1. İnsanın Tedavi Olması Caizdir
4. Kan Aldırma Yeri (Neresidir)?
5. Kan Aldırmanın Müstehap Olan Vakti Ne Zamandır?
6. (Tedavi İçin) Damar Kesme Ve Kan Alınacak Yer
7. Dağlamakla Tedavi Etmenin Hükmü. 6
11. Kullanılması Hoş Olmayan Kötü İlaçları Kullanmak
12. İyi Cins Hurma (İle Tedavi Olmak)
13. Ağıza Parmağı Sokup Boğazdaki Bademciği Sıkarak
Patlatmak Suretiyle Tedavi Etme
15. Göz Değmesi Hakkında Gelen Hadisler
16. Emzikli Kadınla Cima Etmenin Hükmü
19. Okuma İle Tedavi Nasıl Olur?
20. Şişmanlama Yollarına Başvurmak. 23
21. Gaipten Haber Verdiğini İddia Eden (Kâhin) Hakkında
22. Yıldızlar(dan Hüküm Çıkarma) Hakkında
3855...
Üsâme b. Şerik'ten rivayet olmuştur; dedi ki:
Peygamber (s.a)'in yanına
varmıştım. Sahâbîleri (onun yanında) sanki başlarının üzerinde bir kuş varmış
gibi (sessiz ve hareketsiz durmakta) idiler. Selâm verip (yanlarına) oturdum.
Şuradan buradan (bir takım) bedeviler gelip;
Ey Allah'ın Rasûlü,
tedavi olabilir miyiz? diye sormaya başladılar. (Hz. Peygamber de);
"Tedavi olunuz.
Çünkü aziz ve celü olan Allah, şifasını yaratmadığı bir hastalık
yaratmamıştır. Ancak bir hastalık müstesna o da ihtiyarlıktır" buyurdu.[1]
Tıb: İnbsan vücudunun
sıhhat ve hastalığı kendisiyle bilinen bir ilimdir.
Bir de insan kalbine
arız olan küfür, şüphe, vesvese gibi manevi hastalıkları ve bu hastalıkların
tedavisini araştiran tıb ilmi vardır.Ancak burada kastedilen birinci manadaki
tıb ilmidir.
a) Sıhhati
korumak.
b) Vücudu rahatsız
eden şeylerden sakınmak,
c) Vücuttaki
zararlı maddeleri dışarı atmak.
Bunlardan birincisi,
“Kim hastaolur yahut seferde bulunursa
tutamadığı günler sayısınca başka günlerde oruç tutsun”[2]
ayet-i kerimesinden alınmıştır.Bu ayet-i kerimede sıhhati kormak gayesiyle
Ramazan’da yolculuk yapan bir kimsenin oruç tutmasına izin
verilmiştir.İkinscisi, “nefislerinizi öldürmeyiniz.”[3]
Ayet-i kerimesinde alınmıştır.Üçüncüsü ise, “...Ya da başından bir rahatsızlığı
bulunan kimse oruçtan, sadakadan veya kurbandan(biriyle) fidye verir.”[4]
Ayet-i kerimesinde alınmıştır.Bu ayette, hacda ihramlı olan bir kimsenin
başında kendisini rahatsız edecek haşerelerin üremesi halinde, onlardan
kurtulmak için başının tıraş edip karşılığında fidye edilmesiene müsaade
edilmektedir.
Mevzumuzu teşkil eden
hadis-i şerifteki “tedavi olunuz” emrinin zahiri ibahe ifade eder.Hafız İbn
Hacer ile Hanefi ulemasından Ayni bu görüştedirler.Fetava-yı Hindiyye’nin
zahirinden anlaşılan da budur.İmam Gazali de el-Erbain isimli eserde bu görüşü
savunmuştur.
Ancak Mecmau’l-Bihar
yazarının açıklamasına göre; cumhur ulemaya göre bu emrin zahiri müsteheblık
ifade eder.İbn Kayyim el-Cevziyye ile Aliyyü’l-kari de bu görüştedir.
Ayrıca bu hadis-i
şerifte, ihityarlıktan başka her hastalığın bir ilacı olduğu bildirilmekte,
ilacı bilinmeyen hastalığın ilacını bulmak için araştırmalar yapılması teşvik edilmektedir.
Bazı kimselein,
“Allah’ın imtihan için verdiği hastalığa razı olmadıkça velayet mertebesi tamam
olmaz.Bu bakımdan veli için tedavi caiz değilidr.” Şeklindeki sözleri Hz.
Peygamber’in mübah kıldığı tedavi hükümne aykırıdır.Eğer tedavi olunan
hastalıklar iyileşmiyorsa bunun sebebi ya hastalığın hakiki tedavisi
bilinememesinden ve yahutta teşhis olunamamasındandır.[5]
Tedavilerin tümünü
tevekküle aykırı saymak doğru değildir.Çünkü İslam alimlerinin açıklamasına
göre vücudun zararlarını giderecek sebepler üçtür:
1- Zararı
gidermesi kesin olan sebepler, susuzluk zararının gideren su, açlık zararının
gideren ekmek gibi.Bu gibi sebepleri tevekkül maksadıyla terk etmek haramdır.
2- Zararı
gidermesi kesin olmayan fakat gidermesi ihtimal dahilinde olan sebepler.Kan
aldırmak, üşümeyi giderebilen sıcaklık verici ilaçlar kullanmak gibi.bu gibi
ilaçlara başvurmak da tevekküle mani değildir.
3-
Kendilerinden şifa beklemek tamamen bir vehimden ibaret olan sebepler.Efsun
yaptırmak gibi.Müslümana yakışan, bu kısma giren sebeplerden uzak durup Allah’a
tevekkül etmektir.
İbn Mes’ud’dan rivayet
olunduğuna göre Hz.Peygamber, bu kısma giren sebeplerden kaçıp Allah’a tevekkül
edenler hesapsız olarak cennete gireceklerdir, buyurmuşladır.[6]
Binaenaleyh hastalığın
gelip gitmesi Allah’ın emriyledir.Allah hastalığın iyileşmesine sebep olacak
devalar yaratmıştır.Bu sebeplere sarılmak tevekküle mani değildir.[7]
Hadis-i şerifte
ihtiyarlığın hastalıktan sayılması, kendisini ölümün takib etmesi sebebiyle
hastalığa benzemiş olmasındandır.[8]
3856... Ümmü
Münzir binti Kays el-Ensâriyye'den rivayet olunmuştur; dedi ki:
Rasûlullah (s.a) (bir
gün) yanıma geldi. Henüz hastalıktan yeni kurtulmak üzere olan Ali (a.s)
beraberindeydi. (O sırada) bizim asılı (hurma) salkımlarımız vardı. Rasûlullah
(s.a) kalkıp onlardan yemeye başladı. Ali (a.s) de (onlardan) yemek için ayağa
kalktı. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a) Ali'ye:
"Sakın ha, sen hastalıktan
yeni kurtuluyorsun" buyurdu. Ali (a.s) de (onlardan yemekten) vazgeçti.
Ben (onlara) arpa ve şalgam (yemeği) yapıp getirdim. Bunun üzerine Rasûlullah
(s.a) (benim hazırladığım bu yemeği göstererek):
"Ey AH, (işte)
bundan ye, bu senin için daha faydalıdır" buyurdu.
Ebû Dâvud dedi ki; (Bu
hadisi rivayet eden) Harun, (hadisi kendisine rivayet eden Ebû Davud'un, Ebû
Davûd et-Tayâlisî olmayıp) Ebû Dâvûd el-Adeviyye (olduğunu) söyledi.[9]
Perhiz, insanın bedene
zarar mideye ağırlık veren yemeklerden sakınması demektir.
Hadis-i şerifte insan
vücuduna zararlı ve faydalı olan şeyleri bilmenin, bir başka ifadeyle tıp
ilminin faziletine delâlet ve bu ilmi öğrenmeye teşvik vardır.
Görüldüğü gibi Hz.
Peygamber, daha hastalıktan yeni kurtulmaya başlamış olan Hz. Ali'ye bazı
yiyecekleri yemeyi yasaklamıştır.
Bugün modern tıpta
böbrek hastalığı, damar sertliği, romatizma, mide çıbanları ve çocuk ishalleri
gibi hastalıkların tedavileri hemen hemen perhizle yapılmaktadır.
Nitekim, "Mide
hastalık evidir. Perhiz ise her devanın başıdır." buyurulmuştur.[10]
3857... Ebû
Hureyre'den rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s.a):
“Sizin tedavi
olduğunuz şeylerde hayırlı olan biri varsa o da kan aldırmadır"
buyurmuştur.[11]
3858...
(Ubeydullah b. Ali b. Ebû Râfi'in) ninesi ve Rasûlullah (s.a)'ın hizmetçisi
Selmâ'dan rivayet olunmuştur; dedi ki:
Rasûlullah (s.a),
başındaki ağrıdan şikâyet eden bir kişi yoktur ki ona "Kan aldır"
dememiş olsun. Ayaklarındaki ağrıdan sızlanan bir kişi de yoktur ki ona,
"Onlara kına yak" dememiş olsun.[12]
Bu hadis-i şerifler
kan aldırmanın müstehap olduğuna delâlet etmektedir.
Diğer bir hadis-i
şerifte kan aldırmanın önemi ifade edilirken, “Eğer sizin ilaçlarınızdan bir
şey de hayır varsa bu ya neşter vurmakta, yabal şerbetinde yahutta ateşle
dağlamaktadır.” buyurulmaktadır.[13]
Kan aldırnmaını
önemini bildiren hadislerden bazılarının mealleri şöyledir:
“Kan alan köle ne
iyidir.Kan almak sülbün yükünü hafifletiyor ve gözleri kuvvetlenidiryor.”[14]
“Hz. Peygamber (s.a.),
mirac gecesi meleklerden hangi topluluğa uğradıysa; ümmetine kan aldırmarı
emretmesini söylediler.”[15]
Bugünün tıbbıda
genellikle 50 yaşın üzerindeki kişilerde görülen sebebi bilinmeyen, organizmada
alyuvar kitlesinin devamlı be mutlak suretle artmasıyla meydana gelen
Polsitemia Vera isminde bir hastalık tesbit edilmiştir ki ,hasta da baş ağrısı,
baş dönmesi halsizlik, fenalık hissi, geçici körlük, görme keskinliğinde azalma
g,b, şikayetleri vardır.
Bu hastalık kan alma
suretiyle tedavi edllir. Böylece kısa zamanda alyuvar kitlesini azaltarak
hastalığın vücut için kötü olan etkileri önlenmiş olur.
Her defasında 300 ml.
Kan alınır ve bu haftada 1-2 kere uygulanır. Bu işleme alyuvarlar sayısı normal
seviyeye gelinceye kadar devam edilir.Bazı vakalarda sadece kan almayla
hastalık kontrol altında tutulkabilir.
“Ani sol kalp
yetmezliği ve buna bağlı akciğer bozukluklarında da kan alma suretyle tedavi yapılır.Ani sol
kalp yetmezliğinde toplardamar yoluyla süratle ve fazla miktarda (500 ml) bir
kan alımı kalbe kan dökümünü azaltarak sağ kalp atım hacmini azaltmak suretiyle
sol kalp yükünü hafifleteceğinden ani sol kalp yetmezliği ve buna bağlı akciğer
bozukluklarına ait krizlerde hastayı kısa zamanda rahatlatabilir.”[16]
3859... Ebu
Keşbe el-Emmari, İbn sevban’a şöyle demiştir:
Peygamber (s.a.)
başından ve iki omuzu arasından kan aldırır ve (alınan kana işaret ederek):
“Kim (kendisinden) şu kanları
(dışarı) akıtırsa, artık başka bir hastalık için bir başka yolla tedavi
olmaması ona zarar vermez.” buyururdu.[17]
3860... Enes
(r.a.)’den rivayet olunduğuna göre;
Peygamber (s.a.),
(boynun iki tarafında bulunan) ahdan (isimli iki damarın bulunduğu yer)den ve
iki omuz arasından üç defa kan aldırmıştır.
Ma’mer dedi ki: “(Bir
gün) kan aldırmıştım.Aklım (başımdan)
gitti. Öyle ki namazımda Fatiha’yı bile ezbere
okuyamıyordum.” Ma’mer başından kan aldırmıştı.[18]
Bu hadis-i şeiflerde
kan aldırmanın çok tesirli bir tedavi şekil olduğu, usullerine riayet edildiği
takdirde önemli faydaları olabileceği ifade edilmektedir.
Kan aldırırken göz
önünde bulundurulması gereken hususlardan biri, hastalığın cinsini, vücudun kan
alınacak yerini iyi tesbit etmektir.
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerifler kanın iki omuz arasından, boyunun sağ ve solunda bulunan
el-ahdeân denilen iki damardan ve baştan alınabileceği ifade edilmektedir. 3863
numaralı hadis-i şerifte ise kanın kalçadan da alınabileceği belirtilmektedir.
Hadis sarihlerinden
AIiyyü'l-Kârî'nin açıklamasına göre; Ma'mer, kan aldırırken Hz. Peygamber'in
riayet ettiği hususlara dikkat etmediği için bu duruma düşmüştür.[19]
Kan aldırmayı
gerektiren sebeplerin bilinmesi kadar vücuttan kan alınabilecek noktaların
bilinmesi de önemlidir.
İbnü'l-Kayyım
el-Cevziyye'nin Zâdü'1-Meâd isimli eserinde açıkladığı gibi; başta bulunan
ağrı, kulak ve diş ağrısı gibi ağrılar, vücutta bulunan kanın çoğalmasından ve
bozulmasından doğmuş olabilir. Bu gibi ağrılar için boynun iki tarafında
bulunan damarlardan kan almak gerekir.
Sıcak ülkelerde
bulunan kimselerin kanlan sıcaklığın cazibesi sebebiyle kılcal damarlara hücum
ettiği için, derilerinde bulunan solunum delikleri geniş olduğundan bu
kimselerden kan almak tehlikeli olabilir. Bu bakımdan kan aldırmanın zaman ve
zeminini iyi tesbit etmek gerekir.[20]
3861... Ebû
Hureyre'den rivayet edildiğine göre; Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur:
"Kim (kamerî
ayların) onyedi, ondokuz ve yirmi bir (inci günlerinden bir)inde kan aldırırsa
(bu, kanın çoğalmasından ve bozulmasından doğan) her hastalığa şifa
olur."[21]
3862...
Keyyise binti Ebû Bekre'nin haber verdiğine göre; babası, aile halkını salı
günü kan aldırmaktan nehyeder ve Rasûlullah (s.a)'ın:
"Salı günü
kan(ların artma) günüdür. Salı gününde bir saat vardır ki (o saatte akıtılan
kan bir daha) dinmez” dediğini söylermiş.[22]
3863...
Câbir (r.a)'den rivayet olunduğuna göre;
Rasûlullah (s.a) kendisinde
bulunan bir ağrıdan dolayı kalçasından kan aldırmıştır.[23]
Bu babdaki hadis-i
şeriflerde kan aldırmak için kamerî ayların onyedi, ondokuz ve yirmibirinci günlerinden birinin
seçilmesi ve salı günü kan aldırmaktan kaçınılması tavsiye edilmekte ve Hz.
Peygamber'in vücudunda bulunan bir ağrıdan dolayı kalçasından kan aldırdığı
bildirilmektedir.
Neylü'l-Evtâr sahibi
Şevkânî'nin de açıkladığı gibi; doktorlar, kan aldırmak için ayın üçüncü
haftasındaki günlerin en uygun olduğunda ittifak etmişlerdir. İstikbalde
anlaşılabilecek bir gerçeği yüzyıllarca önce bildirmesi yönünden 3861 numaralı
hadis bir mucize niteliği taşımaktadır.
Herhalde ayın üçüncü
haftasının kan aldırmak için ayın birinci, ikinci ve dördüncü haftalarından
daha uygun olması, ayın dünyaya etkisinden kaynaklanmaktadır.
Çünkü Erzurumlu
İbrahim Hakkı'nın da ifade ettiği gibi, "ayın ilk yarısında sıcaklıkla
nemliliğin fazlalığından damarlarda kan çoğalır."[24]
Kanın çoğaldığı bir sırada damardan kan alınması halinde kanın dindirilmesi zorlaşacağından
tehlikeli olacağı gibi, ayın son haftalarında da kan iyice azalacağından o
haftada da kan aldırmak tehlikeli olabilir.
Hadis sarihlerinin
açıklamasına göre; salı günü kan aldırmanın tehlikesi de o günde kanın
fazlalaşması sebebiyle dindirilmesinin zorlaşması ve ölüme sebep
olabileceğinden doğmaktadır. Ancak, sah günü kan aldırmanın yasak-landığını
bildiren bu 3862 numaralı hadis, senet yönünden tenkid edilmiştir. Hatta İbn
Cevzî bu hadisin mevzu olduğunu söylemiştir. Ayrıca bu hadisi, "Salı günü
Hz. Adem'in oğlu Habil'in kardeşi Kabil'i öldürdüğü kan günüdür" şeklinde
tefsir edenler de olmuştur.
Hz. Peygamber'in
kalçasından kan aldırdığını ifade eden 3863 numaralı hadiste de çözülmesi
müşkil görünen kapalı bir husus vardır. Çünkü Ahmed b. Hanbel'in rivayetindeki
Hz. Peygamber'in vücudundaki ağrıyla ilgili ifadede kesinlik yoktur. Bu
ağrının sırtında mı yoksa kalçasında mı olduğunda tereddüt edilmektedir.
Ayrıca aslında bu
ağrının Hz. Peygamber'in attan düşmesinden[25] dolayı
meydana geHen ağrı olabileceği kabul edilirse, o zaman kal aldırma hâdisesinin
Medine'de ve ayaktan olması gerekirdi. Oysa bu kan aldırma hâdisesinin
Mekke'de ve ihramlı iken olduğuna delâlet eden rivayetler de vardır.[26]
Netice olarak burada
kan aldırma hadisesinin kalçasından mı yoksa sırtından mı olduğu araştırılmaya
muhtaçtır.
Esasen 3863 numaralı
hadisin mevzumuzu teşkil eden bab başlığı ile pek ilgisi görülmüyor. Bu
bakımdan bu hadisin yeri bir sonraki bab yahutta bir önceki bab olmalıydı.
Nitekim elimizde bulunan Avnü'l-Ma'bûd nüshasında bu hadis bir sonraki bab
başlığı altında zikredilmiştir.[27]
3864...
Câbir (r.a)'den rivayet olunmuştur; dedi ki: Peygamber (s.a) Übeyy'e bir doktor
gönderdi. (Doktor tedavi maksadıyla) onun bir damarını kesti.[28]
Bu hadis-i şerif Hz.
Peyamber'in damar kesmeninde tedavi için bir yol olduğunu tasvib ettiğine
delâlet etmektedir. Müslim'in rivayetinden anlaşılacağı üzere, Hz. Peygamber'in
Übeyy'e gönderdiği doktor, Übeyy'in damarım kestikten sonra kanı dindirmek
için kestiği yeri dağîamıştır.
Bu da gösteriyor ki,
doktor tedavi için hastanın durumuna en uygun yol hangisi ise o yolu tercih
eder ve hastasını o yolla tedavi etmeye çalışır. Hadis-i şerifin delâlet ettiği
mana budur.
Nitekim bugünkü
doktorlar da hastayı en hafif yoldan tedavi etmenin yolu ne ise tedavi için o
yolu seçmek gerektiğinde ittifak etmişler. Hastayı daha hafif bir yolla tedavi
etme imkânı varken daha ağır bir yola gitmenin doğru olmayacağını; fakat daha
hafif yollarla tedavi imkânı kalmadığı zaman en ağır tedavi yollarına dahi
başvurulabileceğini söylemişlerdir.[29]
3865...
İmrân b. Husayn'dan rivayet olunmuştur: Peygamber (s.a) (bize) dağla(mak
suretiyle tedavi yap)mayı yasakladı. (Biz ise tedavi için) dağlama yoluna
başvurduk. (Fakat bu rahasızlıklarımız) ne iyileşti, ne de şifa buldu.
Ebû Dâvûd dedi ki:
(îmrân b. Husayn, Hz. Peygamber'in yasakladığı bu dağlama ile tedavi etme
yoluna başvurmadan) önce meleklerin selâmım işitirdi. Dağlandıktan sonra bu
halden mahrum oldu. Dağlanmayı bırakınca eski hali tekrar kendisine döndü.[30]
3866...
Câbir (r.a)'den rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s.a), ok yarasından dolayı
Sa'd b. Muaz'ı dağla-mtştır.[31]
Bir önceki hadis-i
şerifte de açıkladığımız gibi, bir hastalığı daha hafif ve daha kolay yoldan
tedavi imkânı varken dağlama ile tedavi etmek yasaklanmıştır. Ancak dağlamadan
başka tedavi imkânı kalmadığı zaman tedavi için dağlama yoluna başvurmakta
şer'î bir sakınca yoktur.
Nitekim had cezasıyla
eli ve ayağı kesilen kimselerin kanlarını dindirmek için başvurulan yol
dağlama yoludur.
Fahr-i Kâinat
Efendimiz, Sa'd b. Muaz'ın yarasını dağlamak suretiyle bize bu gerçekleri
öğretmiştir. Rasûluüah Efendimizin İmrân b. Husayn'ı dağlanmaktan nehyedişinin
sebebini de bu şekilde açıklamak icab eder.
