.

 

Sapma Noktası ve Kurtuluş İmkanı   


Mustafa Sezer

 

"(Eğer böyleyse,) bu, çok çarpık ( çok insafsız ve çok zalimce)bir taksimdir!.." (Necm suresi, 22)
 Bütün insanlar, Rabbimiz tarafından yaratılmış eşit şahsiyetlerdir. İnsanlar arasında bir "üst benlik", bir "alt benlik" ayırımı asla yoktur. Herkes aynı benliğe sahip eşit şahsiyetlerdir. Allah bütün insanların Rabbi efendisidir. Her türlü övgü sadece ve sadece O'na mahsustur. Bütün mülk, saltanat, hâkimiyet, hükümranlık, tasarruf yetkisi O'na aittir ve O, bu yetkisini hiç kimseyle paylaşmış değildir. Bu konuda o'nun veliahdı ve ortağı yoktur? O öyle bir zatı muhteremdir ki, göklerin ve yerin (bütün kâinatın) mülkü (saltanatı, hâkimiyeti, hükümranlığı, tasarruf yetkisi) O'na aittir! O, (bu konuda) hiçbir evlat( Mülkü ve egemenliğini kendisine terk ettiği hiçbir veliahd ya da kendisine böyle bir şeref payesi verdiği kişi/kişiler veya ulûhiyetinden pay taşıyan zatlar) edinmemiştir! Mülkünde ve egemenliğinde hiçbir ortağı yoktur! O, her şeyi yaratmış ve onların varlığını bir ölçüye göre düzene koymuştur! Hâl böyle iken, (onlar) Allah'tan ayrı olarak bir takım(düzmece) ilahlar edindiler! (öyle ki), o ilahlar hiçbir şey yaratamazlar; (ama) kendileri(insanların hayal ve tasavvur dünyalarında, yalan yere) yaratılıp duruyorlar; (bunlar), kendi kendilerine (bile) ne bir zarar ne de bir yarar sağlayacak güce sahiptirler, ne ölüm üzerinde, ne hayat üzerinde ne de ölmüş varlıkları yeniden diriltip kaldırma konusunda her hangi bir etkileri / yetkileri yoktur! ( Furkan sûresi, 23)
 İlahi kural şu:"Rab/efendi, sadece Yüce Allah'tır; insan ise, sadece ve sadece O'nun kuludur!" Bu kuralın bir tek istisnası bile yoktur ve asla olamaz! Mülkün sahibi Allah olduğu için, kural koyma hakkı da O'na aittir. Beşerden biri veya birileri "din va'zetme" hakkına asla sahip değildir. Böyle bir hakka sahip olduğunu düşünenler varsa, bunun, Allah'a ait sınırlara tecâvüz olduğunu bilmeleri gerekir. Bunun ilahi ifadede ki anlamı ilahlaşmaktır. Böyle bir cüret, insanın sergileyebileceği en zalimane cür'ettir."Hiç şüphesiz şirk, (Allah'a ortak koşmak, o'na ortak olmaya kalkışmak), gerçekten çok büyük bir zulümdür, ( haksızlıktır, hainliktir)!.. ( Lokman sûresi, 13) Bunun için Yüce Rabbimiz şu kuralı yazmıştır: "Ben'den başka hiçbir "İlah" yoktur; o halde, sadece bana kulluk ediniz!.." (Enbiya suresi, 25) Bu kuralın doğrulanması, gerçek özgürlüğün ve hakikatin onaylanmasıdır. Hayatlarını "Lâ ilahe illallah!" esasına göre konumlandırmayanlar ne özgürlüğün, ne de gerçeğin zevkini duyumsayabilirler.
 Hâl böyle iken, bir kısım akıl yoksunu insanlar, mızıkçılık yapıp kuralı değiştirmeye kalkışmışlardır. Onlar, iğrenç tutkularını tatmin için gerçeği tersyüz etmişler, Yüce Rabbimizin koyduğu kuralı değiştirmişler ve üç günlüğüne misafir olduğumuz şu güzelim evin tapusunu istemeye/almaya kalkışmışlar, efelik taslatıp ortalığı perişan etmişlerdir. Bugün, dünyada bir "bunalım" ortamı varsa, onarılmaz bir "kriz" yaşanıyorsa, dünya halkları "sefil ve perişan"sa, önemli bir kısmı da "aptallaştırılmışsa", bunun tek sorumlusu bu aptal efelerdir. Sorumsuz haydutlardır.
