KUR'AN LAFIZLARINDA GIRISIMCILIK ÜZERINE

Doç. Dr. Ali Sayi

1. Girisimcilik iktisat kitaplarinda tesebbüs karsiligi kullanilmakta, üretimin meydana gelmesi için gerekli olan iktisadi faktörlerin; emek, sermaye, hammadde ve tabiattan ibaret oldugu belirtilerek, bunlara ücret, faiz, rant ve kâr karsiliklari takdir edilmektedir. (Bu konuda bkz. Samuelson P., Iktisat, çev. Demir Demirgil, Istanbul, 1970, sh. 46, 596....vd., 668-670, 641-642). Klasik iktisat kaynaklari ücreti emege, faizi sermayeye, ranti topraga karsilik olarak kabul ederler (Bkz. Samuelson, a.g.e., sh. 662). Dördüncü bir iktisadi gelir olan kâr'in ise kime ait oldugu konusunda klasik iktisatçilarin tereddüt içerisinde olduklari, kâri; faktörlerin zimnî geliri olarak, tesebbüslerin ve yeniliklerin mükâfâti olarak, riziko ve belirsizliklerin karsiligi olarak, tekel karsiligi olarak degerlendirdikleri görülmektedir. (Bkz. Samuelson, a.g.e., sh. 668-673).

2. Girisimciyi tesebbüs ismi verilerek, sâdece bir iktisadi faktörün (sermayenin) kullanicisi oldugunu ve karsilik olarak ta faize hak kazandigini söylemek dogru bir iktisadi degerlendirme degildir. Zira mütesebbis/girisimci sadece sermayenin kullanicisi niteliginde degildir. Yerinde emek, yerinde sermayenin yönlendiricisi, yerinde hammadde ve dogal iktisâdî faktörü saglayan, yerinde de tüm iktisat faktörleri arasindaki iliskileri saglayan ve düzenleyen konumlarinda olabilmektedir. Dolayisiyla girisimciyi ve girisimi bir alana hapsetmek dogru degildir, zira iktisatta temel hedef olan üretimin olusmasini bizzat girisim ve girisimci yani mütesebbis temin eder. Üretim olayinin meydana gelmesinde emek, toprak (dogal iktisâdî faktör) kendilerinden vazgeçilemez iktisâdî faktörlerdir, bu nedenle de kendilerine "primer iktisâdî faktörler" denir. Bundan sonra gelen iktisadi unsurlar sermaye ve hammaddedir. Ancak üretim olayinda bir iktisadi unsur vardir ki bu mevcut olmazsa üretimin meydana gelmedigi görülür. Bu unsurun girisim/tesebbüs oldugunu söyleyebiliriz. Tesebbüs olmadiginda diger iktisat unsurlarinin (iktisâdî faktörlerin) bir araya gelmeleri söz konusu olmadigi gibi bunlar arasindaki iliskileri de düzenlemek mümkün olamaz.

3. Kur'an'in açikça ribayi/faizi kötü gördügünü ve onu haram saydigini biliyoruz. Nitekim bir ayette "Riba yiyen kimselerin messden (kabirden) seytan çarpmis gibi (tehabbut etmis gibi) kalkacagi" belirtildikten sonra onlarin böyle bir cezaya müstehak olmalarinin gerekçesi olarak Bey'i yani ticareti Riba gibi görmek oldugu belirtilmekte, halbuki Allah'in bey'i helal, ribayi haram kildigi söylenmektedir (Bakara 2/275). Ayetin devaminda "Allah'in ribayi mahvedecegi fakat sadakalari (ve sadakalara dayali kazançlari) kat kat artiracagi söylendikten sonra" (Bakara 2/276) müminlere seslenilmekte ve onlardan "Ribadan kalanlari almamalari" (Bakara 2/278) istenmekte, bunu yapanlarin yani ribayi almaya devam edenlerin Allah ve Resulü ile savasa yol arayanlar oldugu, tevbe ettikleri takdirde ruûsu emvallerin yani ana paralarin (mallari) kendilerine ait oldugu söylenmektedir. (Bakara 2/278-279) Ayetin devaminda söylenen "zû usra" olmussa yani faize muhatap olan kisi ödemekte zorluk içerisinde kalmissa, "bu durumda o kisiye kolaylik yapin, fakat tasadduk etmeniz sizin için daha hayirlidir" (Bakara 2/280) bölümü faiz/riba'nin ortaya çikis nedeninin iktisâdî bakimdan zorluga düsmek oldugunu da açikça belirtmekte, bu iktisâdî zorlugun asilmasini saglayacak kaynak meydana getirilmeden ribânin kökünün kurutulamayacagi belirtilmektedir. Bu durum bizi "kredi" kurumunun son derece önemli oldugu noktasina götürür.

