|   
       |  | 
 | 
| KONULAR MEDİNE DEVRİ |  | {Siyer-i Nebî} Siyer ve Siyer-i 
      NebiSiyer, manen 
      tutulan yol ve gidiş mânâlarını taşıyan sîret kelimesinin çoğuludur. 
      Hazreti Adem Aleyhisselâmdan Fahri Kâinat Efendimize kadar gelen 
      peygamberlerin; insanları hak yola çağırmak için vazifelerini nasıl 
      yaptıklarını, bu uğurda ne gibi güçlük ve tehlikelere göğüs gerdiklerini 
      anlatan ilme İslam Tarihi veya Siyer-i Enbiya (Aleyhimüsselam) 
      Denir. Peygamberimiz 
      Aleyhisselâmın hayatı ve mukaddes vazifesi sırasında gösterdiği gayretleri 
      anlatan ilme de Siyer-i Nebî denir. Kısaca, İslâm Tarihi umumî bilgileri, 
      Siyer-i Nebî ise Peygaberimiz Aleyhisseiâmın (ay senesiyle) 63 yıllık 
      hususî tarihini anlatır.     
      İslâm Tarihinin bir şubesi olan Siyer ilmi, Peygamberimiz Aleyhisselâmın 
      yaptıkları, buyurdukları ve kabul ettiklerini bildirmesi bakımından Hadis, 
      Tefsir, Fıkıh, Kelâm ve Ahlâk gibi bütün İslâmî ilimlerin Kur'an-ı 
      Kerîm'den sonra en büyük kaynağıdır. Peygamberimiz Aleyhisselâmın 
      hayatında dinî, siyasî, askerî, içtimaî ve ahlâkî bütün hükümleri ve 
      bilgileri bulmak mümkündür. Bu bakımdan da Siyer ilminin derecesi ve önemi 
      büyüktür. İslamdan Önce 
      İnsanlığın hali    
      Peygamberimiz Aleyhisselâm İslâm Dinini insanlara bildirmek vazifesiyle 
      gelmezden önce, insanlık âlemi iki büyük devletin tesiri altında 
      yaşıyordu. Bunlar Peygamberimizin memleketi olan Arapistan Yarımadasına 
      komşu bulunan Bizans ve İran Devletleri idi. Yine insanların inandıkları, 
      yolunda gittikleri dinler arasında Hıristiyanlık, Musevîlik mecusîlik ve 
      putperestlik hüküm sürüyordu. Fakat Bizanslıların, Romalıların inandıkları 
      din olan Hıristiyanlık, İncil'in eski devirlerden beri değiştirilip 
      aslından uzaklaşılmasıyla İsa Aleyhisselâmın getirdiği şeriatla büyük 
      ölçüde ilgisini kesmişti. Üstelik Roma medeniyetinin putperestliği, kötü 
      ahlâkı, her türlü perişanlığı da dinî inançlara karıştırılmış, iş 
      çığırından çıkmıştı. Papazların şahsî düşüncelerine göre, din hükümleri 
      çıkarttıkları, para ile Cennet sattıkları, günahkârları afvetme gibi 
      hayâllere daldıkları Hıristiyanlığın bir de üçlü ilâh sapıklığına 
      bulaşmasıyla da hak dinle uzaktan yakından hiç ilgisi 
      kalmamıştı. Yahudilerin 
      sahip çıktığı Musevîlik ise, yine bu milletin kendi sapıklıklarını din 
      içine sokmalarıyla, Musa Aleyhisselâmın getirdiği şeriattan uzaklaşmıştı. 
      Yahudiler, kendi peygamberlerinden sonra yeni bir şeriatla gelen İsa 
      Aleyhisselâma düşmanlık yapmakla da hak yoldan tamamiyle mahrum 
      olmuşlardı. İranlılar da, 
      Mecusîlik adı verilen ateşperestlik yani ateşe tapma gibi sapık bir dinin 
      içindeydiler. Araplar ise putlara tapıyorlardı. Bu arada komşuları olan 
      Hıristiyan ve yahudi milletlerin tesirinde kalarak bu dinlere girenleri de 
      vardı. Ancak bunlar, putperest Araplara göre oldukça az, bir kısım 
      kabilelerdi. Zaten putperest düşünce ve davranışlar, Hıristiyanlık ve 
      yahudilik gibi diğer dinler içerisine de girmişti. Araplar 
      içerisinde İbrahim Aleyhisselâmın şeriatı üzerine devam eden, Allahü 
      Teâlâ'nın birliğine iman eden "Hanifler" de vardı. Ancak bunlar adetleri 
      belli olacak kadar az bir sayıdaydılar. Araplar ahdine vefâ göstermek, 
      müsafire ikramda bulunmak, sünnet olmak, tırnak kesmek gibi Hazreti 
      İbrahim ve Hazreti İsmail'den kalma bazı sünnetleri de yapıyorlardı. Ne 
      var ki, hak din üzere olmadıkları için cahillik onları esir 
      etmişti. Cehaletin 
      getirdiği kötülükler içerisinde, kabileler arasında kan davaları sürüp 
      gidiyordu. Sadece haram ay sayılan Receb, Zilkade, Zilhicce ve Muharrem 
      denilen dört ayda harbi bırakıyorlardı. Kabileler halinde idare 
      olunduklarından, Kabe'de her kabileye ait olmak üzere 360 adet put 
      doldurulmuştu. Kurulan panayırlarda, yaşayış şartlarından çok ileride 
      edebiyat yarışmaları yapılıyor, şairler ve hatipler insanları hayli tesir 
      altında tutuyordu. İnsan hakları 
      ayak altına alınmış, güçlüler zayıfları eziyor, köleler ve esirler içler 
      acısı bir halde yaşıyor, kadınlara önem verilmiyor, kız çocukları geçim 
      sıkıntısı veya damat ayıbı korkusuyla diri diri toprağa gömülüyordu. 
      Ahlâksızlık her tarafı kaplamıştı.     
      İşte gerek Arabistan Yarımadası'nın içine düştüğü cahillik, gerekse Bizans 
      ve İran Devletlerinin hüküm sürdüğü yerlerdeki sapıklık ve ahlâksızlık, 
      birbirinden aşağı kalır şekilde değildi. Bütün insanlık âleminin karanlık 
      bulutlar altında ve karışıklık içerisinde yaşadığı bir devirde, onları bu 
      alçak ve bayağı hayattan kurtarıp ebedî kurtuluş ve saadete ulaştıracak 
      bir Peygamber bekleniyordu. Hıristiyan ve yahudilerin mukaddes kitapları 
      böyle bir peygamberin geleceğini, zamanının yaklaştığını bütün alâmetleri 
      ile müjdeliyordu. Bu peygamberin Hazreti İbrahim soyundan, Mekke 
      taraflarından çıkacağına dair bilgiler veriliyordu. Mekke Şehri ve 
      Yüce Kâbeİslâm Tarihinde 
      mukaddes Mekke şehri ve içerisinde bulunan Mescid-i Haram ve onun içinde 
      yüce Kâbe büyük ve önemli bir yer tutar. Çünkü bu şehirde birçok 
      peygamberin vazife yapması, Kabe'nin, müslümanların kıblesi olması, 
      İslamda hac ve tavaf ibadetlerinin bu şehire tahsis edilmesi, daimi olarak 
      Mekkeye, dinî bir merkez vasfı kazandırmıştır. Her taraftan gelen 
      hacıların, ziyaretçilerin kestikleri kurbanlar, yaptıkları alış-verişlerle 
      mühim bir ticaret merkezi olan Mekke, Kâbe ile de manevî merkez sıfatını 
      hiç kaybetmemiştir. Kabe'yi , Allahü 
      Teâlâ'nın emriyle önce Melekler, sonra Hazreti Adem ve ve Şit 
      Aleyhisselam; peygamberlerden son olarak da İbrahim Aleyhisselam ile oğlu 
      Hazreti ismail inşa etmişlerdi.. Daha sonraları insanların ortak 
      çalışmalarıyla zaman zaman yeniden yapılmış, tamir ve değişiklikler 
      görmüştür. Kâbede Mübarek 
      Vazifeler Kabe'deki 
      mukaddes vazifeleri eskidenberi yapan ve ellerinde tutan Araplar, bunları 
      büyük bir şeref olarak kabul ederlerdi. Bu vazifeler arasında en 
      mühimleri; Kabe'nin anahtarlarını elinde tutmak olan Hicâbet Zemzem 
      suyunu ve hacıların su işlerini idare etmek olan Sikâye; 
      ziyaretçileri barındırma ve müsafirlik işlerini ayarlamak olan Rifâde'dir. 
      Bu şerefli vazifeleri Peygamberimiz Aleyhisselâmın soyuna mensup kimseler 
      yapıyordu. Hatta Efendimizin dedesi Abdülmuttalib'in, kaybolan Zemzem 
      kuyusunu ve suyunu bulması büyük bir hizmet olmuş, itibarını da çok 
      artırmıştı. Fil Vak'ası (M. 
      571) Mekke'nin manevî 
      ve ticarî bir merkez halinde olması, Kâbe sebebiyle her taraftan 
      insanların oraya akın ederek saygı göstermeleri, zaman zaman bazı 
      hükümdarların dikkatlerini çekiyor, bunu önlemek için düşmanca fikirlere 
      itiyordu. Habeşistan Devletinin Yemen Valisi olan Ebrehe de, insanları 
      Kâbe ziyaretinden vazgeçirmek, Mekke'nin ağırlığını ortadan kaldırmak için 
      San'a şehrinde Aklis veya Kulleys adında büyük bir kilise yaptırdı. 
      insanların Kabe'yi bırakıp buraya gelmelerini sağlamak istedi. Ancak 
      başaramadı. Üstelik Arapların bu kiliseye hakaret ettiklerini görünce, 
      Mekke'ye yürüyüp Kâbe'yi yıkmak çılgınlığına düştü. Ebrehe'nin 
      Kâbeye Saldırması Ebrehe, 
      hazırladığı büyük bir ordu ile Mekke üzerine yürüdü. O zamanın âdetince 
      uğur sayılan ve bugünün tanklarının yerini tutan büyük Mahmudî Fil'ini de 
      ordusunun önüne kattı. Bu sebeple hâdise, tarihte Fil Vak'ası adıyla 
      anılmıştır. Kabileler halinde dağınık yaşayan Araplar, yer yer Ebrehe'nin 
      ordusuna karşı koymaya çalıştılarsa da, onu önleyemediler. Ebrehe'nin 
      keşif için ileriye gönderdiği askerleri de, Mekke'lilerin nesini 
      buldularsa, yağmalayıp getirdiler. Mekke'lilerden 
      bir sulh hey'eti, Ebrehe'ye gittiler ve mallarının geri verilmesini 
      istediler. Hey'etin başında, o zaman Mekke şehrini idare eden Kureyş 
      kabilesi reisi, Peygamberimiz Aleyhisselâmın dedesi Abdülmuttalip 
      bulunuyordu. Yağmalanan mallar arasında, onun da 100 devesi vardı. Ebrehe, 
      onların bu isteğine şaşırdı: -"Ben, Kabe'yi 
      yıkmak için geliyor ve bundan vazgeçmem için rica etmenizi bekliyorken, 
      siz develerinizin derdine düşüyorsunuz?!" dedi. Böylece onları aşağı 
      düşürmek istedi. Fakat Abdülmuttalip: -"Ben, develerin 
      sahibiyim ve onları istiyorum. Kabe'nin ise asıl sahibi var. O'nu O Yüce 
      sahibi korur!" diye cevap 
      verdi.     
      Ebrehe, yağmalanan malları geri verdikten sonra, ordusunu ve şöhretli 
      filini Mekke üzerine yürüttü. Abdülmuttalib ise, Kabe'nin kapısına yapışıp 
      göz yaşları ile duâ ettikten sonra halkı dağlara çekerek olacakları 
      ibretle beklemeye başladı. Ebrehe, koca filinin Mekke üzerine gitmemekte 
      direndiğini, ayaklarının kumlara saplanıp kaldığını, başka tarafa 
      çevrildiği zaman koşarak yol aldığını görünce, küplere bindi. Bu sırada, 
      Ebrehe ve askerleri Kur'an-ı Kerîm'in Fîl Sûresi'nde bildirildiği üzere, 
      hiç beklemedikleri bir şeyle karşılaştılar. Bir anda gökyüzünü kaplayan 
      Ebabil kuşları, ağızlarında ve ayaklarında taşıdıkları küçük kızgın 
      taşları düşman askerlerinin üzerine atıyorlar, bir nevi Ebrehe ordusunu 
      havadan bombardıman ediyorlardı. Böylece koca ordu neye uğradığını 
      şaşırdı, yara bere içinde perişan oldu. Çok az kişi kaçabildi. Onlar da 
      aldıkları yaranın tesiriyle kısa zaman sonra öldü. Ebrehe de canını zor 
      kurtarıp Yemen'e döndü ise de, çok geçmeden O da orada öldü. Kabe'nin 
      sahibi Kabe'yi işte böyle korumuştu. Peygamberimiz 
      (A.S) Dünyaya Geliyor(17 Nisan 571-12 
      Rebiulevvel) Fil Vak'ası, 
      milâdî 571 senesinde meydana gelmiş, o sene de "Fil Yılı" adıyla Araplar 
      arasında bir çeşit tarih başlangıcı sayılmıştı. İşte bu hâdiseden 52 gün 
      sonra, Nisan ayının 17'nci, Rebîulevvel ayınım 12'nci Pazartesi gecesi 
      sabah olurken Mekke'de Haşim Oğulları mahallesinde, âlemlere rahmet olan 
      iki cihan güneşi, son peygamber Muhammed Mustafa Aleyhisselâm, tek bir 
      inci gibi dünyaya geldi. O sabah âlem başka bir âlem oldu, bütün cihan nur 
      ile doldu, kâinat muradına erdi. Peygamberimiz 
      Aleyhisselâmın doğduğu gece bir çok mucizeler meydana geldi. Mübarek 
      sırtının iki küreği arasında, kalbinin hizasında Peygamberlik mührü vardı. 
      Melekler validesini tebrike geldi. Kabe'deki ve civardaki putlar yüzüstü 
      yere serilmiş halde bulundu. Hükümdarların sarayları sarsıldı, direkleri 
      yıkıldı. Mecûsilerin bin seneden beri devamlı yanan ateşleri söndü, 
      iran'da Sâve Gölü kurudu, bin yıldır kurumuş olan Semâve vadisi sularla 
      dolup taştı. İnsanlar, büyük bir hâdisenin başladığını anladı. Çünkü bu 
      mucizeler, hükümdarların saltanatının yıkılışını, dünyadaki küfür 
      ateşlerinin sönüşünü, bâtıl dinlerin, sapık inançların kuvvetinin 
      kuruyuşunu haber veriyordu. Peygamberimiz 
      Aleyhisselâmın yüce soyu, İbrahim Aleyhisselâmın oğlu Hazreti İsmail'e 
      dayanır. Babası Kureyş'in Haşim Oğulları sülâlesinden Abdulmuttalib'in 
      oğlu Hazreti Abdullah'dır. Annesi ise, Zühre Oğulları'ndan Vehb'in kızı 
      Hazreti Âmine'dir. İkisi de Mekke'li olmakla birkaç göbek yukarıda soyları 
      birleşir. Hazreti Abdullah, Peygamberimiz daha ana rahminde iken, 
      doğumundan iki ay evvel Suriye seyahatinden dönerken Medine'de 25 yaşında 
      vefat etmişti. Bu sebeple Efendimiz doğuştan öksüz olarak 
      doğdu. Doğduğunda 
      Muhammed ve Ahmed isimleri, daha sonra Mahmud ve Mustafa isimleri verilen 
      Fahri Kâinat Efendimize, babasından miras olarak beş deve, bir sürü koyun, 
      Ümmü Eymen adında Habeşli bir cariye ve doğduğu kutlu bir ev 
      kalmıştı. Mekke'nin havası 
      yeni doğan çocuklara ağır geldiği ve onların daha güzel dil öğrenmeleri 
      için, civar yaylalardan gelen süt analarına verme âdeti vardı. Bu âdet 
      üzere Mekke'ye yine bir çok kadın gelmiş hepsi birer çocuk almışlardı. 
      Bunların içinde merkebinin çok kötürüm olması sebebi 
      ile Halime bir çocuk alamamıştı. Kendisine Peygamberimiz Aleyhisselâm 
      teklif edilince de, yetim olması sebebiyle pek kârlı bir iş olmaz diye 
      düşünmüş, fakat sonradan aldığına çok sevinmişti. Çünkü O'nun gelmesiyle 
      evinde malında bereket artmış, her şeylerine bolluk gelmişti. Hazreti 
      Halime ve kocası ondaki üstün vasıfları sezerek bir şey olmaması için 
      üzerinde titrie-mişlerdi. Sütanne, 
      Annesine Teslim Ediyor (M.575) Peygamberimiz 
      Aleyhisselâm beş yaşma basıncaya kadar, bu aile içerisinde kalmış, süt 
      kardeşi Şeyma ile beraber büyümüştür. Daha sonra Hazreti Halime getirip 
      validesine teslim etmiştir. Peygamberimiz Aleyhisselâm süt annesine karşı 
      hayatı boyunca hürmet ve ikramda bulunmuştur. Süt kızkardeşi Şeyma'ya 
      karşı da nasıl vefakâr davrandığı Huneyn savaşı sonunda 
      görülmüştür.. Peygamberimiz 
      Aleyhisselâm, süt anasından geldikten sonra iki sene annesi ile beraber 
      kaldı. Hazreti Âmine, oğlu ve kölesi ile beraber Medine'ye gidip Hazreti 
      Abdullah'ın kabrini ziyaret etmek istedi. Bu maksatla yola çıktılar, 
      Medine'ye ulaştılar. Ziyaretlerini yaptıktan sonra, geri dönerken Medine 
      yakınlarındaki Ebvâ köyünde hastalanan Hazreti Âmine 576 veya 577 yılında 
      vefat etti. 
       Dedesinin 
      Himayesinde (M.577) Babasından 
      sonra, altı yaşında anasından da yetim kalan Peygamberimiz Aleyhisseİâm'ı 
      kölesi Ümmü Eymen Mekke'ye getirip dedesi Abdülmuttalib'e teslim 
      etti. Validesinin 
      vefatından sonra Peygamberimiz Aleyhisselâm, dedesi Abdulmuttalib'in 
      yanında kaldı. Hizmeti ile cariye Ümmü Eymen uğraştı. Ebû Talibin 
      Yanında (M.579) Peygamber 
      Efendimiz, İki sene geçip sekiz yaşına geldiği zaman, dedesi Kureyşin 
      reisi Abdülmuttalipde vefat etti. O vefat ederken oğulları içinde Ebû 
      Talib'e, yeğenine bakmak vazifesini verdi. Amcası Ebû 
      Tâlib, ona baba yakınlığı gösterir ve diğer öz oğullarından daha iyi 
      bakar, her şeyden esirgerdi. Çünkü Peygamberimizin; evinin, malının 
      bereketi olduğunu görüyor, kendisindeki ileriye ait halleri seziyordu. 
      Peygamberimiz Aleyhisselâm bir müddet amcasının koyunlarını güderek, 
      amcasına yardımcı olmuştur. Peygamberimiz 
      Aleyhisselâm 13 yaşına girdikleri zaman, ilk defa Mekke dışına seyahat 
      etme imkanını buldular. O devirlerde Kureyş kervanları ticaret için yazın 
      Şam tarafına, kışın da Yemen tarafına giderlerdi. Peygamberimizin amcaları 
      da Kureyş kabilesinin önde gelen kişileri olarak zaman zaman bu 
      kaafilelere katılırlardı. Efendimiz (A.S) de amcaları ile beraber başka 
      ülkeleri görmeyi razu ediyor ve bunu amcası Ebû Talib'e 
      söylüyordu. Ebû Tâlib, yetim 
      yeğenini yanından ayırmak istemiyor, O'nun başına bir şey gelir korkusuyla 
      ne bırakmakta, ne de götürmekte karar kılabiliyordu. Peygamberimiz 
      Aleyhisselâmın kendisiyle gelmek istemesi karşısında, Efendimiz (A.S) 13 
      yaşında iken Suriye'ye giden Şam ticaret kervanına katıldılar. Kaafilenin 
      yolu Şam yakınındaki Busra kasabasına uğradı. Buradaki kilisede vazifeli, 
      gelip geçen yolcularla ilgilenen Bahira adındaki rahibin, kervanı takip 
      eden bir bulut ve kervanda gördüğü genç bir çocuk dikkatini çekti. 
      Mukaddes kitaplarda okuyup, vasıflarını gördüğü ve gelmesinin yaklaştığını 
      sezdiği son peygambere ait bildiklerini, bu genç çocukta 
      gördü. Rahib Bahira, 
      Fahri Kâinat Efendimize, Arapların en büyük putları Lat ve Uzza'nın adına 
      yemin vererek bazı şeyler sordu. O'nun bunlara yemin etmekten 
      hoşlanmadığını gördü. Nihayet Efendimizden rica ederek sırtını açtırdı ve 
      O'nda gördüğü peygamberlik mührünü edeple öptü. Sonra Ebû Talib'e 
      yanındaki çocuğun geleceği hakkında bildiklerinden anlatarak, Şam'a 
      gitmemelerini istedi. Çünkü orada yahudilerin, O'ndaki vasıfları görerek, 
      hasedlerinden bir kötülük yapmalarından korkuyordu. Ebû Tâlib de mallarını 
      Busra'da satıp alacaklarını temin ederek oradan geri döndü. Yemen Seyahati ( 
      M.583) Peygamberimiz 
      Aleyhisselâm 17 yaşında da, diğer amcaları Zübeyr ve Abbas'ın yanında 
      Yemen ticaret Kaafilesine katılarak bu ülkeye gidip geldi. Bu yolculukta 
      da kendisinde büyük haller görüldü. Araplar arasında şan ve şerefi iyice 
      yükseldi. Hılfülfudul 
      Cemiyeti ve Andlaşması (M. 591 ) Cahilliyet 
      devrinde Arap kabileleri arasında kan dâvaları, iç savaşlar eksik olmazdı. 
      Yalnız dört haram ay olan Receb, Zilkade, Zilhicce ve Muharrem'de savaşmak 
      haram kabul edilirdi. Eğer bu aylarda da, savaş yapılırsa, buna Ficar 
      Savaşları adı verilirdi. Kureyşliler ile 
      Havazin kabilesi arasında çıkan ve dört yıl süren böyle bir Ficar Harbine, 
      Peygamberimiz Aleyhisselâm da 20 yaşında iken amcalarıyla beraber 
      katılmıştır. Kureyş'in haklı olduğu bu savaşta, Efendimiz (A.S) hiç 
      kimsenin kanını dökmemiş, bir ok bile atmamıştı. Ancak, düşmanı oklarını 
      toplayıp amcalarına vermişti. Peygamberimiz 
      Aleyhisselâm 20 yaşında iken, Mekke'de yerli ve yabancı herkesin can ve 
      mal emniyetinin korunması, asayişin sağlanması, adaletin işlemesi gibi 
      hususlara sahip çıkan "Hılfulfudul = Fadılların Yemini" adıyla anılan 
      cemiyette bulunmuş, amcalarıyla beraber kurucuları arasında yer 
      almıştır. Efendimiz, 
      amcalarının yanında ticaret hayatını öğrenmiş ve bu işle uğraşmaya 
      başlamıştı. Eskiden beri kavmi arasında akıl, zekâ, kabiliyet ve doğruluğu 
      ile biliniyordu. Bu sebeple herkese emniyet ve güven verdiği için 
      kendisine "Emîn" lâkabı verilmişti. Kureyş'in zengin 
      kadınlarından, yüksek ahlâkı ve yardımseverliği ile tanınmış dul bir hanım 
      olan Hatice, bazı kimselere sermaye ve yardımda bulunarak ortak ticaret 
      yapardı. İlk kocasının ölümünden sonra, kendisi ile evlenmek isteyenler 
      hayli fazla olduğu halde, hiçbirini kabul etmemişti. Peygamberimiz 
      Aleyhisselâmın doğruluk ve dürüstlüğünü duymuş, kendisine sermaye vererek 
      kölesi Meysere ile beraber Şam'a büyük bir ticaret kervanı 
      kaldırmıştı. Peygamberimiz 
      Aleyhisselâm bu seyahatinde Şam'a varmadı. Rahib Bahira'nın ölümünden 
      sonra yerine geçen Rahib Nastura, O'ndaki alâmetleri sezerek bir zarar 
      gelmemesi için, mallarını Busra'da sattırdı. Üç ay süren bu yolculuktan 
      çok büyük bir kârla Mekke'ye dönen Peygamberimiz Aleyhisselâm, Hatice'nin 
      dikkatini çekti. Çünkü O'nun doğruluğu sayesinde, o zamana kadar 
      görülmemiş bir kâr elde etmişti. Hazreti Hatice 
      ile izdivacı (M.596) Hatice, elde 
      ettiği büyük kazançlardan çok, Peygamberimizin doğruluğuna ve üstün 
      vasıflarına hayran kalmış, araya konulan vasıtalarla evlenmişlerdi. 