 "Dünyaya bakıyorum. Tüylerim diken diken. 1989'da Amerika'da 100, Güney Asya'da 350, Doğu Asya'da 150, Afrika sahrasının güneyinde 300, öteki bölgelerde 100 milyon insan açlıkla savaşmış. (Bugün bu rakamlar daha da artmış durumdadır.) Açlık sorununu çözmek şöyle dursun, gelişmiş ülkelerle gelişmemiş ülkeler arasındaki uçurumlar daha da büyümüş. (ve büyümekte) 1998'de dünyada tüketime harcanan para 1975'tekinin iki katı olmuş. Bunun %86'sını zengin, %14'ünü yoksul ülkeler tüketmiş. Dünyanın en zengin üç kişisinin varlığı 48(kırk sekiz) yoksul ülkesinin ulusal gelirinden çok. Dünyanın en zengin 15( on beş) adamının varlığı, kara Afrika'nın tüm gelirinin üzerinde. Dünyanın en zengin 225( iki yüz yirmi beş) insanının varlığının yalnızca %4'ü bütün dünyadaki insanların gereksinimlerini karşılayacak ölçekte. Dünyada bilimsel araştırmaların (ki, bunların çoğu askeri amaçlı) %90'ı Kuzey Amerika, Batı Avrupa ve Japonya'da yapılıyor. Oran Latin Amerika'da %1,9; Afrika'da %5'tir. ABD ve Kanada 1994'te bilimsel araştırmalara 178 milyon dolar, Nijerya 20 milyon dolar harcamış. Teknolojiyle doğal değerlerin alt üst edildiği, kültürlerin ve uygarlıkların amansızca çalıştığı, dünya nimetlerinin adil üleşilmediği acımasız ve acınası bir dünya bu." (Doç. Dr. Sami Selçuk, Demokrasiye Doğru, Eylül 1999. Adli yıl açılış konuşması)
  Bu bilgilerin verildiği tarihten bu tarafa tam altı yıl daha geçti; ama sorunlar daha da büyüdü. Çağın Firavunları bütün dünyayı alevler içine attı. Kör ve aptal bu zihniyet yüzünden tüm dünya yanıyor…
 Bunlar, büyük bir yalan uydurdular ve uydurdukları bu yalanı hakikat diye pazara sürdüler. Sihirbazlık ve kalpazanlık gösterileriyle, yalanlarını ayakta tutmaya çalışıyorlar. Akla hayale gelmeyen hokkabazlık gösterileri sergiliyorlar. Bir yandan ırk esasına dayalı "efendilik", bir yandan dinsel efendilik… v.s.ler uydurdular, kast sistemleri kurdular, birilerini Yüce Rabbimize "oğul" isnat ettiler, ilmi kullandılar, sopayı kullandılar, reklamı kullandılar… Her şey, insanlığı aldatmak için seferber edildi. Tek dava, Allah yerine, efendi biz olalım!..
 Gerçeği bütün yönleriyle gözlerimizin önüne seren yüce kitabımız Kur'ân-ı Kerim; Müstekbir yönetici (Firavun), sömürgeci sermayedar (Karun), Zorba bürokrat (Haman) ve sahte aydın/ ilim adamı (Bel'am) dörtlüsünün işbirliği yaparak, tarihin her döneminde, her yerde ve her alanda ortak bir "şebek/çete" oluşturduğunu ve dünyayı perişan ettiklerini bizlere anlatır. Bu şebeke, halktan gasbettiği değerler üzerinde boy verir, güç sahibi olur. Halk adına karar verirler, halkı kendi "renklerine" göre renklendirirler, kendilerine uygun bir benlik oluştururlar. Halk bu şebekenin inisiyatifine göre davranır, onların izin verdiği kadar yaşar; kuralı onlar kor, onlar uygular ve onlar sonuçlandırır.
  Halkın desteği olmadan, halktan güç alınmadan "efendilik"   sürdürülemez. Peki, bunlar halkı nasıl yedeklerine almakta ya da önlerine katmaktadırlar? Dünyanın bilinen siyasal ve yönetim tarihi göz önüne de bulundurulursa, bu işin şu yöntemlerle halledildiği görülür:
1) Halkın rızasını kazanmak desteğini almak.
