3. Ticâret Malları Zekâta Tâbi Midir?
4. Kenzin Ne Olduğu Ve Zînet
Eşyasının Zekâtı
5. Sâime (Mer'âda Otlatılan
Hayvanlar)Nin Zekâtı
7. Zekât Memurunun Zekât Sahibine
Duası
9. Malların Zekâtı Nerede Alınır?
10. Adamın, Kendi Sadakasını Satın
Alması
14. Asmadaki Üzümün Miktarını Tahmin
Etmek
15. Ağaçtaki Meyvenin Miktarını
Tahmin Etmek
16. Ağaçtaki Hurmanın Miktarı Ne
Zaman Tahmin Edilir?
17. Zekât Olarak Verilmesi Caiz
Olmayan Meyveler
19. Fıtır Sadakası Ne Zaman Verilir?
20. Fıtır Sadakasının Miktarı Nedir?
21. "Buğdaydan Yarım Sâ' "
Diye Rivayet Edenler
22. Zekatı Vaktinden Önce Vermek
23. Zekât, Bir Beldeden Başka Bir
Beldeye Nakledilir Mi?
24. Kime Zekât Verilir Ve Zenginliğin
Ölçüsü Nedir?
25. Zengin Olduğu Halde Zekât Alması
Caiz Olanlar
26. Bir Kimseye Ne Kadar Zekât
Verilebilir?
Dilenmenin Caiz
Olduğu Durumlar
28. İsti'fâf (Dilenmeyip İffetli
Yaşamak)
29. Haşimoğullarına Sadaka Vermek
30. Fakirin Zekat Malından Zengine
Hediye Vermesi
31. Kişinin Sadaka Olarak Verdiği
Mala Vâris Olması
34. Ehl-İ Zimmete Sadaka Vermek
35. Esirgenmesi Caiz Olmayan Şeyler
37. Allah'ın Zatı İçin Dilenmenin
Çirkinliği
38. Allah İçin İsteyene Vermek
39. Kişinin Bütün Malını Sadaka
Olarak Vermesi (Caiz Midir?)
40. Kişinin, Bütün Malını Tasadduk
Etme Ruhsatı
42. Faydalanmak Üzere Başkasına
Ariyet Vermek
43. Vekâleten Vereceği Sadakayı
Muhafaza Eden Kimsenin Ecri
44. Kadının Kocasının Evindeki Maldan
Sadaka Vermesi (Caîz Midir?)
45. Sılay-ı Rahim (Akrabaya İyilik
Etmek)
Zekât, birçok âyet ve
hadislerde hemen namazdan sonra zikredüdiği için Buharı, Müslim ve Ebû Dâvûd
gibi hadis imamları, kitaplarında aynı tertibe riâyet etmişlerdir.
zekâ fiilinin masdarı
olan zekâfın sözlük anlamı artma ve temizlemedir. Arab dilinde kullanılan
sözünden "mal arttı" mânâsı kast edilmektedir.
Istılahı mânâsı ise,
Allah'ın hakkı olarak maldan çıkarılan miktardır. Bu miktara zekât denilmesinin
sebebi, o malın çoğalması, temizlenmesi ve manen bereketlenip âfetlerden
korunmasıdır. Zekât böyle tarif edildiği gibi şöyle de tarif edilmiştir: Zekât
malın belirli bir miktarını âyet-i kerimede geçen sekiz sınıftan bir veya daha
fazla sınıfa temlik etmektir.
Zekât hicretin II.
yılında farz kılınmıştır. Bir görüşe göre Mekke'de farz kılınmış, tafsilâtı
Medine'de açıklanmıştır. Çünkü zekâta ait bazı âyetler, Mekke'de inmiştir.
Tercih edilen görüşe göre zekât, oruç ve fıtır sadakasından sonra farz
kılınmıştır. Oruç ve fıtır sadakasının Hicretten sonra farz kılındığı
hususunda ise, âlimler arasında ittifak vardır. Çünkü orucun farz olduğuna
delâlet eden âyet-i kerime ittifakla Medine'de inmiştir. Buna göre Mekkî
âyetlerde zikredilen zekât, Medine'de farz kılman nisab ve miktarı belli olan,
müstehaklarına verilmesi için zekât memurları tarafından toplanan zekâttan
farklıdır. Mekke devrindeki zekât, mü'minlerin kendi kardeşlerine karşı bir
vazife olarak vermiş oldukları ve duygularına bırakılmış bir malî yardımdır.
Dolayısıyle belirli bir miktarı olmadığından bazı hallerde az bir miktar kâfi
geldiği halde, bazen de ihtiyaçlar ve durum daha fazla vermeyi gerektiriyordu.
Zekâtın farziyyeti
Kitab, Sünnet ve icmâ' ile sabittir. Binaenaleyh onu inkâr etmek, küfürdür.
Kitab'dan Delili
“zekât veriniz.”[1] "onların mallarından kendilerini
temizleyip tezkiye edeceğin bir zekât al"[2] gibi
âyetlerdir. Kur'an-ı Kerim'de zekât seksen iki yerde namazla beraber
zikredilmiştir.
Sünnetten Delili: Bu
bölümde göreceğimiz hadislerdir.
Zekâtın farz
kılınmasının hikmetleri:
a. Zekât
fakirin, zenginin malındaki bir hakkıdır. Nitekim "onların mallarında
dilenci ile mahrumun hakkı vardır."[3]
âyetinde, zekâtın fakirin hakkı olduğu bildirilmiştir.
b. Zekât mal
nimetini veren Allah'a şükür için farz kılınmıştır.
c. Zekât
Allah'a inanma hususunda kulun samimi olup olmadığım denemek için farz
kılınmıştır. Zekâtını veren zengin, Allah'ın emrini yerine getirmiş imtihanı
kazanmış olur.
d. Zekât,
insanlık kadar eski olan fakirlik problemine İslâmın çâre olarak getirdiği
müesseselerden biridir. Zekât sayesinde fakirlerin sayısı azalır, dolayısıyla
fakirlik sebebiyle meydana gelen birçok olayın önü alınmış olur.
e. Zekât
zenginleri cimrilik hastalığından korur, dolayısıyla onların feraha ermelerine
sebeb olur.
f. Zekât
fakirleri rahatlatır, onlara toplumda normal yaşama imkânı sağlar.
g. Zekât
zenginlerle fakirler arasında sevgi ve saygı duygularını artırmaya bir
vesiledir.
h. Zekâtın
İslâmî devlet tarafından toplatılıp müstahaklarına verilmesi, onu vermeyenlere
müeyyideler uygulaması onun aynı zamanda siyasî bir nizâm olduğunu ortaya
koyar.
Zekât Kur'ân ve
hadislerde bazan "sadaka" diye geçer. İsim ayrıdır, fakat mânâ
birdir. el-Mâverdi, el-Ahkâmus-Sultâniyye adlı eserinde şöyle demiştir:
"Kur'ânMa geçen sadaka kelimesi zekât manasınadır. Demek ki o devirde
sadaka ile zekât kelimeleri aynı anlamda kullanılıyordu. Sonraları sadaka
kelimesi farz değil de tatavvu1 olarak yapılan hayırlar için kullanılmaya
başlandı."
Zekât, deve, davar,
sığır, altın, gümüş, hububat, meyve ve ticâret mallarına düşer.
Zekâtın rükün, sebeb
ve şartları hakkındaki malûmat, ait oldukları hadislerin açıklamalarında
gelecektir.[4]
1556. ...Ebû
Hureyre (r.a.)'den; demiştir ki: Resulullah (s.a.) vefat edip de ondan sonra
Ebû Bekir (r.a.) halife seçildiği ve araplardan bazıları dinden döndüğü zaman
Ömer b. Hattâb, Hbü Bekr'e:
Resûllah (s.a,);
"İnsanlar, Allah'tan başka ilâh yoktur deyinceye kadar onlarla savaşmakla
emrolundum. Kim "Allah'tan başka ilâh yoktur" derse, malim ve canını
benden korumuş olur. Ancak İslâm'ın hakkı müstesna, Onun asıl hesabı ise
Allah'a kalmıştır" buyurduğu hâlde nasıl olur da sen insanlarla
savaşırsın? dedi.
Ebû Bekir:
Allah'a yemin ederim
ki namazla zekâtın arasım ayıranlarla mutlaka savaşacağım. Çünkü zekât, malî
bir haktır. Allah'a yemin ederim ki, Resulullah (s.a.)'e vermiş oldukları bir
(deve) yuları(nı) bile bana vermezlerse, vermemelerinden dolayı onlarla
muhakkak 'savaşırım, dedi. Bunun
üzerine Ömer b. Hattâb:
Allah'a yemin ederim, iyice
anladım ki Aziz ve celil olan Allah,Ebû Bekir'in gönlünü savaş için genişletmiş
ve (yine) anladım ki, onun görüşü haktır, dedi.
Ebû Dâvud dedi ki: Bu
hadisi Rebâh b. Zeyd, Ma'mer'den, o da aynı senetle Zührf'den rivayet etmiştir
ki, bazdan demişlerdir. îbn Vehb, Yunustan rivayet edip demiştir.
Ebû Dâvûd dedi ki:
Şuayb b. EbîHamze, Ma'mer ve ez~Zübeydî Zührî'den bu hadisi: "Bir oğlağı
bile bana vermezlerse" diye rivayet etmişlerdir.
Anbese Yunus'tan, O da
Zührî'den bu hadiste dediğini rivayet etmiştir.[5]
Peygamber (s,a.)
Hicretin 11. yılında Rebûülevvel ayının 12'sinde Pazartesi günü öğleye doğru
vefat etmiş, Me-
dine'yi bir matem
havası bürümüştü. Bazıları bu acı habere inanmak istemezken bazıları da Benû
Sâide Sakifesi denen yerde Sa'd b.Ubâde ile beraber toplanarak müslümânlara
seçilecek halîfe konusunu görüşmeye başlamışlardı. Ensâr'ın bir kısmının Sa'd
b. Ubâde'ye "Seni halîfe seçelim" diye teklif ettiklerini Hz.Ömer
(r.a.) duyunca, hemen Hz. Ebû Bekr'i yanına alarak oraya gitti. Konu
tartışılıp görüşüldükten sonra Ömer (r.a.) Hz. Ebû Bekr'e:
Ver elini, dedi ve ona
biat etli. Ondan sonra da oradakilerin hepsi biat etti. Ancak şu var ki bazı
müslüman gruplar dinden dönmeye başladılar. Hattabî'ye göre bunlar iki
sınıftır:
1. Dinden tamamen
dönenler. Ebu Hureyre'nin "araplardan bazıları dinden döndü" sözüyle
anlatmak istediği bunlardır ki iki taifeye ayrılmaktadırlar:
a. Müseylimetü'l-Kezzâb'ın
Peygamberlik iddiasını tasdik eden Benû Ha-nîfe ile el-Esvedü'1-Ansî'ye
uyanlardır. Bunların hepsi Muhammed (s.a.)'in Peygamberliğini inkâr
ediyorlardı. Hz. Ebu Bekir bunlarla savaşlı. Sonunda Müseylimetü'l-Kezzâb'ı
Yemâme'de, el-Ansî'yi de San'a'da öldürttü. Onlara uyanların çoğu da
öldürüldü, kalanlar ise, kaçtı ve dağıldı.
b. Dinin
bütün hükümlerini inkâr edip narnaz-zekât gibi ibadetleri terk edenlerdir.
Bunlar câhiliyet devrindeki hallerine dönmüşlerdi.
2. Namazla
zekâtı birbirinden ayıranlar. Bunlar namazın farz olduğunu kabul ediyor, fakat
zekâtı tanımıyorlardı. Bunların içinde zekât vermek isteyip de reislerinden
korktukları için veremeyenler de vardı. Meselâ Benû Yerbu' kabilesi kendi
aralarında zekâtlarını toplamış, tam Hz. Ebû Bekr'e göndermek üzere iken Mâlik
b. Nuveyre bunu duymuş ve toplanan zekâtları göndertmemiş, kabileye dağıtmıştır.
Bazıları da Allah
(c.c.)'in, "Onların mallarından, kendilerini temizleyeceğin bir zekât
al"[6]
meâlinde kithitabı yalnız Peygamber (s.a.)'e mahsustur. Çünkü zekât sahibini
hiç bir kimse Resûlullah (s.a.) kadar temizleyemez" diye haklı olduklarını,
âyet-i kerimeyi yanlış te'vil ederek ileri sürmüş ve zekât vermek
istememişlerdir.
Hz.Ömer'in Hz. Ebû
Bekr'e olan itirazı bunlarla yani bu ikinci maddede anlatılanlarla ilgilidir.
Hz.Ömer'in itirazı, delil olarak ileriye sürdüğü hadisin zahirine bakıp üzerinde
fazla düşünmediği içindir. Hz. Ebû Bekir ise, namaz kılmayanlarla harp
edileceğine ashâb-ı kiramın icmaı bulunduğunu bildiği için, zekâtı namaza
kıyas etmiştir. Bu hâdise yani Hz.Ömer'in, hadisin umümuyla, Hz.Ebû Bekr'in
ise, kıyasla ihticâc etmesi, âmm bir hükmün kıyasla tahsis edilebileceğine
delildir. Nitekim Hz.Ömer, Hz.Ebû Bekr'in haklı olduğunu gösterdiği delilden
anlayarak kabul edince, harbin lüzumu konusunda ona tâbi olmuştur.
Buhârî'nin îbn
Ömer'den rivayet ettiğine göre Resûlullah (s.a.):
"İnsanlar
Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın Resulü olduğuna
şehâdet edip ve namaz kılıp zekât verinceye kadar onlarla savaşmakla
emrolundum. Bunları yaparlarsa can ve mallarını İslâm hakkı
hariç- benden korumuş
olurlar. Onların
hesabı Allah'a kalmıştır"
buyurmuştur.
Ebû Davud'un
Kitâbu'I-cihâd'da Enes (r.a.)'den rivayetine göre Peygamber (s.a.):
"Allah'ımı başka
ilâh olmadığına ve Muhammed'in onun kulu ve Resulü olduğuna şehâdet edinceye ve
bizim kıblemize dönünceye, kestiklerimizi yeyinceye, bizim gibi namaz
kılıncaya kadar insanlarla savaşmakla emrolundum. Bunları yaparlarsa, onların
canları ve malları bize haram olur. Ancak İslâm'ın hakkı başka. Müslümanların
lehine olan onların da lehine, aleyhine olan, onların da aleyhinedir,"
buyurmuştur.
Görüldüğü gibi hadisin
birkaç rivayeti var. Birinde ne namaz ne de zekâttan söz edilmezken diğerinde
namazdan, bir diğerinde de hem namaz hem de zekâttan söz edilmektedir.
Bundan da anlaşılıyor
ki, hem Hz.Ebu Bekir hem de Hz.Ömer, İbn Ömer ile Enes'in rivayetlerindeki
ziyâdeleri işitmemişlerdir. Çünkü Hz.Ömer, duymuş olsaydı, Hz.Ebu Bekr'e itiraz
etmez ve hadisi delil göstermezdi. Eğer Ebu Bekir (r.a.) işitmiş olsaydı,
kıyası değil de onları delil gösterirdi. Herhalde İbn Ömer, Enes ve Ebû Hüreyre
(r.a,) bu hadisi Peygamber (s.a.)'den aynı yerde işitmemiş olacaklar.
Ebû Hüreyre'nin
rivâyetindeki "Allah'tan başka ilâh yoktur" cümlesinden maksadın,
"Allah'tan başka ilâh yoktur, Muhammed O'nun Resulüdür," demek
olduğu ve makama uygun bir kısaltma yapıldığı İbn Ömer ile Enes (r.anhüma)'m
rivayetlerinden anlaşılıyor. Bununla beraber bu cümleyle Yahudî ve
Hıristiyanlar değil, putperestler kast edilmiştir. Çünkü ehl-i Kitab
"Allah'tan başka ilâh yoktur" derler ama onlarla savaşılır. Böylece
yalnız "Allah'tan başkailâh1 yoktur" deyip Muhammed (s.a.)'in,
Allah'ın Resulü olduğunu inkâr eden kişinin can ve malı korunmuş sayılmaz.
Hatta Nevevî bunun da
(yani "Allah'tan başka ilâh yoktur, Muhammed O'nun resulüdür"
cümlesinin) kâfi gelmediğine, bir de buna Peygamber (s.a.)'in getirdiği
şeylerin hepsine iman etmenin gerekli olduğunu söylemekte ve bunu Müslim'in
Kitâbü'l-İman'da Ebu Hüreyre'den rivayet ettiği, "Allah'tan başka ilâh
olmadığına, benim Allah Resulü olduğuma ve getirdiklerime iman edinceye
kadar..." hadis-i şerifi ile delillendirmektedir.
Birkaç rivayeti olan
bu hadis "açıklama" bölümünden önce zikredilenlerden başka (dipnotta
gösterdiğimiz) şu hadis kitaplarında da bulunabilir.[7]
Hadîste geçen den
maksad, -sözün gelişinden de anlaşıldığı gibi- İslâm hakkıdır. Nitekim bu
hadisin bundan sonraki rivâyetiyle Sahih-i Buhârî'deki rivayetinde açıkça İslâm
hakkı diye geçmektedir. Bunun mânâsı, haksız yere cana kıyma, zina etme ve
zekât vermeme gibi -ister mâl isterse başka şey olsun- İslâm'ın hakkı yani
İslam'ın emrini yerine getirmeme ve nehyinden kaçınmanın gerektirdiği hak
hariç, onların malları ve canları korunmuştur, demek olur.
"Asıl hesabı
Allah'a kalmıştır” cümlesinin anlamı ise, gizlice yaptıkları ve sakladıkları
şeylerin hesabını Allah görecektir, demek olur. Yani "Allah'tan başka ilâh
yoktur, Muhammed O'nun resulüdür" diyen kimselerin müslümân oluşuna
hükmedilir. Bu sebeple bunların İslâm hakkı hariç, can ve mallarının
dokunulmazlığı vardır. Gizledikleri şeyleri araştırmayıp onları Allah'a havale
ederiz. Bunda, küfrü içinde gizlediği halde dışından müslümân görünen kimsenin
müslümanlığının kabul edileceğine delil vardır. Âlimlerin çoğu bu
görüştedirler. İmam Mâlik zındığın yani küfrünü gizleyip de dıştan müslümân
görünen kimsenin tevbesinin kabul edilmeyeceği görüşündedir. Ahmed b. Habel'in
de aynı görüşte olduğu söylenmektedir.
"Allah'a yemin
ederim ki namazla zekâtın arasını ayıranlarla mutlaka savaşacağım"
cümlesinden maksad, "namaz kılıp zekâtı inkâr etmek veya vermemek
suretiyle bu iki ibâdeti birbirinden ayıranlarla mutlaka savaşacağım"
demektir. İkisinin arasındaki münâsebete, Kur'an-ı Kerim'-de 82 yerde beraber
geçmesi ve namazın dinin direği, zekâtın da İslâm'ın köprüsü oluşu kâfidir.
Hz.Ebû Bekir,
"zekât, malî bir haktır" sözüyle, namaz nasıl bedenî bir farz ise,
zekât da mâlî bir farzdır, yani namaz kılmayan kimsenin nasıl can
dokunulmazlığı yoksa, zekât vermeyenin de mâl dokunulmazlığı yoktur.
Binaenaleyh "onunla savaşırım"
demek istemiştir.
Hadiste geçen
"ikâl" kelimesinin mânâsında ihtilâf edilmiştir. Lügat ve fıkıh
âlimlerinden bazıları bunun "bir senenin zekâtı" mânâsına geldiğini
söylemişlerdir ki, bu lügat mânâsına da uygundur. Bunlara göre devenin ayağını
bağladıkları ipe de "ikâl" denirse de, burada o manada kullanılmamıştır.
Çünkü zekâtta ipi vermek gerekmediği gibi ipten dolayı savaşmak da caiz
değildir. Binaenaleyh bu hadisteki "ikâl" kelimesini bu mânâya almak
doğru değildir. Ebu Ubeyd, Müberred ve Kisâî gibi lügat âlimleri bu
görüştedirler.
Muhakkik âlimlerin
çoğuna göre ise, buradaki "ikâl"den maksad, hayvanın bağlandığı ip,
yulardır. Yani zekât olarak alınan hayvanın başına takılan iptir. Zira zekât
memuru, bu ipten tutarak zekât hayvanını teslim alır. İmam Mâlik ve İbn Ebî
Zi'b'in bu görüşte oldukları rivayet olunur. et-Tahrîr müellifi de bu görüşü
savunup şöyle demektedir:
"İkâl*'den
maksad, bir yılın zekâtıdır diyenler yanılmaktadırlar. Çünkü bu söz sıkıntı,
darlık ve mübalâğa makamında söylenmiştir. Binaenaleyh savaşa sebep gösterilen
şeyin az ve kıymetsiz olmasını gerektirir. Bir yılın zekâtı mânâsına alınırsa,
bu mana kaybolur."
Nevevî de bu
görüştedir. Sahih olan görüşe göre yular değerinde olan bir zekâtın dahi
verilmemesi halinde onlarla savaşılacağı kast edilmiştir.
Bu kelime yani
"ikâl" kelimesi, Rebâh b. Zeyd'in Ma'mer'den, O da Zührî'den,
Zührî'nin de aynı senetle -yani Ubeydullah b. Abdullah'tan-yaptığı nakilde
"anâk'1 diye geçmektedir. Bunun için "bazıları "anak"
yerine "ikâl" demişlerdir" denildi.
İbn Vehb'in Yunus'tan,
O da Zührî'den yaptığı rivayette de "anâk" geçmektedir.
"Anâk" bir
yaşına varmayan dişi oğlak manasına gelmektedir. Bundan maksad, -yine mübalağa
makamında söylendiğinden- dişi oğlak gibi az da olsa zekâtın verilmesinin lâzım
geldiği olabileceği gibi gerçek mânâsında kullanılmış da olabilir.
Hernekadar bu kelime,
rivayetlerin çoğunda "anâk" diye geçiyorsa da, iki rivayet de
sahihdir ve aralarında bir çelişki yoktur. Hz.Ebû Bekr'-in, sözünü iki defa
tekrarlayarak birinde "İkâl" diğerinde "anâk" dediğine
hamledilir. İmam-ı Buharı, " 'anâk" rivayetini tercih etmiştir.[8]
1. Bu
hadis-i şerif, Hz.Ebû Bekr'in ilim, şecaat ve dini emirleri yerine getirmedeki
üstünlüğüne en büyük delildir. Bu ve benzeri sebeplerden dolayı âlimler,
Muhammed (s.a.) ümmetinin en üstününün, Hz.Ebû Bekir (r.a.) olduğunda ittifak
etmişlerdir.
2. Kıyas
delildir ve onunla amel etmek caizdir.
3. Âmm
kıyasla tahsis edilebilir.
4.
Gerekirse, yemin edilebilir.
5. Âlimlerin
bir konuyu tartışması caizdir. Hak belli olunca ona ters düşen görüşten dönmek
gerekir.
6. Hz.
Ömer'in hak bildiği şeye olan bağlılığı tartışmasızdır.
7. Devlet
başkanının namaz, zekât ve diğer İslâmî vecibeleri terk edenlere savaş açması
vâcibtir. Bundan dolayı Hanefî mezhebi müctehid-lerinden İmam Muhammed b. Hasan
eş-Şeybânî;
"Bir şehir veya
köy ahalisi ezan okumamakta birleşecek olurlarsa, devlet başkanı onlarla
savaşır. İslâm şi'ârından olan her şeyin hükmü böyledir" demiştir.
8. Devlete
isyan edenlerle savaşmak vâcibtir.
9. Mü'min
olmak için mutlaka kelâm âlimlerinin gösterdikleri delilleri öğrenmek vâcib
değildir. İslâm dinine tereddütsüz imân etmek yeterlidir. Nitekim cumhurun
görüşü de budur.
10. Müslüman
olduğunu söyleyip İslâm'ın emirlerini yerine getiren kimsenin -İslâm
haklarından olan kısas ve had gibi cezalar hariç- can ve mal dokunulmazlığı
vardır.
11. Zındığın
-küfrünü gizleyip de dıştan müslümân görünen kimsenin-küfrü ya başkasının onun
kâfir olduğuna şahidlik yapması veya kendisinin itiraf etmesiyle bilinir.
Bunun tevbesi konusunda ise, müctehidler ihtilâf etmişlerdir:
a. Zındığın
tevbesi kabul edilmez, öldürülür. Ancak şu var ki, tevbe-sinde samimi ise,
âhirette tevbesinin faydasını görecek ve cennete girebilecektir. İmam Malik
ile, bir rivayete göre Imam-ı A'zâm ve Ahmed b. Hanbel bu görüştedirler.
b. Zındığın
tevbesi kabul olunur. İmam Şafiî'den rivayet edilen görüşlerin en doğrusu
budur. Çünkü delili sahih hadislerdir.
c. Zındık,
bir defa tevbe ederse, kabul edilir. Tekrar tekrar tevbe etmesi hâlinde kabul
edilmez.
d. Kendiliğinden
tevbe ederse, kabul olunur. Ama idam edilmek üzere iken tevbe ederse, kabul
olunmaz. İmam Mâlik'ten rivayet edilen bir görüş de budur.
e. İslâm'dan
başka bir görüşün propagandasını yapanlardan ise, tevbesi kabul edilmez, değil
ise, kabul edilir.
Şâfiîlerden bu, beş
görüşün hepsi rivayet edilmişse de, İmam Şafiî'nin nassan söylediği görüş
ikinci görüştür.
12. Bir
kâfirin müslümân olduğuna hükmedebilmek için kelime-i tevhidi yani
"Allah'tan başka ilâh yoktur, Muhammed O'nun resulüdür" sözünü
söylemesi gerekir. Bunu söylemeyen kâfirlerle savaşmak vâcibtir.
13. İslâm,
zahire göre hükmeder. Gizli olan şeylerin hesabım sormak kula değil Allah'a
aittir.
14. Ashab-ı
kiramın büyükleri bile, sünneti bilmede eşit değil, birinin duyduğu hadis-i şerifi
diğeri duymamış olabilir. Bu sebeple ashabın sünnet bilgisi rivayet ettikleri
hadis sayısı ile ölçülemez.
15. İrtidat
dinden dönen kimsenin üzerinden vermesi gereken zekâtı düşürmez.[9]
1557.
...Yûnus Zührî'den (bu hadisi) naklederken onun şöyle dediğim rivayet etmiştir:
Ebû Bekir:
İslâm'ın haklarından
birisi de zekât vermektir dedi. Yine Yunus, Zührî'nin ("anâk" değil)
"İkâl" dediğini haber vermiştir.[10]
Bir önceki rivayette
geçen "zekât vermek, mâlî bir hakdır"
cümlesi -görüldüğü
gibi- bu rivayette "İslâm'ın haklarından biriside zekât vermektir"
şeklinde geçmektedir. Bununla İslâmın rükünlerinden birisi de zekât vermek olduğu ifade edilmiş olmaktadır.
Hz.Ebû Bekir bu sözü
söylemekle, Hz.Ömer'in itirazına cevap vermek istemiş ve namaz kılmayanlarla
savaşılacağını bildiğinden zekâtı, namaza kıyas etmiştir. Nasıl ki namaz,
İslâm'ın bir rüknü ise ve onu edâ etmeyenlerle savaşmak gerekiyorsa, zekât da
İslâm'ın bîr rüknüdür ve verilmediği takdirde savaşmak gerekir, demek
istenmiştir.
Bu hadisi Zührî'den
Ukayl, Ma'mer, Şuayb, ez-Zübeydî ve Yunus rivayet etmişlerdir. Bir önceki Ukayl
rivayetinde geçen "ikâl", Ma'mer; Şuayb ve ez-Zübeydî rivayetlerinde
*• 'anâk" diye geçmektedir. Yunus rivayetini ise, .Anbese "
'Anâk", İbn Vehb de birinde " 'anâk", birinde de
"ikâl" diye rivayet etmişlerdir. Görüldüğü gibi, rivayetlerin çoğunda
bu kelime "anâk" diye geçmektedir ki İmam Buhârî de bunu tercih etmiştir.
Ancak şu var ki, -daha önce de dediğimiz gibi- bu rivayetlerin ikisi de
sahihtir. Hz.Ebû Bekir bir defasında 'ikfil", bir diğerinde de
"anâk" demiş olabilir. Buna manî hiç bir hal yoktur.
İbn Vehb'in Yûnus'tan
rivayet ettiği bu hadisin senedinde Zührî ile Hz. Ebû Bekir arasında geçen
şahıstan yani Zührî'nin bu hadisi kendisinden rivayet ettiği şahıstan söz
edilmemektedir. Oysa ki Zührî, Hz.Ebv Bekir ile görüşmemiştir ve arada -önceki,
rivayete göre- Ubeydullah b Abdullah ve Ebu Hureyre bulunmaktadır. Bu nedenle
de bu hadis mu'daldir.[11]
1. Zekat
vermek, islam'ın bir ruknu, -şartlarım haiz- müslümanların bir yükümlülüğüdür.
2. Az olsun
çok olsun, İslâm'ın hakkım yerine getirmeyenle savaşmak vâcibtir.
3. İslâm'ın
hakkı, devlet başkanı tarafından -savaşla bile olsa- alınmalıdır.
4. Ehil
olanların kıyas yapmaları ve onunla amel etmeleri caizdir.
5. Zekâtla
namazın hükmü birdir.Kirmânî'ye zekâtını bilerek vermeyenin hükmü sorulunca:
"Namazın hükmü ile birdir" cevabını vermiş ve "Ebu Bekir
(r.a.)'in zekât vermeyenlerle savaşması bundan dolayıdır" demiştir.[12]
1558. ...Ebû
Saîd el-Hudrî (r.a.)den; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) şöyle buyurdu:
"Beşten az olan
devede zekât yoktur. Beş ukiyye'den az olan "gümüş"de zekât yoktur.
Beş veskten az olan (hurma, üzüm ve hububat) da zekât yoktur."[13]
"Zevd"
âlimlerin çoğuna göre üçten ona kadar olan de-ve sürüsüne denir. Bazıları da
"ikiden dokuza kadar olan deve sürüşüdür" demişlerdir. Bu kelime
arapçada müfredi olmayan "kavm, raht" gibi cemilerdendir.
Sadaka, insanın
başkasına sevap gayesiyle Allah rızâsı için verdiği şeydir. Burada ise farz
olan zekât manasında kullanılmıştır.
Buna göre hadisin
"beşten az olan devede zekât yoktur" fıkrası, develerin nisabının
beş deve olduğuna delâlet etmektedir. Şu halde beşten az devesi olan kimse
develerinin zekâtım vermekle mükellef değildir.
Hadisin "beş
ukiyyeden az olan "gümüş"de zekât yoktur" fıkrasına gelince:
"Evâk"
kelimesini, Buhârî ile Ebû Dâvûd "ya"sız diye Müslim de "ya ve
rivayet etmişlerdir.Her ikisi de "ukiyye"nin çoğuludur ve Nevevî'nin
dediği gibi her iki rivayet de sahihtir. Arabcada bu kelimenin vakiyye diye
kullanılmasını lügat âlimleri hoş karşılamamışlar dır.
Ukiyye kelimesi her ne
kadar dilimizde "okka" diye geçmekte ise de, ikisi ağırlık yönünden
farklıdır.
Âlimlerin hepsi bir
"ukiyye"nin kırk dirhem olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Bu,
Ehl-i Hicaz'ın ukiyyesi olduğundan, "Hicaz ukiyyesi" diye
bilinmektedir. Her yerin kendisine mahsus bir ukiyyesi vardır. Bazı yerlerde
yedi miskâle, bazı yerlerde de dokuz miskâle bir "ukiyye" demişlerdir.
Fakat şer'an nisaba ölçü olan ukiyye, her yerde kırk dirhemdir. Bu sebeple
vaktiyle memleketimizde 400 dirhem olarak bilinip kullanılan okka ayrı bir
şeydir karıştırmamak gerekir.
Bir ukiyye kırk dirhem
olduğuna göre, beş ukiyye iki yüz dirhem etmektedir ki bu, gümüşün nisabı
olmuştur.
Ukiyye ile dirhemin
miktarı Peygamber (s.a.)'in muhatapları olan ashab-ı kiram tarafından
biliniyordu. Nitekim Kadı Iyâz şöyle der: "Hz.Peygamber "Beş ukiyye
gümüşte zekât vardır, iki yüz dirhem (gümüş)den beş dirhem zekât veriniz"
buyurduğu halde, O'nun zamanında ukiyye ile dirhemin miktarlarının
bilinmemesine imkân yoktur. Çünkü zekâtın bunlarla verileceğini bildiren bizzat
Resûlullah (s.a.)'dır. Sahih hadislerde de geçtiği üzere ahş-verişler nikâhlar
hep bunlarla yapılıyordu. Bundan anlaşılıyor ki, "Dirhemlerin miktarı
Abdülmelik b. Mervân zamanına kadar belli değildi. Onları âlimlerin görüşüne
göre Abdülmelik topladı da her on dirhemin yedi miskâl ağırlığında ve her
dirhemin ağırlığım da altı dânık kabul etti." iddiasında bulunanların sözü
bâtıldır. Sıhhatli bir söz değildir. Ancak bunlar müslümanlar tarafından
belirli bir şekilde basılmış değildir.
Bazısı Acem, bazısı
Rum basmasıydı, Yani bazıları büyük, bazıları küçük, bazıları da hiç basılmamış
ve nakşedilmemiş gümüş parçalarından ibaretti. Sonra bazıları Yemen, bazıları
da Mağrib'e aittiler. Böylece çok çeşitli dirhemler tedavülde idi. Nihayet
halife Abdulmelik, zamanındaki âlimlerin muvafakatini alarak bu değişik
dirhemleri toplayıp bunlar yerine İslâ-mî ve standart dirhem bastırdı. Artık
basılan bu para piyasaya sürülmekle değişik yabancı dirhemlere ve küçüklü
büyüklü kesilmiş gümüş parçalara ihtiyaç kalmadı. Binaenaleyh şübhesiz
dirhemler, o zaman malum idi. Eğer malum olmasaydı, zekât cezaları ve kul
hakları nasıl dirheme ve ukiyyeye bağlanırdı?"
Ebu Saîd el-Hudrî'nin
rivayet ettiği bu (1558 no'lu) hadisten de anlaşıldığına göre Peygamber
(s.a.Vin kendilerine hitab ettiği şahıslar tarafından dirhemle ukiyye
biliniyordu. Aksi takdirde Hz. Peygamber onları mec-hûl bırakmaz, açıklardı.
Bu konuda Nevevî de
şunları söylemiştir:
"Resûlullah
(s.a.) zamanında dirhemlerin ağırlığı malumdu. Dirhem denildiği zaman ilk akla
gelen belirli ağırlıktaki dirhemdi. Zekât vs. hakların tealluk ettiği dirhem
de odur. Bu elbette o zamanlarda başka dirhem yoktu, mânâsına gelmez. Yani
"dirhem" kelimesi, mutlak olarak kullanılmadığında belirli ağırlığı
olan dirhem kast ediliyordu. Diğer dirhemler Ye-menî, Mağribî... diye mukayyed
olarak zikrediliyordu. Peygamber (s.a.)'hı onu mutlak olarak zikretmesi,
bilinen dirhemi kaydettiğine hamledilmiş-tir. O da, her "on dirhem = yedi
mıskal" olanıydı. îlk asırda yaşayanlarla ondan sonrakiler günümüze kadar
bu hususta ittifak etmişlerdir ki onların Hz.Peygamber ile Hulefa-ı Râşidîn'ın
zamanında olandan başka bir-şeyin üzerinde ittifak etmeleri caiz olmadığı gibi
öyle bir şey de düşünülemez."
Bu mevzu ile ilgili en
geniş ve kıymetli bilgi Tefsir, Hadis, fıkıh ve lügat alanında imam kabul
edilen Ebû Ubeyd Kasım b. Sellâm'ın "Kitâbu'l- Emval" adlı eserinin
"Sadaka ve ahkâmı" bahsinde verilmiştir. Şöyle denilmektedir:
"İslâmiyetten
önce dirhemler irili-ufaklı idi. Her ikisinden de zekât veriliyordu. Büyükleri
(dirhem-i kebir) 8 dânık, küçükleri (dirhem-i sağîr) ise 4 dânık idi.
Müslümanlar dirhemleri basmak istediler. Büyük dirhemi küçük dirheme katarak
iki eşit dirhem yaptılar. Böylece altışar dâmklık iki dirhem meydana geldi.
Sonra dirhemleri miskallerle ölçtüler -ki mis-kal, eksilip artmayan belirli bir
ölçüdür- bir tanesi altı dânıktan ibaret olan on dirhemi miskalle tartınca yedi
mıskal ağırlığında geldiğini gördüler. Büyüklü küçüklü dirhemler arasında bu
dirhem, ortayı teşkil ediyordu ki, zekât konusunda Resûlullah (s.a.)'in
sünnetine de uygun idi. Binaenaleyh dirhem, ondan sonra öyle devam etti.
Âlimler de bunda ittifak etti. Artık bir dirhem altı dânık olarak değişmeden
devam etti. Halk zekâtını buna göre verip bundan hiçbir suretle ayrılmadı.
Ahş-veriş de buna göre cerayan etti."
Mâverdî'nin
el-Ahkâmu's-Sııltâniyye adlı eserindeki "islâmiyette bir dirhemin 6 dânık
oluşu sabit olmuştur. Her on dirhem yedi miskâle eşittir" sözü ile aynı
görüşü desteklemektedir.
Bu nakillerden
anlaşıldığına göre her on dirhemin, yedi miskal oluşunda bütün âlimler ittifak
halindedirler. Ancak şu var ki dirhem-i şer'î diye bilinen bu dirheme sonradan
gerekli ehemmiyet verilmemiş ve bazı memleketlerde başka ağırlıkta olan
dirhemler ihdas edilmişti. Bu durum, bazı âlimleri "her memlekette muteber
olan dirhem, o memleketin dirhemidir" demeye sevk etmiştir. Nitekim Hanefîlerin
meşhur fıkıh kitaplarından olan "Dürr'adh eserde "Fetva, her
memleketin kendine mahsus ölçüsünün nazar-i itibâra alınmasına göredir."
denilmiştir. İbn Âbîdîn de bu görüşün "Velvâliciyye" ve
"Hülâsa'Ma İbnu'l-Fadl'a isnad edilerek zikredildiğini Serahsî'nin de görüşünün
bu olduğunu ve "Müctebd", "Cem'ün'-Nevazil ve '1-Uyûn",
"Mi'râcu'd-dirâye", "Hâniyye" ile "Fethu'l-Kadîr"
adlı eserlerde bu görüşün tercih edildiğini söylemektedir.
Böylece ortaya
dirhem-i şer'îden başka bir dirhem çıkmış ki buna da dirhem-i örfî denilmiştir.
Ancak şu bilinmeli ki, cumhur "zekât, mehir, diyet ve hırsızlığın
nisabında muteber olan dirhemin, dirhem-i şer'î olduğu" görüşündedir.
Şer'î dirhemin kırat
ve taneye göre ölçülmesine gelince bunda ihtilâf edilmiştir.
Hanefilere Göre: Bir dirhem-i
şer'î, on dört kırattır. Bir kırat iseA. ortalama beş arpa tanesi ağır
İlgındadır. Buna göre bir dirhem-i şer'î, yetmiş arpa ağırlığındadır.
Bir mıskal ise yirmi
kırata eşittir ki, yüz arpa ağırlığına denktir.
Yedi miskal-i şer'î,
on dirhem-i şer'îye eşit olduğuna göre bir dirhem-i şer'î ile bir miskâl-i
şer'î şöyle gösterilebilir:
Bir dirhem = 14
kırat =
70 arpa = 7/10 miskal,
Bir miskal = 20 kırat
= 100 arpa = 3/7
dirhemdir.
Dirhem-i örfî ise, 16
kırattır. Bir kırat-i örfî de dört buğday tanesi ağırlığındadır. Buna göre bir
dirhem-i örfî, altmış dört buğday tanesi ağırlığındadır.
Bir miskâl-i örfî de
24 kırattır ki, doksan altı buğday tanesi ağırlığın-dadır. Buna göre bir
dirhem-i örfî ile bir miskâl-i örfî şöyle gösterilebilir:
Bir dirhem = 16
kırat = 64 buğday = 2/3
mîskai
Bir miskal = 24
kırat =
96 buğday - 1,5 dirhemdir.
Görüldüğü gibi
dirhem-i şer'î ile dirhem-i örfî' nin ar asındaki fark çok azdır. Bu farkın,
-Mahmud Muhammed Hattab es-Sübkî'nin de el-Menhel'de dediği gibi- buğday
tanesinin arpa tanesinden biraz ağır olmasından ileri geleceği kuvvetle
muhtemeldir. Bu kuvvetli ihtimal göz önüne alındıca, iki dirhem arasında hakiki
bir fark kalmamış oluyor. Belki de Hanefi âlimlerinin dirhemi örfîyi nazar-ı
itibara almaları bu sebeptendir.
Dirhemlerin grama
çevrilmesinin esası, ortalama buğday taneleri ile uçlarındaki kılçıkları
kesilmiş ortalama arpa tanelerinin tartılmasına bağlı olduğundan bir dirhemin
kaç gram olduğu hususunda neticeler farklıdır. Şöyle ki:
Menhel yazarı Hattâb
es-Sübkî'ye göre bir dirhem-i örfî 3,12 gramdır. Gümüşün nisabı iki yüz dirhem
olduğuna göre 200 x 3,12 = 624 gramdır.
Miskal-i örfî de bir
buçuk dirhem-i örfî olduğuna göre bir miskal-i örfî
Merhum Ömer Nasuhî
Bilmen'e göre ise, bir dirhem-i örfî 3,2 gramdır. Bir dirhem-i şer'î ise 2,8
gramdır. Buna göre gümüşün nisabı 200 x 2,8 = 560 gramdır. Buna göre miskâl-i
örfî
Bu konuya bir daha
dönüleceği için şimdi de diğer mezheblere göre konunun incelenmesine geçelim.
Mâtikî, Şafiî ve
Hanbelîlere göre: Bu üç mezhep âlimlerinin meşhur kavline göre bir dirhem-i
şer'î 50 2/5 arpa tanesi ağır İlgındadır. Bir miskâl-i şer'î de 72 arpa
tanesine eşittir.
Bu üç mezhebin bazı
âlimlerine göre ise, bir dirhem-i şer'î 57 3/5 arpa, bir miskâl-i şer'î de 82
3/10! arpa ağır İlgındadır.
Meşhur kavil ile diğer
kavil arasındaki bu ihtilâfın menşe'i, -Menhel yazarı Hattâb es-Sübk-î'nin de
dediği gibi- arpa tanelerinin hafiflik ve ağırlık, büyüklük ve küçüklük
yönünden bir birinden farklı oluşudur. Zira dolgun 50 arpa tanesi, 70-80 hafif
arpa tanesine eşit ağırlıktadır.
Bu üç mezheb
âlimlerinin meşhur kavline göre gümüşün nisabını hesaplamak için dirhem-i
şer'îyi dirhem-i örfîye çevirmek gerekir. Menhel yazarı Hattâb es-Sübkî bu
hesabı şöyle yapmıştır:
Bir dirhem-i şer'î 50
2/5 arpa tanesi olduğuna göre, iki yüz dirhem-i şer'î arpaya çevrildiğinde 200
x 50 2/5 = 10080 arpa eder. Bu rakam -bir dirhem-i örfi
64 buğday danesi'ne eşit olduğundan -64'e bölündüğünde 157,5V çıkar. Buna göre
gümüşün nisabı: 200 dirhem-i şer'î = 157,5 dirhem-i örfî =
491,48 gramdır.
Altının nisabını da
şöyle hesablamıştır:
Bir miskal-i şer'î 72
arpa, nisab da 20 miskal olduğuna göre 20 x 72 = 1440 arpa olur, 1440 arpa,
miskâl-i örfî olan 96'ya bölündüğünde (1440:96) 15 miskal-i örfi çıkar.
Bir miskâl-i örfî bir
buçuk dirhem-i örfi olduğuna göre 15 miskâl-i örfi 22,5 dirhem-i örfî yapar.
Bir dirhem-i örfi
Hanefîlerle bu üç
mezheb âlimlerinin arasındaki bu ihtilâfı son zamanlarda bu konuda dirhem-i
miskâle mukayese yoluyla inceleme yapanlar izâle edip bir neticeye
varmışlardır. Şöyle ki:
"Miskal cahiliye
devrinde de İslâmiyet devrinde de birdi" noktasından hareket edilerek
doğu ve batıdaki müzelerde o zamanlardan kalma miskaller tartılmış ve ağırlığı
öğrenilmiştir. Her on dirhemin, yedi miskâle eşit ağırlıkta olduğunda ittifak
olduğuna göre, miskalinjağırlığıniı bilmek meseleyi halleder. Müzelerde yapılan
tartma işleminden bir miskalin
2,975 x
200 =
4,25 x
20 = 85 gramdır.
Bu duruma göre gümüşün
nisabını
Hadiste geçen
"Evsuk" kelimesi, "vesk" veya "visk"in çoğuludur.
Ancak vesk şeklinde okunuşu daha meşhurdur. Vesk, aslında yük manasında
kullanılmaktadır. Burada ise, altmış sa' mânâsındadır. Bununla ilgili
ayrıntılı bilgi bundan sonraki hadiste verilecektir.[14]
1. Devenin
nisabı, 5'tir. Yani beşten az devenin zekatı verilmez, ancak beş ve daha tazla olursa zekâtını
vermek farzdır.
2. Gümüşün
nisabı beş ııkiyye (iki yüz dirhem)dir. Yani iki yüz dirhem (
3. Gümüşün
zekâtında, gümüşün kıymeti değil ağırlığı muteberdir.
4. Beş
veskten az olan mahsûlün zekâtı verilmez. Daha fazla olursa vermek gerekir.
Yerden çıkan mahsûlün zekâtı yani öşür ile ilgili fıkhı hükümler, bundan
sonraki hadisin açıklanmasında gelecektir.
5. "Sadaka"
kelimesi zekât mânâsına kullanılabilir.[15]
1559. ...Ebû
Saîd el-Hudrî'nin merfu' olarak rivayet ettiğine göre Peygamber (s.a.):
"Beş vesk'ten az
olan (hurma, üzüm ve hubûbat)da zekât yoktur.Bir vesk damgalanmış altmış
sa'dır" buyurmuştur.[16]
Ebû Dâvûd dedi ki:
Hadisin senedinde geçen Ebu'l-Bahteri, Ebû Saîd'den hadis duymamıştır.[17]
Bu hadis bir önceki
hadiste geçen "beş vesk'ten az olan (hurma, üzüm
ve hubûbat)da zekat yoktur", fıkrasını te'yid ettiği gibi vesk'in
miktarım da açıklamaktadır.
Daha önce
belirttiğimiz gibi "evsuk" kelimesi, "vesk" veya
"visk'-'in çoğuludur. Vesk veya visk'in anlamı deve, katır ve merkebin
yükü demektir. Burada ise, altmış sa' manâsında kullanılmıştır.
Bir vesk'in altmış sa'
olduğu hususunda ittifak vardır. Sa' ise, dört müdde eşit olan bir ölçektir.
Müddün kaç rıtıl olduğu hususunda ise, fakihler arasında ihtilâf vardır.
Ebû Hanife, Muhammed
ve Irak fakihlerine göre bir sa', sekiz rıtl-ı Bağdadî'ye eşittir.
Mâlik, Şafiî, Ahmed b.
Hanbel, Ebû Yusuf ve Hicaz fakihlerine göre ise, bir sa', 5 1/3 rıtl-ı Bağdadî'dir.
Bazı âlimler demişler
ki, bu ihtilâf su ile buğdayın özgül ağırlıkları arasındaki farktan neş'et
etmiştir. Yani bir sa'ın sekiz rıtl olduğunu söyleyen fakihler, bir sa'ın
aldığı suya, itibar etmişlerdir. 5 1/3 rıtıl olduğunu söyleyen âlimler de onun
aldığı arpa veya hurmaya itibar etmişlerdir. Bir başka ifadeyle 8 rıtıl su, 5
1/3 rıtıl buğdaya muadildir. Hal böyle olunca sa' ve müdd miktarı hakkında bir
ihtilâf kalmıyor.
Hanelilerin muteber
saydığı rıtla "rıtl-i Irâkî" veya "rıtl-ı Bağdadî" Malikî,
Şafiî ve Hanbelîler'in kabul ettiği rıtla da "Medine rıtlı" veya
"Rıtl-ı Hicâzî" denilmektedir.
Rıtıl, sa' ve vesk'in
dirhem ve gram olarak hesabı:
1. dirhem-i örfî (3,12 gr.)'ye göre:
a.
Hanefilere göre bir rıtl-ı bağdadî, 130 dirhemdir.
Bir rıtl = 130 dirhem,
bir dirhem-i örfî = 3,12 gr. Bir rıtıl = 130 X
3,12 = 405,6 gr.
Bir sa' = 8 rıtıl x
130 dirhem = 1040 dirhem.
Bir sa = 1040 dirhem x
3,12 =
3,244 kgr.
Bir vesk = 60 sa' x
1040 dirhem = 62400 dirhem
Bir vesk = 62400 x
3,12 - 194,688 kgr.
Beş vesk =5x194,688 =
973,440 kgr.
b. Şafiîlerle
Hanbelîlere göre bir rıtıl 128 4/7 dirhemdir. Buna göre:
Bir rıtıl = 128 4/7
dirhem = 128,57 dirhem,
Bir rıtıl = 128,57 x
3,12 = 401.14 gr.
Bir Sa' = 5 1/3 rıtıl
x 128 4/7 - 685 5/7 dirhem o da 685,71 dirhem'e eşittir.
Bir Sa' - 685,71
dirhem- X 3,12 = 2,140 kgr.
Bir Vesk = 60 sa' x
685,71 dirhem = 41142,60 dirhem
Bir Vesk = 41142,60
x 3,12 = 128,365 kgr.
Beş Vesk = 5 X 128,365
= 641,825 kgr.
c. Malikîler'e
göre bir rıtıl, 128 dirhemdir. Buna
göre: Bir rıtıl = 128 dirhem.
Bir rıtıî = 128 X
3,12 = 399,36 gr.
Bir Sa' = 5 1/3
rıtıl x
128 dirhem - 682,66 dirhem.
Bir Sa' = 682,66
dirhem X
3,12 = 2,130 kgr.
Bir Vesk - 60 sâ' x
682,66 dirhem = 40959,60 dirhem.
Bir Vesk =
40959,60 X 3,12 = 127,794 kgr.
Beş Vesk = 5 X 127,794
= 638,970 kgr.
2. Dirhem-i
şer'î (2,8 gr.)'ye göre:
a. Henefîlere göre:
Merhum Ömer Nasuhî
Bilmen'in hesabına göre, bir dirhem-i şer'î -2,8 gr.
Bir rıtıl = 130 dirhem.
Bir rıtıl = 130 X 2,8
= 364 gr.
Bir Sa' = 8 rıtıl x
130 dirhem = 1040 dirhem
Bir Sa' = 1040 dirhem
X 2,8 =2,912 kgr.
Bir vesk = 60 sa' X
1040 dirhem = 62400 dirhem
Bir vesk = 62400
X 2,8 = 174,720 kgr.
Beş vesk = 5 X 174,720
= 873,600 kgr.
b. Şafiîlerle Hanbelîlere göre:
Bir rıtıl = 128 4/7
dirhem = 128,57 dirhem
Bir rıtıl =
128,57 X
2,8 = 359,99 gr.
Bir Sa' - 5
1/3 rıtıl x 128 4/7
= 685 5/7 = 685,71'dirhem.
Bir Sa' - 685,71 dirhem X
2,8 = 1,920 kgr.
Bir Vesk = 60 sa'
X 685,71 dirhem -
41142,60 dirhem
Bir Vesk -
41142,60 X 2,8 =
115,199 kgr.
Beş Vesk = 5
X 115,199 = 575,595 kgr.
c. Mâlikîlere göre:
Bir rıtıl = 128 dirhem
Bir rıtıl = 128 X
2,8 = 358,4
Bir Sa' = 5 1/3 rıtıl
X 128 dirhem = 682,66 dirhem
Bir Sa' - 682,66
dirhem x
2,8 = 1,911 kgr.
Bir Vesk = 60 sa' X
682,66 dirhem = 40959,60 dirhem
Bir Vesk =
40959,60 X 2,8 = 114,687 kgr.
Beş Vesk = 5 X
114,687 = 573,435 kgr.
3. Dirhemi miskale mukayese yoluyla grama çevirme:
a. Hanelilere göre:
Bir rıtıl = 130
dirhem. Bir dirhem = 2,975 gr.
Bir rıtıl = 130 X 2,975 = 386,75 gr.
Bir sa' = 8 rıtıl
x 130 dirhem = 1040 dirhem
Bir sa' - 1040
dirhem X
2,975 = 3,094 kgr.
Bir Vesk - 60 sa'
x 1040 dirhem = 62400 dirhem
Bir Vesk =
62400 X 2,975 = 185,640 kgr.
Beş Vesk = 5 x 185,640
= 928,200 kgr.
b. Şafiîlerle Hanbelîlere göre:
Bir rıtıl = 128 4/7
= 128,57 dirhem
Bir rıtıl = 128,57
X 2,975 = 382,495 gr.
Bir Sa' - 5
1/3 rıtıl X 128 4/7
= 685 5/7 -
685,71 dirhem
Bir Sa' = 685,71 dirhem x
2,975 = 2,034 kgr.
Bir Vesk = 60 sa'
x 685,71 dirhem =
41142,60 dirhem
Bir Vesk = 41142,60
X 2,975 = 122,399
Beş Vesk = 5 X
122,399 - 611,995 kgr.
c. Mâlikilere göre:
Bir rıtıl = 128
(Jirhem
Bir rıtıl =
128 X 2,975
= 380,80
Bir sa' =
5 1/3 rıtıl X 128 dirhem
- 682,66 dirhem
Bir sa' =
682,66 dirhem X 2,974
= 2,031 kgr.
Bir Vesk = 60 sa' x
682,66 dirhem = 40959,60 dirhem
Bir Vesk =
40959,60 X 2,975
- 121,855 kgr.
Beş Vesk =
5 X 121,855
= 609,275 kgr.
Dirhemi grama
çevirmede en sıhhatli yol daha önce de belirtildiği gibi bir dirhemin 2,975
gr.' olmasıdır. Buna göre -mezhepler arası hesap farklılıkları da dikkate
alınarak- mahsûlde zekâtın nisabı:
a. Hanefîlere
göre yaklaşık olarak 928,5 kgr,
b.
Şafiîlerle Hanbelîlere göre yaklaşık olarak 612 kgr,
c.
Mâlikîlere göre yaklaşık olarak 610 kgr.dır.
Netice olarak
diyebiliriz ki; üzüm, hurma ve hububatın nisabında zikr edilen rakamların en
ihtiyatlısı
İmam Malik, İmam
Şafiî, İmam Ahmed b. Hanbel, İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed yerden çıkan
mahsulün beş vesk olması halinde zekâtının verilmesinin farz olduğu
görüşündedirler. Yerden çıkan mahsûlün zekatına öşür denilmektedir.
İbn Abbâs, Nehaî ve
Ebû Hanife'ye göre yerden çıkan mahsul az veya çok olsun, sun'î şekilde veya
yağmurla sulansın zekâtı verilir. Bundan dere boylarında biten kamış, odun ve
ot müstasnâdır.
Nevevî diyor ki:
"Bu hadiste (yani bundan önceki hadiste) iki şeye değinilmiştir. Birisi
sayılanlarda zekâtın vâcib olması, diğeri bunlardan daha az miktarlarda zekâtın
vâcib olmamasıdır. Bu iki konuda müslümanlar arasında hilaf yoktur. Yalnız Ebu
Hanife ile seleften bazıları hububatın azına da çoğuna da zekât lâzım geldiğini
söylemişlerdir ki, bu görüş bâtıldır ve sahih hadislere ters
düşmektedir."
Buhârî sarihi Aynî,
Nevevî'riin bu sözüne Umdeiü'l-Kaari adlı eserinde şöyle karşılık vermiştir:
"Bu çirkin bir
sözdür. İlim, fazilet, zühd sahibi ve tâbmnun büyüklerine olan yakınlık
yönünden önde gelen bir imam hakkında böyle bir söz söylemek doğru değildir.
Bilhassa kendisi gibi halk arasında geniş ilmi, büyük zühd ve insafı ile
tanınmış bir zattan böyle yerlerde güzel sözler beklenir, âlimlere yakışan
budur. Kötü sözler ancak bâtılda direnen mutaassıblardan beklenir. Nevevî bu
görüşün batıl oluşu ile sahih hadislere muhalefetini, yalnız Ebû Hanife'ye
değil, seleften bazılarına da nisbet etmiştir. Seleften murad, Ömer
b.Abdulaziz, Mücâhid ve Nehaî'dir."
Abdurrezzâk
"MusanneP'inde senedini vererek Ömer b. Abdulaziz'den naklen şu haberi
tahrîc etmiştir:
"Ömer: yerden çıkan
mahsûlün azına da çoğuna da öşür vardır" demiştir.
İmam Züfer de bu
görüştedir.
Bunların delili
"Sizin için yerden çıkardığımız rızıklardan da infak ediniz" ve
“Hasat günü yerden çıkan mahsûlün hakkını verin" âyetleriyle; Müslim,
Nesaî ve Ahmed b. Hanbel'in Câbir'den merfû olarak rivayet ettikleri
"Nehirlerle1 yağmur sularının suladıkları mahsullerde Öşür, hayvanla
sulanan mahsullerde de yarını öşür vardır" hadis-i şerfidir. (Ayrıca bk.
Hadis no: 1596-1597)
Bunlar cumhurun delili
olarak ileri sürdüğü "beş veskten az olan mahsulde zekât yoktur"
hadisini ise, ticâret zekâtına hamletmişlerdir. Veya-hutta "Âmm ile hâs
tearuz edip de hangisinin sonra olduğu bilinmezse ihtiyaten âmm hassa takdim
edilir" kaidesine göre ictihâd etmişlerdir. Ancak Cumhura göre onların bu
hadisi ticaret zekâtına hamletmeleri hadisin zahirini delilsiz olarak başka
mânâya çekmektir. Âmmın hassa takdimim ise, kabul etmemektedirler. Çünkü onlara
göre hass, amma takdim edilir.
Hadiste geçen
"damgalanmış altmış sa' "dan murad, artırılıp eksiltilmesin diye
üzerine mühür vurulan ölçektir. Bunu Vaktiyle hükümdarlar öyle yaparlarmış.
Altmış sa'ınyani bir veskin kaç kg. olduğunu daha önce zikretmiştik.
Ebû Dâvûd,
"Ebu'l-Bahterî, Ebû Said'den hadisi işitmemiştir" demekle, bu
hadisin, munkati olduğuna işaret etmiştir.
Nitekim İbn Mâce bu
hadisi Câbir'den, Dârekutnî de Hz.Âişe'den zayıf senetlerle rivayet
etmişlerdir. Ayrıca Ebû Hatim'in, "Ebul-Bahterî, Ebû Saîd'ın zamanına
ulaşamamıştır" sözü de Ebû Davud'un bu beyanını te'yid etmektedir.[18]
1. Beş
veskten az olan mahsulde zekât yoktur.
2. Bir vesk,
altmış sa’dır.[19]
1560.
...Mugîre (b. Mıksem)den rivayet edildiğine göre İbrahim (en-Nehai) şöyle
demiştir:
Bir vesk, -Haccâc
sa'ıyle- damgalanmış altmış sa'dır.[20]
İbrahim'den murad,
İbrahim en-Nehâî'dir. Haccâc'tan
maksat da Haccâc-i Zâlim dîye tanınan Haccâc b. Yu-
suf'tur. Bu haber bir
önceki hadiste geçen "bir vesk, damgalanmış altmış sa'dır" fıkrasını
te'yid etmektedir.
Bir sa'ın, müdd,
rıtıl, dirhem ve gram olarak miktarı bir önceki hadisin açıklamasında
belirtilmiştir.[21]
1561.
...Habîb el-Mâlikî'den; demiştir ki: Bir adam, İmrân b. Husayn'a;
Ya Ebâ'n-Necîd! Siz
bize bir takım hadisler rivayet ediyorsunuz. (Halbuki) biz onlara Kur'ân'dan
asıl bulamıyoruz? dedi.
Bunun üzerine İmrân
kızdı ve adama şöyle dedi:
Her kırk dirhemde bir
dirhem (zekât) olduğunu Kur'ân'da buldunuz mu? Her şu kadar koyundan bir koyun,
her şu kadar deveden şu kadar deve (verileceğini) Kur'ân'da buldunuz mu? Adam:
Hayır, dedi. İmrân:
Kimden öğrendiniz
bunları? Bizden öğrendiniz, biz de Resülullah
(s.a.)'den öğrendik; ve
buna benzer (daha
bazı) şeyler söyledi.[22]
Habib el-Mâlikî'nin
"bir adam" dediği kişinin adı bilinmemektedir. Ebu'n-Necîd ise, îmrân
b. Husayn'ın künyesidir.
"Kur'anda onlar
için asıl bulamıyoruz" sözüyle "Kur'anda aslı olmayan şeye nasıl
itimad edilir?" demek istemiştir.
Adamın Kur'ân’da
açıkça zikredilmeyen bir çok hükümleri inkâr etmesinden ve "Resûlullah,
size ne getirdiyse onu alın, sizi neden nehyettiyse ondan da sakının"
âyetini nazar-ı itibara almadığından İmrân, ona kızmış ve; "zekâtın
hükmünü tafsilatıyle Kur'ân'da buldunuz mu?" diye sormuştur.
Hükümlerin bir kısmı
Kur'ân-ı Kerim'de açık bir şekilde zikredilmemiştir. Onları Hz. Peygamber açıklamıştır.
Çünkü Kur'ân İslâm'da nasıl bir delil ise, Sünnet de o surette delildir. Bu
sebeple Kur'ân-ı Kerim'de hükmünü bulamadığımız meseleleri sünnetten
araştırmalıyız. Kur'ân'da yok diye inkâr etmemeliyiz.[23]
1. Bazı
Hükümler, Kur’an-ı Kerimde sarahaten zikredilmemiştir.Onları Peygamber (s.a.)
beyan etmiştir.
2. Kur'ân-ı
Kerim gibi sünnet de delildir.[24]
1562.
...Semure b. Cündüb (r.a.)'ten; demiştir ki:
İmdi şüphesiz
Resûlullah (s.a.) satış için hazırladığımız (eşyâ)dan zekât vermemizi
emrederdi.[25]
Ticaret mallarından
maksad, altın-gümüş ve paranın dışında, kazanç sağlamak amacıyla alış-verişi
yapılan mallardır. Bunlara sayıma itibar edilerek zekâtı verilen deve, sığır
gibi hayvanlar dahil olduğu gibi gayr-ı menkûl dediğimiz taşınmaz mallar da dâhildir.
Fıkıhta bu mallara "urûzu't-ticâre" denilmektedir.
Hadiste geçen
"emrederdi" ifâdesinden anlaşıldığına göre, Hz.Peygamber ticâret
mallarının zekâtını vermelerini onlara emir sıygasiyle bildirmiştir. Emir
sıygası ise, vücûba delâlet eder. "es-Sadaka" kelimesi de zekât
manasında kullanılmıştır. Bu sebeple ticâret mallarının zekâtını vermek
vâcibtir.
Sahabe, tâbiûn ve
ondan sonra gelen fakıhler ticâret mallarının zekâtını vermenin yâcib olduğu
hususunda ittifak etmişlerdir. Hatta İbnu'I-Münzir ile Ebû Ubeyd Kasım b.
Sellâm bu hususta icmâ' olduğunu söylemişlerdir. Îbnü'l-Münzir şöyle
demektedir:
"İlim ehli,
ticâret malları üzerinden bir yıl geçtiği zaman zekâtını vermenin vâcib olduğu
hususunda ittifak etmişlerdir. Bu vücûb Hz.Ömer, İbn Ömer ve îbn Abbas'tan
rivayet edilmiştir. Aynı zamanda fukahâ-yi seb'a, Hasan el-Basrî, Câbir b.Zeyd,
Meymûn b.Mihrân, Tâvûs, Nehaî, Sevrî, Evzâî, Şafiî, Ebû Ubeyd, İshâk, Ebû
Hanife ve arkadaşları da bu görüştedirler.
Zahirîler, bunlara
muhalefet edip "ticâret mallarının zekâtı verilmez" demişlerse de
delilleri zayıf olduğundan onların bu görüşüne itibar edilmemiştir.
Ticaret mallarının zekâtını
vermek için üzerinden hicrî takvim'e göre bir senenin geçmiş olması
(Hevelânü'1-havl) ve nisaba ulaşması şarttır.
Ticâret mallarının
kıymeti, 200 dirhem gümüş veya 20 mıskal altına eşit olduğunda nisaba ulaşmış
sayılır. Bugün muhakkik âlimler, nisabta altına itibar etmektedir ki onun da
Nisâb miktarının
senenin başında mı, sonunda mı nazar-ı itibâra alınacağı hususunda ihtilâf
edilmiştir:
a. Nisab
miktarına yalnız senenin sonunda itibar edilir. Meselâ, bir ticâret malı,
senenin başında nisaba ulaşmadığı halde, sene sonunda ulaşırsa, sene sonunda
nisaba ulaştığına bakılarak zekâtı verilir. Malik ile İmam Şafiî bu
görüştedirler.
b. Nisab
miktarının sene boyunca devam etmesine itibar edilir. Şayet nisab miktarı
senenin bir bölümünde eksilirse, o sene inkitaa uğramış olur. Hal .böyle olunca
mal ne zaman nisab miktarına ulaşırsa, sene o zamandan itibaren başlar.
Sevrî, Ahmed b.Hanbel,
İshak, Ebû Ubeyd, Ebû Sevr ve İbnu'l-Münzir bu görüştedirler.
c. Nisab
miktarı, senenin başıyla sonunda nazara alınır. Sene arasında nisabın
eksilmesine bakılmaz. Mesalâ bir ticâret malı sene başında nisab miktarına
bağlı iken bir kaç ay sonra eksilip de sene sonunda yine nisab miktarına baliğ
olursa, zekâta tâbi olur.
Ebu Hanîfe ve
arkadaşları bu görüştedirler.
Zekâtın ticâret
mallarının kendisinden mi, kıymetinden mi verileceği konusunda âlimlerin
görüşlerini de şöyle sıralayabiliriz:
a. İmam Ebû
Hanîfe ve İmam Şafiî'nin bir kavline göre tacir, muhayyerdir, isterse malın
kendisinden isterse kıymetinden verir. Meselâ kumaş satıyorsa, isterse kumaş
verir, isterse kıymetini para olarak verir.
b. İmam
Şafiî'nin ikinci kavline göre, tacir malın yalnız kendisinden vermelidir.
Şafiîlerden Müzenî de bu görüştedir.
c. İmam
Ahmed ve İmam Şafiî'nin diğer bir kavline göre tacir, malın yalnız kıymetinden
vermelidir.
Ebû Dâvûd ile Münzirî'nin
bu hadisin sıhhati hakkında sükût etmeleri, İbn Hümam'ın dediği gibi onlar
tarafından hasen kabul edildiğine alâmettir. Nitekim İbn Abdi'1-berr de onu
hasen görmüştür.
İbn Hacer el-Askalânî
ise, Bulûğu'l-Merâm adlı eserinde bunun isnadının leyyin olduğunu söylemiştir.
İbn Hazm bunun
senedinde geçen Cafer b. Sa'd, Hubeyb b. Süleyman ve Ebû Süleyman'ın kim
olduklarının belli olmadığını söylemişse de Ahmed Muhammed Şakir Muhallâ'nın
dipnotunda "onların kim olduklarının bilindiğini ve İbn Hıbbân'ın onları
sika râviler arasında zikrettiğini" söylemektedir.
Bu hadîs zayıf kabul
edilirse de sahabenin icma'i ve mallardan zekâtın vâcib olduğuna delâlet eden
delillerin umûmu ile kuvvet bulmaktadır. Binaenaleyh ticaret mallarının
zekâtını vermek vâcibtir. Bu konuda ehl-i ilim arasında ittifak vardır.[26]
1563. ...Amr
b. Şu'ayb'ın babası vasıtasıyla dedesinden rivayet ettiğine göre bir kadın,
kızı ile beraber Resûlullah (s.a.)'a geldi. Kızının kolunda kalın iki tane
altın bilezik vardı. Resûlullah (s.a.) kadına:
"Bunun zekâtını
veriyor musun?" buyurdu. Kadın:
Hayır, dedi.
Resûlullah (s.a.):
"Kıyamet gününde
Allah'ın onların yerine sana ateşten iki bilezik takdırması hoşuna gider
mi?" deyince, kadın hemen onları çıkarıp Peygamber (s.a.)'e uzattı ve
şöyle dedi:
İkisi de aziz ve celil
olan Allah'a ve Resulüne (ait)'dir.[27]
Hadiste geçen
"kadın"ın Esma bint Yezid b. es-Seken olduğu söylenmiştir.
Bu hadis süs olarak kullanılan
ziynet eşyasının zekâtını vermenin vâcib olduğuna delâlet etmektedir.
Ebû-Hanife ve
arkadaşları, Meymûn b. Mihrân, Mücâhid ve Zührî bu görüştedirler. Aynı zamanda
bu görüş, Hz.Ömer, İbn Mes'ûd, İbn Abbâs ve İbn Ömer'den de rivayet edilmiştir.
Ayrıca Saîd b. el-Müseyyeb, Saîd b. Cübeyr, Atâ, Muhammed b. Şîrîn ve Tâvûs'un
da görüşü budur.
Bunlar altın ve gümüş
kapların da zekâtını vermenin vâcib olduğunu söylemişlerdir. Delilleri bu hadis
ile "Allınla gümüşü biriktirip onları Allah yolunda sarf etmeyenler (var
ya) işte onlara elîm bir azabı müjdele!"[28]
âyetidir. Zira âyetin umumu ziynet eşyasını da içine almaktadır. Onu delilsiz
olarak âyetin umumundan istisna etmek caiz değildir.