      Nikâhları kıyıldığı zaman Peygamberimiz Aleyhisselâm 25, Hatice validemiz 
      ise 40 yaşında bulunuyordu. Birbirinden memnun olarak 25 sene mes'ut bir 
      hayat sürdüler, çocuklarını büyüttüler, insanlara örnek oldular. Bu 25 
      senenin 15 yılı Peygamberlikten önce, 10 yılı da Peygamberlik devrinde 
      geçti. Peygamberimiz Aleyhisselâm, kendisine yapılan bir çok tekliflere 
      rağmen, Hazreti Hatice'nin sağlığında başka bir kadın almadı. İbrahim 
      isimli oğlundan başka bütün çocukları Hazreti Hatice'den dünyaya 
      geldi. Kureyşliler bir 
      ara, yağan yağmurlar ve çıkan yangınlardan hayli zarar görmüş olan Kabe'yi 
      yeniden yapmaya, tamir etmeye başlamışlardı. Peygamberimiz Aleyhisselâm da 
      bu çalışmaya katılmış, mübarek omuzlarında taşlar taşımıştı. Her iş bitip 
      sıra Hacer-i Es'ad'ın yerine konulmasına gelince, kabileler arasında 
      andlaşmazlık çıktı. Çünkü herkes bu mübarek taşı yerleştirme şerefini 
      başkasına kaptırmak istemiyordu. Dört beş gün 
      devam eden çekişmeler sonunda, iş iyice alevlendi ve kabileler arasında 
      savaş çıkmasına kadar vardı. Mekke'nin kana bulanacağını gören ve endişeye 
      kapılan yaşlı bir Ku-reyşli bir fikir ortaya attı. Buna göre herkes 
      bekleyecek , Harem-i Şerife ilk girecek kişi hakem seçilecekti. Bu fikir 
      herkes tarafından beğenildi. Bir müddet sonra Fahri Kâinat Efendimizin 
      çıkıp geldiğini gören insanlar, hep birden sevindiler, rahatladılar. Çünkü 
      O'na, doğru ve adaletli davranışından dolayı "Emîn" lâkabını kendileri 
      vermişlerdi.     
      Peygamberimiz Aleyhisselâm kendisinden beklenen şekilde, herkesi 
      yatıştıracak bir usûl buldu. MübareK hırkasını yaygı yaparak ortasına 
      Hacer-i Es'ad'ı yerleştirdi. Yaygının uçlarından, her kabilenin 
      büyüklerine tutturdu. Böylece hep beraber mukaddes taşı kaldırdılar, 
      yerine getirdiler. Yerleştirileceği sırada, Peygamberimiz Aleyhisselâm 
      mübarek ellerine aldı ve yerine koydu. Peygamberimizin 35 yaşında iken 
      yaptığı bu hakemlik ile, büyük bir andlaşmazlık çözüldü, kan dökülmesi 
      önlenmiş oldu. O'nun bu güzel hareketi ile, Kureyşliler kendisine daha çok 
      hayranlık duydu, içlerindeki sevgi arttı, böylece itibarı 
      yükseldi. İlk 
      Vahiy...Peygamberlik ve İslam Dininin Gelişi (M.610) Bütün insanlık 
      kara bir cehalet, akla hayale gelmez sapıklıklar içinde yüzüyordu. Akıl 
      sahipleri ve tevhid inancı içinde olan çok az bir gurup insan, âlemi 
      aydınlatacak hakikat güneşinin yakında doğacağını anlıyorlar, söylüyorlar 
      ve dört gözle bekliyorlardı. Mekke'de bulunan tevhid inancına sahib 
      Hanifler de, Hıra Dağı, (diğer adılya Nur Dağı)'ndaki özel yerlerine, 
      mağaralara çekilip Allahü Teâlâ'ya ibadet ile 
      uğraşıyorlardı. Peygamberimiz 
      Aleyhisselâm da Ramazan ayı gelince, yanına zeytin, su ve kuru ekmekten 
      meydana gelen azığını alır, orada inzivaya çekilir, Allahü Teâlâ'ya 
      ibadete dalardı. Bu ibadeti, olanlardan ibret almak, hakikati düşünmek, iç 
      âleminde murakabeye varmak şeklinde oluyordu. Peygamberimiz 
      Aleyhisselâm 40 yaşına girdiği zaman kendisine Nebîlik, 43 yaşında ise 
      Rasüllük geldi. Nebîlik doğru rüyalarla başlamıştı ki, altı ay müddetle 
      rüyasında gördükleri aynen çıkıyordu. Milâdî 610 
      yılının Ramazan ayında yine böyle Hıra Dağına çekildiği sırada, ayın 
      17'sine rastlayan Pazartesi gecesi seher vaktinde, bulunduğu mağaranın 
      içinde bir ses ve bir nurla irkildi, dehşete kapıldı. Allahü Teâlâ 
      tarafından kendisine gönderilen Melek, Cebrail Aleyhisselâm ilk vahyi 
      getiriyor, Alak Sûresi'nin ilk âyetleri olan "Allah'ın ismiyle oku!" 
      emrini bildiriyordu. Hazreti Cibril bu ilk gelişinde, Fahri Kâinat 
      Efendimize okumayı, abdest almayı ve namaz kılmayı öğretti.     
      Peygamberimiz Aleyhisselâm, saadetti hanesine ilahî vahyin heybetinden 
      korkmuş bir halde döndü. Hazreti Hatice'ye kendisini örtmesini söyledi. 
      Biraz istirahat edip kendine geldikten sonra, olanları anlattı. Hazreti 
      Hatice, her zaman olduğu gibi, Peygamberimizin Peygamberlik vazifesinde de 
      ilk yardımcısı oluyordu. O'nu, tesellî edip büyük bir nimetle karşı 
      karşıya olduğunu anladı ve anlattı. Amcası Varaka'ya olanları bildirdiler. 
      Varaka eski kitabları okumuş, tevhid inancı üzerine olan Haniflerdendi. 
      Duydukları karşısında, Peygamberimiz Aleyhisselâmı tebrik etti. Kendisinin 
      peygamberlikle vazifelendiğini, başına gelecek güçlükleri anlattı. Ancak 
      Peygamberimiz Aleyhisselâmın İslâm'a çağırma zamanına yetişemeden öldüğü 
      için, O'na yardımcı olmak emeline kavuşamadı. Allahü Teâlâ, 
      Peygamber Aleyhisselâmı yavaş yavaş mukaddes vazifesine alıştırdıktan 
      sonra, üç sene geçince Hazreti Cibril gelerek ilâhî emirleri anlatma ve 
      azabdan korkutma vazifesine başlamasını bildirdi. Bundan sonra Cebrail 
      Aleyhisselâm 23 sene boyunca Kur'an âyetlerini, ilâhî emirleri getirmeye 
      devam etti Peygamberimiz Aleyhisselâmın büyük vazifesi de, 13 senesi 
      Mekke'de, 10 senesi de Medine'de olmak üzere yaklaşık 23 yıl devam 
      etti. Peygamberimiz 
      Aleyhisselâm, bütün âlemlere rahmet, insanların ve cinlerin hepsine 
      kılavuz ve kurtarıcı olarak gönderilmişti. Bu son ve tam dine İslâm, ona 
      teslim olup emirlerini kabul edenlere, inananlara Müslüman ve Mümin 
      denildi. Peygamberimiz 
      Aleyhisselâm, vazifeye ilk başladığı zaman, insanları gizli olarak dine 
      çağırıyor, saklı yerlerde buluşup ibadet ediyorlardı. İslâm ile ilk önce 
      şereflenen ve Peygamberimiz Aleyhisselâmla namaz kılan zevcesi Hazreti 
      Hatice, en yakın arkadaşı ve dostu Hazreti Ebû Bekir, amcasının oğlu genç 
      Hazreti Ali ve âzadlı kölesi Hazreti Zeyd b. Harise'dir. Daha sonra 
      Hazreti Ebû Bekir'in yol göstermesiyle Hazreti Osman b. Affan, Hazreti 
      Abdurrahman b. Avf, Hazreti Sa'd b. Ebî Vakkas, Hazreti Zübeyr b. Avvam, 
      Hazreti Talha b. Ubeydillah ye Hazreti Ebû Ubeyde b. Cerrah müslüman 
      oldular. İşte bunlara "İlk Müslümanlar adı verilir. Sonradan Hazreti 
      Ömer'in katılmasıyla bu 10 erkek müslüman "Aşere-i Mübeşşere = Cennetle 
      Müjdelenen Onlar" adıyla anılmış, sahabilerin en büyükleri 
      olmuşlardır. Alenî Davet 
      Başlıyor (M. 613 - İslamın 4. Yılı) Peygamberimiz 
      Aleyhisselâm; ilk üç sene insanları el altından, gizliden gizliye islâm 
      Dinine girmeye, putları terketmeye çağırıyordu. Hazreti Ebû Bekir başta 
      olmak üzere diğer müminler de O'na yardımcı olmaya çalışıyorlar, 
      dostlarını, yakınlarını bu hak dine davet ediyorlardı. Bu üç sene 
      içerisinde müslümanların sayısı 30'u biraz geçmişti. İbadetlerini ise 
      evlerinde, gizli yerlerde yapabiliyorlar, Mescid-i Haram'a girip duâ 
      edemiyorlardı. Kur'an âyetlerini ve hükümlerini öğrenmeleri de yine 
      gizlilikle yürüyordu. Sahabîlerin meydana çıkma isteği karşısında, 
      Peygamberimiz Aleyhisselâm henüz az olduklarını söylüyordu. Nihayet 
      peygamberliğin dördüncü yılına rastlayan Mîlâdî 614 senesinde, Hıcr 
      Sûresi'nin 94'ncü âyetiyle bildirilen "Emrolunduğunu açıkça, 
      çatlatırcasına bildir!" ilâhî emri geldi. Peygamberimiz Aleyhisselâm da 
      vahyin bu emrine uyarak insanları açıktan açığa hak yola çağırmaya 
      başladı. Önce en yakınlarını, akrabalarını, dostlarını ziyaret ederek 
      İslama davet etti. Bu yüce dinin güzelliklerini anlatarak onları 
      kötülüklerden uzaklaştırmaya çalıştı. Mekke kâfirleri, 
      müslümanların yeni bir dinle ortaya çıkmasından hoşlanmamışlardı. Ancak 
      kendilerine bir zararları olmadığı için de pek fazla ses çıkarmıyorlardı. 
      Ancak putlara tapmalarının yanlış ve sapık bir hareket olduğu, gittikleri 
      yolun kötü sonuçlar vereceği gibi hakikatler bildirilmeye başlanınca, 
      düşmanlıklarını ortaya döktüler. Bu düşmanlıkları alay ve hakaretle 
      başladı, sonraları ezâ, cefâ, işkence, ticarî ve medenî sıkıntılara 
      düşürme, şiddet kullanma şeklinde devam etti. Kabul 
      Etmiyorlar Şuarâ Sûresi'nin 
      214 ilâ 216'ncı âyetlerinin gelmesiyle en yakınlarından başlayarak 
      Allah'ın azabıyla korkutma emri bildirilince, Peygamberimiz Aleyhisselâm 
      akrabasını topladı. Putları terketmeleri-ni Allahü Teâlâ'ya ibadette 
      bulunmalarını, iyilikleri ve kötülükleri anlattı. Peygamberimizin 
      karşısına ilk çıkan amcası Ebû Leheb oldu. Nitekim, Allahü Teâlâ'nın 
      emirlerini bildirmek için Mekke halkını Safâ tepesine topladığında; 
      kendisinden şimdiye kadar bir yalan duyup duymadıklarını, şu tepenin 
      arkasında bir düşman ordusu bulunduğunu haber verse inanıp 
      inanmayacaklarını sormuş, kendisine "Emîn" lâkabını verdikleri kimseye 
      elbette inanacaklarını, ondan hiç bir yalan duymadıklarını söyleyen 
      insanlar, O'nun Peygamberliğini bildirip iman etmeleri teklifine bir şey 
      diyememişlerdi. Ebû Leheb ise yine küstahlığını gösterip hakaret etmeye 
      kalkışmış, karısıyla kendisi hakkında Tebbet Sûresi'nin nazil olmasına 
      sebep olmuştu. Kureyş 
      müşrikleri haklarında azâb âyetleri gelince, müminlere eziyet etmeye 
      başladılar. İslâmın yayılmasını, müslümanların çoğalmasını önlemek için 
      ezâ ve cefâdan geri durmadılar. Bir taraftan da, Fahri Kâinat Efendimize, 
      amcası ve koruyucusu Ebû Tâlib'e başvurarak yeni bir din ortaya 
      çıkarmaktan, putlarına dil uzatılmasından vazgeçilmesine çalıştılar. Fakat 
      imkânsız bir şey istedikleri için, red cevabı aldılar. Bunun üzerine zayıf 
      ve kimsesiz müminlere işkence etmeye giriştiler. Peygamberimiz 
      Aleyhisselâm ve diğer kabile ve akrabası kuvvetli olan bazı müslümanlara 
      bir şey yapamıyorlarsa da, fakir, zayıf ve kimsesiz müminlere göz 
      açtırmıyorlardı. Dinlerinden 
      döndürmek ve onlara bakarak başkalarının da iman etmesini önlemek için, 
      akıllarına gelen her türlü eziyet ve işkenceyi uyguluyorlardı. Kâfirlerin bu 
      işkenceleri arasında, müminler öz oğulları bile olsa, aç susuz bırakmak, 
      hapsetmek, bayıltıncaya kadar dövmek, yaralamak, kanlar içinde bırakmak, 
      kızgın güneşin altında üzerine kayalar koyarak bekletmek, kızgın 
      demirlerle dağlamak gibi insanlık dışı usuller vardı. İslâmın ilk 
      devirlerinde işkence gören bu müminler arasında en meşhurları Hazreti 
      Bilal Habeşî, Hazreti Ammar b. Yâsir ve babası Hazreti Yâsir ile annesi 
      Hazret! Sümeyye, Hazreti Habbab b. Eret, Hazreti Suheyb b. Sinan Rumî, 
      Hazreti Ebû Fukeyhe gibi köleler ve zayıflar; Hazreti Zinnîre, Hazreti 
      Lübeyne ve Hazreti Nehdiyye gibi cariyeler vardır. Bunların hepsi de 
      dinlerinden döndürülmek için işkenceye uğramışlardı. Fakat çoğu, 
      kâfirlerin dediklerine uymamış, bazısı ise Peygamberimiz Aleyhisselâmın 
      izniyle sadece dillerinden söylenileni tekrarlamışlardı. Hazreti Ebû Bekir 
      bu işkence gören erkek ve kadın köle müslümanların yedisini büyük 
      karşılıklarla satın alarak âzad etmişti. Hazreti Sümeyye 
      ve Hazreti Yâsir en acı ve çirkin şekilde öldürülerek İslâmın ilk 
      şehîdleri olmuşlardı. Müminlere eziyet 
      ve işkence edenlerin başında Ebû Cehil, Ebû Leheb, As b. Vâil, Ümeye b. 
      Halef, Velid b. Mugîre, Nadr b. Haris gibi ileri gelen Mekke kâfirleri 
      bulunuyordu. İşkenceler Mekke 
      müşriklerinin bütün düşmanca hareketlerine rağmen İslâm dini genişliyor, 
      müminlerin sayısı gittikçe çoğalıyordu. Fakat bu hal, kâfirlerin ezâ ve 
      cefâlarını daha da arttırmalarına yol açıyordu. Çünkü iman ile küfür 
      arasındaki mücadele böyle devam edegeliyordu. Peygamberimiz Aleyhisselâm, 
      düşmanların kendilerine yaptıkları kötülüklere karşı, onları sarsmış olan 
      her türlü dinî ve medenî sapıklıklardan kurtarmaya, ebedî kurtuluşa, 
      huzura kavuşturmaya çalışıyor, Kur'ân okuyarak, İslâm'ın güzelliklerini, 
      küfrün aşağılıklarını anlatarak vazifesini ifâdan geri 
      kalmıyordu. Müşrikler ise, 
      İslâm'ın gelmesiyle o zamana kadar sürdürdükleri haksızlığın, zorbalığın 
      ve bu sayede elde ettikleri makam ve menfaatlerin elden gitmesinden, 
      itibarlarının kaybolarak zengin ve fakir, kuvvetli ve zayıf herkesin ilahî 
      adalet önünde eşit hale gelmesinden korkuyorlardı. Bunun için de, Ebû 
      Tâlib'i sıkıştırarak, müminlerin kuvvetlilerine kadar eziyeti arttırarak, 
      hattâ Peygamberimiz Aleyhisselâmı boğmaya kalkışacak kadar gözleri dönmüş 
      bir şekilde hak dine ve yolcularına saldırıyorlardı. 1. Habeşistan 
      Hicreti (M. 615 İslamın 6. Yılı) İslâm'ın altıncı 
      yılına rastlayan Mîlâdî 615 senesinde, Peygamberimiz Aleyhisselâm 
      sahabîlerinin bir kısmı ile Hazreti Erkam'ın evine taşınmış, bu saadetti 
      hane "Dâr-ı Erkam" adı ile İslâm'da çok mühim bir yer tutmaya başlamıştı. 
      Müslümanlar, artan eziyet ve işkence karşısında ibadetlerini serbestçe 
      yapabilecekleri ve yaşayacakları bir yere hicret, göç etmek için 
      Peygamberimiz Aleyhisselâmdan izin istediler. Kendilerine Habeş diyarına 
      hicret için müsaade verildi ve hayır dualarla yolcu edildiler. Habeş hicretine 
      ilk katılan muhacirler 12 erkek ve 4 kadından ibaretti. Bunların içinde 
      Hazreti Osman b. Affan ve zevcesi, Peygamberimiz Aleyhisselâmın kızı 
      Hazreti Rukayye, Hazreti Zübeyr b. Avvam, Hazreti Abdurrahman b. Avf ve 
      Hazreti Abdullah b. Mesud gibi sahabiler bulunuyordu. Kureyş kâfirleri, 
      onların Mekke'den çıkışını duyarak peşlerinden gitmişlerdi. Ancak müminler 
      gemiye binerek Kızıldeniz'e açılmış olduklarından 
      yetişemediler. İslâm'ın altıncı 
      yılı, Mîlâdî 616 senesinde Ebû Tâlib'in oğlu Hazreti Cafer Tayyar 
      başkanlığında 83 erkek, 21 kadından meydana gelen 104 kişilik bir mümin 
      topluluğu daha Habeşistan'a hicret etmişlerdi. Müslümanlar Habeş hükümdarı 
      Ashame tarafından çok iyi karşılandılar ve her hususta yardım gördüler. 
      Mekke kâfirleri ise, onların iyi halde olduklarını öğrenmişler; orada da 
      kuvvet bulmasınlar diye elçiler göndererek, kendi vatandaşları olan bu 
      insanların geri verilmesini istemişlerdi. İsa Aleyhisselâmın şeriatı üzere 
      tevhid inancında olan Ashame ise, müminlerin verdiği güzel ve mantıklı 
      cevablardan da kuvvet alarak Kureyşlilerin isteklerini kabul etmemişti. 
      Habeş Hükümdarının bu sıkıntılı devirde, gösterdiği yakınlıkla İslâm'a ve 
      insanlığa büyük hizmeti geçmiştir. Habeşistan'da 
      çok iyi geçinen müminlerden bir kısmı, müslümanlarla kâfirlerin 
      anlaştıkları haberini duyarak Mekke'ye dönmüşler, ancak asılsız olduğunu 
      öğrenince tekrar hicret etmişlerdi. Garânik hadisesi adıyla anılan bu 
      yanlış haberden dolayı dönenlere, müşrikler yine işkenceden geri 
      kalmamışlardır. Hazreti Hamzanın 
      Müslüman Oluşu (M.616-İslamın 7. 
      Yılı) Peygamberimiz 
      Aleyhisselâm, her türlü güçlük karşısında insanları hak yola çağırmaya 
      çalışırken, düşmanlar da her fırsatta O'na ve müminlere eziyet etmekten 
      geri kalmıyorlardı. Hicretin altıncı yılında, bir gün Safa tepesinde 
      oturmakta olan Peygamberimiz Aleyhisselâm, Ebû Cehil'in kendisine karşı 
      hakaret dolu sözlerine sabır göstermiş, cevab vermeye tenezzül etmemişti. 
      Bunu gören bir kadın, avdan dönen ve Kabe'yi cahiliyet âdeti üzere tavaf 
      etmekte olan amcası Hamza'ya haber vermiş, hadiseyi sitemli sözlerle 
      anlatmıştı. Hamza, yeğeninin 
      hakarete uğramasına dayanamayarak kalabalık bir topluluk içerisinde oturan 
      Ebû Cehil'e çattı ve kafasına yayı ile vurup yardı. Adamları Ebû Cehil'in 
      uğradığı bu saldırı karşısında Hamza'ya karşılık vermek istediler. Ancak 
      Hamza'nın müslüman olmasından korkan Ebû Cehil, onun, kardeşinin oğlunun 
      intikamını almakta haklı olduğunu söyleyerek aşağıdan aldı. Hamza ise, 
      Fahri Kâinat Efendimize giderek yaptığını anlattı, Efendimizitesellî etmek 
      istedi. Fakat Peygamberimiz Aleyhisselâm, amcasına, ancak müslüman olduğu 
      takdirde tesellî bulup memnun olacağını bildirdi. Bunun üzerine Hazreti 
      Hamza İslâm ile şereflendi. Hz. Ömer'in 
      Müslüman Oluşu (M.616 - İslamın 7. Yılı) Hazreti 
      Hamza'nın iman etmesiyle, küfür ileri gelenleri korktuklarına uğramışlar, 
      kuvvetli bir destekçilerini kaybetmişlerdi. Bu korku ve telaşla acele 
      alarak toplandılar ve bu işe bir çare bulmanın yollarını araştırdılar. 
      Sonunda Peygamberimiz Aleyhisselâmı ortadan kaldırmaya karar verdiler. 
      Ancak Peygamberimiz Aleyhisselâmın kabilesi Haşim Oğulları hayli kuvvetli 
      olduğu için, kimse böyle bir işi almaya cesaret edemiyordu. İçlerinde en 
      cesuru, 33 yaşında bir yiğit olan Ömer b. Hattab, ortaya çıktı ve bu işi 
      üzerine aldı. Kâfirler onun bu fedailiği karşısında çok sevindiler. 
      Kendisini alkış ve övmelerle, büyük vaad ve mükâfatlarla yola çıkardılar. 
      Ömer, kılıcını sıyırmış bir halde hırsla Peygamberimiz Aleyhisselâmın 
      bulunduğu Dâr-ı Erkam'a giderken, yolda kızkardeşi Hazreti Fâtıma ile 
      eniştesi Hazreti Sa'd'ın da müslüman olduklarını öğrenince, çileden çıktı. 
      Önce onların işini bitirmek maksadıyla geri döndü. Onun geldiğini duyan ve 
      içeride Kur'ân okumakta olan ev halkı, korkuyla âyetleri sakladılar. Fakat 
      Ömer, okunan âyetleri duymuş, ne olduğunu sormuştu. Onlar gizlemek 
      isteyince, eniştesini ayağının altına aldı. Kocasına yardım etmek 
      isterken, kızkardeşi de yediği tokatla ağzı burnu kan içinde yere düştü. 
