Çağdaş dünyanın en yaman problemlerinden biri
"insanın" kaybolmasıdır. Bugün her zaman kinden daha çok, insanı tedavisi
olmayan bu korkunç körlüğün, kısırlığın, yalnızlığın ve sığlığın
cenderesinden kurtarıp ahlaki erdemlerin ve yüce ufukların zirvelerinde gezdirecek bir
derinliğe ihtiyaç vardır. Bu derinlik insanın hem dikey ve hem de yatay boyutlarında
olmalıdır. İlahi ölçüler muvacehesinde insan yeniden bulunmalı ve ihtiyaç duyduğu
ruh ona yeniden üflenmelidir. Hiç şüphesiz bu, hem insan ve hem de yaşanabilir bir dünya
için elzemdir. Şayet bunu başarabilirsek insanın yeniden "elhamdülillah"
dememesi için hiçbir gerekçe yoktur. Bunun için yapılması gereken tek bir şey ver:
Büyüyü bozmak!.. Bunca sihirbazın cirit attığı bir dünyada, "yed-i
Beyza" sahibi "asâ" taşıyan bir Musa'nın olmayışı, büyünün
sürgit varlığına imkan sağlamaktadır. Bunda en büyük pay, iradelerini sihirbazların
kullanımına tahsis eden insanlardır. Onlar, bu "rüyaya" iman ettikleri
müddetçe, bu sihirbazlık böyle devam edip gidecektir. Ta ki insanlar iradelerine sahip
çıkacakları zamana kadar…
Farkında olalım ya da olmayalım biz insanlar, öncelikli olarak kendi zihinlerimizin
ürettiği "zindanlar" içinde hapsolmuş durumdayız. İnsan zihni hem kendi
yapısal gerçekliliğinden ve hem de dış bir etken olan "iblis" ve onun
adamlarının ayartmalarından hareketle sürekli olarak "fantezi tuzakları"
oluşturur ve sahibini o tuzaklara düşürerek mahkûm eder. Böylece insan kendi
zihninin/aklının (aslında akılsızlığının) esiri oluverir. İmanda derinlik
kazanamamış insan, zihinsel aydınlanmasını bir türlü gerçekleştiremediği için
bu durumun farkında bile olamaz; kendisini asla tanıyamaz ve devamlı bir "rüya
hali" yaşamaya mahkum olur. Bu durum, iblis ve onun adamlarının uyutucu
ninnileriyle devamlılık kazanır; ta ki ölüm gelip çatıncaya kadar!.. Aslında insan
kendi gerçekliliğini ve içerisinde yaşamakta olduğu varlıkların gerçekliliğini
sağlıklı bir şekilde okuyup anlayabilse, daldığı o rüyalar aleminden uyanmış
olacak ve daha yüksek bir bilinçlilik durumuyla yüzleşecektir. O, kendi benliğini
sarıp sarmalayan karanlıklar ağını bir türlü fark edememekte ve böylece sürekli
tutsak kalmaktadır. Ram Dass'ın yerinde ifadesiyle, "bizler hepimiz kendi
zihinlerimizin tutsaklarıyız. Bunu fark ediş, özgürlük yolculuğunun ilk
adımıdır." Çünkü insan, her zaman "şartlanma"nın tuzağına düşer
ve orada mahkûm olur. Onun için insan, ilk önce kendi gerçekliliğini keşfetmeli ve
yolculuğa oradan başlamalıdır. Hangi çeşidiyle olursa olsun tutsaklık, sonsuz
ızdırabın adıdır. Bunu fark ediyor olmamız yine de kendi gerçekliliğimizle ilgili
bir durumdur.
Her bilinçlilik durumu zorunlu olarak sınırlı ve göreceli bir gerçeklik özelliğine
sahiptir. Bu itibarla hiçbir bilinçlilik durumu bütünüyle gerçeği kuşatamaz.