Halkın rızasını almak, halkın isteklerini kabullenmekten geçer. Bu durumda şöyle bir sorun oluşmaktadır. Halkın istekleriyle egemen güçlerin istekleri aynı olmamaktadır. Bu durumda sorun nasıl çözülecektir? Çünkü egemenler isteklerinden kolay kolay vazgeçmezler. Çözüm;
 2) Baskı, tehdit, sindirme yoluyla halkın rızasını alma yöntemi devreye sokulur. Bununla birlikte;
 3) Yalan, hile, aldatma, aptallaştırma yöntemleri her zaman yürürlüktedir.
 Gerek tarihte ve gerekse de günümüzde, egemen zorba yönetimler ve anlayışlar, hep halkı/yönetilenleri aldatma, aptallaştırma, uyutma, sindirme ve zavallı hale getirme yönünde gayret sarf ettikleri görülür. Hak ve hakikat temeline dayanmayan mantığın, aldatma ve baskı uygulamanın dışında yapabileceği bir şey yoktur. Çağımız Firavun'u ve onun sihirbazları, bütün dünyayı, "Irakta kimyasal silah var!.." yalanıyla nasıl da aldatmışlardır. İşte onların yaptığı budur. Eline de silahın varsa, sen güçlüsün ve sen haklısın!.. Bütün bu yapılanlar nasıl izah edilebilir? Halkı adam yerine koymak, Firavun'un kendisini inkâr etmesi demektir. Firavun elindeki imkânları, halkı bölmek ve parçalara ayırmak için kullanan adamdır, anlayıştır, yönetimdir. Peygamber Efendimiz(s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "İnsanların hepsi Allah'ın ailesindendir. Onları en hayırlısı, insanlara en hayırlı olandır." İşte, Firavunlar, Allah'ın kullarını sınıflara ayırmışlar, aralarında altüst benlikler oluşturmuşlar… Doğal olarak kendileri "Efendi" olmuşlardır. Böylece tarihin en büyük zulüm hareketi yaşanıyor olmuş. O gün bugün, zulüm çarkı bu minval üzere dönmeye devam etmiştir.
 Firavunlar sorumluluktan uzak bir azınlık hâkimiyetine dayalı hile düzenleri ihdas etmişlerdir. Bunlara göre diğer insanlar "sürüden ibarettir", kendileri ise çoban… Bunlar akla, mantığa, ilme ve halkın yararına uygun davrandıklarını söylerler, ama gerçek tam tersidir. Gerçekte bunlar iğrenç çıkarlarının peşindedirler. Ellerindeki yegâne silah "güç" ve "hile" dir.
 Dünyanın bilinen siyasal/ yönetim tarihi göz önünde bulundurulursa şöyle bir realite ile karşılaşırız. Toplum idare edenler ve idare edilenler diye ikiye bölünmüştür. Birinciler daima "tayin" edenler, "belirleyenler", "ölçü koyanlar" dır. Bunlar küçük bir azınlıktan oluşurlar. İkinciler ise, çoğunluğu teşkil eder. Bunlar da daima "belirlenirler." Bunlar bütün sistemlerde "mahrum/ mustazaf" konumundadırlar. Yüce yaratıcı bunlara iyilikte bulunmak ister; fakat konumları gereği bu lütfu bir türlü hak edemezler.