      Ancak imanın verdiği kuvvetle; "Ey Ömer, Allah'dan kork da yaptığın zulme 
      bak! İşte biz, müslüman olduk, başımızı kessen de imanımızdan dönmeyiz!" 
      diye haykırdı. Bu 
      duygulandırıcı manzara karşısında, yaptıklarından utanan ve pişman olan 
      Ömer, okuduklarını getirmelerini istedi. Kendisine Tâhâ ve Hadid Sûresi 
      âyetlerini getirip okudular. Kur'ân-ı Kerîm'in hakikatleri ve güzelliği 
      karşısında kalbi yumuşayan ve küfür düşüncelerini dışarı fırlatan Ömer, 
      Fahri Kâinat Efendimize götürülmesini istedi. O sırada 
      Efendimiz eshabı ile Dâr-ı Erkam'da bulunuyordu Ömer'in geldiğini gören ve 
      duyan müminler endişe ve korkuya kapıldı. Yalnız Hazreti Hamza istifini 
      bozmadı. Peygamberimiz Aleyhisselâm, Hazreti Cibril'den müjdeyi aldığı 
      için sakin bir şekilde bekliyordu. Nitekim içeri girer girmez kendisine 
      müslüman olmasını teklif ettiği zaman, Hazreti Ömer kelime-i şehadet 
      getirip İslâm'ın 40'ıncı yiğidi olma şerefini kazanıyordu. Müslümanlar 
      ise, önce Hazreti Hamza, üç gün sonra da Hazreti Ömer'i kazanmakla büyük 
      sevince boğuldular. Hazreti Ömer'in 
      teklifi ile, Peygamberimiz Aleyhisselâm ve müminler toplu halde meydana 
      çıktılar ve namaz kılmak üzere Kabe'ye yürüdüler. Peygamberimiz 
      Aleyhisselâmı öldürmek üzere gönderdikleri Hazreti Ömer'in; 
      Peygamberimizin yanında diğer müslümanlarla beraber geldiğini gören 
      kâfirler, endişeye kapıldılar. Hazreti Ömer'in meydan okuyan sözleri 
      karşısında neye uğradıklarını şaşırdılar, her biri bir tarafa 
      sıvıştılar. Müminler ise 
      Fahri Kâinat Efendimizle, Kabe'de ilk defa açıkça kıldıkları namaz ve 
      getirdikleri tekbirlerle etrafı inletiyorlardı. Peygamberliğin yedinci, 
      miladın 616'ncı yılında küfrün iki ana direğini, kendi sarayına kazanan 
      İslâm'a girenlerin sayısı, bu iki sahabiden sonra aynı sene içerisinde 
      300'e çıkmış oluyordu. Müminler 
      Muhasaraya Alınıyor (M.616 - 619) Kureyş'in ileri 
      gelenlerinden Hazreti Hamza ve Hazreti Ömer gibi iki yiğidin müslümanlar 
      tarafına geçmesi, kâfirleri düşündürmeye başladı. Düşman oldukları 
      topluluk günden güne kuvvetleniyor, inanmadıkları din gittikçe 
      yayılıyordu. Toplanıp ne yapacaklarını konuştular. Nihayet müslümanlar ve 
      onlara yardımcı olanlarla her türlü alâkayı kesmeye, kendilerine boykot 
      ilân ederek muhasara ve abluka altına almayı kararlaştırdılar. Alış-veriş 
      etmemek, kız alıp vermemek, görüşüp buluşmamak ve yardımcı olmamak gibi 
      maddeler koyarak bu hususta bir de ahidname, andlaşma yazdılar. Ahidnameyi 
      götürüp Kabe'nin duvarına astılar, yaptıkları işe mukaddeslik vermek 
      istediler. Böylece İslâm'ın yedinci yılının başı olan Muharrem ayında, 
      Mîlâdî 616 senesinde Peygamberimiz Aleyhisselâm ile müslümanlar, onlara 
      destekte bulunan Haşim Oğulları, Ebû Tâlib mahallesi denilen yerde hapis 
      kalmaya başladılar. Kureyş kâfirleri 
      bu hareketleriyle müslümanları ve yardımcılarını yıldırmak, aç ve susuz, 
      ticarî ve medenî haklardan mahrum ve çaresiz bırakarak teslim olmaya, 
      Peygamberimiz Aleyhisselâmı desteklemekten caydırmaya çalışıyorlardı. 
      Ancak Müslümanlar ve Ebû Talib'in idaresindeki Haşim Oğulları, her türlü 
      sıkıntıya katlanarak Peygamberimizin etrafından ayrılmamaya kararlıydılar. 
      Peygamberimiz Aleyhisselâmın amcalarından Ebû Leheb ise, akrabalarının 
      ölümüne bile göz yumarak kâfirlerle beraber olmaktan 
      çekinmemişti. Üç senelik 
      muhasara devrinde, müminler ve dostları her türlü sıkıntı ile 
      karşılaştılar. Aç ve susuz kaldılar, çocukların açlıktan feryadları Mekke 
      sokaklarını inletir oldu. Yiyeceksizlikten ağaç yapraklarını, deri 
      parçalarını yemek zorunda kaldılar. Bu insanlık dışı davranışlar, küfür 
      sapıklığına düşmüş azgınlara en ufak bir acıma duygusu, pişmanlık hissi 
      vermiyordu. Gelen kervanların mallarını en pahalı fiyatı vererek yere 
      dökerek müminlerin almalarını önlüyorlardı. Muhasara altında kalanlara 
      gizlice yardım etmek isteyen yakınlarını en ağır cezalara 
      çarptırıyorlardı. Mîlâdî 616-619 
      yıllarında devam eden bu sıkıntılı hayat sırasında, sadece haram aylardaki 
      yumuşaklıktan faydalanarak ihtiyaçlar sağlanıyordu. Peygamberimiz 
      Aleyhisselâm da hak yola çağırma vazifesini ancak bu aylarda 
      yapabiliyordu. Bu üç senelik zaman içerisinde de pek çok mucizeler meydana 
      geldi. Birçok kimseler imanla şereflendi. Ahidnameyi yazan Mansur b. 
      ikrime adındaki kâfirin elleri kurudu. Ahidnamenin Allahü Teâlâ'nın ismi 
      bulunan yerinden başka her tarafını güveler yedi. Akıl ve vicdandan nasibi 
      olanlar insafa geldi. Yakınlarının bu haline dayanamayan bazı Mekkeliler 
      güve yemekle hükümsüz kalan ahidnameyi astıkları yerden indirdiler. 
      Gösterdikleri gayret ve çaba ile muhasara altındaki insanların serbest 
      bırakılmasını sağladılar. İslâm ehli ve 
      dostları üç yıllık sıkıntı ve azabdan kurtuldukları için Mekke'de adetâ 
      bayram yapıldı. Herkes evine, eşine, dostuna, akrabasına kavuştu, birbiri 
      ile kaynaştı. Müslümanların ve 
      dostlarının sevinmesi fazla sürmeden, muhasaradan sekiz ay sonra Ebû 
      Tâlib, ondan üç gün sonra da Hazreti Hatice vefat etti. Müminler üstüste 
      gelen bu acıyla sarsıldı, Peygamberimiz Aleyhisselâm çok 
      üzüldü. Ebû Tâlib, 
      küçüklüğünden beri Peygamberimiz Aleyhisselâmı öz evladından daha çok 
      severek büyütmüş, baba olmuş, kendisi iman etmemekle beraber imansızlara 
      karşı korumuş, her zaman O'na kanat germişti. Onun ölümüyle Peygamberimiz 
      Aleyhisselâmın çok üzülmesi, iki sebebe bağlıydı. Biri, o kadar destek ve 
      yardımına rağmen iman etmeyip küfür üzere gitmesi, diğeri gözle görülür 
      bir himayeden mahrum kalmasıydı. 80 yaşında ölen 
      Ebû Talib'den üç gün sonra da, müminlerin validesi, Peygamberimiz 
      Aleyhisselâmın en büyük ve yakın desteği Hazreti Hatice, 65 yaşında vefat 
      etti. Peygamberimizin ve sahabilerinrin acısı bir kat daha arttı. Onların 
      üstüste uğradığı bu acı sebebiyle, miladın 620'nci, İslâm'ın ise 11. 
      senesine rastlayan bu yıla "Hüzün Yılı" adı 
      verildi. Taif Yolculuğu 
      (M.620 - İslamın 11. Yılı) Ebû Talib'in 
      ölümünden sonra, kâfirlerin Fahri Kâinat Efendimize ve sahabilerine karşı 
      düşmanlıkları iyice arttı. Kureyş'in idaresi düşmanların eline geçtiği 
      için, eziyet ve işkenceleri dayanılmaz hale geldi. Daha önce söz 
      sihirbazlığı ile suçladıkları Fahri Kâinat Efendimize toprak, deve 
      işkembesi pislikleri atarak en ağır işkenceleri uygulamaya başladılar. 
      Peygamberimiz Aleyhisselâm bütün bu güçlüklere rağmen, panayırlarda, hac 
      mevsimlerinde civardan gelen insanları hak yola çağırmaktan geri 
      kalmıyordu. Başta amcası Ebû Leheb olmak üzere, müşrikler ise yol 
      başlarında bekleyerek O'na inanmamalarını söylüyorlardı. Peygamberimizin 
      İslâm'a çağırışının arkasından, hemen kendisini yalancılıkla, 
      sihirbazlıkla, huzuru bozmakla suçluyorlardı. Peygamberimiz 
      Aleyhisselâm, Kureyşlilerin bu zulüm ve baskısından biraz uzak kalmak ve 
      vazifesini başka yerlerde yapabilmek için Mekke dışına çıktı. Mîlâdî 620 
      yılının Şevval ayında, ilk müminlerden âzadlı kölesi Hazreti Zeyd b. 
      Harise ile beraber Hicaz şehirlerinden Taife gitti. Burada akrabası da 
      olduğu için, imana geleceklerinden ümitli idi. On gün kadar kalarak puta 
      tapan halkı, Allahü Teâlâ'nın varlığına ve birliğine îman etmeye 
      çağırdı. Fakat 
      Taif'liler, yazın bağlık ve bahçelik şehirlerinde sayfiyeye gelen 
      Mekkelilerle aralarının bozulmasını, putlarının ve yaşayışlarının değerini 
      kaybetmesini istemediler. Onun için de Fahri Kâinat Efendimize îman etmek 
      şöyle dursun, peşine taktıkları serseri ve başıbozuk takımıyla işkence 
      ettiler. Serseri ve çapulcular önce alay ederek, sonra şehir dışına 
      kovalayarak taşa tuttular. Peygamberimiz Aleyhisselâmın mübarek ayaklarını 
      yaraladılar, kanlar içinde bıraktılar. Kızgın güneşin altında hem kaçan ve 
      hem o hazrete siper olmaya çalışan Hazreti Zeyd'i de 
      yaraladılar. Binbir güçlükle 
      Mekkeli iki kardeşin bağına sığman Peygamberimiz Aleyhisselâm kendisinden 
      önce, arkadaşının yarasıyla ilgilendi. Gördüğü bu en ağır ezâ karşısında, 
      o insanların helak olmalarını istemedi. İmana gelmeleri, kurtuluşa 
      ermeleri için duada bulundu. Bağda kendilerine üzüm getiren, Yunus 
      Aleyhisselâmın hemşehrisi Ninova'lı bir Hıristiyan köle olan Hazreti Addas 
      İslâm ile şereflendi. Peygamberimiz 
      Aleyhisselâmın başına gelenler Mekke'de duyulmuştu. Onun için müminlerin 
      tavsiyesi üzerine, Peygamberimiz Aleyhisselâm kâfirlerden Mut'ım b. 
      Adiyy'in himayesini istedi. Onun kabul etmesiyle Kabe'ye gidip namaz 
      kıldı. Mut'ım'ın bu iyiliği müminler tarafından hiç bir zaman unutulmadı. 
      Ancak kendisi kâfir olarak Bedir Harbinde öldü. Peygamberimiz bu 
      defa mukaddes vazifesini yerine getirmek için, etraf kabilelere gitti. 
      Onların putları bırakıp hakikate gelmelerini söyledi. Fakat Mekke 
      kâfirlerinin tesiri her yerde hüküm sürdüğü için ümid edilen fayda elde 
      edilemedi. Birinci Akabe 
      Biati (M.620 - İslamın 11. Yılı) Peygamberimiz 
      Aleyhisselâm İslâm'ın 11'inci yılı hac mevsiminde, etraftan gelen 
      ziyaretçileri hak yola çağırmaya çıkmıştı. Mekke ile Mina arasında, Akabe 
      denilen tepede Medine'li altı kişiye rastladı. Kendilerine Kur'ân okuyup 
      vaaz ve nasihatta bulundu, iman etmeye çağırdı. Onlar da beraber 
      yaşadıkları yahudilerden böyle bir peygamber geleceğini duyarlardı. Hattâ 
      yahudiler kendilerinin Allah'ın dini üzere olduklarını, onların ise puta 
      taptıklarını söyleyerek kınarlar ve aşağılarlardı. Medine'nin Hazrec 
      kabilesinden olan bu kimseler, Evs kabilesiyle aralarında çıkan 
      çarpışmalardan hayli yıpranmışlar ve destekçi bulmak için yola 
      çıkmışlardı. Yahudilerle de süregelen savaşlar ve onların baskısı altında 
      ezilmişlerdi. Böylece geleceğini duydukları peygambere îman ederek 
      Medine'den islâm kervanına katılan ilk müslümanlar ve Ensâr 
      oldular. Hazreti Esad b. 
      Zürâre, Hazreti Rafi' b. Mâlik, Hazreti Avf b. Haris, Hazreti Kutbe b. 
      Amir, Hazreti Utbe b. Amir ve Hazreti Haris b. Abdullah'dan meydana gelen 
      bu ilk Ensâr topluluğu, Medine'ye dönünce, duyduklarını anlattılar. 
      Böylece hak din orada da yayılmaya, kuvvet bulmaya başladı. Bu ilk Medine'li 
      müslümanların Peygamberimiz Aleyhisselâma îman ettikleri gün, "İlk Akabe 
      Buluşması" adıyla anılır. Ertesi sene ise yine bunlardan beş kişinin de 
      içlerinde bulunduğu 12 kişilik bir Kaafile, hac mevsiminde Akabe'ye geldi. 
      Burada Peygamberimiz Aleyhisselâmla buluşup kendisine bîat ettiler. 
      "Birinci Akabe Bîatı" diye isimlendirilen bu karşılaşmada, ilk defa 
      Peygamberimiz Aleyhisselâmın elini tutarak hırsızlıktan, kız çocuklarını 
      öldürmekten, nikâhsız yaşamaktan, yalan ve iftiradan kaçınmak, Allah ve 
      Rasûlüne itaatten ayrılmamak üzere ahid verdiler. Akabe bîatıyla 
      İslâm'da yeni bir devir açılıyor, Arap Yarımadasında hüküm süren şirk ve 
      zulüm hayatına karşı bayrak açılarak, din ve insan hakları için büyük bir 
      hizmet başlıyordu. Bu müslümanlar Medine'ye dönerek yine din hizmetine 
      başladılar. Kendilerine din öğretmek üzere Hazreti Mus'ab b. Umeyr 
      gönderildi. Reisleri ise 
      Hazreti Esad b. Zürâre idi. İslâmiyet Medine'de gittikçe yayıldı. Puta 
      tapmayı bırakıp müslüman olanların sayısı kısa zamanda 40'a yükseldi. 
      Hazreti Mus'ab'ın yumuşak ve ikna edici nasihatleri, en katı insanların 
      kalbini bile İslâm'a açıyordu. Mi'rac Mucizesi 
      (M.621-İslamın 12. Yılı) Birinci Akabe 
      bîatından sonra, İslâm'ın 12'nci, milâdın 621'inci yılında Receb ayının 
      27'nci, Cuma gecesinde Mi'rac Mucizesi meydana geldi. Yükseğe çıkmak, 
      yücelmek ve gece vakti yol almak mânâlarından dolayı İsra ve Miraç adıyla 
      anılan bu büyük hadisede pek çok sırlar ve lütuflar vardır. İsrâ Sûresi 
      âyetlerinde bu mucize bildirilmektedir. Cebrail 
      Aleyhisselâm, Allahü Teâlâ'nın emriyle bir gece, Peygamberimiz 
      Aleyhisselâmı Mescid-i Haram'dan alıp Mescid-i Aksâ'ya getirdi. Oradan da 
      göklere çıkarıp gezdirdi. Buralarda peygamberlerle karşılaştı ve tanıştı. 
      Hiç bir peygambere nasib olmayan nice âlemler ve hakikatlere ulaştı. 
      Allahü Teâlâ'nın dilediği yere kadar vardı, neler gördü, 
      neler... Mi'rac gecesinde 
      o zamana kadar sabah ve akşam iki vakit olarak kılınan namaz beş vakite 
      çıkarıldı. Bakara Sûresi'nin sonu olan Âmenerrasûlü âyetleri ile Allahü 
      Teâlâ'ya ortak koşanların dışında bütün müminlerin Cennete girecekleri 
      müjdeleri gibi hediyeler verildi. Efendimiz bütün bu hakikatlere çok kısa 
      bir zamanda ruh ve cesediyle beraber erip döndü. Peygamberimiz 
      Aleyhisselâm ertesi günü Mi'rac mucizesini insanlara haber verdi. İlk önce 
      Hazreti Ebû Bekir kabul ve tasdik ettiği için "Sıddîk" lâkabını aldı. 
      Diğer sahabiler de kabul ederek tebriklerde bulundular. Ancak kâfirler, 
      kuru akılla böyle bir şeyin imkansız olduğunu söylediler. Kervanların bir- 
      ayda gidip bir ayda döndüğü Mescid-i Aksâ'ya ve daha ötelere bir gecede 
      gidip gelmeyi mümkün görmediler. Mescid-i Aksa ile ilgili sorularına, 
      mucize ile tam ve doğru cevap veren Peygamberimiz Aleyhisselâmı yine 
      yalanlamaktan geri kalmadılar. İkinci Akabe 
      Biati (M.622 - isiamm 13. Yılı) Peygamberliğin 
      13'üncü, milâdın 622'nci yılında yine hac mevsiminde Peygamberimiz 
      Aleyhisseiâm ile buluşan ve bîat eden Medine'li müslümanların sayısı 75'e 
      ulaşmıştı. Bu müminler içerisinde Hazreti Halid b. Zeyd Ebû Eyyub Ensarî 
      ve iki de kadın bulunuyordu. Bu üçüncü buluşmaya "İkinci Akabe Bîatı" adı 
      verildi. Peygamberimiz 
      Aleyhisselâm, bu toplantıya henüz îman etmemiş olan amcası Abbas ile 
      gelmiş ve Medine'ye hicretin şartları görüşülmüştü. Müslümanlar Allah ve 
      Rasûlüne her hal içerisinde itaat içinde olacaklarına, Peygamberimiz 
      Aleyhisselâmı kendi nefisleri, çoluk ve çocukları gibi düşmanlarından 
      koruyacaklarına, doğru olanın yapılması için hiç bir şeyden 
      çekinmeyeceklerine mallarıyla ve canlarıyla bu yolda çalışacaklarına söz 
      verdiler. Peygamberimiz 
      Aleyhisselâm kendisine bîat edildikten sonra, Medine'lilerin arasından 12 
      temsilci seçip kabilelerinin başına tayin etti. Müslümanlar toplantı 
      yerine gizli ve ayrı ayrı geldikleri için müşriklerin haberleri her şey 
      bittikten sonra oldu. Bu sebeple de bir şey yapamadılar. Kâfirlerin 
      işkence ve baskıları son hadde ulaştığı bir sırada, müminlerin Medine 
      şehrine hicret etmelerine izin verildi. Böylece Peygamberliğin 14'üncü 
      yılında iman ehli, birer, ikişer, küçük gruplar halinde Mekke'den 
      ayrılmaya başladılar. Allah yolunda uğradıkları zulüm ve cefâdan dolayı, 
      mallarını, mülklerini, yakınlarını terkederek yine Allah rızâsı için 
      memleketlerinden göç ediyorlardı. Müminlerin 
      hicreti, Medine'li müslümanlarla son Akabe bîatı sırasında Zilhicce ayında 
      kararlaştırılmıştı. Mîlâdî 622 yılının Nisan ayına rastlayan Muharrem ayı 
      başlarında da hicret için izin çıkmıştı. Kureyş kâfirleri, düşman 
      oldukları kimselerin aralarından ayrılmalarını istemekle beraber, bir 
      taraftan da endişeleniyorlardı. Onun için istemedikleri insanların çıkıp 
      gitmelerinde bile düşmanlıktan geri kalmıyorlardı. Kâfirlerin zararından 
      korunmak için bütün müminler gizlice göç ederlerken, Hazreti Ömer kılıcını 
      kuşanmış bir halde Kabe'yi tavaf ettikten sonra, din düşmanlarına meydan 
      okuyarak yola çıktı. Kendisine kimse karşılık vermeye cesaret 
      edemedi. Müslümanların 
      dinleri uğruna her şeylerini bırakıp vatanları olan Mekke'den 
      ayrılmalarına "Hicret", kendilerine "Muhacirler", onları Medine'de 
      karşılayıp Allah için her türlü maddî ve manevî yardımda bulunan müminlere 
      de "Ensâr" adı verildi. İslâm Dininde zulme uğrayanların yurdlarını 
      terkedip yeni bir memlekete sığınmaları ve orada yaşayan müslümanların 
      kendilerine kucak açıp kardeşçe davranmaları gibi büyük bir dayanışma ve 
      kaynaşmayı, Allah yolunda beraber çalışmayı sergileyen Hicret hadisesi, 
      tarihte çok mühim bir yer tutmaktadır. Öldürme 
      Kararı Bir müddet sonra 
      Mekke'de Peygamberimiz, Hazreti Ebû Bekir, Hazreti Ali ve hapsedilenlerle 
      beraber bir kaç mümin kalmıştı. Kureyş kâfirleri önce kendilerinden 
      kurtulduklarını sanarak rahatladıkları müminlerin, 
      Medine'de toplanıp birleşerek kuvvet bulduklarını görünce endişeye 
      kapıldılar. Çünkü Medine, Mekkelilerin Şam ticaret yolunun üzerinde 
      bulunuyordu. Bu sebeple, kendileri için tehlike gözüküyordu. Üstelik 
      müminlerin orada iyice kuvvetlenmeleriyle islâm'ın civar kabilelere de 
      yayılması, tehlikeyi daha da büyütüyordu. Kureyş kâfirleri 
      acele olarak toplandılar. Peygamberimiz Aleyhisselâm gidip müminlerin 
      başına geçmeden bu işi bitirmek, tehlikeyi ortadan kaldırmak istediler. Ne 
      yapacaklarına dair uzun uzun konuştular. Zincire vurup hapsetmek veya 
      başka bir yere sürgüne göndermek gibi bir çok fikirler ileri sürdüler. 
      Ancak bunların hepsinin bir mahzuru ortaya çıkıyor, istenilen neticeyi 
      vermesi de şüpheli görülüyordu. Nihayet en cin 
      fikirlileri olan Ebû Cehil, Peygamberimizin vücudunun ortadan 
      kaldırılmasını söyledi. Kan dâvasını önlemek için de, her kabileden 
      seçilecek birer yiğidin topluca hücum etmelerini ileri sürdü. Böylece 
      kimin öldürdüğü bilinmeyecek, Hâşim Oğulları da bu kadar kabileye karşı 
      koyamayacağı için diyet ödenmesine razı olacak, iş de kolayca 
      kapanıverecekti. Ebû Cehil'in 
      fikri kabul edildi. Kureyş'in çapulcuları Peygamberimiz Aleyhisselâmı 
      öldürmek için saadetti hanesini geceleyin çevirdiler. Niyetleri kapıdan 
      sabah vakti çıkar çıkmaz işlerini bitirmekti. Ancak Allahü Teâlâ, Cebrail 
      Aleyhisselâm ile onların kötü ve korkunç niyetini sevgili peygamberine 
      bildirdi. Efendimiz (A.S) de yatağına Hazreti Ali'yi yatırdı. Kendisi ise, 
      Yasin Sûresi'ni okuyarak müşriklerin arasından çıkıp gitti. Kâfirler işin 
      farkına bile varamadılar. Sabahleyin yatakta Hazreti Ali'yi görünce 
      küplere bindiler. Mekke'den 
      Ayrılış Ve Sevr Mağarası (M.622-İslamın13. 
      Yılı) Peygamberimiz 
      Aleyhisselâm, kendisine hicret etmek arzusunu bildiren fakat her defasında 
      beklemesi söylenen en yakın dostu Hazreti Ebû Bekir'in yanına varmıştı. 
