hayırlı olmanızı tavsiye ederim. Çünkü onlar
yanınızda zayıftırlar. Emanettirler. Kendileri için bir şeye malik
değildirler. Ey insanlar!
size tebliğ etmiş olduğum sözlerimi aklnızda iyice tutunuz. Ben size öyle
bir şey bıraktım ki Ona sımsıkı sarılırsanız hiçbir zaman sapmazsım. O
Allanın kitabıdır. Allanın Peygamberinin sünnetidir. Ehli
beytimdir. Ey insanlar
sözümü iyi dinleyiniz ve aklınızda iyice tutunuz. Müslüman müslümanın
kardeşidir. Ve böylece bütün müslümanlar kardeştirler. Kişiye kardeşinin
malı, kendisi onu gönlünden kopararak vermedikçe helal olmaz. Kendinize
zulüm ve yazık etmeyiniz. -Allah Aşkına
tebliğ ettim mi? diye sordu. Müslümanlar da Allah için evet
dediler. Peygamberimiz, -Ey Allahım
şahit ol, diyerek Allahı şahit tuttu. Sakın benden
sonra kâfircesine cahiliyet hallerine dönmeyiniz. Ve birbirinizin boynunu
vurmayınız. Ey insanlar
rabbınız bir, babanız birdir. Hepiniz Ademin soyundansınız. Adem de
topraktandır. Allah katında sizin en şerefliniz en muttekı olanınız,
Allanın emirlerini en çok yerine getiren, yasaklarından da sakınanınızdır.
Arabın Araptan olmayana üstünlüğü ancak takva iledir, buyurdu. Ve -Tebliğ ettim mi
?diye sordu. -Evet, dediler.
Sizden burada bulunanlar bunları bulunmayanlara da tebliğ edip
ulaştırsın. -Ey insanlar!
Size azası kesik bir köle bile emir tayin edilecek olsa sizi Allanın
kitabı ile idare ettiği zaman onu dinleyiniz ve itaat ediniz,
buyurdu. Sonra
müslümanlara sordu: -Benim hakkımda
ne diyeceksiniz bakayım? . Müslümanlar: -Allah
tarafından getirdiklerini bize tebliğ ettin, peygamberlik vazifeni yerine
getirdin, bize nasihat ettin diye şehadette bulunacağız dediler. Bunun
üzerine Peygamber Efendimiz, Şehadet parmağını havaya kaldırıp halka
işaret ederek" -"Allahım şahit
ol, Allahım şahit ol, Allahım şahit ol!" Vesselamü
Aleyküm ve rahmetüllahi ve berakâtühü buyurarak hutbesini sona
erdirdi. Peygamberimiz
Aleyhisselâm bundan sonra haccetmediği için, bu haccı ve hutbesi "Vedâ
Hacı" ve "Vedâ Hutbesi" olarak anıldı. Bu hac emri sırasında 63 deve
kurbanı kendisi kesti. Kalanlarını Hazreti Ali keserek 100'e tamamladı.
Peygamberimiz Aleyhisselâm, her sene için bir kurban keserek ömrünün 63
senede sona ereceğine, İslâm Nurunun tamamlanmasıyla, dünyadan
ayrılacağına işaret etti. Kabe'de 10 gün kaldıktan sonra Medine'ye
döndü. Peygamberimiz
Aleyhisselâm hicretin 11'inci yılı Safer ayında, Şam yolunu açmak için bir
ordu hazırlattı. Mute savaşında şehîd düşen kumandan Hazreti Zeyd b.
Harise'nin oğlu Hazreti Usame b. Zeyd'i 20 yaşında ordunun başına geçirdi.
Bir çok ileri gelen sahabiler de bu genç kumandanın emrindeydi.
Peygamberimiz Aleyhisselâm ordusunu uğurladıktan sonra saadetli hanesine
döndü.