 "Siyaset esasında daima bir iktidar komplosudur." Çünkü insanlar iktidar sahibi olmaya alabildiğine düşkündürler; daima onu elde etmek için koşuştururlar. " Sahip olmak ve yönetmek, emir vermek" en büyük arzularıdır. Bundan ötürü, sonu gelmeyen komplolar devam edip gider. Fırsatını bulan yönetimi/ efendiliği ele geçirir ve firavunlaşır. Hiç şüphesiz, yönetim sahibi olup da firavunlaşmayan birçok dürüst insan görülmüştür. Konumuz bu olmadığı için, onları anlatmaya çalışmıyoruz. İnsan olmanın esprisi şudur:
 İnsanı güzel kılan Yüce Rabbimiz/gerçek. Efendimizdir. İnsan onun yolunda yürüdüğü oranda güzelliğini korur, geliştirir ve mükemmel bir noktaya ulaştırır. Hiç şüphesiz, iman olmanın kaçınılmaz bir "edebi" vardır. İnsan olmanın öncelikli edebi, insan olduğumuzun farkına varmaktır. Firavunlaşmaya kalkışmak, en büyük edepsizliktir. Firavunlara kul olma zilletine katlanmak ta en büyük edepsizliktir. Şu ilahi mülk'te insan olduğumuzu fark etmemiş olanlar ya "firavunlaşır" ya da "köle" olma zilletine mahkûm olur. Bu her iki tutumu benimsemiş olanlar, kendi dünyalarında zifiri karanlıklara mahkûm olurlar, içine düştükleri karanlığın pençesinde kıvranıp dururlar, sonsuza kadar huzursuz olurlar. İçine düştükleri "zulüm denizi" onları boğdukça boğar. Tutuşturdukları fitne/zulüm/ihanet/ isyan ateşi kendilerini yaktıkça yakar. Uykuları kaçar, gözleri şişer, alev kesilirler. Tıpkı bir Ebu Leheb gibi… Soğuk terler dökerler, onların gecesi, sabaha asla ulaşmaz. Hep karanlıkta, hep karanlıkta kalırlar. 24 saatlik günlerinde Günyüzü/aydınlık göremezler, kuşluk vakitleri, öğlenleri, ikindileri, yoktur onların. Ülkelerinde "güneş" ve "ay" doğmaz, hiçbir şey aydınlatmaz onları, Çünkü gözleri yoktur!.. Gözü olmayanları güneş nasıl aydınlatsın. İnsan olmak, "göz sahibi" olmaktır, gerçeği ve gerçek "Efendiyi" görmektir.
 İnsana ve topluma sunulan her nimeti, ihsan eden Allah Teâlâ'dır. Hiçbir "insan" veya hiçbir "nesne" değer olacak konumda değildir. Herkes sadece Yüce Rabbimizi ululamalılar ki, ululanma sevdasında olanlar, diktatörler, baronlar oluşmasın. Kullar Allah'ı yücelttikleri oranda kendilerini koruma şansını elde ederler. Allah'ın yüceltilmediği toplumlarda, doğal olarak yüceltilenler olacak ve toplum zamanla "sahte ilahların" tutsağı olacaktır. Bir toplum bir kere sahte bir ilaha ya da ilahlara kapıldı mı, artık yakasını zor kurtarır. Bu nedenle var olan bütün nimetler yüce Allah'ın bir lütfü olarak ki öyledir de algılanmalıdır. Sahip olduğumuz " nimetler" ululanırsa yanlış yapılmış olur. Ululanması gereken nimetleri bize ihsan eden rabbimizdir. Yüce dinimiz "Allah'u ekber!.. ( Tek ulu Allah'tır, tek büyük Allah'tır, tek yüce Allah'tır) şiarı en uygun şekilde algılamalıdır. Bu konuda çizgiden sapılırsa, geri dönülmez bir yola girilmiş olunur.
 Hayatın kaynağı yüce rabbimizdir. İnsan benliğinin yapısal olarak bazı değerleri vardır. Bu değerler ancak bunları formüle eden zatın yardımıyla korunup ayakta tutulabilir. İnsan ruhunun kökleri ana kaynağından koparılırsa bu onun için bir felaket olur. Ana kaynaktan besleyen insan hayatın en feci dramını yaşar. Kaynağından kopan insan kötüleşir. İnsan kötüleşince kötülük yapar; kötülük yaptıkça daha da kötüleşir. Her kötülük bir girdap gibidir; kendine yaklaşıldıkça biraz daha içine düşülür. Firavunlaşmak insan ruhunu imha eden girdaba yaklaşmak demektir.