İmam Mâlik, İmam
Şafiî, Kasım b. Muhammed, Şa'bî, Katâde, Mu-hammed b. Ali, Ebû Ubeyd, İshak ve
Ebû Sever, "süs olarak kullanmak için alınan ziynet eşyası zekâta tabi
değildir" demişlerdir. Bu görüş aynı zamanda Câbir, Enes, Hz. Âişe, Esma
ve bir kavle göre, İbn Ömer'den rivayet edilmiştir. Delilleri Dârekutnî'nin
Câbir'den rivayet ettiği hadistir. Câbir'in merfû olarak rivayet ettiği hadis
şudur: "Ziynet eşyası zekâta tabi değildir"[29] Bu
hadis, tenkid edilmiş senedlerle rivayet edilmiştir. Bir başka delilleri
Mâlik'in Muvatta'da Abdurrahmân b. el-Kâsım'ın babasından rivayet ettiği,
"Hz. Âişe, kardeşinin yetim kızlarına bakıyordu, onların ziynet eşyası
olduğu halde zekâtını vermiyordu" haberiyle Nâfi'den rivayet ettiği
"Abdullah b.Ömer'in kızları ile cariyelerinin ziynet eşyası vardı da
onların ziynet eşyasından zekât vermezdi" haberidir. Beyhakî de Amr b.
Dînâr tarikiyle şunu rivayet etmiştir:
"İşittik ki İbn
Halid, Câbir b. Abdullah'a:
Ziynet eşyasının
zekatı var mıdır? diye sordu Câbir:
Hayır, dedi. İbn
Hâlid:
Bin dinar olsa da mı?
deyince, Câbir;
Daha fazla olsa da, cevabını
verdi."
Bazıları da
"ziynet eşyasının zekâtını vermek, Ömürde bir sefer vâcib-tir,"
demişlerdir. Bu kavi Enes'ten rivayet edilmiştir.
Hattâbî dedi ki,
"âyetin zahiri onun vâcib olduğunu söyleyenlerin görüşünü desteklemektedir
ki, bu eser de onu te'yid etmektedir. Vâcib olmadığını söyleyenlerin delili
olarak bazı eserler vardır. Ancak ihtiyatlı olanı, verilmesidir."
İbn Kattan bu hadisin
isnadının sahih olduğunu söylemiştir. Tirmizî de bunu İbn Lehîatarikiyle Amr b.
Şuayb'tan rivayet etmiş ve demjştirki: "bu, el-Müsennâ b. es-Sabbah'ın Amr
b. Şuayb- hadisin bir benzeridir, el-Müsennâ b. es-Sabbâh ile İbn Lehîa hadis
rivayet etmede zayıftırlar. Bu konuda Peygamber (s.a.)'den rivayet edilen
sahih bir şey yoktur."
Netice olarak
diyebiliriz ki, hadisten anlaşıldığına göre ziynet eşyası, zekâta tâbidir. Bu
konuda âlimler arasında ihtilâf vardır. İhtiyatlı olan görüş, onun zekâtını
vermenin vâcib olduğudur.[30]
1564. ...Ümmü
Seleme (r.anhâ)'dan; demiştir ki: Altından işlenmiş bir ziynet takınmıştım da:
Ya Resûlullah! Bu,
kenz midir? diye sordum. Resûlullah (s.a.):
"Bir şey zekâtı
verilecek miktara ulaşır, zekâtı da verilirse, kenz değildir," buyurdu.[31]
Ümmü Seleme, "bu
kenz midir?" diye sormakla o ziynet eşyasının; "altın ve gümüşü biriktirip
de onları Allah yolunda sarfetmeyenler (var ya) işte onlara elim bir azabı
müjdele!"[32] âyetinin hükmüne dahil
olup olmadığım, dolayısıyle ondan dolayı azab edilip edilmeyeceğini öğrenmek
istemiştir.
Hadisin "bir şey
zekâtı verilecek miktara ulaşır, zekâtı da verilirse kenz değildir**
ifadesinden anlaşıldığına göre nisaba ulaşıp da zekâtı verilmeyen şey, azabı
mûcib kenz sayılmaktadır.
Bu hadis nisaba ulaşan
ziynet eşyasında zekâtın vâcib olduğunu söyleyenlerin görüşünü
desteklemektedir. Binaenaleyh onların ileriye sürmüş oldukları delillerden
biridir.
Hadisin senedinde yer
alan Attâb b.Beşir hakkında bazı tenkidler vardır.[33]
1565.
...Abdullah b. Şeddâd b. el-Hâdî'den rivayet edildiğine göre o, şöyle demiştir:
Peygamber (s.a.)'in hanımı Âişe'nin huzuruna girdik. Âişe dedi ki:
Resûlullah (s.a.)
yanıma girdi. Eller (parmaklar)imde büyük gümüş yüzükler gördü de:
"Bu nedir? ya
Âişe!" dedi. Ben de:
Onları senin için
süsleneyim diye yaptım, ya Resûlullah! dedim.
Resûlullah (sa.):
"Onların zekâtını
veriyor musun?" diye sordu. Ben de:
Hayır (dadim) veya
Allah'ın dilediği bir şey söyledim. O da: "O ateş(e girmen) için sana
yeter", buyurdu.[34]
"Fetehât"
kelimesi, "fetha" veya "feteha"nin
çoğuludur."Fetha" veya "Feteha" ise, büyük yüzük veya câhiliyyet
devrinde kadınların, el parmaklarına taktıkları kaşsız yüzük manasında
kullanılmaktadır.
"Verik", "verk" veya "virk" gümüş
demektir.
Hadisin "Hayır,
veya Allah'ın dilediği bir şey söyledim" fıkrasının manası, cevab olarak
ya "hayır" dedim, ya da o anda Allah'ın dilediği bir kelime söyledim
anlamındadır.
"O ateş(e girmen)
için sana yeter" fıkrasından maksat ise "Cehennemde ta'zib edilmen
için yalnız onun zekâtını vermemen, sana kâfidir" demektir. Bu söz, ziynet
eşyasının zekâtını vermeyene büyük bir tehdittir.
Bu hadis de önceki
hadisler gibi ziynet eşyasının zekâta tabi olduğunu söyleyenlerin
delillerindendir.
Hadisi Darekutnî,
Muhammed b. Atâ'dan tahrîc etmiş ve onun meçhul olduğunu söylemiştir. Beyhakî
onun Muhammed b.Atâ değil de Muhammed b. Amr b. Atâ olduğunu ve Dârekutnî'nin
onu dedesine nisbet etmesinden dolayı onun meçhul olduğunu zannettiğini
söylemiştir. Nitekim Ebû Dâvûd da bu hadisin senedinde onu Muhammed b. Amr b.
Atâ olarak zikretmiştir.
İbnü'l-Kattân da
Beyhakî'nin ifâdesine yakın bir ifade kullandıktan sonra "Muhammed b. Amr
b. Aîâ sikadır," demektedir.
Hâkim de bu hadisi
müstedrek'de, aynı zattan yani Muhammed b. Amr. b. Atâ'dan o da Abdullah b.
Şeddâd b. el-Hadi'den tahriç edip Şeyhayn'ın şartlarına göre sahih olduğunu
ancak onu tahric etmediklerini söylemiştir.[35]
1566.
...Ömer b. Ya'lâ bu hadisi yüzük hadisi gibi anlatmıştır. Süfyân'a:
Onun zekâtını o
(kadın) nasıl verir? denildi. O da:
Onu başkasına ekler,
dedi.[36]
Yüzük hadisinden
maksat, bir önceki Hz.Âişe hadisidir.Yanı
Ömer b. Yala,
rivayet ettiği hadisi
Hz.Aışe nın
hadisi gibi nakletti.
Ömer b. Ya'lâ, hadisi
anlatınca Hz.Âişe'nin yüzüğünün nisaba ulaşmadığı hususu, orda bulunanların
dikkatini çekmiş bu sebeble Süfyân-es Levrî'ye onlar tarafından "nisaba ulaşmadığı
halde Hz. Âişe o yüzüğünün nasıl zekâtını veriyor?" diye sorulmuştu.
Süfyan es-Sevrî cevaben; "O yüzüğünü sahip olduğu başka ziynet eşyasına
veya altın gümüş parasına ekliyordu. Böylece diğerleri ile beraber nisaba
eriyordu" demiştir.
Bu hadisi Beyhakî
es-Sünenü'1-Kübrâ'da merfu olarak rivayet etmiştir.
"Ömer b.
Ya'lâ" bazı nüshalarda "Amr b. Ya'lâ" diye geçmektedir. Doğrusu
birincisidir. Ahmed b. Hanbel, İbn Maîn, Nesâî, Ebû Hatim ve es-Sâcî onun
münkerü'l-hadis, Dârekutnî de metrûkü'l-hadis olduğunu söylemişler, Ukaylî da
onu zayıf râvilerden saymıştır.
Bu hadisten de ziynet
eşyasının zekata tabi olduğu ve nisaba ulaşmadığı takdirde diğerlerine ekleyip
öyle verileceği anlaşılmaktadır.[37]
1567. ...Hamraâd (b. Seleme)dan demiştir ki:
Sümâme b. Abdullah b.
Enes'ten, Ebû Bekr'in Enes'i zekât toplamak için gönderdiği zaman yazdığını ve
üzerinde Resûlullah (s.a.)'in mührü olduğunu söylediği bir mektup aldım. O
mektupta şunlar vardı:
"Bu, Allah'ın,
Peygamberine emrettiği ve Resûlullah(s.a.)'ın müslümanlara takdir ve tayin
ettiği zekât farizası (hükümlerini beyân eden bir mektup)dur. Hangi müslümandan
buna uygun olarak zekât istenirse, onu versin; kimden de ondan fazlası
istenirse vermesin.
Yirmi beş deveden
aşağısında (zekât olarak) davar verilir. Her beş devede bir koyun verilir. Deve
sayısı yirmi beşe ulaştığında otuz beşe ulaşıncaya kadar bir yaşını bitirip iki
yaşma basmış bir dişi deve verilir. Eğer onların içinde bir yaşım bitirip iki yaşına
basmış dişi deve yoksa iki yaşım bitirip üç yaşına basmış bir erkek deve .
verilir.
Otuz altıya
ulaştığında kırk beşe kadar iki yaşım bitirip üç yaşına basmış bir dişi deve
verilir.
Kırk altıya
ulaştığında altmışa kadar erkek deveye çekilen üç yaşını bitirip dört yaşına
basmış dişi deve verilir.
Altmış bire
ulaştığında yetmiş beşe kadar dört yaşını bitirip beş yaşma basmış bir dişi
deve verilir.
Yetmiş altıya
ulaştığında doksana kadar iki yaşını bitirip üç yaşına basmış iki dişi deve
verilir.
Doksan bire
ulaştığında yüz yirmiye kadar erkek deveye çekilen üç yaşını bitirip dört yaşma
basmış iki dişi deve verilir.
Yüz yirmiden fazla
olduğunda her kırk devede iki yaşını bitirip üç yaşına basmış bir dişi deve ve
her elli devede üç yaşını bitirip dört yaşına basmış bir dişi deve verilir.
Kimin yanındaki
(develerin) zekâtı dört yaşını bitirip beş yaşına basmış bir dişi deveye ulaşır
ve onun yanında bu yaşta bir devesi bulunmaz da üç yaşım bitirip dört yaşına
basmış bir dişi deve bulunursa, o (mal sahibi)nden (zekât olarak) bu deve
kabul edilir. Bir de (yaş farkının telâfisi için) yanında varsa onunla beraber
iki koyun \e>a yirmi dirhem (gümüş) verir.
Kimin yanındaki
(develerin) zekâtı üç yaşını bitirip dört yaşına basmış bir dişi deveye ulaşır,
yanında böyle bir devesi bulunmaz da dört yaşını bitirip beş yaşına basmış bir
dişi devesi bulunursa, ondan o (deve) kabul edilir. Zekât memuru da ona ya
yirmi dirhem (gümüş) ya da iki koyun verir.
Kimin de (develerinin)
zekâtı üç yaşını bitirip dört yaşına basmış bir dişi deveye ulaşır ve onun
yanında böyle bir devesi bulunmaz da iki yaşını bitirip üç yaşına basmış bir
dişi deve bulunursa, ondan o (deve) kabul edilir.
Ebû Dâvud:
"buradan itibaren hadisi Musa'dan arzuladığım gibi zapt edemedim."
dedi. Ve ayrıca yanında varsa onunla beraber iki koyun veya yirmi dirhem
(gümüş) verir.
Kimin (develerinin)
zekâtı iki yaşım bitirip üç yaşma basmış bir dişi deveye ulaşır da yanında
yalnız üç yaşını bitirip dört yaşına basmış bir dişi devesi bulunursa, ondan o
deve kabul edilir.
Ebû Dâvûd,
"hadisin buraya kadarını iyi zapt edemedim, sonrasını ise, iyi zapt
ettim. " dedi. Ve zekât memuru ona yirmi dirhem (gümüş) veya iki koyun
verir.
Kimin (develerinin)
zekâtı iki yaşını bitirip üç yaşına basmış bir dişi deveye ulaşır da yanında
yalnız bir yaşını bitirip iki yaşına basmış bir dişi devesi bulunursa, ondan o
deve ile iki koyun veya yirmi dirhem kabul edilir.
Kimin yanındaki
(develerin) zekâtı, bir yaşını bitirip iki yaşına basmış bir dişi deveye
ulaşırsa ve yanında yalnız iki yaşım bitirip üç yaşına basmış bir erkek devesi
bulunursa ondan o (deve) kabul edilir. Onunla beraber başka bir şey (almak)
yoktur.
Kimin yanında yalnız
dört devesi varsa onlara zekât yoktur. Ancak sahibi isterse (verebilir.)
Otlaklarda beslenen
davarda ise kırktan yüz yirmiye kadarında bir koyun, yüzyirmiden fazla olursa,
iki yüze ulaşıncaya kadar iki koyun, ikiyüz birden üç yüze ulaşıncaya kadar üç
koyun, üçyüzbir-den fazla olduğunda her yüz koyunda bir koyun (zekât) vardır.
Zekâtta ne yaşlı ne ayıplı davar ne de (koç ve teke gibi) döl hayvanı alınmaz.
Ancak zekât memuru dilerse, bunları alabilir.
Zekât (artar veya
eksilir) korkusuyla mufterik (ayrı olan mal), bir araya toplatılmaz. Toplu olan
(mal)da tefrik edilmez.
İki halîtin (ortak) malından
alınan zekât hususunda ikisi aralarında hisselerine göre hesaplaşırlar.
Adamın otlaklarda
beslenen koyunları kırka ulaşmıyorsa, onlarda (zekât olarak) hiçbir şey
yoktur. Ancak sahibi isterse, verebilir.
Gümüşte kırkta bir
zekât vardır. Eğer gümüş yalnız yüz doksan (dirhem) ise, onda zekât yoktur.
Ancak sahibi isterse verebilir.[38]
Buharının rivayetinde,
Ebu Bekir (r.a.)'in bu mektubu Enes b.
Mâlik'e onu Bahreyn'e zekât memuru
olarak gön-
derdiği zaman verdiği
açıkça belirtilmiştir.
Hadisin cümlesinin
mânâsı, bu mektup farz zekâtı beyan eden mektuptur.
cümlesinde,
müslümanlara zekâtı Hz.Peygamber (s.a.)'in farz kıldığı bildirilmiştir. Aslında
zekâtı farz kılan Allah'tır. Peygamber (s.a.) bunu tebliğ ettiği için farz
kılma fiili O'vna izafe edilmiştir. Allah, insanların O'na itaat etmesini farz
kıldığı için O'nun Allah'tan aldığı emri tebliğ etmesine farz denilmiştir.
filinden "takdir ve tayin etti" mânâsının kast edilmiş olması da
muhtemeldir. Zira Peygamber (s.a.), zekâtın ahkâm ve miktarlarını tafsilatıyla
beyân ve tayin etmiştir. Nitekim bu fiil bu manada hem Kur'ân-i Kerim hem de
hadislerde kullanılmıştır.
''Hangi müslümandan
buna uygun olarak zekât istenirse, onu versin, kimden ondan fazlası istenirse,
vermesin" fıkrasında anlatılmak istenen şudur:
Zekât memuru
tarafından mektupta bildirilen miktarlardan fazlası istenecek olursa
verilmesin. Çünkü fazla istemek hıyanettir. Hiyâneti belli olan zekât memuruna
itaat etmek ise, vâcib değildir. "Vermesin" emri müphemdir. Yani
fazlasını mı vermesin? Yoksa hiç bir şey mi vermesin? Bu konuda âlimler ihtilâf
etmişlerdir. Bazıları "üzerine düşen zekâtı verir, fazlasını vermez"
demişler. Bazıları da "üzerine düşeni de vermez, fazlasını da. Ancak
üzerine düşen zekâtı adaleti belli olan diğer bir zekât memuruna verir"
demişlerdir. Aliyyu'l-Kaarî "Fazlasını vermeyip de üzerine düşeni vermek
müstehaptır. Hiç vermemek ve başka memura vermek de ruhsattır. Yahut birinci
kavi töhmet ve fitne endişesi hâline, ikinci kavil de fitne ve fesattan
korkulmadığı zamana göre hareket etmeyi mûcibtir" demektedir.
Deve sayısı yirmi
beşten az olursa her beş deve İçin bir koyun zekât verilir. Yani on devesi olan
bir kimse, iki koyun verir. 15 devesi varsa, üç; 20 devesi varsa dört koyun
verir. Şayet 24 devesi olan zekât olarak bir deve vermek isterse, İmam Mâlik ve
Ahmed b. Hanbel'e göre caiz değildir. Muhakkak zekâtını koyun olarak
vermelidir. Cumhura göre ise, caizdir. Çünkü o deve 25 devenin zekâtı olarak
verilirse caizdir. Daha. azı için de caiz olması lâzım gelir. Zira zekâtın,
malın cinsinden verilmesi asıldır. Burada yani 25'den az deveden zekât olarak
deve istenmemesi, mal sahibine bir şefkattir. Binaenaleyh develerin sahibi
kendi ihtiyariyle asl'a donup koyun yerine deve vermek isterse olur. Bir
mukayeseye gidilmediği zaman hadisin zahiri Mâlik ile Ahmed'in görüşünü
desteklemektedir.
Dilimizde koyun
yavrusuna bir yaşına kadar "kuzu"; "iki yaşına kadar
"toklu" denildiği gibi, iki yaşından sonrakiler de yaşlarına göre
"şişek", "öveç","balta" diye anılır. Bunun gibi
araplar da bir yaşından itibaren muhtelif yaşlardaki develere ayrı ayrı adlar
vermişlerdir. Memleketimizde deve olmadığı için dilimizde bu isimlerin
karşılıkları da yoktur. Bu nedenle bizde
develer yaşlarıyla anılırlar. Meselâ:
Bint-i mahâd : Bir
yaşını bitirip iki yaşına başlamış dişi deve,
İbn-i mahâd : Bir
yaşını bitirip iki yaşına başlamış (basmış) erkek deve,
Bint-i lebûn : İki
yaşını bitirip uç yaşına basmış dişi deve,
İbnu Lebûn : İki
yaşını bitirip üç yaşına basmış erkek deve, Hikka : Üç yaşını bitirip dört
yaşına basmış dişi deve, Hik : Üç yaşım bitirip dört yaşına basmış erkek deve,
Cezea : Dört yaşını bitirip beş yaşma basmış dişi deve, Cez' : Dört yaşını
bitirip beş yaşına basmış erkek deve.
Bu hadisten develerin
sahibinin zekât olarak vermesi gereken yaşta dişi devesi yok ise ve ondan bir
yaş küçük dişi devesi varsa, zekât memuruna bunu verebileceği ve aradaki yaş
farkının telâfisi için, yanında varsa iki koyun veya yirmi dirhem gümüş
vermesinin gerektiği anlaşıldığı gibi, verilmesi gerekenden bir yaş büyük
devesi varsa bunu verebileceği ve yaş farkının telâfisi için zekât memurunun
ona iki koyun veya yirmi dirhem gümüş vermesinin gerektiği de anlaşılmaktadır.
İmam-ı Şafiî, Ahmed b. Hanbel, Nehaî Ebû Sevr ve Dâvûd bu görüştedirler.
Ebû Hanife ve
arkadaşlarına göre ise, develerin sahibinin yanında vermesi gereken yaşta deve
bulunmazsa bir yaş küçüğünü verir ve aradaki yaş farkının telâfisi için de
aradaki farkın tutarı ne ise onu da verir veya bir yaş büyüğünü verir ve
aradaki yaş farkının tutan ne ise onu zekât memurundan alır. Bu tutar yirmi
dirhem gümüşün değerinden veya iki koyun kıymetinden noksan olabildiği gibi
fazla da olabilir. Bunlara göre hadiste yaş farkının iki koyun veya yirmi
dirhem gümüş ile takdir edilmesinin sebebi o zamanlardaki yaş farkı tutarının o
kadar olması idi. Hadisteki miktar devamlılık ifâde eden bir miktar değildir.
Buna delil olarak şunu ileri sürmektedirler. Hz. Ali'den rivayet edildiğine
göre, o devenin yaş farkım bir koyun veya on dirhem ile takdir etmiştir. Hz.
Ali Peygamber(s.a.)'in zekat memuruydu. Binaenaleyh O'nun bu hükmü bilmemesi
düşünülmediği gibi Peygamber (s.a.)'e muhalefet etmesi de hiç düşünülemez.
Mekhûl ve Evzâî'ye
göre de develerin sahibi, vermesi gereken dişi devenin kıymetini vermek mecburiyetindedir.
İmam Mâlik ise
develerin sahibi, vermesi gereken dişi deveyi satın almakla bile olsa onu
te'min etmek zorundadır.
Tenbih: Bu hadisin
terceme ve şerhinde geçen "şat" kelimesini, tekrar olmaması için
yalnız *'koyun" diye ifâde ettik. Aslında "şat" hem koyun hem de
keçi mânâsına gelmektedir. Binaenaleyh "koyun" kelimesinin
kullanıldığı yerde aynı zamanda "keçF'de kast edilmiştir.
Develerin zekâtı
olarak verilen "şaf'ın Hanefî ve Mâlikî mezheplerine göre, en az bir
yaşını bitirmiş olması gerekir. Şafiî mezhebine göre verilecek olan keçi ise,
iki yaşını bitirip üç yaşına basmış olması gerekir. Hanbelî mezhebine göre ise,
keçinin bir yaşını koyunun da altı ayını bitirmiş olması kâfidir. Bu aynı
zamanda koyun ve keçi zekâtında da öyledir.
"Ebû Dâvud:
Burdan itibaren hadisi Musa'dan arzuladığım gibi zapt edemedim, dedi"
fıkrasında demek istenen Ebû Davud'un cümlesinden cümlesine kadar arada
geçenleri iyi zaptedemediğidir.Nitekim zapt edemediği kısmın sonunda
"hadisin buraya kadarını iyi zaptedemedim" diyerek buna işaret
etmiştir. Bu fıkra Ebû Davud'un araştırmada ne kadar güçlü ve titiz olduğuna
delâlet etmektedir.
"Kimin yanındaki
(develerin) zekâtı bir yaşını bitirip iki yaşına basmış bir dişi deveye
ulaşırsa ve yanında yalnız iki yaşını bitirip üç yaşına basmış bir ,erkek
devesi bulunursa ondan o (deve) kabul edilir. Onunla beraber başka bir şey
(almak) yoktur" paragrafında anlatılanlar hakkında âlimler arasında
ihtilâf vardır:
Develerin sahibi bir
yaşını bitirip iki yaşına basmış bir dişi deve ver: mesi gerekirken yanında
böyle bir deve bulunmazda iki yaşım bitirip üç yaşına basmış erkek deve
bulunduğu takdirde bu deveyi verebilir ve dişilik değeri farkını ödemez. Çünkü
yaş büyüklüğü değeri, dişilik değerini telâfi etmektedir. Cumhurun görüşü budur.
Hanefîlere göre ise,
eğer ikisinin değeri eşitse, mesele yoktur. Ama erkek devenin değeri düşük ise,
aradaki farkın develerin sahibi tarafından zekât memuruna verilmesi gerekir. Şayet
erkek devenin değeri, dişi devenin değerinden fazla î§e, o zaman aradaki
farkın zekât memuru tarafından develerin sahibine ödenmesi gerekir.
Hadiste belirtilen
davar zekâtında davarın sâime olması, yani süt, üreme, sağılma ve beslenme
amacıyla senenin çoğunda "serbest olarak merJ-ada otlaması şarttır. Ebû
Hanife, Şafiî, Ahmed ve âlimlerin çoğu bu görüştedir. Şayet yük taşımak,
binmek, etini yemek gayesiyle mer'ada beslenmişse veya senenin yansında yem
verilerek beslenmişse zekâtını vermek vâcib değildir. Hatta Şafiî'ye göre
davara, sahibi onsuz yaşayamayacağı kadar yem verse, zekâtını vermesi gerekmez.
Şunu hemen belirtelim
ki saimelik şartı yalnız davara mahsus değil, zekâta tâbi olan diğer hayvanlara
da şâmildir.
Mâlik, Leys b. Sa'd ve
Rabia'ya göre ise, davar ve zekâta tâbi olan diğer hayvanlar ne olursa olsun,
ister sevâim, ister alûfe (besi), isterse havâmil (yük) veya avâmil (koşum)
olsun, zekâtının verilmesi vâcibtir.
Tercih edilen görüş,
cumhurunun görüşüdür. İbn Abdil berr, "Mâlik ve Leys'in kavliyle amel eden
diğer fakihlerden hiç bir kimseyi bilmiyorum" diyerek amelin, cumhurun
görüşüne göre olduğunu ifade etmektedir.
Ganem davar demektir,
yani koyun ve keçiye verilen ortak -bir isimdir. Bunların zekâtına gelince:
Kırktan aşağısına
zekât vâcib değildir, yani bunların nisabı 40'tır.
40'tan 120'ye kadarı
için bir koyun (veya keçi),
121'den 200'e kadarı
için iki koyun
201'den 300'e kadarı
için üç koyun
Bundan sonraki her yüz
için bir koyun verilir.
Hadisin zahirine göre
davarın sayısı 400 olmadıkça 4 koyun verilmez, üç koyun verilir. Cumhur da bu
görüştedir.
Hasan b. Salih, Şa'bî,
Nehaî ve bir rivayetinde Ahmed b. Hanbel'e göre 300'ü bir tane bile geçerse 4
koyun verilir.
Daha önce de
belirtildiğine göre zekât olarak verilen koyun veya keçinin Hanefî ve Mâliki
mezhebine göre en az bir yaşını bitirmiş olması gerekir. Şafiî mezhebinin
sahih olan görüşüne göre keçinin iki yaşını bitirip üç yaşına basmış olması
gerekir. Hanbelî mezhebine göre ise, koyunun altı ayını, keçinin de bir yaşını
bitirmiş olması kâfidir.
Koyunların zekâtı
koyundan, keçilerinki de keçiden verilmelidir. Mal sahibinin sürüsünde koyun
daha çoksa zekât olarak koyun, keçi daha çoksa zekât olarak keçi verir.
Sayıları eşitse, Hanefî ve Malikilere göre zekât memuru dilediğini almakta
serbesttir. Şâfiîlere göre ise, verilenin, değer yönünden verilmesi gerekenden
düşük olmaması şartıyla ikisinden de verilebilir.
Hadis'te malın
yaşlısı, ayıplısı veya döl hayvanının zekât olarak alınamayacağı
buyurulmuştur.
Yaşlısından maksat,
dişleri dökülmüş olan yaşlı hayvandır.
Ayıplısından murad
ise, zekât olarak verilmesine mâni bir aybı olan hayvandır. Bu aybın tayini
hususunda ihtilâf vardır:
Âlimlerin çoğuna göre
bu ayıptan maksat, satın alınan bir malın geri verilmesine sebeb olan ayıptır. Bu
da bu işle uğraşanlara göre malın değerini eksilten ayıp ve kusurlardır.
Bazılarına göre de buradaki ayıptan maksat, hayvanın kurban edilmesine mâni
olan ayıptır.
İbn Melek,
"ayıplı hayvanın zekât olarak alınmaması,gürünün tamamen veya kısmen
ayıpsız olması halindedir. Eğer sürünün tamamı ayıplı ise, orta hallisi zekât
olarak verilir" demiştir.
Sürünün tamamının
ayıplı olması halinde orta bir hayvan verileceği hususu Ebû Hanife, Şafiî,
Ahmed ve bir rivayetinde Mâlik'e göredir. Malik'ten rivayet edilen meşhur kavle
göre mal sahibinin ayıpsız bir hayvanı zekât için te'min etmesi gerekir.
Arabcada keçinin
erkeğine "teys" denilmektedir. Hadis sarihleri ise bu kelimeyi koyun
ve keçinin erkeği diye açıklamışlardır. Bu nedenle ter-cemede "(koç ve
teke gibi) döl hayvanı alınmaz" diyerek her ikisine de işaret edildi.
Zekâtta koç ve tekenin
alınamayacağı hükmü, zekâtı verilecek hayvan sürüsünün tümünün veya bir
kısmının dişi olması haline mahsustur. Çünkü bu takdirde koç ve tekeyi almak
pek semiz olmadıklarından dolayı fakirlerin zararına olabilir veya mal sahibi
koç ve tekeyi döl hayvanı olarak kullanmak isteyebileceğinden alınmaları onun
aleyhinde olabilir. Ama sürünün tamamı er kek ise koç veya teke zekât olarak
alınır, kelimesi, üç şekilde okunmuştur, fiu kelime:
Ebu Ubeyd'e göre
el-Mussaddak,
Ebu Musa'ya göre el
Mussaddık ,
Cumhura göre de
el-Musaddık şeklindedir. İlk ikisinin mânâsı birdir. Zekât veren (mal sahibi)
demektir. "Musaddık" ise, zekât memuru mânâsındadır. Bu iki değişik
manadan dolayı bu kelimenin geçti-
ği fıkra da iki
şekilde açıklanmıştır:
a. Bu
kelimenin, "zekât veren mal sahibi" manasına gelen
"el-Mussaddak" veya (veya "el-Mussaddık" diye okunması
halinde) istisna sadece döl hayvanına ait olur.
Buna göre fıkranın mânası şöyle olur:
"Zekâtta ne
yaşlı, ne ayıplı davar ne de (koç ve teke gibi) döl hayvanı alınmaz. Ancak
zekât veren mal sahibi dilerse döl hayvanını verebilir" Çünkü döl hayvanı
mal sahibine lâzım olabileceğinden alınması ona zarar verebilir. Böylece
"mal sahibi dilerse, yaşlı ve ayıplı davarı da zekât olarak
verebilir" demlemez. Çünkü mal sahibi yaşlı veya ayıph davarı verme
hakkına sahip değildir ki onun isteğine bırakılsın.
b. Bu
kelimenih zekât memuru mânâsına gelen "el-Musaddık" diye okunması
hâlinde ise, istisna hepsini yani hem yaşlı hem ayıplı hem de döl hayvanını
içine alır. Bu takdirde fıkranın mânâsı, hadisin tercemesin-de verdiğimiz gibi
olur. Yani "zekâtta ne yaşlı, ne ayıplı davar ne de (koç ve teke gibi) döl
hayvanı alınmaz. Ancak zekât memuru dilerse bunları alabilir." Çünkü
zekât memuru fakirlere böyle bir hayvanı daha faydalı görebilir. Fakirlerin
haklarını korumakla görevli olan zekât memurunun yaşlı ve ayıplı hayvanı zekât
olarak almakta bir fayda görebilmesi de ancak İbn Melek'in dediği gibi o
sürünün tamamının yaşlı veya ayıplı olması hâline mahsustur.
"Zekât (artar
veya eksilir) korkusuyla mufterik (ayn olan mal) bir araya toplatılmaz. Toplu
olan (mal) da tefrik edilmez" fıkrasındaki hüküm, hem mal sahipleri hem de
zekât memuru ile ilgilidir. Mal sahipleri ile ilgisi şudur:
Zekâta tâbi hayvanları
bulunan mal sahipleri zekâtın farz olması veya artması korkusu ile toplu olan
mallarını birbirinden ayırıp dağıtamaz ve ayrı olan mallarım toplayamazlar.
Meselâ, kırkar koyunu olan üç kişi koyunlarını birleştirip toplam 120 koyundan
zekât olarak bir koyun vermeleri caiz değildir. Zira bunların mallan ayrı ayrı
olduğundan her birinin bir koyun yani toplam üç koyun zekât vermeleri gerekir.
İşte bunların böyle bir hileye başvurmaları mufterik yani ayrı hesab edilmesi
gereken malları bir araya toplama olur. Toplu olan malın ayrı ayrı hesaplanmasına
ise, şu misal verilmiştir:
Yüz birer adet koyunu
olan iki ortak, toplam 202 koyuna zekât olarak üç koyun vermeleri gerekirken,
zekât memuru zekât almaya gelince, bunlar koyunlarını biribirinden ayırarak her
biri sahip olduğu 101 koyun için zekât olarak bir koyun veremezler.
Mal sahilerinin
vermeleri gereken zekâttan daha az zekât vermek için bu yollara
başvurmalarından nehy edilmeleri, vâcib hak olan zekâtı kaçırdıkları ve
fakirlere zarar verdikleri içindir.
Zekat memurları ile
ilgisine gelince:
Zekât memurları
zekâtın farz olması veya artması için ayrı ayrı olan malları birleştiremez ve
toplu malları da biribirinden ayıramazlar. Meselâ:
Zekât memuru yirmişer
koyunu olan iki kişinin ayrı ayrı olan koyunlarını birleştirip onlardan zekât
alamaz. Çünkü koyunun nisabı kırk tane.olduğundan yirmi koyuna zekât düşmüyor.
Bu ayrı olan mallan birleştirmeye misâldir.
Toplu olan malın ayrı
ayrı hesaplanmasına misâl ise:
Kırkar koyunu olan iki
ortak toplam seksen koyuna zekât olarak bir koyun vermeleri gerekirken zekât
memuru bunları birbirinden ayırarak her birinden sahip olduğu 40 koyun için
zekât olarak bir koyun alamaz.
Açıklamaya çalıştığımız
bu fıkralardaki "ayrı olan malları birleştirme ve toplu olan malı
ayırma" nehyi, aynı cinsten sayılan mallarla ilgilidir. Koyun-keçi, bir
cins, sığır ile manda bir başka cins ve develerin bütün çeşitleri de bir diğer
cins sayılır.
Buna göre hem sığırları
hem de koyunları nisaba ulaşmayan bir kişinin sığır ve koyunlarını birleştirip
ondan buna göre zekât alınamaz. Bu hususta âlimler arasında ittifak vardır.
Misâllerde
belirtildiğine göre mezkûr nehy, aynı zamanda sahipleri aylrı olan mallara
mahsustur. Ama mal sahibi bir kişi olup da ayrı ayrı memleketlerde aynı
cinsten mallan varsa, o malları birleştirilir. Meselâ, bir memlekette, 30
koyunu diğer bir memlekette de 10 koyunu olan bir mal sahibinden zekât memuru
iki memleketteki koyunları birleştirerek toplam kırk koyunun zekâtım alır. İki
memleketteki mallarını ayrı ayrı nisaba-ulaşması halinde de durum aynıdır.
Meselâ: Bir memlekette 50 koyunu, bir diğerinde 45 koyunu olan bir mal
sahibinden zekât memuru zekât almaya geldiğinde toplam 95 koyunun zekâtı olarak
sadece bir koyun alır. Bunları ayrı ayrı kabul edip iki koyun alamaz.
Bu husust cumhûra
göredir. Ahmed b. Hanbel ise şöyle bir ayırım yapmıştır:
Eğer bu iki memleket
arasındaki mesafe kasr mesafesinden (
Hadisin bu fıkrası
müstakil düşünüldüğünde bu hükmün nisaba ulaşmayan altın ve gümüşü de içine
alacağı söylenebilir. Şöyle ki nisaba ulaşmayan altını ve yine nisabtan az
gümüşü bulunan bir kimsenin bu altın ve gümüşü bir arada hesaplanıp zekâtı
alınamaz. Alimlerin çoğu bu görüştedir. Hanefî ve Malikîlere göre ise, nisaba
ulaşmayan bu altın ve gümüş bir arada hesaplandığı zaman nisaba ulaşırsa
zekâtını vermek vâcib-tir. Bunlar mezkûr fıkradaki nehyi, hadiste daha önce
geçen zekâta tabi hayvanlara tahsis etmişlerdir.arasında geçen kelimesi,
kelimesinin tesniyesidir."Halit" ise, Hanefîlere göre ayırd
edilemeyecek şekilde malı başkasının malına karışan ortak demektir. Bunlar
"zekâtın vâcib olması hususunda bu ortaklığın tesiri yoktur. Dolayısıyla
ortaklık neticesinde nisaba ulaşan malda zekât vacib değildir" derler.
Bunu bir misalle açıklayalım:
Yirmişer koyunu olan
iki kişi koyunlarını birbirinden ayırd edilemeyecek bir şekilde
kanştırırlarsa, biri diğerinin haliti (ortağı) olur ve bu karıştırma ile
meydana gelen ortaklığa da hılta denir. İki halitin toplam kırk koyunu nisaba
ulaştığı halde bunlara zekat vacib değildir. Ama her birinin koyun sayısının
nisaba ulaşması halinde her halit (ortak) hissesine düşen zekâtı öder.
Bunlara göre ortaklık
ister sevâimde olsun, ister olmasın farketmez...Delilleri “beşten az olan
devede zekât yoktur" hadisi ile adamın sevaim olan davarı kırka
ulaşmaması (halinde) onda (zekât olarak) hiç birşey yoktur. Ancak onların
sahibi dilerse (tatavvuan verebilir)" hadisidir. Aynı zamanda zekât
nisabları ile ilgili bütün hadisler de bundan aşağısında zekâtın vacîb
olmadığına delâlet etmektedir.
Hanefîlere göre den
murad hisselerine göre hesaplaşmalarıdır. Şöyle ki: İki ortağın toplam 123
koyunu olup bunların üçte ikisi birinin, üçte biri de diğerinin ise ve zekât
memuru gelince herbirinden zekât olarak bir koyun alırsa, üçte bir hissesi olan
ortak, verdiği koyunun üçte ikisinin karşılığını diğerinden alır. Üçte iki
hissesi olan ortak da verdiği koyunun üçte birinin karşılığını üçte bir
hissesi olandan alır. Üçte biri üçte bire karşılık kabul edersek üçte iki
hissesi olan diğerine üçte bir hissenin karşılığım verirse ödemiş olurlar.
İki ortağın hisseleri
eşit ise, zekât ortaklık malından ödendiği için birinin diğerinden alacağı bir
şey olmaz. Şöyle ki: İki ortağın toplam 120 koyunu olup bunların yarısı olan
altmış koyun birinin, diğer yarısı da diğerinin ise, zekât memurunun ortaklık
malından zekât olarak iki koyun alması halinde ortaklar birbirinden alacaklı olmazlar.
Malikîlere göre hayvanlarını birbirine karıştıran halitler, zekâtın vâcib olması
hususunda bir mal sahibi hükmündedirler: Dolayısıyla hangisinin malından zekât
verilirse o kişi diğerlerinden hisseleri nisbetinde alacaklı olur. Bunlar
hıltanın gerçekleşmesi bir başka ifadeyle tesir etmesi için şu şartlan
koşarlar:
a.
Halitlerden her birinin nisaba ulaşan hayvanlara sahib olması ve hılta'ya
niyyet etmesi,
b. Hepsinin
çobanı döl hayvanı ve ahır veya ağılının bir olması,
c.
Halitlerden herbirinin sahip olduğu hayvanların diğerlerinden ayırt
edilebilmesi.
d. Halitlerden
her birinin zekât vermekle mükellef olması. Şayet onlardan biri, köle veya
kâfir ise, hılta gerçekleşmez.
Bu şartların
gerçekleşmesi hususunda Evzâî de aynı görüştedir. Bunlara göre hılta yalnız
zekâta tabi olan hayvanlara mahsustur.
Şafiîlerle Hanbelflere
göre halît, malını diğerinin malına karıştıran demektir. Ancak Hanbelîlere
göre bu karıştırma, Mâlikîlerde olduğu gibi yalnız zekâta tabi olan hayvanlara
mahsus olduğu halde Şafiîlere göre zekâta tâbi olan hayvanlar, ekin, meyve,
altın ve gümüşte de gerçekleşebilir. Şafiî ve Hanbelîler hıltanın gerçekleşmesi
için şu 9 şeyi şart koşarlar:
1. Ortaklar,
kendisine zekât vâcib olan kimseler olmalıdır.
2. Malın karıştırıldıktan
sonra nisaba ulaşması
3.
Karıştırmanın üzerinden' tam bir yıl geçmiş olması
4. Ahır veya
ağıl gibi geceledikleri yer, mer'a, sulama yeri çoban ve süt sağma yerinde
birbirlerinden ayırt edilmemesi.
5. Aynı
neviden olan hayvanların döl hayvanının bir olması.
Bu şartlar tahakkuk
ederse ortaklar, -Mâlikîlerde olduğu gibi- bir mal sahibi hükmünde kabul
edilirler.
Bu iki mezhebe göre
hılta, zekât miktarının artması, azalması veya farz olmasına te'sir edebilir.
Meselâ, iki kişinin toplam 40 koyunu olup şartlar da gerçekleşmişse, onlara
zekât vacib olur. Delilleri, açıklamaya çalıştığımız bu hadis ile şu aklî
delildir: "îki tarafın malları aynı bakım ve muameleye tabi tutulmaları
yönünden bir mal gibi olur. Bu nedenle zekâtları da bir malın zekâtı gibi
verilir.
Buhârî sarihi Aynî bu
iki mezhebin azönce zikrettiğimiz toplam 9 şartının delili olmadığını
savunarak der ki: Zikredilen dokuz şartın ne Kur'-ân, ne Sünnet ne sahabî kavli
ne de kıyastan delili yoktur. Hılta, hayvanların mer'alan bir olduğu için
gerçekleşecek olsaydı onun, yeryüzündeki zekât'a tabi olan hayvanların hepsinde
gerçekleşmesi gerekirdi. Zira bütün mer'alar arada bir deniz veya nehrin olması
hariç çok yerde biribirine bitişiktir.
Bu konuda mezhep
âlimleri birbirilerinin delillerini tenkid etmek ve kendi görüşlerini
ispatlamak için ileriye çeşitli deliller sürmüşlerdir. Bu delillerin arasını
şöyle bulmak mümkündür:
"Beşten az devede
zekât yoktur" hadisinin mutlak olup umum ifade etmesine dayanarak hılta
ile ilgili hadislerin, ortaklardan her birinin malının nisaba ulaşması haline
mahsus olmasına hamledilir.
Zürkânî Muvatta'
Şerhî'nde bu konuda İbn Abdilberr'den naklen şöyle demektedir:
"Bir kişinin
nisabtan az malına zekât lâzım gelmediği hususunda icmâ vardır. İhtilâf edilen
nokta ise, halitayn hususudur. Ancak şu kadar var ki, hakkında icmâ olan bir
aslı, hakkında ihtilâf edilen bir görüş ile bozup hükmünü de değiştirmek caiz
değildir."
"Gümüşte de
kırkta bir vardır" cümlesindeki sikkeli veya sikkesiz gümüş demektir. Bu
kelimenin aslı tır ile de olduğu gibi
vav hazfedilip onun yerine kelimenin sonuna "ta" getirilmiştir.dan
maksat da onda birin dörtte biridir ki, kırkta bir oluyor. Bu fıkradan
anlaşılan şudur:
Gümüş, nisaba yani iki
yüz dirheme ulaştığında kırkta bir zekâtı vardır. İki yüz dirhemde beş dirhem,
iki yüz kırk dirhemde altı dirhem; iki yüz seksen dirhemde yedi dirhem... zekât
vâcib olur. Ebû Hanîfe gümüşün zekâtında vaksı, yani iki yüzden sonraki kırktan
az olan küsuratın zekâta tabi olmadığını (affedildiğini) kabul edip "her
kırk dirhemde bir dirhem zekât alınır" demiştir.
Bir dirhemin kaç gram
olduğu 1558 no'lu hadisin açıklamasında belirtilmiştir.
"Eğer gümüş
yalnız yüz doksan dirhem ise zekâtı yoktur", cümlesindeki yüz doksan
rakamı, onar onar yani küsurat zikredilmeden tam sayılara göre söylenmiştir.
Çünkü iki yüzden önceki son on rakamın bulunduğu tam sayı yüz doksandır.
Binaenaleyh bu cümlede ifade edilmek istenen şudur:
Eğer gümüş yalnız yüz
doksan dokuz dirhem ise zekâtını vermek vâcib değildir.
Bu hadisi Buharî kısım
kısım ayrı bablarda, Nesaî, Ahmed, Şafiî, Bey-hakî Hâkim ve Dârekutnî rivayet
etmişlerdir. Darekutnî: "Bu sahih bir is'naddırl ve râvilerînin hepsi
sikadır" demiştir. İbn Hazm da: "Bu son derece sahih bir
mektubtur" demiş ve İbn Hibban'la başkaları sahih olduğunu
söylemişlerdir.[39]
1. Bu
Resulullah (s.a.) in müslümanı ara tarz
kıldığı (veya takdir ve tayin
ettiği) zekât farizası (hükümlerini beyan eden bir mektup) dır." Fıkrası
kâfirlerin zekât vermekle mükellef olmadıklarına delâlet etmektedir. Zira bu
fıkrada zekâtın müslümanlara farz kılındığı belirtilmiştir. Kâfirlerin iman
etmekle mükellef oldukları hususunda ittifak vardır.
Zira “Ey insanlar, ben
sizin hepinize göklerin ve yerin sahibi Allah'ın Resulüyüm. Ondan başka ilâh
yoktur. O diriltir, öldürür. Gelin Allah'a ve O'nun ümmî Peygamberi olan
Resulüne inanın..."[40]
âyetinde, onlar a Allah ve Resulüne iman etmeleri emredilmektedir. Namaz, zekât
ve oruç gibi ibâdetleri edâ etmekle mükellef olup olmadıkları hususunda ise,
ihtilâf edilmiştir. Irak âlimleriyle Mâlikîlerin sahih kavline göre kâfirler
ibâdetleri edâ etmekle mükelleftirler, Hanefî, Şafiî ve Hanbelîlere göre ise
kâfirler ibâdetleri edâ etmekle mükellef değildirler. Çünkü küfürle beraber
ibâdetleri edâ edemezler. Zira ibâdetleri edâ etmenin bir şartı da imândır.
2. Zekâta
tâbi olan hayvanlar gibi emvâl-i zahire, halife veya onun naibi olan zekât
memuruna verilir.
3. Zekât
memuru mal sahibinden bu hadiste belirtilen miktara uygun zekât isterse, mal
sahibinin ona zekâtım vermesi vâcib olur. Vermesi gereken miktardan fazla
isterse, mal sahibi duruma göre ona ya fazlalığı ya da hiçbir şey vermez.
Zekâtım başka bir zekât memuruna öder.
4. Halifenin
İslama aykırı olan emrine itaat edilmez.
5. Bu hadis
develerin zekât miktarlarını da açıklamaktadır:
a. Devenin
nisabı,-beştir. Yani deve sayısı beşe ulaşmadıkça zekâtı yoktur.
b. Beş
deveden dokuz deveye kadar bir koyun zekât verilir.
Zekâta tabi olan
hayvanlarda ı iki nisab arasındakilerin zekâtı yoktur. Buna fıkıhta
"vaks" denilmektedir. Meselâ burada anlatılan beşten dokuza kadar
olan dört deve için ayrıca zekât yoktur. Yani deve sayısı beş olsun dokuz olsun
zekâtı yalnız bir koyundur. Ancak bu zekâtın dokuzuna mı, yani hem nisab olan
beşe hem de vaks olan dörde mi yoksa sadece nisab olan beş deveye mi taalluk
ettiği konusunda âlimler ihtilâf etmişlerdir:
Hanefîlerden Muhammed
ile Züfer ve Mâlikîlerin mutemed kavline göre bu zekât hem nisab hem de vaksa
yani dokuzuna taalluk eder.
Ebû Hanîfe, Ebû Yûsuf
ve Ahmed b. Hanbel'e göre ise zekât, yalnız nisaba (misalimizde beşine) taalluk
edip vaksa (beşten sonraki dört deveye) taalluk etmemektedir. Şâfiîlerin esah
olan görüşü ile Mâlikîlerin meşhur görüşü de budur. el-Menhel'in yazarı Mahmud
Muhammed Hattâb es-Subkî bunların delillerini de zikrettikten sonra birinci
görüşün delil yönünden daha kuvvetli olduğunu söylemektedir.[41]
İki görüşün
sahiplerine göre de verilmesi gereken zekât miktarı aynı (misalimizde beş deve)
olup değişmediğine göre, bu ihtilafın faydası nedir? sorusuna şöyle cevap
verilir:
Dokuz devesi olan bir
mal sahibinin bu develeri üzerinden bir yıl geçtikten sonra dördü helak
olursa, birinci görüşe göre mal sahibi kalan develere düşen nisbete göre zekât
verir ki, o nisbet de dokuzda beş (5/9)'tir. Yani zekât olarak bir koyunun
dokuzda beşini vermesi lâzım gelir. Halbuki ikinci görüşe göre daha önce
vermesi gereken zekât miktarı olan bir koyundan hiçbir şey eksilmez. Böylece
her iki halde de (yani beş veya dokuz deve olması hâlinde) aynı şeyi verir.
Çünkü ikisinde de nisâb aynı olup değişmemiştir.
c. On
deveden on dörde kadar iki koyun,
d. Onbeş
deveden ondokuza kadar üç koyun.
e. Yirmi
deveden yirmi dörde kadar dört koyun.
f. Yirmi beş
deveden otuz beş'e kadar bir bint-i mahâd (bir yaşını bitirip iki yaşına basmış
dişi deve) verilir. Mal sahibinin yanında yoksa bir ibn-i lebûn (iki yaşını
bitirip üç yaşına basmış erkek deve) verilir.
Bu hadisin zahirinden
anlaşıldığına göre zekât olarak verilmesi gereken bir yaşını bitirip iki
yaşına basmış dişi deve bulunmayınca ondan bir yaş büyük olan bir erkek deve
verilir. Dişi deve erkek deveden değerli olduğundan yaş büyüklüğü dişilik
değerine karşılık kabul edilmiştir. Ancak bazı âlimler hadisin zahirine göre
hüküm vermediklerinden bu hususta ihtilâf etmişlerdir.
Mâlik, Şafiî ve bir
rivayete göre Ebû Yûsuf bu hadisin zahirine göre hükmetmişlerdir.
Ebû Hanîfe ile
Muhammed'e göre ise, bir yaşını bitirip iki yaşına basmış dişi deve (bint-i
mahâd) bulunmadığı takdirde onun yerine iki yaşını bitirip üç yaşına basmış
erkek deve (ibn lebûn) alma mecburiyeti yoktur. Muteber olan, kıymettir.
Nitekim Hidâye sarihi İbnu'l-Hümâm Fethü'l-Kadîr'de: "O zamanlarda yaş
büyüklüğü dişilik değerine karşılık kabul edilerek İbn Lebûn, bint mahâd'la eş
değerdeydi. İkisi arasındaki eş değerlik değişince sonuç da değişir",
demektedir. el-Menhel yazarı İbnu' 1-Hümâm'ın bu sözüne şunu ilâve etmektedir:
"eğer kıymeti göz önünde bulundurmadan ibn lebûn almayı zorunlu koşarsak,
bu durum, ya fakirlere zarar verir ya da mal sahiplerini mağdur eder".
g. Otuz altı
deveden kırk beş'e kadar bir bint lebûn (iki yaşını bitirip uç yaşma basmış
dişi deve) verilir.
ğ. Kırkaltı
deveden altmışa kadar bir hıkka (üç yaşını bitirip dört yaşma basmış dişi deve)
verilir.
h. Altmış bir
deveden yetmişbeş'e kadar bir ceza (dört yaşını bitirip beş yaşına basmış dişi
deve) verilir.
ı.
Yetmişaltı deveden doksan'a kadar iki bint lebûn (iki yaşını bitirip üç yaşına
basmış dişi deve) verilir.
i. Doksan
birdevedenyüz yirmiye kadar için iki hıkka (üç yaşını bitirip dört yaşına
basmış dişi deve) verilir.
j. Yüzyirmiyi
geçince her kırk deve için bir bintu lebün (iki yaşını bitirip üç yaşına basmış
dişi deve) ile her elli deve için bir hıkka (üç yaşını bitirip dört yaşına
basmış bir dişi deve) verilir.
Buna göre:
121 deveden 129'a
kadar üç bint lebûn,
130 deveden 139'a
kadar bir hıkka ile iki bint lebûn,
140 deveden 149'a
kadar iki hıkka ile bir bint lebûn,
150 deveden 159'a
kadar için üç hıkka verilir. Bu hesap hadisin zahirine göre böyle devam eder
gider.
Şafiî, İshâk b.
Râhûye, Evzâî, Ebû Sevr, Dâvûd, Mâlikîlerden İbn Kasım ve bir rivayete göre
Ahmed bu görüştedirler.
Mâlik'ten rivayet
edilen bir görüşe göre hadiste geçen fazlalaşmadan maksat, on develik bir
artıştır. 130 deve için bir hıkka ve iki bint lebûn verilir. Böylece her on
deve artışı ile zekât miktarı değişir. 121’den 129'a kadar olan develer için
zekât memuru iki hıkka veya üç bint lebûn almakta muhayyerdir. Çünkü bu, iki
ellilikten de üç kırklıktan da fazladır.
Hz. Ali, tbn Mesûd, Ebû
Hanife ile arkadaşları İbrahim en-Nehâî ve Sevrî'ye göre verilecek zekât
miktarı 120 deveden sonra yeniden başlar. Yani 120 deve için iki hıkka
verilmekle beraber bundan sonraki her beş deve için ayrıca bir koyun verilir.
Meselâ: 144 deve için iki hıkka ile 4 koyun verilir. 145 deve için ise, iki
hıkka ve bir bint-i mahad verilir. Deve sayısı 150 olunca her 50 deve için bir
hıkka olmak üzere üç hıkka verilir. Bunlar 1570 no'lu hadisin açıklamasında
tablo hâlinde verilecektir.
6. Davarın
zekât miktarı:
l'den 39'a kadar zekât
vâcib değildir.
4O'dan 120'ye kadar
bir koyun (veya keçi),
121 'den 200'ye kadar
iki koyun (veya keçi),
201'den 399'a kadar üç
koyun (veya keçi),
400'den 499'a kadar
dört koyun verilir.
Bundan sonraki her yüz
için bir koyun zekât verilir.
7. Zekâta
tabi olan hayvanların sâime olması gerekir. Cumhurun da görüşü budur.
8. Gümüş
nisaba ulaştığında kırkta biri zeHt olarak verilir.
9. Diğer
hükümler ihtilaflı olup hadisin açıklamasında geçtiği için tekrar edilmesi,
lüzumsuz görülmüştür.[42]
1568.
...Salim, babasının şöyle dediğini rivayet etmiştir:
Resûlullah (s,a.)
zekât mektubunu yazdırdı ve vefat edene kadar onu zekât memurlarına vermeyip
kılıcının yanında bıraktı. Ebû Bekir, vefat edene kadar onunla amel etti. Sonra
da Ömer, vefat edene kadar onunla amel etti. o mektupta şunlar vardı:
"Beş devede bir
koyun; on devede iki koyun, onbeş devede üç koyun, yirmide dört koyun (zekât)
vardır. Yirmi beşten otuz beş .deveye kadar bir yaşını bitirip iki yaşına
basmış bir dişi deve; otuz beşi bir tane geçerse, kırk beşe kadar iki yaşını
bitirip üç yaşına basmış bir dişi deve; kırk beşi bir tane geçtiğinde altmışa
kadar üç yaşını bitirip dört yaşına basmış bir dişi deve; altmışı bir tane
geçtiğinde yetmiş beşe kadar dört yaşını bitirip beş yaşma basmış bir dişi
deve; yetmiş beşi bir tane geçtiğinde doksana kadar iki yaşını bitirip üç
yaşına basmış iki dişi deve; doksanı bir tane geçtiğinde yüz yirmiye kadar üç
yaşını bitirip dört yaşına basmış iki dişi deve (zekât)vardır. Eğer develer
bundan da fazla olursa, her elli (deve) de üç yaşını bitirip dört yaşına basmış
bir dişi deve ve her kırkta iki yaşını bitirip üç yaşına basmış bir dişi deve
(zekât) vardır.
Davarda kırk koyundan
yüz yirmiye kadar bir koyun, yüz yirmiden bir tane fazla olunca iki yüze kadar
iki koyun, İki yüzden bir tane fazla olursa, üç yüze kadar üç koyun (zekât)
vardır. Davar, bundan da fazla olursa, her yüz koyunda bir koyun (zekât)
vardır. Yüze varmadıkça,zekâtı yoktur.
Zekât (artar veya
eksilir) korkusuya toplu olan (mal), ayrılmaz, ayrı olan da bir araya
toplatılmaz.
İki halitin (ortak)
malından alınan zekât hususunda ikisi aralarında hisselerine göre
hesaplaşırlar.
Zekâtta ne yaşlı ne de
ayıplı (hayvan) alınmaz."[43]
Süfyân b. Huseyn dedi
ki:
Zührî: "Zekat
memuru geldiğinde koyunlar üç kısma ayrılır: Üçte biri kötü (halli), üçte biri
iyi (halli) ve üçte biri de orta (halli). Zekât memuru orta hallisinden
alır" demiş ve sığırları zikretmemiştir.[44]
fıkrasında geçen
fiilinin Resûlullah (s.a.)'a isnadında mecaz vardır. Çünkü zekâtla ilgili
mektubu Resûlullah (s.a.) bizzat kendisi yazmamış, ashâb-ı kiramdan birine
yazdırmıştır. Yani o söylemiş, saha*" de söylenenleri yazmıştır.
Peygamber (s.a.)
zekâtla ilgili yazdırdığı mektubu kılıcının yanına koyup saklamış tayin ettiği
zekât memurlarına vefat edinceye kadar vermemiştir. Zira o, devamlı onlarla
görüşüp zekâtla ilgili hükümleri onlara sözlü olarak beyân ederdi. Bu sebepten
dolayı ihtiyaç duymadığı için onlara o mektubu vermemiştir. Anlaşıldığına göre
Peygamber (s.a.) o mektubu vefatından sonra onunla amel olunsun diye yazdırıp
saklamıştı. Nitekim Peygamber (s.a.)'in vefatından sonra Hz. Ebû Bekir o
mektubu çıkarıp vefat edinceye kadar onunla amel etmiş, sonra da onu Hz.Ömer
uygulamıştır.
Ebu't-Tayyib es-Sindî
diyor ki: "Bu mektubun, kılıcın yanına konulmasında zekât vermeyenlere
karşı savaş açılmasına işaret vardır. Nitekim Ebû Bekir (r.a.)'in hilâfeti
zamanında zekât vermeyenler olmuş ve onlara karşı savaş açılmıştır."
Hadisin senedinde
geçen Sâlim'in babasından murad, Hz.Ömer'in oğlu Abdullah'dır. Zekât hakkındaki
mektuplarla ilgili olarak 1567 no'lu hadis, Enes hadisi, bu hadis de tbn Ömer
hadisi diye bilinir. "Zekâtnâme" diye bilinen zekâtla ilgili
mektuplar hakkındaki malumat ayrıca 1570 no'lu hadiste gelecektir.
Bu hadisin mânâ ve
fıkıh yönü, bir önceki hadiste belirtildiği için tekrarına gerek duyulmamıştır.
Bu, hadisi Zührî'den Süfyân b. Hüseyn rivayet etmiştir. Ayrıca Zührî'nin bu
mektubta sığırların zekâtı ile ilgili bir şey nakletmediği belirtilmiştir.
Süfyân b. Hüseyin
hakkında söylenenlere gelince Nesâî, Süfyân b. Hüseyn'in Zührî'den olan
rivayeti hariç, rivayet ettiği hadislerin alınabileceğini söylemiştir.
İbn Sa'd da O'nun sika
olmakla beraber rivayet ettiği hadislerde çok hata ettiğini ifade etmiştir.
İbn Adiy; "Süfyan
b. Hüseyn'in Zührî'den yaptığı rivayetler hariç, hadisleri alınabilir,"
demiştir.
İbn Hibbân:
"Süfyan b. Hüseyn, Zührî'den olan rivayeti hariç, sikadır." demiş.
Münzirî: "Müslim,
Süfyan b. Hüseyn'in bazı hadislerini tahric etmiş. Buharı de onunla istişhâd
etmiştir. Ancak Zührî'den yaptığı rivayetler hakkında bazı söylentiler
vardır" demiştir.
Görüldüğü gibi
muhaddisler onun sika olduğunu ancak Zührî'den yaptığı rivayetler hakkında
bazı söylentiler bulunduğunu ifade etmişlerdir.
Süfyan b. Hüseyn'in
rivayet ettiği bu hadis hakkında da Tirmizî şöyle demektedir: "Bu hadis
hasendir. Bütün fakihlere göre uygulama da buna göredir. Bu hadisi ayrıca Yûnus
b. Yezîd ile başkaları da Zührî'den, o da Sâlim'den rivayet ederek onu ref
etmemişlerdir. Bu hadisi yalnız Süfyan b. Hüseyn merfu olarak rivayet
etmiştir.
Tirmizî, el-İlel adlı
eserinde ise, şöyle demiştir: "Muhammed b. İsmail el-Buhârî'ye bu hadisin
sıhhatini sordum, şöyle dedi: "Umarım ki mahfuzdur. Süfyan b. Hüseyn de
sadûktur."
Beyhakî, "Bu
hadisi Süfyan b. Hüseyn gibi Süleyman b. Kesîr de merfu olarak rivayet etmiştir
ki, Süleyman b. Kesîr'in rivayet ettiği hadislerle ihticac edilebileceğine
Buhârî ve Müslim'in ittifakı vardır" demiştir.
Hâkim de bu hadisi
Müstedrek'te tahric etmiş ve Süfyan b. Hüseyn'in, hadis imamlarından olan
Yahya b. Maîn tarafından tevsik edildiğini ifâde etmiştir.[45]
1569. ...Muhammed. b. Yezid el-Vâsıtî demiştir ki;
Süfyan b. Hüseyn, aynı
senetle aynı manayı bize naklederek; "bir yaşını bitirip iki yaşına basmış
dişi deve yoksa, iki yaşını bitirip üç yaşına basmış erkek deve (verilir)"
dedi. Muhammed b. Yezid, Zührî'nin (sürünün üçe taksim edileceği ile ilgili)
sözünü de zikretmedi.[46]
ibaresinden maksat
şudur: Muhammed b.Yezid el-Vâsitî, bu hadisi Süfyan b. Hüseyn'den Abbâd b.
el-Avvâm'ın isnadıyla yani bundan bir önceki hadisin senediyle aynı mânâyı
rivayet etmiştir. Ancak Muhammed b. Yezid'in rivayet ettiği bu hadiste bir
önceki hadisten fazla olarak şu da var: "Bir yaşını bitirip iki yaşına basmış
dişi deve yoksa iki yaşını bitirip üç yaşına basmış erkek deve verilir. Yani
yirmibeş deveden otuzbeş deveye kadar zekât olarak bir yaşını bitirip iki
yaşına basmış dişi deve verilir. Mal sahibinin bu yaşta dişi devesi yoksa ondan
bir yaş büyük erkek deve verilir. Muhammed b. Yezid bir Önceki hadiste geçen
Zührî'nin "zekât memuru geldiğinde koyunlar üçe ayrılır..." sözünü
bu hadiste zikretmemiştir.[47]
1570.
...Yûnus b. Yezid İbn Şihâb'(ez-Zührî)dan şöyle dediğini rivayet eder:
Bu, Resûlullah
(s.a.)'ın zekât hakkında yazdırdığı mektubun bir nüshasıdır ki, (O'nun aslı)
Ömer b. Hattâb ailesinin yanındadır. İbn Şihâb (devam ederek):
Onu bana Salim b.
Abdullah b. Ömer okuttu da olduğu gibi hepsini belledim. O, Ömer b.
Abdülaziz'in Abdullah b. Abdullah b. Ömer'le Salim b. Abdullah b. Ömer'den
nakledilmesini emrettiği nüshadır, dedi ve hadisi nakledip (devamında):
"Develer, yüz yirmi bir olduğunda yüz yirmi dokuza ulaşıncaya kadar iki
yaşım bitirip üç yaşına basmış üç dişi deve (zekâtı) vardır. Yüz otuz olduğunda
yüz otuz dokuza varıncaya kadar iki yaşını bitirip üç yaşma basmış iki dişi
deve ile üç yaşını bitirip dört yaşına basmış bir dişi deve (zekâtı) vardır.
Yüz kırk olduğunda yüz kırk dokuza varıncaya kadar üç yaşını bitirip dört
yaşına basmış iki dişi deve ile iki yaşım bitirip üç yaşma basmış bir dişi deve
(zekâtı) vardır. Yüz elli olduğunda yüz elli dokuca kadar üç yaşını bitirip
dört yaşına basmış üç dişi deve (zekâtı) vardır. Yüz altmış olduğunda yüz
altmış dokuza varıncaya kadar iki yaşını bitirip üç yaşma basmış dört dişi
deve (zekâtı) vardır. Yüz yetmiş olduğunda yüz yetmiş dokuza ulaşıncaya kadar
iki yaşını bitirip üç yaşına basmış üç dişi deve ile üç yaşım bitirip dört
yaşına basmış bir dişi deve (zekâtı) vardır. Yük seksen olduğunda yüz seksen
dokuza ulaşıncaya kadar üç yaşını bitirip dört yaşma basmış iki dişi deve ile
iki yaşını bitirip üç yaşına basmış iki dişi deve (zekâtı) vardır. Yüz doksan
olduğunda yüz doksan dokuza ulaşıncaya kadar üç yaşını bitirip dört yaşına
basmış üç dişi
deve ile iki yaşını
bitirip üç yaşına basmış bir dişi deve (zekâtı) vardır. İki yüz olduğunda üç
yaşını bitirip dört yaşma basmış dört dişi deve veya iki yaşını bitirip üç
yaşına basmış beş dişi deve (zekâtı) vardır. (Ey zekât memuru) bu iki şeyden
hangisini bulursan alırsın. Otlaklarda yayılan davarda ise..." dedi ve
(Yunus b. Yezid) Süfyan b. Hüseyin'in (rivayet ettiği) hadisinin benzerini
nakletti. Onda şu vardı: "Zekâtta ne yaşlı ne ayıplı ne de (koç ve teke
gibi) döl hayvanı alınmaz. Ancak zekât memuru dilerse, alabilir.[48]
îbn Şihâb ez-Zührî'nin
ifâdesinde anlatılmak istenen şudur;
"Bu, Resûlullah (s.a.)'ın zekât hükümlerini beyân hususunda
yazdırdığı mektubun bir nüshasıdır. İbn Şihâb bu nüshayı Salim b. Abdullah'tan
dinlemiş ve hıfzetmiş. Ömer b. Abdulaziz Medine'ye'emir tayin edildiği zaman
Abdullah b. Ömer'in oğulları Salim ile Abdullah'ın yanlarında bulunan bu
mektubun örneğini çıkarttırarak zekât memurlarına ona göre amel etmelerini
emretmiş ve bir nüshasını da el-Velîd b. Abdulmelik'e göndermiştir. Halife
el-Velid de zekât memurlarına onunla amel etmelerini emretmiş, artık ondan
sonra gelen bütün halifeler hep aynı şeyi emredip tatbik ettiler. Hatta Hişam
b. Hâni onu çoğaltarak bütün zekât memurlarına gönderip onlara sadece onunla
amel etmelerini emretmiştir.
cümlesindeki iki
fiilin de faili İbn Şihâb ez-Zührî'dir. Şâlim, babasından bu hadisin aslını
nasıl rivayet etmişse, Zührî de onu aynen Sâlim'den rivayet etmiştir. Zührî
hadisi başından beri -yani "develer beşe varmadıkça zekât olarak hiçbir
şey alınmaz beşe vardığında on deveye ulaşıncaya kadar bir koyun (zekâtı)
vardır..." kısmından itibaren nakletmiş ve, "yüz yirmi bir olduğunda
yüz yirmi dokuza varıncaya kadar iki yaşını bitirip üç yaşına basmış üç dişi
deve (zekâtı) vardır", diyerek devam etmiştir. Bu cümle, 1568'de Enes
hadîsinde geçen "yüz yirmiden fazla olduğunda her kırk devede iki yaşını
bitirip üç yaşına basmış bir dişi deve her elli devede üç yaşım bitirip dört
yaşına basmış bir dişi deve (zekât) vardır" cümlesini açıklamaktadır. Enes
hadisinde cumhurun buna göre amel ettiğini ve Hanefîlerin muhalefetini
anlattığımız için burada ayrıca anlatmayı gereksiz görüyoruz.
cümlesinde anlatılmak
istenen şudur: Ey zekât memuru! Üç yaşını bitirip dört yaşına basmış dişi develerle
iki yaşım bitirip üç yaşına basmış dişi develerden hangisini almak istersen
alabilirsin, muhayyersin.
Buna göre muhayyerlik
zekât memuruna ait olmuş oluyor. Cumhur bu görüştedir. Ancak şu da kast edilmiş
olabilir: Hangi yaşta bulursan mal sahibinden onu alırsın. Yani mal sahibi
hangisini vermek isterse onu almak zorundasın. Buna göre de muhayyerlik mal
sahibinin olur. Ebû Hanife ve arkadaşları da bu görüşte olup şöyle demişlerdir:
Zekât memuru tarafından istenen yaştaki deve bulunduğu halde mal sahibi
dilerse devenin kıymetini verebilir. Hatta zekât memuru onun kıymetini kabul
etmeye zorlanır. Çünkü Peygamber (s.a.) mal sahiplerine kolaylık gösterilmesini
emr etmiştir. Bu kolaylık da ancak mal sahibini muhayyer bırakmakla
gerçekleşir.
