KRIZ DERSLERI

Ahmet ERTÜRK

Türkiye'nin adeta bir travma etkisiyle derinden hissettigi ekonomik krizin, son on yilda yasanan periyodik krizlerden bu sonuncusunun, artik hayli tekdüze ve basit semalarla açiklanabilir hale geldigini söyleyerek söze baslamak istiyoruz. Bu tesbit, krizin bizatihi kendisini ve orta ve uzun vadede yaratacagi sarsici sosyo-ekonomik dalgalari küçümsemek, basite indirgemek anlamina gelmiyor. Tersine, kriz sartlarinin olusturulmasindan baslayip krizin yönetilme tarzina ve krizden çikma formülasyonlarina kadar uzanan genis bir yelpazede hiç sasmadan adeta bir makina intizamiyla isleyen sihirli bir 'kriz üretim modeli'nin varligini göstermesi açisindan çok ciddi ve hayati bir tesbit olarak deger tasiyor. Türkiye'den Orta ve Güney Amerika ülkelerine, Dogu Asya'dan Rusya ve Balkan ülkelerine kadar uzanan genis bir cografyada hükmünü bikmadan usanmadan sürdüren bir 'model'.

Bu modeli açiklamanin sözünü ettigimiz basit bir yolunu hayli popüler bir metaforu kullanarak uygulayabiliriz: balon metaforu. Evet, çok kolayca, basit bir üflemeyle sisirilen bir balonun yine çok kolayca, küçük bir toplu igne temasiyla patlatilmasi oyunu. Hani, küçük cocuklarin sikça oynadigi ve büyüklerin 'Aman dikkat et!' nidalarina aldirmadan çogu zaman zevkle bazan da korkuyla patlattiklari balon oyunu. Bu metaforla ilgili bir kaç tesbitin yapilmasi, anlamayi daha da kolaylastiracaktir: Bir kere balonun siskinligi bir maddi-fiziksel öz'den kaynaklanmaz, içi bostur. Ikincisi, bir bosluktan olusan bu kütle çok hafif bir dis temas, mesela bir toplu igne ile kolayca ve çogu zaman bir patlama seklinde yok olabilir. Simdi bu basit açiklama isiginda neredeyse her yil baska bir cografyada kendisini tipa tip yeniden üreten ciddi ekonomik krizlere baktigimizda, olup bitenleri 'bir balonun sisirilip sisirilip patlatilmasi' olarak tanimlamamiz mümkündür.

Bu basit açiklamanin daha teknik ve iktisat jargonuna daha uygun bir ifadesini son yillarda kriz yorumlarinda yabancilar tarafindan sikça kullanilan bir deyimde bulabiliriz: 'yapisal kirilganlik' yahut Ingilizce karsiligiyla 'structural vulnerability'. Bununla anlatilmak istenen sey aynidir: kolayca kirilabilme, bozulabilme yahut bozulmaya ve kirilmaya yapisal olarak müsait olma. Uluslararasi mali sistemin gözetim ve denetim organlari/kurumlari (IMF, Dünya Bankasi) eliyle Türkiye ve benzeri ülkelere empoze ettigi krizden çikis modellerinin bizatihi birer 'kriz modeli' haline dönüsmesinin sebebi, iste ister 'kirilganlik' diyelim, isterse 'patlayan balon' metaforuyla ifade edelim, tam da bu yapisal arizadir.

Böylesine basit bir açiklamasi yapilabilen ve çok farkli cografyalarda neredeyse her seferinde ayni modalite içinde tekrar tekrar meydana gelen bu krizlerin, IMF'nin, Dünya Bankasi'nin, ABD Hazinesinin ve milyarlarca dolarlik fonlari isleten çok uluslu dev bankalarin çok akilli uzmanlari tarafindan bu kadar zamandir öngörülememis oldugunu ve her defasinda yanildiklarini varsaymak çok safça bir düsünce olurdu. Bu kadar akilli insanin ve bu kadar çok güç odaginin uluslararasi mali sistemin jeo-politik çikar alani içinde yer alan bu ülkelerin ekonomilerinin her defasinda büyük bir hasar görmesinden sadistçe bir zevk aldiklarini varsaymak da ayni ölçüde safça bir yorum olurdu. Öyleyse mesele, bu 'kriz modeli'nden uluslararasi mali sistemin hangi menfaatleri devsirdigini anlamaya çalismak olmalidir.