 Tarihin en zalim diktatörleri, en kaypak çıkarcıları ve yardakçılarının ortak ölçüleri ve yaşamlarının ortak teması, 'kalpleri katılaştırır' imha girdabına yakalanmış olmalarıdır. Doğru olanı tercih etme ne kadar reddedilirse kalpleri katılaştırır girdapta o kadar boğucu olur esasında firavun Karun haman ve bela'm çetesi bu girdaba yakalanmış kimselerdir. Firavun, kendisi ve halkının yaşadığı acılardan korkmaktadır. Fakat hiçbir acı bu ölümcül gelişmeyi/ düşüşü değiştiremez. Bu durum onun ve halkın yıkımıyla sonuçlanır. Firavun yanlış yaptıkça, kalbi katılaşır; kalbi katılaştıkça yanlış yapar… Halkı da öyle yapar… O kükredikçe, halkı uysallaşır; halkı uysallaştıkça, o kükremeye devam eder… Perde hazin bir sonla kapanır: Yıkım…
 Firavun ve benzeri, dış gerçeklerle ilgili tüm bağlarını koparıp, gerçekliğini yerine sadece kendi gerçeklerini kollar; karar verme süreçleri bu temelden hareketle "korku" üzerine bina edildi. Onlar mütekebbirdirler, Çünkü korkaktırlar. Tarihin en korkaklara en zalimleri olmuştur. Korku zulmü üreten ana bir nedendirler. İşte bu nedenden ötürü firavunlarda hiçbir değişiklik göremezsiniz; çünkü firavunlar özgür değildir. Onları korkuları esir almıştır. Gerçek şu ki, yapılan her yanlış, sahibinin benliğini daha da zayıflatır. Zayıf düşen benlik köleleşir. Dünyevî tutkular, korkular ve zaaflar insan benliğini alabildiğine kurutur. Artık bu benlik işe yaramaz olur.
 "Onlar gördüğün zaman, dış görünüşleri (giyimkuşam tarzları, boylarıpostları endamları) boşuna gider. Konuştukları zaman (adam sanıp) sözlerine kulak verirsin; oysa onlar, giydirilmiş kütükler/ kalaslar (manken heykeller)gibidirler!.. (onlar, o kadar yüreksiz, o kadar korkak ve ürkektirler ki,) her çığlığı kendi aleyhlerine(atılmış)sanırlar!.. Onlar, gerçek düşmandırlar…" (Münafıkun süresi, 4.)
 İnsan, kendisine doğuştan bahsedilmiş olan ilahi/insani özelliklerini(akıl, düşünce, idrak, irade, muhakeme) gereği üzere kullanmaz ise, kaçınılmaz bir biçimde insani istikametini, hidayet çizgisini yitirir ve gerçek doğasından sapar. Bu sapış, onun için bir "kader" değildir; kendi heva perestliği'nin, beceriksizliğinin, tembelliğini ya da kendi özel seçiminin tabii bir sonucudur. Araf suresi 179. ayetteki durum tamda bu gerçeği açıklar. Nahl suresi 79. ayette anlatılan tabii durum, kendisine işlev yüklenmeyince, Araf suresinde ki (179. ayet) arızi durum ortaya çıkar. Bu durum bir alın yazısı olarak oluşmaz;  bu beceriksizlik ve bir körlük neticesi olarak oluşur. Bu körlük durumu da, insanın gerçek Rabbini görmemesiyle ortaya çıkar. İnsan, Yüce Rabbimiz doğuştan kendisine lütfettiği "işitme", görme, duyma, düşünme ve muhakeme etme" yetkilerini gereği üzere kullanmayınca; kalpleri olup da duyupdüşünmeyen, gözleri olup da bakıp görmeyen, kulakları olup da kulak verip işitmeyen hayvanlar seviyesine, hatta daha da kulak verip işitmeyen hayvanlar seviyesine, hatta daha da aşağı bir konuma düşer. Bu durum, Yüce Rabbimizin Kur'an'da anlattığı "Şaşkınlık" halidir. Firavun ve halkının kapıldığı hâl budur. Yozlaşmış toplumların doğal hali öncelerinde firavun ve koruyucu çetesi, arkalarında mustaz'aflar sürüsü…
 "Şaşkınlık halini" yaşayan insanlar, dünyayı kendi arzu ve korkuları zaviyesinden, düşünce ve olayları çarpınarak görürüler. Bu durum, insanı "mütekebbir" kılar. Böyle bir yönetici, dünyada en büyük zulümlerin ortaya çıkmasına sebep olur. Bunları "mantık" dedikleri şeyin mantıkla hiçbir ilişkisi yoktur, "doğru" dedikleri şeyin de doğrulukla bir alakası yoktur. Çünkü bunların tek zaviyeleri vardır o da, kendi çıkarlarıdır…
  Bu insanların tek taraflı ve önyargılı bakış açıları, hak ve hakikatin yolunu sürekli keser. Bu bakış açısına göre bir şey, şayet bana uygunsa, o doğrudur; değilse, reddedilmelidir.