Siyer kitaplarında
açıklandığına göre Hz. İmrân'ın tedavi olmak için dağlanmasını istediği yarası
basur yarası idi. Burası çok nazik ve tehlikeli bir yer olduğu için Hz.
Peygamber buna izin vermedi.
Hattâbî, Hz.
Peygamber'in dağlamayı yasaklamasına sebep olarak iki ayrı önemli sebep daha
gösterir:
1) Hz.
Peygamber'in dağlama yoluyla tedaviyi yasaklamasının bir sebebi de cahiliye
araplannın, "Nerede olsanız, sağlam kaleler içinde bulunsanız yine ölüm
sizi bulur”[32] kaziyye-i ilâhiyesine
aykırı olarak, ölüm ve kalımı Allah'ın irade ve kazasına değiî de tamamen
maddî sebeplere bağlamaları ve dağlamanın ölüme karşı kesin bir çare
olabileceğine dair inançları idi.
Oysa bütün tedavi
yöntemleri kesin sonuç almak için yeterli ve mutlak sebep değil, ancak şifa
için Allah'ın izni ve iradesi dahilinde birer vasıtadan ibaretti.
Hz. Peygamber işte bu
sözü geçen yanlış inançla kendisine başvurulan dağlama ile tedavi yolunu
yasaklamıştı.
2) Hz.
Peygamber'in bu tedavi yolunu yasaklamasının diğer bir sebebi de onların daha
hastalık gelmeden önce hastalıktan korunmak maksadıyla kendilerini dağlamayı
bir adet haline getirmiş olmalarıydı. Oysa zaruret olmadan vücudu dağlattırmak
mekruhtur.
Bir ihtimal uğruna
böylesine tehlikeli bir tedavi yolunu göze almanın yanlışlığını açıklamak icap
ediyordu. İşte Hz. Peygamber'in dağlama ile ilgili olarak getirdiği yasağın
bir sebebi de bu idi.
Bu mevzuda İbn Kuteybe
şöyie diyor:
"Bazı hadisler
arasında çelişki bulunduğunu iddia eden sapık mezhep sahipleri bu iddialarını
ispat için şöyle diyorlar:
Siz Rasûlullah'ın,
"Hastalığını iyileştirmesi için vücudunu dağlattıran veya (kendisine)
okutup üflettiren Allah'a tevekkül etmemiştir"[33]
buyurduğunu rivayet ettiniz, sonra da Rasûlullah'ın Es'ad b. Zürâre'yi
dağladığını ve; "Sizin tedavi olduğunuz şeylerde bir hayır varsa şüpesiz
hacamatçının kan akıtmak için neşterle vücudu yarmasında veya ateşle
dağlamasmdadır."[34]
buyurduğunu rivayet ettiniz. Bu ise birinci hadisin hilâfınadır.
Cevap: Biz deriz ki,
burada herhangi bir uyuşmazlık yoktur. Her bir hadisin yeri vardır. Oraya
konulduğu zaman uyuşmazlık ortadan kalkar. Dağlamak iki çeşittir:
Birisi, Acemlerin pek
çoğunun yaptığı gibi hastalığa yakalanmamak, hasta olmamak için sağlam
birisini dağlamaktır. Onlar çocuklarını ve gençlerini kendilerinde hastalık
olmadığı halde dağlarlar. Bu dağlamanın onların (çocukların) sıhhatini
koruyacağını ve hastalıkları onlardan uzaklaştıracağını zannederler.
İşte Rasûlullah'ın
(s.a) iptal ettiği ve hakkında, "Dağlanan tevekkül etmemiştir" dediği
husus da budur. Çünkü o sıhhatli olduğu halde dağlanmak ve tabiatını ateşle
korkutmakla kendisinden Allah'ın kaderini uzaklaş-tırabileceğini
zannetmektedir. Eğer Allah'a tevekkül etmiş olsaydı, O'nun (c.c) kazasından
insanı kurtaracak hiçbir şey olmadığını bilirdi ve sıhhatli olduğu halde tedavi
olmaz ve hastalıktan kurtulmak için hastalık olmayan yeri dağîamazdı.
Diğer dağlamaya
gelince; yara iltihaplandığı ve kan akıp kesilmediği zaman yarayı dağlama,
karında ve bedende su toplandığı zaman damarların dağlanması da böyledir.
İşte Rasûlullah'ın,
"Muhakkak onda şifa vardır" dediği dağlama budur. (Resulullah) Es'ad
b.Zürâre'yi, boynunda hissettiği bir hastalıktan dolayı dağlamıştır. Bu ise
birici gibi değildir. Çünkü hastalığa yakalanınca tedavi olan bir kimseye
"tevekkül etmemiştir" denilemez.
Halbuki Rasûlullah
(s.a) tedavi olunmasını emretmiş ve, "Her hastalığın ilacı vardır"[35]
buyurmuştur. İlaç mutlaka şifa vereceğinden değil, sadece bu ilaç ile Allah'ın
kendisine afiyet vermesi umularak içilir. Çünkü Alla-hu Teâlâ herşey için bir
sebep kılmıştır."[36]
Bu konuda âlimlerce
verilen izahlardan şu netice alınır:
Dağlamanın yasak
olduğu durumlar:
1-
Dağlamaktan başka tedavi mümkün iken,
2- Dağlamak
tehlikeli iken,
3- Şifayı
Allah'dan değil de dağlamaktan beklerken,
4- Sağlıklı
olduğu halde hastalanmamak için ve bir tedbir mahiyetinde olmak üzere dağlamak.
Yukarıdaki maddelerde
yazılı durumlarda dağlamak da dağlanmak da yani kişinin kendi nefsini dağlaması
veya başkasını dağlaması yasaktır, yani mekruhtur.
Hastalıktan
kurtulmanın başka çaresi görülmüyorsa zaruret halinde ve son çare olarak
dağlama yoluna gidebilir.[37]
3867... İbn
Abbas'dan rivayet olunduğuna göre;
Rasûlullah (s.a),
buruna ilaç damlatırmış.[38]
Seut: Hastayı
omuzlarının altına yastık gibi bir şey koyarak sırtüstü yatırmak demektir.
Hasta bu şekilde yatırıhnca burnuna damlatılan ilaç dimağına daha çabuk
erişerek orayı tahriş edip hastayı aksırtır. Bu aksırık vasıtasıyla dimağında
bulunan rahatsızlığı dışarı atmış olur. Bu hadis-i şerif tababetin müsbet ve
güvenilir bir ilim olduğuna, burna ilaç damlatmakla tedavi olmanın
müstehabhğına delâlet etmekte ve tedavi için bu yola bizzat Fahr-i Kâinat Efendimiz'in
de başvurduğunu ifade etmektedir.[39]
3868... Câbir
b. Abdullah'dan rivayet olunduğuna göre; Rasûlullah (s.a)'a nuşre (denilen
tedavi usulü) sorulmuş da:
"O şeytan
işidir" cevabını vermiş.[40]
Avnü'l-Ma'bûd
yazarının açıklamasına göre nuşre, kendisini cinlerin çarptığı zannedilen bir
kimseyi tedavi için kullanılan bir nevî okuyup üflemekle yapılan tedavi
usulüdür.
Bu tedavi usulünün
uygulanması neticesinde hastayı rahatsız eden sebeplerin içinden çıkarak önüne
dökülüp neşr olunacağı umulduğu için bu tedavi usulüne "nuşre" ismi
verilmiştir.
Fethu'l-Vedûd yazarı
bu mevzuda şöyle diyor: "Öyle zannederim ki bu tedavi usulü içerisinde
şeytanların isimleri, ya da anlaşılmaz ibareler bulunan bir takım metinleri
hastaya okumaktan ibarettir. Bu bakımdan bu tedavi şeklinin bir nevi sihir
olduğu kabul edilmiş, yapanlar hastanın içinde bulunan hastalığın bu yolla
dökülüp saçılacağına inandıkları için de ona nuşre ismi verilmiştir."
Mevzumuzu teşkil eden
hadis-i şerifte "şeytan işi" olduğu haber verilerek yasaklanan bu
asılsız tedavi yolu İslâmiyyetten önce araplar tarafından kesin sonuç
alınacağına inanılarak uygulanan yaygın bir tedavi yolu idi. İslâmiyet gelince
bunu yasakladı ve yerine Allah'ın izni ve iradesi ile şifalı olabilen bazı
âyetleri ve Peygamberin öğrettiği duaları okuyarak tedavi etme yolu getirildi
ki bunu inşallah bu bölümün 18. ve 19. bablarında ayrıntılı olarak anlatacağız.[41]
3869...
Abdullah b. Amr, Rasûlullah (s.a)'i şöyle derken işittiğini söylemiştir:
"Eğer ben
panzehir içersem veya muska takınırsam ya da kendi kafamdan şiir söylersem
(artık islâmî ölçülerin dışına çıkmış olacağımdan bir daha) yaptıklarımın
islâmî ölçülere uyup uymadığın)a aldırış etmem."
Ebû Dâvûd dedi ki: Bu
yasak sadece Peygamber (s. a) 'e aittir. (İslâm â/imlerinden) bir topluluk
buna, yani panzehir kullanmaya cevaz vermiştir.[42]
Bu hadis-i şerifle
Rasûl-i Zîşan Efendimiz ümmetini; panzehir içmek, muska takmak ve hikmetle
ilgisi olmayan şiirle meşgul olmaktan nehyetmek istemektedir.
Ancak bunu ümmetinden
hiç bahsetmeden, sözü kendi üzerinden açarak yapmaktadır.
Bilindiği gibi insanın
muhatabı ile ilgili bir meseleyi bu şekilde anlatmasına "üslubu
hakimane" denir.
Hadis-i şerifte üslubu
hakîmane'nin en güzel örneklerinden birini görmekteyiz. Bu sanatı merhum
Tâhîru'l-Mevîevî şöyle tarif ediyor: "Üslubu hakimane tariz
nevilerindendîr. Birini takdir makamında; niçin böyle yapıyorsun? diyecek
yerde; niçin böyle yapıyoruz, yapmasak daha iyi olmaz mı? tarzında nefsini
teşrik ederek söylemektir."[43]
Tiryak: Zehirlenmeye
karşı kullanılan zehirli ilaçtır.
İbnü'l-Esîr'in
en-Nihâye isimli eserindeki açıklamasına göre, hadis-i şerifte kastedilen ve
yasaklanan zehirli ilaçtan maksat yılan etinden ve şaraptan yapılan bir
ilaçtır. İçinde böyle pis ve haram karışımlar olduğu için haram kılınmıştır.
Fakat içerisinde pis ve haram bileşimler bulunmayan zehirli ilaçların
kullanılmasında sakınca yoktur.
Bezlü'l-Mechûd
yazarının açıklamasına göre, cumhur ulema zehirli ilaç kullanmanın caiz
olmadığını söylemişlerdir. Mâlikîlere göre bunda bir sakınca yoktur. Musannif
Ebû Davud'un metnin sonuna ilâve ettiği, "bir topluluk buna cevaz
vermiştir" sözü ile herhalde Mâlikîleri kasdetmiştir. Çünkü onlar yılan
etinin helâl olduğu görüşündedirler.
İbn Reslân'a göre,
kafadan şiir söyleme ve muska takma yasağı sadece Hz. Peygamber'e aittir.
Ümmetine helâl kılınmıştır. Zehirli ilaç kullanmak ise içinde haram bileşikler
bulunmadığı takdirde yine ümmetine helâl kılınmıştır.
Aslında söz konusu üç
fiilin haram olanı da vardır, helâl olanı da. Meselâ zehirli ilaç haram
maddelerden yapılmış ise kullanılması haramdır. Helâl maddelerden yapılmışsa
kullanılması helâldir. İçerisinde söylenmesi haram sözler bulunan şiir yazmak
ve okumak haram oldğu gibi, içerisinde söylenmesi haram sözler bulunmayan
şiirleri yazmak ve okumak helâldir.
Muska takmak da
böyledir, İçerisinde söylenmesi küfrü gerektiren sözler bulunan bir muskayı
yazmak veya takmak haram olduğu gibi, tesirini Allah'dan değil de bizzat
muskadan bekleyerek bunu takmak da haramdır. Fakat içerisinde böylesi sözler
bulunmayan bir muskayı tesirini sadece Allah'dan bekleyerek takmakta hiçbir
sakınca yoktur. Bezi yazarının tercih ettiği görüş de budur.
Abdullah b. Amr'm
rivayetine göre, Hz. Peygamber uykuda korkanlar için şu duayı okumalarım
tavsiye buyurmuşlardır:
Ravi Abdullah b. Amr
bu duayı aklı eren çocuklarına öğretir, aklı ermeyenler için de yazıp
boyunlarına asardı.
Din bilginlerinden bir
kısmı bu meyanda Hz. Âişe, Mâlik, Ahmed b. Hanbel ve Şâfiîlerin bir çoğu
yukardaki rivayeti göz önüne alarak bunun caiz olduğunu söylemişlerdir. İbn
Abbas, İbn Mes'ud, Hanefîler ve Şâfiîler de nazarlık vb.'nin taşınmaması
hakkındaki rivayetlere bakarak âyet ve duaların da yazılıp taşınmasının caiz
olmadığı görüşünü benimsemişlerdir.
Muskacılığın bir
meslek haline gelmemesi, dinin ve din? duyguların hasis menfaatlere âlet
edilmemesi bakımından ikinci görüş dikkat çekicidir. Çocuklara ve okuma
bilmeyenlere bilenler bir menfaat beklemeden okumalıdırlar. Okuyacak bulunmazsa
yazma yoluna başvurulur.[44]
3870... Ebû
Hureyre (r.a)'den rivayet olunduğuna göre; Rasûkıllah (s.a) kötü ilaç (kullanmayı)
yasaklamıştır.[45]
3871...
Abdurrahman b. Osman (r.a)'dan rivayet olunduğuna göre;
Bir doktor ilaca
kurbağa (eti) koymanın hükmünü sordu. Peygamber (s.a) kurbağayı öldürmekten
nehyetti.[46]
3872... Ebû
Hureyre'den rivayet olunduğuna göre; Rasûlullah (s.a):
"Zehir yut (up da
canına kıy) an cehennem ateşi içinde ebedi kalarak o zehiri yutmaya çalışmakla
meşgul olacaktır" buyurmuştur.[47]
3873...
Simâk'dan rivayet olunduğuna göre;
Târik b. Süveyd,
Peygamber (s.a)'e, (tedavi için) şarap (kullanmayı) sormuş, (Hz. Peygamber)
onu (bundan) nehyetmiş. Sonra o (bunu) Hz. Peygamber'e (tekrar) sormuş. (Hz.
Peygamber) onu (yine) nehyetmiş. Sonra o, Hz. Peygamber'e:
Ey Allah'ın
Peygamberi, şarap gerçekten şifadır, demiş. Peygamber (s.a) de:
"Hayır, (o şifa
değildir) fakat hastalıktır" buyurmuş.[48]
3874...
Ebu'd-Derdâ'dan rivayet olunduğuna göre, Rasûlullah (s.a):
"Kuşkusuz Allah
hastalığı da şifayı da yarattı ve her dert için bir derman yarattı. Binaenaleyh
(Allah'ın yarattığı bu şifalı ilaçlarla) tedavi olmaya çalışınız, (fakat)
haramla tedavi olmaya kalkışmayınız" buyurmuştur.[49]
Bu bab tedavi olmak
için yenilip içilmesi İslama göre kötü sayılan maddelerden yapılmış ilaçlan
kullanmanın caiz olmadığını belirten hadisleri ihtiva etmektedir.
Hattâbî'nin dediği
gibi yenilip içilmeleri dinen kötü sayılan şeyler iki kısımdır:
1) Pis olan
şeylerdir. Bilindiği gibi pis olan şeyler tümüyle kötüdür. İçilmesi haram
kılınan şarap gibi maddeler bunların en açık örneğini teşkil ederler.
2) Tadları
insan tabiatına uygun düşmeyen ve yenilip içilmeleri çok zor olan maddeler.
İnsan tabiatı bunlardan hoşlanmadığı için kötü sayılmış ve yenilip içilmeleri
yasaklanmıştır.
Binaenaleyh bu babda
yer alan hadis-i şerifler, yiyilip içilmeleri dinimizce kötü sayılan
maddelerden yapılan ilaçlarla tedavi olmanın caiz olmadığını ifade etmektedir.
Çünkü dinen kötü kabul edilen şeyler haram kılınmıştır.[50]
Nitekim İmam Ahmed bu
gibi hadis-i şeriflere dayanarak haramla veya içinde haram bulunan bir ilaçla
tedavi olmanın haram olduğunu söylemiştir.
Zahirîlere göre, haram
kılınmış şeylerle tedavi caizdir. Bu mevzuda İbn Hazm şöyle der:
"Şarap darda
kalan ve zaruret haline düşen için mubahtır. Susuzluğu gidermek tedavi olmak
veya boğulmayı önlemek için şarap içen kimseye ceza düşmez."
Delili: Tedavi zaruret
hallerinden birisidir. Zaruretler ise haram olan şeyleri mubah kılar. Yine İbn
Hazm bu hususu şöyle ifade eder: "Tedavi zaruret derecesindedir. Allah
Teâlâ: 'Darda kalmanız müstesna olmak üzere size haram kıldıklarını size bir
bir açıkladı' buyurmuştur. Şu halde kişinin zaruret duyduğu yiyecek ve
içecekler haram değildir." İbn Hazm mezhebini takviye için şu delili de
ileri sürmüştür: "Sidiği içmek haramdır; ancak tedavi ve benzeri zaruret
hallerinde haram değildir. Nitekim Rasûlullah (s.a), Urey-nelilere
hastalıklarının tedavisi için deve sidiğini mubah kılmıştır." İbn Hazm,
caiz değildir diyenlerin dayandığı hadisleri teker teker ele almış, bir
kısmı-minin zayıf olduğunu ileri sürmüş bir kısmını da şöyle te'vil etmiştir: "Zaruret
halinde tedavi maksadıyla haram kılınmış şeyleri içmek mubahtır. Bunlar mubah
olunca, tedavide kullanılması yasaklanmış "pis ilaçlar" içinde
mü-taala edilemezler, bunlara pis denemez."
Hanefîlere göre; şifa vereceği
kesin olarak biliniyorsa haram ile tedavi caizdir, bilinmiyorsa mubah değildir.
İmam Kâsânî, el-Bedâyi' isimli eserinde şöyle diyor:
"Açlık halinde
murdar hayvan yemek, susuzluk halinde şarap içmek ve boğazda kalan lokmayı
indirmek, boğulmayı önlemek için şarap içmek nasıl caiz ise, şifa vereceği
kesin olarak bilindiği takdirde, haram yiyecek ve içeceklerle tedavi de öylece
caizdir. Ancak onlarla şifanın hasıl olacağı bilinmiyorsa tedavi caiz olmaz.
Şu da var ki İmam Ebû Yusuf, aslında haram olduğu halde deve sidiğinin tedavi
maksadıyla içilmesini -bu mevzuda gelmiş olan bir hadisten[51]
dolayı mubah kılınmıştır, demiştir. Ebû Hanîfe'ye göre ise bu caiz değildir.
Çünkü şifa olacağı kesin olarak bilinmeyen haram ile tedavi caiz değildir. Ona
göre Ureyneliler hadisini şöyle anlamak gerekir: Rasûlullah (s.a) o sidiğin
yalnız onların hastalığına şifa vereceğini bilmiştir.
Şâfiîler, şarap ile
diğer haram nesneleri birbirinden ayırıyorlar. Onlara göre; pis ve haram olan
şeylerle tedavi caizdir, ancak şarapla tedavi caiz değildir. Mezhebin en
kuvvetli ve çoğunlukla benimsenmiş görüşü budur. Delilleri, yukarda geçen ve
Enes'den rivayet edilen hadistir. Ureynelilerden bir gurup Rasûlulîah'a gelerek
İslâm'ı kabul ve biat ettiler. Medine'nin havası kendilerine ağır geldiği için
bir müddet sonra hastalandılar ve durumlarını Rasûlulîah'a arzedince şöyle
buyurdu: "Deve çobanımızla beraber Medine dışına çıkıp develerin süt ve
sidiğinden faydalansanız." Kabul edip çıktılar, süt ve sidiğinden içtiler
ve şifa buldular. Bu isbatlamadan anlaşılıyor ki Şâfiîler, diğer pis ve haram
şeyleri pis olan deve sidiğine kıyas ediyor ve onlarla da tedavinin caiz
olduğu neticesine varıyor, ancak şarabı bundan istisna ediyorlar. Bu kıyasın
gereği, zaruret halinde şarapla da tedavinin mubah olması iken Şâfiîlerin
ekseriyeti bunu kabul etmemişlerdir. Bunun sebebine gelince; Şâfiîler de
boğazda kalan lokmayı indirmek için, başka helâl bir sıvı bulunmadığı takdirde
şarabın içilebileceğİni kabul ederek şöyle diyorlar:
Boğazına lokma dursa
ve indirecek başka bir şey de bulamasa, şarapla indirmesinin caiz olduğunda
ittifak vardır. Şafiî bunu açıkça söylemiş, bu görüş üzerinde fıkıhçılar da
ittifak etmiş, hatta şöyle demişlerdir: "Bu durumda şarabı içerek
kurtulması farzdır. Çünkü burada şarabı içince kurtulacağı katidir. Halbuki
susuzluk ve hastalık için içilmesi böyle değildir." Şarapla ve diğer
sarhoşluk veren şeyler ile tedavi mevzuuna gelince; ihtilâf etmişlerdir.