Serahsî Mebsût adlı
eserinde şöyle demektedir: "Bu mektupta anlatılanın zahiri, bu hayvanlar
hakkındaki muhayyerliğin zekât memuruna ait olduğuna ve almak istediğim
kendisinin tespit edeceğine delâlet etmektedir. Ancak hüküm öyle değildir.
Yani muhayyerlik zekât memurunun değil, mal sahibinindir. Bu nedenle mal
sahibi dilerse, vermesi gereken hayvanın kıymetini, dilerse bir yaş küçüğünü
ve aradaki değer farkını verir veya dilerse bir yaş büyüğünü verip aradaki
değer farkım geri alır. Kısacası mal sahibinin vermek istediğini zekât memuru
almak zorundadır. Ben bunu almam diyemez. Çünkü sâri', mal sahihlerine kolaylık
gösterilmesini emretmiştir. Sözü edilen kolaylık da ancak mal sahibini muhayyer
kılmakla tahakkuk eder."
cümlesindeki fiilin
faili Yunus b. Yezid'dir. Yani Yunus b. Yezid îbn Şihâb'dan yaptığı rivayette
Süfyan b. Hüseyn'in İbn Şihâb'dan rivayet ettiği davarın zekâtı ile ilgili bir
önceki hadisi nakletti.
Nevevî el-Mecmu' adlı
eserinde: "Zekâta tabi olan hayvanların zekât miktarları Enes'le İbn Ömer'in
rivayet ettikleri iki hadise bağlıdır" diyerek bu iki hadisi nakledip
senetleriyle ilgili malumat verir.
Bu iki hadisin
senetleriyle ilgili malumatı yerlerinde verdiğimizi belirttikten sonra bu iki
mektubun cumhur tarafından hüsnü kakül gördüğünü ve ikisinin gereğine göre amel
edildiğini ifade etmek isteriz. Cumhurun bu mektublarm muhtevasından üzerinde
ittifak ettikleri hususlar şunlardır:
1. Beşten az
deveye zekât yoktur.
2. Kırktan
az davara zekât yoktur.
3. İki yüz
dirhemden az gümüşte zekât yoktur.
4. Yirmi
beşten az develerin zekâtı koyundan verilir.
5. Yirmi
beşten az develerin zekâtı her beş devede bir koyundur.
6. Yirmi
beşten yüz yirmiye kadar olan develer için zekât olarak verilecek olan
develerin yaşında ittifak vardır.
7. Kırktan
üç yüze kadar olan davar için zekât olarak verilecek miktar ile ondan sonra
her yüz koyundan bir koyun verileceği hususunda ittifak vardır.
8. Gümüş
zekâtı kırkta birdir.
9. Malm orta
hallisi alınır.
Her ne kadar bazı
fer'î meselelerde ihtilâf edilmiş ise de, bu ihtilâflar doğrudan doğruya
hadislerden değil de, hadislerin çeşitli yorumlarından neş'et etmiştir. Şimdi
de develerin zekâtında cumhurun üzerinde ittifak ettiği miktarların tablosunu
verelim.
Deve sayısı Verilmesi
Gereken Miktar:
5!den 9'a kadar 1 koyun
10'dan 14'e kadar 2 koyun
15'den 19'a kadar 3 koyun
20'den 24'e kadar 4 koyun
25'den 35'e kadar 1 bintü mahâd (1 yaşını bitirip 2 yaşına
basan dişi deve)
36'dan 45'e kadar 1 bintü lebûn (2
yaşını bitirip 3 yaşma basmış dişi deve)
46'dan 60'a kadar 1 hıkka (3 yaşını
bitirip 4 yaşına basmış dişi deve)
61'den 75'e kadar 1 cezea (4 yaşını
bitirip 5 yaşına basmış dişi deve)
76'dan 90'a kadar 2 bintu lebûn
91’den 120'ye
kadar 2 hıkka
Bu miktarlar üzerinde icmâ
meydana gelmiştir. İhtilaflı olan miktarlar ise, Şafiî, İshak b. Râhûye,
Evzâî, Ebû Sevr, Dâvûd, bir rivayetinde Ahmed ve Mâlikî'lerden îbn Kasım'a göre
şöyledir:
121'den 129'a
kadar 3 bintu lebûn
130'dan 139'a
kadar l hıkka ile 2 bintu lebûn
140'dan 149'a
kadar 2 hıkka ile 1 bintü lebûn
150'den 159'a
kadar 3 hıkka
160'dan 169'a
kadar 4 bintu lebûn
170'den 179'a
kadar 3 bintu lebûn ile 1 hıkka
180'den 189'a
kadar 2 bintu lebûn ile 2 hıkka
190'dan 199'a
kadar l bintu lebûn ile 3 hıkka
200'den 209'a
kadar 5 bintu lebûn veya 4 hıkka
Bunlar daha önce
belirttiğimiz gibi Enes ile İbn Ömer'in hadislerinin zahirine göre hüküm
vermişlerdir.
İbrahim en -Nehaî,
Sevrî, Ebû Hanîfe ile arkadaşları ve bir rivayete göre Hz. Ali ile İbn Mesûd'a
göre ise, şöyledir: Deve sayısı Verilmesi Gereken Miktar:
125 |
2 |
hıkka |
ile |
1 |
koyun |
130 |
2 |
hıkka |
ile |
2 |
koyun |
135 |
2 |
hıkka |
ile |
3 |
koyun |
140 |
2 |
hıkka |
ile |
4 |
koyun |
145 |
2 |
hıkka |
ile |
1 |
bintu mahâd |
150 |
3 |
hıkka |
|
|
|
155 |
3 |
hıkka |
ile |
1 |
koyun |
160 |
3 |
hıkka |
ile |
2 |
koyun |
165 |
3 |
hıkka |
ile |
3 |
koyun |
170 |
3 |
hıkka |
ile |
4 |
koyun |
175 |
3 |
hıkka |
ile |
1 |
bintu mahâd |
186 |
3 |
hıkka |
ile |
1 |
bintu lebûn |
196 |
4 |
hıkka |
veya |
5 bintu lebûn |
|
200 |
4 |
hıkka |
veya |
5 bintu lebûn |
İki yüz deveden sonra
bir daha koyundan başlar sonra bintu mahâd, ondan sonra bintu lebûn diye devam
eder. Her elli devede bir hıkka artar.
Bunların delili, Ebû Davud'un
el-Merâsîl'de, İshak. b. Rahûye'nin Müsned'inde ve Tahâvî'nin Müşkilü'l-Âsâr'da
Hammad b. Seleme'den rivayet ettikleri şu hadistir:
Hammâd şöyle demiştir:
Kays b. Sa'd'a; "Muhammed b. Amr b. Hazm'ın mektubunu bana al getir"
dedim. Bunun üzerine Kays bana bir mektup vererek onu Ebû Bekir b. Muhammed b.
Amr b. Hazm'dan aldığını ve o mektubu Peygamber (s.a.)'in, onun dedesi için
yazdırdığını haber verdi. O mektubu okudum da onda develerin zekâtından söz
edilmekteydi. Hammâd o hadisi nakletti de onda "deve sayısı yüzyirmiyi
geçince deve zekâtının başlangıcına dönülür" buyuruluyordu.
Bir rivayete göre Kays
b. Sa'd şöyle demiştir: Ebû Bekir b. Muhammed b. Amr b. Hazm'a,
"Resûlullah (s.a.)'in dedem Amr b. Hazm için yazdırmış olduğu zekât
mektubunu bana ver" dedim. O da bir kâğıda yazılı olan mektubu çıkardı,
onda şu vardı:
"Develer yüz
yirmiden fazla olunca verilecek zekâta baştan başlanır. Ondan sonra yirmibeşten
az olan develerde her beş deve için bir koyun olmak üzere zekâtları davardan
verilir."
Birinci grubun delil
olarak ileriye sürmüş oldukları Enes ve İbn Ömer hadisiyle ikinci grubun delili
olan Hammâd'ın rivayet ettiği hadis arasında nbazıları bir çelişki görmemiş ve
"yüz yirmiden fazla olunca" cümlesini "deve sayısı yüz yirmiden
çokça fazla olunca" diye yorumlamışlardır. Çoğu da Hammâd'ın hadisinin
zayıf olduğunu söylemişlerdir.[49]
1571.
...Mâlik dedi ki: Ömer b. Hattâb'ın; "ayrı olan (mal) bir araya
toplatılmaz toplu olan da, ayrılmaz"' sözünün anlamı şudur: Her adamın
kırk koyunu olup da zekât memurunun gelmesi yaklaştığında onlarda yalnız bir
koyun (zekât vâcib) olsun diye onları bir araya toplarlar. "Toplu olan
ayrılmaz" (sözünün anlamı) ise, iki halîtten her birinin yüz bir koyunu
olduğunda onlarda ikisinin üzerine üç koyun (zekât vâcib) olur. Zekât
memurunun onlara gelmesi yaklaştığında ikisi koyunlarını ayırırlar. Böylece
ikisinden her birine yalnız bir koyun (zekât vâcib) olur. Bu konuda, duyduğum
budur.[50]
İmam Mâlik, Hz.Ömer'in
"ayrı olan (mal) bir araya
toplatılmaz" sözünü şöyle açıklamıştır: İki veya daha çok
kişinin kırkar koyunu
olup da her birinin bir koyun zekât vermesi gerekirken bunlar, zekât olarak üç
koyun yerine yalnız bir koyun versinler diye zekât memurunun gelmesine yakın
bir zamanda koyunlarım bir araya toplarlar.
"Toplu olan (mal)
ayrılmaz" sözünü de şöyle açıklamıştır: İki hâlıtten her birinin yüz bir
koyunu olup da ikisi toplam üç koyun zekat vermeleri gerekirken bunlar zekât
olarak her birine yalnız bir koyun düşsün diye koyunlarını ayırırlar.
İmam Mâlik, bu iki
cümleyi böyle açıkladıktan sonra başkalarından da yalnız bu yorumu duyduğun u
belirtmiştir.
Bu açıklamadan
anlaşıldığına göre bu iki cümledeki nehy, mal sahiplerinedir. İmam Şafiî'ye
göre ise, bu nehy, hem mal sahiplerine hem de zekât memurlarınadır. Zira
mânânın ikisine de ihtimali var. Mânâyı birine hamletmek, diğerine hamletmekten
evlâ olmadığından her ikisine birden hamledilmiştir. Şu kadar var ki, mânânın
mal sahiplerine hamli daha belirgindir.
Terceme ile açıklamada
"halît" kelimesini olduğu gibi almamızın sebebi onun mezheplere göre
değişik şekillerde açıklanmasıdır. Bu kelime ile ilgili malumat 1567 no'lu
hadisin açıklamasında verildiği gibi imam Mâlik'in açıkladığı bu iki cümlenin
anlamı ile ilgili hükümler de orda zikredilmiştir.[51]
1572. ...AH
(r.a.)'den şöyle rivayet edilmiştir. (Râvi) Züheyr der ki:
Zannederim o da onu
Peygamber (s.a.)'den rivayet etmiş şöyle demiştir:
"(Gümüşten)
kırkta birleri (zekât olarak) veriniz, her kırk dirhemden bir dirhem, iki yüz
dirheme varmadıkça sizin üzerinize (zekât olarak) hiçbir şey yoktur. İki yüz
dirhem olduğunda beş dirhem (zekâtı) vardır. (Bundan) fazlası hesabına göredir.
Davarda her kırk koyunda bir koyun (zekat) vardır. Yalnız otuz dokuz koyun(un)
varsa, senin üzerine onda (zekat olarak) hiçbirşey yoktur" (deyip Ebû
İs-hâk) davarın zekâtım Zührî gibi nakletti ve; "Sığırda her otuz (tane)
de bir yaşım bitirip iki yaşına basmış bir erkek sığır (zekât) vardır. Kırk
(sığır)da ise, iki yaşım bitirip üç yaşına basmış bir dişi sığır (zekât) vardır.
Avâmil olan (çalıştınlan)lara (zekât olarak) bir şey yoktur. Develerde
ise.." deyip onların zekâtını Zührî'nin zikrettiği gibi nakletti ve;
"Yirmi beş devede beş koyun,(zekât) vardır. (Bundan) bir tane fazla
olursa, otuz beşe kadarı için bir yaşını bitirip iki 'yaşına basmış bir dişi
deve (zekât) vardır. Eğer bir yaşını bitirip iki yaşına basmış dişi deve
olmazsa iki yaşını bitirip üç yaşına basmış bir erkek deve (verilir.) Bundan
bir tane fazla olunca kırk beşe kadar iki yaşını bitirip üç yaşına basmış bir
dişi deve (zekât) vardır. Bir tane fazla olunca altmışa kadar onda erkek deveye
çeki-lobileri üç yaşını bitirip dört yaşına basmış bir dişi deve (zekât)
vardır" dedi. Sonra da Zührî'nin hadisinin benzerini nakletti ve:
"Bir tane fazla yani doksan bir olunca yüz yirmiye kadar onda erkek deve e
çekilebilen üç yaşını bitirip dört yaşına basmış iki dişi deve (zekât) vardır.
Şayet develer bundan çok olursa, her elli devede üç yaşını bitirip dört yaşına
basmış bir dişi deve (zekât) vardır.
Zekât (artar veya
eksilir) korkusuyla toplu olan (mal) ayrılmaz. Ayrı olan da bir araya
toplatılmaz.
Zekâtta ne yaşlı ne
ayıplı ne de döl hayvanı alınmaz. Ancak zekât memuru dilerse (alabilir.)
Irmakların suladıkları
veya yağmurun suladığı bitkilerde öşür vardır. Büyük kovalarla sulananlarda
ise, öşrün yarısı vardır."
Âsim ve el-Hâris'in
hadisinde suda vardır: "Zekât, her sene (vâcib)dir" Züheyr dedi ki:
"Zannederim (Ebû İshak "zekât" her sene) bir defa
(vâcibtir)" dedi. Âsım'ın hadisinde şu vardı: "Develerin arasında ne
bir yaşını bitirip iki yaşına basmış dişi deve ne de iki yaşını bitirip üç
yaşına basmış erkek deve olmadığı zaman on dirhem (gümüş) veya iki koyun
(verilir)"[52]
ifadesiyle dile
getirilmek istenen şudur: Züheyr b. Muâviye bu hadisi Ebû İshâk'-tan rivayet
etmiştir. Züheyr, Ebû İshâk'ın hadisin senedinde Ali (r.a.)'den sonra Hz.
Peygamber (s.a.)'i zikredip etmediğinde şüphe etmiştir. Yani hadisin merfu olup
olmadığı hususunda tereddüt etmiştir. Dârekutnî bu hadisin bir kısmını Züheyr
tankıyla kesin merfu olarak rivayet etmiştir.
cümlesinde gümüşün
zekâtının onda birin dörte biri olduğu belirtilmiş ve "her kırk dirhemden
bir dirhem" cümlesiyle açıklanmıştır.
Bu hadise göre gümüş
zekâta tabidir. Zekâtı kırkta birdir. Nisabı da iki yüz dirhemdir. İkiyüz
dirhem gümüşün ise, beş dirhem zekâtı vardır. Ancak âlimler gümüşün zekâtının
vâcib olması için halis olmasının şart olup olmadığı hususunda ihtilaf
etmişlerdir.
Şafiî, Ahmed ve
ikisinin arkadaşları gümüşün halis olmasını şart koşmuşlar ve yabancı maddelerle
karışmış mağşuş gümüşteki halis gümüş ikiyüz dirheme ulaşmadıkça zekâtının
vâcib olmadığını söylemişlerdir.
Hanefîlere göre ise,
gümüşün halis olması şart değildir. Mağşuş olan gümüşün içindeki halis gümüşün
ağırlığı yabancı maddelerden fazla veya eşitse zekâtı verilir. Yabancı
maddelerden az ise, ticaret eşyası hükmüne girer. Değeri nisaba ulaşır ve
sahibi onunla ticaret etmeye niyyet etmiş ise zekâtı verilecektir. Değeri
nisaba ulaştığı halde onunla ticâret etme düşünülmüyorsa zekâta tabi değildir.
Mâlikîler ise, şöyle
demişlerdir: Mağşuş olan veya ağırlık yönünden noksan olan gümüş
alış-verişlerde halis ve ağırlık yönünden tam olanlar gibi revaçta iseler,
zekâtım vermek vâcibtir. Eğer revaçta olmazlarsa veya tam olanlardan az revaçta
iseler, mağşuş içindeki gümüş miktarı hesablanır. Nisaba ulaşıyorsa, zekâtı
verilir, ulaşmıyorsa verilmez. Ağırlık yönünden noksan olan, tam olanın
değerinde geçerli ise, zekâtı verilir. Değerce düşük ise, aradaki farkı
kapatmadıkça zekâtı verilmez. Meselâ ağırlık yönünden noksan olan iki yüz
dirhem gümüş tam olan iki yüz dirhem gümüş kadar revaçta ise, zekâtı verilir.
Yüz doksan dirhem gümüş değerinde revaçta ise, zekâtı verilmez, aradaki on
dirhemlik farkın kapatılması gerekir.
cümlesinde söylenmek
istenen şudur: "iki yüz dirhem gümüşten sonraki dirhem sayısı az olsun çok
olsun hesabı yapılır ve zekâtı öyle verilir. Cumhur bu görüştedir. Hz.Ali, İbn
Ömer, Nehâî Malik, Şafiî, Ahmed, Ebû Yûsuf, Muhammed, Sevrî, İbn Ebî Leylâ ve
İbnu'l-Münzir bunlardandır. Delilleri bu ve benzeri hadislerdir.
Ebû Hanîfe, Said b.
el-Müseyyeb, Tâvûs, Hasan-elBasrî, Şa'bî, Mek-hûl ve Zührî'ye göre ise, iki yüz
dirhemden sonraki dirhem sayısı kırka ulaşmadıkça zekâtı yoktur. Aradaki
kesirler için bir şey verilmez. Ancak her kırk dirhemde bir dirhem verilir.
Buna göre 210, 220 hatta 239 dirhemi olan yine sadece beş dirhem zekât verir.
İki yüz kırk dirhem olunca altı dirhem zekât verir ve bu iki yüz yetmiş dokuz
dirheme kadar altı dirhem olarak kalır. 280 dirheme varınca, yedi dirhem verir.
Bunların de-lülen Dârekutnî'nin el-Minhâl tarikiyle Muâz (r.a.)'dan rivayet
ettiği şu hadistir: "Resûlullah (s.a.) Muâz'ı Yemen'e göndereceği zaman
küsuratta (zekât olarak) hiç bir şey alma. Gümüş iki yüz dirhem olduğunda
ondan, beş dirhem al ve iki $<Uzden fazlasından kırka ulaşmadıkça (zekât
olarak) birşey alma, kırk dirheme ulaştığında ondan bir dirhem (zekât) al, diye
emretti."
Bu hadis muhaddisler
tarafından tenkide uğramıştır. İkinci delilleri ise, Ebû Davud'un da tahfic
ettiği Amr b. Hazm hadisidir: Peygamber (s.a.), şöyle buyurmuştur:
"Gümüşten her beş ukiyyede beş dirhem (zekât) vardır. (İki yüzden)
fazlasında her kırk dirhemde bir dirhem (zekât) vardır."
Bu hadisi ayrıca
Hâkim, îbn Hibban ve Beyhakî tahric etmiş ve sahih olduğunu söylemişlerdir.
el-Menhel yazarı Hattâb es-Sübkî, iki tarafın delillerini zikrettikten sonra
cumhurun delillerinin daha kuvvetli olduğunu söylemektedir.
Sığırın zekâtına
gelince: Önce geçen bazı kelimeleri açıklayalım:
Bakar : Sığır
demektir. Ancak manda da zekât yönünden sığır hükmünde olup ikisi aynı cins
sayıldığından "bakar" kelimesi her ikisine şâmildir. Dolayısıyla
terceme ve açıklamada kullandığımız sığır kelimesi aynı zamanda mandayı da
kapsamaktadır.
Tebî' : Cumhura göre
bir yaşını bitirip iki yaşına basmış erkek sığırdır. Mâlikîlere göre ise iki
yaşını bitirip üç yaşına basmış erkek sığırdır. Ancak cumhurun görüşü arab
diline daha uygundur. Tebî'nin dişisene tebi'a denir.
Müsinne ise, cumhura
göre iki yaşını bitirip üç yaşına basmış dişi sığırdır. Mâlikîlere göre de üç
yaşını bitirip dört yaşına basmış dişi sığırdır. Müsinne'nin erkeğine
"müsinn" denilmektedir.
Bu hadisin sığır
zekâtı ile ilgili fıkrasından anlaşıldığına göre sığırın nisabı otuzdur. Yani
otuz sığırı olan bir kimse zekât olarak bir yaşını bitirip iki yaşına basmış
bir erkek sığır verir. Otuzdan az ise, zekât vermekle mükellef değildir. Şayet
kırk sığırı varsa zekât olarak iki yaşını bitirip üç yaşına basmış bir dişi
sığır verir. Zikredilen bu yaşlar cumhura göredir. Mâlikîlere göre ise, bunların
bir yaş büyüğü verilir.
Âlimlerin çoğuna göre
otuz sığır için zekât olarak tebi' verilebildiği gibi tebi'a da verilebilir.
Zira Tirmizî ile İbn Mâce'nin İbn Mesûd'dan rivayet ettikleri hadiste Peygamber
(s.a.) şöyle buyurmuştur: "Her otuz sığırda bir tebî' veya tebî'a (zekât)
vardır*' Mâlikîlere göre ise, dişisi (yani tebi'a) efdaldir.
Sığır sayısı kırka
ulaşınca Hanefîlere göre iki yaşım bitirip üç yaşına basmış bir erkek veya dişi
sığır (yani müsin veya müsinne) verilir. Delilleri Taberânî'nin İbn Abbâs'dan
rivayet ettiği şu hadistir: "Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Her
kırk sığırda bir müsinne veya müsin (zekât) vardır." Cumhura göre ise,
müsinn'i yani erkeği vermek caiz değil, muhakkak müsinne'yi yani dişisini
vermek gerekir.
Malik, Şafiî, Ahmed,
Muhammed ve Ebû Yusuf'un içinde bulunduğu Cumhura göre sığırın zekât miktarı
şöyledir.
Sığırın Sayısı: Verilmesi gereken Zekât
Miktarı:
30'dan 39'a kadar 1 tebî' (veya tebî'a)
40'dan 59'a kadar 1 Müsinne
60'dan 69'a kadar 2
tebî' (veya tebî'a)
70'den 79'a kadar 1
Müsine ile 1 tebî' (veya tebî'a)
8O'den 89'a kadar 2
Müsinne
90'dan 99'a kadar 3
tebî' (veya tebî'a)
100'den 109'a kadar 1
Müsinne ile 2 tebî (veya tebî'a)
110'dan 119'a
kadar 2 Müsinne ile 1 tebî' (veya tebî'a)
120'den 129'a
kadar 3 Müsinne veya 4 tebi' (veya tebî'a)
Görüldüğü gibi hadiste
de geçtiği üzere her otuz sığır için zekât olarak bir tebî veya bir tebi'a her
kırk sığır için de bir müsinne verilir. Aradaki küsurlar için zekât verilmez.
Anlaşıldığına göre otuzdan otuz dokuza kadar zekât olarak bir tebî' veya tebî'a
verilmesi hususunda Ebû Hanife de cumhurla aynı görüştedir. Ancak ondan rivayet
edilen meşhur kavle göre kırk ile altmış arasındaki küsurlar için de hesabına
göre zekât verilir. Yani her bir sığır için zekât olarak bir müsinnenin kırkta
biri verilir. Şöyle ki 41 sığır için zekât olarak bir müsinne ile bir
müsinnenin kırkta biri verilir .44 sığır için bir müsinne ile onun on'da biri
verilir. 50 sığır için bir müsinne ile onun dörtte biri verilir... Ancak şu
kadar var ki Hanefi mezhebinde fetva, Ebû Yusuf
ile Muhammed'in kavline göredir.
cümlesinde yük ve
ziraat gibi işlerde çalıştırılan hayvanlarda zekâtın vâcib olmadığı
bildirilmiştir. Cumhurun görüşü de budur. Mâlikîlere göre ise, zekâtının
verilmesi vâcibtir.
Develerin zekâtına
gelince; bu hadiste yirmi beş deve için beş koyun zekât verileceği
belirtilmiştir. Halbuki bundan önce geçen hadislerde yirmi beş deve için zekât
olarak bir yaşını bitirip iki yaşına basmış bir dişi deve verileceği
bildirilmişti ki, cumhurun görüşü budur. Amel de buna göredir. Hz.Ali'nin,
"yirmi beş devede beş koyun (zekât) vardır" rivayeti ise, zayıftır.
Çünkü senedinde Âsim b. Damure ile el-Hârisu'-A'ver geçmektedir. Bunların
ikisi hakkında bazı tenkidler vardır. Şa'bî şöyle demiştir: "Bana
el-Harisü'1-A'ver hadis nakletti ki o yalancı idi." Ebû İshak da
el-HarîsüI'1-A'ver'in yalancı olduğunu söylemiştir. Aynı zamanda bu hadisi
tahric eden Dârekutnî onu Süleyman b. Erkam tarikiyle rivayet etmiştir ki,
rivayet ettiği hadisin alınmayacağı ve zayıf olduğu bildirilmiştir. Bazı
âlimler, "Hz. Ali kesinlikle böyle bir şey söylememiştir. Bu ona yapılan
yanlış bir isnattır. Çünkü o fakihtir bu sözün zekât usulüne uymadığını
bilirdi" demişlerdir. Hattâbî bu konuda şöyle demiştir: "Yirmi beş
devede beş koyun (zekât) vardır" sözüne göre hükmedilmeyeceği hususunda
icmâ' vardır. Âlimlerden hiç biri onu delil kabul etmemiştir.
sözüyle anlatılmak
istenen şudur:
Yeryüzünde akan sular
veya yağmur suları ile yetişen bitkilerin zekâtı onda birdir. Kuyu ve benzeri
yerlerden kova veya başka âletlerle su çekmek ya da hayvan sırtında su taşımak
suretiyle sulanan ve ancak bu şekilde yetiştirilebilen bitkilerin zekâtı
yirmide birdir. "Sema" kelimesi gök ve bulut manalarına gelmektedir.
Ancak burada mecazen yağmur mânâsına kullanılmıştır. "Ğarb" kelimesi
ise aslında büyük kova manasınadır. Bu kelimeden burada sulama işinde
kullanılan âlet kast edilmiştir.
Ebü Hanîfe hadisin
bitkilerle ilgili bu fıkrasının zahirine göre hükmetmiş, yetiştirilen toprak
ürünleri, sebzeler ve meyvelerin miktarı az olsun, çok olsun zekâta tabi'
olduğunu söylemiştir. Bununla ilgili ayrıntılı malumat 1559 ile 1596 no'lu
hadislerin açıklamalarındadır.
cümlesinde anlatılmak
istenen de şudur:
Ebû İshak, Âsim b.
Damure ile el-Hârisü'1-A'ver'den yaptığı rivayette zikredilen şeylerin
zekâtının her yıl verilmesinin vâcib olduğunu belirtmiştir. Hadisi Ebu
İshak'tan rivayet eden Züheyr de O'nun; "zekat her yıl vâcibtir" mi
dediği, yoksa "zekât her senede bir defa vâcibtir" mi dediği
hususunda şüphe etmiştir. cümlesinden maksat şudur: Ebû İshak, Asîm b.
Damure'den yaptığı rivayette şunu söylemiştir: "Kimin yanındaki develer
için bir yaşını bitirip iki yaşına basmış bir dişi deve zekât vermek vâcib olup
da yanında bu yaşta dişi devesi veya iki yaşını bitirip üç yaşına basmış bir
erkek devese olmazsa, zekât memuruna iki yaşını bitirip üç yaşına,basmış bir
dişi deve verir ve ondan aradaki değer farkını alır. O fark on dirhem veya iki
koyundur. Hz. Ali, Hz. Ömer ve Sevrî bu görüştedirler. Daha önce geçen 1567
no'lu hadiste bu değer farkının iki koyun veya yirmi dirhem olduğu belirtilmişti
ki o hadis Hz. Ali'nin rivayet ettiği bu hadisten daha sahihtir.[53]
1. Gümüşün
nisabı ikiyüz dirhemdir. Bundan azına zekat vermek vacıb değildir.
2. Gümüşün
zekâtında vaks yoktur. Yani iki yüz dirhemden sonraki dirhem sayısı ne olursa
olsun hesabı yapılıp zekâtı verilir. Affa uğrayan herhangi bir küsurat yoktur.
3. Sığırın
nisabı otuzdur. Bundan azına zekât vermek vâcib değildir. Otuz sığır için zekât
olarak bir yaşım bitirip iki yaşına basmış bir erkek sığır verilir. Kırk sığır
için de iki yaşını bitirip üç yaşına basmış bir dişi sığır verilir. -İkisinin
arasındaki küsurat için zekât yoktur.
4. Ziraat ve
taşımacılık gibi işlerde çalıştırılan (avamil) sığırlarda zekât yoktur.
Develer de aynı hükme tâbidir.
5. Aletsiz
sulanan bitkilerin zekâtı onda birdir. Aletle sulananların zekâtı ise yirmide
birdir.
6. Bir
yaşını bitirip iki yaşına basmış bir dişi deve vermesi gereken bir kimsenin
yanında ne bu yaştaki dişi deve ne de iki yaşını bitirip üç yaşına basmış bir
erkek deve olmayıp iki yaşım bitirip üç yaşına basmış bir dişi devesi varsa
zekât memuruna onu verip aradaki değer farkı olarak ondan on dirhem veya iki
koyun alır. Bununla ilgili malumat da hadisin açıklamasında verilmiştir.[54]
1573. ...Ali
(r.a.), Peygamber (s.a.)'den (bir önceki) hadisin baş tarafım rivayet etmiş ve
şöyle demiştir:
"İki yüz dirhemin
olup da üzerinden bir yıl geçmişse, onda beş dirhem (zekât) vardır. Yirmi
dinarın olmadıkça senin üzerine -altında- (zekât olarak) bir şey yoktur. Yirmi
dinarın olup da üzerinden bir sene geçerse onda yarım dinar (zekât) vardır.
Fazlası(mn zekâtı), hesabına göredir." (Râvi) Ebû İshâk dedi ki:
"Hesabına göredir" sözünü Ali mi söylüyor, yoksa onu Peygamber
(s.a.)'e mi isnad etti, bilmiyorum. " Üzerinden bir yıl geçmedikçe hiçbir
malda (zekât) yoktur."
İbn Vehb dedi ki:
Ancak (şu kadar var ki) Cerîr, Peygamber (s.a.)'den rivayet edilen (bu) hadise
"üzerinden bir yi! geçmedikçe hiçbir malda (zekât) yoktur."
(cümlesini de) ekliyor.[55]
Bu hadisi İbn Vehb,
Cerir b. Hâzim'den, O da Ebu İshak'dan rivayet etmiştir.
cümlesindeki
“kâle"nin faili Ebû İshâk'tır.
Bu hadis gümüşün
nisabının iki yüz dirhem olduğuna ve onda farz olan" zekâtın, kırkta bir
olduğuna delâlet etmektedir. Bu hususta icmâ' vardır. Bir dirhemin Kaç gram
olduğu ve gram olarak zekâtın nisab miktarı
1558 no'lu hadisin açıklamasında belirtilmiştir.
cümlesi,-Ali (r.a.)
tarafından açıklama
mâhiyetinde
söylenmiştir. "ya'ni" fiilinin faili, "en-Nebî" Peygamber
(s.a.)'dır.
Altının zekâtı ile
ilgili fıkrada geçen bazı kelimelerin mânâları:
Dinar: Altın para
mânâsında kullanıldığı gibi miskâl mânâsında da kullanılmaktadır. Bu hadiste
miskâl mânâsında kullanılmıştır.
Miskâl: Sözlükte az
ölsün çok olsun her türlü ağırlık ölçüsüdür.Terim olarak ise, yaklaşık olarak 4.25
gr. ağırlığındaki bir ağırlık ölçüsüdür. Bununla ilgili ayrıntılı malumat 1558
no'lu hadisin açıklanmasında verilmiş ve yirmi miskahn 85 gr. ağırlığında
olduğu belirtilmiştir.
Hâlis olmayan yani
başka maddeler karışmış olan (mağşuş) altının zekâtı, hüküm yönünden mağşuş
olan gümüşün zekâtı gibidir. Mağşuş gümüşün zekâtının verilip verilmeyeceği
1572 no'lu hadisin açıklamasında belirtilmiştir. Mağşuş altının hükmü de
aynıdır.
Bu hadiste altının
nisabının yirmi dinar olduğu ve yirmi dinardan az altını olan bir kimsenin
zekât vermekle mükellef olmadığı belirtilmiştir. Cumhur da bu görüştedir. Hasan
el-Basrî ile Zührî'nin; "kırk miskalden az olan altında zekât yoktur"
dedikleri rivayet olunuyorsa da yirmi dinarda zekât lâzım geldiğini
söyledikleri de rivayet edilir. Hatta bu rivayetleri daha meşhurdur. Bu nedenle
altının nisabının yirmi dinar olduğu hususunda icma vardır, denilmiştir.
Yirmi dinar altından
yarım dinar zekât verilmesinin vâcib olduğu da bir çok delillerle sabittir.
Delillerden bazıları şunlardır:
1. Bu
hadis-i şerif,
2. Nesâî,
Hâkim ve İbn Hibbân'ın rivayet ettikleri Amr b.Hazm hadisidir: "Peygamber
(s.a.) O'nu bir mektupla Yemen'e göndermişti ki mektupta şöyle deniliyordu:
'Her kırk dinarda bir dinar zekât vardır."
3.
Dârakutnî'nin İbn Ömer ile Âişe (r.a.)'den rivayet ettiği şu hadistir:
''Peygamber (s.a.) her yirmi dinardan yarım dinar, kırk dinardan da bir dinar
zekât alırdı."
Bu hususta rivayet
edilen birçok hadis olmakla beraber hepsi birbirlerini desteklemektedir.
Binaenaleyh bu hususta da icmâ' vardır.
cümlesinden
anlaşıldığına göre, gümüş ile altında zekât vâcib olması için üzerinden bir
yıl geçmesi şarttır. Çünkü genellikle bunların artması ancak bir sene
geçtikten sonra anlaşılır. Cumhur da bu görüştedir. İbn Abbâs ile İbn Mesûd'dan
rivayet edildiğine göre altın ile gümüşün üzerinden bir yılın geçmesi şart
değildir. Davûd-i Zahirî de bu görüştedir.
İbaresinde diyen kişi
Cerîr'dir.nin faili ise, Ebû İshâk'tır. Cümlenin anlamı ise şudur: "Ebu İshak demiştir ki: ''Fazlası hesabına
göredir, cümlesi Ali (r.a)'nin sözü mü yoksa Peygamber (s.a.)'in sözü mü?
bilemeyeceğim." Hadisin bu cümlesinde altın ile gümüşün zekâtında vaks
(küsuratın zekâttan affedilmesi) olmadığına delil vardır. Zira bu Hz. Ali'nin
sözü bile olsa merfu hükmündedir.
Hadisin
"üzerinden bir sene geçmedikçe hiç bir malda zekât yoktur"
fıkrasındaki "mal"dan murad, zekâta tâbi hayvanlar, altın, gümüş,
para ve ticâret malı gibi "nâmı" denilen artan maldır. Ekin ve
meyvelerin zekâtının vâcib olması için ise, üzerinden bir yıl geçmesi şart
değildir. Binaenaleyh bunların zekâtı, kaldırıldıkları mevsimde verilir. Bu
hususta âlimlerin icma'ı vardır. Zira âyet-i kerimede " = Hasat günü
yerden çıkan mahsûlün hakkını verin"[56]
buyurulmuştur.
Mezkûr fıkradaki
"hiçbir mal" sözü, umum ifâde ettiğinden dolayı hadisin zahiri, her
türlü malı kapsamaktadır. İster bu mal nisabtan kazanılan kârlar olsun, ister
hibe veya miras yoluyla elde edilen bir mal olsun fark etmez. Dolayısıyla bu
umûmdan anlaşılan gerek sene başında gerekse sene içinde elde edilen malın
üzerinden bir yıl geçmedikçe ondan zekât vâcib değildir. Sene başında elde
edilen malların üzerinden bir yıî geçmedikçe zekâtının vâcib olmadığı daha
önce de geçti. Sene içinde elde edilen mallara gelince:
1. Bu
mallar, sene başından beri elde bulunup zekâta tabi olan nisab tutarındaki
malların cinsinden ise:
a. Sene
içinde elde edüen mal, sene başından beri elde bulunan maldan kazanılmış ise,
bu kazanç, sene başından beri elde bulunan asıl mala tâbidir. Asıl malın
üzerinden bir sene geçince kazancın üzerinden de bir yıl geçmiş kabul edilir.
Meselâ sene başında bir milyon lira ile ticâret yapmaya başlayan bir kişinin
bir milyonu sene esnasında beş yüzbin lira kazanacak olsa, sene sonunda hem
sermâyenin hem de kazancın yani bir buçuk milyonun zekâtını verecektir.
Ticâret mallarından sene içinde kazanılan kâr ve zekâta tâbi olan hayvanlardan
doğanlar da durum böyledir. Bu tür kazançların asıl mala eklenmesinin gerektiği
hususunda âlimlerin ittifakı vardır.
b. Sene
içinde elde edilen mal, sene başından beri elde bulunan maldan kazanılmamış
hibe ve miras gibi yollarla elde edilmişse, bunun zekâtının verilmesi
hususunda ihtilâf edilmiştir:
Hasan el-Basrî, Ebû
Hanife ve arkadaşlarına göre sene içinde elde edilen bu tür mallar, sene
başından beri elde bulunan mallara hem nisab hem de sene hesabı yönünden
eklenir ve hepsinin toplam zekâtı verilir.
İbrahim en-Nehaî, Atâ,
Şafiî ve Ahmed'e göre bunlar sene hesabı yönünden bir birilerine eklenmezler,
her birinin üzerinden tam bir sene geçmesi şarttır. Ama nisâb yönünden
birbirlerine eklenirler. Bunu bir misalle açıklayalım:
Sene başından beri 30
sığırı olan bir kişiye sene içinde on sığır miras intikal etse, Hasan el-Basrî,
Ebû Hanife ve arkadaşlarına göre ikincisi birincisine ekleneceğinden birincisi
yılını doldurursa, toplam kırk sığırın zekâtını verecektir. İbrahim en-Nehaî,
Atâ, Şafiî ve Ahmed'e göre ise, yalnız otuz sığırın zekâtını verecektir. On
sığırın zekâtım da üzerinden bir sene geçince verecektir. Bu görüş ayrıca Ebû
Bekir, Ali, İbn Ömer ve Âişe (r.anhum)den rivayet edilmiştir.
Mâlik ise, zekâta tabi
olan hayvanlar hususunda Efyû Hanîfe'nin görüşündedir. Altın ve gümüş
hususunda da Şafiî ve Ahmed'in görüşündedir.
2. Sene
içinde elde edilen mallar sene başından beri elde bulunan malların cinsinden
değilse, birbirlerine sene hesabı yönünden eklenmezler. Her birinin ayrı bir
sene hesabı vardır. Ne zaman senesini doldurursa, zekâtı o zaman verilir. Bu
hususta ittifak vardır.
ibaresinde takdim ve
te'hir var; ibarenin aslı şöyledir: kelimesi, nin ismidir. cümlesi de onun
haberidir. cümlesi ise, nin ismi ve haberi arasında gelen bir cümle-i
mu'terizadır. Bu hadisi Cerîr'den rivayet eden İbn Vehb'in bu sözünden maksadı,
"üzerinden bir yıl geçmedikçe hiçbir malın zekâtı verilmez" cümlesini
Ebû İshak'tan Peygamber (s.a.)'e ref ederek yalnız Cerîr'in rivayet ettiğini
bildirmektir. Halbuki yıl şartı, Cerîrin hadisinden başka hadislerde de
geçmektedir. Dârekutnî'nin İbn Ömer'den rivayet ettiği hadiste Resûlullah
(s.a.) şöyle buyurmuştur: "Üzerinden sene geçmedikçe kişinin malından
zekât yoktur". Hz. Âişe'den rivayet ettiği hadiste de Resûlullah (s.a.);
"Üzerinden sene geçmedikçe maldan zekât yoktur" buyurmuştur. Aynı
hadisi Enes (r.a.)'den de rivayet etmiştir.[57]
1. Gümüşün
nisabı kiki yüz dirhemdir.
2. Altının
nisabı yirmi mıskaldır.
3. Hem altın
hem gümüşün zekâtı, kırkta birdir. İki yüz dirhemde beş dirhem, yirmi miskalde
de yarım miskal. Her ikisinde de cumhura göre muteber olan ağırlıklarıdır,
kıymetleri değil.
Tâvûs'a göre, altının
nisabında muteber olan, onun gümüşe göre değerlendirilmesidir. İki yüz dirhem
gümüş değerinde olan altına zekât vâcibtir, daha az değerde olanına ise, vâcib
değildir. Tâvûs'un bu görüşü, bu hadise ters düşmektedir.
4. Zekâtın
vâcib olması için malın üzerinden bir yıl geçmesi şarttır, ancak ekin ve
meyveler bundan hariçtir.
5. Altın ve
gümüşün zekâtında vaks yoktur.[58]
1574. ...Ali
(r.a.)'den; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) şöyle buyurdu:
"At ve köle
zekâtından (sizi) affettim. Binaenaleyh gümüşün zekâtını veriniz. Her kırk
dirhemden bir dirhem, yüz doksan dirhemde (zekât olarak) bir şey yoktur. İki
yüze ulaşınca onda beş dirhem (zekât) vardır."[59]
Ebû Davûd dedi ki: Bu
hadis-i şerifi -Ebû Avâne'nin dediği gibi- A'meş, Ebû İshak'tan rivayet
etmiştir. Şeybân, Ebu Muâviye ile İbrahim b. Tahmân da onun benzerini Ebû
İshak'tan, o da el-Hâris'ten, O'da Ali'den, O'da Peygamber (s.a.)'den rivayet
etmişlerdir.
NüfeylVnin hadisini
Şu'be, Süfyân ve başkaları Ebû İshak'tan, O'da Âsim'dan, O'da Ali'den Peygamber
(s.a.)'e ref etmeden (mevkuf olarak) rivayet etmişlerdir.[60]
Bu hadis, atlarla
kölelerin mutlak olarak zekâta tabi olmadığma delâlet etmektedir. Zira hem
"eî-hayl” hem de "er-rekıyk" kelimelerindeki
"el" harf-i tarifi cins içindir. Âlimlerin atlarla kölelerin zekâtı
hakkındaki görüşleri şöyledir:
1. Ticâret
malı olarak alınıp satılan at ve köleler, zekâta tâbidir. Bütün âlimler, bu
hususta ittifak etmişlerdir. Ancak Zahirîler, bu ve benzeri hadislerin zahirine
bakarak hadislerin mutlak oluşunu delil gösterip cumhura muhalefet
etmişlerdir.
2. Binek
atlarıyla hizmetçi köleler -âlimlerin ittifakı ile- zekâta tabi değildirler.
3. Bu iki
maddede geçenlerin dışında kalan at ve kölelerin zekâtının verilip
verilmeyeceği hususunda âlimler ihtilâf etmişlerdir:
Said b. el-Müseyyeb
Ömer b. Abdulaziz, Mekhûl, Atâ, Şa'bî, Hasan el-Besrî, Sevrî, Zührî, İbn Şîrîn,
Mâlik, Şafiî, Ahmed, İshâk, Zahirîler ve Hanefîlerden Ebû Yûsuf ve Muhammed'e
göre at ve kölelerde zekât yoktur: Bunların delilleri şunlardır:
a. Hz.
Ali'nin rivayet ettiği bu hadis.
b. Kütüb-i
Sitte'de tahrîc edilen Ebû Hüreyre hadisi. Resûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Müslumana kölesi
ile atı için zekât yoktur."
Tirmizî bu hadisle
ilgili şöyle demektedir: "Âlimler, Ebû Hüreyre hadisi ile amel ederek
mer'ada otlayarak beslenen atlarla hizmette kullanılan köleler için zekât
verilmeyeceği görüşündedirler. Ancak bunlar ticâret için olup üzerinden sene
geçmişse kıymetlerinden zekâtları verilir."
c. 1594
no'lu Ebû Hüreyre hadisidir. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"At ve kölede
zekât yoktur. Ancak kölede fıtr sadakası vardır."
d. Müslim'in
Ebû Hüreyre'den rivayet ettiği şu hadistir:' Resûlullah (s.a.):
"Köle için
sadaka-i fıtırdan başka zekât yoktur," buyurmuştur.
e. Zeyd b.
Sabit, İbrahim en-Nehaî, Hammâd b. Ebû Süleyman, Ebû Hanife ve Züfer'e göre
dölü alınmak için erkeği ile dişisi karışık olan saime (kırda otlayarak
beslenen) atlar zekâta tâbidir. Sahibi dilerse her at için bir dinar verir,
dilerse atlarının değerini tesbit ederek her iki yüz dirhem için beş dirhem
veya her yirmi dinar için yarım dinar verir.
Ebû Hanîfe'nin meşhur
kavline göre atların nisabı yoktur. Ondan rivayet edilen bazı kavillere göre de
nisabı üç veya beş attır.
Atların hepsi erkek veya
hepsi dişi ise, zekâtları hususunda Ebû Hanife'den iki rivayet vardır:
"Tercih edilen rivayete göre tümü erkek olan atlar, zekâta tâbi değildir.
Tümü dişi olan atlar ise, zekâta tâbidir.
Bu grubun delilleri de
şunlardır:
a. Dârekutnî
ile Beyhakî'nin Câbir'den rivayet ettikleri hadiste Resûlullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
"Sâime (kırda
otlayarak beslenen) atlarda her at için bir dinar (zekât) vardır."
Dârekutnî bunun zayıf olduğunu söylemiş, Beyhakî de "Şayet bu hadis Ebû
Yûsuf'a göre/ sahih olsaydı, ona muhalif görüş beyânında bulunmazdı"
demiştir.
b.
Dârekutnî, İbn Ebû Şeybe ve başkalarının tahrîc ettikleri Hz.Ömer hadisidir. Bu
hadiste Sa'îd b. Yezîd'in; "Babamı atlara kıymet biçerek zekâtlarını Ömer
(r.a.)'e verirken gördüm" dediği
bildirilmektedir.
c. İbn
Abdilberr'in rivayetine göre Hz. Ömer, Ya'lâ b. Umeyye'ye talimat verirken:
"Her kırk koyunda bir 'oyun alacaksın. Atlardan bir şey alma. Yalnız at
başına bir dinar al" diyerek her at için bir dinar zekât alındığını
bildirmiştir. Ancak bu ve bundan önceki delil, Hz .Ömer'in içtihadına göredir.
Bundan dolayı diğer grubun delilleri karşısında hüccet olabilecek kuvvette
değildir. Kaldı ki Hz. Ömer'in atlar için zekât almadığı da rivayet edilmiştir.
Mâlik, Zührî'den, O'da Süleyman b. Yesâr'dan şunu rivayet etmiştir: Şam halkı
Ebu Ubeyde b. el-Cerrah'a: "Atlarımızla kölelerimizden zekât al"
dediler de almadı. Sonra durumu Ömer (r.a.)'e yazıp bildirdi. Ömer (r.a.)'de
almaktan imtina etti. Daha sonraları bunun hakkında Ebu Ubeyde ile bir daha
görüştüler de o da yine Ömer (r.a.)'e yazdı. Ömer (r.a.) O'na cevap olarak
gönderdiği mektubta; "Vermeyi arzu ediyorlarsa onlardan alıp fakirlerine
dağıt, kölelerini de aç bırakma" demiştir.
Ebû Ubeyde ile Ömer
(r.a.)'ın Şam halkından at ve köleleri için zekât almaktan imtina etmelerinde
onların zekâta tâbi olmadığına apaçık bir delil vardır. Değilse, Allah'ın
alınmasını farz kıldığı şeyi almaktan nasıl olur da imtina ederlerdi?
Ayrıca şunu da
belirtelim ki Hanefî mezhebinde bu husustaki fetyâ, Ebû Yûsuf ile Muhammed'in
kavline göredir.
Gümüşün zekâtı ile
ilgili cümlede geçen ( 'z)\ ) kelimesinin aslı, -daha önce de belirttiğimiz
gibi- "verik"tir. "Verik" ise madrûb olsun olmasın gümüş
demektir. Bazıları esas itibari ile her nevi gümüşe "Verik"
denildiğini diğer bazıları da dirhem şeklinde darbedilmiş gümüşe
"verik" denildiğini, dirhem şeklinde darb edilmemiş olan gümüşe ise,
ancak mecazen "verik" denildiğini, denilebileceğim söylemişlerdir.
Gümüşün zekâtı ile ilgili bu fıkranın açıklaması, 1567 no'lu hadisin açıklamasında
geçmiştir.[61]
1. At ve
köleler, zekata tabi değildir.
2. Gümüşün
nisabı ıkı yuz dirhemdir. Ikı yuz dirhemde kırkta bir olmak üzere beş dirhem
zekât vardır.[62]
1575.
...Behz b. Hakîm'in, dedesinden rivayet ettiğine göre Resûlullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
"Kırlarda
otlayarak beslenen her kırk devede iki yaşını bitirip üç yaşına basmış bir dişi
deve (zekât) vardır. (Ortak) develerin hesabı ayrı yapılmaz. Zekâtı, kim sevap
umarak verirse." İbn el-Alâ; "karşılığında sevab umarak” diye söyledi:
"O'na sevabı vardır. Kim de onu vermezse Azîz ve celîl olan Rabbimizin
haklarından bir hak olarak onu ve malının yarısını muhakkak alırız. Muhammed
(s.a.) soyuna ondan bir şey yoktur."[63]
Hadisin cümlesini
cumhur, develerin sayısının yüz yirmiyi geçmesi haline, Hanefîler de yüz elliden
sonrasına hamletmişlerdir. Binaenaleyh bu hüküm, iki yaşım bitirip üç yaşına
basmış bir dişi devenin, otuz altıdan kırk beş deveye kadar olan develer için
zekât olarak verilmesi hükmüne munâfi değildir.
cümlesinden maksat
şudur: İki halît (ortaklan biri develerini -zekât vermemek için- diğerinin
develerinden ayırmasın. deki zamir kelimesine râcidir. kelimesinden murad,
zekâtı vacib olan deve sayısıdır. Böylece cümlenin manası "zekâtı vacip
olan develer zekât vermemek için birbirinden ayrılmasın" olur. Şöyle ki
iki halîtten birinin üç devesi diğerinin de iki devesi varsa,. toplam beş
deveye bir koyun zekât lâzım gelir. Şayet iki halit develerini birbirinden
ayıracak olurlarsa, hiçbirine zekât olarak hiçbir şey lâzım gelmeyecektir.
Halît ve hılta ile ilgili malumat 1567 no'lu hadisin açıklama bölümünde
verilmiştir.
cümlesine gelince,
mânâsı şudur: "Zekâtı kim vermezse ondan hem o zekât miktarı hem de
zekâtı vermediği için ona ceza olarak malının yarısını alırız."
Zekâtı vermeyene
zekâtın alınmasından başka, ona bir cezanın tatbik edilip edilmeyeceği
hususunda âlimler ihtilâf etmişlerdir:
A. Ahmed, İshak ve
kavl-i kadiminde Şafiî'ye göre, ayrıca ceza tatbik edilir. Delilleri
şunlardır:
1. Bu hadis,
2. Ebû Davud'un
Kitâbü'l-Cihâd'da tahrîc ettiği Ömer (r.a.) hadisidir. Peygamber (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
"Kişinin
hıyanetini gördüğünüzde onun mallarını yakınız."
3. Ebû Dâvûd
Hâkim ve Beyhakî'nin tahrîc ettikleri Amr b. el-âs hadisinde Peygamber (s.a.), Ebû
Bekir ve Ömer (r.a.)'nin hiyânet edenin malını yaktıkları ve onu dövdükleri
bildirilmiştir.
B. Cumhura, göre ise,
zekât vermeyene malî ceza vermek caiz değildir. Ondan ancak vâcib olan zekât
miktarı alınır. Cumhur, birinci grubun delillerine teker teker cevap vermiş ve
reddetmiştir. İmam Şafiî, "Behz, hüccet değildir, hadis âlimleri, bu
hadisin sabit olmadığı görüşündedirler. Şayet sabit olsaydı, ona göre
hükmederdik" demiş ve bu hadisin sahih olmadığına işaret etmiştir.
Bazıları bu hadisin
mensûh olduğunu söylemişse de, İbn Hacer ile Nevevî bu hadisin tarihi
bilinmediğinden bu iddiayı reddetmişlerdir
Cumhur, diğer
hadislerin de senetlerinde bulunan bazı kişilerden dolayı veya bundan başka
illetler sebebiyle delil olamayacaklarını söylemiş ve birinci grubun
delillerini reddetmişlerdir.
sözüyle Peygamber
(s.a.) zekâtın Allah haklarından bir hak olduğunu ve kendi soyundan olanlara
verilmeyeceğini bildirmiştir.[64]
1. Belirli
sayıya ulaşmış otlayan develerde zekât miktarları Hz. Peygamber tarafından
belirtilmiştir.
2. İki halit
az zekât vermek veya hiç zekât vermemek için develerini ayırmaktan
nehyedilmişlerdir.
3. Hadis
zekâtın sırf Allah rızasını kazanmak için verilmesine teşvik etmektedir.
4. Mal sahibi
malının zekâtını vermediği zaman, halife o zekâtı ondan -zorla da olsa-
alabilir.
5. Zekâtı
teslîm alma yetkisi halife ve onun nâibinindir. Ebû Hanife ile arkadaşları,
Mâlik ve Şafiî bu görüştedirler.
6. Halifenin
malî ceza vermesi caizdir. Bununla ilgili ihtilâf açıklama bölümünde geçti.
7. Peygamber
(s.a.)'in soyundan olanların zekât almaları caiz değildir.[65]
1576. ...Ebû
Vâil, Müâz'dan rivayet ettiğine göre, Peygamber (s.a.) Onu Yemen'e (vali
olarak) göndereceği zaman, "her otuz sığırdan bir yaşını bitirip iki
yaşına basmış bîr erkek veya dişi sığır, her kırk sığırdan da iki yaşım bitirip
üç yaşına basmış bir dişi sığır ve her baliğ yani bulûğ çağına erenden bir
dinar veya onun değerinde Me'âfir (elbisesi) almasını" emretmiştir.[66]
(Me'afir) Yemen'de
bulunan bir elbisedir.[67]
Sığırın zekâtı ile
ilgili hükümler 1572 no'lu hadisin açıklama bölümünde geçti.
"Bülûğ çağına
eren kişi"den maksat, ehl-i zimmetten bulûğ çağına eren erkektir.
Bu hadiste her zimmî
erkekten cizye olarak bir dinar veya onun değerinde meâfir denen Yemen
elbisesi alınacağı bildirilmektedir. Bundan da cizyenin yalnız zimmî
erkeklerden alınacağı anlaşılmaktadır. Ancak bunun hadiste açıktan açığa
zikredilmeme si, bilindiği içindir. Bu konuyla ilgili ayrıntılı bilgi cizye bölümünde
verilecektir.
Me'âfir, Yemen'deki
bir yerin adıdır. Oranın elbiseleri bu isimle anılır. Tirmizî, "bu hadis,
hasendir" demiştir.[68]
1. Sığırın
nisabı, otuzdur. Binaenaleyh otuzdan az sığıra zekat vacıb değildir.Cumhurun görüşü
de budur. Said b. el-Müseyyeb ile ez-Zührî, sığır zekâtını deve zekâtına kıyas
ederek her beş sığırda bir koyun zekât vâcib olduğunu söylemişlerse de bu görüş
reddedilmiştir. Çünkü hakkında nass olan meselede kıyas geçerli değildir.
Nitekim Nesâî'nin tahrîc ettiği Muaz hadisinde Muâz (r.a.): "Re-sûlullah
(s.a.) beni Yemen'e göndereceği zaman otuza varmadıkça sığırdan (zekât olarak)
bir şey almamamı emretti" demiştir.
2. Cizye,
yalnız bülûg çağma eren erkekten bir dinar veya onun değeri olarak alınır.[69]
1577. ...
Mesrûk, Mu'âz'dan, O'da Peygamber (s.a.)'den (bir önceki hadisin) benzerini
rivayet etmiştir.[70]
1578.
...Mesrûk'un Muâz b. Cebel'den rivayet ettiğine göre, "Peygamber (s.a.)
O'nu Yemen'e gönderdi..." deyip (daha önce geçen hadisin) benzerini
zikretti. (Râvî, Süfyân) Ne "Yemen'deki elbiselerine de "yani bulûğ
çağına eren" sözünü zikretmedi.
Ebû Dâvûd dedi ki:
"Bu hadisi Cerir, Ya'lâ, Ma'mer, Şu'be, Ebû Avâne ve Yahya b. Saîd,
A'meş'ten, O'da Ebû Vâil'den, O'da Mesrûk'tan; Ya'lâ ve Ma'mer Muâz'dan"
diyerek benzerini rivayet etmişlerdir.[71]
Ebû Dâvûd, hadisin bu
rivayetini, Muâz'ın hadisini Ebû Vâil doğrudan doğruya Muâz'dan rivayet ettiği
gibi onu
Mesrûk'tan da rivayet
ettiğini bildirmek için zikretmiştir. Anlaşılan Ebû Vâil bu hadisi ikisinden de
duymuştur.
cümlesinden murad, Ebû
Vâü'in Muâz'dan rivayet ettiği 1576 no'lu hadisin benzerini zikretti, demektir.
Tirmizî, bu hadisin
hasen olduğunu söylemiştir.
Hadisin râvîlerinden
Ya'lâ ile Ma'mer hariç, diğerleri hadisi A'meş'ten miirsel olarak rivayet
etmişlerdir. Ya'lâ ile Ma'mer ise onu A'meş'ten, Muâz'ı zikrederek muttasıl
olarak rivayet etmişlerdir. Ya'lâ'nın rivayetini Nesâî, Ma'mer'in rivayetini de
Dârekutnî tahrîc etmiştir. Hâsılı bu hadis, A'meş'ten çeşitli tarîklerden
muttasıl ve miirsel olarak rivayet edilmiştir. Tirmizî miirsel olan rivayetin,
sahih olduğunu söylemiştir.[72]
1579.
...Meysere, Ebû Salih'ten, O'da Süveyd b. Gâfele'den rivayet ettiğine göre,
Süveyd (ya) "ben gittim" dedi ya da şöyle söyledi: "Bana
Peygamber (s.a.)'in zekât memuruyla giden bir kişi haber verdi. Resûlullah
(s.a.)'in (zekât) mektubunda şu vardı.
"Süt emen (veya
sütlü) hayvanı alma, ayrı olan (mallar)ı bir araya toplama, toplu olanı da
birbirinden ayırma"
Davar, subaşına
geldiği zaman zekât memuru da gelir ve (sahiplerine): "Mallarınızın
zekâtlarını ödeyin" derdi. (Süveyd veya zekât memuruyla giden kişi söze
devam ederek) dedi ki: "Onlardan biri Kevmâ' olan bir dişi deveyi vermek
istedi.
Hilâl b. Habbâb
(Meysere'ye) dedi ki:
Ey Ebâ Salih! Kevmâ
nedir? dedim. O'da.
Hörgücü büyük olan
(deve)dir, dedi. Zekât memuru onu kabul etmedi. Mal sahibi:
Develerimin iyisini
almanı arzuluyorum, dedi. Zekât memuru onu da kabul etmedi. Mal sahibi
(değerce) ondan düşük olan bir diğer deveyi onun için yularladı (ve öne sürdü),
onu da kabul etmedi. Sonra (değerce) ondan daha düşük olan bir diğerini yularladı
da onu kabul etti ve şöyle dedi:
Ben bunu alıyorum. Ama
yine de Resûlullah (s.a.)'in, "Gittin
de adamın en
iyi devesini aldın"
deyip bana kızmasından korkarım.[73]
Ebû Dâvûd dedi ki:
Bunun benzerini Huşeym, Hilal b. Hab-bâb'tan rivayet etmiştir. Ancak şu var ki
("ayırma" kelimesi yerine) "ayırmasın" demiştir.[74]
Bu hadisi Süveyd b.
Gâfele'den rivayet eden Meysere (Ebû Salih) şübhe etmiştir: "Acaba Süveyd:
"Zekat memuruyla gittim"mi dedi, yoksa "zekât memuruyla giden
biri"mi dedi." Ancak diğer rivayetlerden de anlaşıldığına göre
birinci ihtimâl daha kuvet-lidir. Yani zekât memuruyla giden kişi Süveyd'in
kendisidir.
cümlesindeki
"and" kelimesi, mektup manasında kullanılmıştır. Nitekim bundan
sonraki hadis de bunu te'yid etmektedir.
sözü üç türlü
yorumlanmıştır:
Birinci yoruma göre
ondan maksat "süt emen hayvan"dır. Buna göre cümlenin mânâsı şudur:
"Süt emen yavru hayvan alma" Peygamber (s.a.) onu yavru hayvanları
almaktan nehyetmiştir. Zira fakirlerin hakkı, yavru olanında değil, orta halli
olanındadır.
İkinci yoruma göre
ise, ondan murad, "süt emziren hayvan"dır. Bu yoruma göre muzaf,
hazfedilmiştir. Takdiri şöyledir: Bundan da asıl maksat, sütlü hayvandır. Buna
göre cümlenin mânâsı şöyledir: "Sütlü hayvan alma" Çünkü sütlü
hayvanlar malların iyisi sayılırdı. Her iki yoruma göre de harf-i
cerri'zaiddir.
Üçüncü yoruma göre:
cümlesinden murad, hayvanların yavruları için zekât alma. Yani hayvanların
yavrularını nisaba katma. Bu yoruma göre bu hadis, Ebû Hanife ile Muhammed'e
müstakil olan deve, davar ve sığır yavrularında zekâtın vâcib olmadığına hüccet
olmaktadır.
Âlimler, deve
yavruları, buzağılar ve kuzularda zekâtın vâcib olup olmadığı hususunda ihtilaf
etmişledir.
Sevrî, Şa'bî, Dâvûd,
Ebû Süleyman, Muhammed ve Ebû Hanife'ye göre zikredilen yavrulara zekât vâcib
değildir. Aslında bu konuda Ebû Hanife'den üç kavil rivayet edilmiştir:
İlk içtihadına göre:
Bu hayvanlarda -yaşlılarında olduğu gibi- bir koyun vâcibtir. Ebû Sevr, Mâlik
ve Züfer bu görüştedirler.
İkinci içtihadına göre
bu yavrulardan bir tanesini vermek vâcibtir. İshâk, Yâkûb, Evzaî, Ebû Yûsuf ve
kavl-i cedidinde Şafiî, bu görüştedirler. Üçüncü içtihadına göre: Bu yavrularda
zekât vâcib değildir. Bu onun son görüşüdür. İmam Muhammed'in de görüşü budur.
Bu ictihadlar Hidâye
şerhi İnâye'de şöyle anlatılmaktadır: "Tahâvî, Ebu Hanife'nin bu
ictihadlannı şöyle nakleder: Ebû Yusuf'dan rivayet edildiğine göre şöyle
demiştir: Bir gün Ebû Hanife'nin huzuruna girdim ve O'na:
Kırk kuzusu olan kişi
hakkınâa nedersin? diye sordum O'da:
Yaşını doldurmuş bir
koyun verir, diye cevap verdi. Ben:
Çok kere bir koyun,
kuzuların çoğu veya tümünün değerine eşittir
diyerek, O'nun ne
diyeceğini bekledim. O'da bir süre düşündükten sonra:
Hayır, bir koyun değil
de kuzulardan birini verecektir, dedi. O zaman ben:
Kuzu zekât olarak
verilir mi? diye sordum. Yine biraz düşündükten sonra:
Hayır verilmez. O
halde onlarda zekât vâcib değildir, diyerek son görüşünü beyân etti."
Âlimler, bir mecliste
bir mesele hakkında üç değişik görüş beyânında bulunan Ebu Hanife'nin bu
ictihad değişikliğim O'nun menkıbelerinden
saymıştır.
Hanefî mezhebinde
muteber olan kavi, aynı zamanda İmam Muhammed'in de görüşü olan bu son
görüştür.
Hanefîlerin fıkıh
kitaplarından Hidâye ve Şerhlerinde Ebû Hanîfe'den rivayet edilen bu üç görüşün
aynı zamanda tevcihi de yapılmıştır. Daha fazla malumat edinmek isteyen mezkûr
kitaplara müracaat etsin. Ancak şunu da belirtelim ki, Hanefî fıkıh kitaplarının
çoğunda bu ihtilâfların, bu üç nevi hayvan yavrularının müstakil olmaları
hâline mahsûs olduğu bildirilmiştir. Şöyle denilmektedir: "Hanefî
mezhebinin imamları arasında deve yavruları, buzağılar ve kuzuların zekâtı
hakkındaki ihtilâf, bu yavruların arasında büyüklerinin bulunmaması hâline
mahsustur. Eğer bulunursa, meselâ otuz dokuz kuzunun arasında bir koyun
bulunursa, o zaman hepsinde zekât vâcib olur. Bu bir koyuna tebean otuz dokuzu
zekâta tâbi olur. Zekât olarak da o tek koyun verilir."
Âlimler arasında
ihtilaflı olan bu meselenin iki tasavvuru yapılmıştır:
1. Bir kimse
yirmi beş deve yavrusu (ya da otuz buzağı yahut da kırk kuzu) satın alsa (ya da
bunlar ona hibe edilse) bunların zekât senesi onlara mâlik olduğu günden
itibaren mi başlar, yoksa zekâtları verilecek bir çağa varmalarından itibaren
mi başlar?
Ebû Hanîfe ile
Muhammed'e göre bunların zekât senesi büyüyüp yavruluk çağını geçirdikten sonra
yani zekâtları verilecek çağa vardıkları andan itibaren başlar. Diğer âlimlere
göre ise, zekât seneleri onlara mâlik olduğu andan itibaren başlar, zekât
seneleri dolunca zekâtları verilir.
2. Bir
kimsenin yirmi beş devesi olup da bunlara mâlik olduğu zamandan altı ay sonra
her biri bir yavru doğurup yirmi beş deve yavrusu meydana gelse, zekât senesi
dolmadan o yirmi beş deve ölüp yalnız o yirmi beş deve yavrusu kalsa, bu
yavrular analarının zekât senesine tabi olarak doğduklarının altıncı ayında mı
zekâta tabi olurlar, yoksa kendi zekât senelerini tamamlayınca mı zekâta tâbi
olurlar?
Ebû Hanife ile
Muhammed'e göre analarının zekât senesi değil de kendilerinin zekât seneleri
tamamlanınca zekâta tâbi olurlar. O yirmi beş devenin tamamı ölmeyip de meselâ
onlardan bir tane bile kalsa, yirmi beş yavru o kalan bir deveye tebean zekâta
tabi olur. Diğer âlimlere göre ise, analarının zekât senesi tamamlanınca zekata
tâbi olurlar.
Zekât memurunun su
basma gitmesi zekâtı orada daha kolay toplayabileceği içindir.
Bu hadisin benzerini
Huşeym, Hilâl b. Habbâb'tan rivayet etmiştir. Ancak Hüşeym yaptığı rivayette
gaib sigasiyle demiştir. Halbuki Ebû Avâne rivayetinde yani açıklamaya
çalıştığımız 1579 no'Iu hadisin rivayetinde bu kelime hitab sıygasiyle diye
gççmektedir. Ebû Avâne rivayetine göre hitâb ve nehy, zekât memurunadır. Hüşeym
rivayetine göre ise mallan toplama veya ayırmada nehy, mal sahibinedir.[75]
1. Bu hadis
zekâtta deve yavruları, buzağılar ve kuzuların alınmayacağına veya zekata tabı
olmadıklarına delâlet etmektedir.
2. Zekât
olarak hayvanların iyisi değil de orta halli olanları alınır.
3. Bu
hadiste 1567 no'lu hadisin açıklamasında geçtiği gibi zekât artar veya eksilir
korkusuyla zekâtları ayrı hesaplanması gereken malları bir araya toplayıp
hesaplamak veya toplu olanları ayrı hesaplamak nehyedilmiştir.[76]
1580. ...Süveyd
b. öafele'den; demiştir ki: Peygamber (s.a.)'in zekât memuru bize geldi, onun
elini tuttum (onunla tokalaştım) ve onun (zekât) mektubunda şunu okudum:
"Zekât (artar veya eksilir) korkusuyla ayrı olan (mallar) biraraya
toplatılmaz, toplu olan (mal) da ayırılmaz" (Ama Râvi Ebû Leylâ el-Kindî)
"Süt emen (veya sütlü) hayvan" sözünü zikretmedi.[77]
kelimesi, bir önceki
hadiste olduğu gibi mektup mânâsında
kullanılmıştır.Nitekim bu kelime Dârekutnî rivayetinde açıkça "kitap:
Mektup" diye zikredilmiştir.
"Zekât (artar
veya eksilir) korkusuyla -ayrı olan (mallar) bir araya toplatılmaz, toplu olan
(mal) da ayrılmaz" fıkrasıyle ilgili malumat 1567 no'lu hadisin
açıklamasında verilmiştir.
Bu hadisi Süveyd b.
öafele'den rivayet eden Ebû Leylâ el-Kindî, bir önceki hadiste geçen "süt
emen (veya sütlü) hayvan alma" sözünü zikretmemiştir.[78]
1581.
...Müslim b. Sefine el-Yeşkurî'den... (Ebû Davud'un hocası) el-Hasen dedi ki:
"Râvh ise (Müslim b. Sefine yerine) Müslim b. Şu'be, diyor." dedi ki:
Nâfi'b. Alkame, babamı
kavminin reisliğine tayin etti de onların zekâtlarını toplamasını emretti.