 Bu tarz bakış açıları, insanın düşünce ve karar kapasitesinde körlüğe, sapıklığa ve "kalbin kaskatı kesilmesine" neden olur. Sonuçta kişi tek taraflı bir bakış açısına sahiptir ve karar şudur: "Benim ve benim gibilerin dışında herkes tehlikelidir!" sağlıklı değerlendirme kabiliyetini yitiren kimseler, başkalarına karşı "örtük bir akıl" ile yönelirler ve gerçekleri göremez olurlar. Öyle ki, doğruyu yanlıştan, gerçeği sahteden, hakkı batıldan ayıramaz olurlar. "Kişi dış gerçeklikle bütün bağlarını koparmış ve gerçekliliğin yerine kendini koymuşsa," yani kişi başkasının durumunu kendinden farklı olarak algılamıyorsa, o kişi gerçek bir "hasta"dır. Burada dikkati çeken bir konunun altını önemle çizmeliyiz. Büyük güç sahibi birçok insan, örneğin firavunlar, nemrutlar, Sezarlar, neronlar, Karunlar… Böyle bir hastalığın kurbanıdırlar ve hepsi de tüm çağlar boyu hep aynı ortak özellikler sergilerler. Hastalık aynı olunca, belirtisi ve sonuçları da hep aynı oluyor.
 "Bu insanlar mutlak güce ulaşmışlardır; ağızlarından çıkan söz, yaşam ve ölümde dahil olmak üzere, mutlak kanundur, istediklerini yapma konusunda kapasitelerinin sınırı yokmuş gibi davranırlar, bu nedenle sayısız kadınla birlikte olur, sayısız insan öldürürler, "gökteki ay'ı isterler", "imkansızı" isterler. İnsan değilmiş yanılsamasıyla var oluş sorununu çözmeye yönelik bir çaba olmasına karşı, bu bir çılgınlıktır. Bu, çılgınlığa maruz kalan kişinin yaşamında artma eğilimi gösteren bir deliliktir. Tanrı olmaya ne kadar çok çalışırlarsa, kendilerini insan ırkından da o kadar soyutlar ve bu soyutlama onu daha çok korkaklaştırır, herkes onun düşmanı olur ve sonuçtaki korkuya dayanmak için, gücünü, acımasızlığını, anarşizmini artmak zorunda kalır. (E. Form, sevginin ve şiddetin kaynağı) Böylece zulüm tüm yönleriyle vücut bulur.
 İnsan bir şeye kendini atfettiği özelliklerinden ötürü aşık olur; ve hatta tapınır. Gerçekte o şeyin, o özellikleri taşıyıp taşımadığı fazla önemli değildir. Burada önemli olan, insanın kendisinin o şeye yüklediği anlamdır. Konuyu ku'an'ın penceresinden görelim:
"(Bakın), bunlar sizin ve babalarınızın uydurduğu boş/ anlamsız isimlerden başka bir şey değildir, Allah onlara böyle bir saltanat(anlattığımız, inandığımız ve iddia ettiğimiz gibi bir özellik) indirmemiştir. Onlar, sadece zan (vehim) ve nefislerinin sevdasına (tutku ve kuruntularına, keyiflerine) uymaktadırlar. Oysa Rablerinden kendilerine, (uymaları gereken) yol gösterici ( çoktan) gelmiş bulunuyor…" ( Necm suresi, 23)
 Hayatın kaynağından, kopan kişi, gerçeğin yerine kendisini yerleştirir, kendisini bir "tanrı" görmeye başlar ve insanlık için büyük tehlike baş gösterir. Artık bu kişi, kendi çıkarları uğruna bütün bir dünyayı yok etmeye hazırdır. İşte Kur’ân'ın anlaştığı firavunluk budur.
 Geleceklerini başkalarını ezmekte, sindirmekte ve köleleştirmekte görenler, ezilmeye, sindirilmeye ve köleleşmeye de hazırdırlar. Bir başkasının alınteri üzerine bina edilen efendilik/firavunluk/Karunluk/Hâmanlık ve Belamlık, farkına varılmamış olan bir başka köleliktir. İmanın kapıldığı en büyük kölelik… İslam bizden ne köle olmamızı ne de bir başkasının alın teri üzerine bina edilmiş "efendi firavn" olmamızı istiyor. O, bizim her iki duruma da eşit derecede karşı çıkmamızı emrediyor. İnsanın sorumlu, yükümlü, saygılı ve etken olması esas bir haktır. Hak hiçbir zaman devredilemez, hiçbir zaman gasledilemez. Hak haktır. Bu hak insanın kendi hakkıdır. Onun bir başkasına kul edinme hakkı yoktur. İnsanın yaratıcısına yapması gereken kulluk hakkını gasp etmeye çalışan herkes, esasında iğrenç bir firavundur, yine bu hakkını bir başkasına devreden, bir başkasını ilahlaştıran da iğrenç bir müşriktir. Her ne adına olursa olsun, insanın doğruya, gerçeğe ve hakka ihanet etme hakkı yoktur.