      Hazırlıklarını tamamlayıp yola çıktılar. Mekke'ye birbuçuk saatlik 
      mesafedeki Sevr dağında bir mağaraya gizlendiler. Mekke'den ayrılırken 
      ayakkabılarını çıkarmışlar, ayaklarının uçlarına basarak yol 
      almışlardı. Peygamberimiz 
      Aleyhisselâm, iman etmeyen fakat yine de en emin kişi olduğunu kabul eden 
      Kureyşlilerin; kendisine bıraktıkları emanetlerini de Hazreti Ali'ye 
      teslim etmişti. Hazreti Ali de Efendimiz (A.S) Mekke'den ayrıldıktan sonra 
      bu emanetleri sahihlerine vermiş, onlardan üç gün sonra yalnız olarak 
      Medine'ye hareket etmişti. Kureyş 
      kâfirleri, Peygamberimiz Aleyhisselâmı ellerinden kaçırdıktan sonra, 100 
      deve mükâfat vaadiyle, peşine bir çok adamlar saldılar. Kendileri de en 
      iyi kılavuzları tutarak aramaya çıktılar. Bir ara gizlendikleri mağaranın 
      kapısına kadar geldiler. Ancak mağaranın ağzındaki ağaca yuva yapan 
      güvercinleri, kapıyı ördükleri ağ ile kapatan örümcekleri görünce 
      döndüler. Bu halde içeriye kimsenin girmemiş olduğunu sandılar. Halbuki 
      onların konuşmaları içeriden duyuluyor, Hazreti Ebû Bekir Peygamberimiz 
      Aleyhisselâm için endişeye kapılıyordu. Efendimiz (A.S) ise, yakın 
      dostunu: -"Mahzun olma, 
      Allahü Teâlâ bizimle beraberdir!" diye tesellî 
      ediyordu. Peygamberimiz 
      Aleyhisselâm, hicret arkadaşı ile üç gün üç gece mağarada kaldı. Bu zaman 
      içerisinde Hazreti Ebû Bekir'in oğlu Abdullah haberleri bildirir, âzadlı 
      kölesi Hazreti Âmir b. Füheyre de sütlerini getirirdi. Üç gün sonra, arama 
      işi biraz gevşeyince, kılavuz seçilen kimse develeri getirdi. Kılavuz 
      kâfir olmakla beraber, yolu en iyi bilen, güvenilir bir adamdı. Hazreti 
      Âmir de yanlarında olarak Medine'ye doğru yola çıktılar. Sapa ve kestirme 
      yollardan gittiler. Kureyş'in 100 
      develik mükâfatını duyan Süraka adında yiğit bir pehlivan, Fahri Kâinat 
      Efendimize yetişmeyi başarmıştı. Hazreti Ebû Bekir'in endişeleri arasında 
      kılıcını çekip atını sürdü. Ancak atının ayakları kumlara gömülüp aşağı 
      yuvarlandı. Bütün gayretleri sonuç vermeyince, bir şey yapamayacağını 
      anladı. Pişmanlık duyarak Peygamberimiz Aleyhisselâmdan aman diledi. 
      İsteğinin kabul edilmesiyle o tarafa gelenleri de geri çevirdi. İleriki 
      senelerde ise İslâm'la şereflendi. Medine 
      yolcularını yakalamak isteyenlerden biri de 70 kişiyle takip eden Büreyde 
      idi. Ancak Peygamberimiz Aleyhisselâmla karşılaşınca, onu bağlayıp 
      götürmek isterken kendisi O'na bağlandı kaldı. Yanındakilerle beraber 
      müslüman olup beyaz sarığını mızrağına geçirerek Peygamberimizin ilk 
      bayraktarlığını yaptı. Yolda daha bir 
      çok mucizeler meydana geldi. Nihayet İslâm'ın 13'üncü senesi Rebîulevvel 
      ayına rastlayan Mîlâdî 17 Temmuz 622 tarihinde, Mekke'den çıkıp 13 günlük 
      yolu 8 günde alarak Medine'ye hicret eden Peygamberimiz Aleyhisselâm ve en 
      yakın dostu, Kuba köyüne ulaştı. Peygamberimiz Aleyhisselâmın gelmesini 
      her gün güneşin altında dört gözle bekleyen ve bunun için yollara dökülen 
      müminler, yüksek bir kuledeki yahudinin "Beklediğiniz zât geliyor!" diye 
      bağırmasıyla sevince boğuldular. Medine adetâ bayram yerine döndü. Hep 
      beraber Peygamberimiz Aleyhisselâmı karşıladılar. Peygamberimiz 
      Aleyhisselâm, Medine'ye bir saatlik mesafede bulunan Küba'da iki hafta 
      kadar kaldı. İslâm'da ilk mescid olan Kuba mescidini yaptırdı. Hazreti Ali 
      ile bazı sahabiler burada kendisine kavuştu. Daha sonra bir Cuma günü, 
      etrafını kuşatan müminlerle Medine'ye hareket etti. Rânûna vadisindeki 
      Salim Oğulları yurdundan geçerken, öğle vakti Cuma namazı farz kılındı. 
      Peygamberimiz Aleyhisselâm bu emri bildirerek ilk Cuma namazını kıldırdı 
      ve güzel bir hutbe okudu.     
      Aynı günün akşamı Medine'liler Peygamberimiz Aleyhisselâmı büyük bir sevgi 
      ile karşıladılar, bayram yaptılar. Kendisini ve O'na inanarak hicret 
      edenleri başlarına tâc ettiler. Peygamberimiz Aleyhisselâmı müsafir etmek 
      için yarışa girdiler. Efendimiz (A.S) ise, hiçbirini kırmamak için 
      devesini serbest bıraktı. DevesininHazreti Halid b. Zeyd Ebû Eyyub 
      Ensarî'nin evinin yanına çökmesiyle, yedi ay onun evinde müsafir 
      kaldı. MEDİNE 
      DEVRİ(M.622 - İslamın 
      13. Yılı - Hicri-1 ) Peygamberimiz 
      Aleyhisselâmın Medine'ye hicretiyle, ilahî vazifeyi ifa etmekteki 13 
      senelik Mekke devri sona ermiş, 10 yıllık Medine devri başlamış oldu. 
      Hicretin İslâm ve dünya tarihindeki yeri çok mühim olduğundan, 
      yapılışından 17 yıl sonra takvim başlangıcı olarak kabul edildi. Böylece 
      Medine devriyle, aynı zamanda hicret yılı da başlamış oldu. Peygamberimiz 
      Aleyhisselâm hicretinde 53 yaşında bulunuyordu. Bu 53 sene, Fil yılından 
      Hicret'e kadar geçen zamanı da gösteriyordu. Peygamberimiz Aleyhisselâmın 
      gelişiyle o zamana kadar Yesrib diye anılan bu şehir, Medine 
      (Medinetünnebî = Peygamberin Şehri) olarak isim değiştirdi. Müslümanlar 
      Arasında Kardeşlik Kurulması Mekke'li 
      müslümanlar yurdlarından göç edip ayrıldıkları için Muhacirler, 
      Medine'li müminler ise onlara her türlü yardımı yaptıkları için, bu mânâya 
      gelen Ensâr adıyla anılıyorlardı. Peygamberimiz Aleyhisselâm düşmanlara 
      karşı iyice kuvvetlendirmek ve aralarında daha çok kaynaştırmak için 
      müminleri birbirine kardeş yaptı. Bir muhacir ve bir ensâr mümin, ikişer 
      ikişer kardeş oldular. Böylece vatanlarını bırakıp mallarını, mülklerini 
      Allah yolunda terkedenlere, yine Allah için diğer kardeşleri ellerini 
      uzatıyor, malını paylaşıyor, derdine ortak oluyordu. Bununla da İslâm 
      iyice kuvvet bulup din hizmeti daha kolay yapılıyordu. Müslümanlar 
      arasındaki bu kardeşlik, tarihte örneği görülmemiş bir şekilde büyük bir 
      mânâyı dile getiriyor, kan kardeşliğinden daha tesirli olduğunu 
      gösteriyordu. Peygamberimiz Aleyhisselâm müminleri kardeş yaptıktan sonra, 
      erkek ve kadın yeni müslüman olanların hepsinden de bîat almış, ahd ve 
      sözle Allah yoluna bağlamıştı. Bu kardeşliğin 
      tesiriyle mal ve sermaye sahibi olan Mekke'li muhacirler de kısa zamanda 
      ticaret hayatında ilerlemişler, kendi kendilerini idare eder hale 
      gelmişlerdi. Hatta içlerinde büyük kervanlar kaldıranlar, son derece 
      zengin olanlar bile vardı. Yahudilerle Vatandaşlık 
      Andlaşması Peygamberimiz 
      Aleyhisselâm müminleri birbirine bağladıktan sonra, aynı şehirde beraber 
      yaşadıkları diğer insanlarla da iyi münasebetler kurmak istedi. Bunların 
      başında yahudiler geliyordu. Müslümanlar Medine'ye göç etmekle düşman 
      tehlikesinden kurtulmuş sayılmazlardı. Kureyşliler, gönderdikleri 
      mektublarla gerek yahudileri, gerekse Medine kâfirlerini müminler aleyhine 
      kışkırtıyorlar, bu hususta onlara bile hakaret ve tehditte 
      bulunuyorlardı. Yahudilerle 
      yapılan vatandaşlık andlaşmasında, Medine'ye yapılacak düşman saldırıları 
      karşısında ortak hareket etmek, birbirlerinin haklarına saygı göstermek, 
      kötü hareketlerden, yasaklardan kaçınmak gibi maddeler vardı, andlaşmazlık 
      halinde Peygamberimiz Aleyhisselâm hakem seçilmişti. Ancak müslümanlığın 
      ilerlemesini istemeyen yahudiler, sonraları ilk fırsatta andlaşmayı 
      bozdular ve cezalarını da çektiler. Mescid-i 
      Nebevî'nin Yapılması - Suffa Eshâbı Peygamberimiz 
      Aleyhisselâm Medine'ye gelince, müminlerin genişçe ibadet edebileceği bir 
      Mescid ihtiyacı ortaya çıktı. Şehre girişinde devesinin çöktüğü arsa satın 
      alındı. Peygamberimiz Aleyhisselâm ve bütün sahabiler canla başla 
      çalışarak büyük bir Mescid yapıldı. Bu mescide,"Mescid-i Nebevî = 
      Peygamber Mescidi" .adı verildi. O zaman kıble, Mescid-i Aksa üzere olduğu 
      için, mihrabı Kudüs'e doğru yapıldı. Peygamberimiz 
      Aleyhisselâm mescidinin hemen yanıbaşına Suffa denilen gölgelik bir yer 
      yaptırdı. Kimsesiz, ilim öğrenen ve öğreten müminleri yerleştirdi. Böylece 
      bugünkü Kur'ân mekteblerinin temeli atılmış, ilim tahsili başlamış oldu. 
      Suffa Eshâbı adıyla anılan bu müminler, devamlı olarak Peygamberimiz 
      Aleyhisselâmın yanında bulunurlar, ilim öğrenirlerdi. Sahabile.rin 
      zenginleri ise, onların geçimini sağlarlardı. Islama yeni girenlere 
      öğretici olarak burada yetişen âlimler gönderilirdi. Hazreti Aişe ile 
      Evlenmesi (M. 623- H. 2) Peygamberimiz 
      Aleyhisselâm, Mescid'in inşaası bittikten sonra, bitişiğinde kendi ev 
      halkı için Hâne-i Saadet adı verilen odalar yaptırdı. O zamana kadar 
      Mekke'de bulunan ev halkını getirterek buralara yerleştirdi. Efendimiz o 
      zaman Hazreti Şevde validemiz ile evli, Hazreti Ebû Bekir'in kızı Hazreti 
      Aişe validemiz ile de nişanlı idi. Mescid ve hanei saadet yapıldıktan 
      sonra Hazreti Aişe validemiz ile evlendi. Hicretten 7-8 ay sonra yapılan 
      bu evlilik sırasında Hazreti Aişe validemiz 18 yaşında, zekâsı ve aile 
      terbiyesi çok olgunlaşmış bir çağdaydı. Peygamberimiz Aleyhisselâm'dan 
      öğrendikleriyle, hadis ve fıkıh ilmine çok büyük hizmetlerde 
      bulunmuştur. İlk Ezan, Namaz 
      Rekatleri Ve Aşûrâ Orucu (H.-2) Mescid'in 
      bitmesinden sonra, müslümanlara namaz vakitlerini bildirmek için bir 
      alâmete ihtiyaç oldu. Peygamberimiz Aleyhisselâm sahabileriyle çeşitli 
      çareler konuştu. Çan çalmak, boru çalmak, ateş yakmak gibi fikirler, başka 
      dinlerin alâmetlerine benzediği için kabul edilmedi. Sonra, görülen bir 
      rüya üzerine bugünkü şekliyle Ezan sünnet kılındı. Aynı zamanda ilahî 
      vahiy ile de bildirilen Ezan, çok kuvvetli bir sünnet oldu. Hazreti Bilal 
      i Habeşî, gür sesiyle ezan okumaya başladı. Hicretin birinci 
      yılında namaz rekatlerinin sayısı da değişti. Mi'racda vitir ve akşam 
      namazı farzı üç, yatsı, sabah, öğle ve ikindi namazlarının farzları ise 
      ikişer rekat olarak emrolunmuş ve hicrete kadar böyle kılınmıştı. Ancak 
      hicretten hemen sonra vitir ve akşam namazı farzı yine üç, sabah namazı 
      farzı da iki rekat olarak kaldı, hazerde ve seferde değişmedi. Yatsı, öğle 
      ve ikindi namazlarının farzları ise seferde yine iki olarak kaldı, hazerde 
      ise dörder rekata yükseltildi. Cuma namazının 
      farzı, Ramazan ve Kurban namazları ise iki rekat olarak emrolundu. 
      Peygamberimiz Aleyhisselâm Medine'ye gelince, sahabilerine Muharrem ayında 
      Aşûrâ orucu tutulmasını da bildirdi. Kâfirlerle 
      Savaşa İzin Verilmesi (M. 623- H.2) Mekke Kâfirleri, 
      müslümanların günden güne kuvvet bulmasını çekemiyorlar, kendileri için 
      büyüyen bir tehlike olarak görüyorlardı. Bu endişelerinden dolayı, Medine 
      yahudileri ile müşriklerine gönderdikleri mektublarla kışkırtıcılıktan 
      geri kalmıyorlardı. Bunun tesiri de kendini göstermiş, yahudiler ve yerli 
      kâfirler düşmanlığa başlamışlardı. Bunlara müslüman gözüküp de kâfirlerle 
      aynı düşmanlığı gizli ve sinsice yapan münafıklar eklenince, İslâm'ın 
      düşmanları gittikçe işi azıtıyordu. Kureyş kâfirleri 
      kışkırtıcılıkta, hakaretti sözler yayarak dil ile yaptıkları 
      düşmanlıklarına; bir de, Medine yakınlarına kadar sızarak mal ve can 
      emniyetini bozmayı eklediler. Kâfirlerin bu baskınları karşısında, 
      sayıları 1500'e ulaşan müslümanlar nöbet tutmaya başladılar. Kâfirlere 
      karşı koymak istediler. Ancak ilahî emir henüz gelmediği için 
      Peygamberimiz Aleyhisselâm izin vermiyordu. Nihayet bir 
      müddet sonra, önce İslâm şairlerine, kâfirlerin dil ile saldırılarına 
      karşı koyma izni çıktı. Arkasından da müşriklerin kullandıkları silâhlarla 
      karşılık vererek, mukaddes cihad emri geldi. Böylece müminlerin 
      kendilerini savunması şeklinde başlayan küçük, büyük pek çok savaşlar 
      oldu. Seriyye ve 
      Gazalar Peygamberimiz 
      Aleyhisselâmın hazır bulunduğu savaşlara "Gazâ" veya "Gazve", 
      bulunmadıklarına ise "Seriyye" adı verilir. Gazaların sayısı 20'den fazla, 
      seriyyelerin adedi ise 50'ye yakındır. Gazvelerin içinde en mühimleri 
      Bedir, Uhud, Hendek ve Hayber savaşlarıdır. Seriyyeler, 
      keşif kolları halinde düşmanın halini gözetlemek, ticaret kervanları 
      üzerine giderek gözdağı vermek gibi vazifeler yapıyor, müslüman yiğitlerin 
      kendilerini korumak, Allah yolunda vuruşmak için hazırlıklı olduklarını 
      gösteriyordu. İlk seriyye bir beyaz bayrak bağlanarak Hazreti Hamza'nın 
      kumandanlığında gönderilmiştir. Bedir savaşına kadar seriyyelere katılan 
      askerler hep muhacir müminlerden meydana gelmiştir. Serriyelerin hiç 
      birinde kan dökülmek istenmemiştir. Ancak Hazreti Abdullah b. Cahş 
      kumandanlığında yapılan seriyyede, çok nazik bir durum ortaya çıktığı için 
      ilk defa Allah yolunda düşman öldürülmüş, esir ve ganimet alınmıştır. 
      Fakat hadise haram aylardan Receb'e rastladığı ve Peygamberimiz 
      Aleyhisselâm kan dökme emri vermediği için dedikodulara, üzüntülere yol 
      açmıştır. Daha sonra gelen bir vahiy ile seriyye askerleri afvolunmuş, 
      kâfirlerin yaptığı düşmanlığın daha ağır ve kötü olduğu 
      bildirilmiştir. Kıble'nin 
      Kudüs'den Kabe'ye Çevrilmesi (M. 623- H.2) Hicretin ikinci 
      senesine kadar müminler Kudüs'deki Mescid-i Aksâ'ya doğru namaz 
      kılıyorlar, ibadet yapıyorlardı. Bu senede ise kıble Mescid-i Aksâ'dan 
      Mescid-i Haram'a, Kabe'ye çevrildi. Bu husustaki vahiy geldiği zaman, 
      Peygamberimiz Aleyhisselâm Seleme Oğulları yurdundaki mescidde öğle 
      namazını kıldırıyordu. Farzın ikinci rekatinin rükûsunda vahyin 
      gelmesiyle, Kudüs'den Kabe'ye doğru döndüler. Namazlarını bu halde 
      tamamladılar. Onun için bu mescid, "İki Kıbleli Mescid" adını 
      aldı.     
      Yahudiler ve Hıristiyanların da kıbleleri Kudüs olduğu için, daha önce 
      müminlerin o tarafa doğru ibadet etmesinden memnun oluyorlardı. Zaten 
      onların İslâm Dinine ısınmaları için, bir süre böyle devam etmişti. 
      Kıblenin değişmesiyle gerek yahudiler, gerekse kâfirler çok dedikodu ve 
      yaygara yaptılar. Bedir Savaşı, 
      İslâm'ın gelişinin 15'inci, hicretin ikinci, miladın 624'üncü yılında 
      Medine'ye 80 millik mesafedeki Bedir köyünde meydana geldi. Kâfirlere 
      karşı korunmak ve Allahü Teâlâ'nın dinini yaymak için verilen savaş 
      izninden sonra yapılan ilk gazâ olan Bedir'in; tarihteki yeri çok büyük ve 
      mühimdir. Müslümanları 
      Medine'de de rahat bırakmayan, tehdit mektublarıyla şehirde huzuru bozan, 
      yakın yerlere kadar gelerek yağmacılıkla mal emniyetini sarsan Kureyş 
      müşrikleri harbe hazırlanıyorlardı. Bunun için Ebû Süfyan idaresinde büyük 
      bir ticaret kervanını Şam'a göndermişlerdi. Elde edilecek gelir ile 
      silahlarını ve kuvvetlerini iyice arttırmak istiyorlardı. Peygamberimiz 
      Aleyhisselâm Ramazan ayı içerisinde, Kureyş kervanının halini anlamak ve 
      hazırlık olmak için sahabileriyle beraber Medineden çıktı. İslâm Ordusunda 
      ilk defa Medine'li ensâr da yer almıştı. Müslümanların bu hareketini haber 
      alan Ebû Süfyan, kervanının korunması için Mekke'ye haber saldı. Mekke'de 
      koparılan yaygara üzerine büyük bir kâfir ordusu yola çıkarıldı. 
      Müminlerden önce gelerek Bedir'de su başını tuttular. Peygamberimiz 
      Aleyhisselâm bir savaş maksadıyla çıkmamıştı. Ancak Kureyşlilerin bu kötü 
      niyetleri karşısında sahabileriyle görüştü. Onların fikirlerini, 
      düşüncelerini öğrendi. Buraya kadar sokulmuş bulunan düşmana karşı 
      konulmasında birleşildi. Sahabiler Fahri Kâinat Efendimize sonuna kadar 
      bağlılıklarını bildirdiler. Ebû Süfyan 
      ticaret Kaafilesini sahilin kestirme yollarından geçirerek tehlikeli 
      bölgeden uzaklaştırmıştı. Kervanı kurtardığını Kureyşlilere de 
      bildirmişti. Ancak müslümanlarla savaşmak, onların birliğini dağıtmak için 
      çoktan beri fırsat arayan müşrikler geri dönmediler. Sayı ve silah 
      üstünlüklerine güvenerek müslümanları ortadan kaldırabileceklerini 
      sandılar. Tarafların 
      Kuvvetleri Kureyşliler 
      saldırarak, müminler ise kendilerini koruyarak savaşa başlayacakları 
      sırada kuvvet dengesi birbirinden hayli farklıydı. Ebû Cehil'in kumandası 
      altındaki kâfirler, 100 atlı, 700 develi, geri kalanı yaya olmak üzere 950 
      kişiydi. Çoğu zırhlı ve ağır silahlarla donatılmıştı. Müminler ise 3 
      atlı, 70 develi 313 yiğitti. Hayvanlara nöbetleşe biniyorlardı. Ancak 
      Peygamberimiz Aleyhisselâmın kızı olan, zevcesi Hazreti Rukayye'nin ağır 
      hastalığı sebebiyle Hazreti Osman gibi bir kaç sahabîye izin 
      verilmişti. Bedir'de, 
      şimdiye kadar kan ve başka anlaşmazlıklar için çarpışan Arap kavmi, ilk 
      defa din uğruna savaşıyordu. Bunun içindir ki, iki tarafın askerlerinden 
      çoğu birbirlerinin en yakınıydı. Müslümanların sancağını Hazreti Mus'ab, 
      kâfirlerin bayrağını kardeşi Ebû Aziz taşıyordu. Peygamberimiz 
      Aleyhisselâmın amcalarından Hazreti Hamza kendi yanında, diğer amcası 
      Abbas düşman safındaydı. Yine damadlarından Hazreti Ali yanında iken; 
      diğeri, Hazreti Zeyneb'in kocası Ebû Âs kâfirler arasındaydı. Hazreti Ebû 
      Bekir'in oğullarından Hazreti Abdullah yanında, Abdurrahman ise karşısında 
      bulunuyordu. Diğerlerinin yakınları da bunlar gibiydi. Savaş Başlıyor 
      (M. 13 Mart 623 - H. 17 Ramazan 2) Hazırlıklardan 
      sonra, iki ordu 17 Ramazan'a rastlayan Mîlâdî 13 Mart 624 Cuma günü sabahı 
      karşı karşıya geldi. Peygamberimiz Aleyhisselâm müminlerin orucunu 
      bozdurdu. Gece yağan yağmurla su ihtiyaçlarını da karşılamışlardı. Çünkü 
      su kuyusu kâfirlerin elinde bulunuyordu. Peygamberimiz Aleyhisselâm Allahü 
      Teâlâ'ya dualarda bulunuyor, yalvarıyor, müminlere müjdeler veriyordu. 
      Müslümanların da kendilerinden üç misli fazla düşman karşısında, 
      maneviyatı artıyor, gayretleri çoğalıyordu. Hazreti Abdullah 
      b. Cahş seriyyesinde öldürülen Amr'ın kardeşi Âmir, bir ok atarak Hazreti 
      Ömer'in âzadlı kölesi Hazreti Mihca'yı şehîd etti. İslâm yolunda savaşta, 
      ilk düşen şehîd o oldu ve çarpışma da böylece başladı. İlk hücumu ve 
      öldürmeyi kâfirler yapmış, müminler de karşılık vermek zorunda kalmış 
      oluyorlardı. O zamanın âdetine göre, Kureyşliler ortaya üç kişi çıkardı. 
      Müminlerden de Hazreti Hamza, Hazreti Ali ve Hazreti Ubeyde karşılık 
      verdiler ve düşman kâfirleri yere serdiler. Artık savaş, iyice kızışmış, 
      Kureyşliler korkunç bir saldırıya geçmişti. Müminler iman kuvvetiyle karşı 
      koydular ve büyük bir azimle dayandılar. Sonunda Allahü Teâlâ'nın 
      yardımına kavuştular. Zafer 
      Müslümanların Savaşın sonunda 
      kâfirler bozguna uğramış, galib gelenler Allah ve Rasûlüne inananların 
      olmuştu. Aralarında Ebû Cehil gibi büyük kâfirlerin de olduğu 70 Kureyşli 
      öldü, 70 kişi de esir düştü. Canını kurtArapilenler de ölülerine, 
      mallarına bakmadan kaçtı. Müminler jse 14 şehîd verdi, bol ganimet aldı. 