Ekseriyete göre caiz değildir. Bu hüküm, mezhebin de sahih görüşü haline
gelmiştir.[52]
Şâfiîlerin bu
mevzudaki delilleri ise mevzumuzu teşkil eden babda yer alan hadis-i
şeriflerdir.
Bu mevzuda üstad
Abdülkerim Zeydan şöyle diyor:
"İşte bunlardan
dolayı biz tedavi için haram şeylerin ilaç olarak alınabileceği görüşünü tercih
ediyoruz. Ancak bunun şartları vardır:
a) Hastalık
tehlikeli olacak,
b) Haram
kılınmış ilacın yerini tutacak mubah bir ilaç bulunmayacak,
c) Doktorlar
o ilacın hastalığı iyi edeceğini kuvvetii zanla dayanarak açıklamış olacak,
d) Tedavi
müddeti uzasa bile ilaçtan alınan miktar hastalık zaruretini giderecek kadar
olacak.
Burada şunu da
hatırlatmakta fayda vardır. Birçok doktora, "şaraptan başka ilacı olmayan
bir hastalık var mıdır?" diye sordum. "Bugüne kadar böyle bir
hastalığın mevcut olduğunu bilmiyoruz" cevabını verdiler."[53]
1. Haramla
tedavi olmak caiz değildir.
2. intihar
eden ebedi cehennemliktir. Ancak Ayninin açıklamasına göre buradaki intihardan
maksat intiharın helâl olduğuna inanılarak işlenen intihar suçudur.
3. Kurbağa
öldürmek haramdır.[54]
3875... Sa'd
(b. Ebî Vakkâs)'dan rivayet olunmuştur; dedi ki: Bir gün iyice hastalanmıştım.
Rasûlullah (s.a) ziyaretime geldi ve elini göğsümün üzerine koyup;
"Sen kalp hastası
bir adamsın. Sakîf'in kardeşi Haris b. Kele-de'nin yanına git. Çünkü o
hastalıklara ilaç yapmakla uğraşan bir kimsedir. (Ona şöyle) Medine'nin Acve
(denilen bir hurma) sından yedi tane alsın, çekirdekleriyle (birlikte) dövsün,
sonra onları suya koyup sana içirsin" buyurdu.[55]
3876... Sa'd
b. Ebî Vakkâs'dan rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
"Kim her sabah
(aç karnına Medine'nin en iyi hurması olan) Acve'den yedi tane yerse ona o gün
zehir de zarar vermez, sihir de."[56]
3875 numaralı hadis-i şerifte
Rasûl-i Zîşan Efendimiz'in Sa'd b. Ebî Vakkâs'ın hastalığının kalp hastalığı
olduğunu.teşhis ettiğini ve bu hastalığa Acve denilen iyi cins Medine
hurmasının şifa olacağını ve bu ilacın kullanılış şeklini tarif ettiğini,
ayrıca hastayı tıptan anlayan bir kimsenin tedavi etmesi gerektiğine dikkat
çektiğini görüyoruz.
Aynı zamanda Hz.
Peygamber'in doktora Acve hurmasının şifa vermesi için nasıl kullanacağını
açıklamış olması, ilacın kullanış tarzını doktordan daha iyi bildiğini
göstermektedir.[57]
Hattâbî de 3876
numaralı hadisi şöyle açıklıyor:
"Acve denilen
hurmanın zehire ve sihire karşı koruyucu olması, Hz. Peygamber'in Medine
hurması için yaptığı duanın bereketinden dolayıdır. Yoksa hurmanın özelliği
sebebiyle değildir."
Nevevî ise şöyle
diyor: "Medine hurmasının tahsis edilmesi ve hurmanın yedi tane almasının
hikmetini Allah ve Rasûlü bilir, biz bilemeyiz. Ancak namazın rekâtlarının
sayıları ve zekâtın miktarında olduğu gibi bir hikmeti bulunduğuna inanmanız
gerekir."[58]
Acve denilen bu hurma
ile tedavi olmak isteyen bir kimsenin bundan yedi tane almasını, bu tedavi ile
ilgili bir sırra bağlamak mümkün olduğu gibi, "Allah tekdir, teki
sever"[59] hadis-i şerifinde
açıklandığı üzere tek sa-yılardaki sırra bağlamak da mümkündür.[60]
3877... Ümmü
Kays binti'l-Mıhsân'dan rivayet olunmuştur; dedi ki:
Üzre (denilen boğaz
hastalığı) sebebiyle parmağını boğazına sokarak bademciğini çekip almış
olduğum oğlumla birlikte Rasûlullah (s.a)'ın yanına girmiştim.
"Niçin
çocuklarınızın ağzına parmak sokarak bademciklerini çekip alıyorsunuz?
Çocuklarınızın bu hastalığını tedavi etmek için size gereken şu ûd-i hindî
(denilen bitki) dir. Onda yedi (çeşit şifa vardır), bu şifalardan biri de
zâtülcenb hastalığının şifasıdır. (Bu bitki) üzre (hastalığını tedavi) için
buruna çekilir.” buyurdu.
Ebû Dâvûd dedi ki: Ûd
(-i hindî demlen bitkijden maksat, topalak (denilen ot)tur.[61]
Üzre, boğazda kan
toplanması ile bademciklerin iltihaplanmasından meydana gelen bir boğaz
hastalığıdır.
Hâk, üzerine parmakla
basmak suretiyle bu yarayı söküp almaktır.
Dağr, kelimesi de bu
manaya gelir.
îsât; buruna ilaç
çekmek; led ise ağıza ilaç damlatmak, demektir.
Musannif Ebû Dâvûd ûd-i
hindî kelimesini el-kust kelimesiyle açıklamıştır. el-Kust kelimesi hakkında
Ahterî'de şöyle deniyor: "el-Kust, topalak dedikleri bir ottur; iki çeşit
olur: Birincisi, Hindistan'da biter; siyah, hafif ve tatlı olur. İkincisi ise
Şam'da biter, Şemşad ağacı renginde ve hoş kokulu olur. Bunun bir de beyaz
renkli olanı vardır ki acı olur."
İbnü'l-Kayyım'in
açıklamasına göre; "Doktorlar zâtü'I-cenbi, hakiki ve hakiki olmayan diye
iki kısma ayırırlar:
1- Hakiki
zâtülcenb: Göğsü kaplayan ve akciğerleri kuşatan sulu zarda meydana gelen
iltihaptır. Bu hastalığın ateş, öksürük, kesik sancı ve nefes darlığı gibi
belirtileri vardır. Hadiste tavsiye edilen ilaç ise bu hastalığın ikinci kısmı
için faydalıdır.
2- Hakiki
olmayan zâtülcenb: Bir takım kaba ve zararlı yellerin bazı yerlerde tıkanıp
kalmasının meydana getirdiği ve hakikisine benzeyen bir sancıdan ibarettir.
Ancak hakiki zâtülcenbde sancı ke.sik kesik, hakiki olmayanda ise devamlıdır.
Ûd-i hindînin kokusu
nezleyi giderir, yağı sırt ağrısına fayda verir. İç uzuvları takviye eder,
vücuttaki gazı çıkarır, zâtülcenb hastalığına faydalıdır.
İbn Sina, ûd-i
hindî'nin bademciklerin tedavisinde ilaç olarak kullanıldığını
zikrediyor."
Bugünkü tıpta bademciklerin
çıkarılmış olmasına rağmen boğazdaki lenfa halkasının iltihaplanmaları, boğaz
ağrısına ve komplikasyonlara sebep olacağı belirtilmekte, tedavi için de
aspirin veya diğer ağn kesiciler kullanılmakta, hastanın allerjik olmadığı
biliniyorsa antibiyotik olarak penisilin tercih edilmektedir.[62]
3878... İbn
Abbas (r.a)'dan rivayet olunduğuna göre; Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur:
"Beyaz elbise
giyiniz. Çünkü beyaz elbise, elbiselerinizin en hayırlilanndandır. Ölülerinizi
de beyaz kumaşlarla kefenleyiniz. Sürmelerinizin en hayırlısı ismid (denilen
sürme taşı) dır. O gözün nurunu artırır, kirpikleri kuvvetlendirir."[63]
Bezlü'I-Mechûd
yazarının açıklamasına göre; bu hadis-i şerifteki beyaz elbise giymekle ilgili
emir mendupluk içindir.
Avnü'l-Ma'bûd yazarı,
ölülerin kefenini beyaz kumaşlardan yapmakla ilgili emrin hükmünün de müstehap
olduğunu söylüyor.
Gerçekten beyaz elbise
giymenin giyen kimse üzerinde birtakım ruhî tesirleri vardır. Beyaz elbise
gurur ve kibiri kırar, onun yerine tevazu duygusu getirir. Ayrıca beyaz elbise
kiri çabuk belli ettiği için sahibini hemen elbisesini yıkamaya zorlar. Renkli
elbiselerde ise kir pas belli olmadığından sahibi günlerce kirli paslı dolaşır
da ne kendisi ne de başkası bunun farkına varır.
Bu sebeple Fahr-i
Kâinat Efendimiz, ümmetine temizliğin ve alçak gönüllülüğün sembolü olan beyaz
elbiseler giymelerini ve ölülerine de beyaz kumaşlardan yapılmış kefenler
kullanmalarını tavsiye etmiştir.
Bundan başka Rasûl-i
Zîşan Efendimiz'in ümmetine ismid denilen sürme taşını gözlerine sürmelerini
tavsiye ettiğini görüyoruz ki, bugünkü tıpta da birçok hastalıkların
ilaçlarının bitkilerden ve tabii maddelerden yapıldığını ve bu yöntemin çok da
başarılı olduğunu biliyoruz.
Hadis-i şeriflerden
öğrendiğimize göre Hz. Peygamber geceleri yatmazdan önce gözlerini ismid
taşıyla sürmeler ve bunu tavsiye edermiş.[64]
3879... Ebû
Hureyre (r.a)'den rivayet olunduğuna göre; Rasûlullah (s.a):
"Göz (değmesi olayı)
doğrudur" buyurmuştur.[65]
3880... Âişe
(r.anha)'nın şöyle dediği rivayet olunmuştur: (Hz. Peygamber zamanında bir göz
değmesi hadisesi olduğunda) gözü değen kimseye (abdest alması) emredilirdi de o
abdest alırdı. Sonra (onun abdest suyu bir kapta toplanırdı). Göz değdirilen
kimse de (başı üzerine dökerek) bu suyla yıkanırdı.[66]
Hadis-i şerifte
açıklandığı üzere, göz değmesi hâdisesi bir gerçektir, tecrübe ve müşahade ile sabittir.
Onun varlığını saplantı içine düşmüş inatçı kimselerden başka kimse inkâr
edemez.
Bu mevzuda İmam
Kastalânî şöyle diyor:
"Bazı bid'at ehli
göz değmesini inkâr etmişlerdir. Ama abes söylemişlerdir. Zira bir şey ki,
nefsinde muhal değildir. Kalp hakikatini anlayamaz ve aksini icap edecek bir
delil bulunamaz. Akıl indinde de caiz olur, vukuunu şeriat sahibi haber
verdiği zamanda inkâra mecal kalmaz. Bunu inkâr etmekle diğer haber
verdiklerini inkâr etmek arasında fark olmaz.
Göz değmesi olayı eşyanın
hassaları kabilindendir. Bir eserdir, görünür. Fakat sırrının ve sebebinin ne
olduğu Hak Teâlâ hazretlerinden başkasına malum olmaz. Görmez misin ki mıknatıs
demiri kendisine çeker fakat sebebinin ne olduğunu kimse bilmez. Bir çanak
içinde süt olsa ve hayız gören bir kadın elini sütün içine soksa süt bozulur,
eğer temiz bir kadın elini soksa bir şey olmaz. Diğer hassalar da buna kıyas
olunsun.
Gözü değen kimselerin
kendilerinden nakledilmiştir ki: Ne zaman bir şey görsem ve beğensem hemen
gözlerimden bir hararet çıkar, diye hikâye etmişlerdir. Böyle bir kimsenin
gözünden hararet çıktığı gibi hararetten gözü
de çıkabilirdi.
Sözün kısası bu husus
vakidir. Hakkında hadis-i şerif gelmiştir. Bunun ilacı Fahr-i Âlem
hazretlerinden naklolunduğu üzere, Muavvizeteyn sûrelerini, ayrıca Fatiha
sûresi ve Âyetel-kürsî okumaktır."[67]
İmam Kurtubî'nin de
ifade ettiği gibi, "Ehli sünnet ulemasının tümü göz değme olayının bir
gerçek olduğunu kabul etmişlerdir. Ancak ehli bid'attan bazıları bunu inkâra
yeltenmişlerse de görünen olaylar onları yalanlamıştır. Nice insanlar ve nice
kıymetli develer göz değmesi yüzünden toprağa girmişlerdir."[68]
3880 numaralı hadis-i
şerifte kendisine göz değdirilen kimsenin, gözü değen kimsenin abdest aldığı
suyla yıkanmak suretiyle bu hastalıktan kurtulabileceği ifade edilmektedir.
Ulema, gözü değen kimsenin bu abdesti almaya zorlanıp zorlanamayacağı
konusunda ihtilâf etmişlerdir. İmam Mâzirî, "Sizden gusül istenirse
yıkanıverin"[69]
meâlindeki hadis-i şerife dayanarak zorlanabileceğini söylemiştir.
Ulemaya göre bu
abdestin sıfatı şöyledir: Bir kabın içine su doldurulur. Kap yere konmaz. Ondan
bir avuç alarak mazmaza yapar ve suyu yine kabın içine püskürür. Sonra aynı
sudan alarak yüzünü yıkar. Sonra sol eliyle su alarak sağ elini yıkar. Sonra
sağ eliyle su alarak sol dirseğini yıkar, dirseklerle topuklarının arasını
yıkamaz. Sonra yine bu şekilde sağ ayağını sonra sol ayağını yıkar. Bunlar hep
kabın İçerisinde yıkanır. Sonra gömleğinin iç tarafını sağ böğrüne doğru
yıkar. Böylece abdesti bitirir ve suyu arkasından başına döker.[70]
Ancak anlattığımız bu işlemin hikmet ve sebeplerinin tahlilini yapmak bizim
için mümkün değildir. Fakat bizim bu hikmetleri kavramaya güç yetiremeyişimiz,
inkâr etmemizi gerektirmez. Nitekim İmam Ahmed b. Hanbel'in rivayet ettiği bir
hadis-i şerifte, Âmir b. Rabîa'nın, bir yolculuk esnasında yol arkadaşlarından
beyaz tenli ve güzel vücutlu birini yıkanırken görüp ona nazar değdiği ve Hz.
Peygamber'in ona bu şekilde abdest aldırarak abdest suyu ile hastaya gusl
ettirdiği ve hastanın derhal iyileşip halkın arasına katıldığı ifade
edilmektedir.[71] İnşallah 3888 numaralı hadisin
şerhinde bu mevzuya tekrar döneceğiz.
Kâdî, gözü değen bir
kimseden sakınmak gerektiğini söylüyor. İmam Kastalânî'nin açıklamasına göre,
"Böyle bir kimseden sakınmak; onun gözünden iyilikleri, güzellikleri ve
zinetleri gizlemekle olur. Yani kişinin kendini veya evladını süsleyip ellere
göstermesi uygun değildir. İmam Bağavî Şerhu's-Sünne'de zikretmiştir ki, Hz.
Osman b. Affân güzel bir çocuk görmüş de velilerine; "Göz değmemesi için
yanağının çukuruna kara sürünüz" demiştir."[72]
Bezlü'l Mechûd yazarı
da bu konuda şöyle diyor: "Devlet başkanının gözü değdiği bilinen
kimselerin sokağa çıkıp halkın arasına karışmalarını yasaklaması ve evinde
oturmaya mecbur etmesi icab eder. Eğer o kimse fakir ise devlet başkanı ona
yetecek kadar maaş bağlayarak evinden dışarı çıkarmaz. Çünkü bu gibi
kimselerin insanlara verdiği zarar, soğan, sarımsak yiyerek dışarı çıkan
kimselerin insanlara verdiği zarardan daha fazladır." Bir kimse kendi
gözünün başkalarına zarar vermesinden korkarsa nazar ettiği zaman,
"Allahümme bârik aleyhi = Allah'ım, onun hakkında mübarek olsun"
demelidir. Yahutta, "Maşallah, Iâkuvvete illa billâh = Allah ne güzel
yaratmış, Allah'tan başka kuvvet sahibi yoktur" demelidir.[73]
3881... Esma
binti Yezid b. Seken'den rivayet olunmuştur; dedi ki: Ben Rasûlullah (s.a)'ı
şöyle derken işittim:
"(Emzikli
kadınlarınızla cima etmek suretiyle) çocuklarınızı gizlice Öldürmeyiniz. Çünkü
emzikli kadınla cinsel temasta bulunma (nın tesiri öylesine büyük ki) atlıya
(arkasından) yetişir ve onu atından (yere) düşürür."[74]
3882...
Cüdâme el-Esediyye (r.anha)'den rivayet olunduğuna göre; kendisi Rasûlullah
(s,a)'i şöyle derken işitmiş:
"Vallahi, ben
erkeğin emzikli kadınla cinsi münasebette bulunmasını yasaklamayı (epeyce)
düşündüm. Nihayet Rumlarla İranlıların bunu yaptıklarını ve çocuklarına (hiç)
zarar vermediğini hatırla (yıp bundan vazgeç) tim."
(İmam) Mâlik;
"gfle" kelimesinin emzikli kadınla cinsi temasta bulunmak anlamına
geldiğini söylemiştir.[75]
Gayl: Emzikli kadınla
cinsi münasebette bulunmak demektir. Fahr-i Kâinat Efendimiz, zamanındaki
doktorların kanaatine dayanarak emzikli kadınla cinsi temasta bulunmanın onun
sütünü bozup çocuğun beslenmesini olumsuz yönde etkileyerek zihinsel sağlığının
bozulmasına sebep olacağından bu fiili yasaklamak istemiştir. Bu fiilin çocuk
üzerinde mutlaka olumsuz bir tesir yapacağı kabul edildiği takdirde kuşkusuz
bunun sorumlusu çocuk süt emerken cinsi münasebette bulunan annesiyle
babasıdır. Meseleye emzikli iken anne ve babasının bu hareketinden zarar gören
bir çocuk açısından bakan Fahr-i Kâinat Efendimiz, bu fiili gizli olarak çocuk
öldürmeye benzetmiş, "atlıya yetişir ve onu atından düşürür" sözüyle
de bu hareketin çocuk üzerinde nasıl bir etki yapacağını kinayeli bir şekilde
ifade buyurmuştur. Fakat bu fiilin her zaman çocuk üzerinde olumsuz bir tesir
yapmadığını anlayınca yasaklama düşüncesinden vazgeçmiş ve emzikli bir kadınla
cinsi münasebette bulunmaya izin vermiştir.[76]
1. Gile
caizdir. Çünkü Hz- Peygamber onu yasaklamadığını açıkça ifade buyurmuştur.
2. Hz.
Peygamber'in içtihatta bulunması caizdir. Usul-i fıkıh âlimlerin büyük çoğunluğu
bu görüştedir.[77]
3883...
Abdullah (b. Mes'ud)'un hanımı Zeyneb'den şöyle dediği rivayet olunmuştur:
Abdullah (b. Mes'ud):
Ben Rasûlullah (s.a)'ı " (İçerisinde sihre ya da küfre ihtimali bulunan
anlaşılmaz sözleri) okuyarak (hasta) tedavi etmek, muska takmak ve sevgi ilacı
yapmak şirktir" buyururken işittim, dedi.
(Zeyneb, sözlerine
devamla) dedi ki:
(Bunun üzerine ben
Abdullah'a dönerek; "Acaba Rasûlullah s.a) bunu niçin söylüyor? Vallahi
(benim) gözüm (bir ağrıdan dolayı) ça-paklamyordu da ben (tedavi için) falanca
yahudiye gidip geliyordum (o da) bana okuyordu. (Bu sayede gözümün ağrısı)
dindi" dedim.
Abdullah da (şöyle)
cevap verdi:
Bu şeytanın işinden
başka bir şey değildir. (Şeytan seni buna inandırmak için senin) gözünü eliyle
(devamlı) dürtüyor (ve onu ağrıtıyor). Sen (yahudinin yanına varıp da yahudi
senin) gözüne okuyunca (şeytan elini) gözünden çekiyor. Oysa senin sadece
Rasûlullah (s.a)'ın dediği gibi;
"Ey tüm
insanların Rabbi (olan Allah'ım. Benden) bu sıkıntıyı gider, (yegâne) şifa
verici sensin. Senin şifandan başka şifa yoktur. (Bana) hiç hastalık
bırakmayacak bir şifa ver" diyerek dua etmen sana yeter.[78]
3884...
İmrân b. Husayn'dan rivayet olunduğuna göre Peygamber (s. a):
"Okuyarak tedavi etme
usulü (nün) göz değmesinden ve zehirli böceklerin sokmasından başka (hiçbir
hastalıkta bu iki hastalık kadar olumlu tesiri) yoktur" buyurmuştur.[79]
Rukye: Sözlükte büyü
anlamına gelir. Şifa ümidiyle dua okumaya da "rukye" denir. Şifa
ümidiyle, Kur'an âyetlerini, Allah'ın güzel isimlerini ve Hz. Peygamber'in
öğrettiği duaları ve bunlardan alınan ilhamla yazılan dua ve münacatları
okumanın caiz olduğunda ittifak vardır.
