27. TIP BÖLÜMÜ.. 3

1. İnsanın Tedavi Olması Caizdir. 3

2. Perhiz. 4

3. Kan Aldırma. 4

4. Kan Aldırma Yeri (Neresidir)?. 5

5. Kan Aldırmanın Müstehap Olan Vakti Ne Zamandır?. 5

6. (Tedavi İçin) Damar Kesme Ve Kan Alınacak Yer. 6

7. Dağlamakla Tedavi Etmenin Hükmü. 6

8. Buruna İlaç Damlatma. 8

9. Nuşre. 8

10. Panzehir Kullanmak. 8

11. Kullanılması Hoş Olmayan Kötü İlaçları Kullanmak. 9

12. İyi Cins Hurma (İle Tedavi Olmak). 11

13. Ağıza Parmağı Sokup Boğazdaki Bademciği Sıkarak Patlatmak Suretiyle Tedavi Etme  12

14. Gözlere Sürme Çekmek. 12

15. Göz Değmesi Hakkında Gelen Hadisler. 13

16. Emzikli Kadınla Cima Etmenin Hükmü. 14

17. Muska Takmak. 15

18. Okuma Île Tedavi. 16

19. Okuma İle Tedavi Nasıl Olur?. 18

20. Şişmanlama Yollarına Başvurmak. 23

21. Gaipten Haber Verdiğini İddia Eden (Kâhin) Hakkında. 24

22. Yıldızlar(dan Hüküm Çıkarma) Hakkında. 24

23. (Yere) Çizgi (Çizmek) Ve Kuş Uçurmak (Suretiyle İstikbale Dair Hükümler Çıkarma) Konusunda Gelen Hadisler. 25

24. Uğursuzluğa İnanmak. 26

 

 

 


27. TIP BÖLÜMÜ

 

1. İnsanın Tedavi Olması Caizdir

 

3855... Üsâme b. Şerik'ten rivayet olmuştur; dedi ki:

Peygamber (s.a)'in yanına varmıştım. Sahâbîleri (onun yanında) sanki başlarının üzerinde bir kuş varmış gibi (sessiz ve hareketsiz dur­makta) idiler. Selâm verip (yanlarına) oturdum. Şuradan buradan (bir takım) bedeviler gelip;

Ey Allah'ın Rasûlü, tedavi olabilir miyiz? diye sormaya başla­dılar. (Hz. Peygamber de);

"Tedavi olunuz. Çünkü aziz ve celü olan Allah, şifasını yarat­madığı bir hastalık yaratmamıştır. Ancak bir hastalık müstesna o da ihtiyarlıktır" buyurdu.[1]

 

Açıklama

 

Tıb: İnbsan vücudunun sıhhat ve hastalığı kendisiyle bilinen bir ilimdir.

Bir de insan kalbine arız olan küfür, şüphe, vesvese gibi manevi hastalıkları ve bu hastalıkların tedavisini araştiran tıb ilmi vardır.Ancak burada kastedilen birinci manadaki tıb ilmidir.

a) Sıhhati korumak.

b) Vücudu rahatsız eden şeylerden sakınmak,

c) Vücuttaki zararlı maddeleri dışarı atmak.

Bunlardan birincisi, “Kim hastaolur yahut  seferde bulunursa tutamadığı günler sayısınca başka günlerde oruç tutsun”[2] ayet-i kerimesinden alınmıştır.Bu ayet-i kerimede sıhhati kormak gayesiyle Ramazan’da yolculuk yapan bir kimsenin oruç tutmasına izin verilmiştir.İkinscisi, “nefislerinizi öldürmeyiniz.”[3] Ayet-i kerimesinde alınmıştır.Üçüncüsü ise, “...Ya da başından bir rahatsızlığı bulunan kimse oruçtan, sadakadan veya kurbandan(biriyle) fidye verir.”[4] Ayet-i kerimesinde alınmıştır.Bu ayette, hacda ihramlı olan bir kimsenin başında kendisini rahatsız edecek haşerelerin üremesi halinde, onlardan kurtulmak için başının tıraş edip karşılığında fidye edilmesiene müsaade edilmektedir.

Mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifteki “tedavi olunuz” emrinin zahiri ibahe ifade eder.Hafız İbn Hacer ile Hanefi ulemasından Ayni bu görüştedirler.Fetava-yı Hindiyye’nin zahirinden anlaşılan da budur.İmam Gazali de el-Erbain isimli eserde bu görüşü savunmuştur.

Ancak Mecmau’l-Bihar yazarının açıklamasına göre; cumhur ulemaya göre bu emrin zahiri müsteheblık ifade eder.İbn Kayyim el-Cevziyye ile Aliyyü’l-kari de bu görüştedir.

Ayrıca bu hadis-i şerifte, ihityarlıktan başka her hastalığın bir ilacı olduğu bildirilmekte, ilacı bilinmeyen hastalığın ilacını bulmak için araştırmalar yapılması  teşvik edilmektedir.