Bundan ötürü "zihinsel şartlanmışlıktan" mutlaka kurtulmalıyız. İnsan
ancak bir üst zihin basamağına yükseldiği zaman, daha önce içinde bulunduğu
basamağı görüp anlayabilir. Hali hazırda içerisinde bulunduğumuz bilinçlilik
durumu bizi çepe çeve kuşatır ve görüş ufkumuzu alabildiğine daraltır. Öyle ki,
kendimizden ve kendi anlayışımızdan başkasını göremez oluveririz. Böylece
kendimizin doğru yolda, başkalarını ise yanlış yolda olduğunu söylemeye başlarız..
Bu tuzağın aşılabilmesi için çok ciddi bir "iç eğitime", dolayısıyla
"akl-ı mustakîme" ve "kalb-i selime" ihtiyaç vardır. Aslında
"…bizim normal uyanıklık bilinçliliğimiz, özel bir bilinçlilik tipinden başka
bir şey değildir. Öyle ki, hemen yanı başında ondan çok incelik tülleri ile ayrılmış,
ancak tamamen ayrı potansiyel bilinçlilik biçimleri de vardır. Bir ömür boyu bunların
varlığından bihaber olarak yaşıyor olabiliriz. Sorun bunları nasıl
kavranabileceğidir…"(William James)
Ta baştan beri insan zihninin takındığı iki eylem biçimi vardır: Taklit ve
anlama/kavrama. Birinci eylem türü insan zihninden hiç ayrılmaz. Bu, onun yapısal bir
özelliğidir. Bize düşen, ikinci eylem biçimini üretecek damarı sürekli açık
tutmaktır. Hiç şüphesiz bunun için de sürekli anlamaya, tefekkür etmeye, taakkul
etmeye, tafakkuh etmeye ve tezekkür etmeye ihtiyaç vardır. Bunun için de gerçekten
akl-i mustakım ve kalb-i selim sahibi olmak gerekir.
İnsan şu ya da bu vesileyle, herhangi bir şekilde yaratılışı gereği olması
gerekli olan yerden ayrılıp, asla bulunması gerekli olan yerlere
gitmektedir/gidebilmektedir. Burada iç ve dış etkenler önemli roller oynamaktadır. İç
etkenleri, insanın bizzat kendi duygu, düşünce, inanç ve tasavvurları
oluşturmaktadır. Bunlar ikinci bir kişi gibi insana "fantazi tuzakları"
kurabilmektedirler. "Furkan'a" sahip olmayan insan bu tuzakların farkına bile
varamaz. Bir ömür boyu kendi kazdığı kuyuda/kuyularda bir sefil olarak kalmaya mahkum
olur da, gerçeğin bir türlü farkına varamaz. Kur'an-i Kerim'in işaret ettiği şu
konuma düşerler:
"Onlar, (bu Kur'an'ın cağrısına karşı) tam anlamıyla sağırdırlar,
dilsizdirler, kördürler; (bu nedenle, sapmış oldukları hidayet yoluna) asla bir türlü
dönemezler" (Bakara Suresi,18)
Hiç kimse çalışmadan
başarılı olamaz. Başarı doğuştan kazanılmış bir hak değildir. Başaranlar, çalışmasını
bilenler ve bu uğurda sebat edenlerdir. Hiç şüphesiz en zor olan, bir insana kafasını
dolduran kabuller (zihin durumu)konusunda eleştirel bir tavır kazandırmaktır.
Schumacher'in ifadesiyle, "her düşünce süzgeçten geçirilebilir, ama süzgeç
olarak kullandığımız düşünce (bir türlü) süzgeçten geçmez." İşte
insanın asıl problemi budur. Belki de işin en kolayı işe buradan başlamaktır.
İnsan önce kendi zihinsel durumunu, kendi kabullerini, kendi anlayış ve tutumunu gözden
geçirmeli ve üstelik bunu daima yapmalıdır. Hiç şüphesiz bu tutum onu daima bir
üst zihinsel basamağa çıkaracaktır. Böylece kendi paradigması aydınlanmış
olacaktır.