Ancak tedavi
maksadıyla bunlardan başka şeyleri okumak, özellikle içlerinde manası
anlaşılmaz kelimeler bulunan sözleri okumak haramdır. Çünkü bu sözlerin sihir
için kullanılan sözler olması ihtimali bulunduğu gibi onların bir takım
putların veya şeytanların ismi ya da küfür ifade eden sözler olması ihtimali de
vardır.
Tekili "temîme"
olan "temaim" kelimesi ise muska demektir. Biz İslâmın bu konudaki
hükmünü 3869 numaralı hadisin sonunda açıkladığımızdan burada tekrara lüzum
görmüyoruz.
Tivele: Karı ile
kocanın arasında bir sevginin doğması ümidiyle okunan bir takım sihirli sözlerdir.
Bunlar ya ipler üzerine okunur, yahutta kâğıt üzerine yazılarak ve bir takım
ameliyelerden sonra gayeye erişmeye çalışılır.
Görüldüğü gibi 3883
numaralı hadis-i şerifte; nefes etmek, muska takmak ve bir takım ibareler
okumakla tedavi etme yöntemlerinin şeytan işi ve şirk olduğu ifade edilirken,
3884 numaralı hadis-i şerifte okunup üflemenin, bazı hastalıkların tedavisinde
geçerli bir yol olduğu ifade edilmektedir.
Zahiren bu iki hadis
arasında bir çelişki görünüyorsa da aslında burada çelişki yoktur. Çünkü Hz.
Peygamber tarafından yasaklanan söz konusu tedavi usûlleri, şifası Allah'dan
değil de sırf kendilerinden beklenen ve İslâmî usûllere ters düşen tedavi
şekilleridir.
Bu zihniyetten ve
bâtıl sözlerden uzak, âyet ve hadislerden alınmış dualarla hastalan tedavi
etmenin caiz olduğunda ise ittifak vardır.
"Hume"
kelimesinin aslı "humevun" dur. Sonunda bulunan yuvarlak
"ta" hazfedilen vavın yerine
getirilmiştir.
Bu kelime akrep zehiri,
bazılarına göre ise mutlak zehir demektir, el-Ezherî, sadece akrep zehirine
"hume" dendiğini söylemektedir. Hume, aynı zamanda akrebin iğnesine
de ıtlak edilir. Çünkü akrep zehirini bu iğneden akıtır.[80]
3885...
Sabit b. Kays'dan rivayet olunduğuna göre; Rasûlullah (s.a) bir gün kendisinin
yanma girmiş. -Ahmed (b. Salih, o sırada) Sâ-bit'in hasta olduğunu söylüyor- Ve
(Hz. Peygamber):
"Ey insanların
Rabbi, (bu hastalığı) Sabit b. Kays b. Şemmâs'-dan gider" diye dua etmiş.
Sonra (Medine'deki) Bathâ (denilen vadi)den toprak alıp onu bir bardağa koymuş,
sonra (o toprağın) üzerine (birazcık) su ile birlikte üflemiş ve bu (suyla
karışık) toprağı Sâ-bit'in üzerine dökmüş.
Ebû Dâvûd dedi ki:
(Hadisin senedinde bulunan) İbn es-Serh (den maksad), Yusuf b. Muhammed'dir.
Doğrusu budur.[81]
Rukye, bir hastayı
okuyup üfleyerek tedavi etmek demektir.
Bu hadis-i şerifte;
Fahr-i Kâinat E fendimiz'in hasta düşen Sabit b. Kays'ı ziyareti sırasında
onun iyileşmesi için dua ettikten sonra gidip (Medine'deki) Bathâ denilen
vadiden bir bardak toprak alıp üzerine Kur'an-ı Kerim'den bazı dualar okuyup
üfledikten ve bir miktar da su ilâve ettikten sonra bu suyla karışık toprağı
hastanın üzerine dökmek suretiyle onu tedavi ettiği ifade edilmektedir.
Bezi yazarının da
dediği gibi Hz. Peygamber'in bu toprağa ettiği nefes tükrüğü ile karışıktı.
Hz. Peygamber'in
hastaları bu şekilde tedavi ettiğine 3895 numaralı hadis-i şerif de delalet
etmektedir.
Hafız İbn Hacer
el-Askalânî'nin dediği gibi, Hz. Peygamber'in bu tedavisi, başka bir ilaç
bulmanın mümkün olmadığı yerlerde özellikle yara, çıban gibi rutubetli
hastalıkları tedavide çok başarılı ve kolay bir tedavi usulüdür.
Çünkü, toprak her
yerde kolayca bulunur ve kendisinde kuruluk ve soğukluk özelliklen vardır.
Toprağın soğukluk özelliği bilhassa sıcak ülkelerde yaşayan insanlar için çok
şifalı olduğu gibi onun kuruluk özelliği de kendisinde rutubetli hastalık
bulunan bütün insanlar için fevkalâde şifalıdır. Bazılarına göre bu şifa her
toprakta yoktur, sadece Medine toprağında vardır. Görüldüğü gibi Fahr-i Kâinat
Efendimiz, ilaç temini yönünden fevkalâde fakir ve imkânsızlıklar içinde yüzen
bir ortamda hastaları, mevcut imkânlardan faydalanarak tedavi etmek yoluna
gitmiş, maddî sebepler yanında manevî sebeplere de sarılmayı terketmemiş, bu
maksatla hastaların iyileşmesi için Allah'a dua ederek şifa istemiştir.
İslâm âlimleri
tarafından büyük bir dikkat ve itina ile toplanmış olan bu dualar mü'minler
için tükenmez bir şifa kaynağıdır.
Hz. Peygamber'in
hayatını tetkik edenler çok iyi bilirler ki, Allah (c.c) onun tükrüğü ve
nefesini de maddî ve manevî hastalıkların tedavisinde çok tesirli bir şifa
olarak yaratmıştır.
Görülüyor ki bu
hadis-i şerif, cahilıye döneminin bâtıl düşünce ve manasız sözlerinden tamamen
uzak ve ayrı olarak, sadece Kur'an-ı Kerim'in âyetlerini veya islâmî manada
duaları okuyup üflemek suretiyle tedavi etmeye çalışmanın caiz olduğunu ifade
etmektedir.
Gerçekten iyi niyet ve
temiz nefesle, Allah'a sığınarak, Allah'dan şifa niyaz ederek okuyup üflemeyi,
mutlaka sihirbazlık gibi telakki etmek doğru olmaz.
Binaenaleyh, bu hadis
okuyup üflemekle hasta tedavi etmenin caiz olduğunu söyleyen ehl-i sünnet
ulemasının delilidir.[82]
3886... Avf
b. Mâlik'den rivayet olunmuştur; dedi
ki:
Biz cahiliye döneminde
okuyup üfleyerek hastaları tedavi ederdik. (Bir gün);
Ey Allah'ın Rasûlü, bu
hususta ne buyurursun? dedik.
"Bana (yaptığınız
bu tedavi şeklini) gösteriniz. İçerisinde şirk olmadıkça, okuyup üfleyerek
tedavi etmede bir sakınca yoktur” buyurdu.[83]
3887... Şifâ
binti Abdullah'dan rivayet olunmuştur; dedi ki: (Bir gün) ben Hafsa'nın yanında
iken Rasûlullah (s.a) yanıma geldi ve bana:
"Şu Hafsa'ya yazı
yazmayı öğrettiğin gibi (insanın böğürlerinde çıkan) karınca (şeklindeki yaraların)
duasını da öğretsen ya" buyurdu.[84]
3888... Sehl
b. Huneyf şöyle demiştir:
Biz (yolculuğumuzda)
bir akarsuya rastlamıştık. Ben (bu suya) girip içerisinde yıkandım. (Fakat
sudan) rahatsızlanarak çıktım. Bir tedavi çaresi bulma ümidiyle, durum Rasûlullah
(s.a)'a bildirildi. (Hz. Peygamber beni kastederek):
"Ebû Sâbit'e
söyleyin, (kendisine isabet eden bu göz değmesinden okunarak Allah'a)
sığınsın" buyurdu. Bunun üzerine ben;
Ey efendim, okunarak
tedavi olmak caiz midir? diye sordum.
"Okuyup üfleyerek
tedavi etme (nin); göz değmesinin, (zehirli böceklerin sokması neticesinde
meydana gelen) zehirlenmenin, -ya da zehirli böcek sokmasının- dışında (o kadar
tesiri) yoktur" buyurdu.
Ebû Dövûd dedi ki:
Hume; yılanın ve (diğer) sokucu böceklerin sokmasından meydana gelen
zehirlenmedir.[85]
3889... Enes
(r.a)'den rivayet olunduğuna göre; Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur:
"Okuyup
liflemekle tedavi etme (nin), gözdeğmesinin, (zehirli böceklerin sokmasıyla
meydana gelen) zehirlenmenin ve kanamanın dışında (bu hastalıklardaki kadar
tesiri) yoktur. (Okuyup üfleme kanamayı) keser."
(Ebû Dâvûd dedi ki: Bu
hadisi bana rivayet eden iki raviden biri olan) el-Abbas, (metinde geçen) göz
değmesini rivayet etmedi. (Benim naklettiğim) bu (hadisteki sözler) Süleyman b.
Davud'un (bana rivayet ettiği hadisin sözleridir.[86]
3885 numaralı hadis-i
şerifin şerhinde açıkladığımız gibi, bu hadisler Hz. Peygamber'in okuyup
liflemek suretiyle hastaları tedavi etmenin caizliğine delâlet etmektedir.
Ancak bu cevaz; okunacak duaların içerisinde manası anlaşılmayan veya söyleyeni
şirke düşüren ve dinî esaslara aykırı olan sözlerin bulunmamasına bağlıdır.
Kurtubî'nin
açıklamasına göre; okunup üflemekle yapılan tedavi üç çeşittir:
1- Allah'ın
kelâmını ve isimlerini okumak suretiyle yapılan tedaviler. Bunlar meşrudur.
2- Hz.
Peygamber tarafından şifa niyetiyle okunan âyet ve dualarla yapılan
tedaviler.Bunları yapmak müstehaptır.
3- Anlamı
bilinmeyen, küfür ve şirk ifade etmeleri ihtimali bulunan sözleri okuyup
üflemek suretiyle yapılan tedaviler. Bunlardan kaçınmak farzdır.
Kendilerine saygı
duyulan melek, arş, kurs? gibi mukaddes varlıkların isimlerini okuyarak tedavi
yapmakta bir sakınca bulunmamakla beraber, içinde Allah'a sığınmak ve iltica
etmek bulunmadığı için yapılmaması daha iyidir.[87]
3888 numaralı hadis-i
şerifte geçen "nemle" sözlükte karınca manasına gelir. Ancak burada
insanın özellikle yan taraflarında çıkan çıbanlar anlamında kullanılmıştır. Bu
çıbanlar okunup üflenince Allah'ın izni ile kaybolurlar.
Bu dua cahiliye
döneminde arap kadınları tarafından bilinen ve hastalıklarında tedavisi için
okunan bir takım sözlerden ibaretmiş. Aslında bir geline hitaben söylenmiş bu
sözler, "Sen düğüne derneğe gidebilirsin, kına yakınabilirsin. Ama kocana
karşı gelemezsin" anlamına gelen sözlerden oluşmaktadır.
Rasûl-i Zîşan
Efendimiz Şifâ (r.anha)'ya, "Sen bu sözleri Hafsa'ya öğret" demekle
bu sözlerin fevkalâde faydalı ve makbul sözler olduğunu söylemek istemiş
değildir. Hz. Peygamber'in maksadı, bu sözlerin içinde geçen "kocana karşı
gelemezsin" anlamındaki sözcüklerin Hz. Hafsa'ya hatırlatılması idi.
Çünkü, "Peygamber eşlerinden birine gizli bir söz söylemişti, fakat eşi o
sözü (saklamayıp başkasına) haber verdi"[88]
âyet-i kerimesinde açıklandığı üzere Hafsa, Hz. Peygamber'in kendisine verdiği
bir sırrı ifşa etmişti. Hz. Peygamber karınca duasındaki çok meşhur olan bu
sözü Hz. Hafsa'ya hatırlatarak ona tarizde bulunmak istemişti.
Hadis sarihlerinin
dediği gibi, hadis-i şerifte geçen "yazı yazmayı öğrettiğin gibi"
anlamındaki sözler, kadınlara okuma yazma öğretmenin caiz olduğuna delâlet
etmektedir.
Nitekim şu hadis-i
şerif de buna delâlet ediyor:
"Ben Hz. Âişe
(r.anha)'nın himayesinde idim. Ona her şehirden insanlar gelirdi. Onun yanında
benim mevkiim bulunduğundan yaşlılar da sıra ile bana gelirlerdi. Gençler de
beni kardeş edinirlerdi ve bana hediye verirlerdi. Şehirlerden bana mektup
yazarlardı. Hz. Âişe'ye derdim ki:
Teyzeciğim, bu falanın
mektubu ve hediyesidir. Hz. Âişe de bana şöyle derdi:
Kızcağızım, ona cevap
ver ve ona mukabelede bulun. Eğer sende verecek mükâfat (hediye) yoksa ben
sana veririm.
Talha kızı demiştir
ki: Hz. Âişe bana (hediyelik) verirdi."[89]
Her ne kadar bazıları
"onlara yazı öğretmeyiniz"[90]
mealinde bir mevkuf hadis rivayet etmişlerse de, bu hadisin senedinde hadis
uydurmada meşhur Muhammed b. İbrahim eş-Şâmî isimli bir ravi bulunduğundan
muhakkik âlimler bu hadisin aslı olmadığını söylemişlerdir. Özellikle
Ebu't-Tayyib Şemsü'1-Hak el-Azîmâbâdî, Avnü'l-Ma'bûd isimli eserinde sözü geçen
hadisin asılsızlığını isbat etmiş ve kadınlara yazı öğretmenin cevazını ve
lüzumunu ispatlayan özel bir risale de hazırladığını ifade etmiştir.
3888 numaralı hadis-i
şerifte anlatılan hâdise ise daha önce 3880 numaralı hadis-i şerifte anlatılan
göz değmesi ile ilgili hadisedir.
Bu hâdise İmam
Mâlik'in bir rivayetinde şöyle anlatılıyor:
"Babam Sehl b.
Huneyf, Harrâr'da gusl yaptı. Üzerindeki cübbeİerini çıkarmıştı. Âmir b. Rabîa
da bakıyordu. Sehl cildi güzel, beyaz bir adamdı.
Âmir b. Rabîa ona;
"Bakirelerin cildi bile bugünkü gördüğüm gibi değildi" deyince sehl
olduğu yere yıkıldı, elem ve acılan şiddetlendi. Rasû-lullah (s.a)'a:
"Sehl rahatsızlandı, seninle gidemeyecek" dediler. Bunun üzerine
Rasûluilah (s.a) Sehl'in yanına gelince, Sehl ona Âmir'in kendisine bakışım ve
dediklerini anlattı. Rasûluilah (s.a) da (Âmir'e hitaben):
"Sizden biri
kardeşini neden öldürüyor? Allah mübarek kılsın, demeliydin. Göz değmesi
vakidir. Onun için (yani Sehl için) abdest al" dedi. Âmir de onun (iyileşmesi)
için abdest alınca Sehl Rasûluilah (s.a) ile beraber gitti. Hiçbir şikâyeti
kalmadı ve rahatladı."[91]
Bütün bunlar
gösteriyor ki, göz değmesi olayı gerçekten vardır. Göz değmesi, zehirli böcek
sokması, kanama gibi rahatsızlıklarda duanın tedavi edici tesiri diğer
hastalıklardaki tesirinden daha çok ve çabuktur. 3888 ve 3889 numaralı hadis-i
şeriflerden anlaşılan budur.
Gözdeki bu tesiri
yaratan Allah olduğuna göre, O'nun ve Rasûlü'nün öğrettiği dualarla bu
hastalığı tedavi etmenin mümkün olacağını kabul etmek son derece makuldür.
Bunu akıl sahibi her insanın kabul etmesi gerekir.[92]
3890...
Abdülaziz b. Suheyb (r.a)'den rivayet olunduğuna göre;
Enes, Sabit
(el-Bünânî)ye: "Seni Rasûluilah (s.a)'ın duası ile tedavi edeyim
mi?" demiş. O da "Evet" demiş. Bunun üzerine (Enes):
"Ey insanların
Rabbi ve sıkıntıların gidericisi olan Allah'ım. Sen den başka bir şifa verici
yoktur. Buna hiç hastalık bırakmayan bir şi fa ver" diyerek dua etmiş.[93]
Bu hadis-i şerif Hz.
Peygamber'in hastaları, metinde geçen duaları okuyarak tedavi ettiğine ve
hastaları okuyarak tedavi etmenin caizliğine delâlet etmektedir.
Metin geçen cümlesi
fiili ile onun mefulu mutlakı olan cümlesi arasına giren cümle-i mu'tanza
(parantez cümlesidir. Esasen bu cümle, "Hastalandığım zaman bana şifa
veren odur."[94]
âyet-i kerimesinden iktibas edilmiştir.
Sükum, hastalık
demektir. Bezlü'l-Mechûd yazarının açıklamasına göre, buradaki hastalık
kelimesiyle vücudu saran maddî hastalıklarla günahlardan meydana gelen ve
kalbe arız olan manevî hastalıkların tümü kastedilmektedir.
Binaenaleyh Hz.
Peygamber'in bu duasında maddî manevî hastalıklara şifa vardır.[95]
1. Şifa veren ancak Allah’tır.
2. Dua ile
tedavi etmek
3. Kur'anda olmasa
bile Allah'ın şanına nakısa getirilmeyen kelimelerle Allah'ı anmak caizdir.
Hadis-i şerifte Cenab-ı Hakkın isminin "Allahümme" kelimesiyle
anılması bunu gösterir.[96]
3891...
Osman b. Ebi'l-Âs(r.a)'dan rivayet edildiğine göre;
Kendisi (bir gün
rahatsızlığından dolayı) Rasûluilah (s.a)'ın yanına varmış. Osman (başından
geçen hâdiseyi anlatırken şöyle) dedi:
Bende bir ağrı vardı,
neredeyse canımı alacaktı, Peygamber (s.a):
"Bu ağrıyan yeri
sağ (el)inle yedi defa ov (ve her defasında):
'Duyduğum ağrının
şerrinden Allah'ın izzet ve kudretine sığınırım' diye dua et" buyurdu. Ben
bunu yaptım, Aziz ve Celîl olan Allah bendeki olan (bu ağny)i giderdi. (O
günden beri) aileme ve başkalarına sürekli bunu tavsiye ediyorum.[97]
Bu dua Hz. Peygamber
tarafından öğretilen, tesiri kesin ve emniyetli dualardan biridir. İnsanların
yaptıkları ilaçların ve uyguladıkları tedavi yöntemlerinin insana güven
verebilmesi için çeşitli deneme safhalarından geçmeleri ve yan tesirleri olup
olmadığının iyice bilinmesi gerekir. Bu bakımdan insanların uyguladıkları
tedavi usûllerine her zaman aynı derecede güvenilemez. Hz. Peygamber'in vahye
dayanan tedavi usûlleri ise her zaman aynı derece şifalı ve emniyetlidir.
Mevzumuzu teşkil eden
hadis-i şerifte öğretilen tedavi usulü de böylesine tesirli ve güvenilir bir
tedavi usulüdür. Çünkü içerisinde, neticeyi, yegâne şifa verici olan Allah'a
havale etme, onun izzet ve kudretine sığınma ifade eden kelimeler vardır.
Bu duanın tekrarı
maddi ilaçların tekrarı gibi hastalığın daha çabuk şifa bulması bakımından
daha faziletlidir. Bu tekrarın yedi defa olmasındaki hikmet tek sayılardan olan
yedi sayısının özelliği ile ilgilidir.[98]
3892...
Ebu'd-Derdâ'dan rivayet olunmuştur; dedi ki: Rasûlullah (s.a)'ı şöyle derken
işittim:
"Sizden kimin bir
tarafı ağınrsa, veya bir (din) kardeşi, ona hastalığından dolayı müracaat
edecek olursa;
“Ey göklerdeki
Rabbimiz, (senin) ismin ve zâtın (noksan sıfatlardan) münezzehtir. Rahmetin
gökte (her tarafa şamil) olduğu gibi emrin de hem gökte hem de yerde (hâkim)
dir. Rahmetini yere de indir. Bizim (büyük olan günah (lar) ımızi ve
hatalarımızı bağışla. Sen temiz kimselerin Rabbisin. Şu ağrıya rahmet
(denizinden) bir rahmet, şifa (hazine)nden bir şifa indir' diye dua etsin.
(Allah'ın izniyle) ağrıdan kurtulur."[99]
Allah'ın göklerde
olmasından maksat kudret ve hükmünün göklerde hükümran olmasıdır.
Metinde geçen,
"rahmetini yere de indir" mealindeki cümle de "Şüphesiz Allah
insanlara şefkatli ve merhametlidir."[100] gibi
âyet-i kerimelerde bildirilen Cenab-i Hakkın rahmetine işaret vardır.
kelimesiyle
kastedilenler, büyük günahlardır. Nitekim bu kelime Nisa sûresinin 2. âyet-i
kerimesinde de bu manada kullanılmıştır. "Hata" ise, insanın farkında
olmayarak işlediği günahlardır. Cenab-ı Hak herşeyin sahibi ve yaratıcısı
olduğu halde kedisine kötülükleri nisbet etmek caiz olmadığından hadis-i
şerifte kendisine "sen temiz kimselerin Rabbisin" sözleriyle niyazda
bulunulmuştur.