4. Ribâ'nin Kur'an tarafindan haram sayilmasinin en önemli nedeni bize göre girisimi/tesebbüsü ve girisimciligi yok etmesidir. Zira ribâ günümüz ifadesiyle faiz riski ve belirsizligi içermez. Bu nedenle insanlarin riski olmayan, belirsizligi de ortadan kaldirilmis gibi görünen faiz kazançlarina yönelmeleri, riski ve belirsizligi kapsayan girisimi terk etmeleri pekala mümkündür. Nitekim günümüzde bunun pek çok örneklerinin vuku buldugu, insanlarin üretmek yerine faiz kazançlarina yöneldikleri, burada da gerçek/reel üretim olmadigindan sonuçta ekonominin üretim yapamamak gibi bir problemle karsi karsiya kaldigi ve sonuçta da çökme ve yok olma noktasina yöneldigi görülmektedir. Nitekim böyle bir halin olusmamasi amaciyla akademik çevrelerin "risk sermayesi" kavramini olusturduklari, sermayenin riske edilmeden, belirsizliklerle savasmadan reel bir üretimi gerçeklestiremedigi anlasilmaktadir. Risk sermayesi kavraminin olusturulmasi da asil olarak bu sebepten kaynaklanir. Esâsen klasik iktisat kaynaklarinin da bu durumu sezdikleri ve kârin gerekçeleri arasinda risk ve belirsizlik mefhumlarini da gösterdikleri görülür (Bkz. Samuelson, a.g.e., sh. 671).

Hayatin maddi bakimdan devami için mutlaka üretim gerekir. Üretim ise riske girmeden yani elde edememe tehlikesini göze almadan ve belirsizligi belirli hale getirmeden yapilamaz. Halbuki faizli kazançlar riski ve belirsizlikle mücadeleyi içermeyen kazançlardir. Insanlarin risksiz sekilde kazanç saglama imkani varken riskliye yönelmeleri ve dolayisiyla da reel üretim yapmalari söz konusu olmadigindan, girisimi/girisimciligi terk ettikleri, dolayisiyla ekonomik çökme sartlarini olusturduklari görülür. Bu durumda da faiz/riba, girisim ve girisimcilige dayali ekonomik yapilanmanin tam ziddidir ve onu yok eder diyebiliriz.

5. Ribâ/faiz'in ekonomik çöküntüyü sagladigini en iyi ortaya koyan iktisat teorisi, likidite tercihi teorisidir. Bilindigi gibi bu teorinin sahibi olarak, Bati iktisadini da yok olmaktan kurtardigi ileri sürülen, Keynes gösterilir. Keynes, "Likidite Tercih Teorisi"nde sunlari söyler: Insanlar hayatlarinda tabii olarak parayi (likiditeyi) tercih ederler. Yalniz bu tercihlerinde su amaçlar rol oynar:

a) Muamele sâiki,

b) Tasarruf "

c) Spekülasyon "

Yani insanlar likid degerleri yani parayi talep ederken ya bir is veya muamele yapmayi amaçlarlar, yahut onunla tasarruf yapmayi yani gelecek tehlikelere karsi biriktirme yapmayi amaçlarlar, yahut ta gerçek üretim saglamasa da kazanç saglamayi amaçlarlar, bu da spekülatif amaci teskil eder.