Her görüş gerçeklik
konusunda bir kısım varsayımlara dayanır. Her paradigma, kendi gerçekliliğini
dayandığı varsayımların gerçekliliğine bağlar. O varsayımlar doğru kabul
edildiği için, onlara bağlı olarak inşa edilmiş paradigmalar da doğru kabul edilir.
Bu sebeple bir görüş, dayandığı varsayımların doğruluğunu tüm gücüyle kanıtlamaya
çalışır. Hiç şüphesiz bunu da kendini var kılacak şekilde yapar ve bu konuda
ortaya çıkan diğer varsayımları ya görmezlikten gelir ya da çarpıtır/tahrif eder.
Böyle yapmak suretiyle paradigma, kendini sağlama almış, sahibini ise mahkum etmiş
olur.
İnsan nasıl düşünürse
öyle algılar. Verdiğimiz hükümler, kendi varsayımlarımıza verdiğimiz anlamlardan
başka bir şey değildir. Aslında insanın yargıları onun içsel durumunun bir yansımasıdır.
İnsan iradesi, birtakım ön kabuller muvacehesinde işlev görür. İnsan için gerçek,
kendi gerçek dediğidir. Bu itibarla, insanın önünü açacak olan en kolaylaştırıcı
etken, gerçekliliği değiştirme yerine ona dair düşüncelerin daima değişebileceğini
öğretmektir.
Her zaman daha da
ötesinin var olduğunu bilmeliyiz. İnsan buna iman etmelidir. Sadece eldeki gerçeklilik
gerçekliliğin tümü değildir. Tohum halindeki bir gerçekliliğin kendi içinde nice
geçeklilikler barındırdığını mutlaka bilmeliyiz/görmeliyiz. Bunu göremeyenler
daha ilk adımda kendilerini karanlığa mahkum etmiş olanlardır. Şurası kesin bir gerçektir
ki, gelişim sürdüğü müddetçe insan, görmekte ve yaşamakta olduğu gerçekliliğin
ötesinde daha nice gerçeklikler ve daha nice üst zihin durumlarının olduğunu müşahede
edecektir.
Kur'an-ı Kerim'in önemle tanıttığı "kâfir","müşrik", "münafık"
ve "günahkar" insan tipleri dikkatle gözlemlenip değerlendirilirse görülür
ki, onların hepsinin bir tek önemli özelliği vardır: Bu özellik, onların kendi
zihinleri tarafından köle edilmiş olmalarıdır. Diğer bir ifadeyle onlar, kendi
kişisel gerçekliklerini keşfedememiş mahkûmlardır. Eğer onlar, bilinçlerini mahkum
ettikleri "cehennem"den kurtarabilselerdi, elbette pek çok şeyi idrak etmiş
ve İblis'in tuzaklarından kurtulmuş olacaklardı. Bunu başaramadıkları için, bugün
o cehennemde bulunmaktadırlar.
Bir başka yazımızda ifade ettiğimiz üzere Küfür, feci bir akıl tutulmasıdır. Bu
süreçte, var olan asla yok olmaz; ancak, küfür olgusuna tutulmuş olan şahıs, sadece
kendisini "mahrum" etmiş olur. Önüne engeller koyarak yakın mesafelerde
kaybolmuş olur. Burada yok olan ve kaybeden aslında insanın bizzat kendisidir. İnsan
kendisini mahrum ederek, önündeki bütün imkanları imkansızlığa dönüştürmüş
olur
Allah Teala, Hz. Adem'in bütün
zürriyetinden kendisini tanıyacaklarına dair "bir ahid/söz" almıştır. Her
bir insan bu ahid sonucu yaratılmaktadır. Bir başka isimlendirme ile bu sözleşmeye
"fıtrat sözleşmesi" de denebilir. Buna göre insan, Allah'ın
"rububiyyetini" ikrar etme mecburiyetindedir. Onun için bir insan, Allah'ın
rabliğini ve peygamberin doğruluğunu kabul edecek şekilde yaratılmaktadır. Eğer
fıtratı bozulmamışsa o, bu gerçeği çok rahat bir şekilde anlar ve kavrar. Bu
noktada enfûsî olan ile afakî olan ahenkli bir tevhid oluşturur; insanın vicdanından
gelen ses, peygamberin ve bütün varlığın sesi ile birleşir ve doğal olarak: Evet,
evet! Tabiî ki, Allah benim de Rabbimdir." Sözünü insana söyletir.