      Peygamberimiz Aleyhisselâm esirlere hoş davranılmasını emretti. Kâfirlerin 
      ölüsünü ise bir çukura doldurttu. Haber Mekke'ye ulaşınca kimse inanamadı. 
      Şehir halkı mateme büründü. Savaşa gelmeyen ve yerine paralı asker 
      gönderen Ebû Leheb, bir hafta sonra kahrından öldü. Müslümanlar 
      büyük ve mühim bir zafere kavuştu. Ancak Peygamberimiz Aleyhisselâmın kızı 
      Hazreti Rukayye'nin ölüm haberi gelmekle, sevinmeleri uzun sürmedi. 
      Savaşta alınan ganimetler eşit şekilde sahabîlere dağıtıldı. İzinli 
      olanların hakkı da verildi. Esirler ise kurtulup paraları ödettirilerek 
      serbest bırakıldı. Kurtulma parasını bulamayan kâfirlere ise mühim bir hak 
      tanındı. Ensâr çocuklarından onar kişiye okuma-yazma öğreterek 
      kurtuldular. Bazıları ise hallerine göre karşılıksız salıverildi. Esirler 
      hakkındaki bu güzel davranış, çoklarının îman etmesine yol 
      açtı. Zekât Ve Oruç 
      Farz Kılınıyor (M. 623- H.2) Hicretin ikinci 
      senesinde mühim dinî hükümlerden bir kısmı daha emrolundu. Bunlar, oruç, 
      fıtır sadakası, zekât, kurban, Ramazan ve Kurban bayramları namazlarıdır. 
      Ramazan orucu, Bedir gazasından önce Şaban ayında farz kılındı. Ayrıca 
      fıtır sadakası da emrolundu. Ramazan ve Kurban bayramları namazları ve bu 
      bayram günlerindeki beş vakit namazdan sonra tekbir getirmek vâcib oldu. 
      Zilhicce ayında kurban kesmek vacip zekât da, farz kılındı. Kaynuka 
      Yahudileriyle Savaş (M. 623- H.2) Müslümanların 
      Bedir zaferini kazanarak kuvvetlenmesi, yahudilerin hoşuna gitmedi. 
      Kıskançlıkları iyice artarak huzursuzluk çıkardılar. Daha önce müminlerle 
      yaptıkları andlaşmayı da bozdular. Kendilerine güvendikleri ve 
      Kureyşlilerden üstün gördükleri için savaşa hazırlandılar. Bir yahudi 
      kuyumcunun dükkanına gelen bir mümine kadının hakarete uğraması ile iş 
      alevlendi. Hakaret eden yahudi ile mümine kadını korumaya gelen müslümanın 
      öldürül mesiyle savaşa girilmiş oldu.     
      Hemen Kalelerine çekilen ve savaşa başlayan yahudiler, Peygamberimiz 
      Aleyhisselâmın sulh tekliflerini reddettiler. Bunun üzerine kale 
      kuşatıldı. 15 gün kuşatma altında kalan yahudilere, umdukları yardım 
      gelmedi. Sonunda teslim olduklarını açıkladılar. O zamanın savaş 
      kanunlarına göre, teslim olanlar öldürülebilirdi. Ancak münafıklardan 
      araya girenler oldu. Peygamberimiz Aleyhisselâm fitnenin büyümemesi için 
      ricaları kabul etti. 700 kişilik Kaynuka Oğulları yahudileri canlarını 
      kurtarıp Suriye'ye sürgüne gittiler. Ele geçen ganimet askerlere 
      dağıtıldı. Topraklar da ihtiyaç sahibi müminlere verildi. Kureyş kâfirleri 
      Bedir hezimetinden sonra, öc almak için bir yıl hazırlık yaptılar. 
      Mekke'nin idarecisi de Ebû Süfyan olmuştu. Medine'yi basmak, müminlerden 
      intikamlarını almak düşüncesiyle 3000 kişilik bir ordu hazırladılar. 
      Orduda 700 zırhlı, 200 atlı ile 3000 deve bulunuyordu. Orduya, 
      yakınlarının öcünün alınması için askerleri gayretlendirmek maksadıyla 
      bazı Kureyş kadınları da katılmıştı. Ayrıca düşük ahlâklı kadınlar ile 
      çalgı ve içki âlemeri ile ordunun rezilliği arttırılmıştı. Kısaca 
      kâfirlerin gayretini arttırmak için her türlü çare düşünülmüştü. Ebû 
      Süfyan'ın karısı Hind gibi kadınlar da, askerlerinin Bedir'deki gibi 
      kaçmalarını önlemek için orduya katılmışlardı. Katılmalarını istemeyenlere 
      karşı da bu fikirlerini açıkça söylüyorlardı. Peygamberimiz 
      Aleyhisselâmın Mekke'de bulunan amcası Abbas, Kureyşlilerin bu büyük 
      hazırlığını özel olarak tuttuğu bir adamla gönderdiği mektubda yeğenine 
      bildirdi. Peygamberimiz Aleyhisselâm ve dostlarının zarar görmesini 
      istemiyordu. Peygamberimiz Aleyhisselâm gönderdiği keşif kolları ile, bu 
      haberin doğruluğunu ayrıca öğrendi. Düşmanı karşılamak için hemen 
      hazırlıkları başlattı. İstişare Peygamberimiz 
      Aleyhisselâm sahabîlerini topladı ve nasıl hareket edeceklerini konuşmaya 
      başladı. Kendisi gördüğü bir rüya üzerine şehirde kalarak düşmanı 
      püskürtmek fikrinde olduğunu söyledi. Sahabîlerin bir kısmı da bu 
      düşüncede olduklarını bildirdiler. ancak Bedir savaşma katılamayanlar, 
      gençler ve yiğitler, düşmanla göğüs göğüse çarpışmak için Medine dışına 
      çıkılmasını istediler. Bu fikirlerinin kabulü için de çok İsrarlı 
      davrandılar. Peygamberimiz Aleyhisselâm bunun üzerine İslâm ordusu ile 
      hazırlandı. Dışarıda savaşmak için İsrar edenler, Peygamber Aleyhisselâmın 
      fikrine göre hareket etmenin daha iyi olacağını anladılar. Bu fikrin 
      uygulanması için İsrarlarından vazgeçtiler. Ancak Peygamberimiz 
      Aleyhisselâm, verilen karardan dönmesinin uygun olmadığını 
      bildirdi. Tarafların 
      Kuvvetleri Peygamberimiz 
      Aleyhisselâm 1000 kişilik bir kuvvetle Cuma namazından sonra Medine'den 
      çıktı. Yolda yahudilerden bir kısmı da savaşa katılmak istedi. Fakat 
      Peygamberimiz Aleyhisselâm kabul etmedi. Yahudilerle dost olan 
      münafıkların reisi Abdullah b. Übey b. Selül, bazı bahaneler göstererek 
      300 adamıyla birlikte İslâm Ordusundan ayrıldı. Onların Medine'ye 
      dönmesiyle müminler 700 kişi kaldı. Bunlardan 100'ü zırhlı, ikisi atlı 
      idi. İslâm Ordusu 
      Uhud dağına vardığı zaman, düşman askerleri oraya yerleşmişti. Kâfirlere 
      gözükmeden şafak vakti dağın eteklerine varıldı. Arkaları Uhud dağına 
      gelerek Medine'ye karşı saf bağladılar. Düşmanın geriden saldırısını 
      önlemek için 50 kişilik bir okçu bölüğü, dağın sol taraftaki boğazına 
      yerleştirildi. Peygamberimiz Aleyhisselâm okçulara, savaşın sonucu ne 
      olursa olsun, kendilerinden habersiz yerlerini terketmemelerini 
      emretti. Uhud Savaşı 
      Başlıyor (M. 625 - H.4) İslâmın 16'ncı, 
      hicretin 3'üncü, miladın 625'inci yılının 25 Mart'ında, 11 Şevval 
      Cumartesi günü Uhud gazası başlamış oldu. Mekkeli kadınların çalgıları 
      arasında ortaya çıkan ve çarpışmak için adam isteyen kâfir askerleri 
      Hazreti Hamza ve Hazreti Ali'nin kılıçları ile yere düştüler. Kureyşliler 
      ölülerinin öcünü almak, putlarını korumak için var güçleriyle saldırıyor, 
      onların üçte birinden daha az müminler ise Allah yolunda, O'nun hak dâvası 
      uğrunda karşı koyuyorlardı. Savaş kısa zamanda kızışmış, imanlı İslâm 
      askerleri düşmanın merkezine kadar ilerlemişti. Onların kılıç darbeleri 
      altında hemen 20 kâfir ölmüş, düşen bayraklarını kaldıracak kimse 
      bulunamaz olmuştu. Çok geçmeden 
      Kureyş ordusu bozulmuş, kadınlar panik içerisinde dağa kaçışmaya, 
      bağırışmaya başlamışlardı. Müminlerin bir kısmı kaçan düşmanı kovalamaya 
      çalışırken, diğer bir kısmı ise savaş zaferimizle bitti, diyerek ganimet 
      toplamaya başlamıştı. Ganimetler pek çok olduğundan düşmanı sonuna kadar 
      kovalama işini bıraktılar, ele geçen büyük bir fırsatı tam 
      değerlendiremediler. Ayneyn adındaki boğaza yerleştirilmiş bulunan okçular 
      da savaşın, kendilerinin zaferiyle bittiğini söyleyerek ganimet toplamaya 
      koştular. Kumandanları Hazreti Abdullah b. Cübeyr'in, hiç bir halde 
      buradan ayrılmamakla emrolunduklarına dair gösterdiği çabalar bir sonuç 
      vermedi. Boğazda kumandanla beraber sekiz okçu kalıverdi. Kureyş 
      kumandanlarından Halid b. Velid, bu fırsatı çok kollamış fakat ele 
      geçirememişti. Okçuların dağıldığını görünce, 250 kişilik süvari birliği 
      ile boğaza daldı. Kalan okçuları şehîd ettikten sonra, ganimet toplamaya 
      dalan mümin askerleri arkadan sardı. Diğer taraftan da dağılan Kureyş 
      askerleri toplanıp saldırmaya başladı. Müslümanlar iki taraftan da kıskaca 
      alınmıştı. Müminler aralarındaki parolayı bile unutmuşlar, birbirlerine 
      girmişlerdi. Bu şaşkınlık içerisinde savaşı kazanmışken kaybeder hale 
      düştüler. Dağlardan inen Kureyş kadınları tekrar kâfirleri çalgılar ve 
      şarkılar ile coştumaya çalışıyorlardı. İslâm Ordusu pek sıkışık bir halde 
      kaldı. Kendilerini toparlamaya çalıştılarsa da, Kureyşliler üstünlüğü ele 
      geçirmişti. Bazı sahabîler Kureyş'in amansız saldırılarına, yer yer 
      mukavamet gösteriyorlar ise de, umumî gidiş kâfirlerin lehine 
      idi. Kureyş askerleri 
      bu fırsattan faydalanarak Peygamberimiz Aleyhisselâmı öldürmeyi 
      gözetliyordu. Sahabîlerden Hazreti Mus'ab'ı, Efendimiz (A.S) sanarak şehîd 
      etmişler ve bunu bağırarak savaş meydanına duyurmuşlardı. Peygamberimiz 
      Aleyhisselâmın öldürüldüğüne dair yayılan bu yanlış haber de, 
      müslümanların moralini iyice bozdu. Halbuki, dağın tepesinde bir avuç 
      müslüman Peygamberimiz Aleyhisselâmın etrafını sarmışlar, O'na bir zarar 
      gelmemesi için canlarını veriyorlardı. Bu arada Peygamberimizin mübarek 
      dişi kırılmış, yanağı yarılmış, bazı yaralar almıştı. Ebû Süfyan, 
      Peygamberimiz Aleyhisselâmın bulunduğu tepenin altına gelerek oradakilere 
      seslendi. Peygamberimiz Aleyhisselâmın, Hazreti Ebû Bekir ve Hazreti 
      Ömer'in sağ olup olmadıklarım öğrenmek istedi. Fakat Peygamberimizin 
      emriyle cevap verilmedi. Ebû Süfyan'ın "Demek ki, bunların hepsi ölmüş!" 
      demesine dayanamayan Hazreti Ömer, "Hayır! Sorduklarının hepsi de sağ!" 
      cevabını verdi. Ebû Süfyan: "Savaş nöbetledir. Bugün biz Bedir'in öcünü 
      aldık!" diye övünmek istedi. Hazreti Ömer de "Fakat bizim ölülerimiz 
      Cennette, sizinkiler Cehennemde!" diye haykırdı. Müşrikler, 
      müminlere karşı sağladıkları üstünlükten faydalanıp savunmasız kalan 
      Medine'ye giremediler. Çünkü Allahü Teâlâ'nın onlara verdiği korkuyla, 
      müminlerden tek bir esir bile alamadan Mekke'nin yolunu tuttular. Yolda 
      akılları başlarına geldi ve tekrar saldırmayı düşündüler. Fakat 
      Peygamberimiz Aleyhisselâm da böyle bir tehlikeyi düşündü. Sahabîlerden 
      bir birlik meydana getirdi. Başlarına geçerek düşmanı takibe çıktı. 
      Medine'den sekiz kilometrelik mesafedeki Hamrâulesed denilen yere kadar 
      gidildi. Üç gece hiç sönmeyen kalabalık ateş yaktırdı. Müslümanlara kuvvet 
      geldiğini sanan kâfirler korktular. Tekrar saldırmaya cesaret edemeden 
      yollarına devam ettiler. Halbuki müminlerin sayısı 75 kişilik bir 
      kuvvetti. Uhud savaşı 
      böylece üç safha geçirmiş oldu. Müminler galib iken mağlûb,, mağlûb iken 
      düşmanı takible tekrar galib hale geldi. Mağlûb duruma düşmeleri, 
      Peygamberimiz Aleyhisselâmın iki emrinde gösterdikleri gevşeklikten, galib 
      hale gelmeleri ise tekrar O'nun sözlerine tam yapışmakla mümkün 
      oldu. Uhud Savaşı'na 
      bazı mümin kadınlar da katılmışlar, yaralıların yarasını sarmak, askerlere 
      su dağıtmak gibi vazifeler yapmışlardır. Kureyşli kadınlar ise kâfirleri 
      eğlendirmek, kaçmalarını önlemek, öçlerini alabilmek için katılmışlardı. 
      Bu arada savaş meydanındaki şehîdlerin burunlarını, kulaklarını kesmek 
      gibi vahşîce, insanlığa sığmayan alçaklıklarda bulunmuşlardır. Uhud'da 
      kâfirler 20 ila 30 arasında ölü verirken, müminlerden 70 kişi şehîd düştü. 
      Bunlar arasında Peygamberimiz Aleyhisselâmın amcası Hazreti Hamza da 
      vardı. İrşad Heyetleri 
      İhanete Uğruyor (M. 625- H.4) Uhud savaşının 
      sonucu, müşrikleri, yahudileri ve onlara destek olan kabileleri 
      şımartmıştı. Müminler ise, gelecek tehlikelere karşı çok tedbirli 
      davranıyorlardı. Diğer taraftan ise, çıkarılan seriyyelerle düşmanlara 
      karşı hazır olduklarını gösteriyorlardı. Fakat düşmanlar başka aldatıcı 
      yollara başvurdular. Müslümanları böyle kalleşçe avlamak istediler. 
      Hicretin dördüncü yılında, irşad için istenen müminler ihanete 
      uğradılar. Medine 
      yakınındaki kabilelerden ikisi, Fahri Kâinat Efendimize gelerek 
      kendilerine İslâm dinini öğretecek kılavuzlar göndermesini istediler. 
      Efendimiz (A.S) de Kur'ân öğretip din bilgilerini anlatmak üzere, 10 
      kişilik bir irşad heyetini onlarla gönderdi. Fakat Kaafile Raci' denen 
      yere varınca müminler, 20 kişilik bir çete tarafından sarıldı. İhanete 
      uğradıklarını anlayan irşad heyeti, dağa sığınarak kendilerini savundular. 
      Sekizi şehîd edildi, ikisi ise canlarına zarar gelmemek üzere teslim 
      alındı. Fakat onlar da Mekke müşriklerine satıldı. Kureyşliler, bu iki 
      mümini Bedir'de ölenlere karşılık idam ettiler. Canlarının bağışlanması 
      için dinlerinden dönmeleri peygamberlerini kötülemeleri teklifini ise 
      şiddetle reddedip .şehîdlik rütbesine kavuştular. Yine aynı sene 
      içinde Necid şeyhi Ebû Berâ, Peygamberimiz Aleyhisselâmdan din öğretmeleri 
      için bir heyet istedi. Peygamberimiz Aleyhisselâmın güvenememesi üzerine, 
      kendisine teminat verdi. Bunun üzerine Suffa eshabından 70 kişi 
      gönderildi. Kendilerine, Ebû Berâ'nın yeğenine yazılan bir de mektub 
      verildi. Ebû Berâ'nın iyi niyetine rağmen, yeğeni başka adamlar 
      toplayarak, mektubu bile okumadan müminlere baskın yaptı. "Bi'r-i Mâune = 
      Mâune Kuyusu" mahallinde irşad heyetini kılıçtan geçirtti. İçlerinden 
      sadece biri sağ olarak kurtuldu. Medine'ye gelerek acı haberi ulaştırdı. 
      Peygamberimiz Aleyhisselâm ve sahabîleri çok elem içinde kaldılar. 
      Peygamberimiz Aleyhisselâm bir ay müddetle, namazdan sonra bu zalimlere 
      beddua etti. Müminler göz yaşı dökerken, münafıklar, yahudiler bu işe çok 
      sevindiler. Bu hadise, Bi'r-i Mâune Faciası adıyla anılır. Uhud Savaşından 
      altı ay sonra Benî Nadir yahudileri ile gazâ yapıldı. Medine'nin Kuba köyü 
      yakınlarında yaşayan Nadir Oğulları yahudileri, Kureyşlilerin tahriklerine 
      kapıldılar. Uhud Savaşının sonucunu İslâm aleyhine kullanmak istediler. 
      Peygamberimiz Aleyhisselâmla yaptıkları andlaşmayı bozdular. Diyet 
      borçlarını ödemeleri için bazı sahabîleriyle beraber yurdlarına gelen 
      Fahri Kâinat Efendimize suikast yapıp kalleşçe öldürmeye bile kalkıştılar. 
      Onların kötü niyetini anlayarak oradan ayrılan Peygamberimiz Aleyhisselâm, 
      ya andlaşmayı yenilemelerini veya 10 gün içinde Medine'yi terketmelerini 
      bildirdi.     
      Yahudiler Medine'den ayrılmaya hazırlanırken, münafıkların reisi Abdullah 
      b. Ubey b. Selül gizlice haber gönderdi. Kendilerinin ve diğer yahudi 
      kabilelerinin yardım edeceklerini vaadederek direnmelerini istedi. Nadir 
      Oğulları bir yıllık yiyeceklerini doldurup çok sağlam gördükleri 
      kalelerine çekildiler. Müslümanlar kaleyi kuşattılar. Kuşatma ve savaş 20 
      gün kadar sürdü. Vaadedilen yardım gelmeyince, yahudiler aman diledi. 
      Bunun üzerine mallarını alarak gitmelerine izin verildi. Yahudiler düğün 
      alayı gibi şenliklerle Medine'den ayrıldılar. Silahları ve toprakları 
      müminlere kaldı. Peygamberimiz Aleyhisselâm toprakları muhacirlere ve 
      ensârdan fakir olan iki mümine dağıttı. Yahudilerin böylece Medine'den 
      çıkarılması Peygamberimiz Aleyhisselâmın tesirini arttırdı. Hendek Savaşı(M. 627- 
      H.6)Medine'den 
      sürülen Kaynuka ve Nadir Oğulları Yahudileri, İslama karşı olan kinlerini 
      arttırmışlar, öc almak hevesine kapılmışlardı. Bunun için sığındıkları 
      yerlerde hazırlıklar yaptılar. Mekke'ye giderek Kureyşlilerle beraber 
      Islama karşı anlaştılar. İslâm düşmanlığını körüklemek için puta tapmanın 
      Allahü Teâlâ'ya ibadet etmekten üstün olduğu sapıklığını bile söylemekten 
      çekinmediler. Kendileri kitap sahibi olduklarını bilip putperestliğe karşı 
      durdukları halde, İslâm düşmanlığı için böyle alçaklığa düştüler.. 
      Müslümanlarla savaş için kâfirlere büyük yardım ve vaadde 
      bulundular. Hendek 
      Aşılamıyor     
      Ebû Süfyan kumandasında 10 bin kişilik bir ordu hazırlayan müşrikler, 
      hicretin altıncı milâdın 627'nci yılında Medine üzerine yürüdüler. 
      Peygamberimiz Aleyhisselâm sahabileriyle görüştü. Medine'de kalarak 
      düşmanı karşılamak kararını aldı. Üç bin kişilik bir İslâm Ordusu 
      hazırlandı. Ancak düşman çok kalabalık ve hazırlıklı olduğu için başka 
      tedbirler araştırıldı. Sahabilerden İranlı Hazreti Selman'ın fikri 
      üzerine, şehrin etrafına hendekler kazıldı. Bu kazı işleri çok güç oldu. 
      Peygamberimiz Aleyhisselâm çalışmalar sırasında büyük müjdeler verdi. 
      Kureyş'in topladığı ordu, Medine'ye gelince, gördükleri hendek karşısında 
      şaşırıp kaldı. Çünkü Arabistan'da şimdiye kadar böyle bir savaş tekniği 
      görülmemişti. Bu hâl onların moralini bozdu. Karargâhlarını kurup 
      beklemeğe başladılar. Hendeği geçemedikleri için karşılıklı ok ve taş 
      atmalarla kuşatma 20 güne yakın sürdü. Şehirde açlık ve kıtlık 
      müslümanları güç durumda bıraktı. Bu arada Kaynuka ve Nadir Oğulları 
      Yahudileri, müslümanlarla andlaşma halinde olan Kurayza Oğulları 
      Yahudilerini de kandırdı. Kuvvet çok büyük olduğu için, müslümanların işi 
      bitirilecek gözüyle bakılıyordu. Müminler bu ihanet ile iki düşman 
      arasında sıkışıp kaldı. O sırada Gatafan 
      kabilesi büyüklerinden Nuaym, gizlice müslüman oldu. Bu nazik devrede iyi 
      bir hizmet yapmak istedi. Kureyşliler ve yahudiler arasındaki birliği hile 
      ile bozdu. Bu arada Allahü Teâlâ'nın lütfuyla çıkan bir fırtına her tarafı 
      alt üst etti, soğuk ve yağmur da bastırınca müşrikler barınacak yer 
      bulamadı.. Yahudiler ise kalelerine çekildi. Moralleri iyice bozulan 
      Kureyş ordusu da çareyi çekilmekte buldu. Müslümanlar en sıkışık bir 
      halde, umulmadık şekilde kurtuluşa erdi. Çekilen düşman askerlerinden pek 
      çok mal ve yiyecek kaldı. Açlık ve kıtlık da giderilmiş oldu. "Hendek" veya 
      bir çok hiziplerden, kabilelerden asker toplandığı için "Ahzab Gazası" adı 
      verilen bu savaşta müminlerden 5 kişi şehîd düştü. Kâfirlerden ise 4 kişi 
      öldü. Hendeğin dar bir yerinden atlayan Arap yarımadasının çok ünlü 
      pehlivan savaşçısı Amr b. Abdivüdd, Hazreti Ali'nin yiğitçe ve kurnazca 
      karşı koymasıyla can verdi. Savaşın en sıkışık bir gününde müminler 
      namazlarını hiç kılamamışlar, gece kazâ etmişlerdi. Bu gazadan sonra 
      Peygamberimiz Aleyhisselâm, Kureyş'in artık saldıramayacağını, nöbetin 
      kendilerine geldiğini müjdeledi. Kurayza 
      Yahudilerinin Cezalandırılması Hendek gazasının 
      en nazik devresinde ahidlerini, andlaşmalarını bozan ve vatanlarına ihanet 
      eden Kurayza Oğulları yahudileri kalelerine çekilmişlerdi. Peygamberimiz 
      Aleyhisselâm, müminlere silâhlarını çıkarmadan onların üzerine hareket 
      emrini verdi. İhanetin cezası geciktirilmeden verilmesi için ilâhî ilham 
      gelmişti. Eğer bu hainlik cezasız kalırsa, müslümanlar için tehlike devam 
      edecekti. Yahudiler, 
      müslümanları görünce 900 kişilik kuvvetleriyle karşı koydular. Kalenin 
      kuşatılması ile süren savaş, 25 gün sonra yahudilerin teslim olmasıyla 
      bitti. Yahudiler kendileri için verilecek karar hakkında, dostları olan 
      Evs kabilesinin reisi Hazreti Sa'da b. Muaz'ın hakemliğini istediler. O da 
      yahudilerin arzusu üzerine Musa Aleyhisselâm şeriatı ve Tevrat'a göre 
      hüküm verdi. Yahudiler hükmün Tevrat'a uygun olduğunu kabul ettiler. Buna 
      göre, eli silâh tutan erkeklerden 400 kişi idam edildi, kadınlar ve 
      çocuklar esir sayıldı, mallar ise ganimet olarak alındı. Müreysî Gazası 
      ve Teyemmüm (M. 627- H.6) Medine'ye 9 
      günlük mesafede yerleşen Mustalık Oğulları kabilesi, müslümanlarla iyi 
      geçiniyorlardı. Ancak Kureyşlilerin tahriklerine kapıldılar. Medine'ye 
      saldırmak ve Peygamberimiz Aleyhisselâmı öldürmek sarhoşluğuna düştüler. 