* * *

Kendisini tekrarlayan bu krizlerin en basit açiklamalarindan birisi, bir 'servet transferi' mekanizmasinin en etkili araci olduklaridir: Yeni finansal jargonun 'emerging markets' ('yeni parlayan piyasalar') olarak adlandirdigi ülkelerden uluslararasi mali sistemin merkezine dogru isleyen bir transfer mekanizmasi.

Öncelikle bu 'emerging markets' tanimlamasina bakalim.

Son yillarda 'merkez'in kenarinda yer alan ekonomilerin yeni bir tasnif mantigina maruz birakildiklarini gösteren bu tanimlamanin en çarpici tarafi, tanimladigi nesneyi bir 'ülke', bir 'ulus' yahut hatta bir 'ekonomi' olarak degil, bir 'piyasa' olarak adlandirmasidir. 'Kalkinma ekonomisi' zihniyetinin baskin oldugu bir önceki kusagin tasnif mantigi içinde 'gelismekte olan ülkeler' adlandirmasina tabi tutulan 'çevre'nin 'ilk halka'sindaki ülkeler, 'globalizm' ve 'liberalizm' çaginin göz boyaciligi ortaminda 'yeni parlayan piyasalar' ('emerging markets') seklinde çevrilebilecek yeni bir tanimlamaya maruz birakilmislardir. Hem 'gelisme/kalkinma' vurgusunu, hem de 'ülke' vurgusunu yok eden bu yeni tanimlama, onlarin yerine 'parlama', yani 'yeni imkânlar/çikarlar vaadetme' ve 'piyasa', yani tahakkümcü 'global piyasa' mantiginin 'üzerinde mesru bir sekilde hak iddia edilen vazgeçilmez bir parçasi' unsurlarini öne çikarmistir. Baska bir deyisle, her zaman zayiftan güçlüye dogru kaynak transferi sürecinin mesruiyet zeminini olusturan 'serbest piyasa' anlayisinin belirleyici dünyasinda 'piyasalar-arasi'serbest fon hareketlerini yeni ekonominin vazgeçilmez bir özelligi olarak görmek ve bu hareketlerin hangi tarafin yararina isledigi ile ilgilenmemek, bu yeni tanimlamanin empoze ettigi bir düsünce tarzidir. Uluslararasi mali sistemin kendi menfaatleri açisindan bakarak yaptigi bu tanimlama, kendini üreten kriz modelini anlamamizin da anahtaridir.

'Sanayilesme' çaginda üçüncü dünyadan 'merkez'e ucuz hammadde ve yeralti kaynagi transferi seklinde isleyen bir mekanizma, global kapitalizmin baskin oldugu evrede 'merkez' ile 'çevre ülkeler' arasinda isleyen fon hareketleri seklinde kendini yeniden üretmistir. Bati piyasalarinin düsük enflasyon-düsük faiz oranlari evresini yasamasinin büyük fon sahipleri için cazip olmayan imkânlar anlamina gelmesi, bu büyük fon hacminin kendisine daha cazip imkânlar aramasini gündeme getirmistir. Reel mal ve hizmet hareketi disinda, tamamen spekülatif mahiyetteki bu yeni hareketin, fon hareketinin yegane amaci, 'gelismis' piyasalardaki getiri düzeylerinin çok üstünde yeni getiri firsatlari aramaktir. Bu amacin gerçeklestirilmesi, getiriyi maksimize ederken riski de minimize eden bir optimal bilesimin olusturulmasina baglidir. Gelismis ülkelerdeki büyük fon sahiplerinin elimine etmeyi amaçladiklari riskler, 'mali riskler' oldugu kadar, hatta ondan da önemlisi, 'hukuki riskler'dir de. Müzakereleri yillarca tam bir güçler mücadelesi seklinde süren ve sonuçta uluslararasi mali sistemin zaferiyle sonuçlanan GATT ve MAI anlasmalari ile sözkonusu hukuki riskleri elimine etme yolunda önemli kazanimlar elde edilmistir. Mali risklerin eliminasyonu da, Türkiye'nin de yakindan yasadigi IMF anlasmalari ve programlari yoluyla basarilmaktadir.