Peygamberimiz Aleyhisselâm 23 senelik vazifesinin sona erdiğini ve yakında
dünyadan ayrılacağını anlamıştı. Uhud şehîdlerini ziyaret ederek sekiz yıl
sonra cenaze namazlarını kıldı. Meşhur Baki' mezarlığına giderek orada
yatan müminleri de ziyaret etti. Yakında kendisinin de o âleme göçeceğini
bildirdi. Nitekim Rebiulevvel ayına bir gün kala hastalandı. Sahabilerine
bir hutbe okuyarak Arapistan'ın putperestlerden temizlenmesini, gelen
elçilere iyi davranılmasını emretti, son nasihatlarını yaptı. Yanında
bulunan zevcelerinin hissesini ayırdı, kalanını sadaka olarak dağıttı.
Peygamberimizin hastalığını duyan islâm Ordusu geri döndü. Ve Dünyadan Ayrılıyor(M. 632 -
H. 12 Rebiul Evvel 11)
Peygamberimiz
Aleyhisselâmın hastalığı sıtma idi. Soğuk su ile rahatlamaya çalışıyordu.
Son üç günde hastalığı iyice ağırlaştı. Hazreti Ebû Bekir'i imamlık yapmak
üzere vekil seçti. Nihayet 13 gün süren hastalıktan sonra hicretin 11 nci
yılı Rebiulevvel ayının 12 nci Pazartesi gecesi milâdî 632 yılında 63
yaşında mübarek ruhları uçup en yüce makama gitti. Sahabiler bu acı
hakikat karşısında şaşırıp kaldılar. Diller tutuldu, kalbler dondu,
feryadlar göklere yükseldi. Hazreti Ömer gibi sahabiler bile inanmak
istemedi. Bu fırsattan faydalanmak isteyen bazı kimseler dinden çıkarak
yalancı peygamberlik hevesine kapıldı. Ancak Hazreti Ebû Bekir'in
soğukkanlı davranışı ve hâkim olucu sözleri karşısında herkes kendine
gelebildi. Çünkü o büyük
dost Hazreti Muhammed Aleyhisselâm'ın getirdiği Kur'an, ve Şeriatının
rehberlik vazifesine devam ettiğini bildiriyor, bu büyük hakikati
hatırlatıyordu. Kendilerini
toparlayan müminler önce Hazreti Ebû Bekir'i Halife seçip emrine girdiler.
Sonra da Fahri Kâinat Efendimize karşı son vazifelerini yaptılar.
Erkekler, kadınlar ve çocuklar sırayla namazını kıldılar. Peygamberimiz
Aleyhisselâm, dünyaya gözlerini yumduğu, Hazreti Aişe'nin saadetli
hanesine defnedildi. Şimdi Ravza-ı Mutahhara denilen makamı meydana
geldi. Peygamberimiz
Aleyhisselâm, bütün yaratılmışların en şereflisi ve şânı en yüce olanıdır.