      Böylece Kureyşlilerin yapamadığını başarmak ve müşrikler içinde itibarlı 
      hale gelmek istediler. Peygamberimiz Aleyhisselâm 1000 kişilik bir 
      kuvvetle, bunların üzerine yürüdü. Müminlerin üzerlerine geldiğini gören 
      düşman korktu. Bir kısmı kaçtı, bir kısmı savaştı. Hicretin 
      altıncı, milâdın 627'nci yılı Aralık ayında Müreysi denilen su başındaki 
      savaşta, düşman kısa zamanda hezimete uğratıldı. Müminler bir şehîd verdi. 
      Düşman ise 10 ölü ile 700 esir, binlerce hayvanlık ganimet bıraktı. Kabile 
      reisi Haris'in kızı Cüveyriyye de esirler arasındaydı. Babası, onun 
      asaletinden dolayı cariye olamayacağını ileri sürdü. Cüveyriyye ise 
      Peygamberimiz Aleyhisselâmın yanında kalmak istediğini bildirdi. 
      Peygamberimizin kurtuluş parasını vermesiyle serbest kaldı. Kendi isteği 
      ile Peygamberimiz Aleyhisselâm ile evlendi. Sahabiler de müminlerin 
      validesinin yakınlarını esir tutmaktan kaçındılar, hepsini serbest 
      bıraktılar. Müreysî veya 
      Benî Mustalık gazvesi adıyla anılan bu savaştan dönerken, müminlerin 
      validesi Hazreti Âişe iftiraya uğradı. Emânet olarak takındığı bir 
      gerdanlığı düşürmüş ve onu ararken Ka-afileden geri kalmıştı. Kendisine 
      rastlayan bir mümin, onu devesine alarak Kaafileye yetiştirdi. Ordudaki 
      münafıklar bunu dillerine doladılar. İfk (iftira) dedjkoduları ile bütün 
      müminleri üzüntüye soktular. Ancak Hazreti Âişe'nin iftiradan uzak ve 
      temiz olduğuna dair âyetler indi. ^Peygamberimiz Aleyhisselâm ve 
      müslümanlar rahatladı. Hazreti Âişe'nin gerdanlığının aranması sebebiyle 
      İslâm Ordusu beklemiş ve su sıkıntısı çekilmişti. Namazlarını kılmak için 
      abdest alacak su bulamadılar. Sahabiler telâşa kapıldı. Hazreti Ebû Bekir, 
      buna yol açtığı için kızına çok kızdı. Ancak teyemmüm emri geldi, bütün 
      müminler sevindi. Toprakla teyemmüm edip temizlenerek namazlarını 
      kıldılar. Böyle bir kolaylığa sebep oldukları için Hazreti Ebû Bekir 
      ailesini kutladılar. Gerdanlığın kaybolmasının hikmeti de meydana çıkmış 
      oldu. Kabeyi Ziyaret 
      İçin Yola Çıkış Hicretin altıncı 
      yılının Zilkade ayında Peygamberimiz Aleyhisselâm 1500 eshabıyla Kabe'yi 
      ziyaret için yola çıktı. Niyetleri sadece ziyaret ve tavaf olduğundan 
      yanlarına, yalnız âdet üzere yolcu silâhı olan kılıç almışlardı. Bununla 
      Kureyşlilere de savaşmak için gelmediklerini göstermek istiyorlardı. Eğer 
      Kureyşliler de sulh niyetiyle gelişe anlayış gösterirse, İslâm Dini daha 
      iyi yayılma imkânı bulacaktı. Çünkü bazı kabileler, arzu ettikleri halde, 
      Kureyşlilerin savaş haline bakarak müminlere yaklaşmaktan çekiniyorlar, 
      İslâm Dini ile şereflenemiyorlardı. Müslümanlar, 
      ihramlarına bürünmüş, kurbanlık develerini yanlarına almış oldukları 
      halde, Mekke'ye bir günlük mesafedeki Hudeybiye Kuyusunun adını taşıyan 
      köye kadar geldiler. Haber Mekke'ye ulaştığı zaman, kâfirler telâşa 
      kapıldılar. Ne olursa olsun müslümanları Mekke'ye sokmamaya karar 
      verdiler. Müslümanların niyetini tam öğrenebilmek için elçi gönderdiler. 
      Ancak kendi elçilerinin Fahri Kâinat Efendimize gösterilen itaat ve 
      hürmeti anlatmasından hoşlanmadılar. Peygamberimiz Aleyhisselâm 
      Kureyşlilere hacdan başka bir maksat için gelmediklerini anlatabilmek 
      için, müminlere baskın için gelen ve esir alınan müşrikleri de serbest 
      bıraktırdı. Gönderdiği bir keşif kolu ile de müşriklerin durumunun ne 
      olduğunu öğrendi. Peygamberimiz 
      Aleyhisselâm, kendi elçilerine güvenmeyen, araya girenlerin sözlerine 
      bakmayan Kureyşlilere, savaş niyetinde olmadıklarını bildirmek için 
      Hazreti Osman'ı elçi gönderdi. Kureyşliler Mekke'de bir çok yakını 
      olmasına rağmen, Hazreti Osman'ı göz hapsine aldılar. Onun Kabe'yi tavaf 
      için geldiklerine dair sözlerine aldırış etmediler. Ancak kendisinin 
      tavafına izin verdiler. Hazreti Osman ise, Peygamberimiz Aleyhisselâm 
      olmadan Kabe'yi ziyaret edemeyeceğini bildirdi. Hazreti Osman'ın gelmemesi 
      üzerine müminler endişeye düştü. Hatta Mekkeliler tarafından öldürüldüğü 
      haberi çıkarıldı. Vaziyet çok nazik bir devreye girdi. Sahabiler 
      Peygamberimiz Aleyhisselâmm etrafında toplandılar. Bir ağacın altında, 
      Peygamber elçisini öldürenlerle savaşmak, Peygamberimizin emirlerine 
      sonuna kadar uymak üzere biat ettiler, söz verdiler. Onun için bu ahde, 
      Rıdvan Biati denilir. Müminlerin sayısı ve silâhı zayıftı, fakat imânları 
      kuvvetliydi. Onun için bu biatin tarihteki yeri çok mühimdir. Müslümanların bu 
      kararlı hazırlığı duyulunca, Kureyşliler telâşa kapıldı. Çünkü ileri 
      gelenler, savaşların kendileri için iyi sonuç vermediğini anlamıştı. 
      Üstelik sulh içinde olurlarsa, Şam ticaret yolunda serbestçe gidip 
      gelebileceklerini düşünüyorlardı. Hemen Hazreti Osman'ı serbest 
      bıraktılar. Andlaşma yapmak üzere de elçiler gönderdiler. Hazreti Osman'ın 
      sağ olarak dönmesiyle müminler rahatladılar. Hudeybiye 
      Andlaşması (M. 628-H.?) Peygamberimiz Aleyhisselâm sulhun daha iyi ofacağını ve Mekke'de gizlice imân edenleri düşünerek elçilerle andlaşmayı kabul etti. andlaşma görünüşte müminlerin aleyhine gibiydi. Çünkü kâbe ziyaretinin ertesi seneye kalması, imân eden Mekkelilerin Medine'ye alınmaması, gelirlerse geri verilmesi gibi ağır hükümler vardı. 10 sene için imzalanan bu andlaşma, müminlere çok ağır geldi. Peygamberimiz Aleyhisselâm, kendilerini Fetih Sûresi'nin gelişiyle, zaferin yakın olduğunu müjdeledi. 13 Mart 628 yılında imzalanan andlaşma sırasında, Hudeybiye'de 20 gün kalındıktan sonra dönüldü. Hudeybiye'de 
      müminlere ağır gelen maddelerin hikmeti kısa zamanda anlaşıldı. O 
      maddeler, kâfirlerin kendi isteğiyle andlaşma-dan çıkarıldı. Çünkü 
      andlaşma hükümlerince, Medine'ye gelemeyen ve barınamayan müslümanlar Şam 
      yolu üzerinde toplandı. 300 kişilik bir mücahid birliği kurarak Mekke 
      kervanları için korkulu rüya oldular. Kâfirler bu tehlike karşısında 
      ricalarla bu hükmü kaldırttılar. Müminlerin Medine'ye serbestçe gelmesi, 
      Arap kabilelerinden dileyenlerin müminlerle birlik olmasıyla İslâmiyet 
      iyice yayıldı ve kuvvetlendi. Müminler, 
      Hudeybiye andlaşmasına kadar hep Mekke'li düşmanlarla uğramışlar, Şam 
      tarafındakilere karşılık verememişlerdi. Halbuki Hayber'de toplanan 
      yahudilerin zararı hayli büyüktü. Çünkü Medine'den kovulmalarının acısını 
      unutmamışlar, her fırsatta İslâm aleyhinde çalışmaktan geri kalmıyorlardı. 
      Hayber bereketli ve zengin bir yer olduğu için maddî kuvvetleri 
      yerindeydi. Elde ettikleri büyük gelirleri, müminlere zarar vermek için 
      kullanıyorlardı. Nitekim Hendek savaşı bunların maddî destekleriyle olmuş, 
      müşriklerle beraber hareket ederek müminlere ihanetten 
      çekinmemişlerdi. Peygamberimiz 
      Aleyhisselâm Mekke'lilerden sonra Hayber yahudileri ile de sulh yapıp 
      İslâmın yayılmasını istiyordu. Bunun için elçiler gönderdi. Ancak 
      yahudiler bazı müşrik kabilelerle de dost oldukları için sulhu kabul 
      etmediler. Müşrik dostları ile beraber müslümanları yeneceklerini 
      sandılar. Bunun üzerine, İslâm aleyhinde devamlı olarak kaynayan fitne ve 
      fesad ocağını söndürmek için karar verildi. 2000 kişilik mücahid ordusu 
      dört günlük mesafedeki Hayber kalelerine dayandı. Yahudiler Peygamberimiz 
      Aleyhisselâmm yeniden yaptığı sulh teklifini yine reddettiler. Bunun 
      üzerine kale kuşatıldı ve şiddetli çarpışmalar başladı. Yahudilere 
      yardım gelecek yerleri müminler kestiği için, kaledekilerin ümitleri suya 
      düştü. 10 gün boyunca çok çetin bir savaş oldu. Kaleler birer birer 
      düşmeye başladı. Hazreti Ali bu savaşta çok üstün kahramanlıklar gösterdi. 
      Yahudilerin düşmeyen kalesi Kamus'un kumandanı meşhur ve cesur pehlivan 
      Mahrab'ı yere serdi. Müminlere meydan okuyan bu korkunç kumandanın 
      ölmesiyle yahudiler paniğe kapıldı. Hazreti Ali Efendimiz bir keramet 
      olarak kale kapısını koparıp kalkan olarak kullandı. Kamus kalesini alan 
      kumandan oldu. Böylece Hayber Fatihi unvanı verildi. Milâdî 628 
      yılının Mayıs ayında yapılan bu savaşta yahudiler 93 ölü ile teslim 
      oldular. Müminler ise 15 şehîd verdiler. Hayber'in topraklarını 
      çalıştıracak insanlara ihtiyaç vardı. Onun için yahudiler burada yarı 
      hisse ile çalışmak üzere bırakıldı. Ancak onlar, Peygamberimiz 
      Aleyhisselâmı bir yemek sırasında zehirlemeye kalkıştılar. Yine de 
      afvolundular. Peygamberimiz 
      Aleyhisselâm, Hayber'den dönerken Fedek yahudilerini de aynı şartlarla 
      topraklarında bıraktı. Vâdilkurâ mahiyesi yahudileri karşı koymak 
      istediyse de, burası fethedildi. Topraklarında yarı hisse ile çalışmaları 
      kabul edildi. Mekkelilerle 
      andlaşma yapılıp Hayber yahudilerinin de zararsız hale getirilmesiyle 
      Medine'nin iki tarafı da açılmış oldu. Arap kabileleri birer birer gelip 
      imân etmeye başladı. Böylece İslâm Dini, Şam diyarından Yemen'e kadar 
      bütün Arap yarımadasında kök saldı. Bu gelişmelerin hepsi Hudeybiye 
      andlaşmasından sonra olmuştu. Vaktiyle andlaşmayı müslümanların zararına 
      görenler, bu fetihler sonunda fikirlerinde yanıldıklarını anladılar ve 
      pişman oldular. Hükümdarları 
      Dine Davet (M. 628- H.7) Peygamberimiz 
      Aleyhisselâm, bütün insanlara ve cinlere doğru yolu göstermek üzere 
      gönderilmişti. Arap kabilelerinin imân etmeye başlamalarından sonra, diğer 
      insanları da hak dine çağırdı. Hicretin yedinci milâdın 628'nci yılı 
      Muharrem ayında, hükümdarlara ve devlet temsilcilerine elçiler gönderdi. 
      Kendilerini ve emirlerinde yaşayan toplulukları İslâm Dinine çağırdı. 
      Yazdığı mektuplarda bir çok nasihatlar etti. Peygamberimiz 
      Aleyhisselâmm elçilerinden Hazreti Amr b. Ümeyye, Habeş Hükümdarı 
      Ashame'ye; Hazreti Hâtıb b. Ebî Beltia, Mısır Hükümdarı Mukavkıs'a; 
      Hazreti Dıhye b. Halife, Bizans Kralı Herakl'e; Hazreti Süleyt b. Amr, 
      Yemâme Meliki Hevze b. Ali'ye; Hazreti Şücâ b. Vehb, Gassan Meliki Haris 
      b. Ebî Şemmer'e; Hazreti Abdullah b. Huzâfe ise, İran Şahı Husrev Perviz'e 
      gönderildi. Bunların içinde 
      ilk dört hükümdar, elçileri iyi karşıladı.  Diğer ikisi ise, 
      çok kızarak küstahlık gösterdi. Ancak çok geçmeden belâlara uğrayıp 
      cezalarını çektiler. Habeş Hükümdarının imân ettiği, Bizans Kralı'nın ise 
      bu niyette olduğu halde yanındakilerden çekindiği bildirilmektedir. Elçi 
      geldiği zaman Şam'da bulunan Herakl, Mekke tüccarlarıyla beraber Ebû 
      Süfyan'ı kabul etmiş, Peygamberimiz Aleyhisselâm hakkında bilgi almıştır. 
      Duyduklarının hepsinin son peygamberin vasıfları olduğunu söylemiştir. 
      Mısır hükümdarı nazik bir cevapla bir çok hediyeler ve iki cariye 
      göndermiştir. Bunlardan birisi müminlerin validesi Hazreti Mâriye'dir. 
      Peygamberimiz Aleyhisselâmın mektubunu yere atıp savaşa kalkışan Gassan 
      Meliki'nin yurdu, kısa zaman sonra müslümanlarca fethedildi. Mektubu 
      yırtıp Peygamberimiz Aleyhisselâmı öldürtmek için valisine emir veren İran 
      Şahı ise, kendi oğlu tarafından öldürüldü. Müminlerin Kabe 
      Ziyareti (M. 628- H.7) Hicretin yedinci 
      yılı hac mevsiminde, Peygamberimiz Aleyhisselâm 2000 kişilik mümin 
      topluluğuyla Kabe'yi ziyaret etti. Hudeybiye andlaşmasıyla bir sene 
      sonraya kalan bu ziyaret sırasında müminler sadece yolcu silâhlarını 
      kuşandılar, andlaşma hükümlerince üç günlük ziyaret esnasında Kureyşliler 
      şehri boşalttılar. Müminlerin Peygamberimiz Aleyhisselâmın etrafında 
      birlik içerisinde Kabe'de ibadet etmelerini uzaktan hayranlıkla 
      seyrettiler. Medine'de zayıfladıkları suçlaması karşısında Peygamberimiz 
      Aleyhisselâm ile sahabileri başları dimdik halde koşarak güçlerini 
      gösterdiler. Kurbanlarını kestikten sonra Medine'ye döndüler. Hicretin 
      yedinci, milâdın 628'nci yılında yapılan Kâbe ziyareti, büyük tesirler 
      uyandırdı. Müslümanların dinlerine bağlılıkları, temiz ahlâkı müşriklerin 
      dikkatini çekti. Nitekim Uhud'da İslâm Ordusunu boğazdan basan ve savaşın 
      şeklini değiştiren büyük kumandan Halid b. Velid ile, Amr b. As, Osman b. 
      Talha gibi Kureyş'in ileri gelenleri imân etti. Kâfirlerin kendilerini 
      kınamaları karşısında, İslâm Dininin üstünlüğüne tam inandıklarını, her 
      türlü kötü inançtan kurtulduklarını bildirdiler. Onların Medine'ye gelerek 
      aralarına katılması, müslümanları çok sevindirdi. Hicretin 
      sekizinci, milâdın 629'ncu yılı Eylül ayında Rumlarla ilk karşılaşma olan 
      Mute savaşı yapıldı. Peygamberimiz Aleyhisse lamın İslama davet için 
      gönderdiği elçisi Hazreti Haris b. Umeyr, Gassan Meliki Şurahbil 
      tarafından alçakça şehîd edilmişti. Bunun üzerine 3000 kişilik bir ordu 
      toplandı. Peygamberimiz Aleyhisselâm, azadlı kölesi Hazreti Zeyd b. 
      Hârise'yi başkumandan seçti. Şehîdlik halinde sancağı Hazreti Cafer b. Ebî 
      Talib, Hazreti Abdullah b. Revâha ve bir müminin sıra ile almalarını 
      emretti. İslâm Ordusu 
      Önce Şurahbil'i imân etmeye çağıracak redederse savaşılacaktı. Fakat 
      Bizans Devleti'nin himayesinde olan Gassan Meliki, bunu duymuş kraldan 
      yardım istemişti. Böylece yardım için 100 bin kişilik çok büyük bir ordu 
      toplandı. Müminler Suriye tarafında Kudüs'e yakın Mute kasabasında korkunç 
      Rum ordusunu görünce şaşırdılar. Ancak Allah yolunda, geri dönmelerinin 
      uygun olmadığına karar verdiler. Bu kadar büyük düşman karşısında bir avuç 
      sayılabilecek İslâm mücahidleri amansız bir savaşa girdiler. Hazreti Zeyd'in 
      şehîd düşmesiyle, Hazreti Cafer başkumandan oldu. 90 yerinden aldığı 
      yaralarla 33 yaşında o da şehîdlik rütbesine kavuştu. Ondan sonra sancağı 
      alan Hazreti Abdullah da şehîd olunca, müminler paniğe kapıldılar. Hazreti 
      Halid b. Velid'in konuşmaları ve çabaları karşısında, kendisini 
      başkumandan seçtiler. Hazreti Halid, orduda yeni ayarlamalar yaptı. 
      Müminlerin gayretleri karşısında sayısını bilemeyen düşmanı şaşırttı. 
      Kahramanca çarpışmalar yaparak elinde dokuz kılıç kırdı. Müminlere taze 
      kuvvet geldiğini sanan düşman bozguna uğradı. Bu fırsatı iyi kullanan 
      Hazreti Halid, ordusunu toparlayıp Medine'ye getirdi. Böylece 12 şehîd 
      verildikten sonra büyük bir felâketin önü alınmış oldu.     
      Peygamberimiz, savaşta kolları kesilerek şehîd olan Hazreti Cafer'e 
      Cennette iki kanat takıldığını müjdeleyerek "Tayyar = Uçucu" lâkabını 
      bildirdi. Hazreti Halid'e ise "Seyfullah = Allah'ın Kılıcı" lâkabını 
      verdi. O'nun kahramanlığını; askerî dehâsını övdü. Mekke'nin 
      Fethi(M. 630- H.9) Müminlerin Mute 
      savaşından başarıyla ayrılması, Arap kabilelerini sevindirdi ve İslâm 
      Dininin kuzeyde yayılmasına sebep oldu. Mekke'li müşrikler ise, Mute 
      savaşının sonucunu müminleri küçültücü buluyorlar, düşmanlıklarından geri 
      kalmıyorlardı. Bu arada kendi dostları olan Bekir Oğulları kabilesine 
      gizlice yardım ettiler. Müslümanların dostu olan Huzâa kabilesine baskın 
      yaparak 23 kişinin öldürülmesine yol açtılar. Huzâa kabilesi 
      reisleri, Medine'ye gelerek yardım istedi. Peygamberimiz Aleyhisselâm 
      Kureyşlilere haber gönderdi. Ölülerin diyetlerinin ödenmesini veya Bekir 
      Oğullarını himayeyi bırakmalarını, yahut andlaşmaya uymalarını istedi. 
      Kureyşliler andlaşmayı bozduklarını söylediler. Ancak yaptıkları hatânın 
      farkına vardılar. Ebû Süfyan'ı Medine'ye elçi göndererek andlaşmayı 
      yenilemek istediler. Ebû Süfyan'ın Medine'de çalmadığı kapı kalmadı. Fakat 
      kimseden yüz bulamadı. Kendi kızı, Peygamberimiz Aleyhisselâmın zevcesi 
      Hazreti Ümmü Habibe bile babasını tersledi. Ebû Süfyan'm eli 
      boş dönmesiyle Kureyşliler endişeye kapıldı. Huzâa kabilesi Medine yolunu 
      tuttuğu için müminlerin durumu hakkında bir haber de alamıyorlardı. 
      Peygamberimiz Aleyhisselâm ise, 10 bin kişilik büyük bir ordu hazırladı. 
      Ramazan ayı içerisinde Mekke'yi putlardan temizlemek üzere yola çıktı. Kan 
      dökülmeden Mekke'ye girilmesi için hareket gizli tutuldu. Yolda Fahri 
      Kâinat Efendimize imân ederek Medine'ye gitmekte olan son muhacir, amcası 
      Hazreti Abbas ile karşılaştı. O da ailesini gönderip kendi orduya 
      katıldı. İslâm ordusu 
      gece binlerce ateş yaktı. Kureyşliler gördükleri bu büyük manzara 
      karşısında dehşete kapıldı. Ebû Süfyan olup bitenlerden bir haber 
      alabilmek için bir tepeye çıktı. Burada İslâm süvari karakoluna esir 
      düştü. Hazreti Abbas kendisini Peygamberimiz Aleyhisselâmın huzuruna 
      getirdi. Ebû Süfyan orada İslâm dinine girdi. Burada Mescid-i Haram'a 
      sığınanlara, savaşmadan kendi evine kapananlara ve Ebû Süfyan'm hanesine 
      girenlere dokunulmaması emri ile şereflendi. Hicretin 
      sekizinci yılı 20 Ramazan, milâdî 11 Ocak 630'da öğle vakti İslâm Ordusu 
      tekbirlerle dört koldan Mekke'ye girdi. Silâh kullanılmadıkça kan 
      dökülmemesi emrolunmuştu. müminler sadece birkaç direnişe karşılık verdi. 