* * *

Kronik döviz yetersizligi, yani ekonominin döviz üretme kapasitesinin yetersizligi, Türkiye benzeri ülkelerin en önemli basagrisi ve hatta kâbusudur. Zaman zaman sistemin büyük güçlerince uygulanan toplumsal ve siyasal manipülasyon stratejilerinin de bahanesi (özellikle soguk savas yillarinda) olarak kullanilan döviz yetersizligini asmanin en geçerli yolu olarak yabanci sermaye veya kredi seklinde dis kaynak temini gösterilmistir. Yabanci sermayenin yatirim ve üretim için bu tür ülkelere gitmedigi ortaya çiktiktan sonra geriye kredi ya da 'portföy yatirimi' seklinde yabanci kaynak beklentisi kalmaktadir.

Dis kaynak ihtiyaci içinde olduguna inan(diril)an bir ülkenin ilk yaptigi, IMF ile anlasarak dikte edilen IMF programlarini yürürlüge koymak ve böylece uluslararasi büyük fon sahiplerini ülkeye fon aktarmaya tesvik etmektir. Bir ekonomideki belli basli üç fiyatin (mal ve hizmet fiyatlarinin, yabanci paralarin fiyatinin ve yerli paranin fiyatinin) hareketinin, yani enflasyondaki, döviz kurundaki ve faizdeki artisin hangi yönde ve birbirleriyle nasil bir iliski içinde cereyan edeceginin belirlenmesi, ülkeye 'akacak'(!) dis fonlarin anapara ve getiri (faiz) emniyetini saglama endisesiyle yapilmaktadir. Enflasyon ve yabanci paralarin fiyati hizli artiyorsa yerli paranin fiyatini (faizi) çok daha yüksek düzeyde tutarak belirsizlik faktörünü de telafi edecek ölçüde yüksek bir reel faiz mekanizmasi olusturulmaktadir. Yahut enflasyonu düsürmek gibi masum bir hedef adina döviz kuru kontrol altinda tutulmussa ya faizler yine reel getiri vaadeden düzeylerde tutulmakta, yahut faizler de düsüyorsa anlik patlamalar yaratacak sekilde kütlesel fon çikislari olmakta ve ekonomi krizlere sürüklenmektedir.

Alinan bütün tedbirlere ragmen yabanci yatirimcilari zarar ettiren ekonomik gelismeler vukubulmussa (1994 Meksika Krizi, Uzak Dogu Krizi ve Kasim 2000 Türkiye Krizi) uluslararasi mali sistemin büyük kasalari (IMF ve Dünya Bankasi) bu defa destek fonlarini devreye sokmaktadirlar. Amaç, yabanci yatirimcilarin ve kreditörlerin zarar görmemesini saglamaktir. Örnegin, 'ABD'de ekonomi yönetimi, 1997 Asya krizi ve IMF'nin bu ülkelere yardimlari konusundaki elestirilere cevap verirken benzer durumun yasandigi 1994 Meksika krizini örnek göstermekte ve su açiklamayi yapmaktadirlar: "1994'te Meksika'ya 40 milyar dolar civarinda fon saglanmistir. Ancak bu fonlar, adi geçen ülkeden zaman içinde tahsil edilmis ve hatta verilmis olan bu kredilerden 5 milyar dolar da getiri elde edilmistir. Halbuki sözkonusu kurtarma fonlari (bail-out) saglanmis olmasaydi, o tarih itibariyle Meksika hükümeti ve Meksikali sirketlere saglanmis olan ABD fonlarinin anaparalarinin bile geri dönmesi mümkün olmayacakti. Dahasi, Meksika'daki mali kriz reel ekonomiye de yansiyacagindan bu ülkenin en büyük ticari partneri olan ABD bundan çok olumsuz etkilenecekti."