"Evet, şunu bütün insanlara hatırlat ki, senin Rabbin, âdemoğullarından,
onların sırtlarından (sulplerinden) onların zürriyetlerini(nesillerini) tutup almış
ve onları (tek tek) kendi kendilerine şahit tutarak şöyle demiştir: 'Ben sizin
Rabbiniz (yaratıcınız, besleyip büyüteniniz, varlığınızı koruyup ayakta
tutanınız, terbiye edip kemale erdireniniz, düzene koyup idare ediciniz, sahibiniz ve
efendiniz) değil miyim?' Onlar da: 'Evet, evet! Tabii ki sen bizim Rabbimizsin; biz buna
kesin olarak şahit olduk!' demişlerdi. [Bakın, şimdi biz bu hakikati sizlere
hatırlatıyoruz ki,] kıyamet gününde, gerçekten bizim bundan (Allah'ın Rabbimiz
olduğundan) haberimiz yoktu!" demeyesiniz.
Ve yine o gün: "Bizden önce, sadece atalarımız şirk koşmuşlardı! Biz de
onlardan sonra gelen bir nesildik…[Şirk koşmayı atalarımızdan miras aldık/öğrendik;bu
konuda bizim hiçbir günahımız yok; bütün suç onlara aittir!..] O halde ey Rabbimiz!
Şimdi o hakkı batıl gösteren kimselerin yaptıklarından dolayı, bizi de mi helak
edeceksin?!" demeyesiniz. ( A'raf Suresi,172-173)
Daha bu dünyaya teşrif buyurmadan önce, varlığımızın doğasına, öz cevherimize işlenen
bir hakikat vardır. Bu hakikati hatırlatmak üzere vahiy insana çağrıda bulunur.
İnsan olarak sahip olduğumuz doğal(fıtri) yapımız gaflet tabakalarının altında
kalsa da O, özünde dirilmeye hep hazırdır. Bu da, hatırlamak/farkında olmak ve
teslim olmakla gerçekleşir. İnsan, sahte bencillikleri yıkıp gerçeğe teslim
olabilirse, dirilmeye yüz tutar
Her bir insan fıtrî yetilerini harekete geçirerek kendi varoluş gerçekliliğini,
yaratılış kanununu, insana egemen olan hayat sürecini ve insanın varoluşsal konumunu
gerektiği gibi düşünürse, kendi zihinsel tutukluğunun ve mahkumiyetinin önünü
açacak olan şu iki gerçeği çok iyi bir şekilde anlar:
1-Allah bütün âlemlerin tartışmasız rabbi'dir.
2-Allah'a şirk koşmak kesinlikle kişisel bir cürümdür.
Yüce Allah bütün insanları "tevhide" delalet eden "enfûsî" ve
"afâkî" delilleri anlayacak düzeyde ve tertemiz bir yapıda
yaratmıştır/yaratmaktadır. İnsan kendi varlığına, geçmişine, haline ve
geleceğine kesinlikle egemen değildir. O, bütün halleriyle "muhtaç" bir
varlıktır. Onca şişinmelerine rağmen "ihtiyaç" ve "zayıflık"
onun alın yazısıdır. Sebepler her nekadar onun lehine işlemiş olursa olsun, şurası
kesin ki o, her hal ve durumda tam anlamıyla "muhtaçtır" bir varlıktır.