Bunun üzerine babam beni onlardan bir gruba gön4erdi. Ben de Sa'r denen bir
ihtiyara geldim:
Babam beni sana
zekâtını almam için gönderdi dedim. O'da:
Yeğenim, (hangisini)
nasıl alıyorsunuz? dedi. Ben:
Koyunların memelerini
araştırıp yokladıktan sonra iyisini seçer alırız, dedim. O'da:
Yeğenim! Sana
anlatayım! Ben Resûlullah (s.a.) zamanında şu vadilerden bir vadide
koyunlarımın başında idim. Deve üzerinde iki adam geldi ve bana:
Koyunlarının zekâtını
ödemen için biz Resûlullah (s.a.)'in sana (gönderilmiş) elçileriyiz, dediler.
Ne vermem gerekir?
dedim.
Bir koyun, dediler.
Bunun üzerine, iyi süt ve yağ dolu olduğunu bildiğim bir koyuna yöneldim ve hemen
onu (tutup) onlara getirdim.
Bu kuzusu olan bir
koyundur. Halbuki Resûlullah (s.a.) kuzusu olan koyunu almamızı yasakladı,
dediler.
Peki nasıl-birşey
alırsınız? dedim.
Takriben bir yaşındaki
dişi oğlak veya bir yaşını bitirip iki yaşına basmış davar, dediler. Ben de
Mu'tât bir dişi oğlağa yönelip -Mu'tât : Doğurma çağı geldiği halde doğurmayan
hayvandır-onu (tutarak) kendilerine getirdim.
Ver dediler ve onu
(alıp) yanlarına devenin üzerine koydular. Sonra da gittiler.[79]
Ebû Dâvûd dedi ki: Bu
hadisi Ebû Âsim, Zekeriyyâ'dan rivayet etti ve Ravh'ın dediği gibi o da
"Müslim b. Şu'be" dedi.[80]
Hasan b. Ali, bu
hadisi iki hocasından duymuştur. Biri Veki, b. el-Cerrâh diğerJ de Ravh b yjbâde'dir.
Vekf den olan rivayetinde Müslim b. Sefine diye zikrettiği Ravîyi
Ravh'tan olan rivayetinde Müslim b. Şu'be diye zikretmiştir. Doğrusu da
ikincisidir. Ah-med, b. Hanbel'in dediği gibi bu hata Veki'den meydana
gelmiştir, Dare-kutnî: "Bu vehim, Vekî' tarafından meydana gelmiştir.
Doğrusu Müslim b. Şu'be'dir." Nesâî, de: "Vekî'e" İbn Sefine
sözünde tabi olan bir kimse duymadım" demektedir. Buhârî "Veki',
"Müslim b. Sefine" demiştir ki, bu sahih değildir" der. Nitekim
Ebû Dâvûd da Vekî'nin Müslim b. Sefine sözünün hatalı olduğuna işaret etmek
için bu hadisi birkaç tarikten Müslim b. Şu'be diye rivayet etmiş.
cümlesinde geçen
"şâfi" kelimesinin mânâsı; kuzusu olan koyundur. Bir başka görüşe
göre kuzusu olan gebe koyundur.
sözünden murad cezae
(bir yaşını doldurmuş veya doldurmak üzere) olan bir anâk (dişi oğlak)tır.
Nihâye adlı eserde: "Ceza'a vasfı deve için kullanıldığında ondan dört
yaşını bitirip beş yaşına basmış dişi deve kast edilir. Sığır ve keçi için
kullanıldığında bir yaşını bitirip iki yaşına basmış olan dişi sığır ve keçi,
koyun için kullanıldığında da bir yaşını doldurmuş veya doldurmak üzere olan
koyun kast edilir" denilmektedir. Ceza'anın erkeğine cez' denir.
kelimesi, kelimesine
matuftur. Bu kelime davar için kullanıldığında ondan bir yaşını bitirip iki
yaşına basmış olan koyun veya keçi; sığır veya manda için kullanıldığında, iki
yaşını bitirip üç yaşına basmış olanı; deve için kullanıldığında da beş yaşım
bitirip altı yaşına basmış olanı kast edilmektedir. İmam Ebû Hanife ve imam
Ahmed bu görüştedirler. İmam Mâlik de sığır ve manda hariç, onlarla ittifak
halindedir. O'na göre sığır ve mandadan olan seniy, üç yaşım bitirip dört yaşına
basmış olanıdır. İmam Şafiî koyun ve keçi dışında, İmam Ebû Hanife ile İmam
Ahmed'in görüşündedir. O'na göre koyun ve keçiden olan seniy, sığırda olduğu
gibi iki yaşını bitirip üç yaşına basmış olanıdır. Anlaşıldığına göre bu
kelimenin sözlük anlamı ihtilaflı olduğundan âlimler de belirli bir yaş
üzerinde ittifak edememiş, ihtilâf etmişlerdir.
cümlesinin iki mânâya
ihtimâli vardır:
a. Mu'tât: Doğurma
çağı geldiği halde doğurmayan hayvandır.
b. Mu'tat:
Gebelik çağı geldiği halde gebe olmayandır. Nihâye'de şöyle denilmektedir:
"Mu'tât olan koyun veya keçi, semiz
ve fazla yağlı
oluşundan dolayı gebe olmayandır." Hadiste geçen "doğurma" sözü
hamile kalma manasında kullanılmıştır. Anlaşılan bu hadiste geçen
"doğurma" sözü mecâz-ı mürsel olarak gebe olma manasında
kullanılmıştır.
Sa'r (b. Deysem)
adındaki yaşlı zâtın, bu olayı anlatmaktan gayesi, iyi halli olan hayvanların
zekât olarak verilmesinin vâcib olmadığını bildirmektir.[81]
1582. ...Bize
Muhammed b. Yûnus en-Nesaî rivayet etti (dedi ki:) Bize Ravh rivayet etti (dedi
ki:) Bize Zekeriyya b. İshak, bu hadisi aynı senetle ''Müslim b. Şu'be"
diye nakletti ve; "Şâfi', karnında yavrusu olan (hayvan) dır." dedi.
Ebu Dâvûd dedi ki:
"Humus'ta Amr b. el-Hâris el-Himsî ailesinin yanındaki Abdullah b.
Salim'in -Zübeydî'den rivayet ettiği-mektubunda şöyle dediğini okudum:
Bana Yahya b. Câbir,
Cübeyr b.Nüfeyr'den naklen rivayet etti. O'da "Kays Gâdırâs-ı"
kabilesinden olan Abdullah b. Muâviye el-Gâdırı'den şöyle dediğini rivayet
etmiştir. Peygamber (s.a.):
"Üç şey var ki
onları yapan kimse, imanın tadını (lezzetini) tadmış (almış) olur. Kişinin tek
olan Allah'a kulluk edip de O'ndan başka ilâh olmadığına inanması, gönül hoşnutluğuyla
malının zekâtım seve seve her sene vermesi, ne yaşlı, ne uyuzlu, ne hasta ve
ne de âdî olan (hayvanı zekât olarak) vermemesidir. (Zekâtınızı) mallarınızın
orta hallisinden (verin). Zira Allah, sizden malınızın iyisini istememiş ve
âdisini de (vermenizi) emretmemiştir."[82]
Bu hadisi Ravh'tan iki
kişi rivayet etmiştir:
Biri, Hasan b. Ali;
diğeri Muhammed b. Yunus en-Nesâî'dir. Ebû Dâvûd birinci rivayete bir önceki
hadiste işaret etti. İkinci rivayeti de burada zikretti. Görüldüğü gibi
Vekî'den olan rivayetteki, "Müslim b. Sefine" sözü her iki tarîkle
Ravh'dan rivayet edilen rivayette Müslim b. Şu'be diye geçmektedir. Ebû
Davud'un bunu değişik tariklerle vermesinin sebebi onun Müslim b. Sefine
değil, de Müslim b. Şu'be olma ihtimalinin daha kuvvetli olduğunu beyan
etmektir.
Zekeriyya b. İshâk,
bir önceki hadisi aynı senetle yani Amr b.Ebî Süfyân'dan rivayet etmiştir.
Hadîsin bu rivayetinde ayrıca "şâfi gebe olan hayvandır" diye bir
cümle geçmektedir.
Ebû Davud'un okuduğu
mektuba gelince, onu Abdullah b. Sâlim'in bizzat kendisinden duymadığı çin
muallaktır. O mektupta Abdullah b. Salim şöyle demiştir: "Bana Yahya, b.
Câbir, Cübeyr b. Nüfeyr'den naklen rivayet etti". Ebû Dâvûd bunu böyle
zikrederken îbn Hacer el-Askalanî de el-İsabe fi temyizi's-Sahâbe adlı eserinin
Abdullah b. Muâviye el-Gâdırî ile ilgili bölümünde onun "Yahya b. Câbir,
Abdurrahman b. Cübeyr b. Nüfeyr'den o da babasından, o da Abdullah b. Muâviye
el-Gâdirî'den rivayet etti" şeklinde olduğunu söyler ve Dârekutnî ile Buhâri'nin
("Ta-rih"inde) bunu böyle tahrîc ettiklerini zikreder. Bundan
anlaşıldığına gör Ebû Davud'un zikrettiği senette inkitâ' vardır. Zira ondan
Yahya b. Câ-bir'in hocası Abdurrahman b. Cübeyr düşmüştür.
"Gâdıratü
Kays" bir kabilenin ismidir. Abdullah b. Muâviye el-Gâdirî'nin rivayet
ettiği hadiste Resûlullah (s.a.)'in buyurmuş olduğu üç özellik şunlardır:
1. Tek olan
Allah'a ibâdet edip ona hiçbir şeyi ortak koşmamak ve Allah'dan başka ilâh
olmadığına inanmak.
Bu kısımda geçen sözü
mahzuf bir fiilin mefûludur. Bir önceki cümleyi te'kid etmek için
getirilmiştir.
2. Gönül
hoşnutluğu ve ihlâsla malın zekâtım seve seve her sene vermek.
3. Malın
yaşlı, uyuz, hasta ve âdisini zekât olarak vermemek. Hadisin bu bölümünde geçen
kelimesi yaşlı kelimesi uyuz; kelimesi hasta sözü de âdi veya yavru hayvanlar
mânâsında kullanılmıştır. Bu kelimelerde özelden genele doğru bir sıralama
vardır.
Bu hadis ihlâslı bir
şekilde ibâdet etmeye teşvik ettiği gibi gönül hoş-nutluğuyla zekâtı seve seve
vermeye de teşvik etmektedir. Ayrıca zekât olarak malın iyi veya kötüsü değil
de orta hallisinin alınacağına delâlet etmektedir.
Abdullah b. Muâviye
el-Gâdırî hadisini ayrıca Taberânî, Bezzâr ve Beğavî tahrîc etmişlerdir.[83]
1583.
...Übey b. Ka'b (r.a.)dan; demiştir ki:
Resûlullah (s.a.) beni
zekât memuru olarak gönderdi de (develeri olan) bir adama uğradım. Malını
benim için biraraya toplayınca o malda ona ancak bir yaşım bitirip iki yaşına
basmış bir dişi deve (zekât vâcib) olduğu kanaatine vardım. Bunun üzerine ona:
(Zekât olarak) bir
yaşını bitirip iki yaşına basmış bir dişi deve ver, dedim.
Onun ne sütü var ne de
(taşımaya elverişli olan bir) sırtı.
Ama bu genç biri ve
semiz bir dişi devedir. Binaenaleyh bunu al, dedi. Ona:
Emr olunmadığım şeyi
almam. İşte Resûlullah (s.a.) yakınında. Ona gidip bana takdim ettiğini O'na
takdim etmeyi arzu edersen bunu yap! Eğer O, senden bunu kabul ederse, ben de
ederim. Şayet kabul etmezse, ben de kabul etmem, dedim.
Tamam, yaparım dedi.
Hemen bana takdim ettiği deveyi getirdi ve benimle beraber çıkıp Resûlullah
(s.a.)'a geldik. O'na:
Ey Allah'ın Peygamberi
Malımın zekâtını benden almak için bana (şu) elçin geldi. -Allah'a yemin ederim
ki, daha önce ne Resûlullah (s.a.) ne de onun elçisi benim malımın arasında
bulunmadı (malımı görmedi)- Malımı onun için bir araya topladım da onda benim
üzerime (vâcib) olan şeyin, bir yaşını bitirip iki yaşına basmış bir dişi deve
olduğunu söyledi. Halbuki onun ne sütü var ne de (taşımaya elverişli olan bir)
sırtı. Alması için ona iri ve genç bir dişi deveyi takdim ettim de bende.n
almadı. İşte o (takdim ettiğim deve) budur. O'nu sana getirdim ya Resûlullah
(buyurun) al, dedi. Resûlullah (s.a.) O'na:
"Sana (vâcib)
olan odur. Ama (ondan daha) iyisini tatavvu olarak verirsen, Allah sana onun
sevabını verir. Biz de onu senden kabul ederiz," buyurdu. O'da:
İşte o, budur ya
Resûlullah! Onu sana getirdim (buyrun) al, dedi. Bunun üzerine Resûlullah
(s.a.) de onun teslim alınmasını emretti ve o adama malının bereketi
(çoğalması) için duâ etti.[84]
cümlesinde anlatılmak
istenen şudur: Zekât olarak vermen gereken deve, zekât memurunun senden
istediği bir yaşını bitirip iki yaşına basmış dişi devedir. Ama sevab almak
için ondan daha iyisini vermek istersen Allah sana onun sevabını verir. Bu
hadis mal sahibinin rızasıyla zekât olarak verilmesi gereken miktardan daha
fazlasının alınabileceğine delildir. Bu konuda âlimle rarasın-da ihtilâf
yoktur. Bu hadis ayrıca iyi işler yapan kimselere duâ etmeye de teşvik
etmektedir.[85]
1584. ...îbn
Abbâs (r.a.)'dan rivayet edildiğine göre, Resûlullah (s.a.) Muâz'ı Yemen'e
gönderirken ona şöyle buyurdu:
"Şüphesiz sen,
ehl-i kitap olan bir kavme gidiyorsun. Onları Allah'tan başka ilâh olmadığına
ve benim de Allah'ın Resulü olduğuma şehâdet etmeye davet et. Eğer onlar bunda
sana itaat ederlerse, Allah'ın onlara her gün ve gecede beş vakit namaz farz
kıldığını kendilerine bildir. Eğer onlar bunda da sana itaat ederlerse, Allah'ın
onlara mallarında zenginlerinden alınıp da fakirlerine verilen zekâtı farz
kıldığını kendilerine bildir. Şayet onlar bunda da sana itaat ederlerse,
mallarının iyilerini almaktan sakın. Mazlumun bedduasından da korun. Çünkü
onunla Allah arasında hiçbir perde yoktur.[86]
Sahih-i Buhârî'nin
"kitabû'l-Meğâzî" bölümünde belirtildiğine göre Peygamber (s.a.)
Muâz'ı Yemen'e hicretin 10. yılı Veda Haccından önce göndermişti. Vâkıdî'nin
zikrettiğine göre ise, hicretin 9. yılı Tebûk Seferi dönüşü göndermişti.
Hicretin 8. yılı olan Mekke'nin Fethi senesinde gönderdiği de söylenmiştir. Bu
konu ihtilaflı olduğu gibi Muâz'ın Yemen'e vali olarak mı, yoksa kadı olarak mı
gönderildiği konusu da ihtilaflıdır. Askerî, Kitâbü's-Sahâbe'de vali olarak gönderildiğini
söylerken Ibn Abdilber de el-İstî'ab adlı eserinde o'nun kadı olarak gönderildiğini
ve Yemen'deki zekât memurlarının topladıkları zekâtları teslim almakla
görevlendirildiğini söylemektedir. Aslında İslâm'ın ilk zamanlarında yönetim,
diyanet, mâliye ve adliye ile ilgili işlerin hepsi vâlîler tarafından
yürütülüyordu. Bu sebeple O'nun her iki görevi yürütmek üzere gönderilmiş
olması da mümkündür. Resûlullah (s.a.) Yemen'i beş bölgeye ayırmış ve her
bölgeye bir sahâbî tayin etmişti. San'a bölgesine Hâlid b. Saîd; Kinde
bölgesine Muhacir b. Ebî Umeyye; Hadramevt bölgesine Ziyâd b .Lebîd; Cendel
bölgesine Muâz, Zebîd -Aden- bölgesine de Ebu Musa el-Eş'arî'yi göndermişti.
Tirmizî'nin tahrîc ettiği bir hadiste Resûlullah (s.a.) Muâz'ı Yemen'e
gönderirken kendisine şu soruları sorduğu bildirilmiştir. Resûlullah (s.a.):
"Yemende ne ile hükmedeceksin ya Muaz?" Muâz
(r.a.):
Allah'ın kitabı ile...
"Kitab'da
bulamazsan ne yapacaksın!" Muâz (r.a.):
Resûlullah'ın sünneti
ile hükmederim, diye cevap verdi. "Ya sünnette de bulamazsan?"
Kendi re'yimle ictihad
ederim, cevabım vermiştir. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.):
"Resulünün
elçisini Resulünün hoşum! olduğu şeye muvaffak eden Allah'a hamd olsun"
buyurdu.
Resûlullah (s.a.)
Muâz'ı gönderirken O'na ehl-i kitaptan (kendilerine Allah tarafından Peygamber
gönderilip kitap indirilen gayr-i müslim) olan bir kavme gideceğini belirtmesi,
kendisine yapacağı tavsiyeyi dikkatle dinleyip ona önem vermesini sağlamak
içindir. Zira ehl-i kitabın kültür seviyesi puta tapanlarınki gibi düşük
değildi. Bu nedenle onlarla kültür seviyelerine göre görüşüp konuşması
gerekiyordu. Belki de Resulullah (s.a.)'in ona yalnız ehl-i kitabı zikretmesi
bu durumlarından dolayıdır. Değilse, Yemen halkı yalnız ehl-i kitaptan ibaret
değildi. Nitekim Tıybî: "Yemenlilerin arasında ehl-i kitap olduğu gibi
müşriklerde vardı" demektedir. Bununla beraber orada Yahudiler çoğunlukta
olduğu içîn yalnız onların zikredilmesi de muhtemeldir. İslama davetin halkm
itikadı göz önünde bulundurularak yapılması gerektiğinden Resûlullah (s.a.)
Muâz (r.a.)'a kelime-i şehâdetten başlamasını emretmiştir. Zira onlar hem
Allah'a ortak koşuyor hem de Resûlullah (s.a.)'in risâletini tanımıyorlardı
veya kendilerine gönderildiğine inanmıyorlardı. Bu hususta Kadı Iyaz şöyle
demektedir:
"Resûlullah
(s.a.)'ın Muâz'a, Yemenlileri önce Allah'ı bir bilmeye ve Muhammed (s.a.)'in
Peygamberliğini kabul ekmeye davet etmesini emretmesi onların Allah Tealâ'yı
hakkıyla bilmediklerine delildir."
Yahudilerle
Hıristiyanların itikadları hakkında araştırmada bulunan Kelam âlimlerinin de
görüşü budur. Onlar her ne kadar ibâdet edip Allah'ı bildiklerine dâir bazı
deliller getirseler de hakikatte O'nu bilmemektedirler. Zira hıristiyanlar
İsa'nın, Yahudiler de Üzeyr'in Allah'ın oğulları olduklarını söylemektedirler.
Bunlar hakkında Kadı Iyâz:
"Allah'ı
yarattıklarına benzetip O'nu cisimleştiren Yahudilerle O'na çocuk veya zevce
isnâd edip O'na hulul, intikal ve intizâcı caiz gören Hıristiyanlar Allah'ı
bilmemektedirler. Binâenaleyh onlar, kendisine ibâdet ettikleri mâbudları için
"Allah" deseler de Allah, o değildir. Çünkü o vâcibü'l-vucûd olan
Allah'ın sıfatıyle mevsûf değildir. Şu halde Yahudilerle Hıristiyanlar Allah'ı
bilmiyorlar demektir" der.
Bunun için ehl-i kitâb
her şeyden evvel Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed (s.a.)'in O'nun
Resulü olduğuna şehâdet etmeye davet edilmişlerdir.
Bâzı âlimlere göre
Resûlullah (s.a.)'ın Muâz'a Yemen'lileri önce kelime-i şehâdet getirmeye davet
etmesini emretmesi, kelime-i şehâdetin, dinin asıl temeli olmasındandır. Zira
bu olmazsa, hiçbir ibâdet ve amel geçerli olmaz.
İslâm dinine
girebilmek için kelime-i şehâdetin iki şıkkını söylemenin şart olduğunu
söyleyen cumhura göre, yalnız birisini söylemek kâfi değildir.
Peygamber (s.a.)
Muâz'a Yemenlilerin kelime-i şehâdeti getirmeleri hâlinde günde beş vakit namaz
kılmalarının farz olduğunu onlara bildirmesini emretmiştir. Buna da itaat
etmeleri halinde onlara zekâtın farz olduğunu bildirmesini emretmiştir.
Peygamber (s.a.)
Muâz'ı gönderirken O'na niçin halkı oruç ve hacca da davet et diye emretmedi?
Sorusuna İbn es-Salâh şöyle cevap vermiştir: "Oruçla haccın bu hadiste
zikredilmemesi, râvilere aît bir hatadan dolayıdır. Yoksa Peygamber (s.a.)
onları da zikretmiştir." Ancak bu cevap âlimler tarafından rağbet
görmemiştir. Çünkü bu görüşün kabul edilmesi, birçok hadis-i şerife şüpheyle
bakmaya götürecektir. Bu hususta Kurtûbî şöyle demektedir: "Bu hadis,
meşhurdur. Resûlullah (s.a.) onları zikretseydi mutlaka bize nakledilirdi.
Nakledilmediğine göre Resûlullah (s.a.)'ın onları söylemediği anlaşılıyor. Buna
sebeb o zaman Yemenlilere nispetle daha mühim olan şeyleri bildirmek istemiş
olmasıdır. Nitekim Resûlullah (s.a.)'ın âdeti buydu."
Her ne kadar bazıları
"Oruçla hac o zamanlarda farz kılınmadığı için bu hadiste
zikredilmemiştir" demişse de, bu doğru değildir. Çünkü oruç hicretin ikinci;
hac ise, dokuzuncu yılında Muâz (r.a.) Yemen'e gönderilmeden önce farz
kılınmıştır. Muaz'ın Yemen'e gönderilmesi, Peygamber (s.a.)'in son
icraatlarındandır. Resûlullah (s.a.), o geri dönmeden önce vefat etmiştir.
Âlimlerin çoğunun görüşü budur.
Kâfirler ibâdetlerle
mükellef midir?
Bu hadis kâfirlerin
namaz, zekât ve diğer ibâdetlerle mükellef olmadıklarını söyleyen âlimlern
delillerindendir. Çünkü Peygamber (s.a.) hadiste geçen farzları tertib üzere
beyân etmiş, önce şehâdet, sonra namaz ve ondan sonra zekâtı emretmiştir. Şunu
hemen belirtelim ki, kâfirlerin imân etmekle mükellef oldukları hususunda
âlimler arasında ihtilâf yoktur. 1567 no'lu hadisin açıklamasında da
belirtildiği gibi kâfirlerin namaz, zekât ve diğer ibadetlerin farz olduğunu
inkâr ettikleri için âhiret günü cezalandırılacakları hususunda da ihtilâf
yoktur. Ancak ihtilâf, onların dünyada namaz, zekât, oruç ve diğer ibâdetleri
yapmakla mükellef olup olmadıkları, dahası bu ibâdetleri yapmadıkları için
ayrıca azab görüp görmeyecekleri hususundadır.
Mâlikî'lerin sahih
kavline göre kâfirler, ibâdetleri edâ etmekle mükelleftirler. Dolayısıyla
küfür azabından başka bir de farzları yerine getirmeyip haram işledikleri için
ayrıca azab göreceklerdir. Bu grub; "Kâfirler ibâdetleri yapmakla mükellef
olmakla beraber bu ibâdetleri, ancak İslâm'a girmeleri halinde geçerli
olur" görüşünde olup "bu hadisteki sıralama dine davet etmede
kullanılan bir sıralamadır. Farzlar arasında yapılan bir sıralama değildir.
Zira bu hadiste zekât hemen namazdan sonra zikredilmiştir ki, ikisinin
arasında farziyyet yönünden hiçbir tertib yoktur" demişlerdir.
Hanefî, Şafiî ve
Hanbelîlere göre ise kâfirler, ibâdetleri edâ etmekle mükellef değildirler.
Çünkü küfürle beraber ibâdetleri edâ edemezler. Zira ibâdetleri edâ etmenin bir
şartı da imandır. Binaenaleyh küfür azabından başka azab görmeyeceklerdir.
Bu hadiste geçen
"sadaka" kelimesi, zekât manasınadır.
Peygamber (s.a.)
zekâtın, zenginlerin mallarından alınıp fakirlere verilmesini emrederken, zekât
memurlarını da malların en iyisini seçip almaktan nehyetmiştir. Zira zekât,
fakirlere bir yardım olarak meşru kılınmıştır. Binaenaleyh zekât alırken mal
sahiplerini mağdur etmemek gerekir. Ama mal sahipleri, mallarının en iyilerini
gönül hoşnutluğuyla verirlerse, bir önceki hadiste de görüldüğü gibi
verdikleri zekât kabul edilir.
"Zenginlerinden
alınıp da fakirlerine verilen zekât..." sözündeki "zenginler"
kelimesi, bir lafz-ı âmmdır diyen Şâfiîler, çocuk ve delinin malından zekât
vermek gerektiği görüşündedirler. Hanefîler ise, zekâtın farz olması için akıl
ve bulûğun şart olduğunu söyleyip çocukla delinin malından zekât verilmeyeceği
kanaatindedirler. Ayrıca "ağniyâ..."daki zamir gibi mükellef onlara
râci olduğunu çocnkla delinin ise, mükellef olmadıklarını söyleyip öbür gruba
cevap vermişlerdir.
Yetimin malından zekât
verilip verilmeyeceği hususunda âlimler arasında ihtilâf vardır:
Ömer, Ali, Âişe,
Câbir, İbn Ömer (r.anhum), Mâlik, Şafiî, Ahmed, Atâ, Tâvûs, Mücâhid, İbn Şîrîn
ve İshâk b. Rahûye'ye göre yetim malından zekât vermek farzdır.
Süfyân es-Sevrî,
Abdullah b. el-Mübârek, Ebû Vâil, Saîd b. Cübeyr, Nehaî, Şa'bî, Hasan el-Basrî
ve Ebû Hanîfe ile arkadaşlarına göre yetim malından zekât vermek gerekmez. Bu
hususta Saîd b. el-Müseyyeb; "Zekât ancak kendilerine namaz ve oruç farz
olanlara vâcibtir" demiştir.
"... fakirlerine
verilen..." sözünden bazıları "zekâtın sekiz sınıftan yalnız bir
sınıfa verilmesinin kâfi olacağı hükmünü istinbat etmişlerdir. İmam Mâlik, bu
görüştedir. O'na göre halife bir maslahat görürse, zekâtı yalnız bir sınıfa
verebilir. Diğer âlimler bu görüşü kabul etmeyip "Peygamber (s.a.)'in bu
hadiste yalnız fakirleri zikretmesi, onların diğer sınıflardan daha çok
olmalarından dolayıdır" demişlerdir.
Bazı âlimler bu
hadisle istidlal ederek zekâtın toplandığı beldeden başka bir beldeye
nakledilmeyeceğim söylemişlerdir. Ömer b. Abdülaziz'in bu görüşte olduğu
söylenir. Bununla ilgili Malumat 1625 no'lu hadisin açıklamasında gelecektir.
sözüyle Peygamber
(s.a.) Muâz'm, mazlumun bedduasından sakınmasını emretmiştir. Resülullah
(s.a.)'in bu cümleyi "mallarının iyilerini almaktan sakın"
cümlesinden hemen sonra zikretmesinde mal sahiplerinin rızası olmadan malın
iyisini almanın zulüm olduğuna işaret edilmekle beraber, her türlü zulümden
sakınmanın gerekliliğini de ikaz vardır. Yani Peygamber (s.a.) Muâz'a, hakkın
olmayan şeyi almakla zulmetme, kimseye zarar verme ki sana beddua etmesin.
Zira zulme uğrayanın bedduası anında kabul olunur" diye nasihatta
bulunmuştur.
"Çünkü onunla Allah
arasında hiçbir perde yoktur" cümlesinden maksad, o bedduanın
reddedilmeyerek derhal kabul olunmasıdır. Hatta sahibi, günahkâr bile olsa,
günâhı o bedduanın kabul edilmesine engel değildir. Zira imam Ahmed'in Ebû
Hüreyre'den merfû olarak rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Peygamber (s.a.):
"Mazlumun bedduası kabul olunur. Şayet günahkâr ise, günahı
boynundadır" buyurmuştur.[87]
1. İslâm
dininin asıl temeli, kelime-i şehâdettir. Kafir, Allah tan başka ilah olmadığına ve Muhammed' (s.a.)in O'nun
Resulü olduğuna şehâdet getirmedikçe müslüman olduğuna hükmedilmez. Ehl-i
Sünnet'in görüşü budur. Kelime-i şehâdeti getirmeyen bir kimsenin hiçbir
ibâdeti geçerli değildir.
2. Her gün
ve gecede beş vakit namaz farzdır. Binaenaleyh vitir ve bayram namazları farz
değildir. Bu hususta icmâ vardır. Ancak vâcib olduğunu söyleyen Ebû Hanîfe ile
O'nun görüşünde olanların başka delilleri vardır.
3. Kâfirler,
namaz, oruç ve zekât gibi ibâdetleri edâ etmekle mükellef değillerdir.
4. Zenginlerin
fakir ve muhtaçlara zekât vermeleri farzdır.
5. Zekâtı
toplamak veya toplatılması için birine yetki vermek, devlet başkanının
görevlerindendir.
6. Zekât
ancak müslüman olan fakir ve muhtaçlara verilir. Binaenaleyh müslüman
zenginlerle fakir kâfirlere zekât verilmez.
7. Zekâtın
başka beldeye nakledilmesi caiz değildir. Âlimlerin çoğu zekâtın başka beldeye
nakledilmesini uygun görmemekle beraber nakledilmesi hâlinde farzın düşeceğini
söylemişlerdir.
8. Yetim,
çocuk ve delilerin mallarından zekât vermek farzdır.
9. Zekât
memuru, malın en iyisini seçip zekât olarak alamaz, iyisi ile kötüsü arasında
olan orta hallisini almalıdır.
10. Devlet
başkanının valilerine nasihatta bulunması, onlara Allah'tan korkmalarını
emretmesi, kendilerini zulümden sakındırması icâb eder.
11. Vali ve
diğer görevliler, Allah’tan korkup zulümden sakınmalıdırlar.
12. Mazlumun
bedduası kabul olunur.[88]
1585. ...Enes
b, Mâlik'den rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Zekâtta haksız
davranan, onu vermeyen gibidir."[89]
Şerhlerde bu hadisin
kimin hakkında olduğu hususunda birkaç ihtimâl zikredilmiştir:
a. Bu hadis
zekât memurları hakkındadır. Haksızlık yaparak alması gerekenden fazla zekât
alan zekât memuru, günaha girme yönünden zekât vermeyen zengin gibidir. Zira
zekât memurunun mal sahibinden o yıl ona düşenden fazla alması ertesi sene mal
sahibinin zekât vermemesine sebeb olabilir, Dolayısıyla zekât memuru o zekât
vermeyen mal sahibi gibi günaha girer. İbn Mâce'nin bu hadisi "Zekât
memurları hakkında vârid olan hadisler" babında zikretmesinden onun zekât
memuru hakkında olduğu ihtimalini tercih ettiği anlaşılmaktadır.
b. Hadis-i
şerîf, mal sahibi hakkındadır. Zekât memurundan malının bir kısmını gizlemek
veya onun vasıflarım ona söylememek suretiyle haksızlık yapan mal sahibi,
günaha girme yönünden hiç zekât vermeyen gibidir.
c. Hadis,
müstehak olmayanlara zekât veren mal sahibi hakkındadır. Zekâtı hak sahihlerine
vermemek suretiyle haksızlık yapan, günâh yönünden onu hiç vermeyen gibidir.
d. Hadis
zekât verip de onu başa kakıp hak sahibine eziyet etmek suretiyle haksızlık
eden, hakkındadır. Böylesi kişi de günâh yönünden onu hiç vermeyen gibidir.
e. Hadis
çoluk çocuğuna hiç bir şey bırakmayacak şekilde malının hepsini zekât olarak
dağıtan kimse hakkındadır. Böyle yapan çoluk çocuğunun başkalarına muhtaç
olmasına sebep olacağından zekât vermeyen gibidir.
Sayılan bu
ihtimallerin bir kısmı kuvvetli bir kısmı zayıf olsa bile, bu hadisin hem zekât
memuru hem de mal sahibini zekât alıp vermede haksızlık ve zulmetmekten sakmdırmakta
olduğu açıktır.[90]
1586.
...Beşîr b. el-Hasâsiyye'den; İbn Ubeyd kendi hadisinde "Onun adı (aslında
Beşir değildi. Resûlullah (s.a.) ona Beşir adım verdi der. Rivayet edildiğine
göre O, şöyle demiştir: Biz (Resûlullah (s.a.)'a:
Zekât memurları
(vâcibten fazla zekât almakla) bize haksızlık ediyorlar. Bundan dolayı onların
bize yaptıkları haksızlık kadarım mallarımızdan gizleyebilir miyiz? dedik. O'
(s.a.) da:
"Hayır"
buyurdu.[91]
İbn Ubeyd'in,
"asıl adı Beşir değildi" dediği râvinin adı Zahm b. Mabed’dir.[92]
Peygamber (s.a.)'in,
onların hadiste geçen sorusuna "hayır' cevabını vermesi, malın bir kısmını
zekât memurundan gizlemenin hıyanet sayılma-sındandır. Ayrıca Peygamber (s.a.),
onlara "gizleyebilirsiniz" deyip mü-saaede etseydi, bazı mal
sahipleri zekât memurunun haksızlık yapıp yapmayacağım bilmeden mal gizleme
yolunu tutacaklardı. Yani gerek haksızlık yapan ve gerekse haksızlık yapmayan
bütün zekât memurlarına aynı şeyi yapacaklardı. Dolayısıyla haksızlık yapmayan
zekât memurlarına vacibten daha az zekât vermiş olacaklardı, ki bu hıyanettir.
Şu da var: Belki de Peygamber (s.a.) onların mala olan sevgilerinden dolayı
haksızlığa uğradıklarını zannettiklerini bildiğinden dolayı öyle cevap
vermiştir. Yoksa verilmesi gerekenden fazlasının zekât memurlarına verilmesinin
vacip olmadığı Peygamber (s.a.)'in bazı hadislerinde açıkça belirtilmiştir.
Nitekim bu husus 1567 no'lu hadisin, "Kimden, bundan fazlası istenirse
vermesin..." fıkrasında da geçmişti.
Bazıları "Peygamber
(s.a.)'in onlara "hayır" cevabını vermesi, fitneyi önlemek
içindir" demişlerdir. Şöyle ki, zekât memuru malın miktarı hususunda
şüpheye düşecek olursa, mal sahibinden yemin etmesini ister. Şayet mal sahibi
malın bir kısmını gizlemişse ve memur da ondan yemin istemişse, yalan yere
yemin etmesi caiz olmadığından yemin ettiği takdirde günaha girmeye sebeb
olacaktır. Yalan yere yemin edilmemesi ve arada bazı nahoş olaylar meydana
gelmemesi için Peygamber (s.a.) onlara "Hayır (gizlemeyin)" cevabını
vermiştir.[93]
1587.
...Ma'mer (b. Râşid) bir önceki hadisi Eyyûb'dan aynı isnâd ve mana ile rîvâyet
etmiştir. Ancak o (şöyle demiştir): (Beşir) dedi ki: "Ya Resûlullah,
şüphesiz zekât memurları (haksızlık yapıyorlar)..." dedik.[94]
Ebû Dâvûd dedi ki: Abdurrezzak
onu Ma'mer'den merfu olarak rivayet etmiştir.[95]
Bir önceki hadiste sorunun kime sorulduğu belirtilmemişti. Bundan dolayı
onu rivayet eden Beşîr'e mevkuf olabileceği gibi Resûlullah (s.a.)'e ref
edilmiş de olabilir. Bu hadiste ise, "Ya Resûlullah!.." sözüyle
sorunun Resûlullah (s.a.)'a sorulduğu belirtilmektedir. Böylece bu rivayet
hadisin merfu' olduğuna delâlet etmektedir.[96]
1588.
...Abdurrahman b. Câbir b. Atık, babası (Câbir b. Atik)den rivayet ettiğine
göre, Resûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"(Tarafınızdan
kendilerine) buğzedilen binittiler yakında size gelecek. Size geldiklerinde
onlara "hoş geldiniz" deyin ve kendilerini almak istedikleri
şeylerle başbaşa bırakın. Şayet âdil davranırlarsa, kendi lehlerinedir;
zulmederlerse, kendi aleyhlerinedir. Onları memnun edin. Zira zekât
(sevabı)nızın tam oluşu, onların rızası (nı almanıza bağlı)dır. Onlar da size
dua etsinler.[97]
Ebû Dâvûd dedi ki:
Ebu'l-Gusn, Sabit b. Kays b. Gusn'dur.[98]
"Râkîb" kelimesinin ismu cem'i olan "rakb" kelimesi, aslında seferde on
ve daha fazla develilerden oluşan kafilelerin adıdır. Sonraları binek hayvanı
ne olursa olsun her binitli hakkında mecazen kullanılmıştır. Bu hadiste bu
kelimeden maksat, zekât memurlarıdır.
Sözünden maksat şudur:
Mallarınızın zekâtını
almak için size bazı zekât memurları gelecek ki, siz onlardan hoşlanmayıp
onlara buğzediyorsunuz ve mala olan sevginizden dolayı onların size haksızlık
yaptıklarını zannediyorsunuz. Halbuki onlar öyle değildir. Size geldiklerinde
onları iyi ve güler yüzle karşılayıp "hoş geldiniz" deyin almak
istediklerini bırakın, alsınlar. Size göre haksızlık yapmışlarsa bile, onlara
mani olmayın. Çünkü onlara karşı çıkmak, devlet başkanına karşı çıkmak
demektir. Devlet başkanına karşı çıkmak ise, fitneye sebeb olur.
Hadisin "şayet
âdil davranırlarsa, kendi lehlerinedir..." bölümünde ise, anlatılmak
istenen şudur: ,
Zekât memurları zekât
olarak aldıkları şeyleri adaletli bir şekilde alırlarsa, adaletlerinin sevabı
kendilerinedir. Vâcib olandan fazlasını almak suretiyle haksızlık yapıp
zulmederlerse, zulümlerinin günâhı yine kendilerinedir. Onların zulmü, size
zarar vermez, aksine onların eziyetlerine katlanmanızdan dolayı sevaba nail
olursunuz.
"Onları memnun
edin..." sözünden maksat, onlarla tartışmaksızın vâcib olan zekâtı vermek
suretiyle onları memnun etmeye çalışın. Çünkü istemiş oldukları o vâcib olan
miktarı vermek suretiyle onları memnun etmeniz zekâtınızın sevabını tam olarak
almanıza sebeptir.
Cümlesindeki
"lâm" lâm'ul-emir'dir. Peygamber (s.a.) zekât memuru olsun,
müstehakları olsun zekâtı alan kimseyi mal sahibine dua etmeye davet etmiştir.
Bu "lâm"ın ta'lil lamı olma ihtimali de vardır. Buna göre cümlenin
manası şudur: Zekât sevabınızın tam olması ve onların size dua etmeleri için
onları memnun ediniz.[99]
1.
Devlet başkanı zekât memurlarına görevlerim yerme
getirmeleri için cesaret vermelidir.
2. Mal
sahihleri zekât memurları hakkında hüsn-i zanda bulunup onlara iyi muamele
etmeli ve onları memnun etmeye çalışmalıdırlar.
3. Zekât
memurlarının mal sahiplerine dua etmeleri mendûptur.[100]
1589.
...Cerîr b. Abdullah [101]
(r.a.)'dan; demiştir ki: Resûlullah (s.a.)'a -bedevilerden- bir takım insanlar
gelerek:
Zekât memurlarından
bazı kimseler bize gelip zulmediyorlar, dediler. O (s.a.) da:
"Zekât
memurlarınızı memnun edin" buyurdu.
Ya Resûlullah! Bize
zulmetseler de mi? dediler. (Tekrar:) "Zekât memurlarınızı memnun
edin" buyurdu. (Râvi) Osman:
"... (Zanmnızca)
zulmedüirseniz de" sözünü ilâve etmiştir.
Ebû Kâmil, hadisinde dedi
ki: Cerîr, "bunu Resûlullah (s.a.)'dan işittikten sonra hiç bir zekât
memuru benden memnun olmadan ayrılmamıştır" dedi.[102]
Zekât memurunu memnun
etmek, -bundan önceki hadiste de geçtiği
gibi- farz olan zekâtı ona vermek ve onu
iyi karşılayıp ona
güzel muamelede bulunmakla olur.
"Zulmedilirseniz
de zekât memurlarınızı memnun edin" sözünün manası şudur: "Zannımza
göre zulmedilirseniz de zekât memurlarınızı memnun edin" Yoksa bu,
onların gerçekten zulme uğradıkları manasına gelmez. Zira resûlullah (s.a.)
zulüm karşısında susmazdı. Şayet gerçekten zulmetmiş olsalardı, fasık olmaları
sebebiyle görevlerinden azledilmeleri ve zekâtın onlara verilmemesi gerekirdi.
Fazla bilgi için 1567 no'lu hadisin" kimden, bundan fazlası istenirse
vermesin" fıkrasına bakılsın.[103]
1590.
...Abdullah b. Ebû Evfâ (r.a)'dan; demiştir ki: Babam (Rıdvan) ağacı altında
(bey'atta) bulunanlardandı. Bir topluluk zekâtını Resûlullah (s.a.)'e
getirdiklerinde;
"Allah'ım! Falan
aileye rahmet ve mağfiret et" buyurdu. Babam da O'na zekâtım getirdi de
Resûlullah (s.a.):
"Allah'ım Ebû
Evfâ ailesine rahmet ve mağfiret eyle" buyurdu.[104]
Râvî'nin babası Ebû
Evfâ Alkame b. Hâlid, hicretin 6.yılında Rıdvan ağacı altında Peygamber (s.a.)'e
bey'at edenlerdendi.
Hadisteki salât'tan
maksat Allah'ın rahmet ve mağfiretidir.
duasındaki
"âl" kelimesi, hadis sarihlerinin dediğine göre zâid olduğundan
Resûlullah (s.a.) Ebû Evfâ'nın kendisine dua etmiştir. Zira "âl",
kelimesinden bazen o adamın kendisi kast edilmektedir. Nitekim Resûlullah
(s.a.)'in Ebû Mûsâ el-Eşr'arî'ye hitaben;
"Gerçekten sana
Âl-i Davud'un nağmelerinden bir nağme verilmiştir" diye buyurmuş olduğu
hadiste, Âl-i Dâvûd'dan bizzat Hz.Davud'u kastetmiştir. Bu kelime çoğunlukla
şeref ve itibar sahibi olan şahıslara1 izafe edilir. Âl-i Dâvûd, Âl-i Ömer
(r.a.) gibi. Kur'ân-ı Kerimde Firavun hakkında kullanılması ise, mecazîdir.
Sarihler her ne kadar
bu duadaki "âl" kelimesinin zâid olduğunu söylemişlerse de, onu zâid
kabul etmeyip aile reisi başta olmak üzere ailenin bütün fertlerini içine
alması da mânâyı bozmasa gerek. Çünkü Peygamber (s.a.)'in onunla hem Ebû
Evfâ'yı hem de onun aile fertlerini kastetmiş olması da muhtemeldir.
Hadis, zekâtı alan
kişinin mal sahiplerine rahmet ve mağfiret ile dua etmesinin müstehab olduğuna
delâlet etmektedir. Cumhur bu görüştedir. Zahirîlere göre zekâtı veren mal
sahibine duâ etmek müstehab değil, vâ-cibtir. Bunların delili (Ey Muhammed), Onlara
(zekât veren mal sahihlerine) duâ et. Senin duan onlara huzur, gönüllerine
sükûnet verir."[105]
âyetindeki "Onlara duâ et" emrinin vücûb ifâde etmesidir. Cumhur ise,
bu emrin Peygamber (s.a.)'e mahsus olduğu görüşündedir. Delilleri, O'nun
duasının, onlara sükûnet bahşedip başkalarının duasının öyle olmaması, aynı
etkiyi göstermemesidir. Ayrıca mal sahibine duâ etmek vâcib olsaydı, muhakkak
Peygamber (s.a.) gönderdiği zekât memurlarına: "Mal sahiplerinden zekâtı
teslim alırken onlara duâ edin" diye emrederdi. Sonra şu da var ki, devlet
başkanı veya yetkili şahsın almış olduğu keffâret, alacak ve diğer vâcib olan
şeylerden dolayı dua etmesi ittifakla vâcib değildir. Hal böyle olunca, zekâtı
teslim alırken de dua etmesi vâcib olmamalıdır.
Bazı âlimler bu
hadisle ihticâc ederek Peygamberlerden başkalarına da müstakil olarak salât
getirmeyi caiz görmüşlerdir. Ahmed b. Hanbel ve Zahirîler bu görüştedirler
.Ancak cumhura göre bu caiz değildir. Çünkü salavât, ta'zim ve yüceltme
ifadesi olarak müstakillen yalnız Peygamberler hakkında kullanılmıştır.
Peygamber (s.a.) Peygamberler dışında bazı kişilere salât getirmişse de onu
tazim mânâsında değil de duâ ve rahmet dilemek anlamında kullanmıştır. Ayrıca
bu durum yalnız O'na mahsustur. Böylesi durumlarda kıyas geçerli değildir. Yani
o bazı kişilere salat getirmiş diye bizim de onlara salât getirmemizin caiz
olması gerekmez.
Nevevî bu konuda
özetle şöyle demektedir: "Bize göre Peygamberlerden başkalarına salavât
getirmek suretiyle dua edilmez. Ancak onlara te-bean başkaları-da
zikredilebilir. Meselâ "Allahım Muhammed'e, ashabına ve âline salât
eyle" diye ashab ve âlini Muhammed (s.a.)'e tebean zikretmek
caizdir.Nasıl ki "Azze veCelle" ifâdesi yalnız Allahu Teala'ya
mah-sussa, salavât da yalnız Peygamberlere mahsustur. Peygamber (s.a.) gerçekten
aziz ve celîl olduğu halde O'na "Muhammed azze ve celle" denilmez.
Çünkü bu tâbir yalnız Allah'a mahsustur. İşte bunun gibi Ebu Bekir (sallallahü
aleyhi vesellem) veya Ömer (sallallahü aleyhi vesellem) de denilmez. Halbuki
"Sallallahü aleyhi ve sellem" tâbirinin mânâsı olan "Allah ona
rahmet ve.mağfiretıetsin" cümlesini ikisi için de kullanmakta bir sakınca
yoktur. Mânâ bakımından bir sakınca bulunmamasına rağmen Peygamberlerden
başkası hakkında müstakil olarak bu tabir kullanılamaz."
Ashab-i kiram
zamanında Peygamberlerden başkasına salât getirmek âdet değildi. Onların
devrinden sonra Rafizîler ile Şiîler bazı imamlara salavât getirmeye
başladılar. Meselâ Ali (sallallahü aleyhi vesellem) dediler. Bid'at ehline
benzemek ise, yasaktır. Binaenaleyh onlara muhalefet etmek gerekir.
Nevevî Peygamberlerden
başkasına müstakil olarak salavât getirmenin hükmü hakkında şöyle demektedir:
Peygamberlerden
başkasına müstakil olarak salât getirmek hakkında arkadaşlarımız değişik
hükümler vermişlerdir. Onun haram olduğunu söyleyenler olduğu gibi, tenzihen
mekruh veya âdaba aykırı olduğunu söyleyenler de olmuştur. Meşhur ve sahih
olan kavle göre tenzihen mekruhtur.
Çünkü bid'at ehli,
Peygamberlerden başka bazı kişilere salavat getirirler. Biz onların
âdetlerinden uzak durmalıyız. İmam Ebu MuhammecJ el-Cüveynî: "Selâm da
hüküm yönünden salât gibidir. Peygamberlerden başkasına müstakil olarak salat
getirilmediği gibi selâm da getirilmez. Falan (aleyhisselâm) denilmez ama ölü
veya diriye .hitaben verilen selâm meşrudur." der.
Bu konuyla ilgili daha
fazla malumat için isteyen 1533 no'lu hadisin açıklamasına müracaat etsin.
Nevevî'nin beyânına
göre İmam-i Şafiî, zekatı alanın mal sahibine şöyle dua etmesini müstehab
saymıştır:
"Verdiğin
zekattan dolayı Allah, sana ecir ve mükafat versin, onu sana günahlardan arınma
vesilesi kılsın. Kalan malını da bereketlendirsin"
Zekâtı alanın diye dua
etmesini İbn Abbâs, İbn Uyeyne, Şâfiîler, Mâlikîler, Hanefîler ve selef
ulemasının çoğu mekruh saymışlardır.[106]
Ebû Dâvûd dedi ki:
Bu açıklamayı Riyâşî,
Ebû Hatim Ve başkalarından işitip ayrıca onu Nadr b. Şumeyl'in mektubuyla Ebû
Ubeyd'in mektubunda okudum. (Çok kere hepsi aynı şeyi zikretmekle beraber)
bazı kelimeleri onlardan yalnız biri zikretti. Dediler ki:
(Deveye doğumundan
sütten kesilene kadar) "Huvâr" adı verilir. Sonra (anasından)
ayrıldığında "Fasıl" adım alır. (Dişisine) bir yaşından iki yaşının
tamamına kadar "Bint- Mahâd"; üç yaşına girdiğinde "Bint-
Lebûn", üç yaşını tamamladığında dört yaşının tamamına kadar (erkeği)
"Hıkk", (dişisi) "Hıkka" adını alır. Çünkü o binilmeye ve
erkek deve tarafından aşılanmaya elverişli bir duruma gelmiş, gebe kalacak bir
yaşa girmiştir. Ama erkeği ön dişlerini atıp altı yaşına varmadıkça dişi deveyi
gebe bırakamaz. Hıkka'ya dört yaşım tamamlayana kadar
"Tarûkatu'1-Fahl" denilir. Çünkü erkek deve ona aşar. Beş yaşına
bastığından beş yaşını tamamlayana kadar "CezeVdır. Altı yaşma basıp ön
dişlerini attığından altısını tamamlayana kadar "Seniy"dir. Yedi
yaşına bastığında yedi yaşını tamamlayana kada rerkeğine "Rabâî",
dişisine "Rabâiyye" adı verilir. Sekiz yaşına basıp sivri dişlerinin
arkasındaki öğütücü dişlerini attığında sekiz yaşını tamamlayana kadar
"Sediys" veya "Se-des"tir. Dokuz yaşma basıp köpek dişi çıktığında
on yaşına girene kadar "BâziP'dir. On yaşına girdiğinde ise
"Muhlif'tir. Bundan sonra adı yoktur. Fakat şöyle denilir: Bir senelik
Bâzil, iki senelik Bâzil, bir senelik Muhlif iki senelik Muhlif, üç senelik
Muhlif diye beş seneye kadar öyle gider. Halife (deve), gebe (olan deve)dir.
Ebû Hatim dedi ki: Cezûa bir zaman dilimidir. Diş (yaş) değildir. Deve
yaşlarının (başlangıç ve bitim) zamanı, Süheyl yıldızının doğuş zamanıdır.
Ebû Dâvûd dedi ki:
Riyâşî bize (şöyle) bir şiir söyledi: "Süheyl yıldızı gecenin
başlangıcında doğduğu zaman îbn- le-bûn Hıkk, Hıkk da Ceza’ olur. Deve
yaşlarından (değişmeyen) yalnız Hube' kalır. Hube', (Süheyl yıldızının doğuş)
vaktinin dışında doğan deve yavrusudur.[107]
er-Riyâşî, Abbâs b.
el-Ferec, Ebu'1-Fadl el-Basrî en-Nah-vî'dir. Asmaî, Ebû Dâvûd et-Tayâlisî, Ebû
Âsim, el-Alâ b. el-Fadl ve başka âlimlerden hadis rivayet etmiştir. Abdullah b,
Müslim, Muhammed. b. Ishâk, Ebû Arûbe ve başkaları da ondan rivayette bulunmuştur.
İbn Hibbân, onu sika muhaddisler arasında sayar, tbn es-Sem'ânî, Mesleme b.
Kasım ve el-Hatîb de onun sika olduğunu söylemişlerdir. Ebû Hatim, Süheyl b.
Muhammed b. Osman es-Sicistânî en-Nahvî'dir.
Ebû Ubeyde, Yakûb b
jshâk, Asmaî, Vehb b. Cerîr ve başkalarından hadis rivayet etmiş, kendisinden
de Nesâî, İbn Huzeyme, Ebû Bekr el-Bezzâr, Ebû Bişr el-Dûlâbî ve birçok
muhaddisler rivayette bulunmuşlardır. İbn Hibbân bunu da sika muhaddisler
arasında saymıştır.
en-Nadr b. Şumeyl b.
Haraşe b. Zeyd b. Kulsûm el-Mâzınî en-Nahvî, el-Basrî'dir. İbn Avn, Hişâm b.
Urve, Hişâm b. Hassan, İbn Cüreyc, Şu'-be ve bir çok muhaddisten hadis rivayet
etmiştir. Kendisinden rivayet edenler ise, Ishak b. Râhıiye İbn Maîn,
İbnü'l-Medînî ve başkaları. Nesâî, İbn Maîn, İbnu'UMedînî ve Ebû Hâtım, onun
sika olduğunu söylemişlerdir. Ebû Ubeyd'ten murad ise, Kasım b. Sellâm'dır.
Huşeym, İsmail b. Ayyaş, Cerîr b. Abdulhamîd, Yahya b. el-Kattân,
İbnü'l-Mubârek ve Vekî'den rivayette bulunmuş, kendisinden de Said b. Ebî
Meryem el-Mısrî, Abbâs el-Anbârî, İbnü Ebi'd-Dünya ve başkaları rivayette
bulunmuşlardır. İbn Hibbân onu sika muhaddisler arasında saymış, Ebu Hatim de
"sadûktur" demiştir.
Ebû Davud'un deve
yaşlarıyla ilgili olarak kendilerinden malumat naklettiği dört zât,
ekseriyetle aynı şeyi söylemişlerse de bazan birinin zikrettiği kelimeyi
diğeri zikretme mistir.
Deve yaşları ve
nisabları ile ilgili malumat 1567 no'lu hadisin açıklamasında geçmişti.
Yaşlarına göre isimlerini cetvel halinde şöyle gösterebiliriz:
Devenin Yaşı İsmi
Doğumundan sütten
kesilene kadar:
Huvâr
Sütten kesilip
anasından ayrıldığı zamana kadar (bir senelik olduğunda) Fasıl
Bir yaşından iki
yaşını bitirene kadar
Erkeği: İbn Mahâd
Dişisi:
Bint Mahâd
Üç yaşına
girdiğinde
Erkeği: İbn Lebûn
Dişisi:
Bint Lebûn
Dört yaşını bitirene
kadar
Erkeği: Hıkk
Dişisi:
Hıkka, Tarûkatu'1-Fahl
Beş yaşını bitirene
kadar
Erkeği: Cez'
Dişisi:
Ceze'a
Altı yaşını bitirine
kadar
Erkeği: Seniy
Dişisi:
Seniyye
Yedi yaşını bitirene
kadar
Erkeği: Rabâ',
Rabâî Dişisi: Rabâ'iye
Sekiz yaşını bitirene
kadar
Erkeği:
Sedîs,
Dişisi: Sedes
Dokuz yaşını bitirene
kadar
Erkeği: Bâzil
Dişisi: Bâzil
On yaşına
girdiğinde Erkeği:
Muhlif,bir senelik Bâzil
Dişisi:
Onbir yaşına
girdiğinde Bir senelik Muhlif,
iki senelik Bâzil
On iki yaşına
girdiğinde
İki senelik Muhlif
On üç yaşına
girdiğinde
Üç senelik Muhlif
Ondört yaşına girdiğinde
Dört senelik Muhlif
On beş yaşına
girdiğinde
Beş senelik Muhlif
Gebe olan her yaştaki
deveye, "halife" adı verilir. Çoğulu ha I ait' ve halifât'tır.
Cezûa veya Cuzû'a, bir
zaman diliminin adıdır. Bu sebeple bunu dört yaşını bitirip beş yaşına giren
ceze'a isimli deve ile karıştırmamak gerekir.
Süheyl denen parlak
bir yıldızın yaz mevsiminin sonlarına doğru gecenin başlangıcında gökyüzünde
görülmesi, deve yaşlarının başlayış ve bitiş zamanı kabul edilmiştir. Böylece
doğuş mevsiminde Süheyl yıldızı gece başlangıcında doğduğu zaman her deve.
içinde bulunduğu seneyi doldurmuş öbür yıla girmiş sayılır. Meselâ İbn Lebûn
Hikk, Hıkk da cez', cez' ise seniy, seniy de rabaî olur. Ebû Dâvûd bunu
Riyâşî'nin söylemiş olduğu şiiri nakletmekle te'yid etmek istemiştir. Develerin
-tabir caizse- doğum yıl dönümlerinin, Süheyl yıldızının gecenin başlangıcında
(bazı nüshalarda, sonunda) görülmesine bağlanması, onun develerin doğurma
zamanında görülmesinden dolayıdır. Bu sebeple zikredilen zamanda doğmayıp
başka bir zamanda meselâ ilkbahar mevsiminin sonunda veya yaz mevsiminin
başında doğan ve hube' diye isimlendirilen deve yavrusunun yaşı, Süheyl
yıldızının doğuş vaktine göre değil de yavrunun doğum vaktine göre hesaplanır.
Şâirin bunu diğer develerden istisna etmesinin sebebi budur. Buna göre doğum
zamanı yönünden develer iki kısımdır:
a. Süheyl
yıldızının gece başlangıcında (veya sonunda) doğduğu zaman doğan develer,
develerin çoğu bu kısma dahildir. Şiirin ilk iki mısra'ı bunlarla ilgilidir.
b. Süheyl
yıldızının gece başlangıcında doğduğu zamandan başka bir zamanda doğan develer.
Şiirin üçüncü mısrasında geçtiği üzre bunlara da Hube' denilmektedir.[108]
1591. ...Amr
b. Şuayb, babası vasıtasıyla dedesinden rivayet ettiğine göre Peygamber (s.a.)
şöyle buyurmuştur:
"(Malı) getirtmek
de yok, uzaklaştırmak da yok. (Mal sahiblerinin) zekâtları ancak meskenlerinde
alınır."[109]
Celeb, Zekât memurunun
bir yerde oturup zekâta tâbi olan
hayvanların zekâtını almak için
sahiplerine haber göndererek
hayvanların yanına getirilmesini istemesidir. Bu durum mal sahiplerine meşakkat
verip onları sıkıntıya düşüreceğinden dolayı Hz. Peygamber (s.a.) tarafından
yasaklanmış ve mal sahiplerine kolay olsun diye zekât memurları malların
zekâtını su başında veya bulundukları yerlerde almakla emr olunmuşlardır.
Ceneb ise, mal
sahibinin kendi malını yerinden uzaklaştırmasıdır. Zekât memuru zekâtı almak
için çok zorluk çekeceğinden bu da yasaklanmıştır.
Bazılarına göre Ceneb,
zekât memurunun mal sahiplerinin bulundukları yerlerden çok uzak bir yerde
konaklayıp malların yanına getirilmesini emretmesidir. Ancak birinci görüş daha
makuldür. Çünkü ikinci görüşe göre cenebin mânâsı celep ile hemen hemen aynı
olmaktadır.
"Zekâtları ancak
evlerinde alınır" sözünden maksat, zekâtın, malların bulundukları yerlerde,
su başında veya mal sahiplerinin meskenlerinde 'alınır, demektir. Yani mal
sahipleriyle zekât memurlarının zorluk çekmeyeceği bir yerde alınır. Hadisin
bu cümlesi, bir önceki cümleyi te'kid etmektedir.
Bu hadis-i şerif zekât
memurlarıyla mal sahiplerinin birbirine zorluk çıkarmalarının caiz olmadığına
delâlet etmektedir.[110]
1592.
...Muhammed b. İshâk'tan "(malı) getirtmek de yoktur, uzaklaştırmak
da" sözü(nün anlamı) hakkında onun şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Hayvanların zekâtı
bulundukları yerlerde alınır. Zekât memuruna getirilmez. "Uzaklaştırmak
da yok" (sözü) de yine bu suretledir ki, sahipleri hayvanları
uzaklaştırmamalı.
İbn İshâk (devamla)
diyor ki; zekât memuru mal sahiplerinin bulundukları yerlerden uzakta olup
mallar ona getirilmemeli zekâtları mal sahibinin bulunduğu yerde alınmalıdır.[111]
Ebû Davud'un bu haberi
zikretmedeki gayesi, İbn İshak'ın "celeb" ile "ceneb"
kelimelerini nasıl açıkladığını nakletmekdir.
"Celeb (malı
getirtmek) yok" sözünün mânâsı, hayvanların zekâtının mesken ve su başı
gibi bulundukları yerlerde alınır demektir. Mal sahiplerine zorluk
çıkaracağından dolayı zekât memurunun bulunduğu yere götü-rülmez. Yani mal
sahipleri hayvanlarını zekât memuruna götürmek zorunda değillerdir.
"Ceneb
(uzaklaştırmak) yok" sözünü de İbn İshak, celeb gibi aynı şekilde
yorumlamış mal sahipleri hayvanlarını uzaklaştırmamah demiştir.
ibn Ishak (devamla) diyor ki: sözünden
sonrası,"Ceneb" kelimesinin ikinci bir yorumu olmaktadır.[112]
1593.
...Abdullah b. Ömer (r.a)'dan rivayet edildiğine göre, Ömer b. el-Hattâb (r.a.)
bir atını Allah yolunda tasadduk etmiş sonra onu satılırken görmüş de onu satın
almak istemiş. Resûlullah (s.a.)'e onu sormuş, Resûlullah (s.a.):
"Onu satın alma,
sadakana da dönme*' buyurmuş.[113]
"Allah yolunda
bir ata (adam) bindirdi" cümlesinin mânâsı, Allah yolunda savaşacak birine
sadaka olarak bir at bağışladı demektir. Bu cümle Sahih-i Buhârî ile Sünen-i
İbn Mâce'de açıkça Allah yolunda bir at bağışladı" diye geçmektedir. Asıl
maksat, atı temlîk etmesidir. Zira mülkü olmasaydı o zat onu satmaya
kalkışmazdı. İbn Sa'd'ın Tabakât adlı eserinden naklen Kastallânî'nin beyânına
göre, Hz. Ömer'in tasadduk ettiği bu atın adı, "Verd" olup Temîm-i
Dârî (r.a.) tarafından Peygamber (s.a.)'e hediye edilmiş. O da Ömer (r.a.)'e
vermişti. Hz.Ömer'in kendisine o atı hediye ettiği gazinin adının
bilenemediğini İbn Hacer Sahih-i Buhârî şerhinde söylemektedir.
Hz. Ömer'in bu atı
vakfettiğini söyleyenler de vardır, O zatın atı satması ancak zayıfladığı ve
savaşta ondan yararlanmak mümkün olmadığı için caiz olabilir, denilmiştir.
Ancak hadiste geçen "sadakana dönme" beyânı Hz. Ömer'in atı
vakfetmediğine delil gösterilmiş: "Eğer vakfetmiş olsaydı, dönmemesine
sebeb onu gösterirdi" denilmiştir.
Bir kimsenin vermiş
olduğu sadakayı aynı şahıstan satın almasının hükmüne gelince, cumhur bunun
mekruh olduğunu söylemişlerdir. Bu konuda Nevevî şöyle demektedir: Bu hadisteki
yasaklama kerâhet-i tenzihiy-ye içindir. Bundan dolayı bir malı sadaka, zekât,
keffâret ve adak gibi ibâdet niyyeti ile veren bir kimsenin aynı malı aynı
şahıstan satın alması mekruhtur. Hibe veya başka bir yolla onu kabul edip kendi
iradesiyle mülkiyetine geçirmesi de yine öyledir. Ama irâde dışı sayılan miras
gibi bir yolla o malın mülkiyetine geçmesi mekruh değildir. Ayrıca sadaka olarak
verilen o malı alan şahıs, onu bir başkasına satsa veya devretse sonra sadakayı
veren kimse onu o üçüncü şahıstan satın alsa bu, mekruh değil, caizdir. Bizimle
cumhurun görüşü budur. Bazı âlimlere göre kişinin vermiş olduğu sadakayı
verdiği şahıstan satın alması haramdır. Onlar hadisteki nehyin hürmet ifade
ettiğini ileri sürmektedirler.
İbn Battal da:
"Âlimlerin çoğu Ömer (r.a.) hadisine dayanarak kişinin vermiş olduğu
sadakayı satın almasını kerih görmüşlerdir. Mâlik, Kûfe âlirnleri ve Şâfiînin
görüşü de budur. Sadaka farz olsun, nafile olsun, hüküm aynıdır. Bir kimse
sadakasını satın alsa bu satış bozulmaz ama evlâ olan buna yanaşmamaktır.
Kişinin verdiği yemin keffâreti de aynı hükme tabidir. Kişinin vermiş olduğu
sadaka sonradan kendisine miras yoluyla intikal ederse, onun kendisi için helâl
olduğu hususunda âlimlerin icmai vardır" demiştir.
Kişinin verdiği
sadakayı satın almasının mekruh olmasının hikmeti şudur: Sadakayı alan şahıs
olur ki, sadakayı verene fiyatta müsamaha edip değerinden daha düşük bir
değerle satar. Zira sadakayı verenin ona bir iyiliği olmuş ona karşılık olsun
diye malı değerinden düşük bir fiyatla vermesi muhtemeldir. Bu durumda sadaka
sahibi malın değer farkını geri almış, sadakasına -kısmen de olsa- dönüş yapmış
olur. Bu ise aynı zamanda sadakayı satanın bir miktar zarar etmesi demektir.[114]
1. Allah
yolunda sadaka vermek, savaş için gâzilere yardım etmek meşrudur.
2. Kişinin
aldığı sadakayı bir başkasına satması caizdir.
3. Kişinin
verdiği sadakayı satın alması -hadisin zahirine göre- haramdır. Bundan dolayı
İbnu'I-Münzîr: "Sadaka verip de sonra onu satın almak mevcut nehyden
dolayı hiç kimseye caiz değildir. Bu sebeple satışın fasit olması gerekir.
Ancak bu satışın caiz oluşu hususunda icmâ varsa, diyecek bir sözümüz
yoktur" demiştir.
Cumhura göre buradaki
nehy, kerâhet-i tenzihiyye içindir. Bundan dolayı kişinin verdiği sadaka veya
zekâtı doğrudan doğruya verdiği şahıstan satın alması haram değildir. Cumhurun
buna delili 1635 no'lu hadistir ki, onda kişinin satın aldığı sadakanın
kendisine helâl olduğu belirtilmektedir.
Bazı âlimler 1635
no'lu hadisi farz, Ömer (r.a.)'in hadisini de nafile sadakaya hamletmek
suretiyle iki hadisin arasını bulmaya çalışmışlardır.
Kişinin verdiği
sadakayı miras yoluyla alması bi'1-ittifak caizdir. Bunun delili de 1656 no'lu
hadistir.[115]
1594. ...Ebû
Hüreyre (r.a.)'den rivayet edildiğine göre; Peygamber (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
"Kölenin fıtır
sadakası hariç, at ve kölede zekât yoktur."[116]
Bu hadis, at ve kölelerin zekâta tâbi olmadığını
söyleyenlerin delillerinden birisidir. Zekâta tâbi olduğunu söy leyenlere göre
bu hadîsteki "aftan maksat, savaş atıdır. Ebû Zeyd ed-Debûsî, "el-Esrâr"
adlı kitabında şöyle demektedir: "Zeyd b. Sabit, Ebu Hüreyre'nin rivayet
ettiği (1595 no'lu) hadisi duyunca dedi ki:
"Hakikaten
Resûlullah (s.a.) böyle buyurmuştur. Bu doğrudur. Fakat bununla Resûlullah (s.a.)
gazinin atını kastetmiştir. Böylece müslü-man gazilerin atlarını zekâttan
istisna etmiştir". Ebû Zeyd devamla der ki: "Bu gibi şeyler, ictihad
yoluyla bilinemeyeceğinden dolayı Zeyd'in bu sözünün merfu olduğu -yani
Resûlullah (s.a.)'den duyulduğu- sabit olmaktadır."
Ahmed b. Zenceveyh
el-Emvâl adlı eserinde Ali B. Hasan tarikiyle Tavus'un şöyle dediğini rivayet
etmiştir: İbn Abbas'a atın zekâta tâbi olup olmadığını sordum da şöyle dedi:
"Allah yolunda savaşan kişinin atında zekât yoktur."
Ticâret malı olarak
alınıp satılan at ve köleler, âlimlerin ittifakıyle zekâta tâbidir. Yalnız
Zahirîler bu ve bunun gibi hadislerin zahirine göre hükmederek ticâret için
olan at ve kölelerin zekâta tâbi olmadığım söylemişler.
Binek atı ile hizmetçi
kölenin zekâta tabi olmadığı hususunda da ittifak vardır. Diğer at ve köleler
hakkında ihtilâf edilmiştir. İlgili malumat ayrıntılarıyla 1574 no'lu hadisin
açıklamasında verilmiştir.
Bu hadis ayrıca
kölenin fıtır sadakasının verilmesinin vâcib olduğuna delâlet etmektedir.