      Kabe'de bulunan 360 put kırılıp atıldı. Beytullah tertemiz 
      edildi. Kureyşliler, 
      hayretler içersinde sabah taptıkları putların; öğleye kadar hepsinin yerle 
      bir oluşunu seyrediyorlar, Hazreti Bilâl'in Kâbe üzerinde öğle ezanını 
      okuyuşunu ve binlerce ağızdan tekbirlerle Allahü Teâlâ'ya yapılan şükür ve 
      hamd nidalarını dinliyorlardı. Böylece yıllarca taptıkları putların 
      faydasızlığını anlamakla lanetler okuyorlar, islâm ile şereflenmeye 
      koşuyorlardı. Müminler Kabe'de 
      topluca namazlarını kıldılar. Peygamberimiz Aleyhisselâmın birlik ve 
      eşitlik hakkındaki hutbesini dinlediler. Efendimiz (A.S), İslama çok 
      zararı dokunan birkaç kişi dışında, bütün Mekke'lilere afv ilân ediyordu. 
      O'nun bu cömertliği karşısında Mekke halkı şimdiye kadar yaptıklarından ar 
      duydular. Akın Akın müslüman olarak erkekli, kadınlı Fahri Kâinat 
      Efendimize biat ettiler. Mekke'nin 
      fethiyle Kureyş meselesi çözülmüş, onların tesirinde kalan Arap kabileleri 
      de islâmı kabul etmeye gelmişlerdi. Ancak Arapların en büyük kabilesi olan 
      Hevazin kabilesi, İslâmın üstünlüğünü istemiyorlardı. Müslümanların zafer 
      rahatlığı içinde olduğu bir sırada 20 bin asker topladılar. Müslümanları 
      hazırlıksız yakalamak istediler. Bunu duyan Peygamberimiz Aleyhisselâm 
      Mekke'de bir vekil bırakarak 12 bin kişilik ordusu ile Hevazin üzerine 
      yürüdü. Orduya bazı yeni müminler de katıldı. Hevazin ordusu, 
      bir boğazda ani baskın yaptıkları İslâm ordusunu sıkıştırdı. Bu 
      beklenmedik saldırı müminleri şaşırttı. Mekke'nin fethi gibi büyük bir 
      zaferin verdiği rahatlık da onları aldattı, işi gevşek tutmalarına sebep 
      oldu. Hazreti Halid b. Velid'in kumandasındaki birliğin bozulması da, 
      morallerini iyice bozdu. Bu şaşkınlıkla gelen bozgun karşısında İslâm 
      Ordusu dağılmaya başladı. Ancak Peygamberimiz Aleyhisselâm sahabilerine 
      seslenerek etrafında toplanmalarını istedi. Düşmanın üzerine hücum edip 
      askerin moralini düzeltti. Savaşta da en üstün kendisinin olduğunu 
      gösterdi. Bozulan İslâm askerleri yeni bir hamleyle düşmanı hezimete 
      uğrattı. Hevazin Ordusu bütün varlığını savaş meydanında bırakarak kaçtı. 
      Müslümanların kovalaması ile iyice perişan oldular. Hevazin 
      kabilesi, savaşta kaçmayı önlemek için kadın, çocuk, mal, servet neleri 
      varsa yanlarında getirmişti. İslâmın zaferi karşısında bunlar da fayda 
      etmedi. Müminlerin 4 şehîdine karşılık 70 ölü, 6 bin esir, 24 bin deve, 40 
      bin koyun ve 4 bin okka gümüş ganimet bırakarak kaçtılar. Esirler arasında 
      Peygamberimiz Aleyhisselâmın süt kız kardeşi Şeymâ da vardı. Efendimiz 
      (A.S) kendisine hürmet ve ikramda bulundu. Bir çok mal vererek memleketine 
      gitmek üzere serbest bıraktı. Bu durumdan 
      ümitlenen Hevazin kabilesi ileri gelenleri de ricada bulundular. Böylece 6 
      bin esir serbest bırakıldı. Eşine rastlanmayan bir fazilet örneği 
      gösterildi. Peygamberimiz Aleyhisselâmın, cömertliği dillere destan olan 
      Hâtemi Tâî'nin kızını da hediyeler vererek serbest bırakması, üstün 
      ahlâkından bir örnek, iyiliklere gösterilen karşılığa bir 
      delildir. Mekke'nin 
      fethinden 16 gün sonra, milâdî 27 Ocak 630 tarihinde yapılan bu gazâ, 
      Hevazin kabilesi ile Huneyn Vadisinde yapılmış, bu iki isimle anılmıştır. 
      Peygamberimiz Aleyhisselâm savaştan sonra Mekke'ye döndü. Vekil bıraktığı 
      20 yaşındaki Hazreti Attab'ı, idaresinin iyi olmasından dolayı Mekke 
      Valisi yaptı. Kabe'yi tavaftan sonra Mekke'den ayrıldı. Taif Kuşatması, 
      Evtas Savaşı (M. 630- H.8) Huneyn'den kaçan 
      Hevazin askerlerinden bir kısmı Taif kalesine, bir kısmı da Evtas'a 
      kaçmıştı. Peygamberimiz Aleyhisselâm Evtas'a bir birlik gönderdi. Kendisi 
      de Taife hareket etti. müminler Evtas'tan zafer ve ganimetlerle döndü. 
      Taif kalesi sağlam, halkı ise savaşa kararlıydı. 15 günlük kuşatma 
      sırasında mancınık ve Debbâde" denilen ağaç tanklar gibi ağır âletler 
      kullanıldı. Fakat müminler bir sonuç alamadı. Kaledekiler ise 
      yiyeceklerini depo etmişler, sonuna kadar direnmeye 
      niyetliydiler. Peygamberimiz 
      Aleyhisselâm, kalenin alınması için çok kan döküleceğini anladı. Atılan 
      oklarla 12 mümin de şehîd olmuştu. Sahabileriyle ne yapacaklarını konuştu. 
      Her tarafı müslümanlar ve dostlarıyla sarılı Taif'lilerden bir zarar 
      gelmeyeceği fikri kabul edildi. Müslümanlar kuşatmayı bırakıp çekildiler. 
      Taif'liler ise, bir sene sonra kendiliklerinden gelip müslüman oldular. 
      Taife sığınan Hevazin kabilesi reisi Malik ise, İslâm olmayı kabul ettiği 
      için çoluk çocuğu serbest bırakıldı. Kabileler 
      Topluca İman Ediyorlar Mekke'nin 
      fethinden sonra Arap kabilelerinden henüz imân etmemiş olanlar da İslama 
      geldi. Yeni müminlere dinleri öğretmek için âlimler gönderildi. Bahreyn, 
      Gassan ve Yemen Hükümdarları gönderilen elçilerle müslüman oldu. Müslüman 
      olan hükümdarlardan Maan Emiri Ferve ise, bağlı olduğu Bizanslılar 
      tarafından öldürüldü. Yeni İslâm ülkelerine, şehirlerine valiler tâyin 
      edildi. Eski dinlerinde kalmaya devam eden Hıristiyan, yahudi ve mecusî 
      toplulukları vergiye bağlandı. Özetle İslâm Dini Arapistan yarımadasında 
      hükmünü uygulamaya ve kök salmaya başladı. İslâm Dininin 
      her tarafa yayılmaya başlaması Bizans Devletinin huzurunu kaçırdı. 
      İranlılara üstünlük sağladıktan sonra, müslümanların da ilerlemesini 
      durdurmak istediler. Bu sebeple 40 bin kişilik bir ordu hazırladılar. 
      Peygamberimiz Aleyhisselâm, bu haberi alınca asker toplanması için emir 
      verdi. Hicretin 9'uncu milâdın 630'uncu yılının, sıcak aylarında 30 bin 
      kişilik bir ordu hazırlandı. O sırada kıtlık 
      hüküm sürdüğü için, müminler orduyu donatmak için yarışa girdiler. 
      Münafıklar ise, sıcak ve iş zamanını, yolun uzunluğunu, düşmanın 
      büyüklüğünü ileri sürüp bozgunculuk yapmaya çalıştılar. Peygamberimiz 
      Aleyhisselâm İslâm ordusuyla Medine ile Şam arasında Tebük denilen yere 
      kadar geldi. Ancak karşılarına düşmanın çıkmadığını gördü. Çünkü İslâm 
      ordusunun büyüklüğü, her tarafa dehşet "salmıştı. Bizans Devleti ise iç 
      çekişmelerle uğraşıyordu. Bu sebeple müminlerle savaşmaktan 
      kaçınmışlardı. İslâm Ordusu 
      Tebük'te 20 gün kaldıktan sonra döndü. Peygamberimiz Aleyhisselâm Şam'a 
      girme teklifini kabul etmedi. Çünkü orada vebâ salgını vardı ve bu 
      tehlikenin üzerine gitmekten sakındı. Düşman sindirildiği için, kuzeyden 
      gelecek büyük tehlike de atlatılmış, istenen sonuç elde edilmişti. Bu 
      arada civardaki bazı hükümetler ve kabileler ile ahid yapıldı, vergiye 
      bağlanarak dostluk kuruldu. Münafıkların 
      Fesadı ve Mescid-i Dırar Peygamberimiz 
      Aleyhisselâm, Ramazan ayında Tebük'ten Medine'ye döndü. Büyük bir sevinçle 
      karşılandı. İslâm Ordusunun Bizans Devletine karşı koyması, her tarafta 
      geniş yankılar uyandırdı. Münafıklar ise, 
      Hıristiyan ve yahudilerle işbirliği yaparak İslâmı baltalamak çabalarını 
      sürdürüyordu. Müminleri, türlü bahanelerle Tebük seferinden alıkoymak 
      istemişler, bozgunculuk yapmışlardı. Kendileri dışındaki İslâm 
      düşmanlarının yardımı ve teşviki ile bir mescid yapmışlardı. Kuba Mescidi 
      yakınında yapılan ve buradaki cemaati bölmek istedikleri mescid, sadece 
      adıyla ibadet yerini andırıyordu. Aslında ise, müminlere karşı dış 
      düşmanlarla yapılacak bir savaş için hazırlanmış, içi silâh deposu haline 
      getirilmişti. Münafıklar Tebük Savaşına giderken, Peygamberimiz 
      Aleyhisselâmı mescidlerinde namaz kılmaya davet etmişler, söz de 
      almışlardı. Peygamberimiz 
      Aleyhisselâm Tebük'ten dönünce, buraya uğramak istedi. Ancak ilâhî vahiy 
      ile işin hakikati bildirildi. Çünkü 
      Peygamberimize suikast yapmayı bile düşünüyorlardı. Bunun üzerine 
      Efendimiz mescidin yıkılması için emir verdi. Yerle bir edilerek, gizli 
      emelleri ortaya çıkarılan bu yere, "Mescid-i Dırar = Zarar Mescidi" adı 
      verildi. İki ay sonra münafıkların reisi Abdullah b. Ubey b. Selül ölünce, 
      adamları da dağıldı. Böylece İslâm, dışarda Bizans, içerde ise münafıklar 
      gibi iki tehlikeyi atlatmış oldu. Veda Haccı ve 
      Hutbesi (M. 632- H.1O) Hicretin 
      dokuzuncu yılında Hazreti Ebû Bekir, Hac Emîri seçilmiş ve 300 müminle Hac 
      ibadetini yerine getirmişti. Hazreti Ali ile beraber kâfirlerin artık 
      Kabe'yi ziyaret edemeyeceklerini bildirmişlerdi. Bunun üzerine müslüman 
      olmayan kabileler de imân ile şereflendiler. İslâm Dini Arap yarımadasında 
      girmedik yer bırakmadı. Bir sene sonra, 
      hicretin 11. milâdın 632'nci yılında, Peygamberimiz Aleyhisselâm 40 bin 
      kişilik bir topluluk ile haccetmek üzere Mekke'ye gitti. O'nun gelişini 
      duyan müminler Zilkade ayında Mekke'de toplandı. Böylece Peygamberimiz 
      Aleyhisselâm hac sırasında 124 bin kişilik bir İslâm topluluğuna hutbe 
      okudu. İslâm Dininin tamamlandığına işaret ederek, insanlığı maddî ve 
      manevî huzura, kurtuluşa kavuşturacak şeriat hükümlerini, sonsuz nimetleri 
      bildirdi, nasihatlar etti. Büyük peygamber, 
      Efendimiz Aleyhisselâm devesinin üzerinde idi. Devesinin yularından Amr b. 
      Harice tutuyordu. Devenin ağzından çıkan köpükler, Amr b. Haricenin başına 
      dökülüyordu. Efendimizin sözlerini tekrar edecek olan da gür sesiyle 
      meşhur, Rebia b. Ümeyye b. Halefti. Ve Resülüllah Efendimiz sözlerine 
      şöyle başladı: Cenabı Hakka 
      Hamdü sena ederiz. Ona döneriz. Nefislerimizin fenalıklarından ve kötü 
      amellerimizden Allaha sığınırız. Allanın hidayet ettiğini kimse yoldan 
      çıkaramaz. Allanın şaşırttığnı da kimse doğru yola getiremez. Şehadet 
      ederim ki Allahtan başka ilah yoktur. Birdir, eşi ve ortağı yoktur. Yine 
      şehadet ederim ki Muhammed O'nun kulu ve peygamberidir. Ey Allanın 
      kulları! Allahtan korkmanızı ve O'na itaat etmenizi vasiyet 
      ederim. Ey insanlar! 
      Sözlerimi dikkatle dinleyiniz. Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle 
      burada, ebedi olarak bir daha birleşemiyeceğim. Sonra da 
      Peygamberimiz Aleyhisselâm Rebia b. Ümeyye'ye size: "Ey insanlar! bu 
      hangi beldedir, diye soruyor de. Buyurdu. Rebia b. Ümeyye de bunu 
      bağırarak onlara duyurdu. Onlar da haram 
      ve dokunulmaz olan beldedir, diyorlardı. Peygamberimiz, 
      "Söyle onlara Allah sizlere kanlarınızı ve mallarınızı rabbinize 
      kavuşuncaya kadar bu beldeniz gibi haram ve dokunulmaz kılmıştır. Sizler 
      muhakkak rabbinize kavuşacaksınız. Amellerinizden işlediklerinizden 
      sorguya çekileceksiniz" buyurdu. -Tebliği ettim 
      mi? diye sordu. Sonra elini semaya kaldırdı. Ey Allahım bunlara tebliğde 
      bulunduğuma şahit ol dedi. "Kimin yanında 
      emanet varsa, onu hemen sahibine teslim etsin. İyi biliniz ki üç şey 
      müslümanların kalblerine kin ve kıskançlık sokmaz. 1- Allaha 
      ihlaslı olarak amel etmek. 2- Emir 
      sahiplerine nasihatte bulunmak. 3- Müslümanların 
      cemaatına İtikat ve salih amelde tabi olmak(ki onlar dua ederlerse 
      dualarının kabul ve arkalarındakilerine de şamildir.). İyi biliniz ki 
      cahiliyet devrine ait her şey ayaklarımın altına konulmuş, hükümsüz 
      sayılmıştır. Kaldırdığım ilk kan davası da bize ait, kan davalarından İbni 
      Rebia'nın kan davasıdır. Cahiliyet devrinde olan, bütün faizler de 
      kaldırılmış, hükümsüz sayılmıştır. Kaldırdığım ilk faiz, Amcam Abbas'ın 
      faiz alacağıdır, onun da tümü kaldırılmıştır. Fakat ana paralarınız size 
      aittir, sizin hakkınızdır. Ne. bundan fazlasını isteyip borçlulara 
      zulmediniz, ne de hakkınızdan aşağı alıp, mazlum duruma düşünüz. Allah 
      faiz yoktur diye hükmetmiştir. Şimdi ey 
      insanlar! Şeytan Muhakkak ki şu toprağınızda kendisine tapınmaktan temelli 
      olarak ümidini kesmiştir. Fakat siz bunun dışındaki ufak tefek 
      işlerinizde, Şeytana itaat edecek olursanız, bu onu hoşlandıracaktır. 
      Dininiz üzerinde ondan sakınınız. .................... Ey İnsanlar! 
      Kadınlar hakkında Allahtan korkunuz. Çünkü siz onları ancak Allanın 
      emaneti olarak aldınız. Ve kendileri ile evlenmeyi de Allanın kelimesi 
      (Dini Nikâhla) helal edindiniz. Ey insanlar 
      şüphe yok ki sizin kadınlarınız üzerinde hakkınız vardır, onların da 
      sizlerin üzerinde hakkı vardır. Sizin onların üzerinde hakkınız döşeğinize 
      sizden başka hiç kimseyi ayak bastırmamaları, fuhuş irtikab etmemeleri, 
      istemediğiniz kimseyi izniniz olmadıkça evlerinize sokmamalarıdır. Eğer 
      onlar bunun aksini yaparlarsa, Allah size onları yatakta yalnız 
      bırakmanıza izin vermiştir. Kendilerini fazla incitmeyecek şekilde 
      dövebilirsiniz de .. Eğer uysallık ederler size boyun eğerlerse onların 
      üzerinizdeki hakkı maruf veçhile yani memleket adet ve geleneğine göre 
      kendilerinin bütün yiyecek ve giyeceklerini sağlamaktır. Kadınlar hakkında 
      hayırlı olmanızı tavsiye ederim. Çünkü onlar 
      yanınızda zayıftırlar. Emanettirler. Kendileri için bir şeye malik 
      değildirler. Ey insanlar! 
      size tebliğ etmiş olduğum sözlerimi aklnızda iyice tutunuz. Ben size öyle 
      bir şey bıraktım ki Ona sımsıkı sarılırsanız hiçbir zaman sapmazsım. O 
      Allanın kitabıdır. Allanın Peygamberinin sünnetidir. Ehli 
      beytimdir. Ey insanlar 
      sözümü iyi dinleyiniz ve aklınızda iyice tutunuz. Müslüman müslümanın 
      kardeşidir. Ve böylece bütün müslümanlar kardeştirler. Kişiye kardeşinin 
      malı, kendisi onu gönlünden kopararak vermedikçe helal olmaz. Kendinize 
      zulüm ve yazık etmeyiniz. -Allah Aşkına 
      tebliğ ettim mi? diye sordu. Müslümanlar da Allah için evet 
      dediler. Peygamberimiz, -Ey Allahım 
      şahit ol, diyerek Allahı şahit tuttu. Sakın benden 
      sonra kâfircesine cahiliyet hallerine dönmeyiniz. Ve birbirinizin boynunu 
      vurmayınız. Ey insanlar 
      rabbınız bir, babanız birdir. Hepiniz Ademin soyundansınız. Adem de 
      topraktandır. Allah katında sizin en şerefliniz en muttekı olanınız, 
      Allanın emirlerini en çok yerine getiren, yasaklarından da sakınanınızdır. 
      Arabın Araptan olmayana üstünlüğü ancak takva iledir, buyurdu. Ve -Tebliğ ettim mi 
      ?diye sordu. -Evet, dediler. 
      Sizden burada bulunanlar bunları bulunmayanlara da tebliğ edip 
      ulaştırsın. -Ey insanlar! 
      Size azası kesik bir köle bile emir tayin edilecek olsa sizi Allanın 
      kitabı ile idare ettiği zaman onu dinleyiniz ve itaat ediniz, 
      buyurdu. Sonra 
      müslümanlara sordu: -Benim hakkımda 
      ne diyeceksiniz bakayım? . Müslümanlar: -Allah 
      tarafından getirdiklerini bize tebliğ ettin, peygamberlik vazifeni yerine 
      getirdin, bize nasihat ettin diye şehadette bulunacağız dediler. Bunun 
      üzerine Peygamber Efendimiz, Şehadet parmağını havaya kaldırıp halka 
      işaret ederek" -"Allahım şahit 
      ol, Allahım şahit ol, Allahım şahit ol!" Vesselamü 
      Aleyküm ve rahmetüllahi ve berakâtühü buyurarak hutbesini sona 
      erdirdi. Peygamberimiz 
      Aleyhisselâm bundan sonra haccetmediği için, bu haccı ve hutbesi "Vedâ 
      Hacı" ve "Vedâ Hutbesi" olarak anıldı. Bu hac emri sırasında 63 deve 
      kurbanı kendisi kesti. Kalanlarını Hazreti Ali keserek 100'e tamamladı. 
      Peygamberimiz Aleyhisselâm, her sene için bir kurban keserek ömrünün 63 
      senede sona ereceğine, İslâm Nurunun tamamlanmasıyla, dünyadan 
      ayrılacağına işaret etti. Kabe'de 10 gün kaldıktan sonra Medine'ye 
      döndü. Peygamberimiz 
      Aleyhisselâm hicretin 11'inci yılı Safer ayında, Şam yolunu açmak için bir 
      ordu hazırlattı. Mute savaşında şehîd düşen kumandan Hazreti Zeyd b. 
      Harise'nin oğlu Hazreti Usame b. Zeyd'i 20 yaşında ordunun başına geçirdi. 
      Bir çok ileri gelen sahabiler de bu genç kumandanın emrindeydi. 
      Peygamberimiz Aleyhisselâm ordusunu uğurladıktan sonra saadetli hanesine 
      döndü.     
      Peygamberimiz Aleyhisselâm 23 senelik vazifesinin sona erdiğini ve yakında 
      dünyadan ayrılacağını anlamıştı. Uhud şehîdlerini ziyaret ederek sekiz yıl 
      sonra cenaze namazlarını kıldı. Meşhur Baki' mezarlığına giderek orada 
      yatan müminleri de ziyaret etti. Yakında kendisinin de o âleme göçeceğini 
      bildirdi. Nitekim Rebiulevvel ayına bir gün kala hastalandı. Sahabilerine 
      bir hutbe okuyarak Arapistan'ın putperestlerden temizlenmesini, gelen 
      elçilere iyi davranılmasını emretti, son nasihatlarını yaptı. Yanında 
      bulunan zevcelerinin hissesini ayırdı, kalanını sadaka olarak dağıttı. 
      Peygamberimizin hastalığını duyan islâm Ordusu geri döndü. Ve Dünyadan Ayrılıyor(M. 632 - 
      H. 12 Rebiul Evvel 11)Peygamberimiz 
      Aleyhisselâmın hastalığı sıtma idi. Soğuk su ile rahatlamaya çalışıyordu. 
      Son üç günde hastalığı iyice ağırlaştı. Hazreti Ebû Bekir'i imamlık yapmak 
      üzere vekil seçti. Nihayet 13 gün süren hastalıktan sonra hicretin 11 nci 
      yılı Rebiulevvel ayının 12 nci Pazartesi gecesi milâdî 632 yılında 63 
      yaşında mübarek ruhları uçup en yüce makama gitti. Sahabiler bu acı 
      hakikat karşısında şaşırıp kaldılar. Diller tutuldu, kalbler dondu, 
      feryadlar göklere yükseldi. Hazreti Ömer gibi sahabiler bile inanmak 
      istemedi. Bu fırsattan faydalanmak isteyen bazı kimseler dinden çıkarak 
      yalancı peygamberlik hevesine kapıldı. Ancak Hazreti Ebû Bekir'in 
      soğukkanlı davranışı ve hâkim olucu sözleri karşısında herkes kendine 
      gelebildi. Çünkü o büyük 
      dost Hazreti Muhammed Aleyhisselâm'ın getirdiği Kur'an, ve Şeriatının 
      rehberlik vazifesine devam ettiğini bildiriyor, bu büyük hakikati 
      hatırlatıyordu. Kendilerini 
      toparlayan müminler önce Hazreti Ebû Bekir'i Halife seçip emrine girdiler. 
      Sonra da Fahri Kâinat Efendimize karşı son vazifelerini yaptılar. 
      Erkekler, kadınlar ve çocuklar sırayla namazını kıldılar. Peygamberimiz 
      Aleyhisselâm, dünyaya gözlerini yumduğu, Hazreti Aişe'nin saadetli 
      hanesine defnedildi. Şimdi Ravza-ı Mutahhara denilen makamı meydana 
      geldi. Peygamberimiz 
      Aleyhisselâm, bütün yaratılmışların en şereflisi ve şânı en yüce olanıdır. 