Keynes bir iktisatçi olarak faizi reddeden birisi degildir. Nitekim bu teorisinde yani "likidite tercihi" teorisinde de bunu belirterek: Parayi her üç durumdan birisiyle talep eden kisinin faiz hadlerini kollayacagini ve parasini en yüksek faiz haddinden ödünç verecegini ve bu sekilde parasal kazancini azâmiye çikarmayi hedefleyecegini söyler. Iste problem de bu noktada baslamaktadir. Zira insanlar is yapmak veya bir muameleyi yerine getirmek ya da tasarrufta bulunmak yahut üretim olmasa da kazanç saglamak için parayi isteyecekler ve bunun için de bu paralari (likid degerleri) verenlere bir bedel (faiz) ödemeye de razi olacaklardir. Ancak bu likid degerleri yani paralari verecekler, bunlari en yüksek faizden ödünç vererek kazançlarini en yüksege çikarmayi hedeflediklerinden en yüksek faiz haddini beklerler. Böyle bir faiz seviyesi olusmadan paralarini ödünç vermezler. Bunun ise bir üst siniri yoktur, dolayisiyla da beklemeye devam ederler ve tam bu noktada, ödünç verenlerle alanlar arasi iliski tamamiyle kopar. Bu kopus ise paranin üretim alanlarinda kullanilmamasi demek oldugundan ekonomi çöküntüye ugrar. Zira likid degerlere sahip olanlar üretimde kullanilmasi için paralarini vermemektedirler. Ekonomide ise asil olan likid degerlerin çogalmasi degil üretimin olmasidir. Bu durum bir elektrik devresine benzetilerek daha da anlasilabilir hale sokulabilir. Bir elektrik devresinde, akimi saglayan kablolardan birisi koptugunda tüm tesisat atil yani ise yaramaz hale gelir. Ödünçe ihtiyaç duyanlar bunu bulamadiklari zaman, ariza sadece bulamadiklari noktada kalmaz ve tüm ekonomiye sirayet ederek tüm ekonomiyi çöküntüye ugratir.

6. Girisim ve girisimcilik, kisiye yani ferde dayali olgular olarak degerlendirilmelidir. Bu itibarla bir devlet ekonomisinin söz konusu oldugu bir alanda girisim ve girisimcilikten söz edilemez. Zira burada tüm iktisadi islemler devlet tarafindan yerine getirildiginden, kisisel iktisadi faaliyetlere gerek duyulmaz, girisim ve girisimcilikte vuku bulamaz. Bu itibarla girisim ve girisimciligin ihtiyaç duydugu birinci nitelik hürriyettir. Yani bir girisimci kafasinin alabildigi tüm seyleri düsünme, bu düsündüklerine göre yapabilme özgürlüklerine sahip olmalidir. Ancak bu imkanlara sahip oldugunda daha dogru olani düsünme ve daha yararli (nef'li-menfaatli) olani yapma özgürlüklerine de sahiptir ve böyle bir durumda giderek daha yararli ve dogru uygulamalarin yeryüzünde gerçeklesmesi imkani artar. Girisimcilik bu itibarla hürriyetçi siyasi yönetimleri gerektirir. Zira iktisadi olarak serbest hareket yapabilme ancak hürriyetçi siyasal yönetimlerce mümkündür, girisimcilik siyasi sistem olarak hürriyetçi olanlari zorunlu kilar. Bu nedenle kendi ülkesinde hürriyetçi sistemlerin varolmasini isteyenlerin, girisimi ve girisimciligi talep etme gibi bir mecburiyetleri vardir.

Islam tarihinde böyle bir olusumun iktisadi alanda degil, ilim alaninda vukua geldigini ve bu sebebe binaen de mezheplerin olustugunu görüyoruz.

Gerçekten Emeviler ve özellikle Abbasiler döneminde olusan ve birbirlerine zitliklar arzeden çok degisik mezheplerin (Müsebbihe -Mürcie, Neccariye, Mücessime, Muattila-Mu'tezile) dogusunun temel nedeni sahip olunan hürriyetçi anlayistir.

Hanefi Mezhebi'nin kurucusu Imam-i A'zam Ebû Hanife'nin bir tâcir oldugunu, ticaretle ugrastigini (Bkz. Ebû Zehre Muhammed, Ebû Hanife, çev. Osman Keskioglu, Üçdal Nesriyat, III. bsk. Istanbul, 1970, sh. 30, 32) biliyoruz. Ticaret, hürriyet gerektiren bir iktisadi faaliyettir. Burada kisinin kendi varligiyla ayakta durmasi, ayakta durabilmesi için de dogrulari yapmasi zorunlugu vardir. Aksi halde ayakta durmasi ve varligini devam ettirmesi mümkün olamaz. Bu itibarla Ebu Hanife'nin ilmi hayati bakimindan ona paralel bir iktisâdî faaliyeti yani ticareti seçtigini, bu yönüyle de ilmî hayatinda, dogrulara daha çok isabet etme imkanini elde ettigini, iktisadi hayatinda geçerli olan ilkeleri ilmî hayatina dolayisiyla mezhebine de intikal ettirdigini, bu nedenle de mezhebinin daha çok kitlelere ve daha ileri zamanlara ulasma imkanini elde ettigini söyleyebiliriz.