Sahip olduğu her bir şey ona, kesinlikle bir başkası(Allah) tarafından ihsan
edilmiştir.
İnsan evrensel gerçekliliğe de asla hükmedemez ve buna bağlı olarak kendi gerçekliliğini
de asla yönlendiremez. O, ister kabul etsin, ister etmesin kesin olan şu ki, mutlak
egemen bir güç(Allah) ona hükmetmektedir; sahip olduğu ve ihtiyaç duyduğu hiçbir
şey insanın kendisine ait değildir. Bunu, en alt düzeyde akıl sahibi olan sıradan
bir insan dahi anlar. Peki, bu durum neye şahadet etmektedir? İşte tam da bu noktada
insan durur ve düşünürse (fıtratını harekete geçirirse), onun kendisine söyleyeceği/şahadet
edeceği gerçek şudur: "Evet, hiç şüphen olmasın ki, ey insan! Senin mutlak
egemen ve mutlak müdebbir bir Rabbin var. Sen, O'nu hesaba katmadan gerçek anlamda
hiçbir şeye asla sahip olamaz ve kendini de kölelikten kurtaramazsın…"
Hiç şüphesiz insan hayatının gayesi, kendini tanıma; suflî (aşağılık)
arzularının üzerine çıkmak ve ulvî (yüce) güçlerini geliştirmek olmalıdır.
Aksi taktirde onun hayatı, kendi varlık kategorisinin altındaki tarafa doğru düşmeye
başlar. Böylece aşağılık isteklerinin baskısı altına girer ve esaret hayatı
yaşamaya mahkum olur. Oysa insan, kendi benliğini vahiy ruhuna açık hale getirip yücelere
doğru uçabilir; İçindeki merhamet, adalet, sevgi, tevhid ve fazilet tohumlarını
yeşertip meyve verir hale getirebilir. Vahyin insana söylediği şudur: Bütün bir
kainatı ve onun bir parçası olan seni, yaratan Allah'tır. Seni yeryüzüne yerleştiren,
oradaki her nimeti senin için yaratan ve her bir şeyi emrine/hizmetine veren de O'dur.
Bundan dolayı sen sadece ve sadece Allah'a kul olmalısın; zaten sen bunun için yaratıldın.
Bu, senin hayatının ana istikamet çizgisidir. Sen bu yolda yürüyecek ve daha yukarılara
çıkacaksın… Aşağılarda olmak sana asla yakışmaz Kendini mahkum ettiğin bu düşüncesizlik
cehenneminden kurtar ve Allah' yönel…
İnsan huzur ve mutluluğu ancak Allah'a kul olmakla kazanır. Allah'tan başkalarına kul
olan insan başını sıkıntılardan asla kurtaramaz Bunun için insanın çok ciddi bir
terbiyeye ihtiyacı vardır. Terbiye de ancak Allah'ı tanımakla gerçekleşir. Allah
işin içine karıştırılmadan terbiye olmak mümkün değildir. Terbiye ancak ilahi
kalıba dökülmek suretiyle gerçekleşebilir. İnsan terbiyesi için bir başka kalıp
yoktur. Günde en az beş kez ilahi kalıba dökülmeyenin terbiyesi mi olur?!
İnsan, bu yolda yürüyebilmek için daima vahiy ruhuna(gücüne) ihtiyaç duyar;
"kutsal ruhun" elinden tutmasını ister. Çünkü vahyin refakat etmediği
insan, bu yolda tökezler ve süreç içerisinde hevasına kapılır ve böylece kendi
bilincinin zavallı bir kölesi olarak karanlıklara mahkum oluverir.