İnsanlara güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildiğini söylemiştir. Her
güzel işte, örnek O'dur, ölçü O'dur. Merhamet ve şefkati, cömertlik ve
keremi, akıl ve zekâsı, güzellik ve yaratılışı, iyilik ve ihsanı, doğruluk
ve adaleti, sabır ve kanaati, temizlik ve iffeti, yiğitlik ve kuvveti,
hâsılı her üstünlük ve fazileti başkaları ile ölçülmesi mümkün olmayacak
derecede yüksektir. Küçükleri sevip
okşamak, hastaları arayıp sormak, hareketlerinde ölçülü olmak, herkese
tatlı söz ve güler yüz göstermek, fakirlere ve düşkünlere yardımcı olmak,
işi her zaman ehline vermek, aşırılığa ve gösterişe yüz vermemek, herkesin
hakkını gözetmek gibi akla gelen her olgun ahlâk, O'nun
sünnetidir. Koca Arap
yarımadası emri altında iken bir kuru ekmek parçasıyla karnını doyuracak,
hattâ açlığını gidermek için karnına taş bağlayacak derecede sabır,
kendisini öldürmek için saldıran ve yaralayarak en ağır eziyeti
yapanların, sadece doğru yola gelmelerini isteyecek kadar merhamet
sahibiydi. Huzurunda titreyen bir ziyaretçiye: "Korkma arkadaş! Ben,
Kureyş'ten kuru ekmek yiyen bir kadının oğluyum!" buyuran bir geniş gönül
taşıyordu. Kısacası, her güzel ahlâk, O'nda ayrı bir güzellik
kazanmıştı. Peygamberimiz
Aleyhisselâmın çok evlenmenin yasaklanmasından önce, bir çok hikmetler ye
çeşitli sebeplerle nikâhına aldığı validelerimizin sayısı 12'dir. İlk
zevcesi Hazreti Hatice ile Hazreti Zeyneb binti Huzeyme, kendi sağlığında
vefat etmişler, diğerleri ise sonraya kalmışlardır. Zevcelerinden Hazreti
Ebû Bekir'in kızı Hazreti âişe ve Hazreti Ömer'in kızı Hazreti Hafsa'yı bu
en yakın iki dostuyla bağlılığını artırmak için nikahlamıştır. Bu
maksatla, kendi kızlarını da üçüncü ve dördüncü derecedeki yakın dostu
Hazreti Osman ve Hazreti Ali'ye vermiştir. Ebû Süfyan'ın
kızı Hazreti Ümmü Habibe, kocasının Habeşistan'da Hıristiyanlığa
dönmesiyle himayesiz kalmıştı. Babası imân etmediği için onun yanına da
gelemiyor, asaletli olduğu için herkesle evlenemiyordu. Peygamberimiz
Aleyhisselâm dininde sebat eden bu mümineyi Habeş Hükümdarını vekil tâyin
ederek nikahladı. Medine'ye getirterek himayesi altına aldı. Hazreti Zeyneb
binti Huzeyme, Hazreti Ümmü Seleme ve Hazreti Şevde de Hazreti Hafsa gibi
kocaları Allah yolunda savaşırken şehîd düşmüşlerdi. Kimsesiz kalan ve
korunmaya muhtaç olan bu kadınları Peygamberimiz Aleyhisselâm nikâhına
aldı. Hazreti Zeyneb binti Cahş ise akrabası olup kocası ile
geçinemediğinden ayrılmıştı. Efendimiz (A.S) akrabasının ricaları üzerine,
onu nikâhına aldı. Hazreti
Cüveyriyye, Hazreti Mâriye, Hazreti Safiyye ve Hazreti Meymune
validelerimiz ise, siyasî sebeplerden dolayı Peygamberimizin nikâhına
girmişlerdir. 53 yaşına kadar dul bir kadın olan Hazreti Hatice ile
yaşayan Peygamberimiz Aleyhisselâm bir çok hikmet ve sebeplerle, ömrünün
son 10 yılında çok kadınla evlenmiştir. Bu validelerimiz de o hazretten
öğrendikleri ile İslama büyük hizmetlerde bulunmuşlardır. Peygamberimiz
Aleyhisselâmın üçü erkek, dördü kız olmak üzere yedi evlâdı dünyaya
gelmiştir. İlk oğlu Hazreti Kaasım olduğu için, Efendimiz (A.S)
"Ebu'l-Kaasım = Kaasımın Babası" lakabıyla anılmıştır. Diğer oğulları da
Hazreti Abdullah ve Hazreti İbrahim'dir. Kızları Hazreti Zeyneb, Hazreti
Rukayye, Hazreti Ümmü Külsûm ve Hazreti Fâtıma'dır. Yalnız Hazreti
ibrahim, Hazreti Mâriye'den doğmuş, diğerlerinin hepsi Hazreti Hatice'den
olmuştur. Oğulları bebek
halinde, kızları ise evlilik hayatı sürerken Peygamberimiz
Aleyhisselâm'dan önce vefat etmişlerdir. Yalnız Hazreti Fâtıma, babasından
altı ay sonra 24 yaşında dünyadan ayrılmıştır. Hazreti Rukayye ile Hazreti
Ümmü Külsûm, sırasıyla Hazreti Osman b. Affan ile evlenmişlerdir. Bu
sebeple Hazreti Osman'a "Zinnûreyn = İki Nur Sahibi" lâkabı verilmiştir.