Sadakası Efendisine vâcibtir. Tafsilatı 1661 no'lu hadiste gelecektir.[117]
1595. ...Ebû
Hureyre'den rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.): "Müslümana
kölesinden ve atından dolayı zekât yoktur" buyurmuştur.[118]
Tirmizî, "âlimler
Ebû Hüreyre'nin bu hadisi ile amel etmişlerdir. Otlaklarda otlayarak beslenen
atlarla hizmet
için kullanılan
kölelerin zekâta tâbi olmadığını söylemişlerdir. Ticâret için olanlar ise,
üzerinden bir sene geçince kıymetleri üzerinden zekât verilir," demiştir.
Tirmizî'ye göre bu hadis hasen-sahihtir.
At ve kölelerin zekâtı
ile ilgili ayrıntılı malumat 1574 no'lu hadisin açıklamasında verilmiştir.
Bu hadis aynı zamanda
kâfirlerin dünyada namaz, zekât ve oruç gibi ibâdetlerle mükellef olmadıklarını
söyleyen âlimlerin delillerinden birisidir. Zira hadisteki
"müslüman" kelimesi boşuna buyrulmamıştır. Bu konuyla ilgili
hükümler için isteyen 1567 ile 1584 no'lu hadislerin açıklamasına müracaat
etsin.[119]
1596.
...Salim b. Abdullah, babası Abdullah'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir:.
Resûlullah (s.a.);
"Yağmur, nehirler ve pınarların suladığı veya ba'l olanda (yani
sulanmayıp, damarları ile yer altından su emenlerde) öşür vardır. Kovalarla
veya deve ile sulananda yarım öşür ardır" buyurdu.[120]
Semâ kelimesi
hakikatte gök anlamında kullanılmaktadır. Burada ise, mecazen yağmur anlamında
kullanılmıştır.
Uyun kelimesi, ayn
kelimesinin çoğuludur. Ayn, pınar demektir.
"Ba'l"
kelimesinden maksat, sulanmaksızın damarları ile yer altından su emen ekindir.
Sevânî kelimesi,
sâniye'nin çoğuludur. Sâniye'nin asıl mânâsı, sulamak için üzerinde su taşman
devedir. Bu kelimenin büyük kova (varil) mânâsına geldiğini söyleyenler de
olmuştur.
Nadh kelimesi de
aslında ekini sulamak için deve ile su taşımaktır. Bu amaçla su taşıyan deveye
'nâdıh" denilmişse de, daha sonra bu kelime, her deveye isim olmuştur.
Ancak şu var ki el-Menhel yazarının ifâde ettiği gibi "sevanî" ve
"nadh"tan maksad, ekinin sulanmasında kullanılan her türlü âlettir.
Bu hadisten anlaşıldığına
göre yağmur, ırmak, pınar ve buna benzer sularla sulanıp yetişen veya susuz
yetişen ekinlerin zekâtı onda birdir.
Hayvan, dolap, kova ve
benzeri âletlerle sulanarak yetişen ekinlerin zekâtı da yirmide birdir.
Ebû Hanîfe, bu hadisin
zahirî anlamıyla amel ederek, yerden çıkan mahsûlün az olsun çok olsun, zekâta
tabi olduğuna hükmetmiştir.
İmam Mâlik, Şafiî,
Ahmed b.Hanbel, Ebû Yûsuf ve Muhammed ise, "Beş veskten az olan mahsulde
zekât yoktur" hadis-i şerifiyle amel ederek yerden çıkan mahsulün zekâta
tâbi olması için en azından beş vesk olması lâzım geldiğini söylemişlerdir. Bu
konuyla ilgili ayrıntılı bilgi 1559 no'lu hadisin açıklamasında verilmiştir.[121]
1. Yağmur,
nehir, pınar vb. sularıyla sulanan ve-ya sulanmaya ihtiyacı olmayan mahsulün
zekatı onda birdir.
2. Hayvan,
dolap ve âletlerle sun'î şekilde sulanan mahsulün zekâtı yirmide birdir.
3. Hadisin
zahîrî mânâsına göre yerden çıkan mahsulün miktarı ne olursa olsun, zekâta
tâbidir. Ebû Hanife, bu görüştedir.
Cumhura göre ise, beş
vesk olmadıkça zekâta tâbi değildir.
4. Hadisin
zahirî mânâsına göre yerden çıkan bütün bitkiler zekâta tabidir. Ebû Hanife ve
Züfer, bu görüştedirler. Onlara göre gelir sağlamak amacıyla ekilen bitkilerin
hepsi zekâta tâbidir. Dolayısıyla dere boylarında biten kamış, odun ve ot gibi
kendiliğinden biten ve örfen verim amacıyla yetiştirilmeyen bitkiler zekâta
tâbi değildirler.
Ebû Yusuf ve
Muhammed'e göre kendiliğinden bir yıl kalabilen bitkiler zekâta tâbidir.
Binaenaleyh meyve ve sebzelerde zekât yoktur. Bunların delili Tirmizî, Hâkim
ve Dârekutnî'nin değişik senetlerle rivayet ettikleri "Meyve sebze gibi
yeşilliklerde zekât yoktur" hadisidir. Tirmizî bu hadisi naklettikten
sonra senedinin sahih olmadığını ve bu konuda Peygamber (s.a.)'den rivayet edilen
sahih hadis bulunmadığını ancak âlimlerin meyve ve sebzelerin zekâta tâbi
olmadığım benimsediklerini söyler. Her ne kadar bu hadisin senedleri zayıf ise
de, değişik varyantları biribirlerini te'yid etmektedir.
Mâlik ve Şafiî'ye göre
ekilen ve uzun süre bozulmadan kalabilen buğday arpa, darı, pirinç, mercimek
ve nohut gibi, yaşamak için gerekli yiyecek türünden olan hububat zekâta
tâbidir. Bu türden olmayan meyve ve sebzeler kimyon, susam, pamuk ve keten
tohumu ile biber zekâta tâbi değildir.
Ahmed b. Hanbel'e göre
ise, hububat ve meyvelerden kurutulup uzun süre kalabilen ve ölçeklerle ölçülen
mahsul zekâta tâbidir. Yaşamak için gerekli yiyecek türünden olması ona göre
şart değildir. Dolayısıyle kimyon, susam, pamuk ve keten tohumu, hurma, üzüm,
kayısı, incir, badem, ceviz, fındık ve fıstık zekâta tâbidir. Şeftali, armut,
elma, kurutulmaya elverişli olmayan kayısı ve incir gibi meyvelerle acur,
salatalık, karpuz, kavun, patlıcan, domates ve havuç gibi sebzeler zekâta tâbi
değildir.
Hasan el-Basrî, Sevrî
ve Şa'bîye göre yalnız buğday, arpa, üzüm ve hurmanın zekâtı vâcibtir.
Delilleri şunlardır:
a. Peygamber
(s.a.) Ebû Mûsâ el-Eş'arî ile Muâz'i Yemen'e gönderdiği zaman onlara şunu
emretmiştir: "(Yerden çıkan mahsullerden) ancak şu dört şeyden zekât alın:
arpa, buğday, kuru üzüm ve hurma'. Bu hadisi Hâkim, Dârek.utnî, Taberânî,
Beyhakî tahrîc etmiş, ayrıca Beyhakî, ravilerinin sıka olduğunu söylemiştir.
b. Mûsâ b.
Talha'run Ömer b. el-Hattâb'tan rivayet ettiğine göre Ömer şöyle demiştir:
"Resûlullah sallellahu
aleyhi ve sellem (yerden çıkan mahsullerden) yalnız şu dört şeyin zekâtım vâcib
kılmıştır: Buğday, arpa, kuru üzüm ve hurma". Bunu da Dârekutnî tahrîc
etmiştir.[122]
1597.
...Câbir b. Abdullah (r.a.)'tan rivayet edildiğine göre, Resûlullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
"Nehirlerle
pınarların suladığı mahsullerde öşür, kova (veya hayvanlarla sulananlarda da
yarım öşür vardır."[123]
Ebû Hanîfe, bu ve bundan
önceki hadisin umumuyla istidlal
ederek yerden çıkan mahsûl az olsun çok olsun
zekâta tâbi olduğuna hükmetmiştir. Cumhur ise, Ebû Hanife'nin delil olarak
ileri sürdüğü bu iki hadisi "beş veskten az olan mahsûlde zekât
yoktur" hadisiyle tahsis etmişlerdir. Ayrıntılı bilgi için bundan önceki
hadis ile 1559 no'lu hadisin açıklamasına bakınız.[124]
1598.
...Vekî' demiştir ki:
Ba'l yağmur suyundan
biten bir bitkidir.
(Ravî) İbnül-Esved de:
Yahya b. Âdem'in; "Ebu İyâs el-Esedî'ye "baT'ı sordum da "yağmur
suyu ile sulanandır, dedi" dediğini haber verdi.
en-Nadr b. Şumeyl
"ba'l, yağmur suyudur," dedi.[125]
Kebûs: Tahumu toprağa
gömülüp üstü toprakla örtülen bir bitkidir.
İbnü'l-Esîr'in
en-Nihâye fi garîbi'l-hadîs ve'1-eser adlı eserinde belirtildiğine göre ba'l,
damarları ile yer altından su emen ve ne yağmur ne de başka suya ihtiyacı
olmayan bitkilerdir.
Kamusta ise ba'l,
sulanmayan veya yağmur ile sulanan ağaç ve ekin olarak tarif edilmiştir.
Ba'l ile ilgili bu
nakillerden anlaşıldığına göre bu kelime iki manaya hamledilmiştir: Birisi
sulanmaya ihtiyacı olmayan bitkiler; diğeri yağmur suyu ile sulanan
bitkilerdir. BaTîn yağmur suyu anlamında kullanılmasına ise iltifat
edilmemiştir. Çoğunluk bu kelimeyi birinci anlamında kullanmış ve ilgili
hadiste de aynı mânâyı tercih etmiştir. Ayrıca İbn Adî ve el-Ezdî'ye göre Vekî'
ile Yahya b. Âdem'in ba'l ile ilgili sözlerini nakleden Hüseyin b. el-Esved,
rivayette zayıftır.[126]
1599. ...Muâz
b. Cebel (r.a.)'den rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.) onu Yemen'e
gönderdiği zaman ona şöyle demiştir.
"(Zekât olarak)
hububattan hububat, davardan koyun veya keçi, develerden deve ve sığırlardan
sığır al."[127]
Ebû Dâvûd dedi ki:
Mısır'da bir acûr'u karışladım, on üç karış geldi. Bir de devenin üzerinde
ikiye bölünmüş ve iki denk olarak yüklenmiş bir ağaç kavunu gördüm.[128]
Bu hadis bir malın
zekâtının kendi cinsinden verilmesinin gerektiği görüşünde olan Şâfiîler ile
Hanbelîlerin delillerindendir. Diğer delilleri 1567 no'lu hadistir. O hadiste
zekât olarak verilmesi gereken yaştaki deve bulunmadığı takdirde bir yaş büyük
veya küçüğü verilip aradaki yaş farkının iki koyun veya yirmi dirhem gümüşle
telâfi edilmesi emredilmiştir. Şayet bedelinin ödenmesi kâfi gelseydi, Hz.
Peygamber (s.a.) böyle bir takdir yapmazdı.
Ebû Hanîfe'ye göre
malın zekâtının kendi cinsinden ödenmesi şart değildir. Binaenaleyh kıymetini
vermek caizdir. Delili Sahih-i Buharı* d e geçen Tavûs'un Muâz (r.a.) ile
ilgili naklettiği hadistir. Muâz (r.a.) Yemen halkından arpa ve darı yerine
zekât olarak elbise istemiş ve bunun mal sahipleri için daha kolay, Medine'deki
müstehak sahâbiler için de daha faydalı olduğunu söylemiştir. Ayrıca 1567 no'lu
hadisin Şâfülerle Hanbelîlerin lehine değil de Hanefîlerin lehine delil olduğu
söylenmiştir. Şöyle ki: Yaş farkının iki koyun veya yirmi dirhem gümüşle telâfi
edilmesinin emredilmesi, kıymetinin verilebileceğine delâlet etmektedir. Zira o
gün için yirmi dirhem iki koyunun değeri olarak tesbit edilmiştir ki, zaman
değiştikçe bu değer değişebilir.
Hanefîler açıklamaya
çalıştığımız bu 1599 no'lu hadisi ise, mal sahiplerine kolay olanın
gösterilmesine hamletmişlerdir. Dolayısıyla bu hadis kıymetin verilmesinin caiz
olmasına engel değildir.
Mâlîkilerden bu konuda
zikredilen görüşlerin ikisi de nakledilmiştir.
Ebû Dâvüd, son
cümlesinde zekâtı verilen malın bereket ve bolluğunu anlatmak istemiştir.
Bu hadisten her malın
zekâtı kendi cinsinden verilmesinin uygun olacağı hükmü çıkarılabilir.[129]
1600. ...Amr
b.Şu'ayb, babası vasıtasıyla dedesinin şöyle dediğini rivayet etti:
Mut'ân oğullarından olan
Hilâl, Resûlullah (s.a.)'e arılarının (balının) öşrünü getirdi ve Selebe denen
vadiyi kendisine koru olarak tahsis etmesini istedi. Resûlullah (s.a.)da o
vadiyi ona koru olarak tahsis etti. Ömer b. el-Hattâb halife olunca, Süfyan b.
Vehb Ömer b. el-Hattâb'a o vadinin durumunu sormak için mektup yazdı. Ömer de
(cevaben) şunları yazdı:
"Resûlullah
(s.a.)'a anlarının (balının) öşrünü ödediği gibi sana da öderse, Selebe'yi ona
koru olarak tahsis et! Aksi takdirde o (arılar), yağmur(la biten bitkilerden
geçinen) sinek gibi (sahipsiz)dir. İsteyen onların balını yer."[130]
Mut'ân, bir kabilenin
adıdır.
Ebû Hanîfe, Ahmed
b.,Hanbel ve İshak bu hadisle istidlal ederek balda öşrün vâcib olduğunu
söylemişlerdir. Tirmizî, bu görüşü âlimlerin çoğundan nakletmiştir. Bu görüş
aynı zamanda Hz. Ömer, İbn Abbâs, Ömer b. Abdülaziz, Ebû Yûsuf ve Muhammed'den
de rivayet edilmiştir. Ancak Ebû Hanife bal öşür arazisinde elde edilmişse
miktarı ne olursa olsun zekâta tâbidir derken, Ebü Yûsuf miktar tayinine gitmiştir.
Ondan rivayet edilen bir kavle göre balın en azından beş yüz Irak rıth olması
gerekir. Diğer kavle göre balın, arpa gibi ölçülen en ucuz hububattan beş vesk
değerinde olması gerekir.
Muhammed'e göre
bal, 180 Irak rıtlı olunca zekâta tabi
olur.
Ahmed b. Hanbel ile
Zübri'ye göre miktarı 160 Irak rıthdır. Daha az ise zekâta tâbi değildir.
Mâlik, Şafiî, İbn Ebî
Leylâ, İbnü'l-Münzir ve Sevrî'ye göre balın miktarı ve arazisi ne olurstf
olsun, zekâta tabi değildir. Bu görüş Hz.Ali, İbn Ömer b. Abdülaziz'den de
rivayet edilmiştir. İbn Abdi'1-berr, bu görüşün cumhurun görüşü olduğunu
söylemiştir. Bunlara göre bal, hayvandan elde edilip sıvı olması yönünden
hayvan sütüne benzer. Süt, zekâta tâbi olmayınca bu da zekâta tâbi değildir.
Nakli delilleri ise, şunlardır:
a. Mâlik'in
Muvatta'da Abdullahb. Ebi Bekr b. Hazm'dan rivayet ettiğine göre Abdullah şöyle
demiştir:
Ömer b. Abdülaziz'den
Minâ'da iken babama bir mektup geldi. İçinde ona bal ile atlardan zekât
îalmaması emredilmişti!.
b.
Abdurrezzak ile İbn Ebî Şeybe'nin Sahîh senetle İbn Ömer'in azatlısı Nâfi'den
rivayet ettiklerine göre şöyle demiştir:
Ömer b. Abdülaziz beni
Yemen'e âmil olarak gönderdi. Orada balın öşrünü almak istedim de el-Muğîre b.
Hakîm es-San'anî: "Balda zekât yoktur" dedi. Bunun üzerine durumu
Ömer b. Abdilaziz'e yazdım,verdiği cevapta: "el-Muğîre doğru söylemiş, o
güvenilir bir kişidir. Filhakika balda zekat yoktur" dedi.
Bunlar balda öşrün
vâcib olduğunu söyleyenlerin ileri sürdükleri (1600 no'lu) Hilâl hadisini şöyle
yorumlamışlardır:
Bal sahibi vadinin
kendisine tahsis ve himaye edilmesi karşılığında bağışta bulunmuştur. Bunun
delili, Abdurrezzak'in Musannef inde İbn Cü-reyc'ten Rivayet ettiği eserdir. O
eserde HilâPin Resûlullah (s.a.)'a takdim etmiş olduğu balın öşür değil de
hediye olduğu açıkça belirtilmiştir.
el-Menhel yazarı bu
konuyla ilgili görüş ve delilleri zikrettikten sonra şöyle der:
Balın zekâta tâbi
olduğuna delâlet eden hadislerin hepsi hakkında bazı söylenti ve şüpheler var.
Nitekim İbnü'l-Münzir: "Balda zekâtın vâcib oluşuna dâir ne sıhhati sabit
bir hadis ne de icmâ' vardır. Bundan dolayı onda zekât yoktur" der. Buharî
de Tarih adlı eserinde: "balda zekâtın vâcib oluşu hakkında sahih bir
hadis yoktur" demekle aynı şeyi te'yid etmiştir. Tirmizî de bu görüştedir.[131]
1601. ...Abdurrahman
b. el-Hâris el-Mahzûmî; "Babam bana Amr b. Şuayb'dan o da babası
vasıtasıyla dedesinden; Şebâbe'nin, Fehm kabilesinin bir kolu olduğunu rivayet
etti" dedi ve bir önceki hadisin benzerini zikretti. Ayrıca dedi ki:
"Her on tulumdan bir tulum (zekât verilecek)" bir de (Süfyan b. Vehb
yerine) Süfyan b. Abdillah es-Sakafî, dedi. "(Ömer bi el-Hattâb) onlara
iki vadi himaye ediyordu" dedi ve şunu ilâve etti: "Resûlullah
(s.a.)'a ödediklerini Ömer b. el-Hattâb'a ödediler. O da onlara o iki vadilerini
himaye etti.[132]
Şebâbe, Fehm
kabilesinin bir kolu olup iyi balıyla meşhur olmuştur.
Bir önceki hadisin
senediyle bu hadisin senedi Amr b. Şuayb'da birleşiyor. Bir önceki hadisi Amr
b.Şuayb'dan Amr b. el-Hâris el-Mısrî rivayet etmişken bu hadisi yine Amr b.
Şuayb'dan ama bu sefer el-Hâris el-Mahzûmî, ondan da oğlu Abdurrahman rivayet
etmiştir.
Bu hadis bir önceki
hadisin benzeri olmakla beraber aralarındaki farklar şunlardır:
a. Bir
önceki rivayette "Şebâbe, Fehm kabilesinin bir koludur" ifâdesi yok.
b. Bir
önceki rivayette "her on tulumdan bir tulum" ifadesi yok.
c. Bir
önceki rivayette Hz. Ömer (r.a.)'e mektup yazan zatın adı Süfyan. b. Vehb diye
geçmektedir. Bu rivayette ise, Süfyan b. Abdillah es-Sakafî diye geçmektedir.
el-Menhel yazarının ifâdesine göre doğrusu, bu rivayettir. Zira Süfyan b.
Abdillah es-Sakafî Hz. Ömer'in Tâif âmiliydi.
d. Bir
Önceki rivayette Hz. Ömer'in onlara bir vadi himaye ettiği belirtilmiş, bu
rivayette ise, Hz. Ömer'in onlara iki vadi himaye ettiği belirtilmektedir.
e. Bir
önceki rivayette, "Resûhıllah (s.a.)'a ödediklerini Ömer'e de ödediler.
O'da onlara o iki vadilerini himaye etti," ifadesi yoktur.[133]
1602.
...Üsâme b. Zeyd'in Amr b. Şuayb'dan, O'nun da babası vasıtasıyla dedesinden
rivayet ettiğine göre "Fehm kabilesinden bir kol..." (Üsâme b. Zeyd
bunu bir önceki) el-Muğîre'nin (Abdurrahman b. el-Hâris'ten rivayet ettiği
hadisin) mânâsında (rivayet etti) ve dedi ki: "On tulumdan bir tulum
(zekât verilecek)" bir de "onlara iki vadiyi (himaye ediyordu)"
dedi.[134]
Bu rivayeti Taberânî,
Ahmed b. Salih'ten tahrîc etmiştir. "On tulumdan bir tulum"
ifâdesi, Ebû Yûsuf'un,
"balın nisabı, on
tulumdur" görüşünü desteklemektedir. Ona göre her tulum elli Irak
rıtlıdır. Böylece daha önce belirttiğimiz beş yüz Irak ntlının delili bu
rivayetler olmaktadır.[135]
1603.
...Attâb b. Esîc[136]
'den; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) ağaçtaki hurma tahmin edildiği gibi
asmadaki üzümün de tahmin edilmesini ve ağaçtaki hurmanın zekâtı kuru hurma
olarak alındığı gibi üzümün zekâtının da kuru üzüm olarak alınmasını emretti.[137]
Hars: ağaçtaki yaş
hurma ile asmadaki üzümden ne kadar kuru hurma ile kuru üzüm çıkacağını
tahminen tesbit etmektir. Bunun hikmeti şudur: Zekâta müstehak olanların hurma
ve üzüm gibi zekâta tâbi meyvelerde bir zekât hakları söz konusudur. Bunun için
meyveler toplanmcaya kadar sahiplerinin onlardan yararlanmamaları gerekir.
Oysaki onlardan yararlanmaktan men edilmeleri hâlinde zarara uğrarlar. Hem
zekât müstehaklarının hem de meyve sahiplerinin zarar etmemeleri için hurma ve
üzüm olgunlaşmaya yüz tutunca devlet, bu işten anlayan zekât memurunu
göndererek hurma ağaçları ile asmalardan ne kadar kuru hurma ile kuru üzüm
çıkacağım takdir eder. Bu tesbitin yapıl-masıyle meyve sahipleri, meyvelerden
istedikleri gibi yararlanabilirler. Daha sonra meyveler devşirilince memurun o
takdirine göre zekâtları, kuru hurma ve kuru üzüm olarak verilir.
Bu hadis harsın meşru
olduğuna delâlet etmektedir. Âlimlerin çoğunun görüşü de budur. Mâverdî der
ki: "Harsın meşru oluşuna delil, kavli ve fiîli sünnettir. Attâb'ın hadisi
kavlî, Buhârî'nin hadisi de fiilîdir. Aynı zamanda Resûlullah (s.a.)'ın hars
memurları vardı."
Attâb'ın hadisinden
maksat, bu (1603 no'lu) hadistir. Buhârî'nin hadisi ise şudur: "Ebû Hamid
es-Sâidî'den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
Resûlullah (s.a.) ile
beraber Tebûk gazvesine katıldık. Resûlullah (s.a.) Kura vadisine gelip de bir
kadım bahçesinde görünce ashabına: "tahmin edin" dedi. Resülullah (s.a.)'da
on veskin takdirini yaptı."
Harsın hüküm ve hangi
meyveler için meşru kılındığı hakkında ihtilâf edilmiştir:
a. Mâlik'e
göre hars sadece üzüm ve hurmada vâcibtir. Diğer meyvelerde hars yoktur.
Şureyh, Ebû Cafer ve bazı zahirîlerin de görüşü budur. Delilleri, hars ile
ilgili bu ve bundan sonraki hadislerdir. Resülullah (s.a.)'in söz konusu
hadislerdeki emrinin vücûb ifâde ettiğini söylemişlerdir.
b. Şafiî ve
Hanbelîlere göre hars, sadece üzüm ve hurmada vardır. Hükmü sünnettir. Bunlar
da aynı delilleri ileri sürmüşlerdir. Söz konusu emri, sünnete hamletmişlerdir.
c. Ebû
Hanîfe ve arkadaşlarına göre hars caiz değildir. Delilleri şunlardır:
1. Hars zan
ve tahminden ibarettir.
2.
Tahâvî'nin rivayet ettiğine göre Câbir (r.a.) şöyle demiştir: "Resülullah
(s.a.) harstan nehyetti."
3. Harsın
meşru oluşu ile ilgili bu ve bundan sonraki babta vârid olan hadisler, faiz
haram kılınmadan önceki zamana aittirler. Sonra neshedilmişlerdir.
Harsın meşru oluşunu
söyleyen âlimler ise, bunlara şöyle cevab vermişler:
Hars Resülullah
(s.a.)'ın hayatı boyunca devam etmiştir. Hz. Ebû Bekir (r.a.) ile Hz. Ömer'in
uygulamaları bunun apaçık bir delilidir.
Hattâbî, "Ashâb-ı
Kiramın hepsi harsı caiz görmüşlerdir. Uygulamaları da buna göredir. Onlardan
buna muhalefet eden bir kimsenin olduğu duyulmamıştır" demiştir.
Hadisteki
"zekâtları kuru hurma ve kuru üzüm olarak alınır" ifâdesinden
anlaşıldığına göre hurma ve üzümün zekâtı kurutulduktan sonra verilir.
Bunlardan kurutulmaya elverişli olmayanlarına gelince Ebû Hanife'ye göre
miktarı ne olursa olsun, diğer meyveler gibi zekâtı yaş veya kıymet olarak
verilir.
Ebû Yûsuf ile
Muhammed'e göre bunlar zekâta tâbi değildir. Çünkü kendiliğinden bir yıl
kalamayan meyvelerde onlara göre zekât yoktur.[138]
Mâlikîlere göre ise
kurutulmaya elverişli olmayan hurma ve üzüm, satılırsa, zekâtı bedelinden
verilir. Satılmazsa olgunlaştığı günkü kıymetine göre verilir. Meyve olarak
verilemez.
Şafiî ve Hanbelîlere
göre kurutulmaya elverişli olmayan hurma ve üzüm de zekâta tâbidir. Zekât memuru
zekâtını o meyveden alıp müstehaklanna verebildiği gibi meyveyi satıp bedelini
de verebilir.
Ebû Davud'un bir
sonraki hadiste belirttiği gibi;
Sâid b. el-Müseyyeb,
Attâb'a yetişmediği için bu (ve bir sonraki) hadisin senedinde inkıta' vardır.
el-Münzirî, "Senedin inkitâı açıktır. Zira Saîd, Ömer (r.a.)'in
hilâfetinde doğmuştur. Attâb da Ebu Bekir (r.a.)'in vefat ettiği gün vefat
etmiştir" der.[139]
1. Üzüm ve
hurmanın zekâtı, tahmin edilerek takdir edilmelidir.
2. Hurmanın
zekâtı kuru hurma, üzümün zekâtı da kuru üzüm olarak verilmelidir.[140]
1604.
...Muhammed b. Salih et-Temmâr, İbn Şihâb'dan aynı senet ve mana ile (bir
önceki hadisi) rivayet etti.
Ebû Dâvûd dedi ki:
Saîd (b. el-Museyyeb) Attâb'dan herhangi bir şey duymamıştır.[141]
1605.
...Abdurrahman b. Mesûd'dan; demiştir ki: Sehl b. Ebî Hasme meclisimize geldi
ve şöyle dedi:
Resûlullah (s.a.) bize
şunu emretti: "(Ağaçlardaki meyvelerin miktarını) takdir ettiğiniz zaman (olgunlaştıktan
sonra onları) toplayın ve üçte birini bırakın. Eğer üçte birini bırakmazsanız
veya (onu bırakmayı uygun) bulamazsanız, dörtte birini bırakın."[142]
Ebû Dâvûd dedi ki:
Tahmin eden (memur) üçte bîrini, işçilik için bırakır.[143]
sözü şerhlerde birkaç
şekilde açıklanmıştır:
1. Zekât
memuru ağaçlardaki meyveleri takdir edip zekât miktarını öğrendiğiniz zaman,
onlardan istediğinizi koparabilirsiniz. " = koparın" emri ibaha
içindir.
2.
Ağaçlardaki meyveleri takdir ettiğiniz zaman sahiplerine onlardan koparmalarına
müsaade edin.
3.
Ağaçlardaki meyveleri takdir edip sonra sahipleri onları topladığı zaman
zekâtını alın. "kopardılar, topladılar" fiili, mazidir;
fi'lü'ş-şart'ın üzerine atfedilmiştir. Cevabü'ş-şart ise, mahzuftur.
4. kelimesi,
bazı nüshalarda “alın" şeklinde geçmektedir. Anlamı: Ağaçlardaki
meyveleri takdir ettiğiniz zaman olgunlaşınca zekâtını alın.
“üçte birini
bırakın" ifâdesi de şöyle yorumlanmıştır:
a. Meyvelerin
üçte birini sahiplerine bırakın, zekâtını almayın. Çünkü bir kısmı çürümekte ve
kuşlar tarafından yenilmektedir. Meyvelerin tümünün zekâtı alınacak olursa
sahipleri zarar eder.
Ahmed b. Hanbel ile
İshak bu görüştedirler.
b. Meyvelere
düşen zekâtın üçte birini bırakın. Sahibi onu akraba ve komşularına bizzat kendisi
zekât olarak versin ki, ayrıca onlara bir şey vermek mecburiyetinde kalıp da
zarar etmesin. Mâlik, Süfyân ve Şafiî bu görüştedirler.
Zekât memuru, meyve
sahibi ile meyvenin durumuna göre ya üçte biri ya da dörtte birini bırakır.
Bu hadis de bir önceki
hadis gibi harsın meşru olduğuna delâlet etmektedir. Ancak senedindeki
Abdurrahman b. Mesûd hakkında bazı söylentiler vardır. Hâkim, hars ile ilgili
diğer hadislerin bu hadisi kuvvetlendirdiğini, dolayısıyla isnadınının sahih
olduğunu söylemiştir.
ifadesi,bazı
nüshalarda yoktur.Harefe kelimesi, meyveyi koparıp toplayan kişi anlamına
gelen "hârif" kelimesinin çoğuludur.[144]
1. Hars yani
ağaçtaki meyvenin miktarının tahmin edilmesi meşrudur.
2.
Fakirlerin hakları gözetilmelidir.
3. Meyvelerin
üçte biri veya dörtte biri sahiplerine bırakılmakla onlara şefkat
gösterilmiştir. Mal sahiplerine güzel muamelede bulunmak da teşvik edilmiştir.[145]
1606.
...Âişe (r.a.)'den; Hayber'in durumunu anlatırken şöyle demiştir:
Resûlullah (s.a.)
Abdullah b. Revâha'yı[146]
yahudüere gönderirdi de o, hurma olgunlaşınca ondan yenmeden önce miktarını
tahmin ederdi.[147]
Hayber'in durumundan
maksad, onun fethinde meydana gelen olaylardır.
Hayber, Medine-i Münevvere'nin
kuzeyinde
İbn Mâce'nin bu
hadisin mânâsına yakın İbn Abbâs'tan rivayet ettiği hadiste Peygamber (s.a.)'in
Heyber'i fethettikten sonra toprağının işletilmesinin yahudilere verilmesi ve
toplanan meyvenin yarısının onlara bırakılması üzerine anlaştığı ayrıca
hurmaların toplanma zamanı gelince Abdullah b. Revaha'yi hars için onlara
gönderdiği bildirilmektedir.[148]
1. Hars yani
ağaçtaki meyvenin miktarının tahmin edilmesi meşrudur.
2. Hurmanın
hars vakti, olgunlaşmaya başladığı zamandır.
3. Hars
işinde haber-i vâhid yani işin ehli ve güvenilir tek bir memurun verdiği haber
kâfidir. Mâlikîler, Hanbelîler ve bir grup Şâfiîler bu görüştedirler.
Şâfiîlerden bir başka grup iki kişinin olması lâzım geldiğini söylemişlerdir.[149]
1607. ...Ebu
Ümâme b. Sehl, babasının şöyle dediğini haber vermiştir:
Resûlullah (s.a.)
zekâtta âdi ve ufak hurmaların alınmasını yasakladı.[150]
Zührî dedi ki:
Peygamber (s.a.)'in yasakladığı bu hurmalar Medine hurmasının iki çeşididir.
Ebû Dâvûd dedi ki: Bu
hadisi Ebu'l-Velîd, Süleyman b. Kesir -Zuhri senediyle merfu' olarak rivayet
etmiştir.[151]
Cu'rûr, çok âdi bir
hurmanın adıdır. Levnu'l-Hubeyk ise, oldukça ufak âdi bir hurmadır.
Zûhrî'nin ifâdesinde
bu iki çeşit hurmanın Medine-i Münevvere hurmasından olduğu bildirilmektedir.
Levneyn kelimesinden iki çeşit kast edilmiş olup mahzuf bir fiilin mefûlu veya
"Cu'rûr ile levnu'l-hubeyk"ten bedeldir.
Peygamber (s.a.)'in bu
nehyinden mal sahibinin iyi hurmanın yerine âdisini vermesinin caiz olmadığı
anlaşılmaktadır. Bu durum zekâta tabi olan diğer mallarda da aynıdır.
Ebû Dâvûd bu hadisin
Ebu'l-Velîd tarafından rivayet edildiğini söylemekle onun muttasıl olarak
rivayet edildiğine işaret etmiş olmaktadır. Dârekutnî de onu muttasıl olarak
rivayet etmiştir.[152]
1608. ...Avf
b. Mâlik'ten; demiştir ki: -Resûlullah (s.a.) elinde bir asâ ile yanımıza
mescide girdi. Bizden bir adam (zekât olarak getirdiği) âdi bir kuru hurma
salkımı asmıştı. Resûlullah (s.a.) asâ ile hurma salkımını dürttü ve şöyle
buyurdu:
''Bu zekâtın sahibi
dileseydi, bundan iyisini zekât olarak verebilirdi. Bu zekâtın sahibi kıyamet
günü âdi kuru hurma yiyecektir.”[153]
Kına, hurma salkımı
anlamına gelmekte ve "kana, kmv,
kunv." şeklinde de ifade edilmektedir.
"Haşef" ise âdi-bozuk kuru hurmadır.
İbn Mâce'nin el-Berâ
b. Âzib'ten rivayet ettiği bir hadiste57 Mescid-i Nebevî'nin içindeki iki direk
arasına gerilen bir ipe zekât hurma salkımları asıldığı ve fakirlerin onlardan
yediği bildirilmektedir. îşte böyle zekât olarak getirilip asılan hurma
salkımlarının âdi-bozuk olduğunu gören Resûlullah (s.a) normal hurmadan zekât
verebildiği halde âdi hurmadan zekât veren adama ceza olarak âhiret gününde
âdi-bozuk hurma yedirileceğini bildirmiştir.
Bu hadis, malın
âdisini zekât olarak vermenin caiz olmadığına delâlet etmektedir. Ancak 1567
no'lu hadisin açıklamasında geçtiği gibi şayet malın hepsi âdi ve kötü ise,
ondan zekât verilebilir.[154]
1609. ...İbn
Abbâs (r.a.)'dan; demiştir ki:
Resûlullah (s.a.)
fıtır sadakasını oruçluyu faydasız ve müstehcen söz ve fiillerden temizleyici,
fakirlere de yiyecek olmak üzere farz kıldı. Kim onu bayram namazından önce
verirse, o kabul olunmuş bir zekâttır. Kim de onu bayram namazından sonra
verirse, o sadakalardan bir sadakadır.[155]
Fıtır oruç açmaktır.
Şevval ayının ilk günü olan Ramazan bayramının birinci gününde oruç tutulmayıp
iftar edildiği için ona fıtır günü, o gün verilmesi gereken sadakaya da fıür sadakası
denilmiştir. Buna "fıtır zekâtı, fitre, oruç sadakası, Ramazan sadakası
ve baş zekâtı" da denilmektedir. Fıtır kelimesi, orucun zıddı olarak
İslâm'dan önce kullanılmışsa da terkib olarak İslâmdan sonra kullanılmış, dinî
bir ıstılahtır.
Istılahta fıtır sadakası,
belirli bir surette zekât müstehaklarına verilen bir miktardır.
Fıtır sadakası Ramazan
orucunun farz kılındığı yıl olan hicrî II. yılda meşru kılınmıştır. Oruç Şaban
ayında, fıtır sadakası da Ramazan bayramından iki gün önce vâcib olmuştur.
Hadiste geçen diğer
kelimelere gelince:
Lağv: Faydasız söz ve
fiildir.
Refes; müstehcen ve
pis sözlerdir. Cinsî münâsebet anlamında da kullanılmaktadır. Ancak burada
kast edilen mana birincisidir.
kelimesini cumhur,
"Farz kıldı" anlamında kabul ederken Hanefîler, onu dildeki hakiki
mânâsı olan "tayin ve takdir etti" anlamına almış ve fıtır
sadakasının farz değil, vâcib olduğunu söylemişlerdir.
Ibn Abdilberr bu
konuda şöyle demektedir:
"ibn Ömer
hadisindeki (1611 ve 1612 no'lu hadisler) kelimesinin, iki manaya ihtimâli
vardır:
a. Dini bir
ıstılah olarak "farz kıldı" mânâsı,
b. Dildeki
asıl mânâsı olan "takdir etti" anlamı. Buna göre hadisteki ilgili
cümlenin mânâsı "Resûlullah (s.a,) fıtır sadakasının miktarını takdir ve
tayin elti" oluyor. Ancak bence birinci ihtimal olan vücub manası ikinci
ihtimal olan takdir mânâsından daha kuvvetlidir. Çünkü farz kelimesi
kullanıldığı zaman dinde ondan vücûb mânâsı kast edilmektedir. Bu kelimenin
başka manaya alınması ancak icma' ile olabilir. Halbuki hadisteki farzı vâcib
manasından ayıran ve fıtır sadakasının vâcib (farz) olmadığına delâlet eden bir
icma' yoktur."
İbn Dakiki'1-İyd de bu
manaya yakın bir açıklamada bulunuyor ve diyor ki:
"İbn Ömer
hadisindeki farzın lügatte asıl manası takdirdir. Bilâhere dinde vücub manasına
nakledilmiştir. Doiayisıyle farzı vücûba hamletmek, asıl mânâsı olan takdire
yormaktan daha doğrudur. Farzı takdir mânâsına hamlederek fıtır sadakasının
sünnet olduğunu söylemek yanlıştır."
Cumhura göre farz ile vâcib
aynı şey olup kat'î veya zannî bir delil ile yapılması kesinlikle istenen
şeydir. Binaenaleyh fıtır sadakası, zekât gibi farzdır.
Hanefîlere göre ise,
farz ve vâcib ayrı şeylerdir. Sübût ve'delâleti kat'î olan bir delil ise sabit
olana farz; sübut veya delâleti zannî olan bir delil ile sabit olana da vâcib
denir. Fıtır sadakası, haber-i vâhid ile sabit olduğu için delili, zannîdır.
Doiayısıyle fıtır sadakası vâcibtir, farz değildir.
İbn Uleyye ile Ebu
bekr b. Keysân el-Esamm'a göre fıtır sadakası, zekât farz kılınmadan önce
farzdı. Zekâtın farz kılınmasıyla farziyyeti neshedilmiştir. Delilleri Nesâî,
İbn Mâce'nin Kays b. Sa'd'den rivayet ettikleri şu hadistir:
"Rasûîuîlah
(s.a.) zekât farz olmadan önce bize fıtır sadakası vermemizi emretti. Sonra
zekât emri inince, bize ne emretti, ne de men'etti. Biz onu vermeye devam
ediyorduk."[156]
Ancak, "bunda
fıtır sadakasının neshedildiğine delâlet eden bir delil yoktur. Çünkü daha önce
verilmiş olan emir ile yetinilmiş olma ihtimali vardır. Ayrıca bir farzın inişi,
başka bir farzın kalkmasını gerektirmez"
denilmiş ve- iddiaları reddedilmiştir.
“ = oruçluyu
temizleyici" sözündeki "sâim" kelimesi, bazı nüshalarda
"sıyâm" şeklinde geçmektedir. Sâim, oruç tutan; sıyâm ise oruç
demektir. Buna göre mana "orucu temizleyici" olur.
Hasan el-Basrî, bu
hadisin zahirî mânâsına bakarak, fıtır sadakasının sadece oruç tutması farz
olanlara farz olduğunu söylemiştir. Dolayısıyla ona göre çocuklarla deliler
için fıtır sadakası gerekmez. Fakat âlimlerin çoğu çocuklarla deliler için de
fıtır sadakasının verilmesinin gerekli olduğunu söylemişlerdir. Çünkü bu
sadakanın meşru oluşunun hikmetlerinden biri kusur ve günahlardan arındırmak,
diğeri fakirlerin yemek ihtiyacını karşılamaktır. Her ne kadar birinci hikmet
mevcut değilse de, ikinci hikmetin varlığı kâfidir. Ayrıca İbn Ömer'in (1612
no'lu) hadisinde ve diğer hadislerde onun küçüğe de büyüğe de farz olduğu
bildirilmektedir.
Bayram namazından önce
verilen fıtır sadakası, sevabı tam olarak Allah katında makbul olan bir
zekâttır. Bayram namazından sonra verilen fıtır sadakası ise, sair zamanlarda
verilen sadakalar gibidir. Buna göre namazdan sonra verilenin savabı diğerinden
azdır. Âlimler bunda ittifak etmişlerdir.
Bu hadisten bayram
namazından sonra verilen fıtır sadakasının kabul olmayacağı anlaşılmamalı, onnu
da geçerli olduğu hakkında icmâ vardır. Bu konuyla ilgili hükümler bundan
sonraki hadisin açıklamasında verilecektir.[157]
1. Fıtır
sadakası meşrudur. Cumhura göre farz, hanenlere göre vacıbtır.
2. Fıtır
sadakasının meşru oluşunun hikmetleri, oruçluyu kusur ve günahlardan arındırmak
ve fakirlerin yemek ihtiyaçlarını karşılamaktır.
3. Bayram
namazından önce verilmesinin sevabı ondan sonra verilmesinin sevabından daha
fazladır.[158]
1610. ...İbn
Ömer (r.a.) den; demiştir ki:
Resûlullah (s.a.) bize
fıtır sadakasının, halk bayram namazına çıkmadan önce verilmesini emretti.
Nâfi' dedi ki: İbn
Ömer onu bayramdan bir veya iki gün önce verirdi.[159]
Bu hadis, fıtır
sadakasının vaktinin bayram namazından önce olduğuna delâlet etmektedir. Ancak
söz konusu ön-
celik belirli bir
zamanla sınırlandınlmadığı için vâcib olduğu vakit hususunda, ihtilâf
edilmiştir:
1. Ebû
Hanife ve bir rivayete göre Malik: "Fıtır sadakası, bayram sabahı fecrin
doğması ile vâcib olur" demişlerdir.
2. Sevrî,
Şafiî, Ahmed b. Hanbel ve İshâk'a göre, fıtır sadakası Ramazan ayının son
gününde güneşin batması ile vâcib olur. Mâlik de diğer rivayete göre bu
görüştedir.
Buna göre güneşin batmasından
sonra ve fecrin doğmasından önce doğan bir çocuk için birinci şıktaki âlimlere
göre fıtır sadakasını vermek vâcib, diğerlerine göre vâcib değildir.
Resûlulîah (s.a.)'ın
fıtır sadakasının bayram namazına çıkmadan evvel verilmesini emr buyurmaları
onun müstehap olan verilme zamanını bildirmedir, dolayısıyla emir, vücûb için
değil, istihbâb içindir. İbn Ömer, İbn Abbâs, İbn Ebî Rebâh, İbrahim en-Nehaî,
İkrime, Dahhâk, İbn Uyeyne, Mâlik, Şafiî İshâk, Ebû Hanife ve arkadaşları bu
görüştedirler. Sahih-i Buhârî sarihi Aynî bu konuda bir ihtilâfın olmadığını
söylüyor. Hattâbî de icmâ bulunduğunu bildiriyor.
Fıtır sadakasının
bayramdan bir-iki gün önce verilmesinin caiz oluşu hususunda da ashâb-ı kiramın
icmâımn bulunduğu bildirilmiştir. Ancak bundan da daha önce verilmesi hakkında
ihtilâf edilmiştir:
a. Mâlik,
Kerhî ve meşhur kavle göre Hanbelîler: "Bayramdan en çok iki gün önce
verilebilir. Ondan da önce vermek caiz değildir" demişlerdir.
b. Bazı
Hanbelî alimlere göre ramazan ayının yansından sonra vermek caizdir.
c. Şafiî'ye
göre Ramazanın birinci gününden itibaren verilebilir.
d. Hanefîlere
göre bunun belirli bir müddeti yoktur. Daha önce istenildiği vakitte
verilebilir.
Fıtır sadakasının
bayramın birinci gününde bayram namazından sonra verilmesinin hükmüne gelince:
a. Şafiîler,
Hanbelîler, bir kavle göre Mâlikîler, Atâ ve İshâk'a göre kerahetle caizdir.
b.
Mâlikîlerin meşhur kavline göre caizdir. Ama efdal olan onu namazdan sonraya
bırakmamaktır.
c.
Hanefîlere göre kerâhetsiz caizdir.
d. Zahirîlere
göre haramdır.
Bu sadakayı bayramın
birinci gününden sonraya bırakmak ise, dört mezhebe ve âlimlerin çoğuna göre
haramdır. Kaza edilmesi gerekir. Hane-fîlerden Hasan b. Ziyâd ile Davud-i
Zâhirî'ye göre, kaza edilmesi de mümkün değildir.[160]
1611. ...İbn
Ömer (r.a.)den rivayet edildiğine göre, Resûlullah (s.a) fıtır sadakasını farz
kıldı...
Abdullah b. Mesleme,
Mâlik'den kıraat yoluyla aldığı rivayette şöyle dedi: "Fıtır sadakası
Ramazanda müslümanlardan her hür veya köle, erkek veya kadın üzerine bir sâ'
kuru hurma veya bir sâ' arpadır."[161]
îmam Mâlik bu hadisi
Abdullah b.Mesleme'ye iki kere
rivayet etmiştir. Birinde Mâlik,
onu kendisi okuyarak
(tahdîs) diğerinde
Abdullah okumuş Mâlik de dinleyip (kıraaten) rivayet etmiş. Hadisin metninde
önce birinci rivayet sonra kıraat yoluyla alınan rivayeti verilmiştir. Ancak
birinci rivayetin tamamı verilmeyip sadece baş tarafı verilmiştir. Çünkü ikinci
rivayetteki ile aynıdır.
Sâ': Dört müdd'e eşit
bir ölçektir. Bunda âlimler arasında ittifak vardır. Bir sâ'nın gram olarak
hesabı 1559 no'lu hadisin açıklamasında verilmiştir. Bir müdd'ün kaç gram
olduğunu bulmak için bir sâ'ın gram tutarını dörde bölmek kâfidir. Şöyle ki:
1. Ebû
Hanife, Muhammed ve Irak fıkıhçılarına göre:
Bir sâ'' dirhem-i örfi
(ei-Menhel yazarına göre 3,12 gr.) ye göre
2.
Şâfiflerle Hanbelîlcre göre:
Bir sâ'dirhem-i örfiye
göre
3.
Mâlikîlere göre:
Bir sa'dirhem-i örfiye
göre
Bir müdd: 2,130:4 =
532,5 gr.'dır.
Bu hadisteki
ifâdesinin zahirî mânâsına göre her hür ve köle'ye kendi fıtır sadakasını
vermesi gerekir. Davud-i zâhirî'nin görüşü budur. Ona göre efendiye, kölesinin
farzları edâ etmesini sağlamak vâcib olduğu gibi, fıtır sadakasını vermesi
içinde onun çalışıp kazanmasına müsaade etmesi vâcibtir.
Cumhur ise, kölenin
fıtır sadakasının bizzat kendisine değil de, efendisine ait olduğunu
söylemiştir. Delilleri köle zekâtı babında geçen 1594-1595 no'lu hadislerdir. O
hadislerde fıtır sadakası hariç, müslümana kölesinden dolayı zekât gerekmediği
bildirilmektedir. Binaenaleyh "her hür veya köle üzerine" ifâdesini
"her hür veya köle için" şeklinde anlamışlardır.
Hadisteki "erkek
veya kadın üzerine" ifadesinin zahirî anlamına göre, erkeğe fıtır
sadakası gerekdiği gibi kadının da evli olsa bile fıtır sadakasını kendisinin
vermesi gerekir. Ebû Hanife arkadaşları Sevrî ve İbnu'l-Münzir bu
görüştedirler.
Mâlik, Şafiî, Ahmed b.
Hanbel el-Leys ve îshak ise, evli kadının fıtır sadakasını nafakasından saymış
ve onun kendisine değil de kocasına farz olduğunu söylemişlerdir.
"müslümanlardan"
sözü, fıtır sadakası vermesi gereken kişinin müslüman olmasının şart olduğuna,
dolayısıyle müslüman olmayana gerekmediğine delâlet etmektedir. Bu hususta
âlimler arasında ittifak vardır.
Cumhura göre efendisi
kâfir olan müslüman köle için fıtır sadakası vacib değildir. Ahmed b.Hanbel'e
göre ise, vâcibtir. Çünkü o köle müslümandır.
Efendisi müslüman olan
kafir köle için de fıtır sadakası Mâlik, Şafiî, Ahmed b. Hanbel ve Ebû Sevr'e
göre vâcib değildir. Çünkü o köle, müslüman değildir. Ömer b. Abdilazaz,
Mucâhid, Said b.Cübeyr, Nehaî, Sevrî, İshak ve Hanefî alimiere göre vâcibtir.
Çünkü sadakayı veren köle değil, efendisidir. Efendisi ise, müslümandır.[162]
1612.
...Abdullah b.Ömer'den demiştir ki:
Resûlullah (s.a.)
fıtır sadakasını bir sâ olarak farz kıldı. (Râvi) Ömer b.Nâfi', Mâlik'in
(rivayet ettiği bir önceki hadisin) mânâsını zikretti ve "küçüğe ve
büyüğe" (sözüyle) "halk bayram namazına çıkmadan önce verilmesini
emretti" (sözünü) ilâve etti.
Ebû Dâvûd dedi ki:
Abdullah el-Umerî'nin Nâf i'den yaptığı rivayette "her müslümana"
demiştir.
Said el-Cümehî'nin
Ubeydullah'tan, O'nun da Nâfi'den yaptığı rivayette ise Nafi "müslümanlardan"
demiştir.
Ubeydullah'tan meşhur
olan rivayette "müslümanlardan" (sözü) yoktur.[163]
1613.
...Abdullah b. Ömer'den rivayet edildiğine göre; Resûlullah (s.a.) fıtır
sadakasını küçüğe, büyüğe, hür ve köleye arpa ve kuru hurmadan bir sâ'olarak farz
kılmıştır.
(Râvî) Musa (b.
İsmail, buna) "erkeğe ve kadına" kelimelerini ilâve etti.
Ebû Dâvûd dedi ki:
Eyyûb ve Abdullah el-Umerî de Nâfi'den rivayet ettikleri bu hadiste * 'erkeğe
ve kadına" (sözünü/zikrettiler.[164]
1614.
...Abdullah b. Ömer'den; demiştir ki:
Halk, Resülullah
(s.a.) zamanında fıtır sadakasını arpa, kuru hurma, Peygamber arpası ve kuru
üzümden bir sâ' olarak verirlerdi.
Nâfi dedi ki:
Abdullah b. Ömer:
"Ömer, (Halife) olup buğday çoğalınca yarım sâ' buğdayı o şeylerden bir
sâ yerine (bedel) kıldı" dedi.[165]
Süit: Buğdaya benzeyen
kılçıksız bir arpa çeşididir.Asım Efendinin Kamus Tercemesi'ndeki beyânına
göre, türk-
çede buna
"Peygamber arpası" denilmektedir.
Bu hadis fıtır sadakasının
arpa, kuru hurma ve kuru üzümden bir sâ, buğdaydan da yarım sâ olarak
verildiğine delâlet etmektedir. Bu konu bundan sonraki babta işlenecektir.[166]
1615. ...Nâfi'den;
demiştir ki
Abdullah b. Ömer:
"Halk, daha sonra yarım sâ buğdayı (o şeylerden bir sa'a) denk
tuttular" dedi.[167]
Nâfi' dedi ki:
Abdullah b. Ömer kuru
hurma verirdi. Bir sene (beliren hurma kıtlığından dolayı) Medine'liler kuru
hurma bulamadılar da arpa verdiler.[168]
"Daha
sonra" sözü ile "halkın arpa, hurma ve kuru üzüm vermelerinden sonra"
manası kastedilmiştir.
ifadesinde
Medine'lilerin o sene hurma mahsûlü alamadıkları ve sadaka olarak vermek için
onu bulamadıkları anlatılmıştır.[169]
1616. ...Ebû
Saidi'l-Hudrî (r.a.)den; demiştir ki:
Resûlullah (s,a.) aramızda
iken biz fıtır sadakasını her küçük, büyük hür ve köle için yiyecekten bir sâ
veya keşten bir sâ\ yahut arpadan bir sâ, ya da kuru hurmadan bir sâ veya kuru
üzümden bir sâ' olarak verirdik. Bunu (halife) Muâviye hac veya umre yapmak
için (Medine'ye) gelip de minberden halka konuşma yapıncaya kadar böyle
vermeye devam ettik. Onun halka yaptığı konuşmada şu söz de vardı:
Ben, şam buğdayından
iki müddün, bir sâ kuru hurmaya denk olduğu görüşündeyim.
Bunun üzerine halk,
bunu (esas) aldı. Ebû Said dedi ki:
Bana gelince yaşadığım
müddetçe (hayatımın) sonuna kadar onu (eskisi gibi) vermeye devam edeceğim.[170]
Ebû Dâvûd dedi ki: Bu
hadisi İbn Uleyye, Abde ve başkaları İbn îshak'tan, o da Abdullah b. Abdullah
b. Osman b. Hâkim b. Hizam'dan, o da İyâz'dan, O da Ebû Said'den aynı mânâda
rivayet etti. Ve onda bir adam İbn Uleyye'den yaptığı rivayette: "veya bir
sâ* buğday" (sözünü) söyledi ki o söz, mahfuz değildir.[171]
"Resûlullah (s.a.)
aramızda İken" sözünde
Resûlullah (s.a.)'ın onların fıtır sadakası olarak ne verdiklerinden haberdâr olduğunu ve buna
itiraz etmediğine işaret edilmiştir. Bu itibarla hadis merfû' hükmündedir.
"Taam"
kelimesinin sözlük manası, azık türünden olan yiyecektir. Buna göre bu kelime,
buğday, arpa ve hurma gibi yiyecek maddelerinin tümünü kapsar. Hal böyleyken bu
kelimeden sonra arpa, hurma, keş ve kuru üzümün zikredilmesi, o devirde yiyecek
maddelerini bunlar teşkil ettiği içindir.
Hattâbî bu konuda
şöyle demektedir:
"Bazıları söz konusu
taamın, buğdaya mahsus bir isim olduğunu söylemişlerdir. Bu hadiste keş, arpa,
kuru hurma, ve kuru üzümün zikredilip onların en kıymetli azığı olan buğdayın
zikredilmemesi bunun bir delilidir. Eğer bu kelimeden buğday kastedilmemiş
olsaydı ayrıca o da zikredilirdi. Bu kelime, mutlak olarak kullanıldığı zaman
buğday anlamını ifâde eder ki, "ta'âm çarşısına git" sözünden örfte
"buğday çarşısına git" mânâsı anlaşılır."
İbnu'l-Münzir,
Hattâbî'nin bu görüşünü reddederek şöyle demiştir:
"Bir arkadaşımız
Ebû Said'in hadisindeki "taamden bir sâ" sözünü fıtır sadakasının
buğdaydan bir sâ' olarak verildiğini söyleyenlerin lehine delil saymıştır.
Fakat bunda yanılmıştır. Çünkü Ebû Said taam kelimesini önce mücmel olarak
kullanmış sonra onu keş, arpa, kuru hurma ve kuru üzümle açıklamıştır. Bunu da
Buhârî'nin Hafs b.Meysere tarikiyle Ebû Saîd'den rivayet ettiği şu hadisle
te'yid etmiştir:
"Peygamber (s.a.)
zamanında Ramazan bayramının ilk gününde bir sâ taam verirdik. Bizim taamımız
arpa, kuru üzüm, keş ve kuru hurma idi."
Âlimlerin çoğu, bu
kelimenin genel mânâsı olan yiyecek anlamında kullanıldığım
söylemişlerdir."
kelimesi, Süfyan
es-Sevrî gibi âlimler tarafından "kaymağı alınmadan süzülüp kurutulan
yoğurttur" diye açıklanmıştır Sahih-i Buharı şârihi Aynî: "Ekit,
süzülüp taş gibi katılaştırılan yoğurttur. Bununla yemek pişirilir. Türkçesi
"karakurut"tur. Türkmenler arasında ise "kurut" diye
anılır" demiştir. Asım Efendi de Kâmûs Tercemesi'nde buna türkçede
"keş" denildiğini ifade etmektedir. Süneni Ebû Dâvûd şerhlerinden
el-Menhel ile Bezlu'l-mechûd'da bunun Arapça'daki bir diğer adının
"keşk" olduğu bildirilmektedir.
Keş'in fıtır sadakası
olarak verilip verilmeyeceği hususunda ihtilâf edilmiştir. Bu hadise göre
verilebilir. Mâlik bu görüştedir.
Şafiî, keş'in fıtır
sadakası olarak verilmesini uygun görmemekle beraber, tam bir sâ verilmesi
halinde fıtır sadakasının tekrar verilmesinin gerektiğine bir delilin
olmadığını söylemiştir.
Hanefîlere göre, keş
ancak kıymet itibarı ile verilebilir. Binaenaleyh kıymeti, fıtır sadakası
olarak verilen maddelerin kıymetinden az ise, verilmesi caiz değildir. Zira
keşden fıtır sadakasının verildiğine dair güvenilir bir delil yoktur.
Hasan el-Basrî'ye göre
fıtır sadakasının keşten verilmesi caiz değildir.
İki müddün yarım sâ oluşunda
ihtilâf yoktur.
el-MenhePde;
"yarım sâ buğdayın bir sâ' arpa, kuru hurma, kuru üzüm ve keş'e denk kabul
edilmesi Hz. Muâviye'nin bir içtihadıdır" denilmektedir.
Fıtır sadakasının
buğdaydan yarım sâ' olduğunu söyleyen müctehidler bu hadise dayanmışlardır.
Ashab-ı Kiramın Hz.Muâviye'nin görüşüne uymaları, icma' kabul edilmiştir.
Dolayısıyla Ebû Said'in ona uymaması bu icmâa zarar vermemiştir. Çünkü Ebû
Said'in kendi uygulamasını söylemesi, bunun vâcib olduğunu ifâde etmez.
İbn Huzeyme
rivayetinde Hz.Muâviye'nin o dönemde halife olduğu, İbn Mâce rivayetinde de
Medine-i Münevvere'ye gittiği ve konuşmayı orada yaptığı bildirilmiştir.
Hadiste geçen
"bir adamadan maksad, Yakub b.İbrahim ed-Devrekıy'dir.[172]
1. Fıtır
sadakasının kuru hurma, kuru üzüm, arpa veya keşten bir sa olarak verilmesi caizdir.
2. Fıtır
sadakası, buğdaydan yarım sâ' olarak verilir.
3. Fıtır
sadakası küçük-büyük, hür ve köleye vâcibtir.[173]
1617.
...Müsedded'in İsmail'den yaptığı rivayette "buğday" sözü edilmedi.
Ebu Dâvûd dedi ki:
Muâviye b. Hişam bu hadisin -Sevrî'den o da Zeyd b. Eşlem 'den, o da îyaz'dan o
da Ebû Said'den yaptığı-rivâyetinde ("yiyecekten bir sâ" yerine)
"buğdaydan yarım sâ" (sözünü) zikretti. Halbuki bu söz, Muâviye b.
Hişam'dan veya ondan rivayet edenden (meydana gelen) bir hatadır.[174]
1618.
...tyaz (b. Abdillah) dedi ki: Ebû Saîd el-Hudrî'yi şöyle derken işittim:
Ben asla bir sâ'dan
başkasını vermem. Zira Resulullah (s.a.) zamanında biz kuru hurma veya arpa
veya keş veya kuru üzümden bir sâ' verirdik.
Bu, Yahya'nın
hadisidir. Süfyan b.Uyeyne ise, (yaptığı rivayette bu sayılanlara) "veya undan bir sâ"
sözünü ilâve etti.
Hâmid b. Yahya dedi
ki: (Muhaddisler) bu ilâveden dolayı Süfyan'ı kınadılar da ondan vazgeçti.
Ebû Dâvûd dedi ki: Bu
ilâve, îbn Uyeyne'nin hatasıdır.[175]
Ebû Said el-Hudrî,
"ben asla bir sâ'dan başkasını vermem" sözüyle Hz.Muavıye mn yarım sa
buğdayın verilebileceğine dair görüşüne katılmadığını söylemek istemiş, sanki
buğdayı diğerlerine mukayese ederek ondan da bir sâ verilmesi gerektiğini irriâ
etmiştir.
Mâlik, Şafiî, Ahmed b.
Hanbel, İshak ve Hasan el-Basrî, "Fıtır sadakası arpa, kuru hurma veya
kuru üzümden bir sâ verildiği gibi buğdaydan da bir sâ verilmelidir. Yarım sâ'
yeterli değildir" demişlerdir. Sahâbîler-den Ebû Said el-Hudrî,
Ebû'l-ÂIiye ve Câbir b. Zeyd de bu görüştedirler.
Hanefîler ise, fıtır
sadakası arpa, kuru hurma veya kuru üzümden verildiği zaman bir sâ verilmesi
gerektiğini, ama buğdaydan verildiği zaman yarım sa'ın kâfi geldiğini
söylemişlerdir. Delilleri bundan sonraki babta gelecek olan hadislerle ashâb-ı
kiramın Muâviye (r.a.)'nin görüşüne uymalarıdır. Şayet ashâb-ı kiram
Resûlullah (s.a.)'den buğdayın bir sâ' olması gerektiğine dair bir hadis
bilselerdi, susup da Hz.Muâviye'nin sözüne uymazlardı. Çünkü "mevrid-i
nassta içtihada mesâğ yoktur". Yani hakkında âyet veya hadis bulunan
konuda ictihad yapmak caiz değildir. Binaenaleyh buğdaydan bir sâ*
verilebileceğine dair,rivâyet edilen; hadisler sahih değildir.
Hanefîlerin bu görüşü
aynı zamanda sahâbîlerden Ebû Bekr, Ömer, Osman, AH, Ebû Hureyre, Câbir b.
Abdullah, İbn Abbâs ve İbnü'z-Zübeyr (r.a.)'in görüşüdür. Hatta Tahâvî, Ebû
Bekr, Ömer, Osman ve Ali (r.a.) dönemlerinde bu konuda icmâ' meydana geldiğim
söylemiştir.
es-Sübkî el-Menhel
adlı şerhinde şöyle demektedir: "Yarım sâ' buğdayın verilebileceğini
söyleyenlerin görüşü kuvvetli ve tercih edilen görüştür. Çünkü ashâb-ı kiram
ile tabiûn, Muâviye döneminde bu hususda ittifak etmişlerdir. Ayrıca buğdaydan
bir sâ' verileceğini açıkça belirten sahih bir hadis yoktur."
Süfyan b.Uyeyne'nin
rivayetinden anlaşıldığına göre unun fıtır sadakası olarak verilmesi caizdir.
Hanefîler ile Hanbelîler bu görüştedirler. Ancak Hanbelîler bir sâ' verilmesi
gerektiğini söylerken; Hanefîler, arpa unundan bir sâ, buğday unundan ise
yarım sâ verileceğini ifâde etmişlerdir.
Mâlik, Şafiî ve
âlimlerin çoğuna göre ise, fıtır sadakasının undan verilmesi caiz değildir.
Çünkü un'un zikredildiği hadisler delil olmaya elverişli değildir. Süfyân b.
Uyeyne'in rivâyetindeki "veya undan bir sâ" sözüne muhaddislerin
itiraz ettiklerini söyleyen Hamid b.Yahya'nın bu sözü bunun bir delilidir.
Fıtır sadakasının
verildiği maddelerle ilgili hadislerin zahirinden anlaşıldığına göre mükellef,
zikredilen maddelerden herhangi birisini vermekte muhayyerdir. Hanbelîler bu
görüştedirler.
Hanefîlere göre ise,
mükellef, buğday, arpa, kuru hurma ve kuru üzümden istediğini verir. Diğer
maddeleri ise, ancak bu dördünden birinin değerine muâdil olması halinde
verebilir.
Mâlikîlerle Şâfiîlere
göre mükellefin oturduğu yer halkının en çok yedikleri maddeden vermesi
gerekir.
Şafiî, Ahmed b. Hanbel
ve âlimlerin çoğuna göre, sayılan maddelerin değerini para olarak vermek caiz
değildir. Fıtır sadakasını mutlaka sayılan maddelerin kendisinden vermek gerekir.
Hanefilere göre
değerini vermek caizdir. Mâlikîlere göre de caiz olmakla beraber mekruhtur.[176]
1619.
...Abdullah b. Sa'lebe veya Sa'lebe b. Abdullah b. Ebî Suayr, babasının şöyle
dediğini rivayet etmiştir.
Resûlullah (s.a.)
şöyle buyurdu:
"(Fıtır sadakası)
küçük veya büyük, hür veya köle, erkek veya kadın her iki kişiye buğdaydan bir
sâ'dır. (Fıtır sadakası veren) zengininizi Allah (günahlardan arıtıp malını)
temizler. Fakirinize gelince de (fıtır sadakası olarak) verdiğinden Allah, ona
daha fazlasını verir."[177]
Süleyman (b. Dâvûd)
hadisinde, "zengin veya fakır" sözünü ilâve etmiştir.[178]
Değişik tariklerle
rivâye tedilen bu hadisin râvisi Müsedded, rivayetinde, "Sa'lebe b. Ebî Suayr,
o da babasından rivayet etti" şeklinde geçerken, Süleyman b. Dâvûd
rivayetinde ise "Abdullah b. Sa'lebe -veya Sa'lebe b. Abdillah- b. Ebi
Suayr, o da babasından rivayet etti." diye geçmektedir. Müsedded'in
rivayeti bazı nüshalarda "Sa'lebe b. Abdillah b. Ebi Suayr" şeklinde
geçmektedir. Buna göre Müsedded ile Süleyman b. Dâvûd, "Sa'lebe b.
Abdullah b. Ebi Suayr" rivayetinde ittifak ediyorlar.
Darekutnî'ye göre
bunların doğrusu, Süleyman b. Davud'un "Abdullah b. Sa'lebe b. Ebi
Suayr" şeklindeki rivayetidir.
Buharı de Tarih adlı
eserinde onun "Abdullah b. Sa'lebe b. Suayr" şeklinde olduğunu ve
Peygamber (s.a.)'den vasıtasız yaptığı rivayetlerinin mürsel olduğunu, ancak
babası Sa'lebe'den yaptığı rivayetin mürsel olmadığını söyler.
Anlaşıldığına göre râvi'nin
adının Abdullah, babasını da Sa'lebe olduğu rivayeti, daha doğrudur. Ancak
tercemede, Ebû Davud'un işaret ettiği şekli de belirttik.
Sözündeki
"sâ" kelimesi mahzûf bir mübtedanın haberidir. Takdiri "Fıtır
sadakası" şeklindedir. Bunun için bu söz, tercemede parantez içinde
gösterilmiştir.
"Bürr" ile
"kamh" eş anlamlı kelimelerdir. Râvi Hammaâd b. Zeyd, ikisinden
hangisinin kendisine söylendiğim hatırlamayıp da tereddüt ettiği için ikisinide
zikretmiştir.
"Fakirinize
gelince de (fıtır sadakası olarak) verdiğinden Allah, ona daha fazlasını
verir" sözüyle Peygamber (s.a.) fakiri fıtır sadakası vermeye teşvik
etmiş ve Allah'ın ona daha fazlasını vereceğini vâ'd buyurmuştur. Burdaki
"fakir" kelimesinden ya çok zengin olana nisbetle az malı olan ya da
bayram gününde kendisi ve aile efradına yetecek kadar yiyecekten başka fıtır
sadakasına mâlik olan hakiki fakir kast edilmiştir.
Süleyman b. Dâvûd,
rivayetinde "erkek veya kadın" sözünden sonra "zengin veya
fakir" sözünü zikretmiştir. Bu söz az önce tarifi yapılan hakiki fakirin
de fıtır sadakası vermesinin gerektiğine delâlet eder. Mâlik, Şafiî, Ahmed b.
Hanbel, Atâ, İshâk ve âlimelerin çoğu bu görüştedirler.
Ha ne filer ise, fıtır
sadakası havâic-i asliyyeden[179]
başka zekât nisâbına mâlik olana vâcibtir. "Nisaba mâlik olmayana fıtır
sadakası vâcib değildir" demişlerdir. Delilleri Ebû Hüreyre'nin Peygamber
(s.a)'den rivâyet ettiği şu hadistir:
"Zengin olmadıkça
zekât vermek yoktur." Açıklamaya çalıştığımız Sa'lebe hadisi onlara göre
zayıftır. Öyle olmasa bile, fakir kelimesi, çok zengine göre malı az olana
hamledilmiştir. Binaenaleyh hadiste yalnız zenginler kastedilmiştir.
Cumhur bu görüşü
reddederek, Ebû Hüreyre'nin rivayet ettiği hadi-sin.meşhur rivayetinin,
"En hayırlı sadaka, zenginlik halinde verilendir," şeklinde olduğunu
söylemiş ve 39. babtaki hadislerle benzerlerini delil getirmişlerdir.[180]
1. Fıtır
sadakası, buğdaydan yarım sâ'dır. Çünkü ıkı kişiye bir sa
denildiğine göre bir kişiye yarım sâ düşer.
2. Fıtır
sadakası büyüğe vâcib olduğu gibi küçük için de vâcibdir. Cumhurun görüşü
budur.