      İnsanlara güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildiğini söylemiştir. Her 
      güzel işte, örnek O'dur, ölçü O'dur. Merhamet ve şefkati, cömertlik ve 
      keremi, akıl ve zekâsı, güzellik ve yaratılışı, iyilik ve ihsanı, doğruluk 
      ve adaleti, sabır ve kanaati, temizlik ve iffeti, yiğitlik ve kuvveti, 
      hâsılı her üstünlük ve fazileti başkaları ile ölçülmesi mümkün olmayacak 
      derecede yüksektir. Küçükleri sevip 
      okşamak, hastaları arayıp sormak, hareketlerinde ölçülü olmak, herkese 
      tatlı söz ve güler yüz göstermek, fakirlere ve düşkünlere yardımcı olmak, 
      işi her zaman ehline vermek, aşırılığa ve gösterişe yüz vermemek, herkesin 
      hakkını gözetmek gibi akla gelen her olgun ahlâk, O'nun 
      sünnetidir. Koca Arap 
      yarımadası emri altında iken bir kuru ekmek parçasıyla karnını doyuracak, 
      hattâ açlığını gidermek için karnına taş bağlayacak derecede sabır, 
      kendisini öldürmek için saldıran ve yaralayarak en ağır eziyeti 
      yapanların, sadece doğru yola gelmelerini isteyecek kadar merhamet 
      sahibiydi. Huzurunda titreyen bir ziyaretçiye: "Korkma arkadaş! Ben, 
      Kureyş'ten kuru ekmek yiyen bir kadının oğluyum!" buyuran bir geniş gönül 
      taşıyordu. Kısacası, her güzel ahlâk, O'nda ayrı bir güzellik 
      kazanmıştı. Peygamberimiz 
      Aleyhisselâmın çok evlenmenin yasaklanmasından önce, bir çok hikmetler ye 
      çeşitli sebeplerle nikâhına aldığı validelerimizin sayısı 12'dir. İlk 
      zevcesi Hazreti Hatice ile Hazreti Zeyneb binti Huzeyme, kendi sağlığında 
      vefat etmişler, diğerleri ise sonraya kalmışlardır. Zevcelerinden Hazreti 
      Ebû Bekir'in kızı Hazreti âişe ve Hazreti Ömer'in kızı Hazreti Hafsa'yı bu 
      en yakın iki dostuyla bağlılığını artırmak için nikahlamıştır. Bu 
      maksatla, kendi kızlarını da üçüncü ve dördüncü derecedeki yakın dostu 
      Hazreti Osman ve Hazreti Ali'ye vermiştir. Ebû Süfyan'ın 
      kızı Hazreti Ümmü Habibe, kocasının Habeşistan'da Hıristiyanlığa 
      dönmesiyle himayesiz kalmıştı. Babası imân etmediği için onun yanına da 
      gelemiyor, asaletli olduğu için herkesle evlenemiyordu. Peygamberimiz 
      Aleyhisselâm dininde sebat eden bu mümineyi Habeş Hükümdarını vekil tâyin 
      ederek nikahladı. Medine'ye getirterek himayesi altına aldı. Hazreti Zeyneb 
      binti Huzeyme, Hazreti Ümmü Seleme ve Hazreti Şevde de Hazreti Hafsa gibi 
      kocaları Allah yolunda savaşırken şehîd düşmüşlerdi. Kimsesiz kalan ve 
      korunmaya muhtaç olan bu kadınları Peygamberimiz Aleyhisselâm nikâhına 
      aldı. Hazreti Zeyneb binti Cahş ise akrabası olup kocası ile 
      geçinemediğinden ayrılmıştı. Efendimiz (A.S) akrabasının ricaları üzerine, 
      onu nikâhına aldı. Hazreti 
      Cüveyriyye, Hazreti Mâriye, Hazreti Safiyye ve Hazreti Meymune 
      validelerimiz ise, siyasî sebeplerden dolayı Peygamberimizin nikâhına 
      girmişlerdir. 53 yaşına kadar dul bir kadın olan Hazreti Hatice ile 
      yaşayan Peygamberimiz Aleyhisselâm bir çok hikmet ve sebeplerle, ömrünün 
      son 10 yılında çok kadınla evlenmiştir. Bu validelerimiz de o hazretten 
      öğrendikleri ile İslama büyük hizmetlerde bulunmuşlardır. Peygamberimiz 
      Aleyhisselâmın üçü erkek, dördü kız olmak üzere yedi evlâdı dünyaya 
      gelmiştir. İlk oğlu Hazreti Kaasım olduğu için, Efendimiz (A.S) 
      "Ebu'l-Kaasım = Kaasımın Babası" lakabıyla anılmıştır. Diğer oğulları da 
      Hazreti Abdullah ve Hazreti İbrahim'dir. Kızları Hazreti Zeyneb, Hazreti 
      Rukayye, Hazreti Ümmü Külsûm ve Hazreti Fâtıma'dır. Yalnız Hazreti 
      ibrahim, Hazreti Mâriye'den doğmuş, diğerlerinin hepsi Hazreti Hatice'den 
      olmuştur. Oğulları bebek 
      halinde, kızları ise evlilik hayatı sürerken Peygamberimiz 
      Aleyhisselâm'dan önce vefat etmişlerdir. Yalnız Hazreti Fâtıma, babasından 
      altı ay sonra 24 yaşında dünyadan ayrılmıştır. Hazreti Rukayye ile Hazreti 
      Ümmü Külsûm, sırasıyla Hazreti Osman b. Affan ile evlenmişlerdir. Bu 
      sebeple Hazreti Osman'a "Zinnûreyn = İki Nur Sahibi" lâkabı verilmiştir. 
      Hazreti Zeyneb, Hazreti Ebû As b. Rebî ile, Hazreti Fâtıma da Hazreti Ali 
      ile evlenmişlerdir. Peygamberimiz 
      Aleyhisselâmın soyu, kızı Hazreti Fâtıma'nın oğulları Hazreti Hasan ve 
      Hazreti Hüseyin neslinden devam etmiştir. Diğer kızlarından olan torunları 
      yaşamamıştır. Hazreti Fâtıma'nın, Hazreti Hasan ile Hazreti Hüseyin'den 
      başka Muhsin, Ümmükülsûm ve Zeyneb adında bir oğlu ve iki kızı daha 
      vardır. HALİFELERİ Peygamberimiz 
      Aleyhisselâmdan sonra Müslümanların din ve dünya işlerini idare edenlere 
      "Halîfe" ve "Emîr" denilir. İslâmın ilk halifesi, Hazreti Ebû Bekir olup 
      soyu yedinci göbekte Peygamberimiz Aleyhisselâm ile birleşir. Hazreti Ebû 
      Bekir, erkeklerden ilk iman eden, malının tamamına yakın kısmını Allah 
      yolunda harcayan, Hazreti Bilâl gibi işkence gören Müslümanları kâfirlerin 
      elinden satın alarak kurtaran, Peygamberimiz Aleyhisselâmın hicret 
      arkadaşı ve kızı Hazreti Âişe ile evlenmesinden dolayı da kayınpederi olan 
      en büyük dostudur. Hazreti Ebû 
      Bekir, iki sene üç ay süren halifeliği sırasında: Yemen, Necid ve Yemâme 
      gibi yerlerde çıkan yalancı peygamberleri ortadan kaldırmış, dinden 
      dönenleri, İslâmın emirlerinde gevşeklik gösterenleri yola getirmiş, 
      Kur'an-ı Kerîm'in âyet ve sûrelerini bir araya toplatmıştır. O'nun zamanında 
      Hazreti Halid b. Velid'in emrindeki İslâm Orduları, Bizans ve İran 
      Devletleri ile bir çok savaşlar yapmış ve her defasında yenerek geniş 
      toprakları fethetmiş, Müslümanlığı yaymıştır. Hazreti Ebû 
      Bekir hicretin 13'üncü senesinde 63 yaşında irtihal etmiş, yerine Hazreti 
      Ömer'i seçmiştir. İkinci 
      Halifesi Hazreti Ebû 
      Bekir'den sonra İslâmın ikinci halifesi olan Hazreti Ömer'in soyu, 
      sekizinci göbekte Peygamberimiz Aleyhisselâm ile birleşir. Kızı Hazreti 
      Hafsa ile evlenmesi sebebiyle Peygamberimiz Aleyhisselâmın kayınpederi 
      olmuştur. O'nun imana 
      gelmesiyle, Müslümanlar ve kâfirlerin tarafı açıkça ayrılıp belli olduğu 
      için Peygamberimiz Aleyhisselâm kendisine bu mânâyı dile getiren "Faruk" 
      lâkabını vermiştir. Peygamberimiz 
      Aleyhisselâmın ikinci, Hazreti Ebû Bekir'in de birinci veziri makamında, 
      İslâm Dinine büyük hizmetlerde bulunan Hazreti Ömer'in adaleti bütün 
      dünyaca meşhurdur. Adaleti sevdiği için, hatır ve gönüle bakmamış, dünya 
      malına aldırış etmemiş, kanaat içerisinde çok sâde bir mümin olarak 
      yaşamıştır. Hazreti Ömer'in 
      halifeliği sırasında Bizans ve İran Devletleri ile yapılan bir çok 
      savaşlar kazanılmıştır. Bunun sonucu olarak da İran Devleti tamamen 
      ortadan silinmiş, Bizanslılar ise Mısır ve Kudüs'den Erzurum'a kadar 
      topraklarının çoğunu Müslümanlara bırakıp kendi kabuğuna çekilmiştir. 
      Böylece islâm Orduları Afrika'da Tunus'dan, Asya'da Kafkas Dağları ve 
      Çin'e kadar olan yerleri fethetmişler, hazine paralarla dolup 
      taşmıştır. Peygamberimiz 
      Aleyhisselâmın hicreti, 17'nci yılında, Hazreti Ömer zamanında tarih başı 
      olarak kabul edilmiştir. Müminlerin emiri, 10 yıl altı ay idareden sonra 
      hicretin 23'üncü senesinde, 63 yaşında olduğu halde, Ebû Lü'lü adında bir 
      Hıristiyan köle tarafından şehid edilmiştir. Üçüncü 
      Halifesi Hazreti Ömer'den 
      sonra üçüncü halife seçilen Hazreti Osman, ilk Müslümanlardan olup 
      Peygamberimiz Aleyhisselâmın soyu ile beşinci göbekte birleşir. Çok edeb 
      ve hayâ sahibi, yumuşak huylu bir zât idi. Zengin olduğu için malının 
      tamamına yakın kısmını Allah yolunda harcamış, büyük yardımlarda 
      bulunmuştur. Peygamberimiz Aleyhisselâmın iki kızı ile evlenerek damadı 
      olmak şerefini elde etmiştir. Hazreti Osman'ın 
      halifeliği 12 seneden 12 gün noksandır. Kur'an-ı Kerîm'in sûrelerini 
      sırasına göre düzenlettirmiş, bugünkü haline getirterek nüshalarını 
      çoğalttırmış ve her tarafa dağıttırmıştır. Hazreti Osman 
      devrinde Afrika'nın kuzey kısımları, Kıbrıs adası, Anadolu'nun içleri, 
      Türkistan ve daha nice yerler, İslâm Ordularının eline geçti. İslâmın 
      sınırları çok genişledi. Hazreti Osman'ın 
      son zamanlarında bazı iç karışıklıklar çıktı. Bunun sonucu olarak da 
      hicretin 35'inci yılında, 80 yaşını geçtiği halde şehîd 
      edildi. Dördüncü 
      Halifesi Hazreti 
      Osman'dan sonra İslâmın dördüncü halifesi seçilen Hazreti Ali, amcası Ebû 
      Talib'in oğludur. 10 yaşında iken İslâmı kabul etmiş, kızı Hazreti Fâtıma 
      ile evlendirmekle damadı olmuştur. Hazreti Ali'nin yiğitliği çok 
      meşhurdur. Hazreti Ali 
      halife seçildikten sonra, bazı Müslümanlar Hazreti Osman'ın kanını dâvâ 
      etmişler ve bu sebeplerle Cemel ile Sıffîn savaşları çıkmış, İslâm arasına 
      ayrılık girmiştir. Nihayet hicretin 
      kırkıncı yılında, beş senelik halifelikten sonra Hazreti Ali şehîd 
      edilmiştir. Hazreti Ali'nin yerine büyük oğlu Hazreti Hasan geçmiştir. 
      Ancak yerini, altı ay sonra babası zamanında Şam'da halifeliğini ilân eden 
      Hazreti Muaviye'ye bırakarak çekilmiştir. Böylece İslâm'da "Hulefâyı 
      Râşidîn" denilen büyük halifeler devri sona ermiştir. Hicretin 
      kırkıncı yılından başlayarak halifelik, Hazreti Muaviye'nin soyu olan 
      Emevîler'e geçti ve bu isimle anılmaya başladı. Emevilerin Hazreti Muaviye 
      ile başlayan idarelerinin ilk devirleri pek parlak geçti. Devlet yeni 
      imkânlara kavuştu ve her şey gelişti. Şam, Devlet Merkezi olarak 
      kullanıldı. Büyük donanmalar 
      kurulup denizlere açıldı. Türkistan, Hindistan ve Sudan'a ordular 
      gönderildi. Afrika'nın Kuzeyi Fas'a kadar fethedildi. İstanbul bir kaç 
      defa kuşatıldı. Hicretin 49'uncu yılında yapılan kuşatmada, Hazreti Ebu 
      Eyyub el Ensârî şehîd düşerek bu şehirde defnedildi. Emevilerin 
      idaresi 90 sene sürdü ve bu zaman içerisinde 14 halife gelip geçti. 
      Hazreti Muaviye'den sonra idareye geçen Yezid zamanında, Peygamberimiz 
      Aleyhisselâmın torunu Hazreti Hüseyin, Kerbelâ'da şehîd oldu. Halife 
      Abdulmelik zamanında İslâm sınırları çok genişledi. Emevî halifelerinden 
      Hazreti Ömer b. Abdulaziz, çok değerli bir zat olup İslâm Dinine 
      hizmetleri büyüktür. Son Emevî 
      halifesi Mervan zamanında, Horasan'lı Ebû Müslim'in çabaları ile Emeviler 
      Devleti sona ermiş, idare Peygamberimiz Aleyhisselâmın amcası Hazreti 
      Abbas'ın soyuna geçmiştir. Emeviler'den Abdurrahman b. Muaviye kaçarak 
      kurtuldu ve İspanya'da Endülüs Emeviler Devletini kurdu. Bu devlet de 
      çeşitli değişikliklere uğrayarak 422 sene sürdü. Abbasiler, 
      Bağdad şehrini merkez olarak seçtiler, devlet hizmetlerini geliştirdiler. 
      Hicrî 132 yılında başlayan idareleri 656 senesine kadar devam etti. Bu 
      zaman içerisinde 37 halife geldi geçti.     
      Abbasi halifeleri içerisinden Ebû Cafer Mansur ve Harun Reşid devirleri 
      parlak geçmiştir. Harun Reşid zamanında Abbasiler en şanlı devirlerini 
      yaşamışlar; İslâm Orduları Hindistan'dan Atlas Okyanusu'na, Kafkaslar'dan 
      Orta Afrika'ya kadar fetihler yapmışlardır. Müslümanların bu hali Avrupalı 
      devletlerin dikkatini çekmiş, krallar ile halife arasında elçiler gelip 
      gitmiştir. Harun Reşid'in 
      Kral Şarlman'a gönderdiği bir çalar saati, ilk defa gören Avrupalılar çok 
      hayret etmişlerdir. Bu halifelerden 
      sonra idarede yavaş yavaş zayıflık meydana gelmiş, bazı vilâyetler kendi 
      başlarına devlet olmuşlardır. Fas ve Cezayir'de ayrı idareler kurulmuş, 
      Mısır'da Fâtımîler Devleti ortaya çıkmıştır. Emeviler soyundan Abdurrahman 
      b. Muaviye ise daha ilk zamanlarda, İspanya'da Endülüs Emevi Devletini 
      kurmuştur. Emevilerden 
      Hazreti Muaviye zamanında fethedilip de halkı İslâm Dinini kabul etmiş 
      olan Türkistan, gittikçe gelişti. Türkler de Abbasi Devleti içerisinde 
      büyük değer kazandılar, din hizmetinde bulundular. Abbasiler'den sonra 
      birçok devletler kurdular. Bunlardan; Afganistan'da kurulan Gazneliler 
      Devleti gibi, bazıları dünyanın en büyük hükümetleri olmuş, Sultan Mahmud 
      gibi yiğit hükümdarlar yetiştirmiştir. Abbasi 
      Devleti'nin zayıflaması sırasında ve parçalanmasından sonra, İslâm 
      memleketlerinde küçüklü büyüklü bir çok devletler kuruldu. Bu devletlere 
      "Tavâif-i Mülûk" adı verilir. Tamamına yakın kısmını Türklerin kurduğu bu 
      devletlerin sayısı otuzdan fazladır. İçlerinde en mühimleri Gazneliler, 
      Harzemşahlılar, Kirmanşahlar, Karakoyunlular, Akkoyunlular, Kölemenler, 
      Eyyubîler, Selçuklular, Cengiz ve Timur Hanlıkları'dır. Bunlar arasında, 
      Türk beylerinden Tuğrul Bey'in kurduğu Selçuklu Devleti çok mühimdi. 
      Tuğrul Bey'in oğlu Alparslan ve onun oğlu Melikşah zamanlarında, dünyada 
      bunlardan büyük devlet yoktu. Anadolu'yu da fetheden Selçuklular, sonradan 
      bir kaç parçaya bölündü. Eski kuvvetleri kalmadı. Moğol Saldırısı 
      ve Haçlı Savaşları Tavâif-i Mülûk 
      denilen devletlerin tamamına yakın kısmı, İslâm Dinine büyük hizmetlerde 
      bulunmuşlardır. Ancak içlerinden birkaçının verdiği zararlar da 
      büyüktür. Cengiz Han'ın 
      idaresindeki Moğollar ve o zaman henüz cahillik içerisinde bulunan bazı 
      Tatar kabileleri, İslâm memleketlerine saldırmışlar, geçtikleri yerleri 
      çiğneyip harap etmişler, milyonlarca Müslümanı öldürerek ortalığı kan 
      denizine çevirmişlerdir. Diğer taraftan 
      Avrupalı Hıristiyanlar da Kudüs'ü Müslümanların elinden almak bahanesiyle 
      büyük ordularla savaşa çıktılar. "Haçlı Savaşları" diye anılan bu 
      saldırılar, Müslüman Türk Devletlerinin büyük çabaları ile geri 
      püskürtüldü. Mısır ve Suriye taraflarında hükümdarlık yapan Selâhaddin 
      Eyyubî'nin kahramanca çarpışmaları ve İslâm ülkelerini büyük bir 
      tehlikeden kurtarması, tarihte şanlı bir yer tutar. Hıristiyanlar, 
      papaların çabalarıyla yedi defa düzenledikleri bu Haçlı Savaşları 
      sırasında, İslâm ülkelerinden götürdükleri yenilikleri memleketlerinde 
      uyguladılar. Böylece Avrupa'da medeniyetin gelişmesine Müslümanlar sebep 
      oldu. Hıristiyanların yaşayışları çok değişti. İspanya'da 
      kurulan ve Avrupa'da İslâmı yaymaya çalışan, Endülüs Emevîler Devleti de 
      yavaş yavaş çökmeye başladı. Gırnata'dan başka Müslümanların elinde bir 
      yer kalmadı. Sonra buraları da İspanyollar, ele geçirdi. İslam medeniyeti 
      adına ne varsa herşey yakıp yıkıldı. Bütün müslümanlar katledildi. 
      Müslümanların fethi sırasında yapılanlarla tam bir tezat teşkil eden bu 
      hali tarih kitapları ibretle kaydetmektedirler. Endülüs Devleti böyle son 
      buldu. Hindistan ve 
      Çin'den Atlas Okyanusu'na kadar hüküm süren İslâm Devletleri bozuldu. 
      Yerlerine bir çok küçüklü büyüklü devletler kuruldu. Biribiri arasında iç 
      ve dış çekişmelerle İslâm birliği zayıfladı. İşte bu sırada 
      İslâm âlemini üç, dörtyüz senedenberi uğramakta olduğu belâ ve 
      sıkıntılardan kurtarma şerefi, dinin Yüce Kitabı Kur'an-ı Kerîm 
      karşısında, bir gece sabaha kadar el bağlayıp duran Türk aşiretlerinden 
      Ertuğrul Gâzi Oğlu Osman Gaziye nasip oldu. Abbasi Devleti'nin yıkılış 
      tarihi olan hicretin 656'ncı yılında, Ertuğrul Gâzi'nin Söğüt kasabasında 
      dünyaya gelen oğlu Osman Bey, Yüce İslâm Dininin hizmetçisi ve yardımcısı 
      olan Osmanlı Devleti'nin temelini kurdu: Milâdî 1299. İslam Şeriatının 
      hükümleriyle eksiksiz amel eden bu soylu ve şerefli millet, Allahü 
      Teâlâ'nın yardımıyla az zamanda büyüdü, dünyaya hükmeden bir imparatorluk 
      oldu. Osmanlı 
      Devleti'nin dokuzuncu padişahı Yavuz Sultan Selim Han, Mısır'ı fethettiği 
      sırada, son Abbasi Halifesi Üçüncü Mütevekkil Alellah, emâneti Yavuz'a 
      verdi. Mekke Şerifi de mukaddes emânetleri bu hükümdara teslim etti. 
      Böylece Osmanlı Sultanları , Yavuz'dan başlıyarak, Peygamberimizin 
      halifesi bütün müslümanların da emiri oldular.     
      İçerde Müslümanların, din ve dünya işlerini idare eden Osmanlılar, dışarda 
      da büyük fetihlerle üç kıt'a, yedi denize hakim oldular. Osmanlı 
      ulemasının tefsir ve izahlarına göre, bir taraftan ümmeti 
      vasat sıfatını alan Osmanlılar, diğer 
      taraftan da hadisi şeriflerde beyan edilen, Hatime vasfını elde 
      etmişlerdir. Şimdi ise dünya ve islam alemi "hatimetül hatime"yi 
      beklemektedir. Şemail-i 
      ŞerifUzuna yakın orta 
      boylu, endamı biçimi gayet uygun, alnı açık, büyücek başlı, hilal kaşlı, 
      değirmi yüzlü, güzel iri karagözlü, uzun kirpikli, çekme burunlu, kaşları 
      birbirine yakın fakat arası açık, omuzlarının arası ve göğsü geniş, gümüş 
      gibi saf boynu uzun ve düzgün, omuzları , kolları ve bacakları iri ve 
      kalın, bilekleri uzun, parmakları uzunca, elleri ve parmaklan kalınca, 
      karnı göğsü ile bir hizada, ne şişman ne pek zayıf, sıkı etli, ipek tenli, 
      iri kemikli, iri gövdeli, güçlü kuvvetli, tabanları ve avuçları çukur, iki 
      küreğinin arasında peygamberlik mührü, kendisi de peygamberliğin mührü, 
      her hareketi mutedil, yürüyüşü dosdoğru ve sallanmadan, ne pek hızlı ne 
      pek yavaş, güler yüzlü tatlı sözlü yumuşak, alçak gönüllü ve 
      vakarlıydı. Bütün 
      yaratılmışların en şereflisi ve şânı en yüce olanıdır. Güzel ahlâkı 
      tamamlamak üzere gönderilmiştir. Her güzel işte örnek O'dur, ölçü O'dur. 
      Merhamet ve şefkati, cömertlik ve keremi, akıl ve zekâsı, güzellik ve 
      yaratılışı, iyilik ve ihsanı, doğruluk ve adaleti, sabır ve kanaati, 
      temizlik ve iffeti, yiğitlik ve kuvveti, hâsılı her üstünlük ve fazileti 
      başkaları ile ölçülmesi mümkün olmayacak derecede yüksektir. Küçükleri sevip 
      okşamak, hastaları arayıp sormak, hareketlerinde ölçülü olmak, herkese 
      tatlı söz ve güler yüz göstermek, fakirlere ve düşkünlere yardımcı olmak, 
      işi her zaman ehline vermek, aşırılığa ve gösterişe yüz vermemek, herkesin 
      hakkını gözetmek gibi akla gelen her olgun ahlâk, O'nun 
      sünnetidir. Koca Arab 
      yarımadası emri altında iken bir kuru ekmek parçasıyla karnını doyuracak, 
      hattâ açlığını gidermek için karnına taş bağlayacak derecede sabır, 
      kendisini öldürmek için saldıran ve yaralayanlara doğru yola gelmeleri 
      için dua edecek kadar merhamet sahibiydi. Huzurunda titreyen bir 
      ziyaretçiye: "Korkma arkadaş! Ben, Kureyş'ten kuru ekmek yiyen bir kadının 
      oğluyum!" buyuruyordu. Her güzel ahlâk, O'nda ayrı bir güzellik 
      kazanmıştı. Salatü selam 
      O'na, aline , eshabına ve kıyamete kadar onun izi üzerinde yürüyen 
      ümmetine olsun. 1-Siyer ve Siyer i Nebi 
      nedir?   |