Hazreti Zeyneb, Hazreti Ebû As b. Rebî ile, Hazreti Fâtıma da Hazreti Ali
ile evlenmişlerdir. Peygamberimiz
Aleyhisselâmın soyu, kızı Hazreti Fâtıma'nın oğulları Hazreti Hasan ve
Hazreti Hüseyin neslinden devam etmiştir. Diğer kızlarından olan torunları
yaşamamıştır. Hazreti Fâtıma'nın, Hazreti Hasan ile Hazreti Hüseyin'den
başka Muhsin, Ümmükülsûm ve Zeyneb adında bir oğlu ve iki kızı daha
vardır. HALİFELERİ Peygamberimiz
Aleyhisselâmdan sonra Müslümanların din ve dünya işlerini idare edenlere
"Halîfe" ve "Emîr" denilir. İslâmın ilk halifesi, Hazreti Ebû Bekir olup
soyu yedinci göbekte Peygamberimiz Aleyhisselâm ile birleşir. Hazreti Ebû
Bekir, erkeklerden ilk iman eden, malının tamamına yakın kısmını Allah
yolunda harcayan, Hazreti Bilâl gibi işkence gören Müslümanları kâfirlerin
elinden satın alarak kurtaran, Peygamberimiz Aleyhisselâmın hicret
arkadaşı ve kızı Hazreti Âişe ile evlenmesinden dolayı da kayınpederi olan
en büyük dostudur. Hazreti Ebû
Bekir, iki sene üç ay süren halifeliği sırasında: Yemen, Necid ve Yemâme
gibi yerlerde çıkan yalancı peygamberleri ortadan kaldırmış, dinden
dönenleri, İslâmın emirlerinde gevşeklik gösterenleri yola getirmiş,
Kur'an-ı Kerîm'in âyet ve sûrelerini bir araya toplatmıştır. O'nun zamanında
Hazreti Halid b. Velid'in emrindeki İslâm Orduları, Bizans ve İran
Devletleri ile bir çok savaşlar yapmış ve her defasında yenerek geniş
toprakları fethetmiş, Müslümanlığı yaymıştır. Hazreti Ebû
Bekir hicretin 13'üncü senesinde 63 yaşında irtihal etmiş, yerine Hazreti
Ömer'i seçmiştir. İkinci
Halifesi Hazreti Ebû
Bekir'den sonra İslâmın ikinci halifesi olan Hazreti Ömer'in soyu,
sekizinci göbekte Peygamberimiz Aleyhisselâm ile birleşir. Kızı Hazreti
Hafsa ile evlenmesi sebebiyle Peygamberimiz Aleyhisselâmın kayınpederi
olmuştur. O'nun imana
gelmesiyle, Müslümanlar ve kâfirlerin tarafı açıkça ayrılıp belli olduğu
için Peygamberimiz Aleyhisselâm kendisine bu mânâyı dile getiren "Faruk"
lâkabını vermiştir. Peygamberimiz
Aleyhisselâmın ikinci, Hazreti Ebû Bekir'in de birinci veziri makamında,
İslâm Dinine büyük hizmetlerde bulunan Hazreti Ömer'in adaleti bütün
dünyaca meşhurdur. Adaleti sevdiği için, hatır ve gönüle bakmamış, dünya
malına aldırış etmemiş, kanaat içerisinde çok sâde bir mümin olarak
yaşamıştır. Hazreti Ömer'in
halifeliği sırasında Bizans ve İran Devletleri ile yapılan bir çok
savaşlar kazanılmıştır. Bunun sonucu olarak da İran Devleti tamamen
ortadan silinmiş, Bizanslılar ise Mısır ve Kudüs'den Erzurum'a kadar
topraklarının çoğunu Müslümanlara bırakıp kendi kabuğuna çekilmiştir.