  Esasında tüm insanlar, yaşamlarına iyi birer insan olma arzusuyla başlarlar. Ama insan olma ve insan kalma yolundaki son fırsatı/ilk rüşveti( kendine ilk ihaneti yaptığı ve kendini ilk sattığı an) kabul ettiklerinde kaçırmışlardır. Yapılan her hata ve verilen her taviz, insan kişiliğini (iman benliğini) zayıflatır; daha çok hata yapmaya, daha çok taviz vermeye sürükler insanı. Bu süreç, yukarıda da ifade ettiğimiz üzere "kalplerin katılaşmasını", insanın "özgüvenini/imanını" yitirmesini ve kendisini satmasıyla son bulur. Yeni bir diriliş oluşmadığı sürece, böyle bir insanın kendisine gelmesi imkânsız gibidir. Böyle bir insana bir şeyler işittirmek, gerçekten dünyada yapılabilecek en zor işlerden olur. Kurumuş bir insan neyi işitebilir ki?!
 Daha bu dünyaya teşrif buyurmadan önce, varlığımızın doğasına, öz cevherimize işlenen bir hakikat vardır. Bu hakikati hatırlatmak üzere vahiy insana çağrıda bulunur. İnsan olarak sahip olduğumuz doğal(fıtri) yapımız gaflet tabakalarının altında kalsa da O, özünde dirilmeye hep hazırdır. Bu da, hatırlamak/farkında olmak ve teslim olmakla gerçekleşir. İnsan, sahte bencillikleri yıkıp gerçeğe teslim olabilirse, dirilmeye yüz tutar. İslam, Allah'a teslimiyettir. Bunun sonucu olarak barış, huzur ve esenlik neşet eder. Bu durum kişinin benliğinden hareketle bütün varlığı kapsamına alır.
 Aslında İslam, bütün insanların ortak arzusudur. Ama bazı insanlar, insan olma yolunda bu fırsatı kaçırmışlardır. Hak olanı Batıl olanla, gerçek olanı, sahte olanla değiştirmişlerdir. Buna rağmen, içlerindeki sızı az da olsa, onları rahatsız etmektedir. Günlük hayatında barışa, huzura ve esenliğe vurgu yapmayan hemen hemen hiç kimse yok gibidir. Şimdi soru şu: Bu insanlar barışı huzuru, esenliği nasıl elde edebilirler? Bunun cevabı gayet basittir. İnsanlar, hangi noktada onu kaybettilerse, yine aynı noktada onu bulup elde edebilirler. Firavunluğun zuhur ettiği nokta, Musa olmanın da zuhur ettiği noktadır. Kim olursan ol, kendini hatırla ve teslim ol! Hatırla ki sen, Allah'a kul olmanın ötesinde başka hiçbir şey değilsin! Ne ilahsın ne de nesnesin; sen sadece bir kulsun; öyleyse, kulluğunu bil, teslim ol ve kurtul.
 Barış, huzur ve esenliği yaşamak, Allah'a giden yolun dışında güç bir haldir; hatta imkânsızdır. Bunu elde etmek için, kişi iç dirliğini sağlamak iç barışını kurtarmak zorundadır. Bunun için de insanın Allah'la barışma zorunluluğu vardır. Firavunlaşma yolunda olan her insan bilmelidir ki Allah olmadan, asla muratlarına eremeyeceklerdir. Bu onlarda sonsuza dek bir iç acıya/ yıkıma neden olacaktır.
 Barış huzur ve esenliğin mimarı Yüce Allah'tır. O olmadan, gerek iç dünyamızda ve gerek dış dünyamızda barışı, huzuru, esenliği (islamı) hâkim kılmak mümkün değildir. Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurur: "içerisinde Kur'an'dan(ilahi rahmet esintisinden) bir şeyler bulunmayan / ya da kur'an okuyup anlamayan, adam, virâne olmuş bir ev/ hâne gibidir!" virâne bir hâne… virâne bir kişilik… Ve virâne bir dünya…
 Başta da söylediğimiz gibi, insan ruhunun / benliğinin / kişiliğinin bazı değerleri vardır. Bu değerleri, insanı inşa eden zatı muhterem formüle etmiştir. Bunların korunması, geliştirilmesi, ayakta tutulması(barış, huzur ve esenliğin sağlanması), ancak o'nunla mümkündür.