Hadis-i şerif, söz
konusu dualarla hastaları tedavi etmenin caiz olduğunu ve bu duaların
şifasının kesin olduğunu ifade etmektedir.
Ancak Münzirî'nin
açıklamasına göre, bu hadisin senedinde Ziyad b. Muhammed el-Ensârî vardır. Bu ravi
rivayetleri hatalarla dolu olan bir ravi-dir. Kendisinin Medineli olduğu
zannediliyor.[101]
3893...
(Şu'ayb b. Abdullah b. Amr b. Âs'ın) dedesinden rivayet olunduğuna göre;
Rasûlullah (s.a) kendilerine korkudan (kurtulmaları için şu) sözleri
öğretirmiş:
"Allah'ın
gazabından, kullarının şerrinden, şeytanların vesveselerinden ve (onların)
bana uğramalarından, Allah'ın tanı olan kelimelerine sığınırım."
(Ravi sözlerine devam
ederek dedi ki): Abdullah b. Amr (b.Âs), bu sözleri çocuklarından aklı eren
kimselere öğretir, aklı ermeyenlere de yazıp üzerine asardı.[102]
Rasûl-i Zîşan
Efendimiz, uykusu içerisinde korkan kimselere bu duayı öğrettiği gibi, uykusu
kaçıp kendisini uyku tutmayan Halid b. Velid'e de uykusuzluktan kurtulması
için yine bu duayı öğretmiştir.[103] Bu
bakımdan metinde geçen bu dua, uyku içinde ve uyku dışında her türlü korkulu
ve sıkıntılı haller için çok tesirli bir şifadır.
Hz. Âişe (r.anha)'nın
haber verdiğine göre; Hz. Peygamber duayı öğrettikten üç gün sonra Halid Hz.
Peygamber'in huzuruna gelip, bu duayı okuduktan sonra geceleyin kendisine arız
olan korkudan kurtulduğunu söyleyerek teşekkür etmiştir.[104]
Metinde geçen
"Allah'ın gazabı" kelimesinden maksat, Allah'ın yardımını kesip
intikam almasıdır. Şeytanların bir kula musallat olabilmeleri ise ancak
Allah'ın ondan yardımım kesmesinden sonra mümkün olur.
Hadİs-i şerifte
öğretilen bu dua, "... ve onların yanımda bulunmalarından sana sığınırım
Rabbim"[105] meâlindeki âyet-i
kerimeden iktibas edilmiştir
Bu hadis-İ şerif âyet
ve duaların muska şeklinde yazılarak taşınmasının caiz olduğunu söyleyen Hz.
Âişe ile Ahmed b. Hanbel ve Şâfiîlerin çoğunluğunun delilidir.
Ancak İbn Abbas, İbn
Mes'ud, Hanefîler ve bazı Şâfiîler; nazarlık vb. şeylerin taşınmaması
hakkındaki rivayetlere bakarak âyet ve duaları muska şeklinde yazarak
takınmanın caiz olmadığını söylemişlerdir.[106]
3894...
Yezid b. Ebî Ubeyd'den rivayet olunmuştur; dedi ki: Seleme (b. el-Ekvâ')'nin
dizinde bir darbe (izi) gördüm ve, "bu nedir?" diye (kendisine
sordum). Şöyle cevapladı:
(Bu darbe) bana Hayber
(savaşı) günü isabet etti. Bunun üzerine (orada bulunan) halk 'Seleme vuruldu'
diye feryada başladılar. Derken Peygamber (s.a) yanıma getirildi ve bana üç
defa nefes etti. Nihayet bir saat sonra hiç rahatsızlığım kalmadı.[107]
Bu hadis-i şerif
kılıç, mızrak ve ok yarası gibi yaraların acı-sının da okuyup üfleme ile
geçeceğine delâlet etmektedir.[108]
3895... Âişe
(r.anha)'nın şöyle dediği rivayet olunmuştur: Peygamber (s.a), bir insan
hastalandığı zaman (önce) tükrüğü ile (toprağa) bir işaret (çizgi) çizerdi.
-(Ravi bu işareti göstermek için kendisi de) tükrükle toprağı çizdi.- Sonra;
"Yerimizin
toprağı, bazılarımızın tükrüğü ile, Rabbimizin izni ile hastalarımıza şifa
verir" diye dua ederdi.[109]
Bilindiği gibi, bir hadisi
raviler Hz. Peygamber'in o hadisi söylemesi esnasındaki hareketleri ile
birlikte rivayet etmişlerse ona "Müselsel hadis" denir. Bu hadis de
bu şekilde rivayet edilmiş olduğundan müselsel hadisler sınıfına girmektedir.
İmam Nevevî'nin
açıklamasına göre, hadis-i şerifin manası şudur: Peygamber (s.a) şehadet
parmağı ile kendi tükürüğünü alır, sonra parmağını toprağa sürerek ona yerden
bir şeyler yapışmasını sağlar, sonra yara veya hasta olan yeri onunla sıvazlar
ve bir yandan da bu duayı okurdu.
"Yerimizin
toprağı"ndan murat, bütün yeryüzü ise de bazılarına göre bereketinden
dolayı bununla hasseten Medine'nin toprağı kastedilmiştir.[110]
Tıybî, Şerhu'l-Mişkât
isimli eserinde "türbe" kelimesinin "arzinâ" kelimesine,
"rîka" kelimesinin de "ba'zunâ" kelimesine muzaf
kılınmasına bakarak, bu şifanın her toprakta ve her müslümamn tükrüğünde
bulunmayıp sadece Medine gibi mukaddes beldelerin toprağı ile kuvve-i kudsiye
sahibi salih kimselerin tükrüğünde bulunabileceğini söylemiştir.[111]
Bu hadis-i şerif
hastayı tükrük ve toprakla sıvazlayarak okumak suretiyle tedavi etmenin caiz
olduğuna delâlet etmektedir.[112]
3896...
(Hârice b. es-Salt et-Temîmrnin) amcası (İlâka b. Sahr)'dan rivayet olunduğuna
göre;
Kendisi Rasûlullah
(s.a)'a gelmiş, sonra onun yanından ayrılıp geri dönmüş. Daha sonra yanlarında
demirle bağlı deli bir adam bulunan bir topluluğa uğramış. (Bu adamın) ailesi
(ona): "Bize anlatıldığına göre şu sizin arkadaşınız (Allah'tan bir takım)
hayır (lar) getirmiş. Senin yanında bu deliyi tedavi edecek bir şifa var
mı?" diye sormuşlar. (İlâka sözlerine devam ederek olayı şöyle anlattı):
Bunun üzerine ben de
(deliye) FâtihatüM-Kitâb’ı okudum, (deli) iyi oldu. Bana (okumanın karşılığı
olarak) yüz koyun verdiler. Rasûlullah (s.a)'a varıp bunu anlattım.
“Bundan başka
(okuduğun bir şey) var mı?” dedi.
(Ravi) Müsedded (bu
hadisi) başka bir yerde (Hz. Peygamber'in bu sorusunu): "Başka bir şey
demedin mi?" şeklinde rivayet etti.
(İlâka sözlerine devam
ederek şöyle dedi:)
Ben de
(Hz.Peygamber'in bu sorusuna); "Hayır" cevabını verdim. (Hz.
Peygamber de):
"Vallahi, bâtıl
bir şey okuyup üfleme karşılığında (ücret alıp) yiyen kimse (kuşkusuz bunun
günahını çekecektir. Sen ise) hak olan bir duayı okuyup üfleme ile (yaptığın)
tedavi karşılığında (aldığın ücreti) yiyorsun" buyurdu.[113]
Metinde geçen
"demirle bağlı" sözü, "demir gibi sağlam bağlarla bagh anlamında kullanılmıştır.
"Bâtıl bir şey
okuyup üfleme karşılığında ücret alıp yiyen kimse" anlamındaki şart
cümlesinin cevabı fnahzufdur. Tercümemizde bu cümlenin cevabı yerine
koyduğumuz "kuşkusuz bunun günahını çekecektir" cümlesiyle hazfedilen
cevabı açıklamış olduk.[114]
1. Okuyup
üfleme ile delileri tedavi etmek mümkundur.
2. Okuyup
üfleme ile tedavi iki kısımdır: a)
Hak olan nefesle tedavi, b) Bâtıl
olan nefesle tedavi.
Hak olan nefesten
maksat Kitap ve Sünnet'ten alınan dualarla yapılan tedavilerdir. Temiz
niyetlerle olmak şartıyla bu nevi tedavi caizdir.
Bâtıl olan nefesten
maksat ise, içerisinde bulunan sözler Kitap ve Sünnet'ten alınmış olmayan ve
anlaşılmaz bir takım kelimeler ihtiva eden sözlerle yapılan dualardır. Bu gibi
sözleri okuyup üfleyerek hastaları tedavi etmeye çalışmak caiz değildir. Çünkü
bu sözlerin küfür ifade eden ya da şeytanların veya putların ismi olan sözler
olması ihtimali vardır.
3. Fatiha
sûresinin şifaları çok ve tesiri çabuktur.
4. Nefes
etmek karşılığında ücret almak caizdir. İmam Ebû Hanîfe (r.a) bu hadisi delil
getirerek, nefesle tedavinin dışında Kur'an okuma ve okutmaya karşılık ücret almanın
caiz olmadığını söylemiştir.[115]
3897...
(Hârice b. es-Salt)'m amcasından rivayet olunduğuna göre;
Kendisi (bir kavme)
uğramış (ve onların arasında bulunan) bir deliyi) üç gün sabah akşam Fatiha
okumak suretiyle tedavi etmiş, Fâti-ha'yı her bitirişinde (ağzında) tükrüğünü
toplayıp (deliye) tükürmüş. (Üç gün sonra deli içinde bulunduğu sıkıntılı
durumdan) sanki bağlandığı iplerden kurtulur gibi kurtulmuş. Onlar da
kendisine (bu tedavisine karşılık olmak,üzere) bir ücret vermişler. Bunun
üzerine (kalkıp) Hz. Peygamber'e gelmiş...
(Hârice'nin amcası
İlâka, sözlerinin bundan) sonra(ki kısmında bir önceki) Müsedded hadisin
manasını (ifade eden sözler) söylemiştir.[116]
3898... (Ebû
Salih'in) babasından rivayet olunduğuna göre; Eşlem (kabilesin)den bir adam
şöyle demiştir:
Rasûlullah (s.a)'ın
yanında oturuyordum. Sahâbîlerden biri gelip:
Ey Allah'ın Rasûlü, bu
gece (bir hayvan tarafından) sokuldum, sabaha kadar uyuyamadım, dedi.
(Hz.Peygamber):
"(Seni sokan)
nedir?'1 dedi. (Sahâbî):
Akreptir, cevabını
verdi. (Bunun üzerine Hz. Peygamber);
"Şunu bit ki,
eğer sen ikindi ile akşam arasında;
'Yarattığı şeylerin
şerrinden Allah'ın tam olan kelimelerine sığınırım' diye dua etmiş olsaydın
sana inşallah (o akrep) zarar veremezdi" buyurmuş.[117]
3899... Ebû
Hureyre (r.a)'den rivayet olunmuştur; dedi ki:
Peygamber (s.a)'e
akrep sokmuş bir adam getirildi. "Eğer (bu kimse);
'Yarattığı şeylerin
şerrinden Allah'ın tam olan kelimelerine sığınırını' diye dua edeydi sokulmazdı
-yahutta kendisine (hiç bir şey) zarar veremezdi-." buyurdu.[118]
"Tam olan
kelimeler" sözünden maksat, içinde Allah'ın zat, sıfat ve ef'aline
noksanlık getirmeyen bilakis Allah'ın zat, sıfat ve ef'aline muvafık olan
kelimelerdir ki bu kelimeler de âyet ve hadislerde öğretilen dualardır.
Çünkü en-Nihâye yazarı
İbnü'l-Esîr'in de dediği gibi, yüce Allah'ın ve Rasûlünün öğrettiği dualarda
Allah'ın şanına noksanlık getiren bir ifade bulunması söz konusu olamaz.[119]
1. Metinde
geçen duayı ikindiden sonra okuyan bir kimseyi
o gece zehirli
bir böcek sokmaz. Ancak kış günündeki karın ve soğuğun
ateşin yanmasını zorlaştırdığı gibi ihlâs noksanlığının ve günahların, sahibinin
yaptığı duaların tesirini azaltacağını unutmamak gerekir.
2. İlahî
şifalar, tabiî şifalardan farklı olarak hastalıkları gelmeden önce
önleyebilirler.[120]
3900... Ebû
Saîd e-Hudrî (r.a)'den rivayet olunduğuna göre;
Peygamber (s.a)'in
sahâbîlerinden küçük bir topluluk çıktıkları bir yolculukta arap kabilelerinden
birine uğramışlar. (Kabilenin fertlerinden) biri (onlara);
Bizim başkanımız
(zehirli bir böcek tarafından) sokuldu. Birinizin yanında (bizim bu)
arkadaşımıza yarayacak (şifalı) bir şey var mıdır? demiş.
Yolculardan bir adam
da:
Evet (var), vallahi
ben (hastalan) okuyarak tedavi ederim. Fakat biz size misafir olmak
istediğimiz halde siz bizi misafir etmek istemediniz. (Bu sebeple) siz
(yapacağım tedaviye karşılık) bana bir ücret, tayin etmedikçe ben nefes etmem,
diye karşılık vermiş.
Bunun üzerine (kabile
mensupları tutmuşlar) bu adam (in edeceği nefes) için (ortaya) bir koyun
sürüsü koymuşlar. (Tedavi edeceğini söyleyen bu yolcu) hastanın yanına varıp
ona Fatiha sûresini okumuş ve üfürmüş. Nihayet adam ipten kurtulmuş gibi olmuş.
Bunun üzerine
(yukarıda sözü geçen şahıs) kabilenin (vermek için) üzerinde anlaşmış oldukları
ücreti yolculara ödemiş. (Ücreti alan) yolcular, (birbirlerine) "Bunu
bölüşünüz" demeye başlamışlar. Nefes ederek (hastayı) tedavi eden şahıs,
"Rasûlullah (s.a)'a varıp kendisine da-nışıncaya kadar (bunu)
yapmayınız" demiş.
Rasûlullah (s.a)'a
varıp bunu (kendisine) arzetmişler. Rasülullah (s.a):
"Fâtiha'nın
tedaviye yaradığını nereden bildin? Aferin size, (haydi bu koyunları)
bölüşünüz. Sizinle beraber bana da bir pay ayırınız" buyurmuş.[121]
3901...
(Hârice b. Salt et-Temîmî'nin İlâka isimli) amcasından rivayet olunmuştur;
dedi ki:
Biz Rasûlullah
(s.a)'ın yanından dönüyorduk. (Yolda) bir arap kabilesine rastladık. "Bize
gelen habere göre siz şu hayırlı adamın yanından geliyormuşsunuz. Sizin
yanınızda bir ilaç yahutta bir dua var mıdır (bizim buna çok ihtiyacımız var)?
Çünkü bizim yanımızda bağlı bir deli bulunuyor" dediler. (Biz de)
"Evet" cevabını verdik. Kalkıp deliyi bağlı olarak getirdiler. Bunun
üzerine ona sabah akşam üç gün Fatiha okudum. Fâtiha'yı her bitirişimde
tükürüğümü (ağzımda) biriktirip (ona) tükrüyordum. (Üç gün sonra deli) ipten
kurtulmuş gibi oldu. Bana ücret ver(mek iste)diler. (Ben de; "Hayır)
Rasûlullah (s.a)'a danışıncaya kadar almam" dedim (ve gidip Hz.
Peygamber'e danıştım).
"(Sen aldığın bu
ücreti tereddüt etmeden) ye. Vallahi bâtıl bir şey okuyup üfleme karşılığında
(ücret alıp) yiyen kimse (kuşkusuz bunun günahını çekecektir. Sen ise) hak
olan bir okuyup üfleme ile (yaptığın) tedavi karşılığında (aldığın ücreti)
yiyorsun" buyurdu.[122]
İmam Kastalânî'nin
açıklamasına göre, 3896 numaralı hadis-i şerifle, mevzumuzu teşkil eden 3901
numaralı hadiste anlatılan olay aynı olaydır. Fakat 3900 numaralı hadis-i
şerifte anlatılan olay ayrı bir olaydır. Çünkü 3900 numaralı hadis-i şerifte
anlatılan tedavi Ebû Saîd el-Hudrî tarafından, 3896 ve 3907 numaralı hadis-i
şeriflerde anlatılan tedavi ise İlâka tarafından gerçekleştirilmiştir.[123]
3902... Peygamber
(s.a)'in hanımı Âişe'den rivayet edilmiştir; dedi ki:
Peygamber (s.a)
rahatsızlandığı zaman kendi kendine Muavvizât (sûre)leri(ni) okur ve üfürürdü.
(Bunları okuyamayacak derecede) ağrısı şiddetlendiği zaman (bu sûreleleri) ona
ben okurdum ve bereketini umarak (onun) eliyle vücudunu sıvazlardım.[124]
İçlerinde Allah'a
sığınma (istiâze) bulunduğu için Felak ve Nâs sûrelerine "Muavvizetân
sûreleri" denir. Bunlar, iki sûreden ibaret olmaları cihetiyle onlardan
tesniye kalıbıyla "Muavizzeteyn" sûreleri diye bahsedilmesi kaide
icabı iken, çoğul kalıbıyla "Muavvizât" sûreleri diye
bahsedilmeleri, onlarla birlikte içerisinde istiaze bulunan Kur'an âyetlerinin
de tedavi için okunabileceğini ifade etmek maksadına mebni olabileceği gibi,
bu sûrelerle İhlas sûresinin okunduğunu bildirmek gayesine bağlı da olabilir.
Çünkü bazı haberlerde[125]
Fahr-i Kâinat Efendimiz'in Muavvizeteyn ile birlikte İhlâs sûresini okuduğu da
bildirilmektedir. İmam Nevevî bu mevzuda şöyle diyor:
"Nefes,
tükürüksüz hafif üfürüktür. Hadis-i şerif hastaya okurken üfür-menin müstehab
olduğuna delildir. Ulema bunun caiz olduğuna ittifak etmişlerdir. Sahabe,
tabiîn ve onlardan sonra gelen ulema bunu hep müstehap görmüşlerdir. Fakat Kadı
Iyâz, ulemadan bir topluluğun bunu kabul etmediklerini, hastaya okurken
tükürüksüz üfürmenin caiz olduğunu söylediklerini rivayet etmiştir. Ancak bu
görüş ve bu fark zayıf bir kavle dayanır. Zira nefes tükürüklü üfürüktür,
diyenler olmuştur. Yine Kadı'nın beyanına göre, ulema "nefes" ile
"tefel" kelimelerinin manalarında ihtilâf etmişlerdir. Bazıları,
"Bunların ikisi de bir manaya gelir ve ikisi de tükürüklü üfürüktür"
demişler. Ebû Ubeyd; tefelde azıcık tükürük şart olduğunu, nefeste ise hiç
tükürük bulunmadığını söylemiştir. Bunun aksini iddia edenler de vardır. Ebû
Ubeyd: "Ben Âişe'ye, Peygamber (s.a)'in hasta okurken nasıl üfürdü-ğünü
sordum da; kuru üzüm yiyen gibi tükürüksüz üfürürdü, cevabını verdi"
demiştir. Kadı Iyâz; tefel denilen ıslak üfürüğün faydası bu rutubet ve hava
ile teberrüktür, diyor.
İam Mâlik; kendine
okursa üfürürmüş. Demirle, tuzla rukye yapmayı ve keza hatem-i Süleyman
şeklinde yazmayı şiddetle kerih görürmüş. Zira bunda sihre benzerlik vardır.[126]
1. Hastanın İhlâs,
Felâk ve Nâs sûrelerini okuyup ellerine üfleyerek vücudunu sıvazlamak suretiyle
kendi kendini tedaviye çalışması müstehabdır.
2. Bir
kimsenin bir hastayı bu şekilde tedavi etmesi de müstehabdır.
3. Okunan
hasta, ilim ve takva yönünden okuyandan daha üstünse, okuyan kimsenin bu
sûreleri kendi ellerine değil de hastanın ellerine üfleyerek hastanın vücudunu,
hastanın elleriyle sıvaması müstehabdır.[127]
3903... Âişe
(r.anha)'dan rivayet olunmuştur; dedi ki: Rasûlullah (s.a) ile zifafa girmem
için annem beni şişmanlatma! istiyordu. (Bütün çabalarına rağmen) onun istediği
kiloyu alamadım Nihayet bana yaş hurma ile hıyar yedirdi de en güzel şekilde
şişmanladım.[128]
Metinde geçen
cümlesine Avnü'l Mabud yazarı, "Ben onun bana yedirmek ve içirmek istediği
şişmanlatıcı ilaçları kabul etmedim ve onları kullanmadım" şeklinde bi
mana vermiştir. Fakat biz îbn Mâce'nin, "fakat bu isteği gerçekleşmedi'
anlamına gelen rivayetini de göz önünde bulundurarak ve Bezi yazarının açık
lamasına uygun olarak bu cümleyi "onun istediği kiloyu alamadım"
şeklin de tercüme ettik.