Böylece islâm Orduları Afrika'da Tunus'dan, Asya'da Kafkas Dağları ve
Çin'e kadar olan yerleri fethetmişler, hazine paralarla dolup
taşmıştır. Peygamberimiz
Aleyhisselâmın hicreti, 17'nci yılında, Hazreti Ömer zamanında tarih başı
olarak kabul edilmiştir. Müminlerin emiri, 10 yıl altı ay idareden sonra
hicretin 23'üncü senesinde, 63 yaşında olduğu halde, Ebû Lü'lü adında bir
Hıristiyan köle tarafından şehid edilmiştir. Üçüncü
Halifesi Hazreti Ömer'den
sonra üçüncü halife seçilen Hazreti Osman, ilk Müslümanlardan olup
Peygamberimiz Aleyhisselâmın soyu ile beşinci göbekte birleşir. Çok edeb
ve hayâ sahibi, yumuşak huylu bir zât idi. Zengin olduğu için malının
tamamına yakın kısmını Allah yolunda harcamış, büyük yardımlarda
bulunmuştur. Peygamberimiz Aleyhisselâmın iki kızı ile evlenerek damadı
olmak şerefini elde etmiştir. Hazreti Osman'ın
halifeliği 12 seneden 12 gün noksandır. Kur'an-ı Kerîm'in sûrelerini
sırasına göre düzenlettirmiş, bugünkü haline getirterek nüshalarını
çoğalttırmış ve her tarafa dağıttırmıştır. Hazreti Osman
devrinde Afrika'nın kuzey kısımları, Kıbrıs adası, Anadolu'nun içleri,
Türkistan ve daha nice yerler, İslâm Ordularının eline geçti. İslâmın
sınırları çok genişledi. Hazreti Osman'ın
son zamanlarında bazı iç karışıklıklar çıktı. Bunun sonucu olarak da
hicretin 35'inci yılında, 80 yaşını geçtiği halde şehîd
edildi. Dördüncü
Halifesi Hazreti
Osman'dan sonra İslâmın dördüncü halifesi seçilen Hazreti Ali, amcası Ebû
Talib'in oğludur. 10 yaşında iken İslâmı kabul etmiş, kızı Hazreti Fâtıma
ile evlendirmekle damadı olmuştur. Hazreti Ali'nin yiğitliği çok
meşhurdur. Hazreti Ali
halife seçildikten sonra, bazı Müslümanlar Hazreti Osman'ın kanını dâvâ
etmişler ve bu sebeplerle Cemel ile Sıffîn savaşları çıkmış, İslâm arasına
ayrılık girmiştir. Nihayet hicretin
kırkıncı yılında, beş senelik halifelikten sonra Hazreti Ali şehîd
edilmiştir. Hazreti Ali'nin yerine büyük oğlu Hazreti Hasan geçmiştir.
Ancak yerini, altı ay sonra babası zamanında Şam'da halifeliğini ilân eden
Hazreti Muaviye'ye bırakarak çekilmiştir. Böylece İslâm'da "Hulefâyı
Râşidîn" denilen büyük halifeler devri sona ermiştir. Hicretin
kırkıncı yılından başlayarak halifelik, Hazreti Muaviye'nin soyu olan
Emevîler'e geçti ve bu isimle anılmaya başladı. Emevilerin Hazreti Muaviye
ile başlayan idarelerinin ilk devirleri pek parlak geçti. Devlet yeni
imkânlara kavuştu ve her şey gelişti. Şam, Devlet Merkezi olarak
kullanıldı. Büyük donanmalar
kurulup denizlere açıldı. Türkistan, Hindistan ve Sudan'a ordular
gönderildi. Afrika'nın Kuzeyi Fas'a kadar fethedildi. İstanbul bir kaç
defa kuşatıldı. Hicretin 49'uncu yılında yapılan kuşatmada, Hazreti Ebu
Eyyub el Ensârî şehîd düşerek bu şehirde defnedildi. Emevilerin
idaresi 90 sene sürdü ve bu zaman içerisinde 14 halife gelip geçti.