Imam-i A'zam Ebû Hanîfe'nin Emeviler zamaninda Kûfe vâlisi Ibni Hubeyre tarafindan bir takim iskencelere ugratildigini, Ibni Hubeyre tarafindan bir devlet hizmetine girmesi seklinde yapilan teklifi kabul etmedigini, bir imkanini bulunca da Kûfe'den kaçarak Mekke'ye sagindigini ve orada alti yil kadar kaldigini biliyoruz. Ebû Hanife'nin Mekke'ye siginma tarihinin H. 130 oldugu nakledilmektedir. (Etrafli bilgi için bk. Ebu Zehre M., a.g.e., sh. 53-57). Benzeri bir olay Imam-i A'zam Ebû Hanife tarafindan Abbâsiler zamaninda da yasanmis, o devrede Halife olan Ebû Ca'fer Mansur tarafindan yapilan Bagdat kadisi olmasi seklindeki teklifini kabul etmeyerek, hapse atilmaya ve burada kamçilanarak ölüme râzi olmustu.

Ebû Hanîfe'nin ölüm tarihinin H. 150 oldugunu biliyoruz. (Etrafli bilgi için bkz. Ebû Zehre M., Ebû Hanife, çev. Keskioglu, O., Üçdal Nesriyat Istanbul, 1970, sh. 70... vd). Ebu Hanife'nin bütün bu sIkIntilari yasamasindaki en büyük amilin hürriyet perverligi, özgürlük düskünlügü oldugunu söyleyebiliriz. O, bagimsizlik ve hürlük olmadan ilmî kanaatlarini serbestçe ortaya koyamayacagini, bunun için herhangi bir yerin, ki bu devlette olabilir, baskisindan uzak olmak gerektigini biliyordu ve bu nedenle de bir devlet görevi olan Bagdat Kadiligi'ni, o zamanki Abbâsi halifesi Ebu Ca'fer Mansur tarafindan teklif edilmesine ragmen kabul etmemisti. Bütün bunlar Ebû Hanife'nin sahip oldugu girisimcilik ruhunu ve girisimciligi açikça ortaya koyar. Bu sebeplerle Ebû Hanife'yi Islâm tarihi içerisinde girisimcilik ruhunun en ileri örnegi olarak görebiliriz.

7. Girisim ve girisimcilik olayinda iki durum son derece önemlidir. Bunlardan birincisi girisimin ve girisimciligin sürekliligi, ikincisi ise girisimin kendisini en önde olmasi geregine inandirmasidir.

Burada söylenmesi gereken bir baska nokta, girisimin ve girisimciligin tek ses yerine çok sesi, tek uygulama yerine çoklu uygulamayi gerektirmesidir. Önceki paragraflarda açikça söylendigi gibi, girisimin hürriyeti gerektirmesi tekli ve tekli yapi yerine, çogulcu ve çoklu yapiyi zorunlu kilar. Bu da, çoklu siyasal bir sistem olan demokrasilerin, girisim ve girisimcilige son derece müsait siyasal sistemler oldugu noktasina bizleri götürür.

8. Girisim ve girisimcilik bir özel sektör uygulamasidir. Bu iktisâdî alanda bir özel sektör uygulamasi olarak ortaya çikinca, bir iktisâdî faaliyetin birden fazla kisi, zümre veya topluluk tarafindan yapilmasi durumu söz konusu olacaktir. Bunlarin faaliyet göstermeleri için de hürriyetin olmasi, iktisâdî faaliyetlerin sinirlandirilmamasi, batililarin tabiriyle "birakiniz yapsinlar-birakiniz geçsinler" yani "Laissez-faire, laissez-passer" ilkelerinin hakim olmasi gerekir. Bu ise iktisâdî sistem olarak liberalizmin uygulanmasi anlamina gelecektir.