3. Fıtır
sadakası hür olana vâcib olduğu gibi köle için de vâcibtir.
4. Fıtır
sadakası erkeğe vacib olduğu gibi kadın için de vâcibtir.
5. Allah,
fıtır sadakası veren zenginin günahlarını bağışlar, malım artırır.
6. Bayramın
birinci gününde kendisine ve bakmakla yükümlü olduğu .aile efradına yetecek
yiyeceklerden başka fıtır sadakası verecek miktara malik olan fakirin fıtır
sadakası vermesi gerekir.
7. Fakir,
fıtır sadakası vermeye teşvik edilmiş, verdiğinden fazlasının Allah tarafından
kendisine verileceği vâdedilmiştir.[181]
1620.
...Abdullah b. Sa'lebe b. Suayr, babasından rivayet ettiğine göre babası şöyle
demiştir:
Resûlullah (s.a.)
ayakta hutbe okudu da fıtır sadakasının her şahıs için bir sâ' hurma veya bir
sâ' arpa verilmesini emretti.
Ali b. Hasan,
hadisinde "veya iki kişi için bir sâ buğday" (sözünü) ilâve etti.
Sonra (Ali b. Hasan ile Muhammed b. Yahya) "her küçük ve büyük, hür ve
köle için... (verilmesini emretti)" sözünde ittifak ettiler.[182]
1621. ...Abdullah b. Sa'lebe el-Uzrî şöyle
demiştir:
Resûlullah (s.a.)
Ramazan bayramından iki gün önce halka hitap etti. Ahmed b. Salih diyor ki:
Sonra râvi bir önceki el-Mukrî hadisinin mânâsım rivayet etti.[183]
Ahmed b. Hanbel'e
"Sa'lebe'nin fıtır sadakası ile ilgili hadisi hakkında ne dersiniz?"
diye sorulunca:
"O sahih
değildir. Ma'mer ile İbn Cüreyc onu Zührî'den mürsel olarak rivayet
ediyorlar" diye cevab vermiştir. "Sa'lebe b. Ebî Suayr bilinen bir
adam mıdır?" sorusuna da:
"İbn Ebî Suayr
nerden bilinecek?" şeklinde cevab vermiştir.İbn Adilberr de,
"râvileri arasında Zührî'den başka rivayeti delil kabul edilecek kimse
yoktur. Bunun için İbnu'l-Münzir "Buğday hakkında delil olabilecek sahih
bir hadisin olduğunu bilmiyoruz. O devirde Medine'de çok az buğday vardı.
Ashab-ı Kiram zamanında buğday artınca, ondan yarım sâ'ın, arpadan bir sâ'ın
yerini tuttuğunu gördüler. Onlara uymak gerekir. Onların sözlerini bırakıp da
başkalarına uymak caiz değildir." dedikten sonra Hz. AH, Osman, Ebû
Hüreyre, Câbir, İbn Abbâs, İbnü'z-Zübeyr ve Hz. Ebû Bekr'in kızı Esma
(r.anhâ)'mn fıtır sadakasının buğdaydan" yarım sâ' olduğuna dair
görüşlerini sahih senedlerle rivayet eder.[184]
1622.
...Hasan el-Basrî'den; demiştir ki:
İbn Abbâs bir
Ramazanın sonunda Basra minberinden hutbe okudu da; "Orucunuzun
sadakasını veriniz," dedi. Sanki halk daha önce (bunu) bilmiyordu. Sonra
İbn Abbas: "Burada Medine halkından kimler var? Kalkınız kardeşlerinize
(fıtır sadakasını) öğretiniz. Çünkü onlar Resûlullah (s.a.)'in bu sadakayı her
hür veya köleye erkek veya kadına, küçük veya büyüğe kuru hurma veya arpadan
bir sâ', buğdaydan da yarım sâ' olarak farz kıldığını bilmiyorlar" dedi.
Ali, (Basra'ya) gelip
de fiyatların ucuzluğunu görünce: "Allah size (nimetini) bollaştırdı.
Artık fıtır sadakasını her şeyden bir sâ yapsanız" dedi.[185]
Hümeyd dedi ki: Hasan'
el-Basrî fıtır sadakasının sadece oruç tutanlara gerektiği görüşündeydi.[186]
İbn Abbâs (r.a.) Basra
valisiyken okumuş olduğu hutbede fıtır sadakasının kuru hurma veya arpadan bir
sâ', buğdaydan ise yarım sâ' olarak verilmesini Resûlullah (s.a.)'ın
emrettiğini söylemiştir.
Hz. Ali de Basra'ya
gittiğinde ordaki bolluk ve ucuzluğu görmüş, buğdaydan da bir sâ' vermenin daha
iyi olduğunu söylemiş ve onları bir sâ' vermeye teşvik etmiştir.
Humeyd'in ifâdesine
göre Hasan el-Basrî fıtır sadakasının sadece oruç tutması farz olanlara
gerektiği görüşündedir. Ona göre ergenlik çağma varmamış olan çocuklar için
fıtır sadakası vâcib değildir, Cumhur ise onun çocuklar içinde gerektiğini
söylemişler. Delilleri konuyla ilgili hadislerdeki "küçüğe ve büyüğe de
farz kıldı" sözüdür.
Nesâî, Ahmed b.
Hanbel, Ali b. el-Medînî ve Ebû Hâtim'e göre Hasan el-Basrî, İbn Abbâs'tan
hadis duymamıştır. Dolayısıyla bu hadis mürseldir.[187]
1. Fıtır
sadakası hurma veya arpadan bir sâ buğdaydan ise, yarım sa olarak verilir.Ancak buğdaydan bir sâ'
verilirse, daha iyidir.
2. Vali ve
benzeri yetkililerin, halka İslâm dininin hükümlerini öğretmeleri gerekir.[188]
1623. ...Ebu Hüreyre (r.a.)den; demiştir ki:
Peygamber (s.a.) Ömer
b. el-Hattâb'ı zekât toplamaya gönderdi de İbn Cemil, Hâlid b. el-Velid ve
el-Abbas (zekat) vermediler. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.):
"-İbn Cemîl, fakirdi
de Allah onu zengin ettiği için zekâtını vermiyor (nankörlük ediyor), Halid b.
el-Velîd'e gelince, siz Halid'e zulmediyorsunuz. O zırhlarım ve harp aletlerini
Allah yoluna vakfetti. Resûlulah (s.a.)'in amcası el-Abbâs ise, onun zekâtı ve
bir misli bana aittir" buyurdu. Sonra (sözüne devamla):
"Adamın
amcasının, babası gibi olduğunu bilmez misin?" buyurdu.[189]
Bu hadisin
bab başlığı ile
ilgisi Resûlullah (s.a.)'in sözüdür. Zira bu söz Resûlullah
(s.a.)' in amcası Abbâs'ın zekâtını vaktinden önce aldığına delâlet etmektedir.
Sadaka kelimesi nafile
sadaka anlamına geldiği gibi zekât anlamına da gelmektedir. Kurtubî, cumhurun
onu bu hadiste farz olan zekat anlamına.aldıklarını söyler. Bununla beraber
bazıları bu kelimenin nafile sadaka mânâsına geldiğini iddia etmişlerdir.
Meselâ Mâlikîlerden İbn Kas-sâr: "Nafile sadaka mânâsı burada daha
uygundur. Zira ashab-ı kiramın zekât vermemeleri, düşünülemez" demiştir.
Kadı Iyâz bu görüşü
reddederek: "sadaka toplamak için adam göndermek yalnız farz olan zekâta
mahsustur" demiştir.
Nevevî de: "Sahih
ve meşhur olan görüşe göre bu sadaka farz olan zekâttır," demiştir. Bu
görüşün taraftarları İbn Kassâr'm "ashâb-ı kiramın zekât vermemeleri
düşünülemez'*"diye ileri sürdüğü delile şöyle cevab vermişlerdir:
1. İbn
Mühelleb'in dediğine göre, İbn Cemil, münâfıkmış, bundan dolayı zekât vermemiş.
Nitekim İbn Cemil ve benzeri münafıklar hakkında inen: "Onlar zekât
vermekten ancak Allah ve Resulü kendilerini fazl-u ilâhî ile zengin
etmelerinden dolayı imtina ettiler ama tevbe ederlerse kendileri için hayırlı
olur."[190] ayeti ile kendilerinden
tevbe etmeleri istenmiş, İbn Cemil de "Rabbim benden tevbe etmemi
istedi" demiş ve tevbe etmiştir.
2. Hâlid b.
Velîd, zırh, at ve harp malzemelerini Allah yolunda cihada vakfetmişti.
Zekâtın verildiği sekiz sınıftan birisi de Allah yolunda ci-had edenlerdir.
Cihad malzemeleri, zekâta tabi olmadığından Hz. Peygamber (s.a.) ondan zekât
istenilmesini zulüm saymıştır.
3. Abbâs
(r.a.)'ın durumuna gelince de Resûlullah (s.a.) onun iki senelik zekâtım
vaktinden önce peşin almıştır. Nitekim Müslim'in bir rivayetinde Resûlullah
(s.a.)'ın, "Biz Abbas'tan iki senelik sadakasını peşin aldık"
buyurduğu bildirilmektedir. Dârekutnî'nin Mûsâ b. Talha tankıyla yaptığı
rivayette de Resûlullah (s.a.)'ın, "İhtiyacımız oldu da Abbas'tan malının
iki yıllık zekatını peşin aldık" buyurduğu ifâde edilmektedir.
Nevevî, hem bize hem
de başkalarına göre Resûlullah (s.a)'ın "Abbâs ise, onun zekâtı ve bir
misli bana aittir" sözü, ben ondan iki senelik zekâtı peşin aldım"
manasınadır, demiştir.
ifâdesinin mânâsı, İbn
Cemil'in sadaka
vermemesine Allah'ın
kendisini zengin etmesinden başka bir sebeb yoktur. Bu ise, zekât vermemeyi
gerektirecek bir sebep değildir. Binaenalayh küfrân-i nimet etmeyerek Allah'ın
verdiği malın zekâtını vermesi gerekir.
Hattâbî, Resûlullah
(s.a.)'ın Halid b. Velid ile ilgili sözünü âlimlerin birkaç şekilde
yorumladığım söyler:
1. Resûlullah
(s.a.) Hz. Hâlid'in ibâdet niyeti ile malım Allah yoluna vakf ettiğini,
dolayısıyla elinde bir şey kalmadığı için zekât vermediğini bildirmiştir.
2. Zekât
memuru Hz. Ömer, Hz. Hâlid'den zırhlafının kıymeti üzerinden zekât istemiştir.
Çünkü onları ticâret malı zannetmiştir. Resûlullah (s.a.) da onların ticaret
malı değil, vakıf olduğunu, dolayısıyle zekâta tabî olmadıklarım bildirmiştir.
3.
Resûlullah (s.a.) Hz. Hâlid'in Allah yoluna vakfettiği mallarım zekât
saymasını caiz görmüştür. Çünkü zekâtın verildiği sekiz sınıftan birisi de
Allah yolunda cihâd eden rnücâhidlerdir. Buna göre malım vakfetmekle zekâtını
peşin vermiş sayılıyor.
Hz. Abbâs ile ilgili
ifade de şöyle yorumlanmıştır:
1. Onun
zekâtı ve bir misli daha bana aittir. Zira onun iki senelik zekâtını peşin
aldım.
2. Onun
zekâtını ve bir mislini ben üzerime alıyorum. Onun namına ben ödeyeceğim. Zira
o amcamdır. Amca ise, baba gibidir.
Bazıları da
"Resûhıllah (s.a.) Hz. Abbâs'ın o sıralarda malî durumu iyi olmadığı için
zekâtını iki sene te'hir etmiştir. Zira devlet başkanının bir maslahattan
dolayı zekâtı te'hîr edip sonra alması caizdir," demişlerdir.
Fakat doğrusu
Nevevî'nin dediği gibidir: Âlimlerin çoğu Hz. Abbas'-ın zekâtının peşin
alındığı görüşündedirler.
Bir kökten biten iki
hurma ağacından her birine sınv denir. Bu sözle Resûlullah (s.a.) Hz. Abbas ile
babasının aynı asıldan geldiklerini yani öz kardeş olduklarım, dolayısıyla onda
bulunmayan bir şeyle itham edilmemesinin gerektiğini ifâde etmişlerdir.[191]
1. Emin ve
ehiI kişilerin zekât toplamakla görevlendırılmelen meşrudur.
2. Önceleri fakir
iken sonra zengin olan gafillere Allah'ın nimetlerine şükretmeleri gerektiğini
söyleyip onları uyarmak gerekir.
3. Farzları
yerine getirmeyenleri ayıplayıp bunu onların gıyabında söylemek caizdir.
4. Mazereti
olanın özür dilemesi caizdir.
5. Ticaret
malları, zekâta tâbidir.
6. Vakıf
meşrudur.
7. Hayvan,
silâh, zırh gibi taşınır malların vakfı caizdir. Cumhurun görüşü budur. Ebû
Hanife menkûlün vakfını caiz görmemiştir.
8. Vakfedilen
mallar, vakfedenin himayesinde kalabilir.
9. Vakfedilen
mallar zekâta tabî değildir.
10. Zekâtı
âyet-i kerimede bildirilen sekiz sınıftan birine vermek caizdir.
11. Zekâtı
vaktinden önce vermek caizdir. Cumhur bu görüştedir. Bunun tafsilatı bundan
sonraki hadisin açıklamasında gelecektir.
12. Amcayı
baba gibi kabul edip ona saygı göstermek gerekir.[192]
1624. ...Ali
(r.a.)den rivayet edildiğine göre Abbâs (r.a.), zekâtın vaktinden önce
verilmesini Peygamber (s.a.)'e sordu da Resûlul-lah (s.a.) ona bu hususta
ruhsat verdi, -bir rivayette- Ali, "ona bu hususta izin verdi" dedi.[193]
Ebû Dâvûd dedi ki: Bu
hadisi Hüşeym, Mansur b. Zâzân'dan, O'da Hakem'den, o da el-Hasan b.
Müslim'den, o da Peygamber (s.a.)'den rivayet etmiştir. Hüşeym'in hadisi daha
sahihtir.[194]
Zekâtın vakti, malın
üzerinden bir yıl geçmesidir. Bu süre ticaret mallarına mahsustur. Hurma, üzüm
ve hububat gibi toprak ürünlerinin zekât vakti ise, elde edilip toplandıkları
zamandır. Binaenaleyh bunların üzerinden yılın geçmesi söz konusu değildir.
Geniş bilgi için 1573 no'lu hadisin açıklamasına bakınız.
Bu hadis yıl
tamamlanmadan önce zekâtın verilmesinin caiz olduğuna delâlet etmektedir.
Hanefî, Şafiî ve Hanbelîler bu görüştedirler. Bunlara göre, zekâtı vaktinden
önce verilecek olan malın nisaba ulaşmış olması ve bu nisabı yıl boyunca
koruması şarttır.
Süfyan es-Sevrî, Dâvûd
ve Hasan el-Basrî'ye göre yıl dolmadan zekât vermek caiz değildir. Bunların
delilleri:
a. İbn
Mâce'nin Âişe (r.anhâ)'den merfû olarak rivayet ettiği şu hadistir:
"Bir mal
üzerinden yıl geçmedikçe zekâta tabi değildir". Ancak bu hadisin senedinde
geçen Harise b. Muhammed, muhaddislerce zayıf görülmüştür.
b. Ali
(r.a.)'den merfû olarak rivayet edilen 1573 no'lu hadisteki "üzerinden
yıl geçmedikçe hiçbir malda zekât yoktur" ifadesidir.
c. Zekât
namaz gibi vakti olan bir farzdır. Binaenaleyh namazı vaktinden önce kılmak
nasıl caiz değilse, zekâtı da yıl dolmadan önce vermek caiz değildir.
Mâlikîler de bu
görüştedirler. Ancak onların meşhur olan görüşlerine göre, zekatın yılın
dolmasına bir ay kala verilmesi kerahetle beraber caizdir.
Hanefî, Şafiî ve
Hanbelîler, bunların delil olarak ileri sürdükleri hadisleri şöyle
yorumlamışlardır:
Bu hadisler, üzerinden
yıl geçmeden malın zekâtının verilmesinin vâcib olmadığına delâlet ederler.
Zekâtın yıl dolmadan önce verilmeyeceğine değil. Zira zekâtın yıl dolmadan önce
verilebileceğine delalet eden hadisler vardır. Bu babta geçen hadisler
onlardandır.[195]
1625.
...İmrân b. Husayn'ın azatlısı İbrahim b. Atâ, babasından rivayet ettiğine
göre, Ziyad veya emirlerden birisi, İmrân b. Husayn'ı zekât toplamaya gönderdi
de dönünce İmrân'a:
(Topladığın) mal
nerede? diye sordu. O da:
Beni mal (getirmek)
için mi gönderdin? Biz onu Resûlullah (s.a.) zamanında aldığımız yerlerde aldık
ve yine Resûlullah (s.a.) zamanında bıraktığımız yerlere bıraktık, dedi.[196]
Bab başlığı bazı
nüshalarda kâtın bir beldeden başka bir beldeye nakledilmesi" şeklinde
geçmektedir.
Ziyâd'dan maksat Ziyâd
b. Ebî Süfyan'dır. Hz.Muâviye onu Irak'a vali tayin etmişti.
Ziyad veya başka bir
emir İmrân Husayn'ı zekât toplamaya göndermiş, görevinden döndükten sonra da
ondan hesap sormuş, topladığı zekâtı ne yaptığını öğrenmek istemiştir. Bunun
üzerine İmrân, o beldeden topladığı zekâtı Resûlullah (s.a.) zamanında olduğu
gibi başka bir beldeye nakletmeden yine o beldenin zekât müstehaklarına
dağıttığım bildirmiştir.
Kütüb-i Sitte'de
rivayet edilen Muâz hadisinde, Resûlullah (s.a.) Mu-âz'ı Yemen'e gönderdiğinde
ona şu talimatı verdiği bildirilmektedir: "Allah'ın onlara mallarında
zenginlerinden alınıp da fakirlerine verilen zekâtı farz kıldığını kendilerine
bildir."
Muâz'ın bu hadisi
İmrân'ın mücmel olan hadisini açıklamaktadır. Geniş bilgi için 1584 no'lu Muâz
hadisinin açıklamasına bakınız.
Âlimler zekâtın, toplandığı
beldenin fakirlerine verilmesinin meşru oluşunda ittifak ettikleri gibi,
toplandığı beldede fakir olmaması hâlinde başka bir beldeye nakledilmesinin
caiz olduğunda da ittifak etmişlerdir. Diğer hallerdeki hükmün de ise, ihtilâf
etmişlerdir. Şöyle ki:
1.
Hanefilere göre zekâtın bir beldeden başka bir beldeye nakledilmesi,
mekruhtur. Delilleri az önce zikrettiğimiz Muâz (r.a.) hadisidir. Ancak bunlara
göre daha muhtaç olanlara veya fakir akrabaya vermek üzere nakledilmesi mekruh
değildir. Çünkü Sahih-i Buharı1 de geçen Tâvûs'un Muâz (r.a.) ile ilgili
naklettiği hadiste "Muâz (r.a.)'m Yemen halkından, arpa ve darı yerine
zekât olarak elbise istediği ve bunun mal sahipleri için daha kolay,
Medine'deki müstehak sahâbiler için de daha faydalı" olduğunu söylediği
bildirilmektedir. Bu hadîse göre Muaz (r.a.), Yemen halkından Medine'ye
götürmek üzere zekât toplamıştır.
Zekât'ın fakir
akrabaya vermek üzere nakledilmesinde ise sıla-ı rahmin gözetilmesi söz
konusudur.
Hanefî mezhebinde
mekruh olmayan bu iki meseleye eklenen meselelerden birisi de Dâru'l-harb'ten
Dâru'l-İslâm'a yapılan zekât naklidir. O da mekruh değildir.
2.
Mâlikilere göre zekâtın toplandığı belde fakirlerine dağıtılması vâ-cibtir.
Binaenaleyh zekâtın normal hallerde kasr mesafesi (yaklaşık olarak
a. Eğer
zekâtın toplandığı belde fakirleri, o uzak beldelerdeki fakirlerden daha
muhtaç iseler, zekâtın nakledilmesi haramdır. Ama onu tekrar vermek gerekmez.
b. İki
tarafın fakirlerinin ihtiyaçları aynı oranda ise, zekâtın nakledilmesi
mekruhtur.
c. Uzak
beldelerdeki fakirler daha muhtaç iseler, zekâtın çoğunu nakledip onlara
vermek menduptur.
d. Zekâtın toplandığı
beldede fakir yoksa fakirlerin bulunduğu uzak beldelere nakledilmesi vâcibdir.
3.
Hanbelîlere göre zekâtın toplandığı belde fakirlerine dağıtılması müstehabtır.
Kasr mesafesinden daha
az uzak olan yerlerde bulunan akrabaya veya daha muhtaç olanlara nakledilmesi
caizdir. Kasr mesâfesindekilere ise, nakletmek caiz değildir.
4. Şâfiîlere
göre zekât toplandığı belde fakirlerine verilmelidir. Orada fakir varsa, yakın
bile olsa başka bir beldeye nakledilmesi en sahih olan görüşe göre caiz
değildir.[197]
1626. ...Abdullah (b. Mesûd (r.a.) )'dan; demiştir
ki:Resûlullah (s.a.) şöyle buyurdu:
"Kendisine
yetecek malı olduğu halde dilenen kimsenin (aldığı şeyler) kıyamet gününde
yüzünde tırmık izi ve yara olarak gelir."
Ya Resûlullah!
Zenginliğin ölçüsü nedir? diye soruldu. Resûlullah (s.a.):
"Elli dirhem
gümüş veya bunun değerinde altın" buyurdu.
(Râvi) Yahya (b. Âdem)
dedi ki:
Abdullah b. Osman,
Süfyan'a: "Hatırladığıma göre Şu'be, Hakim b. Cübeyr'den (hadis) rivayet
etmez" dedi. Süfyân da: "Bu hadisi bize Muhammed b. Abdirrahman b.
Yezid'den, Zübeyd rivayet etti" cevabını verdi.[198]
Humjiş, hudûş ve kudûh
eş anlamlı kelimelerdir. Hepsi tırmalama ve yaralama izleri anlamlarına
gelir.Buna göre aralarındaki “veya" kelimesi, râvinin tereddüdüne delâlet
eder. Yani hadiste bu üç kelimeden birisi buyurulmuş, ama râvi hangisinin
rivayet edildiğinde şüphe etmiştir.
Bazıları da kelimesi,
tereddüd ifâde etmez. O, dilencilerin az dilenenler, çok dilenenler ve aşırı
derecede dilenenler diye derecelerine işaret etmektedir. Şöyle ki; yüzdeki
tırmalama ve yaralama izi olan humûş aşırı derecede dilenenler için, yüz
dışındaki yaralama izi olan hudûş, çok dilenenler için, yüz dışındaki çizik
olan kudûh da az dilenenler içindir, demişlerdir."
Bu hadis elli dirhem
gümüş veya bu değerde altını olan kimsenin, ihtiyacına yetecek kadar malının
olduğuna, uolayısıyle dilenmenin ve zekât almanın ona haram olduğuna delâlet
eder. Hz. Ali, Abdullah b. Me-sûd, Sevrî İbnü'l-Mübârek, İshak ve bir rivayete
göre Ahmed b. Hanbel bu görüştedirler.
Diğer âlimler ise:
"Bu hadis elli dirhem gümüş veya o değerde akını olan kimsenin
dilenmesinin haram olduğuna delâlet eder. Ama zekât almasının haram olduğuna
delâlet etmez" demişlerdir. Bundan dolayı Mâlik ve Şafiî:
"Zenginliğin muayyen bir ölçüsü yoktur. Bu konuda kişinin burumuna
bakılır, şayet elindeki malla geçinebiliyorsa, onun zekât alması haramdîrr
Geşinemiyorsa, helâldir," demişlerdir. __
Hanefîlere göre
cesedini örtecek elbise ile o günün azığına mâlik olanın dilenmesi, helâl
değildir. Onlara göre zenginliğin ölçüsü ise, nisâb miktarıdır ki, iki yüz
dirhem gümüştür.
Bu konu ile ilgili
geniş bilgi 1634 no'lu hadisin açıklamasında gelecektir.
Sevrî'nin talebesi
Yahya b. Âdem'in dediğine göre, Şu'be'nin arkadaşı Abdullah b. Osman, Süfyân'a
Şu'be'nin Hakîm b. Cübeyr'den, zayıflığından dolayı hadis rivayet etmediğini
söylemiş. Süfyan da bu hadisi aynı zamanda Zübeyd b. el-Hâris'in Muhammed b.
Abdurrahman'dan rivayet ettiğini, dolayısıyle hadisin bununla kuvvet kazandığı
cevabını vermiştir.[199]
1627. ...Atâ
b. Yesâr, Esed oğullarından bir adamın şöyle dediğini rivayet etmiştir:
Ben ve ailem Bakî
el-Garkad'a inmiştik. Ailem bana: "Re-sûlullah (s.a.)'a git de ondan
yiyecek bir şey iste" dedi ve ihtiyaçlarını saymaya başladı. Bunun
üzerine R'esûlullah (s.a.)'a gittim. Yanında kendisinden (bir şeyler) isteyen
bir adam gördüm. Resûlullah (s.a.), ona:
"Sana verecek bir
şey bulamıyorum" diyordu. Bunun üzerine
şöyle söyleyerek kızgın bir halde döndü.
Hayatıma yemin ederim
ki sen, dilediklerine veriyorsun.
Resûlullah (s.a.):
"Ona verecek bir
şey bulamadığım için bana kızıyor. Sizden biriniz bir ukiyye gümüşü veya bu
değerde malı olduğu halde dilenirse, haddi aşarak dilenmiş olur" buyurdu.
Esed'li (adam devamla)
şöyle dedi: Kendi kendime, sütlü devemiz bir ukiyyeden daha değerlidir, dedim
ve hiçbir şey istemeden geri döndüm.
Bir ukiyye, kırk
dirhem gümüştür.Ondan sonra Resûlullah (s.a.)'a arpa ve kuru üzüm geldi de Aziz
ve Celîl olan Allah, bizi zengin edene kadar gelenlerden Resûlullah (s.a.) bize
pay ayırdı.
Ebû Dâvûd dedi ki:
Mâlik'in dediği gibi, (Süfyan) Sevrî de bu hadisi böyle rivayet etti.[200]
Bu hadisi rivayet eden
adamın adı bilinmemektedir. Bu durum, hadîsin sıhhat derecesine zarar
vermemektedir. Çünkü o adam, sahâbidir.
Sahabîlerin hepsi udûldurlar.
Bakî el-Garkad'dan
maksat Medine'deki Cennetu'I-Bakî' mezarlığıdır.
Resûlullah (s.a.)'a
"dilediklerine veriyorsun" sözünü söyleyen adam, bazılarına göre yeni
müslüman olup da dinin âdabını öğrenmemiş birisiy-miş; onun münafık olduğu da
söylenmiştir.
"Likha" veya
"lekha" bol süt veren dişi deve demektir, çoğulu
"H-kâh"tır.
"Bir ukiyye, kırk
dirhemdir" sözü, İbn el-Cârûd'un Münteka'da dediği gibi İmam Mâlik'in bir
açıklamasıdır. Esed'li sahâbinin değil.
Ukiyye ve onun gram
olarak hesabı ile ilgili geniş bilgi için 1558 no'lu hadis açıklamasına
bakınız.
Ebû Ubeyd Kasım b.
Sellâm bu hadîse dayanarak kırk dirhemi veya bu değerde malı bulunan kimsenin
zengin sayıldığını ve zekât almasının helâl olmadığını söyler. Ancak cumhur, bu
görüşü reddetmiş ve bir önceki hadîste olduğu gibi bu hadis şu kadar gümüş veya
malı olanın dilenmesini yasaklamıştır, demişlerdir.
Aynı zamanda bu hadis,
bir önceki hadisteki elli dirhemin zenginlik için muayyen bir ölçü olmadığına
delâlet eder.
Ebû Dâvûd son sözünde
hadisin hem Sevrî, hem de Mâlik'den rivayet edilmesiyle kuvvet kazandığını
söylemek istemiştir.[201]
1628. ...Ebü
Saidi'l-Hudrî'den; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) şöyle buyurdu:
"Kim bir ukiyye
değerinde maiı olduğu halde dilenirse haddi
aşmış olur.”
Bunun üzerine kendi
kendime; Yakute adlı dişi devem bir ukiyyeden daha değerlidir, dedim.(Hadisin
râvilerinden olan) Hişâm, "bir ukiyyeden daha değerlidir" sözü yerine
"kırk dirhemden daha değerlidir" dedi- ve ondan hiçbir şey istemeden
geri döndüm.
Hişâm, rivayetinde
buna "Resûlullah (s.a.) zamanında bir ukiyye, kırk dirhemdi." sözünü
ilâve etti.[202]
1629.
...Sehl b. el-Hanzeliyye'den; demiştir ki:
Uyeyne b. Hısn ile
el-Akra b. Habis Resûlullah (s.a.)'a geldiler ve ondan (bir şeyler) istediler.
Bunun üzerine Resûlullah (s.a.) onlara istedikleri şeylerin verilmesini
emretti. Muâviye'ye (onlara istedikleri şeylerin verilmesi için oturdukları
yerlerin zekât memurlarına yazmasını) emretti. O da onlara istedikleri şeyleri
yazdı. Akra mektubunu aldı, sarığının içine sardı ve gitti. Uyeyne ise, mektubunu
aldı, Resûlullah (s.a.)'rn yanına geldi ve (kendi kendine) dedi ki: "Ya
Muhammedi Benim, Mütelemmis'in sayfası (mektubu) gibi içinde ne olduğunu
bilmediğim bir mektubu, kavmime götüreceğimi mi zannediyorsun?"
Bunun üzerine Muaviye,
onun bu sözünü Resûlullah (s.a.)'a haber verdi, Resûlullah (s.a.):
"Kimin yanında kendisine
yetecek malı olduğu halde dilenirse, kendisini ateşe götürecek şeyi çoğaltmış
olur" buyurdu. Nüfeylî bir diğer rivayette ("ateş" sözü yerine)
"cehennemin kor ateşi", dedi, Ordaküer:
Ya Resûlullah! Kişiye
yetecek malın miktarı nedir? dediler. -Nufeylî bir diğer rivayette, bunun
yerine "varlığıyla beraber dilenmek uygun olmayan zenginliğin miktarı
nedir? dedi.
"Ona öğle ve
akşam yemeğinde yetecek miktardır" buyurdu. Nufeylî bir diğer rivayette
bunun yerine, "Onu bir gün bir gece veya bir gece bir gün doyuracak
yiyeceğinin olmasıdır" dedi ve bize bunu zikredilen bu sözlerle kısa
olarak rivayet etti.[203]
Uyeyne b. Hısn ile
Akra' müellefe-i kulübtan olup Mekke'nin Fethinden sonra müslümân olmuşlardır.
Uyeyne,
Huneyn ve Taif
gazvelerine katılmıştır. Hz. Ebû Bekr döneminde yalancı Peygamber Tüleyha
el-Esedî'ye beyat edip irtidât etmişse de daha sonra bir daha İslâm'a
dönmüştür.
Mütelemmis, câhiliyet
devri şairlerindendir. Asıl adı Cerîr b. Abdilmelik'tir. Tarafe b. el-Abd ile
beraber kral Amr b. Hind'i hicvetmişti. Bunun üzerine Amr, valisine onları
öldürmesi için mektup yazmış; ama onlara hediye vermesi için mektup yazdığını
söylemiş. Tarafe kendisi için yazılan mektubu almış valiye götürmüş ve
öldürülmüştü. Mütelemmis ise, mektubtan şüphelenmiş ve onu açmış içindekini
öğrenince onu yırtmış ve öldürülmekten kurtulmuştu. İşte Arablar bunu darb-ı
mesel yapmışlardır.
Resûlullah (s.a.) bu
iki adama müellefe-i kulûb payından vermiştir. Çünkü ikisi de fakir değillerdi.
Bazıları da Peygamber (s.a.)'in onlara zekâttan değil de Huneyn ganimetinden
yüzer deve verdiğini söylemiştir.
Nufeylî bu hadisi Ebû
Davud'a iki sefer rivayet etmiştir. Birinde: "kimin yanında kendisine
yetecek malı olduğu halde dilenirse kendisini ateşe götürecek şeyi çoğaltmış
olur.** Oradakiler: Ya Resûlullah! Ona yetecek malın miktarı nedir? dediler. O
da: "Ona öğle ve akşam yemeğinde yetecek miktardır" diye buyurdu.
Diğer bir rivayette ise, "kimin yanında kendisine yetecek malı olduğu
halde dilenirse kendisini cehennemin kor ateşine götürecek şeyi çoğaltmış
olur." Ordakiler: Ya Resûlullah! Varlığıyla beraber dilenmek uygun olmayan
zenginliğin miktarı nedir? dediler. O da: "Onu bir gün bir gece -veya bir
gece bir gün- doyuracak yiyeceğinin olmasıdır." buyurdu" dedi.
Râvî hadisin kendisine
"birgün bir gece" şeklinde mi, yoksa "bir gece bir gün"
olarak mı rivayet edildiğinde tereddüt etmiştir.
Bu hadîse göre, öğle
ve akşam yemeği olanın dilenmesi helâl değildir.
Bazıları bu hadîsi
öğle ve akşam yemeğini devamlı bulabilene hamletmişlerdir.
Cumhur: "Bir
günlük yiyeceği olan kimsenin nafile sadaka istemesi haramdır. Ama zekât
istemesi caizdir," demişlerdir. Bununla ilgili geniş malumat için 1634
no'lu hadisin açıklamasına bakılmalıdır.[204]
1630. ...Ziyâd b. el-Hâris es-Sudâî'den; demiştir ki:
Resûlullah (s.a.)'a
geldim ve ona beyat ettim. Uzun bir hadis zikretti. (Bu arada şunları
söyledi):
"... Resûllah
(s.a.)'a bir adam geldi ve "bana zekât ver" dedi. Resûlulîah (s.a.)'
ona:
"Yüce Allah zekât
(taksimi) hususunda ne bir peygamberin ne de başkasının hükmüne razı olmadı ki,
onunla ilgili hükmü kendisi verdi, onu sekiz sınıfa taksim etti. Eğer o
sınıflardan isen sana hakkını veririm." buyurdu."[205]
Bu hadiste zekât
taksimi ile ilgili hükmün Allah tarafından âyet-i kerimeyle bildirildiği ifâde
edilmiştir. Söz konusu âyet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır:
"Zekâtlar
Allah'tan bir farz olarak ancak fakirler, miskinler, zekât memurları,
müellefe-i kulûb, köleler, borçlular, Allah yolunda cihâd edenler ve yolda
kalmışlar içindir. Allah bilici ve hikmet
sahibidir."[206]
Bu âyette geçen sekiz
sınıfla ilgili bilgi bundan sonraki hadisin açıklamasında gelecektir.
Bu hadisin senedinde
geçen Abdurrahman b. Ziyâd el-İfrîkî hakkında bazı söylentiler vardır.[207]
1631. ...Ebû
Hureyre (r.a.)'den; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) şöyle buyurdu:
"Miskin, bir iki
hurma veya bir-iki lokma ile geri çevrilen (dilenci) değildir. (Asıl) Miskin,
insanlardan bir şey istemeyen ve onlar tarafından hali bilinmediği için
kendisine (bir şey) verilmeyen kimsedir."[208]
Bu hadiste miskin'in,
kapı kapı dolaşan bir dilenci olmadığı, aksine halktan bir şey istemeyip muhtaç
olduğu bilinmeyen ve bundan dolayı kendisine birşey verilmeyen kimse olduğu
ifâde edilmiştir.
Miskin ile fakirin
tarifinde ihtilâf edilmiştir. Ebû Hanife'yi göre: Miskin, hiçbir şeyi olmayan
kimsedir. Fakir ise, nisab miktarından daha az malı olan kimsedir. Buna göre
miskin, fakirden daha muhtaçtır.
Mâlik'e göre miskin,
hiçbir şeyi olmayan kimsedir. Fakir ise, nisab miktarı olsa bile malı kendisine
bir yıl kâfi gelmeyen kimsedir.
Şafiî'ye göre miskin,
malı veya kazancı olup da geçimine kâfi gelmeyen yani gideri gelirinden fazla
olan kimsedir. Fakir ise, hiç bir mal ve kazancı olmayan kimsedir. Buna göre
fakir, miskinden daha muhtaçtır. Hanbeliler de bu görüştedirler.
Ebu Hanîfe ile Mâlik
bu hadisle istidlal ederek miskinin, hiçbir şeyi olmayan kimse olduğunu
söylemişlerdir.
Bir önceki hadisin
açıklamasında zikrettiğimiz âyet-i kerimede belirtilen zekâtın verildiği sekiz
sınıfı şunlardır:
1, 2. Fakirler ve miskinler,
3. Zekât memurları: Zekât mallarının toplanması, korunması, hesaplarının tutulması ve
müstehaklarına dağıtılması için devlet başkam veya yetkili kıldığı zât
tarafından görevlendirilen kişilerdir. Bunlarla ilgili geniş bilgi 1635 no'Iu
hadis açıklamasında gelecektir.
4. Müellefe-i Kulûb: Gönülleri İslama
ısındırılanlar demektir. Bunların bazıları yeni müslüman olmuş inançları zayıf
olan kimselerdi. Peygamber (s.a.) îslâma ısınmaları için onlara zekâttan bir
pay vermiştir. Bazıları da kavimleri arasında nüfuz ve kuvvet sahibi olan
kâfirlerdi. Peygamber (s.a.) bunlara da hem İslama teşvik olsun diye hem de
mü'minlere eziyet etmesinler diye zekâttan bir hisse vermiştir.
Peygamber (s.a.)'in
vefatından sonra müellefe-i kulûb sınıfına zekât verilip verilmeyeceği
hususunda ihtilâf edilmiştir. Hanefîlere göre onlara zekât verilmez. Zira
hisseleri sahabe tarafından özel bir hale yorumlanmıştır. Bu hususta Hz. Ebu
Bekir devrinde icmâ meydana gelmiştir. Peygamber (s.a.)'in bu fondan
kendilerine zekât verdiği Uyeyne b. Hısn ile Akra b. Habis, onun vefatından
sonra Hz. Ebû Bekir'e gitmiş ondan zekât gelirlerindeki bu haklarını belirten
bir belge istemişler ve almışlardı. Sonra Hz. Ömer'e gidip bu durumu haber
verince Hz. Ömer o belgelen ellerinden alıp yırtmış ve; "Resûlullah (s.a.)
kalplerinizi İslama ısındırmak için size hisse veriyordu. Artık Allah, dinini
güçlendirmiştir. Müslüman kalmaya devam ederseniz ne âlâ, aksi takdirde bizimle
sizin aranızda kılıç vardır" demişti. Onlar da durumu Hz. Ebu Bekr'e
iletip "Halife sen misin, Ömer mi?" diye sordular. Hz. Ebu Bekir de
"dilerse odur" diye cevab verdi. Böylece Hz. Ömer'in o hareketini
yadırgamadı. Sahabe de bunu kabul etmiş ve icmâ meydana gelmiştir. İslâm ilk
zamanlarda güçsüz ve azınlıkta, diğerleri güçlü ve çoğunluktaydı. Ama ondan
sonra durum değişmiş. İslâm güçlenmiş, müslümanlar çoğalmıştır.
Cumhura göre ise,
müellefe-i kulübün hisseleri ihtiyaç anında onlara bugün de verilebilir. Ancak
Şafiîler bunlardan kâfir olanlara zekât verilmez, demişlerdir. Cumhur, Hz. Ebû
Bekir'le Hz. Ömer'in onlara zekâttan hisse vermemelerini o andaki durum ve
ihtiyaca hamletmişlerdir. Kalbi ısındırma sabit, değişmez bir durum değildir.
Bir devirde kalpleri malla ısındırılanlara sonuna kadar zekât verme zarureti
yoktur. Kalbleri malla İslâm'a ısındırmaya zaruret olup olmadığı bunun kimlere
verilip kimlere verilmeyeceği devlet başkanın takdirine kalmış bir iştir.
Dolayısıyla devlet başkanı bir devrede bu fondan yardım ettiği kimselere
ihtiyaç yoksa, daha sonra bu yardımı kesebilir. İşte Hz. Ömer'in yaptığı budur,
-Bazılarının ileri sürdüğü gibi- bu bir nesih değildir. Zira nesih Allah'ın
koyduğu bir hükmün iptalidir ki, ancak onu koyan iptal hakkına sahiptir. Hz.
Peygamber (s.a.) vefat ettikten sonra neshten söz edilemeyeceğine göre, bu
hususta tercih edilen görüş müellefe-i kulûb hissesinin devam ettiği görüşüdür.
Bugün müslümanların
durumu da değişmiştir. İslâm başlangıçta olduğu gibi yine garib bir hâle
düşmüştür. Eğer müslümanların zayıf olmalan kableri malla İslama ısındırmanın
illeti ise, o illet bugün de mevcuttur.
5. Köleler; İslâm,
köleleri zekâtın verildiği sekiz sınıftan birisi olarak göstermiş, onların
hürriyetlerine kavuşmalarına yardım etmek üzere zekâttan bir pay ayırmıştır.
Bu iki şekilde olur:
a. Mükâteb
kölelere verilmek suretiyle olur. Mükâteb köle, efendisiy-le belirli bir miktar
üzerinde anlaşmış olan ve bu miktarı efendisine teslim ettiğinde hürriyetine
kavuşan kimsedir.
b. Zekât ile
köle ve câriye satın alıp onları âzad ederek hürriyetlerine kavuşturmak
suretiyle olur.
Bu, İslâmın köleliği
kaldırmak için gösterdiği gayretlerden birisidir; Ömer b. Abdulaziz devrinde
zekâta hak kazanan diğer grublar bulunmayınca zekât gelirleri daha çok köle
azadında kullanılmıştır.
6. Borçlular: Hanefîlere
göre borçlu, borcu olan ve borcundan başka nisâb miktarı mala sahip olmayan
kimsedir.
Mâlik, Şafiî, ve Ahmed
b. Hanbel'e göre ise borçlu iki çeşittir:
a. Kendisi
için borçlanan kimse: Bu gruba giren borçlu yiyeceğini, giyeceğini temin veya
hastasını tedavi, evlenmek veya çocuğunu evlendirmek, ev, ev eşyası satın almak
gibi şahsî veya ailevî ihtiyaçlar sebebiyle borç altına giren kimsedir.
b. Toplumun
menfaati için borçlanan kimse: Bu gruba giren borçlu, alacaklılar ile
borçluların arasını bulmak ve yanan fitne ateşini söndürmek için borçlanan
kimsedir. Bu şıkla ilgili bilgi 1635 no'lu hadis açıklamasında gelecektir,
7. Allah yolunda cihâd edenler: Allah'ın dinini ve dince mukaddes sayılan şeyleri korumak,
Allah'ın ismini yüceltmek için mücâdele eden kimselerdir. Bu konunun tafsilâtı
1635 no'lu hadis açıklamasında gelecektir.
8. Yolcular: Parasızlık
sebebiyle yolda kalmış olanlardır. Yurtlarında zengin olsalar bile bunlara
zekât verilir.
Bazılarına göre bir
önceki hadiste geçen "Eğer o sınıflardan isen sana hakkını veririm"
sözü zekâtın sekiz sınıfa eşit bir şekilde taksim edilmesi gerektiğine delâlet
eder. Zekâtın böyle taksim edilmesi gerektiğim İkrime, Ömer b. Abdulaziz,
Zührî, Dâvûd-i Zahirî ve Şafiî söylemişlerdir.
İbrahim en-Nehaî'ye
göre dağıtılacak olan zekât malı çoksa bu sınıfların hepsine verilmelidir. Az
ise yalnız bir sınıfa verilebilir.
Mâlik'e göre en çok
ihtiyacı olana öncelik tanınır. Binaenaleyh hepsine zekât vermek şart
değildir.
Ebû Hanife ve
arkadaşları Ahmed b. Hanbel, Atâ, Sevrî ile Ebû Ubeyd'e göre zekâtın bu
sınıflardan birisine verilmesi caizdir. Hatta yalnız bir şahsa bile
verilebilir. Ancak bütün sınıflara verilmesi müstehabtır. Bu aynı zamanda Hz.
Ömer, Ali, İbn Abbas, Muaz, Huzeyfe ve birçok sahâ-binin görüşüdür. Bu gurubun
delilleri şunlardır:
1. Allah
(c.c.) "sadakaları açıktan verirseniz ne güzel! Eğer onları gizleyerek
fakirlere verirseniz, bu sizin için daha iyidir"[209]
âyetinde zekâtın verildiği sınıflardan sadece fakirleri zikretmiştir.
2. Zekâtın
dağıtıldığı sekiz sınıfla ilgili Tevbe sûresinin 60. ayetinin tefsirinde
Taberî'nin İbn Abbas'tan yaptığı şu rivayet: "Hangi sınıfa verirsen, sana
yeter (geçerli olur.)"
3. Peygamber
(s.a.)'in kendisine getirilen bir zekâtı sadece müellefe-i kulûba, sonra
getirilen bir zekâtı da yalnız borçlulardan birisine verdiği rivayet
edilmiştir.
4. Peygamber
(s.a.) Benî Zureyk kabilesine, zekâtlarını, Seleme b. Sahr el-Beyâdî'ye
vermelerini emretmiştir. Şayet sekiz sınıfa verilmesi vâ-cib olsaydı, bir
kişiye vermelerini emretmezdi.
5. Zekâtın
sekiz sınıfa dağıtılması, güç ve meşakkatli bir iştir. Halbuki Allah (c.c.)
Kur'an-ı, Kerimde "O, size dinde bir güçlük yüklemedi"[210]
buyurmuştur.
6. Peygamber
(s.a.)'in zekâtı sekiz sınıf arasında taksim ettiğine delâlet eden bir hadis
sabit olmamıştır. Şayet hepsine vermek vâcib olsaydı, ashab-ı kiram bundan
haberdar olurlardı.
Şu halde bir önceki
hadis zekâtın sekiz sınıfa eşit bir şekilde taksim edilmesi gerektiğine değil,
kendilerine zekât verilmesi caiz olanların âyetle .bildirildiğine delâlet
etmektedir. Bundan dolayı1 bazı Şafiî âlimler, cumhurun görüşünü tercih
etmişlerdir. Beydavî, Tevbe suresinin 60. âyetinin tefsirinde cumhurun
görüşünü zikrettikten sonra "bazı şâfiîlerin bu görüşü tercih ettiklerini
ve hocasıyla babasının buna göre fetva verdiklerini" söylüyor.[211]
1632. ..Ebû Hureyre'den, demiştir ki:
Resûlullah (s.a.) (bir
önceki hadisin) benzerim buyurdu. (Ebû Seleme devamla dedi ki:) "Miskin, utanıp
istemeyen ve muhtaç olduğu bilinmediği için kendisine sadaka verilmeyen
kimsedir. İşte o
(âyette sözü edilip de
sadakadan) mahrum olandır". Müsedded rivayet ettiği hadiste buna,
"Kendisine yetecek malı olmayan" sözünü ilâve etti. Ancak
"utanıp istemeyen" sözünü söylemedi.[212]
Ebu Dâvûd dedi ki:
Muhammed b. Sevr ile Abdurrezzak bu hadisi Ma'mer'den rivayet ettiler ve
"Mahrum" sözünü Zührî'nin sözü saydılar ki, bu daha doğrudur.[213]
Hadisin senedinde
geçen Ubeydullah b. Ömer, Ebu Kâmil ve Müsedded bir önceki hadisin sözüne kadar
olan kısmında ittifak etmiş, bundan sonraki kısımda ise farklı rivayetlerde
bulunmuşlardı. Şöyle ki Ubeydullah ile Ebû Kâmil: ''Miskin, utanıp istemeyen ve
muhtaç olduğu bilinmediği için kendisine sadaka verilmeyen kimsedir. İşte o
mahrumdur" şeklinde rivayette bulunurken, Müsedded:
"Miskin,
kendisine yetecek malı olmayan ve muhtaç olduğu bilinmediği için kendisine
sadaka verilmeyen kimsedir. İşte o mahrumdur" diye rivayette bulunmuştur.
"işte o
mahrumdur" sözünde, "onların mallarında isteyen ve mahrum edilen
için bir hak vardır"[214]
âyetince işaret edilmiştir.
Muhammed b. Sevr ile
Abdurrazzak b. Hemmâm bu hadisi Ma'mer'den rivayet edip "İşte o
mahrumdur" sözünün Zührî'ye ait olduğunu yani Peygamber (s.a.)'e ait
olmadığını söylemişlerdir. Bu rivayet, diğerlerinden daha doğrudur.[215]
1633.
...Ubeydullah b. Adiyy b. el-Hıyâr'dan rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
İki adam bana
bildirdiklerine göre, Veda haccında zekât taksim ederken Peygamber (s.a.)'e gelmişler
ve o zekâttan kendileri de istemişler. (O iki adam dedi ki:) Bunun üzerine
Resûlullah (s.a.) gözlerini kaldırıp bize baktı ve indirdi, bizi güçlü-kuvvetli
gördü:
“Dilerseniz size de
veririm. Ancak zengin ile kazanabildi güçlünün bunda hakkı yoktur,"
buyurdu.[216]
Hadiste sözü edilen
iki adamın isimlen bilinmemektedir. Ancak bu durum sahâbî oldukları için hadîse
zarar ver-
memektedir. Çünkü
sahâbîlerin hepsi udûldur.
Hadiste geçen
"dilerseniz, size de veririm, ancak zengin ile kazanabi-len güçlünün bunda
hakkı yoktur." beyanından maksat, "dilerseniz size de zekât veririm.
Kendi durumunuzu siz bildiğinize göre bu işi vicdanınıza bırakıyorum. Şayet
zengin olduğunuz veya kazanmaya gücünüz yettiği halde alırsanız, günâhı size
aittir." demektedir.[217]
1. Malı
olduğu bilinmeyen kimse fakir kabul edilir
ve ona zekat verilebilir. Şayet malı
olduğu halde alırsa, günahı kendisine aittir.
2. Sadece
kuvvet, zekât almamayı gerektirmez. Onunla bir de kazanma imkânı olmalıdır.
3. Kendisine
yetecek miktardaki malı kazanmaya gücü yeten kimsenin zekât alması caiz
değildir. Şafiî, Ahmed b. Hanbel, İshak ve Ebû Ubeyd bu görüştedirler.
Hanefîlere göre
havaic-i asliyyesinin dışında nisaba malik olmayan böyle bir kimsenin zekât
alması caizdir.
Malikîler ise, çalışıp
kazanmaya gucu yeten kimse yıllık nafakaya malik olmayacak derecede fakir ise,
çalışmasa bile zekât alması caizdir. Şayet çalışması yıllık nafakasına
yetmiyorsa, ihtiyacını karşılayacak kadar zekât alabilir.
Hanefilerle Malikîler
bu hadisi, çalışıp kazanmaya gucu yetenin zekât istemesinin helâl olmadığına,
ama istemeden almasının helâl olduğuna hamletmişlerdir. Ancak bazı âlimler,
hadisin bu şekilde yorumlanmasının doğru olmadığını söyleyip bu yoruma itiraz
etmişlerdir.[218]
1634. ..Abdullah
b. Amr'dan rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Zengin'e,
kuvvetli ve sağlam olana zekâl (almak) helâl olmaz."
Ebû Dâvûd dedi ki:
Süfyân bunu Said b. İbrahim'den İbrahim'in dediği gibi rivayet etti. Şu'be, de
bunu Saîd'den rivayet etti. Ancak "kuvvetli ve sağlam" yerine
"kuvvetli ve güçlü" dedi.
Peygamber (s.a.)'den
(bu konuda) rivayet edilen diğer hadislerin bir kısmı "kuvvetli ve
güçlü" diğer bir kısmı da "kuvvetli ve sağlam" şeklindedir.
Ata b. Züheyr,
Abdullah b. Amr'ia karşılaştığını ve (Abdullah'ın) "zekât (almak)
kuvvetliye de sağlam olana da helâl olmaz" dediğini söyledi.[219]
Bu hadîste zengine ve
sıhhatli, gücü-kuvveti yerinde olana zekâtın helâl olmadığı ifâde edilmiştir.
Zekât almayı
haram kılan zenginlik ölçüsü
hakkında ihtilâf edilmiştir.
Hanefîlere göre
havâic-i asliyye ile borcunun dışında zekât tâbi olan mallardan nisaba mâlik
olan bir kimse zengin sayılır. Dolayısıyla zekât alması haramdır.
Aliyyü'l-Kaarî
el-Mirkat adlı eserinde el-Muhît adlı eserden naklen şöyle diyor:
Zenginlik üç çeşittir:
a. Zekât
vermeyi farz kılan zenginlik: Bir yıl boyunca nisaba mâlik olmakla gerçekleşir.
b. Zekât
almayı haram kılan ve fakat fıtır sadakası ile kurbanı vâcib kılan zenginlik:
Havâic-i asliyyeden başka nisab değerine ulaşan herhangi bir mala sahip olmakla
gerçekleşir. Bu malın, zekâta tâbi mallardan olması veya bir yılını doldurması
şart değildir.
c. Zekât
almayı değil, de sadece dilenmeyi haram kılan zenginlik: Bir günlük yiyecek ve
avret mahallini örtecek elbise sahibi olmakla gerçekleşir. Böyle bir kimsenin
sadaka istemesi haramdır ama istemeden verileni alması helaldir."
Mâlikîlere göre ise
zekât almayı haram kılan zenginlik, kişinin kendisinin ve geçimiyle yükümlü
olduğu aile fertlerinin bir yıllık ihtiyaçlarını karşılayacak mala sahip olması
veya bu kadar meblağı kazanmasıdır. Do-layısıyle nisabtan fazla malı olup da
yıllık ihtiyacına kâfi gelmeyenin veya ihtiyacından az kazancı olanın zekât
alması caizdir.
Şâfiîlere göre, zekât
almayı haram kılan zenginlik, kişinin ömrü (ortalama 60 yıl) boyunca kendisine
ve geçimiyle yükümlü olduğu aile fertlerine yetecek mala sahip olmasıdır.
Ahmed b. Hanbel'den bu
konuda rivayet edilip de tercih edilen görüşe göre, zekât almaya mani olan
zenginlik, kişinin ihtiyacına kâfi gelen miktardır. Muhtaç olmayanın malı
olmasa bile zekât alması caiz değildir. Muhtaç olanın ise, nisaba malik olsa
bile, zekât alması caizdir.
Şâfiîlerle Hanbelîler
bu hadisi delil göstererek sıhhatli ve çalışmaya imkânı olanın zekât almasının
«âiz olmadığını söylemişlerdir. Bu konuyla ilgili görüşler bir önceki hadisin
açıklamasında geçti.
Bu babta geçen
hadislerden anlaşıldığına göre muhtaç olmadığı halde sadaka istemek caiz
değildir. Sadaka istemenin hükmü, duruma göre değişmektedir.Şöyleki:
a. Muhtaç
olmadığı halde zekât istemek haram olduğu gibi kendisini olduğundan fazla fakir
göstererek istemek de haramdır.
b. Muhtaç
olanın ısrarla istemesi mekruhtur.
c.
Çalışamayacak durumda olan muhtaç bir kimsenin, ısrarsız istemesi mubahtır.
d. Açlıktan
dolayı nefsi tehlikeye düşenin istemesi vâcıbtır.
e. Utanıp
sıkıldığı için zekât istemeyen muhtaç bir kimse için zekât istemek mendubdur.
Muhtaç olana ne kadar
zekât verilebileceği konusu ise 1638 no'lu hadisin açıklamasında gelecektir.[220]
1635. ...Atâ
b. Yesâr'dan rivayet edildiğine göre Resûlu'lah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Şu beş kişinin
dışında hiçbir zengine zekât (almak) helâl değildir. Allah yolunda cihâd eden
zekât memuru, (müslümanların arasım bulmak için) borçlanan, zekât malını kendi
malı (parası) ile satın alan kişi ve fakir komşunun kendisine verilen zekatı
hediye ettiği (zengin) kişi."[221]
Bu hadis zenginin
zekât almasının caiz olmadığım
belirtmekte ve bundan şu beş (zengin) kişiyi istisna etmek-
tedir.
1. Allah yolunda cihad eden: Allah'ın
dinini korumak ve yükseltmek için savaşan gazidir. Zengin bile olsa, buna
cihada teşvik etmek ve cesaret vermek için zekât verilir. İmam Mâlik bu
görüştedir.
Şafiî, Ahmed b. Hanbel
ve İshak'a göre maddî bir menfaat beklemeden gönüllü olarak savaşa katılıp da
kendisine ganimetten bir şey verilmeyen gazi, zengin olsa bile, zekât
alabilir.
Hanefîlere göre ise,
fakir olmayan mücâhide zekât verilmez. Delilleri:
a. 1584
no'lu Muâz (r.a.) hadisinde geçen "...ve fakirlerine verilir"
sözüdür.
b. Tevbe
süresinin "Zekâtlar, fakirler içindir"[222]
âyeti.
c. Bir
önceki hadiste geçen “zengine zekât helâl değildir" beyânı.
Açıklamaya
çalıştığımız bu hadisin Allah yolunda cihad edenle ilgili bölümünü Hanefîler,
mukîm iken zengin olup da savaşta silâh, binek gibi harp malzemesine ihtiyaç
duyan mücâhide hamletmişlerdir ki, bu durumda zekât almasını caiz
görmüşlerdir.
Yukarıda görüşlerini
verdiğimiz Şafiîlerle Hanbelîler, Hanefîlerin ileri sürdükleri delillerin umurn
ifâde ettiğini ancak bu babın hadisiyle tahsîs edildiklerini söylemişlerdir.
2. Zekât memuru: Zekât mallarının toplanması, korunması, hesaplarının tutulması ve
müstehaklanna dağıtılması için devlet başkanı veya yetkili kıldığı zat tarafından
görevlendirilen kişidir. Buna zekâttan verilen hisse emeğinin karşılığı olarak
verilen bir ücrettir. Binaenaleyh zengin olmaları kendilerine zekâttan düşen
hisseyi almalarına engel değildir.
Cumhura göre zekat
memurunda aranan şartlar şunlardır:
1. Erkek
olması,
2. Baliğ
olması (ergenlik çağına gelmiş olması),
3. Akıllı
olması,
4. Hür
olması,
5. Müslüman
olması,
6. Güvenilir
olması,
7. Zekâtla
ilgili hükümleri bilmesi,
8. Beni Hâşim'den olmaması. Bu şartla ilgili
bilgi 1650 no'lu hadisin açıklamasında gelecektir.
Zekât memuruna
zekattan verilecek miktara gelince, âlimler bu hususta ihtilâf etmişlerdir.
Şöyle ki:
HanefHere göre devlet
başkam veya yetkili kıldığı zat, zekât memuruna yetecek miktar ne ise, onu
verir. Çünkü kendisine verilen'miktar, zekâta müstehak olduğu için verilmiyor,
emek sarfettiği için veriliyor. Dolayısıyla zengin olsa bile, ona bu miktar
verilir. Bu hususta icmâ vardır. Şâfiîlere göre devlet yetkilisi ona zekâtın
sekizde birini verir. Çünkü Allah (c.c.) zekâtı sekiz sınıfa taksim etmiştir.
Onlardan biri de, zekât memurudur.
Ancak bu görüşe, daha
önce belirttiğimiz gibi, itiraz edilmiş ve söz konusu âyette zekatın nasıl
taksim edileceği değil, kimlere verileceği beyân edildiği söylenmiştir.
M âli kiler ise,
"Zekât memuruna emeğine göre zekât verilir" demişlerdir. Buna göre
emek karşılığı tutarı, toplanan zekât kadar olsa, zekâtın hepsi ona
verilebilir.
3. Borçlu:Bundan maksat: -kendi maslahatı
için değilde meselâ -müslümanlarm arasını bulmak için meşru bir yolla borçlanan
kişidir. Böyle bir kimse zengin bile olsa, o borcu kendi malından ödemekle
mükellef olmayıp kendisine onu ödeyecek kadar zekât verilebilir.
4. Zekât malım kendi inalı (parası) ile satın
alan kişi: Bundan maksat, fakire zekat olarak verilmiş olan malı mal veya
para karşılığında ondan satın alan zengindir. Fakire verilen zekât malını onu
verenden başkasının satın almasının caiz olduğu hususunda ittifak edimişse de
onun veren kişi tarafından satın alınması cumhura göre mekruhtur. Ahmed b.
Hanbel, el-Hasan, Katâde ve Mâlikîlerden bazılarına göre de haramdır. Keffâret,
adak ve diğer sadakalar da aynı hükme tâbi olup hibe de bu konuda satın alma
gibi kabul edilmiştir.
5. Fakirin kendisine verilen zekâtı hediye
ettiği zengin kişi: Fakirin, almış olduğu zekâtı onu verenden başka bir
zengine hediye etmesi caizdir. Hadisteki ilgili cümleden maksat da budur. Fakat
onu veren zengine hediye etmesi ise, az önce satın alınması ile ilgili
zikrettiğimiz ihtilâfa tâbidir. Nitekim hibenin satın alma gibi kabul
edildiğini orada belirtmiştik.
Bu iki surette
zenginin zekat alabilmesi, onun zekât olmaktan çıkıp fakirin mülkü olmasıdır.
Fakir ise onda dilediği şekilde tasarruf edebilir.
Hadis bu rivayete
göre, mürseldir. Bundan sonraki rivayete göre ise mürsel değildir. Çünkü onda
Ata b. Yeşâr'ın Ebû Said el-Hudrî'den rivayet ettiği belirtilmiştir.[223]
1. Zekat
almak, sayılan beş kışı dışında hiç bir zengine helal değildir. Şayet zekat
veren kışı bu beş kişinin dışındaki bir şahsa zengin olduğunu bildiği halde zekât
verirse, zekât farzını yerine getirmiş sayılmaz. Fakir olduğunu bildiği adamın
daha sonra, zengin olduğu anlaşılırsa, Ebû Hanîfe, Muhammed, el-Hasan ve
(tercih edilen görüşünde) Ahmed b. Hanbel'e göre, kişinin verdiği zekât
geçerlidir.
Mâlik, Şafiî, Ebû
Yusuf ve bir rivayete göre Ahmed b. Hanbel o zekâtla farzı yerine getirmiş
sayılmaz. Binaenaleyh tekrar verilmesi gerekir.
2.
Müslümanların arasını bulmak teşvik edilmiştir.
3. Fakir,
zekât-olarak aldığı malı satabilir. Çünkü onun mülkiyetine girmekle zekât
olmaktan çıkmış oluyor. Dolayısıyla o malda dilediği gibi tasarrufta
bulunabilir.
4. Fakirin
zengine hediye vermesi ve zenginin de onu kabul etmesi caizdir.[224]
1636. ...Ebû
Said el-Hudrî'den "Resûlullah (s.a.) şöyle buyurdu" dediği ve önceki
hadisi zikrettiği rivayet edilmiştir.
Ebû Dâvûd dedi ki: Onu
İbn Uyeyne de Zeyd'den Mâlik'in rivayeti gibi rivayet etmiştir.
Sevrî onu Zeyd'den
rivayet etmiş, Zeyd şöyle demiştir: Güvenilir bir kişi"[225]
bana Peygamber (s.a.)'den şunu rivayet etti.[226]
1637. ...Ebû
Said'den; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) şöyle buyurdu:
"Zengine zekât
helâl değildir. Ancak Allah yolunda (cihâd eden) yolcu veya kendisine zekât
verilip de onu sana (zengin olduğun halde) hediye eden veya seni ona davet
eden fakir komşun (un sana ikram ettiği helâl olur.)
Ebû Dâvûd dedi ki:
Firâs ile İbn Ebi Leylâ Atiyye'den o da Ebû Saîd'den O'da Peygamber (s.ajden
benzerini rivayet etmiştir.[227]
Bu hadisteki yolcudan
maksat, oturduğu memlekette zengin olup da parasızlık sebebiyle yolda kalmış olan
kişidir. Bu haliyle fakir sayıldığı için kendisine ihtiyacına yetecek kadar
zekât verilebilir. Ancak borç buîabilirse, borçlanması zekât almasından daha uygundur.
Hatla İmam Malik, onun borçlanması lâzım geldiğini söylemiştir. Ayrıca Mâlik,
Şafiî ve Ahmed b. Hanbel yolculuğunun meşru olmasını şart koşmuşlardır. Şayet
masiyet için yolculuk yapmışsa ona zekât verilmez.
Bu hadis Allah yolunda
cihâd eden zengine, yolda parasız kalmış olan yolcuya zekât verilebileceğine ve
fakirin, kendisine verilmiş olan zekâtı zengine hediye edebileceğine delâlet
etmektedir.[228]
1638.
...Buşeyr b. Yesâr'dan rivayet edildiğine göre; Ensârdan Sehl b. Ebî Hasme
denilen biri "Peygamber (s.a.)'in Hayber'de öldürülen Ensarî'nin diyeti olarak
kendi kavmine zekât develerinden yüz tane verdiğini" haber vermiştir.[229]
sözünde muzaf
mukadderdir. Zira Sehl b. Ebî-Hasme, öldürülenin akrabası değildi. Ama aynı kavimdendi. Bunun için tercemeyi
"kendi kavmine..." şeklinde yaptık. Nitekim 'aynı söz bir başka
rivayette şeklinde geçmektedir ki bu, "kavim" kelimesinin mukadder
olduğunu desteklemektedir.
“ = Zekât develerinden
yüz tane" sözü Sahih-i Buhârî ile Sahih-i Müslim'de" "yanından
yüz deve" şeklinde geçmektedir. Aslında bu iki rivayet arasında bir zıtlık
yoktur. Çünkü "yanından" sözü ile develerin Peygamber (s.a.)m emir ve
hükmü altında oldukları kast edilmiştir. Bununla beraber develeri kendi
malından ya da devletin bütçesinden vermiş olması da mümkündür. Zira Kurtubî'ye
göre "yanından yüz deve" rivayeti, diğerinden daha sahihtir. Hatta
bazılarına göre "zekât develerinden yüz tane" jözü râvilerin
hatasıdır. Çünkü zekât, böyle bir yere verilemez. Zekâtın verileceği yerleri
Allah, bildirmiştir. Şâfiîlerden Ebu İshak el-Mervezî, bu hadisin zahiri ile
istidlal ederek zekât develerinden diyet verilebileceğim söylemişse de
âlimlerden çoğu bu görüşte değildir. Nevevî: "Âlimlerin çoğunun tercih
ettiği görüşe göre Resûlullah (s.a.), o develeri fakirlere verilen zekât develerinin
arasından satın almıştır," demektedir.
Kurtubî ise bu iki
rivayetin arasını şöyle te'Iif etmektedir:
Peygamber (s.a.)
bütçesinin ilgili fonundan, sonra vermek üzere o yüz deveyi zekât develerinin
arasından ödünç olarak almıştır. Ancak el-Menhel yazarı es-Subkî'nin konuya
yaklaşımı, sözü edilen ihtimal ve ihtilâfları bertaraf etmesi yönünden önem
arz etmektedir. Der ki: "Anlaşıldığına göre Peygamber (s.a.) çıkması
muhtemel fitneyi önleyip iki tarafın arasını bulmak için o develeri
borçuluların zekât payından almak üzere vermiştir." Borçluların zekât payı
için 1631 ile 1635 no'lu hadislerin açıklamasına bakınız.
Hayber'de öldürülen
ensârînin adı Abdullah b. Sehl b. Zeyd'dir. Onun öldürülmesi olayını Buhârî,
Müslim, Nesâî ve İbn Mâce rivayet etmişlerdir. Müslim olayı şöyle nakleder:
"Ebû Leylâ
Abdullah b. Abdirrahman b. Sehl, Sehl b. Ebî Hasme'-den rivayet etmiştir. O da
kavminin büyüklerinden rivayet ettiğine göre, Abdullah b. Sehl ile Muhayyisa,
içinde bulundukları bir sıkıntıdan dolayı Hayber'e çıkmışlar. Az sonra
Muhayyisa gelerek Abdullah b. Shel'in öldürüldüğünü ve bir kuyuya atıldığını
haber vermiş ondan sonra hemen yahûdilere giderek "Allah'a yemin ederim ki
onu siz öldürdünüz" demiş. Yahudiler:
"Allah'a yemin
olsun ki, onu biz öldürmedik" dediler. Sonra dönüp kavminin yanına gelmiş
bunu onlara da anlatmış, bilâhere kendinden büyük olan kardeşi Huveyyisa ile
Abdurralıman b. Sehl beraber gelmişler, Muhayyisa konuşmak istemiş ki Hayber'de
o bulunmuştu. Ama Resûlul-lah (s.a.) yaşı kastederek Muhayyisa'ya:
"Büyüğü büyük
bil" demiş, bunun üzerine önce Huveyyisa konuşmuş sonra Muhayyisa
konuşmuş, Resûlullah (s.a.):
"-Ya
arkadaşınızın diyetini verirler ya da savaşa hazır olduklarını bize
bildirirler," buyurmuştur.
Resûlullah (s.a.)
onlara bununla ilgili mektup da yazmış yahudiler cevabında:
"Allah'a yemin
olsun ki onu biz öldürmedik," yazmışlar. Bunun üzerine Resulullah (s.a.)
Ruveyyisa, Muhayyisa ve Abdurrahman'a:
"Yemin edip
arkadaşınızın kanına hak kazanır mısınız?" diye sormuş onlar:
"Hayır" demişler,
Resûlullah (s.a.):
"Yahudiler size
yemin etsinler mi?" demiş. Onlar:
"Onlar, müslüman
değiller" demişler. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.):
onun diyetini yanından
vermiş ve onlara yüz dişi deve göndererek evlerine kadar götürülüp
verilmiştir."[230]
Muhtaç olana ne kadar
zekât verilebileceği konusuna gelince:
Hanefîlere göre muhtaç
olana zekât olarak verilecek miktar' nİsabtan az olmalıdır. Nisab miktarı
verilmesi mekruh olmakla beraber caizdir. Ancak borçlu olanın, kendisine
verilecek zekâttan borcunu ödedikten sonra elinde nisabtan az bir miktar
kalacaksa veya geçimiyle yükümlü olduğu aile fertleri çok olup verilecek zekât
onlara taksim edildiğinde her birine nisabtan az pay düşecekse, nisabtan fazla
verilmesi mekruh değildir.