Hazreti Muaviye'den sonra idareye geçen Yezid zamanında, Peygamberimiz
Aleyhisselâmın torunu Hazreti Hüseyin, Kerbelâ'da şehîd oldu. Halife
Abdulmelik zamanında İslâm sınırları çok genişledi. Emevî halifelerinden
Hazreti Ömer b. Abdulaziz, çok değerli bir zat olup İslâm Dinine
hizmetleri büyüktür. Son Emevî
halifesi Mervan zamanında, Horasan'lı Ebû Müslim'in çabaları ile Emeviler
Devleti sona ermiş, idare Peygamberimiz Aleyhisselâmın amcası Hazreti
Abbas'ın soyuna geçmiştir. Emeviler'den Abdurrahman b. Muaviye kaçarak
kurtuldu ve İspanya'da Endülüs Emeviler Devletini kurdu. Bu devlet de
çeşitli değişikliklere uğrayarak 422 sene sürdü. Abbasiler,
Bağdad şehrini merkez olarak seçtiler, devlet hizmetlerini geliştirdiler.
Hicrî 132 yılında başlayan idareleri 656 senesine kadar devam etti. Bu
zaman içerisinde 37 halife geldi geçti.
Abbasi halifeleri içerisinden Ebû Cafer Mansur ve Harun Reşid devirleri
parlak geçmiştir. Harun Reşid zamanında Abbasiler en şanlı devirlerini
yaşamışlar; İslâm Orduları Hindistan'dan Atlas Okyanusu'na, Kafkaslar'dan
Orta Afrika'ya kadar fetihler yapmışlardır. Müslümanların bu hali Avrupalı
devletlerin dikkatini çekmiş, krallar ile halife arasında elçiler gelip
gitmiştir. Harun Reşid'in
Kral Şarlman'a gönderdiği bir çalar saati, ilk defa gören Avrupalılar çok
hayret etmişlerdir. Bu halifelerden
sonra idarede yavaş yavaş zayıflık meydana gelmiş, bazı vilâyetler kendi
başlarına devlet olmuşlardır. Fas ve Cezayir'de ayrı idareler kurulmuş,
Mısır'da Fâtımîler Devleti ortaya çıkmıştır. Emeviler soyundan Abdurrahman
b. Muaviye ise daha ilk zamanlarda, İspanya'da Endülüs Emevi Devletini
kurmuştur. Emevilerden
Hazreti Muaviye zamanında fethedilip de halkı İslâm Dinini kabul etmiş
olan Türkistan, gittikçe gelişti. Türkler de Abbasi Devleti içerisinde
büyük değer kazandılar, din hizmetinde bulundular. Abbasiler'den sonra
birçok devletler kurdular. Bunlardan; Afganistan'da kurulan Gazneliler
Devleti gibi, bazıları dünyanın en büyük hükümetleri olmuş, Sultan Mahmud
gibi yiğit hükümdarlar yetiştirmiştir. Abbasi
Devleti'nin zayıflaması sırasında ve parçalanmasından sonra, İslâm
memleketlerinde küçüklü büyüklü bir çok devletler kuruldu. Bu devletlere
"Tavâif-i Mülûk" adı verilir. Tamamına yakın kısmını Türklerin kurduğu bu
devletlerin sayısı otuzdan fazladır. İçlerinde en mühimleri Gazneliler,
Harzemşahlılar, Kirmanşahlar, Karakoyunlular, Akkoyunlular, Kölemenler,
Eyyubîler, Selçuklular, Cengiz ve Timur Hanlıkları'dır. Bunlar arasında,
Türk beylerinden Tuğrul Bey'in kurduğu Selçuklu Devleti çok mühimdi.
