.

Ömer Şevki Hotar ile…

Röportaj: Fatih Bütün

Nida Dergisi – Kasım 2007 – Sayı 121

nida_dergisi@hotmail.com

 

 

 

“…sui-niyetli olan bu tartışmalara girmemek gerek aslında. Her türlü baskıya maruz bıraktıkları Müslümanlara ‘bize baskı yapıyorsun’ diyerek zeytinyağı gibi üste çıkma pişkinliği akıl alacak iş değildir.”

 

 

F. Bütün: Son zamanlardaki moda ifadesiyle, ‘mahalle baskısı’, ‘toplumsal baskı’ üzerine konuşmak istiyoruz. Yapılan bu tartışmaların kökeninde ne var, ‘mahalle baskısı’ tartışmaları neyden kaynaklanmaktadır sizce?

Ö. Şevki Hotar: Bu tarz tartışmaların kökeninde şirretlik var. Irmağın alt başında su içen masum kuzuyu yeme kararındaki kurdun ‘suyumu bulandırıyorsun’ bahanesiyle kuzuya sataşmasındaki hinlik var. Bu nedenle, sui-niyetli olan bu tartışmalara girmemek gerek aslında. Her türlü baskıya maruz bıraktıkları Müslümanlara ‘bize baskı yapıyorsun’ diyerek zeytinyağı gibi üste çıkma pişkinliği akıl alacak iş değildir.

 

F. Bütün: Tartışmalar genelde Laikçi kesimin endişe ve kaygıları çevresinde dönüyor… Laikçi kesimin endişelerinin sebebi nedir, nasıl yorumluyorsunuz?

Ö. Şevki Hotar: Ben sözünü ettiğiniz kesimin bu manada ciddi bir endişe ve kaygıları olduğunu sanmıyorum doğrusu. Fakat, Müslümanlar üzerindeki baskılarını daha da artırmaya yönelik niyet taşıdıklarını düşünüyorum. Zira onlar da çok iyi biliyorlar ki, bugünkü şartlarda onların hayat tarzlarına müdahale edecek ne bir güç ve ne de – güya kaygılandıkları kesimin – böyle bir niyeti var.

Onların endişeleri süfli bir hayatı hiçbir kısıtlamaya tabi tutunmadan yaşamalarının ve maddi çıkarlarının engellenmesi ihtimalidir. Fakat bu ihtimal bile bugün bir hayli uzaktır.

 

F. Bütün: Özellikle laikçi çevrenin endişelerini haklı çıkaracak bir baskıdan, ‘mahalle baskısı’ndan bahsetmek mümkün görünüyor mu?

Ö. Şevki Hotar: ‘Mahalle baskısı’ diye adlandırdıkları baskının fiziki, maddi bir baskı olmadığı ortada. Zira böyle bir vak’a olsaydı ellerindeki medya araçlarıyla kıyametleri koparırlardı. Mesela; başörtülülerin zaman zaman fiziki saldırıya uğradıklarını gazetelerden okuyoruz, ama mahallelinin başı açık birine zorla başörtüsü taktıklarına yönelik hiçbir hadise duymadım ben. Esasen halkın böyle bir derdi de yok.

 

F. Bütün: Sorun ‘siyasal ve ideolojik’ zeminiyle birlikte biraz da ‘yaşam tarzı’ algısıyla ilgili görünüyor! Bir yaşam tarzının ‘baskı’ haline dönüşmesi veya bir yaşam tarzının baskısından bahsedebilmemiz için ne olmalıdır?

Ö. Şevki Hotar: Elbet sorunun siyasi ve ideolojik bir yanı da var, hayat tarzı ve dünya görüşü ile ilgili boyutu da var. Bunların hepsi netice itibariyle insanların dinini oluşturan unsurlardır. Dini ve dünya görüşü farklı olan insanların birbirlerinden rahatsızlık duymaları da son derece doğaldır.

Onlar benimsedikleri hayat tarzını yaşamak, yaşamakla da kalmayıp size de empoze etmek isteyeceklerdir doğal olarak; siz de onlara kendi hayat tarzınızı benimsetmeye çalışacaksınız… Ama bu işi Müslümanlar ikna, telkin yoluyla ve sevdirerek yaparlar. Onlar ise baskı yoluyla… Bu yüzden de İslâm’ın yayılışı ve kabulü daha kolay olmuştur. Zira merhametle ikna etmek insanları etkilerken baskı her zaman itici bulunmuştur.

Mahalle baskısından yakınanların fiziki baskıdan söz etmediklerinden az önce bahsetmiştik. Sözü edilen baskı daha çok başörtüsü alanında öne çıkıyor. Mesela tesettürlü hanımların içinde kalmayı psikolojik bir baskı olarak görüyorlar. Herkesin giyinik olduğu bir ortamda çıplak bir insan elbet tedirginlik duyacaktır. Ama çıplaklar kampında veya bir plajda herkes aynı seviyede olduğu için kimsenin kimseden rahatsız olması söz konusu değildir. Faraza herkesin sarhoş olduğu bir mekânda kimse rahatsızlık duymazken, cami duvarında sızıp kalan sarhoş kendine geldiğinde yaptığından utanacaktır. Hırsızlarda birbirleriyle baş başa kaldıklarında maharetlerini anlatarak övünebilirler. Ama dürüst insanlar arasındaki bir insan sirkatinden bahsetmeye hayâ eder. Bu yüzden işte her insan yadırganmaması, kınanmaması için kendi hayat tarzının yayılmasını ister, mesele budur.