Girisimcilik ve girisim bir özel sektör uygulamasidir. Tam karsisinda ise devlet sektörü yani devletçilik yer alir; böyle bir iktisâdî uygulamada tüm iktisat girisimleri devletçe yerine getirildiginden özel sektör uygulamalari olarak kisisel girisim ve girisimcilik söz konusu olamaz. Aslinda devletçi bir anlayisla tüm iktisat faktörleri degerlendirilemediginden, bilimsel esaslara riayet edilemediginden özel sektör gibi rasyonel uygulamalar yapilamaz. Bundan dolayi da iktisâdî rasyonellik olusmadigindan minimum maliyetle maksimum üretim olayi, bir baska deyisle kâr maksimizasyonu saglanamaz. Kamu iktisâdî tesekküllerine dayali uygulamalar bir devlet uygulamasi olmasi nedeniyledir ki, özellestirilmeleri yani kisisel girisimlere birakilmalari sIk sIk gündeme gelmektedir. Bu konuda iktisat kitaplarinda "Parkinson" yasasindan söz edilir. Bu yasanin içerigi açiklamaya çalistigimiz zararlarin nedenlerini de açikça ortaya koyar. Bu yasaya göre "tüm aptallarin devlet sektöründe, tüm akillilarin özel sektörde toplandigi" söylenmistir. Bunun temelde anlamiysa, devletin ve devletçi anlayisin iktisâdîlik ilkelerine göre hareket etmedigi ve etmeyecegi, aksine özel sektörün en azindan ayakta kalmak için iktisâdîlik esaslarina uymak zorunda oldugu gerçegidir. Bu olgu girisimciligin ve girisimci anlayisin mevcut yapida da desteklenmesi ve tesvik edilmesi gerektigini ortaya koyar. Halkin da, devletçi anlayisin bu handikapini anlayarak "Devlet mali deniz, yemeyen domuz" özdeyisini söyledigini görüyoruz.

9. Burada, yedinci paragrafta ele alinan konuya tekrar dönerek, girisimcilikte önemli olan, süreklilik ve önde olmak prensiplerinin açiklamasini ele almak istiyorum.

Bilindigi gibi girisimin zamanla sinirli olmamasi ve devam etmesi gerekir. Girisimcilikte bu sürekliligi saglayan bir motor vardir. Bu eger kendisi olmazsa bir baskasinin bu isi yapacagi motorudur. Bunu yarisma olarak belirtebiliriz. Bu, girisimcilik ortaminin çoklu yapiya dayanmasi geregini belirtir. Girisimci böyle bir ortamda isleri yaparak, iktisâdî faaliyetleri yerine getirerek sürekli baskalariyla yarisma yapar ve bilir ki eger kendisi bu faaliyeti yapmazsa mutlaka yapidan birisi çikarak bunu yapacaktir. Bu durum isin sürekliligini/devamliligini saglayan unsurdur. Girisimcilik

ortaminda tekellerin daha teknik ifadeyle tröst ve kartellerin olusmamalarinin temel gerekçesi de budur. Bir iktisâdî ortamda tekel olustugunda tek kalacagindan hem iktisâdî davranmayacak ve hem de isin sürekliligi aksayacaktir.

Girisimcilikte ikinci önemli nokta, kendisinin daima önde olmasi ilkesidir. Buna rekabet ilkesi diyebiliriz. Bir iktisâdî ortamda bir girisim en iyi bir sekilde isini yapacaktir. Bunun iktisat diliyle ifadesi, asgarî/minimum masraf/maliyet la azamî/maksimum üretimin elde edilmesidir. Girisimci bilir ki, eger isini en ucuza ve en verimli sekilde yapmamasi halinde bir baska firma veya girisim çikarak kendisini geçer ve isi kapar. Bu nedenle sürekli olarak dikkatli davranarak bir baska firma veya girisim tarafindan geçilmemeye çaba sarfeder. Bu motor ayni zamanda gelismenin, genislemenin ve büyümenin de motorudur. Tabii burada hiç geçilemeyen ve en önde olan firmanin veya girisimin en rasyonel hareket eden dolayisiyla en iktisadi hareket eden firma ve girisim oldugunu söyleyebiliriz, baska türlü en önde kalma imkani yoktur. Firmanin veya girisimin iktisâdî rasyonellik ilkesine riayet etmesi, iktisâdî rasyonellik ilkesi disindaki uygulamalari terk etmesi örnegin karsiligini alamayacagi uygulamalari birakmasi, israftan uzaklasmasi anlamina gelecektir. Dolayisiyla israf iktisadi rasyonellik ilkesi disindaki uygulamalari içerir. Burada israfin Kur'an ve Islam terminolojisinde sin harfiyle yazildigini, sarf seklinde sâdile yazilanin kullanim hatta iktisâdî kullanim anlaminda degerlendirilebilecegini, bunun iktisâdî karsiligi olan kullanimi ifade edebilecegini, halbuki sin ile yazilan israfin ise iktisâdî karsiligi olmayan kullanim anlamini ifade ettigini söyleyebiliriz. Tüm bunlara dayanarak tüm iktisâdî kullanimlarin yani sarfin bir ürün karsiligi oldugunu, ancak insanlarin bir iktisâdî karsiligi olmayan kullanimlara yöneldikleri yani israf ettikleri için bir ürün-bir iktisâdî karsilik alamadiklarini söyleyebiliriz. Nitekim üretimin temel kaynagini teskil eden tasarruf kelimesinin sad ile yazilan sarf kökünden türedigini unutmamak gerekir. Bilindigi gibi tasarruf yatirimlarin aslini teskil eder.