IMF ile yapilan anlasmalardan ve uluslararasi mali sistemin kritik aktörleri olan rating sirketlerinin fon sahiplerine yönelik cesaret verici degerlendirme notlarindan sonra ülkeye 'portföy yatirimlari' veya 'sicak para' olarak adlandirilan büyük hacimli fon akislari baslamakta, borsaya giren veya sabit ve yüksek faizli hazine borç senetlerine yatirilan bu fon girisleri sayesinde ülkenin dis kaynak ihtiyaci giderilmis ve yabanci yatirimcilar için cazip bir yatirim ortami saglanmis görünmektedir. Bu illüzyon, ayni fonlarin ayni hizda ve hacimde ülkeyi terkedip gitmesine kadar sürmekte ve krize giren reel ekonomi, çöken banka sistemi, düsen borsa endeksi, deger yitiren ulusal para ile ayaklar büyük bir siddetle yere degmekte ve yeni bir IMF programi ile ayni süreç yeniden baslatilmakta, kriz kendini yeniden üretmeye geçmektedir.

Yazimizin basinda degindigimiz 'balon' metaforunu hatirlayalim yeniden. Ülkeye akan dis fonlar, yani sisen balon, fonlarin ülkeyi terkedip gitmesi, yani balonun patlamasi ve bu sürecin kendini tekrarlamasi. Iste yasadigimiz krizin bir metaforla açiklanmasi.

* * *

Yabanci yatirimcilarin büyük hacimli fonlarinin istahla saldirdigi 'emerging markets'kategorisinde yer alan ülkelerin son yillarda yasadigi peryodik krizlerden yeni birisini yasama sirasini saviyoruz simdi. Uluslararasi sermaye hareketleri üzerindeki bütün sinirlamalarin kaldirilmasina ya da daha popüler bir tanimlamayla, sermaye hareketlerinin liberallesmesine yahut 'de-regülasyon'a büyük ölçüde borçlu oldugumuz bu peryodik krizlerin tohumlari, paradoksal bir biçimde, sosyo-politik alanda baskici bir 'regülasyon' sürecinin yasandigi yahut planlandigi dönemlerde atilmistir.

'De-regülasyon'un rantini devsiren sosyo-politik bir zümrenin sürükleyici ve manipüle edici gücü üstüne insa edilen yeni baskici 'regülasyon'süreci, bu son krizle birlikte, orta sinifin iktisaden ve ahlaken çözülmesi, çalisan siniflarin içine düstükleri çaresizlik ve yoksulluk ortaminda her türlü politik manipülasyona açik hale gelmeleri, kisacasi 'Endonezya' modelinin uygulanacagi bir ortamin hazirlanmasi seklindeki kaotik bir asamaya evrilecektir.

Kriz sonrasinda uluslararasi mali sistemin belli basli aktörlerinin takindigi 'ne haliniz varsa görün!' anlamindaki olumsuz tutumun, Türkiye'nin modernlik standartlarina nazaran ikinci sinif bir sosyo-ekonomik yapi ile 'çevre'nin de en çevresine itilmeye çalisilmasi olarak yorumlanmasi mümkündür. Bu da, birinci sinif standartlara uyum saglama adina siyasi liberalizm olarak tanimlanan bir açilim sürecinden bazi toplum kesimlerinin istifade etme tehlikesinin uzun bir süre için bertaraf edilmesi anlamina gelmektedir.

kaynak: haksöz

Musa Dogan         

backward.gif (1273 Byte)