Tuğrul Bey'in oğlu Alparslan ve onun oğlu Melikşah zamanlarında, dünyada
bunlardan büyük devlet yoktu. Anadolu'yu da fetheden Selçuklular, sonradan
bir kaç parçaya bölündü. Eski kuvvetleri kalmadı. Moğol Saldırısı
ve Haçlı Savaşları Tavâif-i Mülûk
denilen devletlerin tamamına yakın kısmı, İslâm Dinine büyük hizmetlerde
bulunmuşlardır. Ancak içlerinden birkaçının verdiği zararlar da
büyüktür. Cengiz Han'ın
idaresindeki Moğollar ve o zaman henüz cahillik içerisinde bulunan bazı
Tatar kabileleri, İslâm memleketlerine saldırmışlar, geçtikleri yerleri
çiğneyip harap etmişler, milyonlarca Müslümanı öldürerek ortalığı kan
denizine çevirmişlerdir. Diğer taraftan
Avrupalı Hıristiyanlar da Kudüs'ü Müslümanların elinden almak bahanesiyle
büyük ordularla savaşa çıktılar. "Haçlı Savaşları" diye anılan bu
saldırılar, Müslüman Türk Devletlerinin büyük çabaları ile geri
püskürtüldü. Mısır ve Suriye taraflarında hükümdarlık yapan Selâhaddin
Eyyubî'nin kahramanca çarpışmaları ve İslâm ülkelerini büyük bir
tehlikeden kurtarması, tarihte şanlı bir yer tutar. Hıristiyanlar,
papaların çabalarıyla yedi defa düzenledikleri bu Haçlı Savaşları
sırasında, İslâm ülkelerinden götürdükleri yenilikleri memleketlerinde
uyguladılar. Böylece Avrupa'da medeniyetin gelişmesine Müslümanlar sebep
oldu. Hıristiyanların yaşayışları çok değişti. İspanya'da
kurulan ve Avrupa'da İslâmı yaymaya çalışan, Endülüs Emevîler Devleti de
yavaş yavaş çökmeye başladı. Gırnata'dan başka Müslümanların elinde bir
yer kalmadı. Sonra buraları da İspanyollar, ele geçirdi. İslam medeniyeti
adına ne varsa herşey yakıp yıkıldı. Bütün müslümanlar katledildi.
Müslümanların fethi sırasında yapılanlarla tam bir tezat teşkil eden bu
hali tarih kitapları ibretle kaydetmektedirler. Endülüs Devleti böyle son
buldu. Hindistan ve
Çin'den Atlas Okyanusu'na kadar hüküm süren İslâm Devletleri bozuldu.
Yerlerine bir çok küçüklü büyüklü devletler kuruldu. Biribiri arasında iç
ve dış çekişmelerle İslâm birliği zayıfladı. İşte bu sırada
İslâm âlemini üç, dörtyüz senedenberi uğramakta olduğu belâ ve
sıkıntılardan kurtarma şerefi, dinin Yüce Kitabı Kur'an-ı Kerîm
karşısında, bir gece sabaha kadar el bağlayıp duran Türk aşiretlerinden
Ertuğrul Gâzi Oğlu Osman Gaziye nasip oldu. Abbasi Devleti'nin yıkılış
tarihi olan hicretin 656'ncı yılında, Ertuğrul Gâzi'nin Söğüt kasabasında
dünyaya gelen oğlu Osman Bey, Yüce İslâm Dininin hizmetçisi ve yardımcısı
olan Osmanlı Devleti'nin temelini kurdu: Milâdî 1299. İslam Şeriatının
hükümleriyle eksiksiz amel eden bu soylu ve şerefli millet, Allahü
Teâlâ'nın yardımıyla az zamanda büyüdü, dünyaya hükmeden bir imparatorluk
oldu. Osmanlı
Devleti'nin dokuzuncu padişahı Yavuz Sultan Selim Han, Mısır'ı fethettiği
sırada, son Abbasi Halifesi Üçüncü Mütevekkil Alellah, emâneti Yavuz'a
verdi. Mekke Şerifi de mukaddes emânetleri bu hükümdara teslim etti.