Yatirimin ise, bir ürün elde etmek için yapilan sarf olarak degerlendirildigini görüyoruz.

10. Girisim ve girisimciligin saglikli bir sekilde varolmasi ve devam etmesi için tasimasi gereken yarismacilik ve rekabet (daima önde olmayi talep) ilkelerinin Kur'an'da iki lafiz tarafindan ifade edildigi görülür. Bunlar SBK ki müsabaka lafzinin kökünü teskil eder, digeri de RKB ki rekabet lafzinin kökünü teskil eder.

11. Kur'an'da RKB lafzinin çesitli küçük istikak kaliplarinda on iki yerde kullanildigi görülür. Bu kullanimlar RKB kökünden olmak üzere üç yerde muzâri mücerred olarak, bir yerde terakkub olarak, dört yerde irtikab köküyle baglantili olarak, bes yerde rakib olarak, yedi yerde Rekabe olarak, iki yerde de Rikab olarak zikredilmistir. Kur'an'da kelimenin rekabet seklinde kullanimi vuku bulmamistir.

Kelimenin Tâhâ 20/94'de geçen anlaminda, olayin Hz. Musa ve Hârun'la ilgili oldugu, Israilogullari'nin Sâmiri'ye tabi olarak niçin azginlasmalarina mani olmadigini sorgulayan Hz. Musâ'ya karsi Hz. Harun'un "Israilogullari'nin arasini tefrika ettin, kavlimi de dinlemedin (rakb etmedin) demenden endise duydum." (Tâhâ 20/94) dedigi (etrafli bilgi için bkz. Sayi Ali, Firavun, Haham ve Karun Karsisinda Hz. Mûsâ, Iz Yay. Istanbul, 1992, sh. 228. vd.), burada kullanilan Rakb fiilinin rekabet köküyle ilgili oldugu ve Türkçe'ye kavlimi dinlemedin, kavlimi dikkate almadin seklide aktarilabilecegi, bunlarla kasdedilenin ise, sözümü gözetmedin, sözümü murakabe etmedin anlamlarinin oldugu söylenebilir. Görüldügü gibi burada kullanilan Rakb fiili; gözetmek, murakabe etmek anlamlarindadir. Yani Hz. Musa sözünün dikkate alinmadigindan, onun yerine getirilmediginden sikayetini bizzat Hz. Harun'a yapmaktadir. Bu kullanim rakb lafzini iktisâdî anlamda degerlendirirken onun önde olmayi taleb etmek yani rekabet anlaminda degerlendirilebilecegini gösterir.

Rakb lafzinin gözetmek anlaminda Tevbe sekiz ve on nolu ayetlerde de kullanildigini, yine on nolu ayette rakb etmenin yani gözetmemenin bir mu'tedîlik yani düsmanlik oldugu, rakbetmeyen kimselerin mu'tedîn kimseler oldugu açikça söylenmektedir.

Rakb kökünden türeyen terakkub fiilinin de gözetmek anlaminda kullanildigi nitekim Kasas 28/18, 21 nolu ayetlerde Hz. Mûsâ'nin sehirden korkarak ve gözetleyerek yani terakkub ederek çiktigi açikça söylenmektedir? (Etrafli bilgi için bkz. Sayi, a.g.e., sh. 51, 52). Bu anlamin irtikab lafzinda da bulundugu, nitekim bir ayette, î(Ey Muhammed) Semâ'nin mübin bir dumanla gelecegi günü irtikab et (gözetle)î denilmistir. (Duhân 44/10). Ayni fiilin yine Duhân Suresi'nde fakat son ayet olarak kullanildigi görülür. Buradaki kullanim "Öyleyse irtikab et muhakkak onlar irtikab edenlerdir" (Duhân 44/59) seklinde vuku bulmustur. Yine anlam; "sen gözetle, onlar gözetleyicilerdir" seklinde verilebilmektedir.

Kur'an'da Rakb kökünden kullanilan bir baska lafiz Rakib lafzidir ve genellikle görüp gözeten anlaminda kullanilmaktadir. Nitekim bir ayetle "..beni vefat ettirdigin zaman onlar üzerine sen Rakib oldun.." denilmektedir. (Maide, 5/117). Bu ayette geçen olayin Hz. Isa ile ilgili oldugu, O'nun Allah'a karsi benim ve sizin Rabbiniz Allah'a ibadet ediniz demekten baska bir sey yapmadigini, nitekim kendisini vefat ettirdiginde O'nun böyle diyenlere Rakib oldugu yani ey insanlar beni ve annemi Allah'tan baska iki Tanri olarak benimseyin diyenleri görüp gözettigi belirtilmektedir.