Heva ve heves insanı daima aşağılara düşürür. Vahiy ise, insanı gideceği asıl
hedefe adım adım yürütür. Hevasının rüzgarına kapılmış insan, sıkıntı ve
kederden asla kurtulamaz. Bu tip insanların oluşturduğu toplumlar da azgınlıktan,
sapıklıktan ve kokuşmuşluktan kurtulamaz. Aslın bir insan ve toplum için en büyük
felaket böyle bir duruma düşmüş olmaktır. Bundan dolayı, insanın ilahi ölçüler
dahilinde terbiye edilmesi kaçınılmaz bir durumdur. İnsanın nefsine musallat olan kötü
huy/ahlak mutlaka silinip atılmalı ve onun yerine iyi olan huy/ahlak ikame edilmelidir.
İnsan ruhunun en derin noktalarından başlayıp adım adım onun bütün varlığını
sarıp kuşatacak olan tasfiye(arınma), tevhid'in esasını oluşturur. İslam dininin en
yüksek amacı bu tasfiyeyi gerçekleştirip yerine sadece ve sadece Yüce Allah'ı
yerleştirmektir. Hiç şüphe yok ki, süreç içinde ruha sinmiş/yerleşmiş yabancı
unsurlar, insanın zihin sağlığını ve ruh yapısını bozmaktadır. Bu mikroplar tek
tek bulunup özenle sökülüp atılmadan insanın şifa bulması mümkün değildir. Bu
yabancı unsurlara dair her bir şey, insanın insanlığını ciddi anlamda perişan
etmektedir.
Bugün hemen hemen bütün insanlıklarına "kalp hastalıklarına" düçar olmuş
vaziyettedir. Bu hastalıkların başında "dünya sevgisi", "mal-mülk
edinme", "makam-mevki sahibi olma", bunların peşinden ihtirasla gitme,
"kıskançlık", "övünme","hava atma", "büyüklük
taslama", "yüzeysel yaşama", "geleceği düşünmeme",
"habire mal ve servet biriktirme", "yaratılış amacından yoksun
kalmak", "Allah'ı unutmak", "sanki Allah yokmuş gibi yaşamak",
"ahiret hayatından bihaber olmak", "küfür", "nifak",
"şirk", "şüphe", "zulüm", " ayrıklık",
"düşmanlık", "açgözlülük", "ümitsizlik",
"cahillik", "bağnazlık", "taassub", "kötü
niyet" ve benzeri durumlar gelir. Bu hastalıklara tutulmuş insanların kalp
sektesiyle gitmeleri an meselesidir. Bunlar ve benzeri hastalıklara sahip olan
insanların acilen tedaviye alınması ve müşahede altında tutulmaları zorunludur.
İnsanı insanlığından eden işte bu kalp hastalıklarıdır. Hiç şüphesiz bu hastalıkların
mahir doktoru sevgili peygamberimizdir. Bunların tedavisi için uygun olan ilaçlar da
ancak Kur'an eczanesinde bulunmaktadır. Kur'an hem bu hastalıkların ve hem de zihnimin
mahkum ettiği tutsaklığın ilacıdır. İnsan başka hiçbir kaynaktan "üstün
ahlak" ve " yüce duygular" elde edemez. Hastalığın sebebi olan
mikroplar, o hastalığın şifası olamazlar. İnsanı ahlaksız hale getirip, onu kendi
kendisinin kölesi kılan anlayışlar ve inançlar, onu "üstün ahlak sahibi"
yaparak "cennetlik" hale getiremezler. İnsana cennetin kapılarını açacak
olan Kur'an-ı yeniden düşünmektir.
Sözün özüne kulak verelim:
"(Ey insanlar!) Gerçek şu ki, biz size, içerisinde şan ve şeref iniz bulunan ve
yine içerisinde sizin için gerekli olan her türlü hatırlatma / ders ve uyarı yer
alan alabildiğine mübarek bir kitap indirdik! Hala aklınızı kullanmayacak
mısınız?!" ( Enbiya Suresi,10)