Bazı kimselein, “Allah’ın imtihan için verdiği hastalığa razı olmadıkça velayet mertebesi tamam olmaz.Bu bakımdan veli için tedavi caiz değilidr.” Şeklindeki sözleri Hz. Peygamber’in mübah kıldığı tedavi hükümne aykırıdır.Eğer tedavi olunan hastalıklar iyileşmiyorsa bunun sebebi ya hastalığın hakiki tedavisi bilinememesinden ve yahutta teşhis olunamamasındandır.[5] 

Tedavilerin tümünü tevekküle aykırı saymak doğru değildir.Çünkü İslam alimlerinin açıklamasına göre vücudun zararlarını giderecek sebepler üçtür:

1- Zararı gidermesi kesin olan sebepler, susuzluk zararının gideren su, açlık zararının gideren ekmek gibi.Bu gibi sebepleri tevekkül maksadıyla terk etmek  haramdır.

2- Zararı gidermesi kesin olmayan fakat gidermesi ihtimal dahilinde olan sebepler.Kan aldırmak, üşümeyi giderebilen sıcaklık verici ilaçlar kullanmak gibi.bu gibi ilaçlara başvurmak da tevekküle mani değildir.

3- Kendilerinden şifa beklemek tamamen bir vehimden ibaret olan sebepler.Efsun yaptırmak gibi.Müslümana yakışan, bu kısma giren sebeplerden uzak durup Allah’a tevekkül etmektir.

İbn Mes’ud’dan rivayet olunduğuna göre Hz.Peygamber, bu kısma giren sebeplerden kaçıp Allah’a tevekkül edenler hesapsız olarak cennete gireceklerdir, buyurmuşladır.[6] 

Binaenaleyh hastalığın gelip gitmesi Allah’ın emriyledir.Allah hastalığın iyileşmesine sebep olacak devalar yaratmıştır.Bu sebeplere sarılmak tevekküle mani değildir.[7]

Hadis-i şerifte ihtiyarlığın hastalıktan sayılması, kendisini ölümün takib etmesi sebebiyle hastalığa benzemiş olmasındandır.[8]

 

2. Perhiz

 

3856... Ümmü Münzir binti Kays el-Ensâriyye'den rivayet olun­muştur; dedi ki:

Rasûlullah (s.a) (bir gün) yanıma geldi. Henüz hastalıktan yeni kurtulmak üzere olan Ali (a.s) beraberindeydi. (O sırada) bizim asılı (hurma) salkımlarımız vardı. Rasûlullah (s.a) kalkıp onlardan yeme­ye başladı. Ali (a.s) de (onlardan) yemek için ayağa kalktı. Bunun üze­rine Rasûlullah (s.a) Ali'ye:

"Sakın ha, sen hastalıktan yeni kurtuluyorsun" buyurdu. Ali (a.s) de (onlardan yemekten) vazgeçti. Ben (onlara) arpa ve şalgam (yemeği) yapıp getirdim. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a) (benim ha­zırladığım bu yemeği göstererek):

"Ey AH, (işte) bundan ye, bu senin için daha faydalıdır" buyurdu.

Ebû Dâvud dedi ki; (Bu hadisi rivayet eden) Harun, (hadisi ken­disine rivayet eden Ebû Davud'un, Ebû Davûd et-Tayâlisî olmayıp) Ebû Dâvûd el-Adeviyye (olduğunu) söyledi.[9]

 

Açıklama

 

Perhiz, insanın bedene zarar mideye ağırlık veren yemeklerden sakınması demektir.

Hadis-i şerifte insan vücuduna zararlı ve faydalı olan şeyleri bilmenin, bir başka ifadeyle tıp ilminin faziletine delâlet ve bu ilmi öğrenmeye teşvik vardır.

Görüldüğü gibi Hz. Peygamber, daha hastalıktan yeni kurtulmaya baş­lamış olan Hz. Ali'ye bazı yiyecekleri yemeyi yasaklamıştır.

Bugün modern tıpta böbrek hastalığı, damar sertliği, romatizma, mide çıbanları ve çocuk ishalleri gibi hastalıkların tedavileri hemen hemen perhiz­le yapılmaktadır.

Nitekim, "Mide hastalık evidir. Perhiz ise her devanın başıdır." buyurulmuştur.[10]

 

3. Kan Aldırma

 

3857... Ebû Hureyre'den rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s.a):

“Sizin tedavi olduğunuz şeylerde hayırlı olan biri varsa o da kan aldırmadır" buyurmuştur.[11]

 

3858... (Ubeydullah b. Ali b. Ebû Râfi'in) ninesi ve Rasûlullah (s.a)'ın hizmetçisi Selmâ'dan rivayet olunmuştur; dedi ki:

Rasûlullah (s.a), başındaki ağrıdan şikâyet eden bir kişi yoktur ki ona "Kan aldır" dememiş olsun. Ayaklarındaki ağrıdan sızlanan bir kişi de yoktur ki ona, "Onlara kına yak" dememiş olsun.[12]

 

Açıklama

 

Bu hadis-i şerifler kan aldırmanın müstehap olduğuna delâlet etmektedir.