Metinde geçen kelimesi
"şişmanlığın en güzeli" anlamına gelir ki, haddinden fazla olmayan ve
sahibine hantallık getirmeyen ortı halde (mutedil) bir şişmanlıktır. İdeal olan
şişmanlık budur.[129]
1. Gerdeğe
girecek bir kızı gerdeğe girmeden önce haddi
aşmayacak şekilde
şişmanlatmak mustehaptır
2. Bir
kimseyi şişmanlatmak için pahalı ilaçlar yerine ucuz temin edileı gıdalar
kullanmak mustehaptır.
3. Kadında
güzellik gibi orta halli bir şişmanlık da aranan bir husustur "Kıyamet
gününde şişman kadınların vay haline"[130]
anlamında bir hadis rivayet edilmişse de bu tehdit yabancı erkeklerin gönlünde
yer almak için ve ya diğer kadınlara böbürlenmek için şişmanlayan kadınlar
içindir.
4. Sofrada
iki katık bulundurmak caizdir. Nitekim 3835-3837 numaralı hadislerin şerhinde
açıklamıştık.[131]
3904... Ebû
Hureyre (r.a)'den rivayet olunduğuna göre; Rasûlul-lah (s.a) şöyle buyurmuştur:
"Kim (gaipten
haber almak gayesiyle) bir kâhine giderse" Musa (b. İsmail, şu cümleyi de)
nakletti: "Ve onun söylediğim tasdik ederse" -(Hadisin bundan) sonra
(ki kısmında Müsedded ile Musa) birleşerek şu sözü rivayet ettiler: "Kim de
(cinsi münasebet için) bir kadına varırsa", (-Ancak burada) Müsedded,
"karısına hayızlı iken ve dübii-ründen (yaklaşırsa)" demiştir.-
(Hadis şöyle sona eriyor): "O kimse Allah'ın Muhammed'e indirdiği (dinin
dairesi)nden dışarı çıkmıştır."[132]
Kâhin: Kâinattan
geleceğe ait haber vermek ve esrarı bildiğini iddia etmektir.
"Nihâyetü'l-Hadis'te
beyan edildiğine göre, cahiliye devrinde araplarda "Şık" ve
"Satıh" gibi kâhinler varmış. Bunlardan bazıları, kendisinin bir
tabii bulunduğunu ve ona haber getirdiğini söyler; bir takımları da olacak
şeyleri bazı mukaddimelerle bildiğini ve bu mukaddimelerle sual sorduğu
kimsenin sözünden, halinden veya fiilinden onlara muvafık şekilde istidlalde
bulunduğunu iddia edermiş. Araplar buna "arrâf" adını ve-rirlermiş.
Çalman şeyi bildiğini iddia edenler bu kabildendir. "Her kim bir kâhine
giderse" hadisi, arrâf ve müneccimlere şâmildir."[133]
Mevzumuzu teşkil eden
hadis-i şerif, bu gibi kâhinlere giderek onların sözlerini dinlemenin haram
olduğuna ve onlarda gaipten haber verme gücünün bulunduğuna inananların din
dairesinden çıkacağına delâlet etmektedir.
Bir başka hadisi
şerifte de, "Kâhine inanan kimsenin kırk gün namazı kabul olmaz"[134]
buyurulmaktadır. İbn Hacer el-Heysemî, kâhinlik yapmanın ve yitiğin bulunması
için kâhine başvurmanın büyük günahlardan olduğunu söylemiştir.[135]
Hadis-i şerif aynı
zamanda bir kimsenin karısı ile hayızlı iken cinsi münasebette bulunmasının
caiz olmadığına da delâlet etmektedir.
Her ne kadar hadisin
zahirinden bu işi yapan kimselerin dinden çıktığı anlaşılırsa da, bu işi yapan
kimsenin keffaret olarak sadaka verilmesinden bahsedilmesi[136]
onun dinden çıkmayıp çirkin bir iş yaptığına delâlet eder. Sarihlerin
açıklamasına göre, hadisteki "dinden çıkar" sözü bu işi helâl sayanlar
içindir, tehdit için söylenmiş de olabilir.
İmam Ebû Hanîfe ile
îmam Mâlik ve Şafiî'ye göre, hayızın ilk günlerinde karısı ile cinsi
münasebette bulunan kimsenin bir dinar, son günlerinde cinsi münasebette
bulunan kimsenin de yarım dinar vermesi ve istiğfar etmesi müstehabdır.
Bir kimsenin karısına
ters taraftan yaklaşmasının çirkinliği ona hayızlı iken yaklaşmasının
çirkinliğinden daha fazladır. Çünkü kadına hayızlı iken yaklaşmanın başta gelen
sebeplerinden birisi hayız halindeki pisliktir. Arkadan yaklaşmadaki pisliğin
daha da fazla olduğunda şüphe yoktur. Bu bakımdan onun haramhğında şüphe
yoktur. İslâm uleması onun büyük günahlardan olduğunu söylemişlerdir.[137]
3905... İbn
Abbas'dan rivayet olunduğuna göre; Rasûlullah (s.a): "- Yıldızlardan bir
ilim alan kimse sihirden bir bölüm almış olur.
(Yıldızlardan aldığı
bilgiler) arttıkça (sihirle olan ilgisi de) artmış olur" buyurmuştur.[138]
3906... Zeyd
b. Halid el-Cühenî'den rivayet olunmuştur; dedi ki:
Rasûlullah (s.a)
Hudeybiye'de geceleyin (yağan) bir yağmurdan sonra bize sabah namazını
kıldırdı. (Namaz) bitince halka dönüp:
"Rabbinizin ne
dediğini biliyor musunuz?" dedi. (Orada bulunan halk):
Allah ve Rasûlü daha
iyi bilir, dediler. (Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle) buyurdu:
"(Rabbiniz
buyuruyor ki:) Kullarımdan bir kısmı bana inamcı, bir kısmı da (beni) inkâr
edici olarak sabahladı. 'Allah'ın fazlı ve rahmeti ile (bu gece) bize yağmur
yağdı' diyenler bana inanmıştır. Yıldızlar (m yaratıcılığın^ da inkâr
edicidir.
Fakat, 'şu veya bu
yıldızın hareketi sayesinde bize yağmur yağdı' diyenler ise beni inkâr etmiş,
yıldızlara inanmıştır."[139]
Yıldızlardan hüküm
çıkarma ilmi mevzuunda Hanefî ulemasından Ibn Abıdm şöyle diyor:
"Bu ilim gök cisimlerinin
teşekküllerinden adi hâdiselerin vuku bulacağını istidlal ilmidir.
Merginânî'nin, MuhtârıTn-Nevâzil adlı eserinde şöyle deniyor: Bilmiş ol ki ilmi
nücûm haddizatında kötü değildir. Çünkü o iki nevidir:
Birincisi: Hesap yolu
iledir ve haktır. Kur'an'da zikredilmiştir. Allah Teâlâ; "Güneş ve ay
hesab iledir." buyurmuştur. Bundan murad güneşle ayın seyretmeleridir.
İkincisi: İstidlal
yolu iledir.Yıldızların seyri ve feleklerin (gezegenlerin) hareketi vasıtasıyla
hâdisatın, Allah'ın kaza ve kaderi ile vuku bulacağına istidlal edilir; bu
caizdir. Doktorun hasta kimsenin nabzına bakarak hastalığa ve sıhhate
istidlali gibidir.
Ama hâdisatın Allah'ın
kazası ile olduğuna inanmaz, yahut kendisinin gaybı bildiğini iddia ederse
kâfir olur."[140]
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şeriflerde geçen, yıldızlara bakarak yeryüzünde vukua gelecek
hâdiseler hakkında hüküm çıkarmanın küfür, ve yıldızlarla ilgili ilimlerin
sihirin bir dalı olduğuna dair ifadeler, İbn Âbidin'-in açıkladığı ikinci
kışıma gören yasaklanmış bilgilerdir.
Fakat her hâdisenin
yaratıcısının Allah olduğuna inanmak şartıyla Astronomi ilmi ile uğraşmak
insanın Allah'a ait imanını takviye eden çok faziletli bir iş olması cihetiyle
kıymet ve fazileti çok büyüktür.[141]
3907...
(Katan b. Kabîsa'nın) babası dedi ki: Ben Rasûlullah (s.a)'ı şöyle buyururken
işittim:
"Kuş uçur(arak, bu
uçuştan hüküm çıkar)mak, uğursuzluğa inanmak, çakıl taşlan ile fal açmak puta
tapıcıhktandır."
(Musannif Ebû Dâvûd
dedi ki: Bu hadiste geçen) "Tark" (kelimesi, kuş) uçurmak;
"el-ıyâfe" (kelimesi de; kum üzerine) çizgi çizmek anlamına gelir.[142]
3908... Avf
(el-Arabî); "el-Iyâfe, kuş uçur(tarak kuşun uçuşundan istikbale ait
manalar çıkar) maktır. Tark da, yere çizilen çizgidir" demiştir.[143]
3909...
Muaviye b. el-Hakem es-Sülemî'den rivayet olunmuştur; dedi ki:
Ben (Hz. Peygamber'e
hitaben);
Ey Allah'ın Rasûlü,
bizden bir takım adamlar da (istikbale dair bilgiler keşfetmek için) çizgi
çiziyorlar, dedim. (Peygamber (s.a) de:)
"Peygamberlerden
biri (böyle) çizgi çizerdi. Her kim (çizgisini onun) çizgisine uygun düşürürse,
o kimse (gerçeğe isabet etmiş olur)" buyurdu.[144]
Iyafe: Kuş kovalamak,
kuş uçurmak anlamlarına gelir. Cahiliye döneminde araplar, kuşları ürküterek
uçururlar ve uçan kuşun ismine, sesine ve uçtuğu tarafa göre bir mana çıkararak
yapacakları işlere karar verirlerdi. Meselâ, ürküp uçan kuş tavşancıl ise bunu
sıkıntıya, karga ise gurbete, ibibik ise hidayete; eğer kuş sağ tarafa uçarsa
uğura, sol tarafa uçarsa uğursuzluğa yorarlardı. İslâmiyet bunların hepsinin
bâtıl olduğunu ilan ederek bu inançların hepsini iptal etmiştir.
Tıyâre ise, uğursuz
saymak demektir. Bu kelime ile ıyâfe arasındaki fark şudur: Iyâfe, kuş
aracılığı ile olduğu halde bunda kuşun aracılığı şart değildir. Kuşun dışında
bir hayvan aracılığı ile de olabilir.
Tark: Çakıl taşlan ile
fal açmak anlamına geldiği, gibi,[145] kum
üzerine çizgi çizmek anlamına da gelir.[146]
Zemahşerî, el-Fâik isimli eserinde birinci manayı tercih ettiğinden
tercümemizde biz de birinci manayı esas aldık.
Cibt;kelimesi ise
"put" demektir. Kâhin anlamına da gelir. Allah'dan başka ittihaz
edilen mabud karşılığıdır.[147]
Ömer b. Hattâb (r.a),
"Cibt sihirdir, tağut ise şeytandır" demiştir. Bu açıklama İbn Abbas,
Ebû Aliye, Mücâhid, Atâ, İkrime, Saîd b. Cübeyr, Şa'bî, Hasan, Dahhâk ve
Süddî'den de rivayet edilmiştir.[148]
Hat: Çizgi demektir. İbn
Abbas'dan rivayet olunduğuna göre, cahiliye devrinde bu çizgiyi çizen belli
remilciler varmış, ihtiyaç sahipleri bunlara müracaat edince bunların yanında
bulunan erkek bir çocuk sayıları bilinmemesi için çok acele olarak yere bir
takım çizgiler çizer sonra da ikişer ikişer ve yavaş yavaş bu çizgileri
silermiş. Eğer en sona kalan iki çizgi olursa bu kurtuluş alameti, tek çizgi
kalırsa zarar alameti kabul edilirmiş.[149]
İslâmiyet bütün bu fal
cinslerinin asılsız olduğunu bildirerek bunları haram kılmış ve büyük
günahlardan saymıştır.[150]
Her ne kadar
peygamberlerden birisi Allah'ın kendisine verdiği ledünnî bir ilimle veya
Allah'dan aldığı bir emirle kumlar üzerine çizdiği bir takım çizgilerden
istikbale dair bazı hadiselerin vukuunu keşfedermiş ise de, daha sonraki
insanların çizecekleri çizgilerin onun çizgilerine uygun düşeceği kesin olarak
bilinmediğinden bu iş diğer insanlara yasaklanmıştır.
Bu bakımdan metinde
geçen, "her kim çizgisini onun çizgisine uygun düşürürse" cümlesini,
"bazı kimselerin çizgisi o peygamberin çizgisine uygun düşebilir"
şeklinde anlamak gerekir. "Onun çizgisine isabet eden kimseye bu hareketi
yapmak caiz olur" şeklinde anlamak doğru değildir.[151]
Sahih olan kavle göre
bu ibarenin manası şöyledir: Kimin çizgisi o peygamberin çizgisine muvafık
düşerse o çizgiyi çizmek mubahtır. Lakin muvafık düşüp düşmeyeceğini yüzdeyüz
bilmeye bizim için imkân yoktur. Binaenaleyh remilcilik bize mubah değil
haramdır.
Rasûluilah (s.a)'ın
doğrudan doğruya "Remilcilik haramdır" demeyip, "Her kim (çizgisini
onun) çizgisine muvafık düşürürse o kimse gerçeğe isabet etmiş olur"
buyurması, remille meşgul olan peygamberin bu hükme dahil olduğu anlaşılmasın
diyedir.
Remil ile meşgul olan
bu peygamberin İdris (a.s) veya Daniyel (a.s) olduğu rivayet edilmiştir.[152]
3910...
Abdullah b. Mes'ud'dan rivayet olunmuştur; dedi ki:
Rasûluilah (s.a) üç
defa, "Uğursuzluğa inanmak şirktir, uğursuzluğa inanmak şirktir"
buyurdu.
Oysa bizden (kalbinde
bu düşünce geçmeyen bir kimse ) yoktur. Fakat Allah bu duyguyu tevekkülle
giderir.[153]
3911... Ebû
Hureyre (r.a)'den rivayet olunduğuna göre; Resulullah (s.a):
“Hastalık bulaşması,
uğursuzluk, (karında bulunan yılan gibi bir hayvanın hareketinden doğan bir)
karın ağrısı ve (uğursuzluk getiren bir) baykuş yoktur" buyurmuş.
Bunun üzerine (orada
bulunan) bir bedevi:
(Ey Allah'ın Rasûlü),
peki kumda geyik gibi (sıhhatli) oldukları halde (içlerine) karışıp da
kendilerini uyuzlaştırdığı uyuz devlerin hali nedir? dedi.
(Hz. Peygamber de
ona):
"Ya birinciye kim
bulaştırdı?" karşılığını verdi.
Mâmer'in Zührî'den,
(Zührî'nin de) bir adamdan rivayet ettiğine göre, Ebû Hureyre; Rasûluilah
(s.a)'ı:**Deveterı hasta olan kimseler (develerini), develeri sağlam alan
kimseler(in develerinin yanın)a götürmesinler" derken işittiğini söylemiş.
Bunun üzerine (bu sözü Ebû Hureyre'den dinleyen) adam Ebû Hureyre'ye dönüp: Sen
bize (daha önce) Peygamber (s.a)'in, "Hastalık bulaşması da yoktur,
(karında bulunan bir yılan hareketinden doğan bir) karın ağrısı da yoktur,
(uğursuzluk getiren bir) baykuş da yoktur." dediğini söylememiş miydin?
demiş. Ebû Hureyre de: "Bunu size ben söylemedim" karşılığım vermiş.
Zührî dedi ki: Ebû
Seleme, "Ebû Hureyre'nin bu hadisi rivayet ettiğini" (söyledi) ve:
"Ben Ebû Hureyre' nin bu hadisten başka (rivayet ettiği) bir hadisi
unuttuğunu duymadım." dedi.[154]
3912... Ebû
Hureyre'den rivayet olunduğuna göre; Rasûluilah (s.a):
"Hastalığın(sebepsiz
olarak) bulaşması, (uğursuzluk getiren) baykuş, (insanların kaderine hükmeden
bir) yıldız batması, (karında bulunan bir yılanın hareketlerinden doğan ve
başkalarına bulaşan bir) karın ağrısı yoktur" buyurdu.[155]
3913... Ebû
Hureyre'den rivayet olunduğuna göre; Rasûluilah (s.a):
“(Kırlarda çeşitli kılıklara
girerek insanların yolunu kaybettire-bilecek güce sahip bir) cin taifesi
yoktur" buyurmuştur.[156]
3914... Ebû
Dâvûd dedi ki: Eşheb (şöyle) dedi: (İmam) Mâlik'e, "lâ safere"
sözü(nün manası) soruldu da; "Ca hiliye halkı Safer ayını helâl (aylardan)
sayarlardı. (Sonradan) onu bi sene helâl, bir sene de haram saymaya başladılar.
Hz. Peygamber (s.a de onların bu âdetini kaldırmak için); "(Böyle bir sene
helâl, bir sen< de haram sayılan) bir Safer (ayj) yoktur" buyurdu"
cevabını verdi.[157]
3915...
Bakiyye dedi ki:
Ben Muhammed b.
Râşid'e hadisteki "hâm = baykuş" kelimesini sordum da;"
Cahiliye dönemi (halkı) 'Ölüp de defnedildikten sonra bir baykuş olarak
mezarından çıkmayan kimse yoktur' derlerdi, (işte hâm budur)" diye cevap
verdi.
(Bunun üzerine):
"Pekâla Safer nedir?" dedim. (Muhammed b. Râ-şid de): İşittiğime göre
cahiliye halkı Safer ayını uğursuz sayarlarmış da Peygamber (s.a):"Safer
ayında (bir uğursuzluk) yoktur" buyurmuş" dedi.
(Muhammed b. Râşid
sözlerine devam ederek şöyle) dedi: "Biz 'Safer, karında tutan bir
ağrıdır' diyeni de işittik. (Bu görüşte olan cahiliye halkı) 'bu ağrı (başkasına da) bulaşır' derlerdi. Bunun
üzerine (Hz. Peygamber), "Safer (denilen böyle bir ağrı) yoktur"
buyurdu."[158]
3916... Enes
(ra.)'den rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s.a): "Hastalık bulaşması da
yoktur, uğursuzluk da yoktur. Ben yararlı olan hayırlı ve uğurlu saymadan
hoşlanırım. Yararlı olan hayırlı ve uğurlu saymak ise, güzel söz(lerle yapılan
hayırlı yorumlar)dır" buyurmuştur.[159]
Tıyere:Bir şeyi
uğursuzluğa yormak, uğursuz saymak, bir şeyin uğursuzluk getireceğine inanmak
demektir. Cahiliyye dönemi halkı, bazı hayvanları ve olayları uğursuz sayar, bu
uğursuzluktan kurtulmak için bazı teşebbüslerden vazgeçerdiler.
İslâmiyet bu
uğursuzluk telakkisinin asılsız olduğunu ilan ederek, asılsız telakkiler
silsilesinden biri olan bu yanlış inancı da İnsanların kafasından silip atmak
suretiyle onların yolunu aydınlatmış, onları cahiliyetin pençesinden
kurtarmıştır.
3910 numaralı hadis-i
şerifte açıklandığı üzere, Fahr-i Kâinat Efendimiz hayvanlarda ve olaylarda
bizatihi böyle bir uğursuzluk verme gücü bulunduğuna inanmayı şirk saymış,
insanın kalbine böyle bir korku geldiği zaman bu korkunun kalpten
giderilebilmesi için Allah'a tevekkül etmenin yeterli olduğunu bildirmiş ve
ümmetine bu gibi durumlarda Allah'a tevekkül etmelerini tavsiye etmiştir.
Advâ: Hastalığın bir
hastadan diğer bir hastaya bulaşması demektir.
Bu mevzuda merhum
Kamil Miras şöyle diyor:
"Cahiliye
devrinde sâri hastalıkların ilâhi bir tesire tabi olmadan bizatihi sirayet
ettiği sanılırdı. İslâm akidesine göre her şeyde hakiki müessir Allah
Teâlâ'dır, Hadiste bu hakikat, "Bulaşıcı hastalıklar bizatihi sirayet
etmez" cümlesiyle ifade buyurulmuştur."[160]
Bezlü'l-Mechûd
yazarının açıklamasına göre, "Hastalık bulaşması konusunda üç türlü görüş
vardır:
1) Hastalık
bulaşır, hastalık bulaşmasının Allah'ın izni ve iradesiyle ilgisi yoktur. Bu
görüşün küfür olduğu açıktır.
2) Hastalık
Allah'ın dilemesiyle bulaşır. Fakat Allah'ın hastalığın bulaşmasını dilemesi
Allah hakkında zaruridir. Aksini dilemesi mümkün değildir.
Bu görüş de bâtıldır.
Çünkü Allah isterse bulaşıcı hastalığa yakalanmış kimseler arasında bulunan bir
kulunu o hastalığa yakalanmaktan koruyabilir.
3) Hastalık
bulaşması Allah'ın dilemesine bağlı olarak vardır. Allah dilerse bulaşıcı bir
hastalık başkasına geçebilir, dilemezse geçmez."
İşte hadis-i şerifte
ifade edilen hastalık bulaşmasından anlaşılan bu üçüncü görüştür ki ehl-i
sünnet ulemasının bu mevzudaki görüşü de budur.