Mâlikîlerle
Hanbelîlere göre muhtaç olana bir yıllık ihtiyacına kâfi gelecek miktarda zekât
vermek caizdir.
Şâfiîlere göre ise
muhtaç olana ömrü (ortalama 60 yıl) boyunca ihtiyacına kâfi gelecek miktarda
zekât vermek caizdir.[231]
1639.
Duyurmuştur:
"Dilenmeler,
tırmalamalardır, kişi onlarla yüzünde iz yapar. Dileyen yüzünü korur dileyen de
korumaz. Ancak kişinin yetki sahibinden veya kaçınılmaz bir iş için
(başkasından) istemesi hariç."[233]
Kişi, dilenmekle izzet-i
nefis ve şerefinden fedakârlık eder.Nasıl ki tırmalama, yüz de istenmeyen bir
iz bırakıyorsa, dilenmek de kişinin şerefinde böyle iz bırakır. Bunun için kişi
izzet-i nefs ve şerefinden kaybetmek istemiyorsa, dilenmemelidir. Dilenmesi halinde
kayb eder. "Dileyen yüzünü korur dileyen de korumaz" sözü ile
anlatılmak istenen budur. Ayrıca bu sözde yüzlerini korumayanlar kınanmış ve
tehdid edilmişlerdir. Ancak müstehak olanın, devlet başkam veya onun vekilinden
hakkını istemesinde bir sakınca yoktur. Zira o devlet yetkilisi, hak
sahiplerine haklarını vermekle mükelleftir. Bu onun görevidir. Bu nevi isteme
mubah olduğu gibi, çıkması muhtemel olan bir fitneyi önlemek maksadıyla iki
tarafın arasım bulmak için borçlanan kişinin, başına bir musibet gelip de zor
durumda kalan kişinin ve katlanılamayacak fakru zarurette olan kişinin halktan
istemesi mubahtır. Anlaşıldığına göre, müstehak olmayanın istemesi mubah
değildir.[234]
1640.
...Kabise b. Muhârik el-Hilâlî'den; demiştir ki:
Bir anlaşmazlıkta ortalığı yatıştırmak üzere
kefil olmuştum da Peygamber (s.a.)'e geldim. Bana:
"Kabisa, bekle de
bize zekât gelsin, onun sana verilmesini emredelim," dedi. Sonra şöyle
buyurdu:
"Kabîsa, dilenmek
ancak şu üç kişiden birine helâl olur: Kefalet altına giren kişinin o meblağı
elde edinceye kadar dilenmesi helâldir. Sonra bundan vazgeçer. Malını helak
eden bir felâkete maruz kalan, kişinin geçimini temin edinceye kadar dilenmesi
helâldir. Kavminden aklı başında üç kişi "gerçekten falan fakir
düştü" deyip de şehâdette bulundukları kişinin geçimini te'min edinceye kadar
dilenmesi helâldir. Sonra bundan vazgeçer.
Kabisa! Bunların
dışında dilenmek haramdır. Dilenen, haram yemiş olur."[235]
Hemâle, kefalet
anlamına gelmektedir. Bu hadişte ondan maksat,
iki tarafın arasım bulmak, onları barıştırmak için kişinin belirli bir
meblâğı vermeyi taahhüd etmesi, üstlenmesidir. İşte böyle bir kimsenin
üstlendiği meblâğı temin edinceye kadar dilenmesi caizdir. 1631, 1635 ve 1639
no'lu hadislerin açıklamalarında belirtildiği gibi böyle bir kimseye zekât
vermek caizdir,
Daha önce maddî durumu
iyi olup da başına gelen bir felâketten dolayı malını yitiren kişinin,
fakirleştiğine şahitlik edecek olanların akıllı ve onun durumunu yakından bilen
kimseler olması, yanılmamak içindir. Zira kişinin kendi malını halktan
gizlemesi âdetidir. Onu ancak yakınlarına bildirir.
Fakirliği isbat etmek
için üç şahidin şart olup olmadığı konusunda ihtilâf edilmiştir. İbn Huzeyme
ile Şafülerin bazıları bu hadisin zahiri ile istidlal ederek üç kişinin
şahitliğini şart koşmuşlardır. Âlimlerin çoğu ise, "zina dışındaki
şehâdetlerde olduğu gibi bunda da âdil iki erkeğin şahitliği kâfidir"
demiş ve bu hadisteki sayıyı müstehaba hamletmişlerdir. Bununla beraber şahit
istemek, malı olduğu bilinip de fakirlik iddiasında bulunan kimseye mahsustur.
Dolayısıyla malı olduğu büinmeyen kimseden şahit istenmez. Ona yemin verdirmek
suretiyle sözü kabul olunur.[236]
1. Bu
hadiste sözü edilenlerin dilenmesi
cîzdir. Bir bakıma bu hadis bir önceki hadisi tahsis etmektedir.
2. Zekâtın
bir şehirden bir başka şehre nakledilmesi caizdir. Bu konu için 1625 no'lu
hadise bakınız.
3. Kişiye
verilecek zekât belirli bir miktar ile tahdid edilmemiştir.Bu miktar
müstahakkın durumuna göre değişir.[237]
1641. ...Enes
b. Mâlik'ten rivayet edildiğine göre Ensar'dan bir adam Peygamber (s.a.)'e
dilenmeye geldi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.):
"Evinde hiç bir
şeyin yok mu?" diye sordu. Adam:
Hayır (bir şeyim yok
ancak) bir çul var ki, bir kısmını giyiyor, diğer kısmını da (altımıza)
seriyoruz. Bir de su içtiğimiz bir bardak var, dedi. Peygamber (s.a.):
"Onları bana
getir" dedi. Adam da getirdi. Resûlullah (s.a.) onları eline aldı ve:
"Bunları kim
satın alır?" dedi. Bir adam:
Ben onları bir dirheme
alırım, dedi. Peygamber (s.a.) iki veya üç defa:
"Kim bir
dirhemden fazla verir" dedi. Bir başka adam:
Onları ben iki dirheme
alırım, dedi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.); o adama verdi ve iki dirhemi
aldı. Ensârî'ye verdi ve şöyle buyurdu:
"Birisiyle yiyecek
satın al da ailene götür ver. Diğer dirhem ile de bir keser satın alıp bana
getir." Ensârî keseri getirdi. Resûlullah (s.a.) Ona eliyle bir sap takdı
ve Ensârî'ye dedi ki:
"Git, odun topla
ve sat. Seni on beş güne kadar görmeyeyim."
Adam gitti odun toplayıp
sattı. (On beş gün sonra) on dirhem biriktirmiş olarak geldi. Onun bir kısmı
ile elbise, bir kısmı ile de yiyecek satın aldı. Bunun üzerine Resûlullah
(s.a.):
"Bu senin için
kıyamet gününde yüzünde dilencilik lekesi ile gelmenden hayırlıdır. Dilencilik
ancak şu üç kişi için caiz olabilir:
Şiddetli fakirlik
çeken, çok ağır bir borç altında bulunan, can yakıcı kan diyetini ödemeyi
yüklenen"[238]
Hadiste geçen
kelimesi fiilinden türetilmiş.bir ism-i
faildir. Perişanlıktan yerlerde sürünüp üstü başı toz toprak içinde kalmış olan
kimsedir. Böyle bir duruma düşen bir fakirin dilenmesi caizdir.
kelimesi ise fiilinden
türetilmiş bir ism-i faildir. Zor durumda bırakan demektir. Borç anlamına
gelen kelimesine sıfat yapılmakla zor
duruma düşüren ağır borç kast edilmiştir; buna ise, borçlular fonundan zekât
verilir.
kelimesi de fiilinden
alınmış bir ism-i faildir. Kan anlamına gelen "dem" kelimesine sıfat
yapılmakla elem verici, can yakıcı kan ifâde edilmiştir. Kan kelimesi, burada
diyet anlamında kullanılmıştır. Şöyle ki biri bir başkasını öldürdüğü zaman
öldürenin akraba veya arkadaşlarından birisi, aradaki husûmet ve kini ortadan
kaldırmaya çalışarak öldürülenin akrabasına diyet vermeyi üstlenir de öldüren
tarafın malı olmadığı için o diyeti ödeyemezse, diyeti vermeyi üstlenen kişi,
onu ödemek için dilenir. Zira o diyeti ödemeyecek olursa, kısas yapılarak
öldüren kişi öldürülür. Bu durumu ise, kefilini üzer. İşte böyle bir kimsenin
dilenmesi de caizdir.[239]
1. Bu hadis-
Peygamber (s.a.)'ın üstün
ahlâk, tevazu ve fakirlere olan şefkat ve merhametinin ne kadar çok
olduğunu göstermektedir. Zira adamın çul ve bardağını mübarek eline alarak
artırmaya çıkarması, rağbet kazanmaları içindir.
2. Artırma
usulüyle satış caizdir.
3. Başkan ve
buna benzer yetkililer maiyetlerinde bulunanlara mutluluk ve huzur yolunu
göstermeli ve ona teşvik etmelidirler.
4. Çalışarak
kazanabilen kimsenin dilenmesi haramdır.
5.
Dilencilik, hem dünya hem de âhiret açısından zem edilmiştir.[240]
1642. ...Avf b. Mâlik'ten; demiştir ki:
Biz yedi veya sekiz ya
da dokuz kişi Resûlullah (s.a.)'ın yanında idik, Resûlullah (s.a.):
"Allah'ın
elçisine bey'at etmez raisiniz?" buyurdu. Halbuki biz yeni bey'at
etmiştik. Biz de:
Sana bey'at etmiştik, dedik.
Resûlullah (s.a) aynı şeyi üç sefer söyledi. Bunun üzerine ellerimizi uzattık
ve ona bey'at ettik. Bu arada biri:
Ya Resûlullah! Biz
şüphesiz size bey'at etmiştik. Şimdi sana ne üzerine bey'at ediyoruz? diye
sordu. Resûlullah (s.a.):
"Allah'a kulluk
etmeniz, O'na hiç bir şeyi ortak koşmamanız, beş vakit namazı dosdoğru
kılmanız, (söz) dinleyip itaat etmeniz ve -sesini alçaltarak gizlice- Halktan
hiç bir şey istememeniz üzerine" buyurdu. Avf dedi ki:
And olsun (durum öyle
oldu ki), o cemaatten birinin kamçısı yere düşüyordu da hiç bir kimseden onu
vermesini istemiyordu.[241]
Ebû Dâvûd dedi ki:
Hişâm'ın hadisini Saîd'den başka bir kimse rivayet etmemiştir.[242]
Bey'at: Müslümanların,
islâm devlet başkanına, emirlerine itaat
etmek üzere söz vermeleridir.Bu kelime, alış-veriş mânâsına gelen "bey'
" kelimesinden alınmıştır. Nasıl ki bey'de karşılıklı alınıp verilen iki
şey varsa, bey'atta da verilen sözün karşılığında cennet va'd edilmiştir ki,
bey'de olduğu gibi bey'atta da elden tutma vardır. Ancak kadınlar bey'at
ederken el tutmazlar. Zira Resûlullah (s.a.)'e bey'at eden kadınlar, onun
elinden tutmamışlardır.
Ashâb-ı Kiram,
Peygamber (s.a.)'in gizli sesle buyurmuş olduğu "halktan hiçbir şey
istememeniz üzerine" sözünü, umûmî mânâda nehye hamlederek ihtiyat yolunu
tercih etmişlerdir. Zira ashâb-ı kirama dilenmek umûmî bir şekilde nehy
buyurulmuş, onlar da hadîsi bu mânâya alarak başkalarından hiçbir şey hatta
yere düşen kamçılarını bile istemez olmuşlardır.[243]
1. Bu hadis
Peygamber (s'a->'in fırsat
bulduk" ça dinî hükümleri tebliğ etmeye ne kadar önem verdiğini
göstermektedir.
2. İslâm
devlet başkanına bey'atın tekrarlanması meşrudur.
3. Bey'at
edenin, beyat edilenin elini tutması müstehabtır.
4. Kimseden
bir şey istememek üzere bey'at etmek müstehabtır.
5. Hadis,
değersiz bir şeyi bile istemekten sakınmaya teşvik etmektedir.[244]
1643. ...Resûlullah (s.a.)'in azatlısı Sevbân'dan;
demiştir ki: Resûlullah (s.a.):
Halktan bir şey
istemeyeceğine kim bana söz verir ki, ona cenneti garanti edeyim" buyurdu.
Sevbân:
"Ben" dedi. Gerçekten de hiç kimseden bir daha hiç bir şey istemedi.[245]
Bu hadiste halktan
hiçbir şey istemeyen kimsenin cennete girmeye hak kazandığı ve Sevbân (r.a.)'ın
ulaşmış ol duğu yüksek mertebe anlatılmıştır.[246]
1644. ...Ebu
Said el-Hudrî'den rivayet edildiğine göre, Ensâr'-dan bazı kişiler Resûlullah
(s.a.)'tan (bir şeyler) istediler. O da onlara verdi. Sonra tekrar istediler
yine verdi. Yanındaki tükenince:
"Yanımdaki malı
sizden asla gizlemem. Kim iffetli olmak isterse, Allah onu iffetli yapar. Kim
de elindeki ile yetinirse, Allah onu zengin yapar. Sabretmeye gayret edene
Allah sabır ihsan eder. Hiç bir kimseye sabırdan daha geniş bir ihsanda bulunu
İmanı iş lir" buyurdu.[247]
1. Defalarca
dilenene dilendikçe vermek caizdir.
2.
Verecek bir şey
bulunmadığı zaman dilenciden özür dilemek ve onu sabra teşvik
etmek meşrudur.
3.
İhtiyaçtan dolayı istemek caizdir. Ama sabredip Allah'tan istemek evlâdır.
4. Hadis
Resûlullah (s.a.)'in cömertlik, müsamaha ve başkalarım kendi nefsine tercih
ettiğine delâlet etmektedir.
5. Hadiste
muhtaç olan kimse iffetli olmaya, halka el açmayıp kendisini müstağni göstererek
sabırla Allah'a tevekkül etmeye teşvik edilmiştir.
6. Mü'mine
ihsan edilen en büyük şey sabırdır. Dolayısıyla sevabı da çoktur.[248]
1645. ...İbn Mesûd'dan; demiştir ki: Resûlullah
(s.a.): "Kime yokluk isabet eder de (halinden şikâyet ederek) onu halka
arz eder (onlardan bir şeyler ister)se yokluğu giderilmez. Kim de onu Allah'a
arz ederse, Allah onu çabuk zengin eder. Ya çabuk ölümle veya çabuk
zenginlikle." diye buyurdu.[249]
Allah'ın, kişiyi çabuk
ölümle zengin yapması ya kişinin zengin bir yakını ölüp de ona vâris olması
suretiyle ger çekleşir ya da kişinin bizzat kendisinin ölüp de mala ihtiyaç
duymaması suretiyle olur.[250]
1. Hadis
halka el açmaktan nefret ettirmeye delalet eder.
2. Hadis
Allah'a yalvarıp O'ndan istemeye ve O'na tevekkül etmeye teşvik etmektedir.[251]
1646.
...Îbnu'l-Firâsî'den rivayet edildiğine göre, el-Firâsî, Resûlullah (s.a.)'e:
Dileneyim mi, ya
Resûlullah? dedi. Peygamber (s.a.): "*Hayır, eğer mutlaka bir şey istemen
gerekirse, salih kişilerden iste!" buyurdu.[252]
Zaruret anında salih
kimselerden istemek, verdikleri zaman
başa kakmamaları, isteyeni
boş çevirmemeleri ve
kazançlarının helâl
olmasından dolayıdır. Evlâ olan salih kimselerden istemek ise de salih
olmayanlardan istemek de caizdir.
Hadiste dilenmekten
nefret ettirme ve ciddî ihtiyaç anında sâlih kimselerden istemeye teşvik
vardır.[253]
1647.
..İbnü's Sâidî'den; demiştir ki:
Ömer (r.a.) beni zekât
toplamak üzere görevlendirdi. İşimi bitirip topladığım zekâtları kendisine
teslim edince, bana ücret verilmesini emretti. Bunun üzerine "Ben bu işi
Allah rızası için yaptım, mükâfatım Allah'a aittir" dedim. O şöyle cevap
verdi:
Sana verileni al, zira
ben de Resûlullah (s.a.) zamanında (bu işte) çalıştım. Bana ücret verdi ben de
söylediğin gibi söyledim. Resûlullah bana:
"İstemeden sana
bir şey verildiği zaman onu (al) ye ve tasadduk et." buyurdu.[254]
Peygamber (s.a.) ile
Ömer (r.a.)'in verdikleri, ücrettir. Buna göre, yapılan iş, ders okutma ve
hâkimlik gibi dinî vecibelerden olsa bile, karşılığında ücret almak caizdir.
Hatta böylesi kimselere İslâm devlet başkanının ilgili fondan geçimlerine
yetecek bir miktar vermesi vâcibtir. Bunun içindir ki Tahâvî, "bu hadis
zekâta değil de İslâm devlet başkanının zengin -fakir herkese taksim ettiği
mallara aittir. Böylesi mallar, halka fakir oldukları için değil, o mallarda
hakları bulundukları için verilir. Bundan dolayıdır ki Peygamber (s.a.), Hz.
Ömer'in verilen malı almamasını hoş karşılamamıştır. Çünkü ona verdiği mal,
fakirliğinden dolayı değildir" demektedir.
Taberî diyor ki:
"Âlimler bu hadisteki "al" emrinin nedb ve irşad için olduğunda
ittifak etmişlerdir: "Hediyeyi veren İslâm devlet başkanı olsun, sâlih
veya fâsık olsun verilen şeyi kabul etmek mendubtur, yeter ki hediye vermesi
caiz olan bir kimseden gelsin" demişlerdir. Ebû Hurey-re'nin, "bana
hediye verilirse, alırım. İstemeye gelince onu yapmam" dediği rivayet
olunmaktadır. Âişe (r.anhâ) Muâviye'nin hediyesini kabul etmiştir."
Taberî sonra İbn Ömer,
İbn Abbâs ve Hz. Ali'nin de hediye kabul ettiklerine dair bazı nakiller yapmış
Resûlullah (s.a.)'ın:
"O bizim için
hediyedir" hadisini[255]
delil getirerek Berîre'ye sadaka olarak verilen etten yediğine dikkat çekmiştir.
Her ne kadar Taberî
"al" emrinin nedb için olduğunda âlimlerin ittifak ettiğini
söylemişse de ,Menhel yazarı da Ahmed b. Hanbel'in, hadisin zahiriyle istidlal
ederek hediyeyi kabul etmenin vâcib olduğunu, cumhura göre ise, İslâm devlet
başkanının bağışı hariç, diğer bağışların kabul edilmesinin müstehab olduğunu
nakleder. Devlet başkanın yaptığı bağışa gelince, elindeki mala bakılır, şayet
çoğu haramdan elde edilmişse, onu almak haramdır. Çoğu haram değilse almak
mubahtır.
Bazılarına göre de
Devlet başkanının yaptığı bağışı almak vâcibtir. Zira Cenab-ı Allah "Resul
size ne verirse onu alın" buyurmuştur. Bağışı almayan, emre uymamış olur.
İbn Hacer el-Askalânî: "Doğrusu malı helâl olduğu bilinenin hediyesi geri
çevrilmez. Malı haram olduğu bilinen kimsenin hediyesini almak ise, haramdır.
Şüpheli malda da ihtiyat yolu, onu geri çevirmektir. Onu geri çevirmeyip mubah
görenler, delili esas almışlardır" demektedir. İbnü'l-Münzir de: "Bu
konuda ruhsat verenler Yahudiler hakkındaki "onlar yalanı çok dinler,
haramı çok yerler"[256]
âyet-i kerimesi ile istidlal ederler. Nitekim Peygamber (s.a.)'de zırhını bir
yahûdiye rehin bırakmıştı. Ayrıca yahudilerden cizye alıyordu ki, onların
mallarının çoğunu şarap, domuz ve fasit ahş-verişlerden elde ettiklerini
biliyordu," demektedir.
Taberî: "Allah'ın
ehl-i kitabtan cizye alınmasını mubah kılması da elinde malı olup da haramdan
mı, helâldan mı kazandığı bilinmeyen müsIümanın o maldan verdiği hediyesini
almanın haram olmadığına apaçık bir delil vardır. Zira Allah ehl-i kitabın
mallarının çoğunun şarap ve domuzdan kazanıldığını, faiz alıp verdiklerini
biliyordu. Öyle olmasına rağmen, cizyeyi mubah kılmıştır. Dolayısıyla harama
aldırmayan bir kimsenin verdiği hediye, alan tarafından bizatihi haram olduğu
bilinmedikçe kabulü mubahtır. Sahabe ve Tabiûnun imamları da aynı
görüştedirler" demektedir.[257]
1. Hadis Hz.
Ömer'le İbnü's-Sâidî'nin fazilet ve takvalarına delalet etmektedir.
2. Dinî bile
olsa yapılan iş karşılığında ücret almak caizdir.
3. İslâm devlet
başkanının verdiği geri çevrilmemelidir.[258]
1648.
...Abdullah b. Ömer'den rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.) minberde
zekâttan, haya edip onu almamaktan ve dilenmekten söz ederken şöyle buyurdu:
"Yüksek el, alçak
elden daha hayırlıdır. Yüksek el, veren (el), alçak el de dilenen
(el)dir."[259]
Ebû Dâvûd dedi ki: Bu
hadisteki Eyyûb'un Nâfi'den rivayeti konusunda ihtilâf edilmiştir. Abdulvâris:
"Yüksek el, haya edip almayandır" demişse de râvilerin çoğu Hammâd b.
Zeyd'den, o da Eyyûb'dan rivayetine göre: "Yüksek el, veren eldir"
Hammâd'dan rivayet edenlerden biriside: "haya edip almayandır"
demiştir.[260]
Ebü Davud'un dediği
gibi bu hadisin iki tarîki vardır, birisinde "münfika; veren (el)" şeklinde geçen kelime, diğerinde
"müteaffife: haya edip almayan" şeklinde geçmektedir. İbn Abdilberr
"münfika" rivayetini tercih etmiş ve Buhârî ile Müslim'in de bu
rivayeti tahrîc ettiklerine dikkat çekmiştir.[261]
1. Hatibin
dinleyenler için yararlı gördüğü hususlardan söz etmesi mubahtır.
2. Hadis
hayırlı işlerde infakta bulunmaya ve sadaka vermeye teşvik eder.
3. Şükreden
zengin, sabreden fakirden daha üstündür. Ancak bunun aksini iddia edenler de
olmuştur.
4. Hadis
ciddî ihtiyaç olmadığı halde dilenmekten nefret ettirmektedir.[262]
1649. ...Mâlik
b. Nadla'dan; demiştir ki: Resülullah (s.a.) şöyle buyurdu:
“Eller üç kısımdır:
Allah'ın Yed-i Ulyâ'sı (zatına mahsus ve sıfatına lâyık Eri), ondan sonra
verenin eli ve dilenenin alçak eli, fazla olanı ver ve nefsine yenilme."[263]
Bu hadiste verme
yönünden üç kısma ayrılmıştır: İlk ikisi verici, sonuncusu alıcıdır. Buna göre
verici el, iki kısımdır:
a. Hakikî
verici, Allah'tır. Çünkü her şeyin mâliki odur.
b. Zahirî
verici, infâk eden kişidir.
Dilenenin elinin alçak
olması, ciddî bir ihtiyacı olmadığı halde dilenmesine hamledilmiştir.
"Fazla olanı
ver" sözündeki fazlalıktan maksat, ihtiyaç fazlasıdır. "ver"
emri, nedb içindir.
"Nefsine
yenilme" sözünde, mala düşkün olan nefse karşı koymada ona yenilmemek ve ihtiyaç
fazlasını vermekte cimrilik yapmamak istenmiştir. Bu söz, "malının
hepsini infak edip de geçim sıkıntısına düşme" şeklinde de yorumlanmıştır.
Bu hadis sadaka verip
nefisle mücâdele etmeye teşvik etmekte, halktan istemekten nefret ettirmektir.
Bu babta geçen
hadislerden anlaşıldığına göre ellerin en yükseği, nıünfika (veren) eldir.
Sonra müteaffife (muhtaç olmasına rağmen almaktan haya eden) el, üçüncüsü
istemeden alan el, sonuncusu da dilenen eldir.[264]
1650. ...İbn
Ebî Râfi, (babası) Ebû Râfi'den rivayet ettiğine göre Peygamber (s.a.) Mahzûm
oğullarından bir adamı zekât toplamaya gönderdi. O adam Ebu Râfi'e:
Bana arkadaş ol ki,
ondan pay alasın, dedi. Ebu Râfi'de:
Peygamber (s.a)'e
gidip sormadıkça (seninle gelmem), dedi ve Peygamber (s.a.)'e gidip sordu.
Peygamber (s.a.):
“Kavmin azatlı kölesi
onların aile fertlerinden sayılır, bize sadaka helâl değildir" buyurdu.[265]
Hâşim, Peygamber
(s.a.)'in dedesi Abdulmuttalib'in babasıdır.
Haşimoğulları, Hanefîlere
göre, Abbasoğulları, Ali b. Tâlib
oğulları, Caferoğulları, Akîloğulları ve Hârisoğullarıdır. Böylece Ebû Leheb
oğulları onlardan sayılmamaktadır.
Mâlikîlere göre
Hâşim'in erkek çocukları vasıtasıyle doğan çocuklardır. Buna göre Hâşim'in
kızlarının çocukları onlardan değillerdir.
Şâfitlerle Hanbelîlere
göre ise, Hâşim'in erkek ve kız çocukları vasıtasıyle doğan tüm zürriyetidir.
Peygamber (s.a.)'ın
zekât toplamaya gönderdiği adam; Erkam b. Ebî Erkam el-Kureşî'dir. Peygamber
(s.a.) Mekke'de Hz. Ömer müslüman oluncaya kadar bu zatın evinde gizlice
ibâdet ve İslâm'a davette bulunmuştu.
Ebû Râfi Peygamber
(s.a.)'in azathsıydı. Ona "Kavmin azatlı kölesi, onların aile fertlerinden
sayılır" buyurmakla sadakanın ona da helâl olmadığını kast etmiştir.
"Bize sadaka
helâl değildir" sözünde Peygamber (s.a.), Hâşimoğulla-rının sadaka
almalarının caiz olmadığını ifâde buyurmuştur. Tercih edilen görüşe göre bu
hadisteki sadaka kelimesi, hem zekât gibi farz sadakaya hem de nafile sadakaya
şâmildir.[266]
Bu hadis Peygamber
(s.a.)'e Hâşimoğullarına ve azatlılarına sadakanın haram olduğuna delalet etmektedir.
Peygamber (s.a.)'e zakâtın haram olduğunda -Hattâbî ve başka âlimlerin dediği
gibi- icmâ vardır. Hâşimoğullarına zekâtın haram oluşunda ihtilâf varsa da
cumhura göre haramdır. Delilleri, Peygamber (s.a.)'ın, "Bu sadakalar,
insanların kirleridir. Bunlar ne Muhammed'e helâl olur, ne de âl-i
Muhammed'e" hadis-i şerifidir.[267]
Âl-i Muhammed'in
kimler olduğunda ihtilâf edilmiştir:
Hanefîlere göre
Hâşimoğullarıdır ki, Âl-i Abbas, Âl-i Ali, Âl-i Cafer, Âl-i Akıl ve Âl-i
Hâris'ten ibarettir. Ebû Leheb oğulları, bunlardan değildir.
İmam Malik ve Ahmed'e
göre ise Al-i Muhammed, Haşimoğullarının tümüdür.
İmam Şafiî'ye göre
Haşimoğulları ile Muttaliboğulları'dır. Bu görüş, aynı zamanda bazı Mâlikîlerle
Ahmed b. Hanbel'den de rivayet edilmiştir.
îbn Kudâme:
"Hâşimoğullarına zekâtın helâl olmadığı konusunda bir ihtilafın olduğunu
bilmiyoruz" demiştir. İbn Reslân da bu konuda jcmâ'-ın olduğunu nakl etmiştir.
Ebü Yûsuf'a nisbet edilen "Hâşim oğulları birbirlerine sadaka
verebilirler" görüşü, Hanefî mezhebini en iyi bilenlerden biri olan Tahâvî
tarafından reddedilmiştir. Hatta Tahavî, Ebû Yusuf'tan Hâşimoğullarına nafile
sadakanın bile haram olduğunu nakletmiştir.
Hâşimoğullarına
ganimetten beşte bir olan haklan verilmemişse, Şafiî ve Ahmed b. Hanbel'e göre
zekât almaları yine caiz değildir. Ancak Mâlik ve Şâfiîlerden İstahrî ile
Hanefîlerden Tahâvî, bu durumda zekât almalarını caiz görmüşlerdir. Bu görüş
Ebû Hanife'ye de isnâd edilmiştir.
Hâşimoğullarının
nafile sadaka almalarına gelince:
Hanefîlerce tercih
edilen görüşe göre farz olan zekât gibi o da haramdır. Mâliki, Şafiî ve
Hanbelîler hem Hâşimoğullarının hem de azatlılarının nafile sadaka almalarını
hediye hibe ve vakıf kabul etmelerine kıyas ederek caiz görmüşlerdir.
Haşimoğulları
azatlılarının zekât almalarının Ebu Hanîfe ve arkadaşları, İmam Şafiî, Ahmed
b. Hanbel ve Mâlikîlerden İbnü'l-Mâcişûn haram olduğunu söylemişlerdir.
Delilleri açıklamaya çalıştığımız bu hadistir.
İmam Mâlik ve bazı
Şâfiîler onlara zekât verilebileceğim ileri sürmüşlerdir. Delilleri
azatlılarla Haşimoğulları arasında bir akrabalık bağının olmayışıdır.[268]
1651. ...Enes
(r.a.)'ten rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.) sahibi bilinmeyen, yere
düşmüş bir hurmaya rast gelirdi de zekât olması korkusundan başka bir şey onu
almaktan menetmezdi.[269]
Bu hadis kişinin mubah
olduğunu bilmediği şeyleri alıp yemekten sakınmasının gerektiğine delalet
etmektedir.[270]
1652. ...Enes
(r.a.)'ten rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.) (yerde) bir hurma buldu da:
"Zekât olmasından
korkmasaydım, onu yerdim" buyurdu.[271]
Ebû Dâvûd dedi ki:
Hişâm bunu Katâde'den böyle rivayet etti.[272]
Bu hadis, bir hurma
tanesi, bir ekmek parçası veya bir üzüm tanesi gibi genellikle başkasına
verilmesinde cimri lik gösterilmeyen değersiz şeyleri yerden alıp kime ait
olduklarını sormadan yemenin mubah olduğuna delâlet etmektedir. Zira Peygamber
(s.a.) o hurmayı sadaka hurması olma ihtimalinden dolayı yememiştir. Şayet
sadaka olma ihtimali olmasaydı onu yiyecekti.
Ayrıca bu hadis farz
olsun nafile olsun, sadakanın azının bile Peygamber (s.a.)'e haram kılındığına
delildir.[273]
1653. ...İbn Abbas'tan; demiştir ki:
Babam, Peygamber
(s.a.)'in kendisine zekâttan vermiş olduğu deve için beni ona gönderdi.[274]
Peygamber (s.a.) zekât
müstehaklarına vermek üzere Hz. Abbas'tan ödünç deve almış, sonra Peygamber (s.a.)'e zekât develeri gelince
ödünç olarak aldığı develerin yerine o zekât develerinden vermiştir. Ancak Hz.
Abbas, malına zekât bulaşır endişesiyle o zekât develerinin başka develerle
değiştirilmesini istemiştir.[275]
1654. ...İbn
Abbâs'tan önceki hadisin benzeri rivayet edilmiştir, (ancak Salim,
rivayetinde) "develeri değiştirmesi için" ifâdesini eklemiştir.[276]
1655.
...Enes (r.a.)'ten rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.)'e et getirildi.
"Bu nedir?"
diye sordu.
Berîre'ye -sadaka
olarak verilmiş bir şey, diye cevap verdiler. Bunun üzerine Peygamber
(s.a.):
"Bu onun için
sadaka, bizim için ise hediyedir", buyurdu.[277]
Peygamber (s.a.)
"Bu nedir?" diye
sormakla etin nereden geldiğim öğrenmek istemiştir.
Berîre, bir cariyenin
adıdır. Âişe (r.anhâ), onu azad etmek için satın almak isteyince efendileri
velâmn[278] kendilerine ait olmasını
şart koşmuşlardı. Hz. Âişe etin durumunu Peygamber (s.a.)'e arz edince, ona
şöyle buyurdu:
“Bu onun için sadaka,
bizim için ise hediyedir" sözünde Peygamber (s.a) Berîre'ye sadaka olarak
verilen etin, artık Berîre'ye ait sayıldığım, böylece o etin vasfının
değişmesiyle kendilerine sadaka olarak değil de hediye olarak takdim edildiğini
kast etmiştir.[279]
1. Bu hadis
fakirin sadakayı almasıyla sadakadan vasfın kalktığına ve artık onun, sadaka alması
haram olan kişiye hediye edilmesinin helâl olduğuna delâlet etmektedir.
2. Peygamber
(s.a.)'e hediye mubahtır.[280]
1656.
...Bureyde'den rivayet edildiğine göre bir kadın, Resûlullah (s.a.)'a geldi ve
şöyle dedi.
Anneme sadaka olarak
bir câriye vermiştim. Annem öldü ve o cariyeyi miras olarak bıraktı. (Acaba
durum ne olacak?) Peygamber (s.a.):
"0 sadakanın
mükâfatına hak kazandın ve o sana miras olarak geri döndü" buyurdu.[281]
Bu hadis sadakanın,
onu verene miras yoluyla geri dönmeşinin
caiz olduğuna delâlet etmektedir.[282]
1657. ...Abdullah
(b. Mesûd)'dan; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) zamanında mâûnu, kova ve
tencerenin ödünç olarak verilmesi sayardık.[283]
Mâûn kelimesinden
“Mâûnu esirgerler"[284]
âyetindeki "el-mâûn" kelimesi kast edilmiştir. Mâ-
ûn, örfen ödünç olarak
verilen tencere, keser, balta ve kova gibi ev işlerinde kullanılan eşyanın
adıdır.
îkrime'den rivayet
edildiğine göre mâûn'un başı, malın zekâtı, aşağısı da elek, kova ve iğnedir.
Zemahşerî Keşşaf adlı
tefsirinde der ki: "Bu eşyanın ihtiyaç anında ödünç olarak istenip de
verilmemesi sakıncalı ve şahsiyeti zedeleyicidir."[285] Bu
hadiste yardımlaşma teşvik edilmiş, cimrilik zemmedilmiştir.[286]
1658. ...Ebu
Hüreyre'den rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Servetinin zekâtını
vermeyen hiçbir mal sahibi yoktur ki Allah,' kıyamet günü cehennem ateşinde o
malı kızdırtmamış olsun ve miktarı sizin saydığınız günlerden elli bin sene
olan bir günde Allah, kullarının arasında hükmedinceye kadar- o malla sahibinin
yüzü, yanları ve sırtı dağlanmasın. Sonra ya cennete ya da cehenneme (giden)
yolu kendisine gösterilir.
Zekâtını vermeyen hiç
bir koyun sürüsü sahibi yoktur ki, kıyamet günü o koyunlar, olduğundan fazla
gelmesin ve sahibi düz ve geniş bir yere onların önüne yatırılarak onu
boynuzlan ile süsmesin, tırnakları ile çiğnemesinler ki, aralarında ne yamuk
boynuzlu ve ne de boynuzsuz yoktur. Miktarı sizin saydığınız günlerden elli bin
sene olan bir günde Allah, kullarının arasında hükmedinceye kadar sürünün
sonundakiler, onun üzerinden geçtikçe Öndekiler bir daha üzerine gönderilir.
Sonra ya cennete ya da cehenneme (giden) yolu kendisine gösterilir.
Zekâtım vermeyen hiç
bir deve sahibi yoktur ki kıyamet günü o develer olduğundan fazla gelmesin ve
sahibi düz ve geniş bir yere onların önüne yatırılarak ayaklarıyla
çiğnemesinler. Miktarı sizin saydığımz günlerden elli bin sene olan bir günde
Allah, kullarının arasında hükmedinceye kadar sondakiler, onun üzerinden
geçtikçe ön-dekiler bir daha üzerine gönderilir. Sonra ya cennete ya da cehenneme
(giden) yolu kendisine gösterilir.[287]
Hadiste geçen
"kenz" kelimesi aslında yerde gömülü olan mal anlamına gelmektedir.
Ancak burada zekâta tâbi
olduğu halde zekâtı
verilmeyen mal anlamında kullanılmıştır. Buna göre zekâtı verilen mala
"kenz" denilmez. Bununla ilgili malumat 1564 no'lu hadisin
açıklamasında geçmiştir.
"...olduğundan
fazla..." sözünden o hayvanların hem sayı yönünden çokluğu hem de semiz,
sağlam ve kuvvetli oluşu kast edilmiştir.
Kâ', düz ve geniş yer
demektir. Karkar da aynı anlama gelip ka'ı pekiştirmek için zikredilmiştir.
"Aksa; yamuk
boynuzlu, celhâ," boynuzsuz demektir. Bu hadis altın, gümüş, koyun ve
develerin zekâtının vâcib olduğuna ve zekâtını vermeyenin uğrayacağı azaba
delâlet etmektedir.[288]
1659. ...Ebû
Hureyre Peygamber (s.a.)'den bir önceki hadisin benzerini rivayet etmiştir:
(Hadisin senedindeki) Zeyd b. Eşlem, deve ile ilgili bölümde "onların
hakkını (zekâtım) vermeyen" sözünden sonra, "su başına geldikleri
günde sağılmaları haklarındandır" sözünü söyledi.[289]
"Su başına
geldikleri günde sağılmaları haklarındandır” cümlesindeki "hak"tan
maksat, vacib hak değil, mendub haktır. Cumhur bu görüştedir. Bazıları bu
hakkın, yardımın yapılması vâcib olduğu duruma mahsus olduğunu söylerken Kadı
Iyaz da: "İhtimal ki, bu zekât farz olmadan önceydi" demiş ve bu
hakkın, zekâtın farz olmasıyla nesh edildiğini kast etmiştir.
Hayvanların su başında
sağılmaları hem hayvanlara hem de fakirlere kolaylık olması içindir. Zira
onları su başında sağmak, evde sağmaktan daha rahat, fakirlere yardım için daha
münâsibtir.[290]
1660. ...Ebû
Hureyre (r.a.)'den; demiştir ki: Resûlullah (s.a.)'den önceki kıssanın
benzerini işittim. Birisi, Ebû Hüreyre'ye;
Develerin hakkı nedir?
diye sordu. Ebû Hureyre:
İyisini verirsin, bol
sütlü olanını sütü sağılıp sana geri verilmek üzere verirsin, (bir başkasını)
binilip sana iade edilmek üzere verirsin. Erkeğini dişileri aşılayıp sana iade
edilmek üzere verirsin, sütlerinden içirirsin, dedi.[291]
Ebû Hüreyre'ye
"develerin hakkı nedir?" sorusunu soranın Abbâs olduğu, Hâkim'in
rivayetinde geçmektedir.
"bol sütlü olan
deveyi menîha olarak vermektir. “Menîha koyun veya deveyi sütünden faydalanmak
üzere birine verip sonra geri almaktır. Buna "minha" da denilir.
ifadesindeki fiili,
"âriye verirsin" yani faydalanmak üzere birine verip sonra geri
alırsın, demektir. Sırt anlamına gelen "zahr" kelimesinden maksat,
devenin kendisidir.
ifadesi de dişleri
aşılatmak için erkek deveyi ariyet olarak vermek anlamına gelmektedir.[292]
1661.
...Ubeyd b. Umeyr'den; demiştir ki: Bir adam:
Ya Resûlellah!
Develerin hakkı nedir? diye sordu. Râvî önceki hadisin benzerini zikretti ve
buna "develerin kova larını ariyet olarak verirsin" sözünü ekledi.[293]
1662.
...Câbir b. Abdullah'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.) ağacından
koparılmış her on vesk hurmadan fakirler için mescidde bir salkım asılmasını
emretti.[294]
Câdd kelimesi, ism-i
mefûl mânâsında kesilmiş koparılmış demektir. Bazı nüshalarda "câzz"
şeklinde geçmek-
tedir ki, ikisinin de mânâsı
aynıdır.
Vesk'in altmış sâ'
olduğu ve kilogram olarak hesabı 1559 no'lu hadisin açıklamasında verilmiştir.
Hadiste geçen emir,
nedb içindir. Cumhur bu görüştedir. Bazı Zahirîler onun vücûb için olduğunu
söylemişlerse de Peygamber (s.a.)'in zekât memurlarına gönderdiği mektuplarda
olmayışı, vâcib olmadığına delildir. Zira vâcib olsaydı, mutlaka Peygamber
(s.a.) onu beyân ederdi.
Bu hadis fakirlere
şefkat edip -farz olan zekâttan başka- onlara yardım etmenin müstehap olduğuna
delildir.[295]
1663. ...Ebû
Said el-Hudrî (r.a.)'den; demiştir ki:
Resûlullah (s.a.) ile
bir seferde iken bir adam devesinin üzerinde geldi de onu sağa sola çevirmeye
başladı. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.):
"Kimin yanında
fazla binit varsa onu biniti olmayana versin. Kimin yanında fazla azık varsa
onu azığı olmayana versin" buyurdu. Öyle oldu ki hiç birimizin (sahip
olduğu) fazla (mal) da hiç bir hakkının olmadığını zannettik.[296]
Gelen adamın
devesini sağa sola çevirmesi onu
Resûlullah (s.a.)'a gösterip başka bir deveye ihtiyacı olduğu-
nu imâ etmek içindir.
Resûlullah (s.a.) bunu hemen anlamış ve kemal-i nezâketle ona cevab vermiştir.
Bu hadis Peygamber
(s.a.)'in ashabının ihtiyâçlarının karşılanmasına gösterdiği özeni ve kavmin
büyüğünün etbâını güzel ahlâka ve muhtaçlara yardım etmeye teşvik etmesinin
gerektiğini açıklamaktadır.[297]
1664. ...îbn
Abbas'tan; demiştir ki:
"Altın ve gümüşü
biriktirenler..." âyeti[298]
inince durum müs-lümânların ağırına gitti. Bunun üzerine Ömer:
Ben sizi rahatlatırım,
diyerek Resûlullah (s.a.)'a gitti ve:
Ey Allah'ın
Peygamberi! Bu âyet ashabının ağırına gitti, dedi. Bunun üzerine Resûlullah
(s.a.):
"Allah zekâtı
ancak mallarınızdan kalanı temizlemek için farz kıldı, Mirasları da sizden
sonrakilere kalması için farz kıldı" buyurdu. Ömer, tekbîr getirdi sonra
Resûlullah (s.a.) ona:
"Kişinin
biriktirdiği en hayırlı şeyi haber vereyim mi? Saliha olan kadın ki, kocası ona
baktığı zaman kocasını sevindirir, kocası emrettiği zaman itaat eder, kocası
yanında olmadığı zaman onun haklarım korur" buyurdu.[299]
Söz konusu âyetin
ashâb-ı kiramın ağırına gitmesi onun umumuna
bakıp altın ve
gümüş biriktirmenin azabını
düşünmelerindendir.
Hz. Ömer'in konuyu Peygamber (s.a.)'e arz etmesiyle Peygamber (s.a.) kenz'den
maksadın zekâtı verilmeyen mal olduğunu ve Allah'ın zekâtı, malların fakir
haklarından korunması ve temizlenmesi için farz kıldığını haber vermiştir.
Peygamber (s.a.)'in
zekâttan sonra mirasları zikretmesi, zekâtını vermek suretiyle mal
biriktirmenin dinen yasak olmadığına daha iyi delalet etmesi içindir. Zîra mal
biriktirmek yasak olsaydı, miras meşru olmazdı. Çünkü miras ancak biriktirilip
bırakılmış malda olur. Buna göre söz konusu âyet, mallarının zekâtını vermeyen
müslümanlar hakkında inmiştir. Cumhurun görüşü de budur.
Peygamber (s.a.)
yaptığı açıklamadan dolayı Hz.Ömer'in sevindiğini görünce asıl sevinilecek
şeyin başka şey olduğuna işaret buyurarak zekâtını verdikleri müddetçe mal
biriktirmelerinde onlar için bir günâh yoktur.
Ancak kişinin en güzel
kazancı güzel huylu sâliha kadındır. Zira altın, bazı ihtiyaçlar anında iş
görür Saliha kadın ise, ölene kadar kocasının yanında kalacak ve onun huzurlu
bir hayat geçirmesine vesile olacaktır.[300]
1. Zekât
vermek farzdır.
2. Kışı gerçek
yonunu bilmediği meseleyi bir bilene sorup öğrenmelidir.
3. Allah'ın
ve kulların maldaki vâcib haklarını vermek suretiyle mal biriktirmek mubahtır.
4. Kişi
saliha bir kadınla evlenmeyi başkalarına tercih etmelidir.
5. Saliha
kadınla* evlenmek mal biriktirmekten daha hayırlıdır.[301]
1665. ...Hüseyin b. Ali[302] (r.a.)'den; demiştir ki: Resûlullah (s.a.):
"At üzerinde
gelse bile, dilenenin hakkı vardır." buyurdu.[303]
Nefsini zillete
düşürüp isteyen hakkında hüsn-i zanda bulunarak görünürde zengin olup
at üzerinde gelse bile,
o atın ariyet olduğuna
veya borçlu olup zekât alması caiz olduğuna ihtimal vermeli ve onu boş olarak
geri çevirmemelidir.
Bu hadis müslümanlar
hakkında hüsn-i zanda bulunmaya ,onlara yardım etmeye ve isteyene imkân
dahilinde bir şeyler verip onu boş çevirmemeye teşvik etmektedir. Menhel yazan
bu konuda şöyle demektedir:
"Bu hüküm,
İslâmiyetin ilk asırlarında yaşayan müslümanların durumuna göredir. Zira onlar
Resûlullah (s.a.)'ın "Muhtaç olmadıkça insanlardan hiçbir şey isteme.
Zira veren el, alan elden üstündür," hadisiyle "ne zengin ne de
sıhhat ve gücü yerinde olana zekât helâl olmaz," hadis-i şerifiyle amel
edip şiddetli bir zaruret içinde olmadıkça istemezlerdi. Ama günümüz dilencileri
ise, dilenciliği meslek edinmişlerdir. Tek gayeleri mâl toplamaktır.
Binaenaleyh dilenmeleri haram olduğu gibi, halkın onlara vermesi de
haramdır."
Bu hadis hakkında
mevzu diyenler olmuşsa da, değişik tariklerden rivayet edilmesi onun mevzu
olmadığına delildir. Menli el yazarına göre bu hadis hasendir.[304]
1666. ...Ali
(r.a.) Peygamber (s.a.)'den önceki hadisin benzerini rivayet etmiştir.[305]
Ebû Davud'un bu
rivayeti zikretmekten gayesi, bu hadisin mevzu olduğunu söyleyenlerin
iddialarını iptal etmektir. Nitekim Suyûtî de; "bu hadis hasendir, mevzu
olduğunu söylemek uygun değildir" demiştir.[306]
1667.
...Resûlullah (s.a.)'e bey'at edenlerden biri olan Ümmü Büceyd'den[307] rivayet
edildiğine göre Resûlullah'a şöyle demiştir:
Ya Resûlullah!
Allah'ın salât-ü selamı üzerine olsun- fakir, (gelip) kapımın onunde duruyor da
ona verecek bir şey bulamıyorum.
Bunun üzerine
Resûlullah (s.a.) ona şöyle dedi:
"Bir koyunun
yanmış tırnağından başka ona verecek bir şey bufamazsan, (hiç olmazsa) onu
eline ver."[308]
"Bir koyunun
yanmış tırnağından" maksat, çok az herhangi birşeydir. Dilenciye verilen
şeyin çok az oluşu hak kında mübalağalı söylenen bir sözdür.
Bu hadis, dilenciyi
boş çevirmemeye teşvik etmektedir.[309]
1668. ...Esma (r.a.)dan; demiştir ki:
Kureyş'in (Hudeybiye)
antlaşması zamanında annem, İslâm'dan yüz çeviren bir müşrik olduğu halde
(kendisine yardım etmemi) arzulayarak bana geldi de Resûlullah (s.a.)'a:
Ya Resûlellah! Annem
İslâm'dan yüz çeviren bir müşrik olduğu halde bana geldi. Ona yardımda
bulunayım mı?" dedim. O da:
"Evet, annene
yardımda bulun." buyurdu.[310]
Esma, Hz. Ebu Bekr'in kızıdır. Ebû Dâvûd et-Tayâlisî
ile Hâkim'in Abdullah b. Zübeyr'den rivayet ettiklerine göre Esmâ'nın
annesinin adı, Kuteyle bint Abdiluzzâ'dır. Hz. Ebû Bekir onu Câhiliyye
devrinde boşamıştı. Cumhur da bu görüştedir. Hattâbî der ki:
"Peygamber
(s.a.)'in Esmâ'ya annesine yardımda bulunmasını emretmesi, aradaki
akrabalıktan dolayıdır. Değilse ona zekât vermesi, caiz değildir. Çünkü zekât,
müslümamn hakkıdır. Müslüman olmayana verilmez. Şayet annesi müslüman olsaydı
bile yine de zekât vermesi caiz olmazdı. Çünkü ona nafaka vermesi üzerine vâcibti.
Ancak borçlu olup, borçlular fonundan ona verilmesi müstesna."[311]
1. Bu hadis'
Esmâ (r-anhâ)'nın faziletli biri olduğuna delildir.
2. Kâfir
olan yakın akrabaya yardımda bulunmak caizdir.
3.
Kâfirlerle sulh anlaşması yaparak onlarla muamelede bulunmak caizdir.
4. Bazıları
bu hadisi delil göstererek "Müslüman bir kimsenin, kâfir anne ve babasına
nafaka vermesi vâcibtir" demişlerdir.[312]
1669.
...Babasından rivayette bulunan ve kendisine Buheyse denilen bir kadından
rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
Babam, Peygamber
(s.a.)'den izin alarak (başını) onun gömleğinin altına soktu da öpüp sarılmaya
başladı. Sonra:
Ya Resûlullah!
(başkasından) esirgenmesi helâl olmayan şey nedir? diye sordu. Peygamber
(s.a.):
"Sudur" diye
cevap verdi. Babam tekrar:
Ey Allah'ın
Peygamberi! (Başkasından) esirgenmesi helâl olmayan şey nedir" diye
sordu. Peygamber (s.a.):
"Tuzdur"
cevâbını verdi. Babam yine:
Ey Allah'ın
Peygamberi! (Başkasından) esirgenmesi helâl olmayan şey nedir? diye sordu.
Peygamber (s.a.):
"Hayrı işlemen,
senin için hayırlıdır." cevâbım verdi.[313]
Buheyse'nin babasının,
başım Peygamber (s.a.)'in gömleğinin altına sokması, onun tenini öpmek
içindir. Bunu da cesedini cehennem
ateşinden kurtarmak arzusuyla yapmıştır.
Suyun esirgenmesinin
helâl olmaması, sahibinin ona ihtiyacı olmaması halindedir. Zira Ahmed b.
Hanbel'in Ebû Hureyre'den merfû olarak rivayet ettiği hadiste Peygamber (s.a):
"İhtiyaç duyulmayan fazla su başkasından esirgenmez" buyurmaktadır.
Âlimler sulan üç kısma
ayırmışlardır:
1. Nehir ve
vâdîlerde akan sel suları gibi sahibi olmayan sular: Bunlardan herkes
yararlanabilir.
2. Depo ve
kaplara doldurulan sularla evlerde musluklardan akan şehir suları gibi sahibi
olan sular: Bu gibi sulardan ancak sahihlerinin izni ile yararlanılabilir.
3. Kanal,
kuyu, pınar vb. sular: Hanefîlere göre, bu sulardan herkes yararlanabilir.
Delilleri bu hadis ile "suyun esirgenmesi" babında gelecek olan şu
hadistir: "Müslümanlar, üç şeyde ortaktır: otta, suda ve ateşte."
Şafiî'ye göre ise, bu
gibi sulardan yararlanılabilir. Ama bulundukları yerlerin sahiplerinin rızası
olmadan onlarla arazî sulanmaz.
Ahmed b. Hanbel ile bazı
Şâfiîlere göre de bu gibi sular depolara doldurulmuş sahibleri olan sular
gibidir. Ancak bu görüş reddedilmiştir. Zira bu gibi sular, sahipli sulardan
ziyâde sel sulan kabilinden sayılmıştır. Bu babın hadisi ile benzeri hadisler,
sular arasında bir farkın olmadığına ve hepsinin bu konuda aynı olduğuna
delâlet etmektedirler. Ancak âlimler, ikinci şıkta anlatılan suların,
sahihlerinin milki olmasında ittifak etmişlerdir. Milkin gereği ise sahibine
ait olup onun tasarrufunda bulunmasıdır, ortak mal olması değildir. Buna göre
söz konusu hadislerdeki umum, ikinci şıkta anlatılan sular dışındaki sulara
mahsûstur.
Anlaşıldığına göre
birinci şıkta geçen sulardan yararlanabilme konusunda âlimler arasında ihtilâf
yoktur. Keza ikinci şıkta geçen sulardan yararlanabilmek için nefsin tehlikeye
düşmesi gibi, bir zaruret olmadıkça sahihlerinden izin almak gerektiği
hususunda da ihtilâf yoktur. Üçüncü şıkta ise, ihtilâf vardır. Onu bazıları
birinci şıkka benzetip caiz görmüş, bazıları da ikinci şıkka benzetip izne bağlamıştır.
Tuzun esirgenmesi
meselesine gelince bazı âlimler bu hükmü her türlü tuza teşmil ederken,
diğerleri de mülk olmuş tuzu bundan istisna etmiş ve "sahibi onu
başkasından esirgeyebilir" demişlerdir.
Buheyse'nin babası
olan sahabinin aynı soruyu tekrarlaması, Peygamber (s.a.) ile konuşmaktan zevk
almasından dolayıdır.
Peygamber (s.a.)'in
ona:
"Hayır işlemen,
senin için hayırlıdır" buyurması, hâstan sonra âmmı zikretmek kabilinden
olup aynı soruyu bir daha sormamasını sağlamıştır.
Bu hadîs, hayır işlemeye
ve verilmesi alışıla gelen şeyleri esirgememeye teşvik etmektedir.[314]
1670.
...Abdurrahman b. Ebî Bekr’[315]
den; demiştir ki: Resûlullah (s.a.):
"İçinizde bugün
fakir doyuran kimse var mı?" diye sordu da Ebû Bekir (r.a.):
Camiye girdiğimde
dilenen bir dilenci gördüm de (oğlum) Abdurrahman'ın elinde bir parça ekmek
buldum. Ondan alıp o fakire verdim, dedi.[316]
Cumhura göre camide
dilenmek ve sadaka vermek câizdir. Ancak dilenci, dilenirken ısrar ederse veya
cemaatin üzerinden atlayarak onları rahatsız ederse dilenmek de, ona sadaka
vermek de haramdır.
Hanefîlere göre, ise
camide ne şekilde olursa olsun dilenmek haram, dilenciye sadaka vermek de
mekruhtur. Bunlara göre bu hadis zayıftır. Zira senedinde Mübarek b. Fedâle
vardır ki, bir çok muhaddis tarafından zayıf görülmüştür.[317]
1. Bu
hadiste sadaka Vermeye teşvik vardır.
2. Camide
dilenmek caizdir.
3. Camide
sadaka vermek caizdir.
4. Bu hadis
Ebû Bekir (r.a.)'in hayır işlemeye düşkünlüğüne ve üstünlüğüne delâlet
etmektedir.[318]
1671.
...Câbir' (r.a.)den; demiştir ki: Resûlullah (s.a.):
"Allah'ın zâtı
için ancak cennet istenir." buyurdu.[319]
Hadiste geçen
“vech" kelimesinden maksat, halef âlimlere göre Allah'ın zâtıdır. Selef
ise, bu kelimeyi te'vil etmeden hakiki anlamı olan "yüz" şeklinde
anlamışlar. Ancak keyfiyyetini yalnız Cenab-ı Allah'ın bildiğini, dolayısıyle
onun, mahlukatın yüzlerine benzetilmesinden münezzeh olduğunu söylemişlerdir.
Bu hadis Allah'ın zâtı
için dünya metâım istemenin uygun olmadığına delâlet etmektedir. Ancak bu
hüküm, kendisinden sadaka istenilen kişinin bu sözden canı sıkılması ve
dilenciyi boş çevirmesi hâline hamledilmiştir. Şayet Allah'ın anılmasından
hoşlanıp etkilenen ve dilenciyi boş çevirmeyen biri ise, Allah için istemek
caizdir. Bu hadisle bundan sonraki hadisin arası böyle cem'edilmiştir.[320]
1672. ...Abdullah
b. Ömer (r.a.)'den; demiştir ki Resûlullah (s.a.):
"Allah için size
sığınan kimseye yardım edin. Allah için isteyen kimseye verin. Sizi davet
edenin dâvetine icabet edin, size iyilik yapanı mükâfatlandırın. Eğer onu
mükâfatlandıracak bir şey bulamazsanız, -karşılıkta bulunduğunuza kanaat
getirinceye kadar- ona dua edin" buyurdu.[321]
Dâvete icâbet etme
emri, davetin islâm'a uygun olmasına bağlıdır. Şayet davet, İslâm'a aykırı ise,
ona icabet edilmez.
iyilikte bulunmak,
fiîlî olabildiği gibi soz ile de olabilir. Kişi, kendisine iyilikte bulunanın
iyiliğine karşılık iyilikte bulunmalıdır. Nitekim Cenab-ı Allah da
"iyilikte bulunmanın karşılığı ancak iyilikte bulunmaktır" buyurmaktadır.
Karşılık olarak iyilikte bulunmak için bir şey bulunamadığı takdirde dua
edilir. Yapılacak dua ile ilgili olarak Tirmizî ve Nesâî'nin Usâme b. Zeyd
(r.a.)'den rivayet ettikleri hadîste Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmaktadır:
"Kime iyilik
yapılır da yapanına "Allah seni hayırla mükâfatlandırsın" derse, ona
tam senada bulunmuş olur."
Bu hadisten
anlaşıldığına göre iyilikte bulunana şeklinde duâ etmekle ona teşekkür edilmiş
ve mükâfatı Allah'a havale edilmiş oluyor. Dilenci, Âişe (r.anhâ)'ya duâ
ettiği zaman o da dilenciye aynı duâ ile mukabelede bulunur, sonra sadaka
verirdi. Âişe (r.anhâ)'ye; "Hem mal veriyorsun, hem de dua ediyorsun,
nasıl oluyor?” diye sorulduğunda şöyle cevâp vermiştir: "Şayet ona dua
etmeyecek olursam onun dua etmekten dolayı benim üzerimde olan hakkı, benim
sadaka vermekten dolayı onun üzerinde olan hakkımdan daha çok olur. Bana
yaptığı duanın aynısını ona yapıyorum ki duasının karşılığını verip sadakam
hâlis olsun."
Bu hadis, güzel
ahlâklı olup iyilikte bulunmaya teşvik etmektedir.[322]
1673.
...Câbir b. Abdullah el-Ensârî (r.a.)'den; demiştir ki:
Resûlullah (s.a.)'in
yanındaydık, bir adam yumurta kadar bir altın getirip şöyle dedi:
Ya Resûlullah! Bunu
maden ocağında buldum. Al, bu sadakadır. Bundan başka bir şeyim yok.
Resûlullah (s.a.),
ondan yüz çevirdi. Sonra o adam,. Resûlullah (s.a.)'a sağ tarafından geldi,
aynı şeyleri söyledi. Resûlullah (s.a.) yine ondan yüz çevirdi. Sonra ona sol
tarafından geldi. Resûlullah (s.a.) yine ondan yüz çevirdi. Sonunda arkasından
geldi bu sefer Resûlullah (s.a.), onu aldı ve adama attı. Eğer ona değseydi
incitirdi veya yaralardı. Arkasından Resûlullah (s.a.) şöyle buyurdu:
"Biriniz, sahib
olduğu şeyi getirip: "-Bu sadakadır" diyor, sonra da oturup insanlara
avuç açıyor. Sadakanın en faziletlisi, fazla maldan verilenidir.”[323]
Peygamber (s.a.)'in, o
adamdan yüz çevirmesi, onun durumunda olanların mallarının tümünü sadaka olarak
vermelerinin doğru bir hareket olmadığına işaret etmek içindir. Adam işaretten
anlamayınca Peygamber (s.a.), ona sözle söylemiştir.[324]
1. Maldan
ihtiyaç kadarı bırakıldıktan sonra sadaka vermek daha erdaıdır.
2. İşlerin
yürütülmesinde ifrat ve tefrite düşülmemelidir.
3. Devlet
başkanı, bütün malını sadaka olarak veren kişinin, fakirliğe dayanamayacağını
bilirse, sadakayı sahibine iade eder.
4. İnancı
zayıf olan kişinin malının tümünü sadaka olarak vermesi mekruhtur. Çünkü böyle
bir kimse fakirliğe mâruz kalır, sadaka verdiğine pişman olur. Böylece hem
malından olur, hem de sevaptan mahrum kalır. Ama Ebû Bekir (r.a.) gibi inancı
sağlam olan kişilerin, mallarının tamamını sadaka olarak vermeleri mekruh
değildir. Bunun için Ebû Bekir (r.a.) tüm malını sadaka olarak verdiği zaman
Resûlullah (s.a.) ona ses çıkarmamıştır.
Bu hadisin, senedinde
Muhammed b. İshak'ın alması sebebiyle zayıf olduğu söylenmiştir.[325]
1674. ...Bir
önceki hadisi Abdullah b. İdris, Muhammed b. İs-hak'tan aynı sened ve mana ile
rivayet etmiş ve (Resûlullah'ın sözüne):
"Bizden malını
al, bizim ona ihtiyacımız yok" ibaresini ilâve etmiştir.[326]
1675.
...Abdullah b. Sa'd'dan rivayet edildiğine göre Ebû Said el-Hudrî'yi şöyle
söylerken işitmiştir:
Bir adam mescide
girdi. Resûlullah (s.a.) oradakilere elbise tasadduk etmelerini emretti. Onlar
da tasaddukta bulundular. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.), o adama onlardan
ikisinin verilmesini emretti, sonra sadaka vermeye teşvik etti. O adam da gelip
iki elbiseden birini tesadduk etti. Resûlullah (s.a.) ona bağırdı ve:
"Elbiseni
al" dedi.[327]
Bu hadisin Sünen-i
Nesâî'deki rivayeti şöyledir: Ebû Said el-Hudrî'den şöyle rivayet edilmiştir:
Bir adam Resûlullah
(s.a.) cuma günü hutbe irâde ederken mescide girdi. Resûlullah (s.a.) ona;
"iki rekat namaz kıl," dedi. O adam ikinci cuma Resûlullah (s.a.)
hutbe okurken geldi. Resûlullah yine; "iki rekat namaz kıl," dedi.
Üçüncü cuma tekrar geldi. Resûlullah (s.a.); "iki rekat namaz kıl"
dedikten sonra (cemaate); "tasaddukta bulunun" dedi. Onlar da
tasaddukta bulundular. Resûlullah (s.a.) ona iki elbise verdi. Daha sonra
Resûlullah (s.a.), yine, "tasaddukta bulunun" dedi. O adam da o iki
elbiseden birini tasadduk etti. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.) şöyle buyurdu:
"Şuna bakın, o
mescide kötü bir kılıkta girdi ona dikkat edip tasaddukta bulunmanızı
bekledim. Yapmadınız. Ben "tasaddukta bulunun" dedim. Siz tasaddukta
bulundunuz. Ben de ona iki elbise verdim. Daha sonra yine "tasaddukta
bulunun" dedim. Peşinden o iki elbisesinden birini tasadduk etti. Elbiseni
al!" dedi ve onu azarladı.[328]
1. Kişinin muhtaç
olduğu şeyi tasadduk etmesi mekruhtur.
2. Devlet
başkanı, kişinin muhtaç olduğu şeyi sadaka olarak verdiğini görürse, onu geri
çevirmelidir.[329]
1676. ...Ebû Hüreyre'den; demiştir ki:
Resûlullah (s.a.):
"Sadakanın en
hayırlısı, geride zenginlik bırakan -veya bol maldan verilen- sadakadır.
Tasadduka, bakmakla yükümlü olduğun kimselerden başla." diye buyurmuştur.[330]
Kişinin malının bir
kısmım sadaka olarak verip de ihtiyacına yetecek kadarını bırakması, 1673 no'lu
hadiste de açıklandığı üzere tüm malını verip başkalarına el açıp yük
olmasından daha iyidir.
Bu hadisin
râvilerinden birisi, "geride zenginlik bırakan" sözü ile "bol
maldan verilen sadaka" sözünden, hangisini duyduğu hususunda şüphe
etmiştir.
"Bakmakla yükümlü
olduğun kimselerden başla" sözünden maksat, kişinin, önce üzerine nafakası
vâcib olanların ihtiyaçlarını karşılayıp onları başkalarına muhtaç etmemesi ve
ondan sonra başkalarına tasaddukta bulunmasını sağlamaktır.[331]
1. Malın
tümünü tasadduk etmek mekruhtur.
2. Nafaka ve
benzen konularda önceliğe riayet
edilmesi gerekir.
Sıralamada önce kendi nefsi, sonra aile fertleri gelmelidir. Bulûğ çağına erip
de mal ve kazancı olmayan çocukların nafakası konusunda âlimler ihtilâf
etmişlerdir:
a. Bazı
âlimlere göre çocukların her durumda nafakaları babalarına aittir.
b. Cumhura
göre erkek çocuklar baliğ oluncaya, kız çocuklar da evleninceye kadar
nafakaları babalarına aittir. Ancak bunlardan kötürümlük veya hastalıktan
dolayı kazanç elde edemeyenlerin nafakaları yine babalarına aittir.[332]
1677. ...Ebû
Hüreyre'den rivayet edildiğine göre o, şöyle demiştir.Resûlullah (s.a.)'a:
Ya Resûlullah; Hangi
sadaka daha faziletlidir? dedim. O (s.a.) da:
"Fakirin gücünün yettiğidir.
Bakmakla yükümlü olduğun kimselerden başla" buyurdu.[333]
Sadakanın daha
faziletli oluşundan maksat, sevabının daha çok olmasıdır "cuhd"
kelimesi, imkân ve güç, "el-Mükıll" kelimesi de az malı olan fakir
anlamında .kullanılmıştır.
Sevabı en çok olan
sadaka fakirin güç yetirebildiği ve zorlanarak verdiği sadakadır. Bu sadaka az
da olsa zenginin zorlanmadan verdiği çok olan sadakadan daha sevablıdır.
Nitekim Nesâî'nin Ebû Hüreyre (r.a.)'den merfû olarak rivayet etmiş olduğu bir
hadiste şöyle buyuruim aktadır: "Bir dirhem, yüzbin dirhemi geçti.”
(Oradakiler): "Nasıl?" dediler. Resûlullah (s.a.):
"Bir adamın iki
dirhemi olur da birini tasadduk eder. Bir başka adam malının bir tarafına gider
de ondan yüz bin dirhem alıp onu tasadduk eder" buyurdu.
Böylece Resulullah
(s.a.) iki dirheminden birini tasadduk edenin alacağı sevabın, geniş
servetinin bir ucundan yüz binleri alıp sadaka verenin alacağı sevabı
geçeceğini bildirmiştir.[334]
1. Sabırlı çalışkan
ve Cenâb-ı Allah'a tevekkül eden kimselerin bütün mallarını tasadduk etmeleri,
mekruh değildir. Ama böyle olmayanların kendilerinin ve bakmakla yükümlü
oldukları kişilerin ihtiyaç duydukları şeyleri, sadaka olarak vermeleri
mekruhtur. Âlimler bu babta geçen hadislerle bir önceki babta geçen hadislerin
aralarım bu şekilde bulmuşlardır.
2. Sabırlı
fakirin sadakası az da olsa, zenginin çok olan sadakasından daha faziletlidir.
Çünkü fakir şiddetli ihtiyacına rağmen nefsiyle mücâdele etmiş ve zenginin
katlanmadığı bir meşakkate katlanmıştır.[335]
1678.
...Eşlem (r.a.)'den; demiştir ki: Ömer b. el-Hattâb'ı şöyle söylerken işittim:
Resûlullah (s.a.) bir
gün bize sadaka vermemizi emretti. Bu (emir) bende mal bulunan bir zamana
rastladı. (Kendi kendime) "bir gün Ebû Bekr'i geçersem işte bugün
geçerim" dedim ve malımın yarısını getirdim. Resûlullah (s.a.):
"Ailene ne
bıraktın?" dedi. Ben de:
Bu kadarını, dedim.
Ebû Bekir de malının hepsini getirdi, sonra Resûlullah (s.a.) O'na:
"Ailene ne
bıraktın?" dedi. O da:
Onlara Allah ve
Resulünü bıraktım dedi. (O'na);
Bundan sonra seninle
hiçbir şeyde asla yarışmam, dedim.[336]
Hadiste geçen ifâdesindeki edatının nâfiye olma ihtimali
olduğu gibi şartiyye olma ihtimali de vardır. Terceme şartiyye olmasına göre yapılmıştır.
Şartın cevâbı mah-zuf olup makabli ona delâlet etmektedir. Nâfiye oluşuna göre
ise, tercemesi şöyle olur:
"Bugün Ebû Bekri
geçeyim, (daha önce) hiçbir gün onu geçemedim.”