Kimse kimsenin başını zorla örtmüyor aslında. Ama başörtülü birini gördüğünde bir kompleksle başlarının açık olduğunu hatırlıyor ve eziklik duyuyorlarsa biz ne yapabiliriz. Onları memnun etmek için bizde mi başımızı açmalı, dekolte giymeliyiz? Eğer böyleyse, onlar niye başlarını örterek bu kompleksten kurtulmayı düşünmüyorlar. Hem suçlu hem güçlü olan bu insanların derdine biz nasıl çare olabiliriz? Müslüman hanımların tesettürüne imreniyor, açık saçık gezmenin yanlış bir iş olduğunu düşünüyorlar ve eziklik duyuyorlarsa biz ne yapabiliriz? Bunun en akıllıca çözümü, ‘sözü dinleyip en güzeline uymaktır’. Yanlıştan, hatadan dönerek iyiler kervanına bir an önce katılmaktır çözüm. Yoksa yapmaları gereken geçmiş kavimlerin ‘bunlar temiz kalmak isteyen insanlarmış, çıkarın bunları yurdunuzdan’ diyerek peygamberleri ve onlara iman edenleri yurtlarından kovmak olmamalıdır. Müslümanların inadına zinayı, içkiyi, kumarı savunmak salim akıl sahibi hiçbir insanın kabulleneceği bir şey değildir. Ama ne yazık ki bunları bile savunanlar çıkıyor.

 

F. Bütün: Peki, aynı ‘mahallede’ farklı dünya görüş ve eğilimlerine sahip kişilerin bir arada yaşaması size hangi şartlarda ne derece mümkün görünüyor?

Ö. Şevki Hotar: Farklı dünya görüşüne sahip insanlar bir arada yaşıyor zaten. İnsanların diledikleri din ve dünya görüşüne sahip olmaları kendi tercihleridir. Bu konuda kimse zorlanamaz. Böyle bir zorlamayı yapanlar Müslümanlar değildir. Tersine Müslümanlara yönelik itiraz ve zorlamalar vakidir.

Farklı inanç sahibi insanlar elbet barış içinde ve bir arada yaşayabilirler. Bu, İslâm’ı sindirmiş olan toplumlarda çok daha düzeyli ve merhamete dayalı bir şekilde cereyan eder. Gayri Müslim bir komşuya bile iyilik etmek görevindedir Müslümanlar. Yeter ki toplumu ifsat edici ve Müslümanlara karşı saldırgan bir tutum izlemesinler.

 

F. Bütün: ‘Baskı’ genel anlamda hoş olmayan bir tavır olarak zikrediliyor. Sizce de ‘baskı’ her zaman kötü müdür? ‘Baskı’nın bu itici görüntüsünün yanında, hoş olan yanı ‘özgürlük’ mü olmalıdır? Bunun dengesi nedir, baskı konusu konuşulup tartışılıyorken bu denge nasıl korunmalıdır sizce?

Ö. Şevki Hotar: Esasen baskı telakkisi görecelidir. Kişiden kişiye veya dünya görüşüne göre farklı anlamlar yüklenebilir. Size baskı gibi gelen bir tutum bu baskıyı uygulayan için son derece haklı ve doğal bir davranış sayılabilir. Veya tersi de mümkündür; sizin için haklı bir davranış karşınızdaki için baskı sayılabilir. Bunların en canlı örneği tartışmakta olduğumuz ‘mahalle baskısı’dır. Bir Müslümanın İslâmî bir mecburiyet dolayısıyla başını örtmesi son derece doğal bir hak ve görev iken, İslâm’dan hazzetmeyen insanlar bunun başı açık bayanlar için bir baskı oluşturduğunu iddia edebiliyorlar. Esasen çıplaklık, tahrik ve taciz edici kıyafetler Müslümanlar için, hatta sadece Müslümanlar için değil kendileri için de sağlıksız sonuçlar doğuran bir baskı oluşturuyor. Fakat onlar bunun son derece doğal bir hak olduğunu savunabiliyorlar. Oysa bozulmamış bir fıtrat ve salim akıl çıplaklığın ve fuhşiyatın toplumları felakete sürüklediğini fark eder. Doğru düşünen insanlar (Müslüman olmasalar bile) İslâmî ilkeleri onaylamak zorunda kalırlar. Zaten bu sebeple olsa gerek Müslüman olmayan toplumlar da inandıkları dinin hiçbir yasaklayıcı kuralı olmasa bile, mesela çırılçıplak gezmezler, zina ve fuhşiyat konusunda hala bazı engel ve ilkelere sahiptirler. Ateist de olsalar aile kurumu ve nikâhtan hala topyekün vazgeçmemişlerdir.