Buradaki kullanimda zikri geçer rakib lafzi yine Rekabet kökündendir ve görüp gözeten anlamini içerir. Nitekim Kur'an'da iki ayette "Allah'in Rakib oldugu" (Nisa 4/1, Ahzâb 33/52) açikça belirtilir ki buralarda görüp gözeten anlaminda kullanildigi ve rekabet lafziyla ayni kökten olduklari anlasilmaktadir.

Kur'an'da zikri geçen rikâb lafzinin degerlendirilmesinde F. Râzî'nin bu lafzi, rakabe lafzinin çogulu olarak degerlendirdigini, rekabe lafzinin ise, boynun en son kismina isim olarak verildigini, boyuna bu kökten kullanilmasinin ise buranin gözetleyen yer olmasindan kaynaklandigini anliyoruz.

(Bkz. Râzî, Tefsir-i Kebîr, çevr. Suat Yildirim... Akçag, 1989, Ankara, sh. 274, c. VI.). (Rikab lafzinin mükâteb köleler hakkinda kullanildigi hk. bkz. F. Râzî, Tefsir, c. IV, sh. 274). Kelimenin RKM kökünden türedigi ve rekabet lafziyla ayni köke sahip oldugu açikça ortadadir.

Yine Kur'an'da kullanimi söz konusu olan rekabe lafzinin görüp gözetilmesi gerekli olan köleler hakkinda kullanildigi görülür. (Bu anlamdaki kullanimlar için bkz. Nisâ 4/92; Maide 5/89; Mücadile 58/3; Beled 90/13).

Kur'an'da RKB lafzinin yukarda isaret olunan anlamlarda kullanilmasi, onun iktisâdî anlamiyla, önde olamayi istemek ve bu amaci tasimak anlamlarinda degerledirilebilecegini göstermektedir. Rekabet olayinda görüp gözetmek, takip etmek anlami vardir, yalniz bu görüp gözetme ve takip etmenin, disardakinin durumunu degerledirerek ona göre tedbir almak ve dolayisiyla onun öne geçmesini engelleyerek önde kalmak anlamlarini kapsadigi görülür. Bu, önde kalmanin yahut öne geçmenin cebri yöntemlerle degil, iktisâdî uygulamalarla olusmasi gerektigine dikkat etmek gerekir. Bu bakimdan iktisat kitaplarinda îtam rekabetî kavraminin ortaya çiktigini, bunun anlaminin ise hiç bir sekilde baski ve cebrin olmadigi iktisadi piyasalar oldugu degerlendirilmesi yapilir. Böyle bir ortamda, bir girisimin önde kalmasi ve öndeligini devam ettirebilmesi için, herseyden önce digerlerinin bilinmesi, onlarin görülüp gözetilmesi ve onlarin durumlarina göre uygulamalar yapilmasi gerekir. Bu ayni zamanda rekabetin görüp, gözetmeyle baglantisini ortaya koyar. Burada özellikle bilinmesi gerekli olan nokta, rekabetin Kur'an terminolojisine göre Kaf ile yazilmasi zorunlulugudur. Bilindigi gibi Rekabet lafzi Kaf ile degil de Kâf ile yazildiginda görüp gözetme anlamini degil, binmek, üstte kalmak anlamlarini ifade eder. Bu nedenlerle, rekabet denildiginde kasdolunan Kâf harfiyle yazilim degil kaf harfi ile yazilimdir. Nitekim bir ayette Hz. Nuh oglunu gemiye binmeye çagirirken kullandigi lafiz Kaf'la yazilan RKB lafzidir. (Ayet için bkz. Hud 11/42; Kaf'la yazilan RKB lafizlarinin binmek, üstte kalmak anlamlarina gelidigi hk. bkz. Mu'cemu'l-Müfehres li Elfâzi'l-Kur'ani'l-Kerim, RKB (Kâf'la yazili) md.) Rekabet lafzinin Kâf'la yazilacagi düsünüldügünde anlamin görüp gözetmek ve önde kalmak degil, firmalarin birbirlerinin sirtlarina binerek birbirlerine yük olmalari, dolayisiyla da hareketin yavaslamasi söz konusu olacaktir.