Hadis-i şerifte görüldüğü
üzere Ebû Bekir (r.a.)'in bütün malını tasadduk etmesine, Peygamber (s.a.)
karşı çıkmamış, bundan önceki hadislerde geçtiği üzere altın ve elbiseyi
reddettiği gibi Ebû Bekr'in sadakasını reddetmemiştir. Çünkü Resûlullah (s.a.)
onun kuvvetli imanını, güzel sabrını ve Allah'a tevekkülünü biliyordu.
Bu hadis, sıhhati
yerinde, akh başında, borçsuz ve varsa bakmakla yükümlü olduğu kimselerle
beraber darlığa sabırlı olan bir kimsenin bütün malını tasadduk etmesinin caiz
olduğuna delâlet etmektedir. Bu şartlardan birisi bulunmazsa, malın tümünü
tasadduk etmek mekruh olur. Müstehap olan, malın üçte birini tasadduk etmektir.
Cumhur, bu görüştedirler. İmam Mâlik ve Evzâî'ye göre, ancak malın üçte birini
tasadduk etmek caizdir. Bütün malını sadaka olarak veren bir kişiye üçte ikisi
iade edilir.
Hadis, sadakanın ve
sadakaya teşvik etmenin faziletine, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'in
üstünlüklerine, onların hayır işlemeye düşkünlüklerine delâlet etmektedir.[337]
1679.
...Said' (b. el-Müseyyeb)den rivayet edildiğine göre, Sa'd (b. Ubâde) Peygamber
(s.a.)'e geldi ve O (s.a.)'na:
Hangi sadaka (çeşidi)
sana daha sevimlidir? dedi. Resûlullah (s.a.):
"Sudur"
buyurdu.[338]
Burada su hayratı
genel olarak zikredilmiştir. îfâde in-san ve hayvanların içmesi, bitkilerin
sulanması ve insanların kullanması için olan her çeşit su hayratını içine
almaktadır.
Bu hadis munkatı'dır.
Çünkü Said b. Müseyyeb, Sa'd b. Ubâde'nin zamanına yetişmemiştir. Said, Sa'd'ın
vefat ettiği tarih olan H.15'de doğmuştur.[339]
1680. ...Bir
önceki hadisin aynısını Katâde, Said b. Müseyyeb ile Hasan el-Basrî'den onlar
da Sa'd b. Ubâde'den rivayet etmişlerdir.[340]
Bu hadis de
munkatı'dır. Zira Hasan el-Basrî H. 21 yihnda
doğmuştur. Ancak bu durum, hadisin sıhhatine zarar vermemektedir. Zira Said b,
el-Museyyeb olsun, Hasan el-Basrî olsun adil olmayandan hadis rivayet
etmezler.[341]
1681. ...Sa'd
b. Ubâde'den rivayet edildiğine göre O, şöyle demiştir:
Ya Resûlullah! Sa'd'ın
annesi öldü. Hangi sadaka (çeşidi) daha faziletlidir? Resûlullah (s.a.):
"Su"
buyurdu. Râvi dedi ki:
Sa'd bir kuyu kazdırdı
ve "bu kuyu Sa'd'in annesinin kuyusudur." dedi.[342]
Hadis, su hayratının faziletine, sadakanın ölüye fayda verip savabının ona ulaşacağına ve Sa'd b.
Ubâde'nin annesine olan hürmet ve güzel muamelesine delâlet etmektedir.[343]
1682. ...Ebû
Said'den rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Hangi müslüman
elbise ihtiyacı olan başka bir müslümana bir elbise giydirirse, Allah da ona
cennetin yeşil elbiselerinden giydirir. Hangi müslüman aç bir Müslüman
doyurursa, Allah da onu cennet meyvelerinden doyurur. Hangi müslüman susamış
bir müslümana su verirse, Allah da ona (kabı) mühürlü hâlis cennet şarâbı
içirir."[344]
Hadiste geçen kelimesinden
maksat, elbiseye ihtiyaç duymaktır.hâlis cennet şarâbı ise mühürlü demektir.
kaplarının ağzı mühürlü, sahiplerinden başkası için açılmayan, içenlerinin,
sonunda nefis bir koku gelen değerli cennet şarâbı anlamınadır. Hadis-i
şerifte geçen güzel amellere, teşvik vardır.[345]
1683. ...Ebû
Kebşe es-Selûlî'den; demiştir ki:
Abdullah b. Amr'ı
işittim, şöyle diyordu: Resûlullah (s.a.): "Kırk haslet vardır ki bunların
en üstünü (sütünden faydalanmak üzere verilen) keçi ariyetidir. Bunlardan bir
hasleti, -sevabını umarak ve ona va'dedilen şeyi tasdik ederek- işleyen
kimseyi, bu sayede Allah cennete koyar" buyurdu.[346]
Ebû Dâvûd dedi ki:
Müsedded'in hadisinde Hassan dedi ki: "Keçi ariyetinden başka, selâm
almak, aksırana dua etmek, geçenlere eziyet veren şeyleri yoldan kaldırmak ve
benzen hasletleri de saydık onbeş haslete varamadık."[347]
Bu hadis, Ebü Davud'a iki yolla ulaşmıştır. Bunlardan
biri İbrahim b. Mûsâ, diğeri de
Müsedded'tir. Burada zikredilen lafızlar, müsedded yoluyla gelen hadise ait
lâfızlardır.
Bâb'ın başında geçen
kelimesi, ariyet manasındadır. Ariyet ise, menfaati başkasına karşılıksız
vermek manasınadır. Buradaki ariyetten maksat, yün veya sütünden bir süre
faydalanıp iade etmek üzere başkasına koyun, keçi, sığır ve deve gibi bir
hayvanı vermektir. Hadiste yalnız keçi zikredilmiştir. Diğerleri de kıyasla
aynı hükmü taşımaktadır. Hatta bunların menfaati daha fazla olduğu için sevabı
da daha çok olur.
Resûlullah (s.a.) kırk
hasletin ne olduğunu açıklamamıştır. Bunları açıklamaması her türlü iyi işe
teşvik sebebiyledir. Şayet belirtilmiş olsaydı insanlar onları işleyip
diğerlerini terk edebilirlerdi. Bu bakımdan Kadir Gecesi de Ramazan ayı içinde
gizlenmiştir.
Ebû Dâvûd bu hadisin
sonunda Müsedded yoluyla gelen rivayetteki fazlalığa işaret etmiştir. Bu
fazlalıkta bildirildiğine göre Hassan, hayırlı işleri saymış, fakat onbeşe
varamamıştır. Onun varamaması başkalarını da varamayacağı anlamına gelmez.
Bazıları bu hasletleri kırktan fazlaya bile çıkarmıştır. Aç bir kimseyi
doyurmak, susamışa su vermek, selâmı önce vermek, sanat öğretmek, ip, ayakkabı
bağı ve benzeri şeyleri vermek, güler yüz göstermek, arkadaşsız olana
arkadaşlık etmek, başkasının üzüntüsünü gidermek, muhtaca yardım etmek, müslümânın
kusurunu örtmek, meclise sonradan gelene yer vermek, müslümanı sevindirmek,
zulme uğrayana yardım etmek, zâlimi zulümden alıkoymak, iyilik yolunu göstermek,
dargınların arasını düzeltmek, dileniciyi tatlı sözle geri çevirmek, müslümânın
namusunu korumak, ağaç dikmek, iş görmek, hasta ziyaret etmek, tokalaşmak,
Allah için sevişmek, Allah için ziyâretleşmek, Allah için birbiriyle oturmak,
Allah için buğzetmek, nasihat, merhamet ve iyiliği emretmek gibi iyilikler
sayılabilir.
Bu hadis, Allah rızası
için her çeşidiyle hayır işlerine teşvik etmektedir.[348]
1684. ...Ebû
Musa'dan; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) şöyle buyurdu:
"Verilmesi emredilen
şeyi (sadakayı) gönül hoşluğuyla emrolunan kişiye (fakire) eksiksiz, tam olarak
verinceye kadar (koruyan) emin kasadar, sadaka veren iki kişiden biridir."[349]
Bu hadis-i şerif,
başkasının malını koruyup verilmesi gereken yere onu ulaştıran vekilin, mal
sahibi gibi ecir ala-
cağım beyân ediyor.
Her ikisinin hadiste mutasaddık (sadaka veren) diye isimlendirilmesinden bu
hüküm çıkarılmaktadır. Bu ifâde verilecek ecrin, mal sahibinin ecrine denk
olmasını gerektirmez. Asıl maksat, ikisinin de ecre nail olacaklarını beyân
etmektir. Ancak ecre nail olması için vekilde bazı şartların bulunması
lâzımdır. Hadisin Sahih-i Buharî'deki rivayeti de göz önüne alınırsa, bu
şartlar şöyle özetlenebilir:
a. Sadaka
vermeye vekil tayin edilmiş olmak,
b. Müslüman
olmak,
c. Emin
olmak,
d. Emri
tamamen yerine getirmiş olmak,
e. Emredilen
malı gönül hoşluğu ile vermek.
Hadis, emânetin
korunmasına, iyilikte yardımlaşmaya^vekili emre iyi niyetle uymaya teşvik
ediyor.[350]
1685.
...Âişe (r.anhâ)'dan; demiştir ki:
Resülullah (s.a.)
şöyle buyurdu:
"Kadın kocasının
evinden kötülük kastetmeksizin infak ederse, ona infakın sevabı, kocasına da
kazanmasının sevabı verilir. Hizmetçisine de o kadar sevab verilir. Onlardan
birisi diğerlerinin sevabını eksiltmez."[351]
Erkeğin kazancından
kadının tasarrufta bulunması gerekir. Buradaki rivayette, gerekse diğer hadis
kitaplarındaki rivayetlerde bazı kayıt ve şartlara bağlanmıştır.
Hadiste geçen kötülük
kast etmeksizin” kaydından infak edilen şeyin âdeten verilen şeylerden olması,
örfen belirlenmiş miktarları geçmemesi, israf hududuna varmaması, aile
dirliğim bozmaması gibi şartlar anlaşılmaktadır.
Asıl önemli olan da
kadın veya hizmetçinin mal sahibinin infaka rızasının olup olmadığını
bilmesidir. Bu bakımdan kadının, kocasına ait maldaki tasarrufunun sahih
olması, erkeğin açıkça veya delâleten iznini bilmesine bağlıdır. Koca ile
diğer insanlar arasında bu bakımdan fark yoktur. Meselâ kadın, örfen verilecek
miktarda ve verilmesi âdet olan bir şeyi vermişse kocanın delâleten izni var
sayılır. Eğer örf, kesin olarak izne delâlet etmiyorsa, kocanın izni şüpheli
ise, veya verilen malın benzerlerine, kocanın cimrilik yaptığı bilinir ve onun
bu halinden razı olmayacağı anlaşılırsa, kadının veya başkasının o malı vermesi
caiz olmaz. Açıkça mal sahibinin izninin alınması gerekir.
Hadis, kadın ve
hizmetçiyi yukarıda zikredilen şartlar dahilinde dilenciyi boş çevirmemeye
teşvik ediyor. Bu davranıştan dolayı alınacak ecri bildiriyor.[352]
1686. ...Sa'd'dan rivayet edildiğine göre O, şöyle demiştir:
Resûlullah (s.a.)
kadınlardan bey'at aldığı zaman Mudar kabilesi kadınlarından olduğu zannedilen
cüsseli bir kadın kalktı ve:
Ey Allah'ın Resulü! Biz
babalarımıza ve oğullarımıza yüküz Ebû Dâvûd: "zannediyorum hadiste "kocalarımıza" ilâvesi
de vardır" dedi- onların malından (izinsiz) bize neler helâl olur?
dedi.Resûlullah (s.a.) da:
"Ratb, onu hem
yer, hem de hediye edersiniz," buyurdu. Ebû Dâvûd: Ratb, ekmek, sebze ve
yaş hurmadır, dedi. Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadisi (Süfyan) Sevrî de, Yûnus'îan
rivayet etmiştir.[353]
Hadis-i şerîfte
bahsedilen bey'at, Mekke fethedildiği gün yapılmıştır. Ratb, kurunun zıttı, yaş
anlamına gelir. Burada ratbdan maksat, çok dayanmayan ve saklanması mümkün
olmayan meyve, sebze, pişmiş yemek gibi şeylerdir. Ebû Davud'un açıklamasına
göre ratbdan ekmek, sebze ve yaş hurma kast edilmiştir.
Sahibinin izni olmadan
kadınların adı geçen şeylerde tasarrufuna, çabuk bozulacakları, yenmezse
çürüyüp atılacakları için izin verilmiştir. Ama kuru olanlar çabuk bozulmaz ve
saklanabilir. Bu sebeble kuru olan meyve ve sebzeler üzerinde tasarruf,
sahibinin izni olmadan caiz değildir.
Ebû Davud'un Siıfyân
es-Sevrî'den aynı hadisin rivayet edildiğini belirtmesi hadisin iki yoldan
geldiğini belirterek onu takviye etmek içindir.
Bu hadis, sahabe
kadınlarının dinî hükümleri öğrenmeye düşkün olduklarına, babanın malında
çocuğun, çocuğun malından babanın, kocanın malından kadının -eğer o mal
saklanamayacak cinstense- sarih izin almaksızın tasarruf edebileceklerine
delâlet eder.[354]
1687.
...Hemmâ b. Münebbîh dedi ki; Ebû Hureyre'yi şöyle derken işittim:
Resûlullah (s.a.):
"Kadın izin almaksızın kocasının kazancından infak ederse, ona kocasının
ecrinin yarısı vardır," buyurdu.[355]
Bu hadiste geçen
izin, sarih izindir.
Yani kadın kocasının malından
-rızâsına delâlet eden bir karine olduğu
halde ondan açıkça izin almaksızın- infak ederse ondan ecir alır. Eğer
erkeğin rızasında şüphe edilirse, kadın her hangi bir ecir alamadığı gibi
günahkâr da olur. Hadisi "kadın, kocasının bilgisi dışında kendi nafakasına
mahsuben erkeğin malından alır ve onu infak ederse..." diye anlamak da
mümkündür. Böylece erkek, verilen mal kendi kazancından olduğu, kadın da kendi
nafakasından verdiği için ecre nail olur. Böyle bir yorumla bu hadis ve 1688
no'lu hadis cem' edilmiş olur.
Buradaki ecrin yarısı,
verilecek sadakadan hâsıl olacak sevabın yarısı anlamına değildir. Çünkü 1685
no'lu hadiste; "bunlardan birisi, diğerlerinin sevabını eksiltmez"
hükmü yer almıştı. O halde bu hadisteki "ecrin yarısı" ifâdesini,
kadın da erkek gibi ecre hak kazanır, şeklinde te'vil etmek gerekir.
Kirmanı şöyle diyor:
(1685 no'lu hadiste geçen) "Bunlardan birisi diğerlerinin sevabını
eksiltmez" hükmü kadının infakı kocasının emri ve sarih izni ile olursa
geçerlidir. Ama bu hadiste olduğu gibi erkeğin emri bulunmaz fakat rızasının
bulunduğu samlırsa onlardan her birine hâsıl olacak ecrin yarısı vardır. Böyle
bir te'ville hadis zahirine göre anlaşılmış olur.[356]
1688.
...Ata'mn, Ebû Hüreyre'den rivayet ettiğine göre kadının, kocasının evindeki
(maldan) sadaka verip veremeyeceği konusunda o, şöyle demiştir:
Hayır, kadın ancak
kendi nafakasından (tasadduk eder) sevap da karı ile koca arasında ortaktır.
Kadının kocasının malından sadaka vermesi, ancak onun izniyle helâl olur.
Ebû Dâvûd dedi ki: Bu
hadis Hemmâm'ın hadisini zayıflatır.[357]
Ebû Dâvûd her ne kadar
bu hadisin daha önce geçen Hemmam hadisini zayıflattığım söylemışse de orada beyan
edildiği üzere hadisler arasında bir tezâd söz konusu değildir, diyebiliriz.
Tezatın varlığını kabul etsek bile, Hemmâm'ın hadisi sahih ve merfû bir
hadistir. Buharı ve Müslim, Sahihlerinde tahriç etmişlerdir. Bu hadîs ise,
mevkûf'dur. Hatta bazı Ebû Dâvûd nüshalarında bu son ilâve cümle de yoktur.[358]
1689.
...Enes (r.a.)'den; demiştir ki:
"Siz sevdiğiniz
şeylerden (Allah yolunda) vermedikçe asla iyiliğe ermiş olamazsınız,"[359]
âyeti inince Ebû Talha:
Ya Resûlallah! Galiba
Rabbimiz, mallarımızdan bir kısmını (yolunda vermemizi) istiyor. Sizi şâhid
tutarım ki Bârîhâ adındaki yerimi Allah için verdim, dedi. Resülullah (s.a.)
O'na:
"O yeri akrabana
ver" buyurdu. Bunun üzerine Ebû Talha, Onu Hassan b. Sabit ile Ubeyy b.
Ka'b arasında taksim etti.[360]
Ebû Dâv'ûd dedi ki:
Bana Muhammed b. Abdullah el-Ensârî'nin şöyle dediği ulaştı:
Ebû Talha (Zeyd b.
Sehl b. el-Esved b. Haram b. Amr b. Zeyd Menât b. Adiyy b. Amr b. Mâlik b.
en-Neccâr) ile Hassan (b. Sabit b. el-Münzır b. Haram) üçüncü dedeleri olan
Haram 'da birleşiyorlar.
Ubeyy (b. Ka'b b. Kays
b. Atık b. Zeyd b. Mu'âviye b. Amr b. Mâlik b. en-Neccâr'dır).
Böylece Amr, Hassan,
Ebû Talha ve Übeyy'i birleştiren atalarıdır. el-Ensârî dedi ki: "Übeyy
ile Ebû Talha arasında altı ata vardır."[361]
Âyet-i Kerîmede geçen
"el-bîrr" kelimesinden maksat, iyilik ve tam sevaptır. Takva ve
cennet anlamında kullanıldığı da söylenmiştir. Bu kelime aslında çokça hayır
yapmak anlamına gelmektedir. Allah'a nisbet edildiği zaman sevab, kula nisbet
edildiği zaman da taat mânâsına-gelir. Ayrıca bazan doğruluk ve güzel huy
mânâsında da kullanılmaktadır.
"Bârîhâ' "
Ebû Talha'mn bahçesinin adıdır. Bu kelime muhtelif şekillerde rivayet
olunmuştur. İbnü'l-Esîr,'onları en-Nihaye fî ğarîbi'l-hadis adlı eserinde
Beyrahâ, Bîrahâ ve Bîruhâ şekillerin de almıştır.
el-Bâcî:
"Bunların içinde en fasihi Beyrahâ'dır" demiştir.
Söz konusu bahçenin,
Buhârî iie Müslim'in rivayetlerinde Mescid-i Nebevı'mn karşısında olduğu
zikredilmiştir. Nevevî: "Bu yer, Kasr-i Benî Cedîle adıyla bilinir.
Mescid-i Nebevfnin kıblesine düşmektedir," demiştir.
Bu hadis Sahih-i
Buhârî ile Sahih-i Müslim'de şöyle geçmektedir:
Enes b. Mâlik'den
rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
"Ebü Talha
Medine'de malı en çok olan Ensârdandı. Onun en sevimli malı da Beyrahâ
bahçesiydi ki, Mecsid-i Nebevî'nin karşısındaydı. Resû-luüah (s.a.) oraya girer
ve içindeki güzel sudan içerdi."
Hadiste geçen
"akraba" kelimesinin kapsamında ihtilâf edilmiştir:
Ebu Hanife'ye göre
akrabalardan maksat, ana, baba, dede, nine, evlât ve torunlar hariç, ana veya
baba tarafından olan ve evlenilmesi caiz olmayan yakınlardır.
Ebû Yûsuf ve
Muhammed'e göre ana, baba evlât ve torunlar dışında ana veya baba tarafından
olan -müslüman en uzak ataya kadar- bütün yakınlardır.
Şâfiîlere göre ise,
müslüman olsun, kâfir olsun, uzak olsun, yakın olsun, kadın olsun, erkek olsun,
fakir olsun, zengin olsun, varis olsun veya olmasın, evlenilmesi helâl olsun,
haram olsun aynı soydan gelen bütün akrabadır.
Ahmed b. Hanbel bu
konuda Şâfiîlerin görüşündedir. Ancak kâfiri istisna etmiştir.
tmam Mâlik ise,
"akraba varis olmasalar da asabe olanlardır," demiştir.
Ebû Davud'un hadisin sonundaki
açıklaması, Ebû Talha ile Hassan ve Übeyy arasındaki yakınlığı beyan etmek
içindir.[362]
1. En
sevgili mallardan ınfak edilmesine,
2. Hayır
yapmak istenilen konularda faziletli ve bilgili kişilerle istişare edilmesinin
müstehap oluşuna,
3. Akrabaya
verilen sadakanın başkalarına verilen sadakadan daha faziletli olduğuna,
4. Sarf yeri
belirtilmeksizin verilen sadakanın meşruiyetine,
5. Nisâb
miktarından fazla bir malı bir kişiye sadaka olarak vermenin caiz olduğuna,
(Çünkü Hassan b. Sabit hissesini yüzbin dirheme Muâviye'ye satmıştır).
6. Ebû
Talha'nın Beyrahâ adındaki bahçesini Hassan b. Sabit ve Übeyy b. Ka'b'a temlik
ettiğine, (çünkü temlik etmeyip vakfetseydi, Hassân'm satması caiz olmazdı.)
7. Nafile
olan sadakadan zengin birine istemeksizin verilirse onu alabileceğine, (çünkü
Übeyy b. Ka'b, ensarın zenginlerinderidi.)
8. Ebû
Talha'nın faziletine ve hayır işlemeye düşkün olduğuna,
9. Sadaka
verirken daha yakın akrabanın tercih edilmesinin şart olmadığına, delâlet
eder.
Ayrıca bu hadis imam
Mâlik'in kendisine sadaka verilen şahıs, sadakayı kabzetmese de sadakayı
verenin "tasadduk ettim" sözüyle sadakanın onun .mülkiyyetinden
çıkacağı yani sadakanın geçerli olması için kabzın şart olmadığı görüşüne
delildir. Diğer imamlara göre kendisine verilen şahıs sadakayı kabzetmedikçe
ona mâlik olmaz.[363]
1690.
...Peygamber (s.a.)'in hanımı Meymûne'den rivayet edildiğine göre şöyle
demiştir;
Bir cariyem vardı O'nu
âzadettim. Peygamber (s.a.) yanıma girdi. O'na bunu haber verdim. Bunun üzerine
şöyle buyurdu:
“Allah sana ecrini
versin..Gerçekten sen onu dayılarına verseydin, savabın daha büyük
olurdu."[364]
Hadis-i şerîf akrabaya
yapılan hibenin köle âzad etmekten daha efdal olduğuna delâlet eder. Tirraizî, Ahmed b. Hanbel ve Nesâî'nin tahriç
ettikleri şu hadis de bu mânâyı te'yid eder:
"Fakire verilen
sadaka sadece bir sadakadır. Akrabaya verilen sadaka hem sadaka, hem de
akrabayı gözetmedir."
Ancak bu hüküm mutlak
değildir. Peygamber (s.a.)'in beyânlarına göre akrabaya yapılan hibenin köle
âzad etmekten evlâ olması, akrabanın hizmetçiye muhtaç olmasına
bağlıdır.Akrabanın ihtiyacı yoksa köle âzad etmek, akrabaya hibe etmekten daha
evlâdır. Çünkü Peygamber (s.a.) Tirmizî ve İbn Mâce'nin tahric ettikleri bir
hadiste şöyle buyurmuştur: "Kim müslüman bir köleyi âzad ederse Allah
cinsiyet uzvuna varıncaya kadar kölenin her uzvuna karşılık onun bir uzvunu
cehennemden âzad eder."
Bu hadis kadının kendi
malından kocasının izni olmaksızın infak edebileceğine, akrabalara iyilik
yapmanın faziletine, annenin akrabasına saygı gösterip önem vermek gerektiğine
delâlet eder.[365]
1691. ...Ebû
Hüreyre'den; demiştir ki:
Peygamber (s.a.)
sadaka verilmesini emretti de bir adam:
Ya Resûllellah,
yanımda bir dinar var, dedi. Resûlullah (s.a.): "Onu kendine tasadduk et
(harca)" dedi. Adam:
Yanımda bir dinar daha
var, dedi. Resûlullah (s.a.): "Onu da çocuğuna tasadduk et(harca)"
dedi. Adam:
Yanımda bir dinar daha
var, dedi. Resûlullah (s.a.): "Onu da hanımına tasadduk et (harca)"
dedi. Adam:
Yanımda bir dinar daha
var, dedi. Resûlullah (s.a.): "Onu da hizmetçine tasadduk et" dedi.
Adam:
Yanımda bir dinar
daha1 var, dedi. Resûlullah (s.a.): "(Sadaka verme usûlünü sana
açıkladıktan sonra) sen (durumunu) daha iyi bilirsin." buyurdu.[366]
Resûlullah (s.a.)
tasadduk konusunda önce kişinin kendi nefsini zikretmiştir. Çünkü insana en
yakın yine kendisidir ve kendi ihtiyacı başkalarınınkinden önce gelir. Diğer
akrabaya nisbetle babaya en yakın olduğu ve nafakaya şiddetli ihtiyacı
bulunduğu için ikinci sırada çocuğu zikretti. Daha sonra zevce ve hizmetçi
zikredilmiştir. Bu hadis kendi ihtiyacından ve bakmakla yükümlü olduğu
kişilerin nafakasından artan maldan sadaka vermeye teşvik etmektedir. Ayrıca çocuğun
nafakasının zevceden önce, zevcenin nafakasının da hizmetçinin nafakasından
önce geldiğine ve yakınların kendi aralarındaki derecelere göre sadakaya
başkalarından daha lâyık olduklarına delâlet eder.[367]
1692.
...Abdullah b. Amr'den; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) şöyle buyurdu:
"Bakmakla yükümlü
olduğu kimseleri ihmal etmesi, kişiye günâh olarak yeter."[368]
Peygamber (s.a.), "bakmakla yükümlü olduğu kişilerin
nafakasından fazla malı olmadığı halde ecre nail olmak
için malım tasadduk
eder ve bu yüzden onları ihmal ederse, sevap değil günah kazanır" demek
istemiştir. Hadis-i şerifi şöyle anlamak da mümkündür: Kişinin bakmak zorunda
olduğu kimselere nafakalarım vermeyip onların zayi olmalarına sebeb olması ona
günah olarak kâfidir. Müslim'in başka bir tankla tahrîc ettiği şu hadis de bu
mânâyı te'yid etmektedir: Hayseme b. Abdurrahman şöyle dedi:
Biz Abdullah b. Amr
ile oturuyorduk. Onun hazinedarı geldi ve (yanımıza) girdi. Abdullah b. Amr:
Kölelere nafakalarını
verdim mi?" dedi. O da:
Hayır (vermedim),
dedi. Abdullah b. Amr:
Git onlara (nafakalarını)
ver. Resûlullah (s.a.): "Kişiye, sahip olduğu kimselere nafakasını
vermemesi günah olarak yeter" buyurmuştur, dedi.
Bu hadis, bakmakla
yükümlü olduğu kişilerin nafakasını tasadduk etmekten sakındırmakta ve böyle
yapanların günahının büyüklüğüne işaret etmektedir.[369]
1693.
...Enes (r.a.)'den; demiştir ki: Resûlullah (s.a.):
"Kimi rızkının
genişletilmesi ve Ömrünün uzatılması sevindirirse, akrabasına iyilik
yapsın" buyurdu.[370]
Hadiste geçen iyilik (sıla)
mümkün olabilen iyilikleri yapmak, güç nisbetinde uzaklaştırılması mümkün olan
kötülükleri de uzaklaştırmaktır.
Âlimler sıla-i rahim
yapılması gereken akrabalık sının konusunda değişik görüşler ileri
sürmüşlerdir:
Bazıları "birisi
kadın diğeri erkek kabul edildiğinde evlenmeleri caiz olmayan yakınlıktaki
akrabadır" demişlerdir. Buna göre amca, hala, dayı ve teyze çocukları
sıla-i rahmi gereken akrabalardan değildir.
Diğer bazılarına göre
"varis olan akrabaya sıla-i rahim yapılması gerekir" demişlerdir.
Çünkü Sahih-i Müslim'de Ebû Hüreyre'den rivayet edilen bir hadiste şöyle
buyurulmaktadır:
Bir adam Resûlullah
(s.a.)'a:
Ey Allah'ın Resulü!
İnsanlardan kimin beraberliğine daha çok hakkı var? dedi. Resûlullah (s.a.):
''Annenin, sonra
annenin, sonra annenin sonra babanın daha sonra da sana en .yakın olanın hakkı
vardır" buyurdu.
Bu konudaki üçüncü bir
görüş ise, "vâris olsun olmasın akraba olan herkese sıla-i rahim
yapılması" şeklindedir. Yine Sahih-i Müslim'de Abdullah b. Ömer'den
.rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.):
"İyiliğin en
faziletlisi, kişinin, babasının sevdiklerine sıla yapmasıdır" buyur,
muştur.
Kurtubî'ye göre sıla-i
rahim yapılması gerekenler iki kısımdır:
1. Genel mânâda sıla-i rahim yapılması gereken
kişiler: Bunlar dinen yakın olan kimselerdir.
Birbirlerini sevmeli, birbirlerine âdil ve samimi davranmalı ve birbirlerine
karşı vâcib ve müstehab olan hakları yerine getirmelidirler.
2. Özel mânâda sıla-i rahim yapılması gereken kişiler: Bunlar da neseben yakın olan kimselerdir. Bunlara daha
fazla iyilik yapmak, hallerini sormak ve küçük kusurlarını görmemezlikten
gelmek lâzımdır.
Hadiste geçen
"ömrün uzatılması" ifâdesi, Kur'an-ı Kerim'deki "ecelleri
geldiği zaman bir saat ne geri bırakılırlar, ne öne alınırlar"[371]
âyet-i kerimesine ters düşmez. Şöyle ki hadiste geçen ömrün uzatılması, süre
olarak uzatma değildir. Kulu ibâdete ve günahlardan kaçınmaya muvaffak kılarak
ömrü bereketlendirmekten kinayedir. Böyle bir kimse ölümünden sonra hayırla
yâd edilir. Öldükten sonra geride bırakılan faydalanılan ilim, devam eden
sadaka ve salih bir evlâd da hayırla yâd edilmeye vesile olan şeyler bu
türdendir. Böyle bir kimse sanki ölmemiş gibidir. Bu mânâ, hadisin zahirine
uygundur. et-Tîbî de bunu tercih etmiştir. Çünkü "Eser" bir şeyin peşinden
gelen şeye denir. Bu bakımdan "ömrün uzatılmasının", ölümün
arkasından gelen hayırla anılmaya hamledilmesi uygun olur. Nitekim bu mânayı
teyid eden başka hadisler de vardır. Taberânî el-Mu'ce-mil-û Kebir'de şu hadisi
tahrîc etmiştir: "Eceli geldiği zaman Allah hiçbir nefsi geciktirmez.
Ömrün artması sadece salih bir nesildir." İbn Fûrek bu görüşü benimsemiş
ve şöyle demiştir: "Ömrün artmasından maksat, iyilik yapanın başına
gelecek musibetlerin def'edilmesidir."
İbnu'l-Kayyım'ın
ed-Dâ\ve'd-Devâ' adlı kitabında şöyle denilmektedir: "Ömür, zikir ve
ibâdetle kulun Allah'a kalben yöneldiği süredir. Kalb ne zaman Allah'tan yüz
çevirir, günahlarla meşgul olursa, ömür zayi edilmiş demektir. Buna göre
hadisteki "ömrün uzatılması" ifadesi, Allah, o kulun kalbini kendi
zikriyle ve vakitlerini kendine ibadet ve taatle mâmur kılar, demek
olur."
Hadiste geçen ömrün
uzatılmasını hakîki mânâsında da anlamak mümkündür. Bu da ömür işlerine bakan
meleğin ilmine göredir. Yukarıda geçen âyet-i kerimede Cenab-ı Allah'ın ilmi
nazar-ı itibara alınmıştır. Meselâ meleğe şöyle denebilir: Falanın ömrü sıla-i
rahim yaparsa seksen sene, sıla-ı rahim yapmazsa elli senedir. Allah katında
onun sıla-ı rahim yapıp yapmayacağı malum olduğuna göre Allah'ın ilmine nazaran
herhangi bir değişiklik yoktur. Eksiklik veya fazlalık meleğin ilmine göre
olur. "Allah dilediğini siler, dilediğini bırakır. Ana kitap O'nun
katındadır."[372]
âyet-i kerimesinde buna işaret vardır. Allah ilminde olan Ana Kitap, Levh-i
Mah-fûz'da kesinlikle değişiklik ve silme olmaz. İşte bu kitaptakine
"kaza-i mübrem," meleğin yanında olana da "kaza-ı muallak"
denir.
Bu konudaki diğer bir
görüş de şudur: Her insanın iki ömrü vardır:
1. Ölümle
sona eren dünya ömrü,
2. Ba'sü
ba'de-1-mevt ile sona eren berzah ömrü.
Birinci ömrün başlangıcı
doğum, ikinci ömrün başlangıcı ise, ölümdür. İki ömrün toplamı sınırlıdır,
artmaz ve eksilmez. Allah'a itaat edip sıla-i rahim yapan kimsenin dünya ömrü
artar, berzah ömrü eksilir. Sıla-i rahim yapmayanın dünya ömrü azalır, berzah
ömrü artar.
Hadis-i şerîf, sıla-i
rahim yapılmasına teşvik etmekte ve bunun, ömrün bereketlenmesine vesile
olacağım beyân etmektedir.[373]
1694. ...Abdurrahman b. Avf (r.a.) demiştir ki:
Resûllah (s.a.)'ı şöyle buyururken işittim: "-Allah buyurdu ki: "Ben
Rahmanım, o (akrabalık) da rahimdir. Ona kendi ismimden bir isim verdim. Kim
ona iyilik yaparsa, ben de ona iyilik yaparım, kim ona iyilik yapmayı terk
ederse bende ona iyiliği terk ederim."[374]
Rahman ismi, rahmet kökünden
türemiştir. Rahmet ise, iyilik yapmayı gerektiren kalb inceliğidir. Bu mana
Cenab-ı Allah'a uygun gelmediği için bunun gereği olan "çok
merhametli" mânâsı kast edilmiştir. Rahim ise, akrabalık manasınadır.
Rahim, Rahman'ın rahmetinin eserlerinden birisidir. Allah, akrabalık haklarını
gözetene ve akrabasına iyilik yapanlara her iki dünyada iyilik ve İkram yapacağını
beyan ediyor. Bunun aksine hareket edilmesi halinde de Cenab-ı Allah, onları
rahmetinden mahrum bırakacağını bildiriyor. Bir kimse, akrabasına zararı
dokunmasa bile, onlara iyilik yapmamakla sıla-i rahmi terk etmiş olur.
Hadis Allah'ın çeşitli
ihsan ve ikramına sebeb olan sıla-i rahme teşvik etmekte, bunun aksine olan
davranışların gazab-ı ilâhiye sebeb olduğundan onlardan kaçınmaya çağırmakta
ve Allah'ın Rahman isminin rahmetten türemiş arapça bir isim olduğuna delâlet
etmektedir.[375]
1695.
...Abdurrahman b. Avf dan rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.)'den
yukarıdaki hadisin mânâsında bir hadis işitmiştir.[376]
Ebû Seleme'nin adı
İsmail veya Abdullah'tır. Abdurrahman b. Avf in oğludur. Ebû Seleme onun
künyesidir. Bu
rivayet Ebû Seleme'nin
bu hadisi babasından değil, er-Reddâd el-Leysfden aldığını göstermektedir.[377]
1696.
...Cübeyr b. Mut'im'den merfû olarak rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.):
"Akrabalık
alakasını kesen, cennete giremez" buyurmuştur.[378]
Cennete giremeyecek
olan sebepsiz yere
ve haram olduğunu bildiği halde akraba ile ilişkiyi
kesmeyi mubah
gören kimsedir. Böyle
bir kimse -Allah korusun- kâfir olacağından ebedî cehennemde kalır. Yoksa günah
işleyen cennete girmekten mahrum edilmez. Veya "Cennete giremez” demek,
ilk girenlerle birlikte cennete giremez. Hak ettiği kadar geciktirildikten
sonra girer anlamındadır.[379]
1697.
...Abdullah b. Amr (r.a.)'dan; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) şöyle buyurdu:
"Sıla-i rahim
yapan kimse, (akrabasından gördüğü iyiliğe) karşılık veren kimse değildir. O,
akrabası kendisine iyiliği kestiği zaman onlara iyilik yapandır."[380]
Bu hadisi Süfyân
es-Sevrî üç kişiden almıştır. Bunlar Süleyman b. Mihrân el-A'meş, Hasan b. Amr
ve Fıtır b. Halife'dir. Hadisi, Süfyan
es-Sevrî, Süleyman b. Mihrân tarikinden mevkuf, Fıtr ile Hasan tarikinden
merfû olarak almıştır.
Hadiste geçen
"sı!a-i rahim yapan" ifâdesi, kâmil mânâda sıla-i rahim yapan
anlamınadır. Yoksa akrabasından gördüğü iyiliğe karşılık iyilik yapan da
aslında sıla-i rahim yapmıştır. İnsanlar bu konuda üç dereceye ayrılır:
a. Sıla-i
Rahim yapan
b. Karşılık
gözeterek sıla-i rahim yapan
c. Sıla-i rahim
yapmayan
Birincisi, karşılık
gözetmeksizin, kendisi akrabasından iyilik görmediği halde onlara iyilik yapan
kimsedir.
İkincisi akrabasından
gördüğü iyilik kadar onlara iyilik yapan kimsedir.
Üçüncüsü ise,
akrabasından iyilik gören fakat kendisi onlara iyilik yapmayan kimsedir.
Karşılık verme, iyilik
mukabilinde iyilik yapmak şeklinde olabileceği gibi karşılıklı iyiliği
terketmek suretiyle de olur. İkinci durumda iyilik yapmayı önce terk edene
"kâtı1 " buna karşılık daha sonra iyiliği kesene de “mukâfi' "
denir.
Hadis kendisine
kötülük yapanlara iyilik yapmaya teşvike ve gördüğü iyiliğe karşılık iyilik
yapan kimsenin kâmil mânâda sıla-i rahim yapmış olmayacağına delâlet
etmektedir.[381]
1698.
...Abdullah b. Amr (r.a.)'den; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) bir hitabesinde
şöyle buyurdu:
"Cimrilikten
sakının, çünkü sizden öncekiler cimrilik sebebiyle helak oldular. Cimrilik
onları, vermemeye şevketti de vermediler, akrabaya iyiliği kesmeye şevketti de
kestiler, (mal toplamak için) günah işlemeye sevk etti de günah
işlediler."[382]
Hadiste geçen helâkla
ilgili birkaç görüş vardır:
1. Buradaki
helâk, uhreyî hdâk olabiIir. Çünkü bu helâk, hadisin sonunda zikredilen
günahları ve benzerlerini işleme sonucu meydana gelmektedir.
2. Dünyevî
helak olabilir. Müslim'in Câbir (r.a.)'den rivayet ettiği bir hadis buna
delâlet etmektedir: Resûlullah (s.a.)i "Zulümden sakının, çünkü zulüm
kıyamet gününde karanlıklardır. Cimrilikten de sakının zira o sizden Öncekileri
helak etti. Kanlarını dökmeye ve haramlarını helâl saymaya şevketti."
buyurdu.
3. Hem
dünyevi hem de uhrevî, her iki helak olabilir. Bu üçüncü ihtimal daha uygundur.
Zira cimriliğin sebebi, mal sevgisi ve malla ulaşılan nefsânî arzulardır.
Çaresi azla yetinmek, takdir-i ilâhiye sabretmek, sık sık ölümü hatırlamak,
emsalinin mal toplarken nasıl didinip sonra onu dünyada bırakıp gittiğini ve
âhirette sadece Allah yolunda harcanan malın fayda verdiğini göz önüne
getirmektir. Hadis cimrilikten ve malı hayır yollarına harcamamaktan
sakındırmaktadır.[383]
1699.
...Esma bint Ebî Bekr (r.anhâ); demiştir ki, Resûlullah (s.a.)'a dedim ki:
Ya Resûlldlah! Benim,
(kocam) Zübeyr'in evine getirdiğinden başka hiç bir şeyim yok, ondan vereyim
mi? Resûlullah (s.a.):
"Ver, saklama,
yoksa senden de saklanır." buyurdu.[384]
Hadiste geçen verme,
israfa varmaksızın verilmesi âdet olan şeyin verilmesidir. Belki de Peygamber
(s.a.) Esmâ'-ya kocasının izninden bahsetmeksizin "ver'* demesi, Zübeyr'in
cömertliğini ve Esma'nın vereceği şeye ses çıkarmayacağını bilmesinden
dolayıdır. Esmâ'ya -daha önceki hadislerde[385]
geçtiği gibi- "kötülük kastetmeksizin ver" dememesi, onun
dindarlığını, yerli yerince infakta bulunacağını bildiği içindir.
Hattâbî'nin beyân ettiği
üçüncü bir yorum daha vardır. O da ev sahibi evine bir şey getirirse, âdeten
bunun tasarrufu evin hanımına bırakılmış olur. Ev hanımı vakti gelince yeteri
kadar infak eder veya ilerisi için saklar. Buna göre Resûlullah (s.a.),
Esmâ'ya; "tasarrufu sana bırakılan bir şey olursa, ihtiyaç miktarını
bıraktıktan sonra artanı tasadduk et. saklama" demiş olur.[386]
1700.
...Abdullah b. Ebî Müleyke'den rivayet edildiğine göre Âişe (r.anhâ),
Resûlullah (s.a.)'a bazı fakirlerden söz etti.
Ebû Dâvûd dedi ki:
Veya Abdullah b. Ebî Müleyke'den başkalarının rivayetine göre "bazı
sadakalardan söz etti" Resûllah (s.a.) ona:
"Ver, sayma,
yoksa sana da sayıyla verilir" buyurdu.[387]
Resûlullah (s.a.) Âişe
(r.anhâ)'ya verdiğin sadakaları sayma, sayarsan sana çok gelir ve çok gördüğün
için infakı kesersin. Allah da senin rızkını daraltır, demek istemiştir.
Hadis-i şerif, bir
önceki hadis gibi cimrilikten sakındırmakta ve cömertliğe teşvik etmektedir.
Zira cömertlik rızık kapılarının açılmasına, cimrilik de rızkın daralmasına
sebeb olur.[388]
[1] el-Bakara (2), 110.
[2] et-Tevbe (9), 103.
[3] el-Meâric (70) 24-25.
[4] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/89-91.
[5] Buhârî, zekât, 1, 40; İ'tisam 2; istitâbetû'l-mürteddîn
3; Müslim, iman 32; Tirmizî, iman 1; Nesaî, zekât 3; Ahmed b. Hanbel, 1-19, 48;
11-529.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/91-92.
[6] et-Tevbe (9), 103.
[7] Buhârî, iman 17, salât 28, i'tisam 2, 28; Ebu Dâvud,
cihad 95; Tirmizî, iman 2, tefsirü sureti 88; Nesâî, cihâd 1, tahrim 1, iman,
15; İbn Mâce, mukaddime 9, fiten 1; Ahmed b. Hanbel, I-II, 78, 11-314, 345,
377, 423, III-199, 224, IV-9, V-246; Dârimî, siyer 10.
[8] Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/92-96.
[9] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/96-98.
[10] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/98.
[11] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/98.
[12] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/99.
[13] Buhârî, zekât, 32, 42, 56; Müslim, zekât 3,5-7;
Tirmizî, zekât 7; Nesâî, zekât 5, 10, 18, 22-24; İbn Mace, zekât, 6; Dârimi,
zekât 11; Muvatta, zekât 1,2; Ahmed b. Hanbel, II, 402.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 6/99.
[14] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/100-104.
[15] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/104-105.
[16] lbn Mâce, zekât 20; Dârimî, zekât 11; Ahmed b. Hanbel,
111-59.
[17] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/105.
[18] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/105-109.
[19] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/109.
[20] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/110.
[21] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/110.
[22] Hadisi kütüb-i sitte müelliflerinden sadece Ebû Dâvûd
rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/110-111.
[23] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/111.
[24] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/111.
[25] Dârekutnî, Sünen II, 128
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/111-112.
[26] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/112-113.
[27] Nesâî, zekât 19; Tirmizî, zekât 12; Ahmed b. Hanbel,
11-178, 204, 208; VI-452, 453, 455, 461.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/114.
[28] et-Tevbe (9), 34.
[29] Dârekutnî, Sünen, II, 107.
[30] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/114-115.
[31] Dârekutnî, Sünen, II, 105; Beyhâkf es-Sünenü'1-kübrâ,
IV, 140; Hâkim, el-Müstedrek, I, 390.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/116.
[32] et-Tevbe (9), 34.
[33] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/116.
[34] Hakim, el-Müstedrek, I, 390.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 6/116-117.
[35] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/117-118.
[36] Ahmed b. Hanbel, IV-171.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/118.
[37] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/118-119.
[38] Buhârî, zekat 38; Nesâî, zekât 5, 10; Ibn Mace, zekât
10; Ahmed b. Hanbel, I, 11.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/119-123.
[39] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/123-132.
[40] el-A'raf (7),
158.
[41] bk. el-Menhel, IX, 152.
[42] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/133-136.
[43] Tirmizî, zekât 4; Ibn Mâce, zekât 9; Ahmed b. Hanbel,
11-15; V-216;
[44] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/136-138.
[45] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/138-139.
[46] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/139.
[47] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/140.
[48] Kütüb-i sİtte müelliflerinden sadece Ebû Dâvûd rivayet
etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/140-142.
[49] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/142-146.
[50] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/146.
[51] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/146-147.
[52] Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/147-149.
[53] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/149-153.
[54] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/153-154.
[55] Ahmed b. Hanbel, 1-148.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/154-155.
[56] el-En'âm (6),
141
[57] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/155-158.
[58] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/158.
[59] Tirmizî, zekât 3; Nesâî, zekât 18; İbn Mâce, zekât
4, 15; Muvaatta, zekât 39-40, 'cihad 21;
Ahmed b. Hanbel, 1-18, 92, 113, 121,
132, 145.
[60] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/158-159.
[61] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/159-161.
[62] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/161.
[63] Nesâî, zekât 4, 7; Ahmed b. Hanbel, V-2, 4; Dârimî,
Zekât 36; Hâkim, el-Müstedrek, I, 398; Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, IV, 116.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/161-162.
[64] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/162-163.
[65] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/163.
[66] Tirmizî, zekât 5; Nesaî, zekât 8; Ahmed b. Hanbel
IV-341.
[67] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/163-164.
[68] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/164.
[69] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/164.
[70] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/164-165.
[71] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/165.
[72] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/165.
[73] Nesâî, zekât
12, Ahmed b. Hanbel, IV-315;
[74] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/166-167.
[75] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/167-169.
[76] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/169.
[77] İbn Mâce, zekât 11, Dârimî zekât 8.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/170.
[78] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/170.
[79] Nesâî, zekât
15.
[80] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/170-172.
[81] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/172-173.
[82] Kütüb-i sİtte müelliflerinden sadece Ebû Dâvûd rivayet
etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/173-174.
[83] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/174-175.
[84] Ahmed b. Hanbel,-V-142.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/175-177.
[85] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/177.
[86] Buhârî, zekât I; Müslim, iman 29; Tirmizî, zekât 6;
Nesaî, zekât 1, 46; İb"n Mâce, zekât I; Ahmet b. Hanbel 1-233; Dârimî,
zekât 1.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/178.
[87] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/178-182.
[88] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/182-183.
[89] Tirmizî, zekât 19; Ibn Mâce, zekât 14.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/183.
[90] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/183-184.
[91] Kütüb-i sitte içinde sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/184-185.
[92] Hakkında bilgi için bk. İbnu'1-Esir, Üsdu'1-gâbe, I,
229-230; Ibn Hacer, el-lsâbe, I, 149.
[93] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/185.
[94] Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
[95] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/186.
[96] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/186.
[97] Beyhaki, es-Sünnenu'l-kübrâ, IV, 114
[98] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/186-187.
[99] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/187-188.
[100] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/188.
[101] Cerir b. Abdillah e)-Becelî. Ashabın ileri
gelenlerindendir. Yüz ve huy güzelliğiyle meşhurdur. Hatta "bu ümmetin
Yusuf'u" diye tanımlanmıştır. Herkesle sulh üzere olmaya Hz.Peygamber'e
söz vermiştir. Belki de bu sebeple Hz.Ali ve Muavi'ye arasındaki olaylarda hiç
bir tarafı iltizam etmemiştir. Yuz kadar hadis rivayet etmiştir. Bunlardan
sekizi Buhari ve Müslim tarafından müştereken rivayet edilmiştir. Ayrıca Buhari
ile Muslım,de altı hadisini tahric etmiştir. H.51'de vefat etmiştir. (Bilgi
için bk. İbn Sa'd, Tabakât, VI, 22; Buhârî, et-Târîhu'1-kebir, Iİ, 211; tbn Ebî
Hatim, el-Cerh ve't-ta'dil, II, 502; îbnu'J-Esir, Üsdü'l-ğâbe I, 333; Zehebi,
Siyeru a'lamı'n-nubelâ, II, 530-537; îbn Hacer, el-İsâbe, I, 232;
Tehzibu't-Tehzib, II, 73-75; İbnu'1-İmâd, ŞezerâtıTz-zeheb, I, 57, 58.)
[102] Müslim, zekât 29; Nesâî, zekât 14.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/188-189.
[103] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/189.
[104] Buhârî, zekât 64; Müslim, zekât 176; Nesaî, zekât 13;
tbn Mâce, zekât 8; Ahmed b. Hanbel, IV-353-355, 381, 383.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/189-190.
[105] et-Tevbe (9), 103.
[106] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/190-192.
[107] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/192-194.
[108] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/194-196.
[109] Ebû Dâvûd, cihâd 63; Tirmizî, nikâh 30; Nesaî, nikâh
60; Ahmed b. Hanbel, 11-180, 215, 216; III-162,
197; IV-429, 439, 443.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/196-197.
[110] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/197.
[111] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/197-198.
[112] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/198.
[113] Buhârî, zekât 59,cihâdl37; Müslim, hibe I, 3; Nesâî,
zekât 100; ibn Mâce, sadakat 2; Muvatta', zekât 50; Ahmed b. Hanbel, 1-40,
11-55, 103.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,
Şamil Yayınları: 6/198-199.
[114] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/199-200.
[115] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/200.
[116] Müslim, zekât 10; Dârekutnî Sünen, II, 107, 127;
Beyhakî, es-Sünnenii'1-kübrâ, IV, 117.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 6/200-201.
[117] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/201.
[118] Buhârî, zekât 45, 46; Müslim, zekât 8, 9; Tirmizî,
zekât 8; Nesaî, zekât, 16, 17; Ibn Mâce, zekât 15; Dârimî, zekât 10; Muvatta'
Zekât, 37; Ahmed b. Hanbel, 11-242, 249, 254, 279, 410, 420, 432, 454, 469,
477.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/202.
[119] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/202.
[120] Buhârî, zekât 55; Tirmizî, zekât 14, Nesâî, zekât 25;
tbn Mâce, zekât 17; Ahmed b. Hanbel, 1-145; III-341, 353; V-233.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/202-203.
[121] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/203.
[122] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/204-205.
[123] Müslim, zekât 7; Nesaî zekât 25 , Ahmed b. Hanbel,
III-341, Dârekutnî, es-Sünen II, 130.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/205.
[124] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/205.
[125] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/205-206.
[126] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/206.
[127] lbn Mâce, zekât 16; Hâkim, el-Müstedrek, I, 388;
Dârekutnî, es-Sünen, II, 100.
[128] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/206-207.
[129] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/207.
[130] Nesaî, zekât 29; Dârekutnî, es-Sünen, IV, 238.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/208.
[131] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/208-210.
[132] Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/210.
[133] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/210-211.
[134] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/211.
[135] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/211.
[136] Attâb b. Esîd b. Ebî'1-Leys b. Ümeyye b. Abdi Şems,
Ebu Abdurrahman el-Emevî el Mekkî, sahâbîdir. Resûlullah (s.a.)'den hadis
rivayet etmiştir. Kendisinden de Atâ b. Ebi Rebâh, Said b. Ebî Akreb ve
el-Müseyyeb b. Said rivayette bulunmuştur. Peygamber (s.a.) Mekke'nin
fethedildiği sene Huneyn savaşma çıkarken onu Mekke'ye vali tayin etmiş ve o
günden Hz.Ebû Bekir (r.a.)'m vefatına kadar bu görevde kalmıştır. Hz. Ebu
Bekir (r.a.) vefat ettiği gün o da vefat etmiştir. Ebû Dâvûd, Tirmizî, Nesâî ve
İbn Mâce onun hadislerini rivayet etmişlerdir. (Bilgi için bk. İbn Sa'd,
Taba-kât, V, 446; Ibnu'1-Esir, Üsdü'1-ğâbe, III, 556; ibn Hacer, el-İsâbe, II,
451)
[137] Tirmizî, zekât 17; Nesaî, zekât 100; İbn Mâce, zekât,
18, Darekutnî, es-Sünen, II, 132.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/211-212.
[138] bk.1596 no'lu hadisin açıklaması.
[139] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/212-214.
[140] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/214.
[141] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/214.
[142] Tirmizî, zekât 17, Nesaî, zekât 26; Ahmed b. Hanbel,
III, 448; IV, 2,3.
[143] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/214-215.
[144] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/215-216.
[145] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/216.
[146] Abdullah b. Revâha b. Sa'lebe b. İmfii'1-Kays b. Amr
el-Ensârî el-Mahzûmî, ilk mus-lumanlardandır. Akabe bey'atında bulunmuş, Bedir
ve diğer savaşlara katılmış, değerli şâir ve komutan bir zattır. H. VIII.
yılda Mute savaşında şehit olmuştur. Bilgi için bk. İbn Sa'd Tabakât, III, 525;
612; Ebû Nuaym, Hilyetu'1-evl iyâ 1, 118-121; lbnu'l-Esîr, Üsdü'1-ğabe, III,
234; Zehebi, Siyeru a'lami'n-nubelâ I, 230-242; Ibn Hacer, el-Ishâbe, II, 306; Te'zîbu't-Tenzib,
V, 212.
[147] Ahmed b. Hanbel, VI- 163.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/216.
[148] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/216-217.
[149] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/217.
[150] Darekutnî, es-Sunen, II, 130;
Hakim, el-Mustedrek, II, 284.
[151] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/217-218.
[152] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/218.
[153] Nesaî, zekât 27; İbn Mâce, zekât 19.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/218-219.
[154] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/219.
[155] Ibn Mâce, zekât 21; Hâkim, el-Mustedrek, I, 409.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/219-220.
[156] Nesaî, zekât 35; İbn Mâce, zekât 21.
[157] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/220-222.
[158] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/222.
[159] Buharı, zekât 70; Müslim, zekât 22; Tirmizî, zekât 36;
Nesâî, zekât 45.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/222-223.
[160] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/223-224.
[161] Buhârî, zekât 71; Müslim, zekât 12, 13; Tirmizî, zekât
35; Nesaî, zekât 33; Ibn Mace, zekât 21; Ahmed b. Hanbel, II, 102, 137; Darimî, zekât 27.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/224.
[162] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/224-226.
[163] Buharı, zekât 70; Müslim, zekât 12, 13, 22, 23; Nesaî, zekât 33.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/226.
[164] Buhârî, zekât 78; Müslim, zekât 14.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/227.
[165] Nasâî, zekât 41.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/227-228.
[166] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/228.
[167] Buharî, zekât 77;
Mushm, zekât 14, 15; Tirmizî, zekât 35; Nesaî, zekât 31.
[168] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/228.
[169] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/228.
[170] Buhârî, zekât 73, 75; Müslim, zekât 18; Tirmİzî, zekât
35; Nesaî, zekât 38; îbn Mace, zekât 21; Ahmed b. Hanbel, 111-23.
[171] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/228-230.
[172] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/230-231.
[173] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/231.
[174] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/231-232.
[175] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/232.
[176] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/232-234.
[177] Ahmed b. Hanbel, V, 432, Darekutnî, es-Sünen, II, 148, 150.
[178] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/234.
[179] Havâic-i asliyye: Ev, ev eşyası, hizmetçi, binit,
kışlık ve yazlık elbiseleri gibi zaruri olan hayatî ihtiyaçlarla, kitap, silâh
ve san'at âletleri gibi meslekî ihtiyaçlardır.
[180] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/235-236.
[181] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/236.
[182] Dârekutnî, es-Sünen, II, 148;
Hâkim, el-Müstedrek, III, 279.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/236-237.
[183] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/237.
[184] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/237-238.
[185] Nesâî, zekât 36.
[186] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/238-239.
[187] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/239.
[188] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/239.
[189] Buhârî, zekât 49; Müslim, zekât 11; Nesâî, zekât 15;
Ahmed b. Hanbel, II, 322, Dare-kutnî, es-Sünen, II, 123.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/239-240.
[190] et-Tevbe (9), 74.
[191] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/240-242.
[192] el-Menhel IX, 244.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/242.
[193] Tirmizî, zekât 37; İbn Mâce, zekât 7; Ahmed b. Hanbel,
I- 104; Dârimî, zekât 12; Dârekutnî, es-Sünen, II, 123; Hâkim, el-Mustedrek,
III, 332; Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, IV, 111.
[194] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/242-243.
[195] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/243-244.
[196] İbn Mâce, zekât 14.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/244.
[197] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/244-246.
[198] Tirmizî, zekât 22; Nesaî, zekât 87; İbn Mâce, zekât
26; Ahmed, b. Hanbel, ı, 388, 441; IV-181.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/246-247.
[199] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/247-248.
[200] Nesâî, zekât 90.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/248-249.
[201] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/249.
[202] Nesâî, zekât 89; Ahmed b. Hanbel III, 7, 9; IV, 36;
V, 430.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/250.
[203] Ahmed b. Hanbel, IV, 181.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/250-252.
[204] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/252.
[205] bk. Ahmed b. Hanbel, IV, 169.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/253.
[206] et-Tevbe (9), 60.
[207] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/253.
[208] Buharı, zekât 53; Müslim, zekât 101; Nesaî, zekât 76;
Ahmed b. Hanbel, I, 384, 446; II, 260, 316, 445, 506.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/253-254.
[209] el-Bakara (2), 271.
[210] el-Hac. (22), 79.
[211] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/254-257.
[212] Nesaî, zekât 76.
[213] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/257-258.
[214] ez-Zâriyat (51),
19.
[215] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/258.
[216] Nesâî, zekât 91; Ahmed b. Hanbel, IV, 224; V, 290,
362.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/259.
[217] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/259.
[218] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/259-260.
[219] Tirmizî, zekât 23; Nesâî, zekât 90; İbn Mâce, zekât
26; Ahmed b. Hanbel, II, 164, 192, 377; V, 375; Dârimî, zekât 15; Darekutnî,
es-Simen, II, 118; Hâkim, el-Müstedrek, I, 407.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/260-261.
[220] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/261-262.
[221] Muvatta, zekât 29.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/262.
[222] et-Tevbe (9), 60.
[223] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/263-264.
[224] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/265.
[225] Yani Atâ b. Yesâr.
[226] İbn Mace, zekât 27; Ahmed b. Hanbel, III, 56.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/265.
[227] Ahmed b. Hanbel, III, 97.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/266.
[228] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/266.
[229] Buhârî, diyât 22, ahkâm 38, kasâme 2-6; Müslim, kasâme
1-6; Ebû Dâvûd, dİyâ 4521; Tirmizî, diyât 22; Nesâî, kasâme 3-5; Ibn Mâce,
diyât 28; Ahmed b. Hanbel IV, 32, 142.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/267.
[230] Müslim, kasâme 6.
[231] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/267-269.
[232] Concordance'da bu baba numara verilmemiştir.
[233] Tirmizî, zekâi 38; Nesâî, zekât 93.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/269.
[234] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/270.
[235] Müslim, zekât 109; Nesaî, zekât 80, Darimî, zekât 36;
Ibn Hıbbân, Sahih, V, 168.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/270-271.
[236] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/271.
[237] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/271.
[238] Tirmizî, büyü 10; Nesâî, büyü' 22; İbn Mâce, ticarât
25; Ahmed b. Hanbel, III, 114.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/272-273.
[239] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/273-274.
[240] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/274.
[241] Müslim, zekât 108; Nesaî, salât
5: Ibn Mâce, cihâd 41.
[242] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/274-275.
[243] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/275.
[244] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/276.
[245] Nesaî, Zekât 86.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/276.
[246] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/276.
[247] Buharî, zekât 18, 50; Müslim, zekât 124; Tirmizî, birr
77; Nesaî, zekât 85; Ahmed b. Hanbel, III,
12, 44, 93, 403.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/276-277.
[248] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/277.
[249] Tirmizî, zühd 18; Ahmed b. Hanbel, I, 407, 442.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/277-278.
[250] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/278.
[251] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/278.
[252] Nesaî, zekât 84.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,
Şamil Yayınları: 6/278.
[253] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/279.
[254] Buhârî, ahkâm 17; Müslim, zekât 112; Nesaî, zekât 94;
Ahmed b. Hanbel, I, 52.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/279.
[255] bk. 1655 no'lu hadis.
[256] el-Mâide (5), 42.
[257] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/279-281.
[258] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/281.
[259] Buhârî, zekât 18; vesâyâ 9: Rikâk II; Müslim, zekât 94;
Nesaî, zekât 52; Ahmet b. Hanbel, II, 4, 98, 319; III, 330.
[260] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/281-282.
[261] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/282.
[262] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/282.
[263] Ahmed b. Hanbel, I, 446; IV, 137.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/282.
[264] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/282-283.
[265] Tirmİzî, zekât 25, Nesaî, zekât 97; Ahmed b. Hanbel,
VI, 10.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/283-284.
[266] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/284.
[267] Müslim, zekât 168.
[268] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/284-285.
[269] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/285.
[270] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/285.
[271] Buharı, buyu, 4, lukata 6; Müslim, zekât 164; Ahmed b.
Hanbel II, 317; III, 132, 193, 292.
[272] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/285-286.
[273] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/286.
[274] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/286.
[275] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/286.
[276] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/286-287.
[277] Buharı, zekât 61, 62. hibe 7; Müslim, zekât 170;
Nesaî, zekât 99; Ahmed b. Hanbel, III,
117, 180, VI 115, 191.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/287.
[278] Velâ: Köle azadından dolayı doğan bir miras hakkıdır.
[279] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/287.
[280] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/288.
[281] Müslim, sıyâm 157; Tirmizî, zekât 31; Ahmed b. Hanbel
V, 349, 351, 361.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/288.
[282] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/288.
[283] Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/289.
[284] el-Mâûn (107), 7.
[285] el-Keşşâf. IV, 806.
[286] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/289.
[287] Müslim, zekât 26.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/289-291.
[288] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/291.
[289] Müslim, zekât 24.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/291.
[290] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/291-292.
[291] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/292.
[292] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/292.
[293] Müslim, zekât 27.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 6/292-293.
[294] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/293.
[295] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/293.
[296] Müslim, lukata 18.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/293-294.
[297] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/294.
[298] et-Tevbe (9), 33.
[299] Hâkim, el-Müstedrek, I, 409.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/294-295.
[300] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/295-296.
[301] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/296.
[302] Hz. Hüseyin, H.61 yılında Kerbelâ'da Yezîd'in emriyle
kendisini ve beraberindekileri muhasara eden askerler eliyle şehıd edildi.
(Bilgi için bk. Buhârî, et-Tarihu'l-kebir, II, 381; Hatib, Tarihu Bağdad, I,
141; Îbnu'1-Esir, Üsdülğâbe II, 18; Zehebi, Siyeru a'lfimı'n-nubelfi, III,
280-321; İbn Hacer, el-lsâbe, I, 332; Tehzibu't-Tehzîb, II, 345; Ibnu'1-lmad,
ŞecerâtıTz-zeheb, I, 66.
[303] Ahmed b. Hanbel, I, 201.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/296.
[304] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/296-297.
[305] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/297.
[306] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/297.
[307] Ümmü Büceyd (r.anhâ)'m adı, Havva bint Yezİd b.
es-Seken el Ensâriyye'dir. Ondan Abdurrahman b. Büceyd rivayette bulunmuştur.
Peygamber (s.a.)'e bey'at eden kadınlardandı. Ebû Dâvûd, Tirmizî ve Nesâî
hadislerini tahric etmişlerdir- (Bilgi için bk. İbnu'1-Esîr, Üsdü'I-ğâbe, VIII, 305; İbn Hacer, el-İsâbe,)V,
277).
[308] Tırmizî, zekât 29; Nesâî, zekât 70; Ahmed b. Hanbel,
VI, 383.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/297-298.
[309] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/298.
[310] Buharî, edeb 7-8; Müslim, zekât 49.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/298-299.
[311] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/299.
[312] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/299.
[313] Ahmed b. Hanbel, III, 480-481.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/299-300.
[314] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/300-301.
[315] Abdurrahman b. Ebî Bekr, Hz. Âişe (r.anha)'nın öz
kardeşidir. Mekke fethinden Önce müslümân olmuştur. Câhüiyye devrinde adı
Abduluzza idî. Hz. Peygamber (s.a.), ona Abdurrahman adını vermiştir. Hz.
Peygamber (s.a.) ile babası Hz. Ebû Bekir (r.a.)'den hadis rivayetinde
bulunmuştur. Hicretin 54. yılında vefat etmiştir. (Bilgi için bk. İbnu'1-Esir,
Üsdül-ğâbe, III, 466; Zehebi, Siyeru alamı1’n-nubelâ, II, 471-473; İbn Hacer,
el-İsâbe, II, 407)
[316] Müslim, fedâilu's-sahâbe 12; zekât 87.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/301-302.
[317] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/302.
[318] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/302.
[319] Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/303.
[320] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/303.
[321] Nesâî, zekât 72; Ahmed b. Hanbel, I, 250; II, 68, 99, 127.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/303-304.
[322] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/304.
[323] Hâkim, el-Müstedrek, I, 413.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/305-306.
[324] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/306.
[325] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/306.
[326] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/306.
[327] Nesâî, zekât 55.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/306-307.
[328] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/307.
[329] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/307.
[330] Buhârî, zekât 18, nafakât 2; Müslim, zekât 95; Nesâî,
zekât 53, 60; Dârimî, zekât 21, 22.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/308.
[331] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/308.
[332] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/308.
[333] Nesâî, zekât 49; Darimî, salât 135; Ahmed b. Hanbel,
II, 357; III, 412; V, 178, 179, 265.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/309.
[334] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/309.
[335] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/310.
[336] Tirmizî, menâkıb, 16.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/310-311.
[337] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/311.
[338] Nesâî, vesâyâ 1; Ibn Mâce, edeb 8.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 6/311-312.
[339] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/312.
[340] Nesâî, vesâyâ 1.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/312.
[341] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/312.
[342] Nesâî, vesâya 9; İbn Mâce, edeb 8; Ahmed b. Hanbel, V,
285; VI, 7.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/312-313.
[343] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/313.
[344] Tirmizî, kıyâme 18; Ahmed b. Hanel, III, 14.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/313.
[345] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/313-314.
[346] Buhârî, hibe 35; Ahmea b. Hanbel, II, 160.
[347] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/314.
[348] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/315.
[349] Buhârî, icâre I, vekâlet 16; Müslim, zekât 79; Nesâî,
zekât, 57, 67; Ahmed b. Han-bel, IV, 394.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/315-316.
[350] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/316.
[351] Buharî, zekât 17, büyü 12; Müslim,'-?ekât 80; Tirmizî,
zekât 34; İbn Mâce, ticâret 65; Ahmed b- Hanbel, VI, 44.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 6/317.
[352] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/317-318.
[353] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/318.
[354] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/318-319.
[355] Buhârî, nafakat 5.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/319.
[356] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/319-320.
[357] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/320.
[358] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/320.
[359] Âl-i îmran (3), 92.
[360] Buhârî, vesâyâ 10; Müslim, zekât 43; Tirmizî, Tefsirü
Sûre İ|5; Nesâî, ihbâs 2; Ahmed b'. Hanbel, III, 184, 262,
285.
[361] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/320-322.
[362] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/322-323.
[363] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/323.
[364] Buhârî, hibe 15; Müslim, zekât 44.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/323-324.
[365] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/324.
[366] Nesâî, zekât 54; Dârimî, rikâk 53; Ahmed b. Hanbel,
III, 251, 471.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 6/324-325.
[367] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/325.
[368] Ahmed b. Hanbel, II, 160, 193, 195.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/325.
[369] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/325-326.
[370] Buhârî, büyü'
12-13; Müslim, birr 20-21.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/326.
[371] el-A'râf (7), 34.
[372] er-Ra'd (13), 39.
[373] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/326-328.
[374] Tirmizî, birr 9; Ahmed b. Hanbel, I, 191, 194; II, 498.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/328-329.
[375] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/329.
[376] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/329.
[377] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/329.
[378] Buhârî, edeb 11; Müslim, birr 18; Tirmizî, birr 10; Ahmed
b. Hanbel, III, 14; IV, 80, 83, 84, 399.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/330.
[379] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/330.
[380] Buhârî, edeb 15; Tirmizî, birr 10.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/330.
[381] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/330-331.
[382] Hakim, el-Mustedrek, I, 415.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 6/331-332.
[383] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/332.
[384] Buharı, zekât 21; Tirmizî, birr 40; Nesâî, zekât 62;
Ahmed b. Hanbel VI, 344, 354.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/332.
[385] Bkz. 1685-1688 no'lu hadisler.
[386] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/333.
[387] Buhârî, zekât 21; Hibe 15; Müslim, zekât 88-89; Nesâî,
zekât 62; Ahmed b. Hanbel, VI, 71, 108, 345, 346, 352, 354.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/333.
[388] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/333.