Baskının ‘itici’ olup olmaması da izafi bir konudur. Az önce söylediğim gibi baskı telakki ettiği bir davranışa maruz kalan bir insan için bu itici bir davranıştır. Ama baskıyı uyguladığı varsayılan insan, bunun baskı değil bir hak olduğunu savunabilir. Bu insanlık tarihi kadar eski bir tartışma konusudur. İnsanlar farklı inanç ve dünya görüşüne sahip oldukları sürece bu tarz tartışmalar olacaktır. Bu tartışmaların bitmesi iyi-kötü, doğru-eğri, hak-batıl konusunda müşterek bir ölçüye sahip olmakla sağlanabilir ancak. Bu tartışmaların temelinde hakları tespit etme konusunda, yetki sahibinin kim olacağı sorusuna verilen farklı cevaplar vardır. Bir Müslüman için hakları belirleme yetkisi Allah’a aitken, diğerleri için yetki insanın aklına aittir.

Bu bağlamda ‘özgürlük’ kavramı da izafidir. Esasen batı menşelidir ve gayri Müslim azınlıkların manevra alanını genişletmek üzere, Osmanlı’nın son döneminde ithal edilmiş ve içi yeterince doldurulmamış kavramlardan birdir. Özgürlük esaretin karşıtı olarak düşünülürse haklı bir talep gibi görülebilir. Fakat birçok kimsenin sandığı gibi, kuralsız yaşamak ise, bu ne mümkün ne de doğru olan bir şeydir. Tarih boyunca bütün insan toplulukları, Müslim olsun, gayri Müslim olsun siyasi bir otorite altında, bir takım kurallara, kanunlara, disiplinlere bağlı olarak yaşamışlardır. İnsanlar koyunlar gibi başıboş yaşayamazlar. Bu yüzden her topluluk, adına devlet denen siyasi bir örgütün kontrolü ve benimsenen dünya görüşünün getirdiği ilkeler çerçevesinde yaşamaya mecburdurlar. İnsanların hiçbir kural tanımadan, diledikleri gibi yaşaması mümkün değildir. Unutulmamalıdır ki diğer mahlûklar bile, fıtratlarına nakşedilen içgüdüsel kuralların dışına çıkmadan yaşarlar.

 

F. Bütün: İslâm’ı bir yaşam biçimi olarak seçenlerin, gerek sosyal yaşam içinde (buna meşhur ifadesiyle ‘mahalle’ de diyebiliriz.) gerekse aile içi eğitim konusunda takınması gereken tavır ne olmalıdır? Baskı meşru bir yöntem olabilir mi?

Ö. Şevki Hotar: Bu muğlak, tanımı ve tarifi yeterince yapılmamış kavramlar konusunda İslâm’ın bakışını belirlemek çok kolay değil tabi. Nereye çeksen o tarafa uzayan göreceli kavramlar üzerine kesin yargılar inşa etmek elbet zor iştir. Ama genel olarak şunlar söylenebilir:

İslâm; insan aklı üzerindeki her çeşit baskının kaldırılmasını amaçlar. Aklın üzerindeki baskı derken, aklı her türlü şartlanmadan, korkutmadan ve düşünce alanının daraltılmasından söz ediyorum. Düşüncenin önünün sonuna kadar açılması, iyiyi kötüden temyiz edebilen aklın kirlerden arındırılması, salim akıl diye nitelediğimiz; üretmek, kavramak, fehmetmek melekesinin ortaya çıkmasını temin eder.

İşte düşünmekten, akletmekten, fikretmekten korkmayan, baskılardan arındırılmış bu akıl, İslâm’ın muhatabıdır. Aklın üzerindeki baskı kalktığında hiçbir zorlama ve ikraha tevessül etmeden, İslâmî teklifler insanlara sunulur. Zaten böyle salim bir aklın, İslâm gibi mahza doğrulardan oluşan bir dine itiraz etmesi düşünülemez. Ama yine de dileyenin iman etmesi, dileyenin reddetmesi kendi tercihine kalmıştır. Bu konuda hiçbir kimseye hiçbir zorlama uygulanamaz. ‘Dinde zorlama yoktur…’, ‘Dileyen iman eder dileyen inkâr eder’ prensipleri bu gerçeği ifade eder.

İslâm baskıyı değil sevdirmeyi, müjdelemeyi, ikna etmeyi öngörür. Fakat bu hiçbir zaman ‘özgürlük’ bahanesiyle, başına buyruk insanların kuralsız serkeşliklerine ve toplumu ifsat etmelerine ses çıkarmamak gibi bir anarşizmi ifade etmez. Böyle bir başıboşluğa hiçbir yönetim ve devlet izin vermez.


 
emailrol.gif (21439 bytes)

arrow1b.gif (1866 bytes)

.