 Yüce Allah'ın meskeni sadece insanın kalbidir. Oraya başkalarını, başka şeyleri yerleştirmek Allah'a ihanetsiz, şirktir. Bu itibarla bir insanın kalbinde iki sevgi bir arada bulunmamalıdır. Allah sevgisine, Peygamber sevgisi ve, kur'an sevgisine denk ve baskın her sevgi firavunluğa, hamanlığa, Karunluğa, belamlığa köprü olur. İnsanın ruh kimyası bozulur; huzur ve esenlik kaybolur.
 İnsanın, Allah'la ilişkisini kesmesi, kendisi için bir felaket olur. İnsanla Allah arasında ki ilişki yi sağlayan şey, hiç şüphesiz kur'andır. O, bir ucu Allah'ın elinde, diğer ucu da insanın elinde bir kopmaz ip gibidir.
 İnsan benliğini barış üzere tutan formül, Yüce Yaratıcı tarafından net bir şekilde açıklanmıştır. Peygamber Efendimizin ifade ettiği üzere bu formül, kur'anı Kerim'den. Kur'an, yüce Allah'ın biz insanlara uzanan rahmet elidir; ilahi rahmetin coşup fışkırdığı yegâne kaynaktır. Alman şair GÖETHE'NIN ifadesiyle, "kayalar (arasından) fışkıran (su) pınara bak nasıl sevinç sevinç berrak ve yıldız yıldız parlak…" Bu kaynakta,( mai main'den) sulanmayan insan, yanıp kavrulmuş insandan… zehirli asitlerle ne kadar susuzluk giderilebilmiş ki?! Siz onu içtikçe daha da yanacaksınız, vucudumuzun kimyası, ruhumuzun dengesi, bütün kişilik değerlerimiz alt  üst olarak virane olacaksınız. İşte parçalanmış ruh hali… Allah'ım! Bu insanlar dünyaya nasıl barış getirebilirler. Kendi dünyalarında cehennemi yaşayan zavallılar, bizim dünyamıza "barış"(!) getirmek için çalışıyorlar(!)
 Kendi iç dünyalarında barışı huzuru, esenliği egemen kılamayan insanlar, dış dünya da barışı nasıl egemen kılabilir"!? Bu asla mümkün değildir. Bu itibarla insan, önce " gönüllerin sahibi" Yüce rabbimizin kapısını çalmalıdır ve gönlünü o'nun rahmetiyle imar etmelidir. Gönülleri hidayetle dolu olan insanlardır evrensel ölçekte barışı, huzuru ve esenliği tesis edecek olanlar. Evet, insan Allah'la biatleşmeden asla barış, huzur, esenliğe eremez. Önce göklerin kapıları açılmalı, ilahi rahmet sağanak sağanak boşalmalı/yağmalı ve mümbit topraklar yeşermeye yüz tutmalı… Esenlik veren olmadan, esselâm olmadan, insan nasıl insan olabilir ki!?
 İşte tamda bunu içi, dünyada hiçbir şey doğru dürüst yolunda gitmemektedir. Firavun, Karun, Hâman ve Belâm dörtlüsünün ördüğü örümcek ağları/ideolojiler ya da soygun şebekeleri, insanlık için çözüm olmamıştır. Şimdi şunu açıkça sormak zorundayız:  Kur'an'ın rehberliği olmadan insanın, insanlığın ve dünyanın onarılması, barış, huzur ve esenliğin yakalanması mümkün müdür? Sözü eğipbükmeye gerek var mı? İşte insanlığın hâli… İnsanın yaratıcısı, sahibi, mutasarrıfı Aziz ve Rahim olan Rabbimiz konuşuyor: …( Ey insanlar!) gözünüzü dört açın! Kalpler, ancak Allah'ın zikri (kur'ân) ile huzura kavuşur!"
 İnsan aklının ve kalbinin ıslahı, bütün kötülüklerin de ıslahıdır.

Kaynak: Vuslat dergisi

arrow1b.gif (1866 bytes)

.