Bazıları kelimelerin
zahirine bakarak, 3911 ve 3912 numaralı hadisler-deki, "!â adve"
kelimesini "hastalık bulaşması yoktur" şeklinde anlamışlar ve 3912
numaralı hadisin sonundaki "Develeri sağlıklı olan kimseler develerini,
develeri hasta olan kimselerin develerinin yanma götürüp de onlarla
karıştırmasınlar" mealindeki cümlelerle, "Cüzzamlıdan aslandan kaçar
gibi kaçın"[161]
hadisini de seddü'z-zerâyi' kabilinden bir yasaklama olarak te'-vil etmişler.
Yani develerin birbirine karışıp da birbirlerine benzerlikleri sebebiyle hangi
devenin kime ait olduğunun bilinmemesi durumuna düşülmesini önlemek için
getirilmiş bir yasak olarak yorumlanmıştır.
Ancak ulemanın büyük
bir kısmı; bu mevzuda aslolan hastalıklı hayvanları karıştırmayı yasaklayan ve
cüzzamlıdan kaçmayı emreden hadis-i şeriflerdir. Çünkü yüce Allah, dünyadaki
bütün hâdiseleri bir sebebe bağladığı gibi hastalığın bulaşmasını da hastalık
mikrobu taşayan kimselerle veya eşya ile temas etmeye bağlamıştır. Bu temas
sağlandığı zaman Allah'ın izni ile hastalık bulaşabilir, demişlerdir. Hadisi bu
şekilde anlayan mezkûr İslâm âlimleri, hadis-i şerifte geçen "hastalık
bulaşması yoktur" sözünü ise, hastalık bulaşması için Allah'ın bir kanun
olarak koyduğu hastaya dokunmak gibi bir sebep bulunmaksızın hastalık bulaşması
olamaz, şeklinde anlamışlardır ki umumun tasvibine mazhar olan görüş de budur.
Esasen Fahr-i Kâinat Efendimiz, bedevinin "bizim geyik gibi sihhath
develerimiz uyuz develerin yanına varınca niye hastalanıyorlar?" sorusuna
"Ya birinciye bu hastalığı kim bulaştırdı?" karşılığını vermekle, bu
bulaşmanın Allah'ın iznine bağlı olduğunu çok veciz bir şekilde açıklamıştır.
Çünkü bedevi, "birinci deveye falan deveden bulaştı" cevabını verdiği
takdirde kendisine aynı sual sorulmaya devam edilecek ve nihayet bu hastalığın
kendisinde ilk görülen deveye hastalığı Allah'ın verdiği anlaşılacaktır.
Hâme: Baykuş demektir.
Cahiliye dönemi halkı evlerinin üzerine bir baykuş konduğu zaman onun o ev
halkından birinin öleceğini haber vermek için geldiğine inanırlardı.
Hadis-i şerifteki
"Baykuş yoktur" sözüyle bu inancın batıl olduğu anlatılmak
istenmektedir. İmam Mâlik'in görüşü budur.
İkinci bir tefsire
göre, cahiliye dönemi arapları baykuşların, ölen kimselerin dünyaya dönen
ruhları olduklarına inanırlardı. Hadisteki "Baykuş yoktur" sözüyle
yıkılmak istenen inanç budur. İslâm ulemasının büyük çoğunluğunun tasvibine
mazhar olan görüş budur.
Guvl: Eski arapların
inancına göre çeşitli renk ve kılıklara girerek insanlara görünen ve onları
yollarından sapıtıp helak eden bir nevi şeytandır. Kırlarda yaşar. Peygamber
(s.a) bunu da iptal etmiştir. Cumhur ulemanın kavli budur. Ulemanın bazılarına
göre ise hadisin manası, guvlü inkâr etmek değil sadece arapların itikadını
iptaldir. Binaenaleyh "guvl yoktur" cümlesinden murad, guvl hiç
kimseyi yolundan saptırmaz, demektir.[162]
Nev': Hattâbî'ye göre
"yıldız" demektir. Ebû İshak ez-Zeccâc, garbta batan yıldızlara
enva', şarkta doğanlara bevârih denildiğini söylüyor. Bu hususta Tecrid
Tercümesi'nde şu malumat verilmektedir:
"Nev'in cemi
enva' gelir. Enva' ayın menzilleri (burçlar) manasına gelir, yirmisekiz
adettir. Ay her gece bunlardan bir menzilde bulunur. Bu menzillerden herbiri o
sema sahasında bulunan yıldızlardan birinin ismiyle anılır.
Araplar bu yıldızlardan
birinin fecir zamanında batmasıyla birlikte onun devamlı olarak ters
istikametinde bulunan yıldızın o saatte doğmasına nev' derler. Onun için lügat
alimlerinin kimi yıldızın batmasına kimi de doğmasına kimisi de her ikisine
birden nev' denildiğini söylerler. Bu nev'ler birbiri arkasından onüçer gün
fasıla ile battığında ve aksi istikametindeki yıldız da doğduğunda, o müddet
zarfında yağmur, rüzgâr, soğuk, sıcak, bereket her ne olursa batan yıldıza
izafe edilir ve filan şey filan yıldızın nev'inde (batmasında) vaki oldu
derlerdi."[163]
Rasûl-i Zîşan
Efendimiz, "Nev' yoktur" sözüyle bu bâtıl İnancı kökünden yıkmıştır.
Safer: Hicrî tarihin
ikinci ayının adıdır. Cahiliye devrinde araplar nesîe usulüne göre Muharrem
ayının haramlığını Safer'e naklederlerdi ve bu suretle Safer ayını haram
sayarlardı. Nitekim yüce Allah müşriklerin bu çirkin hallerini Tevbe sûresinin
37. âyet-i kerimesinde bize açıklamaktadır. Rasûl-i Ekrem Efendimiz bunu da
menedip "Artık Safer ayı için hürmet yoktur" buyurmuştur. Asrı saadetten
zamanımıza kadar devam edip gelen halk telakkisine göre bu ayda kıyılan nikâhı
devamsız sayarlar. Hatta halk arasında bu aya boş ay derler. "Sa ferde
uğursuzluk yoktur" buyurulmakla bu telakki men olunmuştur. Buharî'nin bir
rivayetine göre Hz. Âİşe "Benim nikâhım da zifafım da safer ayında
idi" buyurduklarına göre, Rasûl-i Ekrem bu hurafe fikrinin izalesine
fiilen de çalışmıştır.[164]
İkinci bir te'vile
göre bu hadis-i şerifteki Safer kelimesinden maksat, cahiliye araplarmın
insanın karnında yaşadıklarına inandıkları yılan gibi bir hayvandır. İnsan
acıktığı zaman o hayvan çoğu zaman heyecanlanıp sahibini öldürür. Hatta buna
uyuz hastalığından daha bulaşıcı sayarlardı. Neve-vî'nin açıklamasına göre
Safer kelimesinin sahih tefsiri budur. Mutarrif, İbn Vehb, İbn Habib, Ebû Ubeyd
ve diğer birçok ulemanın kavilleri de budur. Nevevî'nin beyanına göre, burada
her iki tarafın da kast edilmiş olabileceği, her iki anlamdaki Saferin de bâtıl
ve asılsız olduğu bildirilmektedir.[165]
Ancak cahiliye
halkının karın ağrısı hakkındaki bu yanlış telakkisini, bugünkü ilmî
gerçeklerin ışığında tesbit edilen karındaki solucan, tirişin ve tenyalarla
karıştırmamak gerekir. Hadiste reddedilen bunlar değildir. Her ne kadar
İslâm'da uğursuzluk inancına yer yoksa da bir şeyi hayırlı veya uğurlu saymak
(tefe'ül) makbuldür. Nitekim Hudeybiye'de Kureyşliler müslümanları müşkül bir
vaziyete soktuğu sırada, Kureyş tarafından muahede akdine mezun bir heyetin,
Süheyl b. Amr'ın riyaseti altında gelmekte olduğu duyulunca Rasûl-i Ekrem'in
uysallık ve yumuşaklık ifade eden Süheyl adıyla tefe'ül ederek ashabına,
"Artık işiniz kolaylaştı" buyurması[166]
buna delâlet ettiği gibi, mevzumuzu teşkil eden 3916 numaralı hadisi şerif de
bunun caiz olduğunu ifade etmektedir.[167]
3917... Ebû
Hureyre (r.a)'den rivayet olunduğuna göre;
Rasûlullah (s.a),
hoşuna giden bir söz işitmiş de (bu sözü söyleyen kimseye):
"Senin uğurunu
ağzından aldık" buyurmuş.[168]
3918... Atâ
(r.a)'dan rivayet olunmuştur; dedi ki:
"Halk; Safer,
karında tutan bir ağrıdır, diyor." (Bu hadisi Atâ'-dan rivayet eden İbn
Cüreyc dedi ki); Ben(de Atâ'ya); "Pekâlâ) baykuş nedir? diye sordum. (Atâ
şöyle) cevap verdi:
Halk, (evlerin üzerine
konup da acı acı) öten baykuş, halk baykuşudur, diyor. (Aslında bu baykuş
ölünün kemiğinden ya da başından çıkıp da baykuş şekline giren ve sady ismi
olan) insan baykuşu değildir. (Senin sorduğun) baykuş, sadece (bildiğimiz) bir
hayvandır.[169]
3919... Urve
b. Amr el-Kureşî dedi ki:
Peygamber (s.a)'in
yanında (bir şeyle karşılaşmayı iyiye veya) kötüye yorma(nın hükmünden)
bahsedildi de Peygamber (s.a) şöyle buyurdu:
"Bu yorumların en
iyisi iyiye yormaktır. (Aslında bir şeyi kötüye yorumlamak bile) bir müslümam
(yapılması gereken bir işi yapmaktan) geri eeviremez. (Binaenaleyh) sizden
biriniz hoşlanmadığı bir şeyi görünce;
'Ey Allah'ım,
güzellikleri senden başkası veremez. Kötülükleri de senden başkası önleyemez.
Binaenaleyh, (kötülüğü önlemek için gerekli olan) güç de (güzelliği elde etmek
için gerekli olan) kuvvet de ancak senindir* diye dua ediniz.”[170]
3920... Ebû
Büreyde(nin) babasından rivayet olunduğuna göre;
Peygamber (s.a) hiç
bir şeyi uğursuz saymazmış. (Bir yere) bir tahsildar göndereceği zaman (önce)
ismini sorarmış, eğer (onun) ismini beğenirse bu isimden memnun olurmuş ve bu
sevinç yüzünde görülür-müş. Eğer beğenmezse bu hoşnutsuzluk yüzünde görülürmüş,
(fakat böyle hoşa gitmeyen bir isimle karşılaşmayı kötüye yormazmış).
Bir köye girdiği zaman
da (yine köyün ismini sorarmış, eğer (köyün) ismini beğenirse sevinirmiş ve bu
sevinç(in belirtileri yüzünde görülürmüş). Eğer (köyün) ismini beğenmezse bu
hoşnutsuzluk yüzünde görülürmüş, (fakat böyle hoşa gitmeyen bir isimle
karşılaşmayı kötüye yormazmış).[171]
3921... Said
b. Mâlik'den (rivayet olduğuna göre; Rasûlullah (s.a);
"(Uğursuzluk
getiren bir) baykuş da yoktur, (kendiliğinden zuhur eden bir) hastalık
bulaşması da yoktur, uğursuzluk da yoktur. Eğer bir şeyde uğursuzluk olursa (o
da sert başlı) atta, (isyankâr) kadında ve (dar) evde olur" buyurmuş.[172]
3922...
Abdullah b. Ömer'den rivayet olduğuna göre; Rasûlullah (s.a):
"Uğursuzluk (dar)
evde, (isyankâr) kadında, (sert başlı) attadır" buyurmuştur.
Ebû DâvOd dedi ki: (Bu
hadis) Haris b. Miskîn'e okundu, ben de orada idim. Kendisine: (Bunu) sana İönü
'/-Kasım haber verdi mi? diye soruldu. (Haris b. Miskin de şöyle) dedi:
Kadındaki ve evdeki uğursuzluk (İmam) Mâlik 'e soruldu da, "Nice evler
var ki onlarda oturan insan/ar helak oldular. Sonra onlara başkaları oturdu,
(onlar da) helak oldular. Bizim görüşümüze göre bu (durum, bu hadisin) tefsiridir.
Allah daha iyi bilir" cevabını verdi.
Yine Ebû Davûd dedi
ki: Ömer (r.a); evdeki bir hasır çocuk dünyaya getirmeyen bir kadından daha
hayırlıdır" buyurdu.[173]
3923...
Ferve b. Müseyk'den rivayet olmuştur; dedi ki:
Ben (Peygamber (s.a)'e;
Ey Allah'ın Rasûlü,
bizim elimizde "Ebyen" denilen bir arazi var. Bu bizim çiftliğimizin
ve ziraat mahsullerimizin arazisidir; ve bu arazide veba hastalığı vardır.
-Yahutla buranın vebası çok şiddetlidir.-(Ne yapmamı tavsiye edersiniz)? diye
sordum.
"Orayı terket.
Çünkü ölüm (böyle bulaşıcı hastalıklara) yakın durmaktan ileri gelir"
buyurdu.[174]
3924... Enes
b. Mâlik (r.a)'den rivayet olunduğuna göre;
Bir adam Hz.
Peygamber'e gelerek);
Ey Allah'ın Rasûlü,
biz bir evde yaşıyorduk; orada (iken) sayımız ve mallarımız çoktu. Derken
başka bir eve göç ettik, orada ise sayımız da azaldı mallarımız da, demiş.
Rasûlullah (s.a) da:
“Kölü bir yer olduğu
için orayı terkediniz" buyurmuş.[175]
3925...
Câbir (r.a)'den rivayet olunduğuna göre:
Rasûlullah (s.a); bir
cüzzamlının elini tutarak onu kendi (eli) ile birlikte (yemek) kab(m)a koymuş
ve;
"Allah’a
güvenerek (benimle birlikte) ye, ben de Allah'a güveniyorum" buyurmuş.[176]
3917 ve 3819 nunıaraiı
hadis-i şeriflerde "fe'l" (iyiye yormak, tefe'ül) kelimesiyle 3918 ve
3921 numaralı hadis-i şeriflerde geçen "tıyâre" (uğursuzluğa yormak)
kelimesi ve 3921 numaralı hadis-i şerifte geçen "advâ" (hastalık
bulaşması) kelimesini 3910-3916 numaralı hadis-i şeriflerin şerhinde
açıklamıştık.
Bu açıklamamızda ise 3921
ve 3922 numaralı hadislerde söz konusu olan ev, kadın ve attaki uğursuzluk ile
bir memleketin uğursuzluğu ve veba, cüz-zam gibi bulaşıcı hastalıklardan
kaçmanın gerekip gerekmediği konularını ele alacağız.
Bu konuda merhum Ahmed
Davudoğlu şöyle diyor:
Ulema bu rivayetlerde
belirtilen üç şeyde uğursuzluk olup olmadığında ihtilâf etmişlerdir. İmanı
Mâlik ile bir cemaata göre rivayetlerden murad, zahirî manalarıdır. Allah Teâlâ
bir evi zarar ve ölüme sebep halk eder. Muayyen bir kadın ve at yahut ev de Allah'ın
kaza ve kederiyle bazen helâka sebep olabilir. Hadisin manası; bazen bu üç
şeyde uğursuzluk hasıl olur, demektir.
Hattâbî ile diğer
birçok ulema bu rivayetlerdeki üç şeyin memnu olan teşe'umden (uğursuz
saymadan) istisna edildiğine kail olmuşlardır. Bu görüşte olan ulemaya göre bu
hadisin manası; "Teşe'üm yasaktır, fakat bir kimsenin içinde oturmaktan
hoşlanmadığı bir evi, beraberce yaşamaktan hoşlanmadığı bir hanımı veya
hoşlanmadığı bir atı varsa onlardan ayrılsın" demektir.
Bazıları da,
"Evin uğursuzluğu darlığı ve komşularının kötülüğünden ibarettir. Kadının
uğursuzluğu doğurmaması, gevezeliği ve şüpheli işler yapmasıdır. Atın
uğursuzluğu ise üzerinde harp edilmemesi yahut fiyatının pahalılığı,
hizmetçinin uğursuzluğu ise kötü ahlâklı olması, kendisine ısmarlanan şeylere
kulak asmaması gibi şeylerdir" demişlerdir. Aynî diyor ki: "Bu babda
sahih olan mana teşe'ümün bütün nevileriyle ibtal edilmesidir. Resü-lullah
(s.a)'in "Teşe'üm yoktur; uğursuzluk üç şeydedir" buyurması cahili-ye
devrinin itikadını hikâyedir. Çünkü o devirde araplar bu üç şeyde uğursuzluk
olduğuna inanırlardı. Yoksa bu hadis 'Müslümanların itikadınca üç şeyde
uğursuzluk vardır' manasını ifade etmez."
Bu rivayetlerin
bazısında Rasûlullah (s.a)'ın; "Eğer uğursuzluk namına bir şey varsa (bu)
atta, kadında, evdedir" buyurmuş olması bizce bu bab-daki ihtilâfa meydan
vermeyecek kadar açıktır. Çünkü hadisin manası şudur: "Eğer uğursuzluk
namına bir şey sabit olsaydı şu üç şeyde sabit olurdu, lâkin uğursuzluk namına
bir şey sabit olmamıştır. Binaenaleyh bunlarda da uğursuzuk yoktur."
Hz. Âişe'nin bu hadisi
işittiği vakit kızdığı ve üzerinden bir elbise parçasının havaya uçtuğu diğer
bir parçasının da yere düştüğü rivayet olunur. Âişe (r.anha) bu hadisi işittiği
zaman yemin ederek şunları söylemiştir: "Kur'an-ı Kerim'i Muhammed (s.a)'e
indiren Allah'a yemin ederim ki, Rasûlullah {s.a) bu sözleri asla
söylememiştir. O ancak cahiliye devri insanlarının bunlardan teşe'üm
ettiklerini söylemiştir.”[177]
Kadı Iyaz'ın beyanına
göre ulemadan bazıları bu babda şunları söylemişlerdir:
"Hadislerde geçen
bu kısımlar bir araya getirilirse insanın karşılaştığı bu tür tehlikelerin üç
adet olduğu ortaya çıkar:
Birincisi; zarar
kendisiyle hasıl olmayan, ammenin ve hassanın da âdetini teşkil etmeyen ki
buna iltifat edilmez. Şeriat da buna kıymet vermeyi yasak etmiştir. Bu tıyâre
yani teşe'ümdür. İkincisi; nadiren vuku bulan ve umumi zarara sebep olan
kısımdır, taun gibi. Onun bulunduğu yere gidilmez ve o yerden çıkılmaz.
Üçüncüsü; hususidir. Ev, at ve kadın gibi ki boy-İçlerinden kaçmak
mubahtır."[178]
Her ne kadar atta,
kadında ve evde uğursuzluk olmayacağını ifade eder
3921 numaralı hadiste bu üç yaratıkta uğursuzluk
bulunabileceğini ifade eder
3922 numaralı hadis arasında zahiren bir çelişki
göze çarpmakta ise de, as hnda bu iki hadis arasında hiçbir çelişki yoktur.
Çünkü Bezlü'l-Mechûd ya zarının da açıkladığı gibi uğursuzluk iki çeşittir:
1)
Gerçekten, zahirde mevcut olan uğursuzluk.
2) Zahirde
vücudu olmadığı halde var olduğu vehmedilen uğursuzluk. Bazı kimseler
kendilerine ait olan bazı şeylerde uğursuzluk bulunduğuna inanarak bu türden
bir vehim hastalığı içine düşerler. Kafalarına yerleşen bu varsayım kendilerine
öyle hükmetmeye başlar ki zamanla hastalık haline dönüşür.
Onları bu hastalıktan kurtarmanın
en kestirme yolu bu kimselerin o şeylerle ilgisini kesmektir. İşte 3921
numaralı hadiste nefyedilmek istenen ve tamamen soruyu yönelten kişinin
şahsıyla ilgili olan ikinci türden bir uğursuzluktur. 3922 numaralı hadis-i
şerifle varlığından bahsedilen uğursuzluk ise üçüncü türden uğursuzluk
olabilir. Günümüzde bazı şeylerin kendisine uğursuzluk getirdiği vehmine
kapılan kimseleri tedavi için "telkin ile tedavi" denilen bir tedavi
yöntemi uygulanmaktadır. Kendilerini terketmek ev ve at kadar kolay olmayan
şeylerin kendisine uğursuzluk getirdiğine inanan kimseler için bu tedavi
usulünden başka bir yöntem yoksa da, ev ve at gibi terkedilmesi kolay olan
şeylerden vehme kapılan hastaların en kısa yoldan tedavisi onu terketmeleridir.
Evlerdeki uğursuzluk
bazen evin darlığı, havasının bozukluğu ve cinlerin karargâhı haline
gelmesiyle de ilgili olabilir. Bu durumda orada gerçekten bir uğursuzluk var
demektir.
3925 numaralı hadis-i
şerifte ise, Hz. Peygamber'in cüzzamhnın elinden tutup onunla yemek yediği
ifade edilmektedir.
Bu hadis-i şerif
zahiren, "Cüzzamlılara devamlı bakılmamasını" ifade eden hadis[179] ile
cüzzamlıdan arslandan kaçildığı gibi kaçılmasını emreden hadise[180] ve
Hz. Peygamber'in bir cüzzamlı ile beyattan çekindiğini ifade eden hadise[181] ters
düşmekte ise de aslında burada böyle bir çelişki yoktur. Bu hususta Sayın A.