12. Kur'an'da zikredilen bir baska lafiz SBK sebkat lafzidir. Bunun iktisâdî olarak yarisma anlamina geldigini, girisimcilikte isin sürekliliginin önemli oldugunu, bunu saglayacak unsurun ise müsabaka yapmak, yarismak oldugunu söyleyebiliriz.

Kur'an'da SBK kökünden lafizlarin otuz yedi yerde kullanildigi, bu lafzin çesitli küçük istikak kaliplarinda otuzyedi kez geçtigi görülür. Bu ayetlerde bu lafzin, geçmek, önde olmak anlamlarina geldigi görülür. Bu anlami en iyi ortaya koyan kullanimlardan birisi Tâhâ 20/99'da vuku bulmustur. Nitekim bu ayetle îsebkat etmis yani daha önce geçmislerin enbâinin yani haberlerinin bu sekilde kissa edilecegiî söylenmektedir.

Kur'an'da Sebkat etmek lafzinin Hadid 57/21'de iktisâdî kullanima çok yakin bir sekilde kullanilarak "Rabbinizdan magfirete müsabaka yapiniz" (Hadid 57/21) denildigi görülür. Bu kalibin Al-i Imran suresinde müsabaka yapiniz seklinde degil de, müsaraat ediniz yani süratleniniz anlaminda kullanildigi (Al-i Imran 3/133) görülür. Ancak bunun müsabaka yapmak olmadigi ve müsabaka yapmak içersinde süratli olmak anlami da bulunsa da ondan farkli bir anlam ifade ettigi, bu nedenle iktisâdî anlamda degerlendirirken müsabaka yapmak yani yarisma yapmak anlaminin düsünülmesi gerekitigi söylenebilir. Ancak bunlarin birbirleriyle çok yakin bir baglanti içersinde oldugu da belirtilmek üzere "onlar onun için müsabaka yaptiklari halde, hayratta/hayirlarda müsaraat ederlerî (Mü'minun 23/61) denilmistir. Bu kullanimlardan süratli olmakla, müsabaka yapmanin iki müstakil kavram olduklari anlasilmaktadir.

Sebkat lafzinin geçmek anlamini ifade eden kullanimlarindan birisinin Enfal Sûresi'nde kullanildigi ve adi geçen ayette "Daha önceden Allah'tan verilmis/sebk etmis bir hüküm olmasaydi, aldiklarinizdan ötürü size büyük bir azab erisirdi" (Enfal 8/68) ifadesinin kullanildigi görülür. Burada bizim konumuz bakimindan önemli olan lafzin SBK lafzi oldugu, bunun ise olaylari izah eden nakillere göre Allah'tan daha önce vaki olan anlamina geldigi görülür. Allah'tan sebk eden yani daha önce vaki olan hükmün ise; Ganimetlerin Hz. Peygamber ve ümmetine helal olmasi, Bedir'de Hz. Peygamber'le birlikte bulunanlara azab edilmeyecegi, bilmeyerek günah isleyenlerin sorumlu tutulmayacaklari tarzinda gelen hükümler oldugu naklolunmaktadir. (Nakiller hk. bkz. Râzî, Tefsir, çev. Suat Yildirim... c. XI., sh. 376, 377). Bütün bunlar Allah'tan daha önce vuku bulan hükmün ne oldugu konusunda bizi aydinlatmaktadirlar. Ayetin devaminda yer alan bölümlerden, konunun esirlerden alinan fidye ile ve ganimetle ilgili oldugunu ögreniyoruz. Sonuç olarak, bize kadar ulasan tüm bu nakiller sebk lafzinin yarisma yapmak, müsabaka yapmak anlamlarinda degerlendirilmesini mümkün kilmaktadir.

13. Ayetlerde SBK ve RKB lafizlarinin Serbest Piyasa mekanizmasinin iki temel unsuru olan müsabaka yapmak (yarisma) ve Rekabet prensiplerinin esasini/kökünü teskil ettikleri görülür. Ancak âyetlerdeki kullanimlarin sadece iktisâdî olmadigi, diger alanlari da ilgilendirmek üzere kullanildiklari görülmektedir. Bu, lafizlarin yüklendikleri rekabet ve müsabaka mefhumlarinin sadece iktisatta degil, diger bilim alanlarinda da geçerli oldugunu ve bu lafizlari degerlendirirken sadece iktisat bilimi gözlügüyle degil diger bilimlerin gözlüklerinden de degerledirilmeleri gerektigini ortaya koyar.

 

ILIM VE SANAT

SAYI: 43, MART 1997