Böylece Osmanlı Sultanları , Yavuz'dan başlıyarak, Peygamberimizin
halifesi bütün müslümanların da emiri oldular.
İçerde Müslümanların, din ve dünya işlerini idare eden Osmanlılar, dışarda
da büyük fetihlerle üç kıt'a, yedi denize hakim oldular. Osmanlı
ulemasının tefsir ve izahlarına göre, bir taraftan ümmeti
vasat sıfatını alan Osmanlılar, diğer
taraftan da hadisi şeriflerde beyan edilen, Hatime vasfını elde
etmişlerdir. Şimdi ise dünya ve islam alemi "hatimetül hatime"yi
beklemektedir. Şemail-i
Şerif
Uzuna yakın orta
boylu, endamı biçimi gayet uygun, alnı açık, büyücek başlı, hilal kaşlı,
değirmi yüzlü, güzel iri karagözlü, uzun kirpikli, çekme burunlu, kaşları
birbirine yakın fakat arası açık, omuzlarının arası ve göğsü geniş, gümüş
gibi saf boynu uzun ve düzgün, omuzları , kolları ve bacakları iri ve
kalın, bilekleri uzun, parmakları uzunca, elleri ve parmaklan kalınca,
karnı göğsü ile bir hizada, ne şişman ne pek zayıf, sıkı etli, ipek tenli,
iri kemikli, iri gövdeli, güçlü kuvvetli, tabanları ve avuçları çukur, iki
küreğinin arasında peygamberlik mührü, kendisi de peygamberliğin mührü,
her hareketi mutedil, yürüyüşü dosdoğru ve sallanmadan, ne pek hızlı ne
pek yavaş, güler yüzlü tatlı sözlü yumuşak, alçak gönüllü ve
vakarlıydı. Bütün
yaratılmışların en şereflisi ve şânı en yüce olanıdır. Güzel ahlâkı
tamamlamak üzere gönderilmiştir. Her güzel işte örnek O'dur, ölçü O'dur.
Merhamet ve şefkati, cömertlik ve keremi, akıl ve zekâsı, güzellik ve
yaratılışı, iyilik ve ihsanı, doğruluk ve adaleti, sabır ve kanaati,
temizlik ve iffeti, yiğitlik ve kuvveti, hâsılı her üstünlük ve fazileti
başkaları ile ölçülmesi mümkün olmayacak derecede yüksektir. Küçükleri sevip
okşamak, hastaları arayıp sormak, hareketlerinde ölçülü olmak, herkese
tatlı söz ve güler yüz göstermek, fakirlere ve düşkünlere yardımcı olmak,
işi her zaman ehline vermek, aşırılığa ve gösterişe yüz vermemek, herkesin
hakkını gözetmek gibi akla gelen her olgun ahlâk, O'nun
sünnetidir. Koca Arab
yarımadası emri altında iken bir kuru ekmek parçasıyla karnını doyuracak,
hattâ açlığını gidermek için karnına taş bağlayacak derecede sabır,
kendisini öldürmek için saldıran ve yaralayanlara doğru yola gelmeleri
için dua edecek kadar merhamet sahibiydi. Huzurunda titreyen bir
ziyaretçiye: "Korkma arkadaş! Ben, Kureyş'ten kuru ekmek yiyen bir kadının
oğluyum!" buyuruyordu. Her güzel ahlâk, O'nda ayrı bir güzellik
kazanmıştı. Salatü selam
O'na, aline , eshabına ve kıyamete kadar onun izi üzerinde yürüyen
ümmetine olsun. 1-Siyer ve Siyer i Nebi
nedir? |