Osman Koçkuzu şunları kaydetmekledir:
"...Peygamberimizden
menkul bu iki durum üzerinde fikirler beyan edilmekte; meselâ Hz. Ömer nesha
kail bulunmaktadır. Yani kişiden ictinab ve kaçınma neshedilmiştir. Fakat
kaynakların belirttiğine göre burada nesh mevcut değildir. Bilâkis hadislerin
arası cem' edilebilir. Yerine göre çekingen davranma ve ihtiyat, yerine göre
temas emredilmektedir. Tıb yönünden de durum aynıdır. Daha önceleri uzaktan
hastalıkları teşhis ve tedavi edilen cüz-zamlılar bugün kendilerine daha yakın
muamele görmektedirler. Neshi kabul etmeyenlerin, etmeyiş sebepleri beyan
edilmemiştir. Belki de mesele bir şer'î hüküm olaralk mütaala
edilmemektedir."[182]
Aslında cüzzamlı ile
temasta korkuya kapılması gereken biri varsa o da cüzzamlı değil cüzzamlıya
temas eden kimsedir. Böyleyken Hz. Peygamber'in elinden tuttuğu cüzzamlıya,
"Korkma, Allah'a güvenerek benimle ye" diyerek ona cesaret vermeye
çalışması açıklığa kavuşturulması gereken bir husustur. Bezlü'l-Mechûd
yazarının açıklamasına göre, burada cüzzamhnın korkusu kendi şahsı ile ilgili
değildir. Onun korkusu hastalığının Hz. Peygam-ber'e geçmesiyle ilgilidir.
Fahr-i Kâinat Efendimiz onun bu korkusunu bildiği için ona cesaret vermek
gayesiyle bu sözü söylemiştir.
Şafiî ulemasının
ekserisine göre; Hz. Peygamber cüzzamlıdan kaçılmasını emrederken
hastalıkların bir kimseden diğer bir kimseye geçmesinde bir takım sebeplerin
bulunduğuna ve bu sebeplerden kaçınmak gerektiğine, hastaya yakın durmanın da
bu sebeplerden biri olduğuna işaret ettiği gibi; cüz-zamlının elini tutarken de
bu sebeplerin hakiki bir sebep olmayıp ancak Allah'ın izni ve İradesiyle bir
tesir İcar edebileceklerine, Allah'ın izni ve iradesi olmadıkça, hiçbir tesir
icra edemiyeceklerine işaret buyurmuştur.
Kadı Ebû Bekir
el-Bâkillânfye göre; Hz. Peygamber bir hadisinde, "Hastalık bulaşması
yoktur"[183] derken diğer bir
hadisinde de "Cüzzamlıdan, aslandan kaçar gibi kaçınız" buyurmakla,
her hastalık bulaşıcı değildir, ancak cüzzam gibi bazı hastalıklar bulaşabilir
demek istemiştir.
Bazılarına göre,
"Hastalık bulaşması yoktur" sözü, hastalıklar öyle kendiliklerinden
bulaşivermezler, hastalıkların bulaşmasını sağlayan hastayla bir arada
bulunmak, onun teneffüs ettiği havayı tenefüs etmek gibi bir takım âmiller
vardır anlamında söylenmiştir.
İbn Kuteybe'ye göre;
cüzzamın bulaşmasını sağlayan âmil onun vücuduna dokunmak değil, onun
vücudundan çıkan pis kokuları teneffüs etmektir.
Bazılarına göre de
cüzzamlıdan kaçmayı emreden hadis-i şerif tamamen cüzzamhnın psikolojisiyle
ilgilidir. Şöyle ki, bir cüzzamlı sağlıklı bir kimseyi gördüğü zaman,
rahatsızlığına daha çok üzülür, sıkıntısı iyice fazlalaşır.[184]
[1] Tirmizî, tıb 1; İbn Mâce, tıbb 1; Ahmed b. Hanbel, III,
156.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/487.
[2] Bakara, (2) 185.
[3] Nisa, (4) 29.
[4] Bakara, (2) 196.
[5] Kamil Mirasi Tecrid-i Sarih Tercümesi, VII, 75.
[6] Vedadi Efendi, Tekmile-i Tercüme-i Tarikat-ı
Muhammediyye, 38-39.
[7] Müslim, birr 52.
[8] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/488-489.
[9] Tirmizî, tıb I; İbn Mâce, tıb 3; Ahmed b. Hanbel, VI,
364.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/489-490.
[10] Adunî, Keşfü'1-Hafâ, II, 214.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/490.
[11] Buharı, tıb 13; Müslim, mü'sâkâl 62, 63; Ebû Dâvûd,
nikâh 26; Tirmizî, büyü 48, tıb 9, 12; İbn Mâce, tıb 20; Muvatta, isti'zan 27;
Ahmed b. Hanbel, I, 18, III, 108, 182, V, 9, 15, 19.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/491.
[12] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/491.
[13] Buhari, tıb 3, 4, 15, 17; Müslim, selam 71; İbn Mace,
tıb 23; Ahmed b. Hanbel, I, 246, III, 343, IV, 146, VI,401.
[14] Tirmiiz, tıb 12; İbn Mace, tıb 20.
[15] Ahmed b. Hanbel, I, 354.
[16] Denizkuşları Mahmud, Peygamberimiz ve Tıp, 87.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/491-492.
[17] İbn Mace, tıb 21.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/492-493.
[18] Tirmizi, tıb 12; Ahmed b. Hanbel, I, 234, 241, 316,
324, 333.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/493.
[19] Aliyyü'l-Kâr, Mirkâtü’l-Mefâtih, IV, 505.
[20] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/493-494.
[21] Tirmizi, tıb 12; İbn Mace, tıb 22.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/494.
[22] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/495.
[23] Ahmed b. Hanbel, III, 305, 357, 382.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/495.
[24] Marifetname, IV, 98.
[25] Ahmed b. Hanbel, III, 300.
[26] Buharı, sayd 11, savın 22, tıb 12, 14, 15; Müslim, hac
87, 88; Ebû Dâvûd, menâsik 35.
[27] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/495-496.
[28] Müslim, selâm 73; Ahmed b. Hanbel, III, 315.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/496-497.
[29] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/497.
[30] Buharî, tıb 3; Tirmizî, tıb 10; tbn Mâce, tıb 23;
Ahmed b. Hanbel, IV, 156, 427, 430, 444, 446.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/497-498.
[31] Müslim, selâm 74;Tirmizî, tıb 11; İbn Mâce, tıb 24;
Ahmed b. Hanbel, IV, 65, V, 378.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/498.
[32] Nisa, (4) 78.
[33] Ahmed b. Hanbel, IV, 249, 251.
[34] Buharî, tıb 4.
[35] Buharî, tıb 1; Ahmed b. Hanbel, I, 377, 413, III, 156, IV, 278.
[36] İbn Kuleybe, Hadis Müdafaası, 432-434.
[37] Hatiboğlu Haydar, Sünen-i İbn Mâce Tercemesi ve Şerhi,
IX, 251-252.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/498-500.
[38] Buharî, tıb 9; Müslim, müsâkât 65, selam 76; Tirmizi,
tıb 9, 12, 22.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/500.
[39] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/501.
[40] lbn Mâce, tıb 40; Ahmed b. Hanbel, II, 294.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/501.
[41] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/501-502.
[42] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/502.
[43] Edebiyat Lügati, 178.
[44] Karaman Hayreddin, İslâmın Işığında Günün Meşkleri, 2.
b. 67-68.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/502-504.
[45] Tirmizî, tıb 7; İbn Mâce II; Ahmed b. Hanbel, II, 305,
444, 478.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/504.
[46] İbn Mâce, sayd 10; Nesâî, sayd 36; Dârimî, edâhi 26;
Ahmed b. Hanbel, III, 453, 499.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/504-505.
[47] Buharı, tıb 56; Müslim, imân 175; Tirmizî, tıb 7;
Nesâî, cenâiz 68; Dârimî, diyât 10; Ahmed b. Hanbel, II, 254, 478.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/505.
[48] Müslim, eşribe 12; İbn Mâce, tıb 27; Tirmizî, tıb 8;
Ahmed b. Hanbel, III, 311, 317, IV, 293, VI, 399.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/505.
[49] Buharı, tıb 1; Müslim, selâm 69, fedâilü's-sahâbe 92;
ibn Mâce, tıb 1; Ebû Dâvûd, tıb l;Tirmizî, tıb 2; Ahmed b. Hanbel,
1,377,413,443,446, 111,335, IV, 278, 315, V, 371.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/505-506.
[50] Buharı, eşribe 15.
[51] Buharı, tefsir sûre (5) 5, cihad 152, diyât 22;
Müslim, kasâme 9-11.
[52] Karaman Hayreddin, İslâmın Işığında Günün Meseleleri,
I, 202-205.
[53] Karaman Hayreddin, a.g.e, 212.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/506-508.
[54] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/508.
[55] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/508-509.
[56] Buharı, etime 43, tıb 52, 56; Müslim, eşribe 155;
Ahmed b. Hanbel, I, 168, 177, 181.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/509.
[57] Denizkuşlan Mahmud, Peygamberimiz ve Tıb, 107.
[58] Denizkuşları, M, A.g.e., 107-108.
[59] Buharı, da'avât 69; Müslim, zikir 5, 6; Ebû Dâvûd,
vitr 1.
[60] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/509-510.
[61] Buharı, tıb 21, 23, 26; Müslim, selâm 86, 87; İbn
Mâce, tıb 13; Ahmed b. Hanbel, VI, 355, 356.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/510-511.
[62] Denizkuşları Mahmud, A.g.e., 100-101.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/511-512.
[63] Ebû Dâvûd, libas 13; Tirmizî, cenâiz 18, edep 46;
Nesâi, cenâiz 38, zîne 97; İbn Mâce, cenâiz 12, libas 5; Ahmed b. Hanbel, 1,
247, 328, 355, 363, V, 10, 12, 13, 17-19, 21.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/512.
[64] el-Benna, A, el-Felhû'r-Rabbânî, XVII, 309.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/512-513.
[65] Buharî, tıb 36, libas 86; Müslim, selâm 41, 42;
Tirmizî, tıb 19; Muvatta, ayn 21; Ahmed b. Hanbel, I, 274, 294, II, 222, 289,
319, 420, 439, 487, IV, 56, V, 80, 379.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/513.
[66] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/513.
[67] Mevâhib-i Ledünniye Tercemesi, II, 290.
[68] el-Münavî Abdurrauf, Feyzü'l-Kadîr, IV, 397.
[69] Müslim, selâm 42.
[70] Davudoğlu, A. Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, IX,
607.
[71] Ahmed b. Hanbel, III, 486; Muvatta, ayn 2.
[72] Mevâhibi Ledüniyye Tercümesi, II, 292-293.
[73] A.g.e., II, 291-292.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/514-515.
[74] İbn Mâce, nikâh 61; Ahmed b. Hanbel, VI, 453, 457,
458.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/515-516.
[75] Müslim, nikâh 140, 141; Tirmizi tıb 27; Nesâî, nikâh,
54; Dârimî, nikâh 33; Muvatta, radâ 17; Ahmed b. Hanbel, VI, 361, 434.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/516.
[76] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/516-517.
[77] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/517.
[78] Buharı, merzâ 20, 38, 40; Müslim, selâm 46-49;
Tirmizî, da'avât 111; İbn Mâce, cenâiz 46, tıb 19, 36, 39; Ahmed b. Hanbel, IV,
259, VI, 44, 45, 50, 108, 109, 114, 120, 125, 126, 127, 131, 208, 261, 278,
280.
Sünen-i Ebu Davud Terceme
ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/517-518.
[79] Buharı, tıb 17; Müslim, iman 374; Tirmizî, tıb 15;
Ahmed b. Hanbel, I, 271, III, 118, 119, 127, 486, IV, 436, 438, 446.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/518-519.
[80] Mollamahmutoğlu O. Zeki, Sünen-i Tirmizî Tercemesi,
III, 443.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/519.
[81] İbn Mâce, tıb 19.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/520.
[82] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/521.
[83] Müslim, selâm 64.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/522.
[84] Ahmed b. Hanbel, IV, 372.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/522.
[85] Ahmed b. Hanbel, III, 486.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/522-523.
[86] Buharî, tıb 17; Müslim, iman 374, selâm 52, 57, 58;
Tirmizî, tıb 15; İbn Mâce, tıb 34; Ahmed b. Hanbel, I, 271, III, 118, 119, 127,
486, IV, 436, 438, 446.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/523-524.
[87] Mevâhib-i Ledünniye Tercümesi, II, 288.
[88] Tatmin, (66) 3.
[89] Ahlâk Hadisleri, II, 482-483.
[90] Râmuzu'l-I hadis, III, 480.
[91] Buharî, tıb 36; Muvalta, ayn 1, 2; İbn Mâce, tıb 32.
[92] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/524-526.
[93] Buharî, tib 38, 40; Tirmizî, cenâiz 4.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/526.
[94] Şuarâ, (26) 80.
[95] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/527.
[96] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/527.
[97] Buharî, meğâzî 83, fedâilü'l-Kur'an 14, tib 32, 41; Müslim,
selâm 50, 51; İbn Mâce, tıb 38; Muvalta, ayn 10; Ahmed b. Hanbel, VI, 104, 114,
124, 256, 263.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/527-528.
[98] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/528.
[99] Ahmed b. Hanbel, VI, 21.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/528-529.
[100] Bakara, (2) 143.
[101] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/529.
[102] Tirmizî, da'avât 93; Muvatta, şi'r 9; Ahmed b. Hanbel,
II, 181, IV, 57, VI, 6.
Sünen-i Ebu Davud Terceme
ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/529-530.
[103] Nevevî, el-Ezkâr, (Çev: Abdülhalık Duran), 125-126.
[104] Muhammed b. Allan, el-Fütühâlü'r-Rabbâniyye, III,
185-186.
[105] Mü'minûn, (23) 98.
[106] Seyyid Sabık, Fıkhu's-Sünne, I, 495-496.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/530-531.
[107] Buharı, megâzi 38; Ahmed b. Hanbel, IV, 98, 170.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/531.
[108] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/531.
[109] Buharı, tıb 38; Müslim, selâm 54; İbn Mâce, tıb 36;
Ahmed b. Hanbel, VI, 93.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/531-532.
[110] Davudoğlu A, Sahih-İ Müslim Tercüme ve Şerhi, IX,
624-625.
[111] eş-Şerkavî Abdullah İbn Hicazı, Fethu'l-Mübdî bi-şerhi
Muhtasan'z-Zebîdî, III, 298.
[112] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/532.
[113] Ahmed b. Hanbel, V, 211; Ebû Dâvûd, hadis No: 3420.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/532-533.
[114] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/533.
[115] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/534.
[116] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/534.
[117] Müslim, zikr 55, İbn Mâce, tıb 38.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/535.
[118] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/535-536.
[119] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/536.
[120] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/536.
[121] Buharı, icâre 16, tıb 33, 39; Müslim, selâm 65, 66;
Ebû Dâvûd, büyü 37, tıb 19; Tirmizî, tıb 20; İbn Mace, ticârât 7; Ahmed b. Hanbel,
III, 3, 10, 44.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/536-537.
[122] Ebu Dâvîid, büyü 37; Ahmed b. Hanbel, V, 211.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/538.
[123] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/539.
[124] Buharî, megazî 83, fedâilü'l-Kur'an 14, tıb 22;
Müslim, selâm 50, 51; İbn Mâce, tıb 38; Muvatta, ayn 10; Ahmed b. Hanbel, I,
222, 325, 336, VI, 114, 117, 263, 274.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/539.
[125] Buharı, tıb 39, da'avât II, İbn Mâce, dua 15.
[126] Davudoğlu A, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, IX, 619.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/539-540.
[127] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/540.
[128] İbn Mâce, et'ime 37.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/540-541.
[129] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/541.
[130] Seharnefurî, Bezlü'l-Methûd, XVI, 232.
[131] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/541.
[132] Tirmizî, tahâre 102; İbn Mâce, tahâre 122; Dârîmî,
vudû 114; Ahmed b. Hanbel, II, 408, 429, 476, IV, 108.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/541-542.
[133] Davudoğlu A, İbn Âbidin Terceme ve Şerhi, I, 46.
[134] Müslim, selâm 125; Ahmed b. Hanbel, II, 429, IV, 68.
[135] Çev: Serdaroğlu A, İslâmda Helâller ve Haramlar, II,
319.
[136] Tirmizî, tahâre 103.
[137] Çev: Serdaroğlu A, İslâmda Helâller ve Haramlar, II,
82-84.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/542-543
[138] İbn Mâce, edeb 28; Ahmed b. Hanbel, I, 227, 311.
Sünen-i Ebu Davud Terceme
ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/543.
[139] Buharı, ezan 152, istiskâ 28, meğâzi 35; Müslim, iman
125, 126; Nesâî, istiskâ 16; Mu-vatta, istiskâ 4; Ahmed b. Hanbel, II, 362,
368, 421, IV, 117.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/544.
[140] Davudoğlu A, İbn Âbidin Terceme ve Şerhi, I, 43.
[141] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/544-545.
[142] Ahmed b. Hanbel, III, 447.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/545-546.
[143] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/546.
[144] Müslim, mesûcid 33, selâm 121; Ebû Dâvûd, salât 167;
Nesaî, sehv 20; Ahmed b. Hanbel, II, 394, V, 447.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/546.
[145] Mütercim Asım Efendi, Kamus Tercemesi, 111, 10; İbnü'1-Esîr,
en-Nihâye, III, 121.
[146] en-Nihâye, III, 121.
[147] Yazır Hamdi, Hak Dini Kur'an Dili, II, 1368.
[148] İbn Kesir, Hadislerle Kur'ân-ı Kerim Tefsiri, IV,
1732.
[149] Îbnti'1-Esîr, en-Nihâye, II, 47.
[150] Çev; Serdaroğlu A, İslâmda Helâller ve Haramlar, II, 319.
[151] Davudoğlu A, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, IX, 679.
[152] Davudoğlu, A, a.g.e, III, 392.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/546-548.
[153] Tirmizî siyer 46; İbn Mâce, tıb 43; Ahmed b. Hanbel,
I, 389, 438, 440.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/548.
[154] Buharı, tıb 9, 43-45, 54; Müslim, selâm 102, 107, 110,
114, 116; İbn Mâce, tıb 43, mukaddime 10.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/548-549.
[155] Buharî, tıb 19, 43-45, 54; Müslim, selâm 102, 107, 110,
114, 116; İbn Mâce, mukaddime 10, tıb 43; Ahmed b. Hanbel, I, 174, 180, 269,
328, II, 25, 153, 222, 266, 267, 406,420,434,453,487,507,524, III, il8, 130,
154, 173, 178,251,276,278,293,312.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/550.
[156] Müslim, selâm 107, 108, 109; Ahmed b. Hanbel, III,
293, 312, 382.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/550.
[157] Buharî, tıb 19, 25, 45, 53; Müslim, selâm 101-103,
106, 108, 109; Tirmizî, kader 9; İbn Mâce, tıb 43; Muvatta, ayn 18; Ahmed b.
Hanbel, I, 269, 338, 400, II, 268, 327, 397, III, 382, 450.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/550-551.
[158] Ahmed b. Hanbel, 1, 269, III, 382.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/551.
[159] Buharı, tıb 44, 54; Müslim selâm 111,112; Tirmizî,
siyer 47; İbn Mâce, tıb 43; Ahmed b. Hanbel, II, 507, III, 118, 130, 154, 173,
178, 251, 276, 278.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/551-552.
[160] Tecridi Sarih Terceme ve Şerhi, XII, 91, 1927 nolu
hadis.
[161] Buharı, merzâ 19; Ahmed b. Hanbel, II, 443; Tecrid-i Sarih, 1927 nolu hadis.
[162] Davudoğlu, A, Sahih-i Müslim Terecine ve Şerhi, IX,
668.
[163] Kâmil Miras, Tecrid-i Sarih Terceme ve Şerhi, U, 741,
743.
[164] Kamil Miras, Tecrid-i Sarih Tercenıe ve Serin, XII, 93, had. no: 1827.
[165] Davudoglu A, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, IX, 667.
[166] Kâmil miras, Tecrid-i Sarih Terceme ve Şerhi, VIII, 187, had. no; 1165.
[167] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/552-555.
[168] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/555.
[169] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/555-556.
[170] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/556.
[171] Ahıned b. Hanbel, I, 257, 304, 319, V, 347.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/557.
[172] Ahmed b. Hanbel, II, 289, VI, 150, 240, 246.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/557-558.
[173] Buharî, cihad 47, nikâh 17, tıb 43, 54; Müslim, selâm
115-120; Tirmizi, edeb 58; Nesâî, hayl 5; İbn Mâce, nikâh 5; Muvatta, isti'zan
22; Ahmed b. Hanbel, II, X, 36, 115, 126.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/558.
[174] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/559.
[175] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/559.
[176] Tirmizî, et'ime 19; İbn Mâce, tıb 44.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/560.
[177] Bu hadis için bk. İbn Kuleybe, Hadis Müdafaası, 145.
[178] Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, IX,
675-676.
[179] İbn Mâce, tıb 44; Ahmed b. Hanbel, I, 78, 233.
[180] Buharı, tıb 19; Ahmed b. Hanbel, II, 443.
[181] Müslim, selâm 126; İbn Mâce, tıb 44.
[182] Hadisde Nâsih Mensuh, 297.
[183] bkz. 3911 numaralı hadis.
[184] eş-Şerkavî Abdullah b. Hicazı, Fethu'l-Mübdî bi şerhi
Muhtasarı’z-Zehîdî, 111, 292.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/560-563.