Diğer bir hadis-i şerifte kan aldırmanın önemi ifade edilirken, “Eğer sizin ilaçlarınızdan bir şey de hayır varsa bu ya neşter vurmakta, yabal şerbetinde yahutta ateşle dağlamaktadır.” buyurulmaktadır.[13]

Kan aldırnmaını önemini bildiren hadislerden bazılarının mealleri şöyledir:

“Kan alan köle ne iyidir.Kan almak sülbün yükünü hafifletiyor ve gözleri kuvvetlenidiryor.”[14]

“Hz. Peygamber (s.a.), mirac gecesi meleklerden hangi topluluğa uğradıysa; ümmetine kan aldırmarı emretmesini söylediler.”[15]

Bugünün tıbbıda genellikle 50 yaşın üzerindeki kişilerde görülen sebebi bilinmeyen, organizmada alyuvar kitlesinin devamlı be mutlak suretle artmasıyla meydana gelen Polsitemia Vera isminde bir hastalık tesbit edilmiştir ki ,hasta da baş ağrısı, baş dönmesi halsizlik, fenalık hissi, geçici körlük, görme keskinliğinde azalma g,b, şikayetleri vardır.

Bu hastalık kan alma suretiyle tedavi edllir. Böylece kısa zamanda alyuvar kitlesini azaltarak hastalığın vücut için kötü olan etkileri önlenmiş olur.

Her defasında 300 ml. Kan alınır ve bu haftada 1-2 kere uygulanır. Bu işleme alyuvarlar sayısı normal seviyeye gelinceye kadar devam edilir.Bazı vakalarda sadece kan almayla hastalık kontrol altında tutulkabilir.

“Ani sol kalp yetmezliği ve buna bağlı akciğer bozukluklarında  da kan alma suretyle tedavi yapılır.Ani sol kalp yetmezliğinde toplardamar yoluyla süratle ve fazla miktarda (500 ml) bir kan alımı kalbe kan dökümünü azaltarak sağ kalp atım hacmini azaltmak suretiyle sol kalp yükünü hafifleteceğinden ani sol kalp yetmezliği ve buna bağlı akciğer bozukluklarına ait krizlerde hastayı kısa zamanda rahatlatabilir.”[16]

 

4. Kan Aldırma Yeri (Neresidir)?

 

3859... Ebu Keşbe el-Emmari, İbn sevban’a şöyle demiştir:

Peygamber (s.a.) başından ve iki omuzu arasından kan aldırır ve (alınan kana işaret ederek):

“Kim (kendisinden) şu kanları (dışarı) akıtırsa, artık başka bir hastalık için bir başka yolla tedavi olmaması ona zarar vermez.” buyururdu.[17]

 

3860... Enes (r.a.)’den rivayet olunduğuna göre;

Peygamber (s.a.), (boynun iki tarafında bulunan) ahdan (isimli iki damarın bulunduğu yer)den ve iki omuz arasından üç defa kan aldırmıştır.

Ma’mer dedi ki: “(Bir gün)  kan aldırmıştım.Aklım (başımdan) gitti. Öyle ki namazımda Fatiha’yı bile ezbere  okuyamıyordum.” Ma’mer başından kan aldırmıştı.[18]

 

Açıklama

 

Bu hadis-i şeiflerde kan aldırmanın çok tesirli bir tedavi şekil olduğu, usullerine riayet edildiği takdirde önemli faydaları olabileceği ifade edilmektedir.

Kan aldırırken göz önünde bulundurulması gereken hususlardan biri, hastalığın cinsini, vücudun kan alınacak yerini iyi tesbit etmektir.

Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifler kanın iki omuz arasından, boyunun sağ ve solunda bulunan el-ahdeân denilen iki damardan ve baştan alınabileceği ifade edilmektedir. 3863 numaralı hadis-i şerifte ise kanın kal­çadan da alınabileceği belirtilmektedir.

Hadis sarihlerinden AIiyyü'l-Kârî'nin açıklamasına göre; Ma'mer, kan aldırırken Hz. Peygamber'in riayet ettiği hususlara dikkat etmediği için bu duruma düşmüştür.[19]

Kan aldırmayı gerektiren sebeplerin bilinmesi kadar vücuttan kan alı­nabilecek noktaların bilinmesi de önemlidir.

İbnü'l-Kayyım el-Cevziyye'nin Zâdü'1-Meâd isimli eserinde açıkladığı gibi; başta bulunan ağrı, kulak ve diş ağrısı gibi ağrılar, vücutta bulunan ka­nın çoğalmasından ve bozulmasından doğmuş olabilir. Bu gibi ağrılar için boynun iki tarafında bulunan damarlardan kan almak gerekir.

Sıcak ülkelerde bulunan kimselerin kanlan sıcaklığın cazibesi sebe­biyle kılcal damarlara hücum ettiği için, derilerinde bulunan solunum de­likleri geniş olduğundan bu kimselerden kan almak tehlikeli olabilir. Bu bakımdan kan aldırmanın zaman ve zeminini iyi tesbit etmek gerekir.[20]

 

5. Kan Aldırmanın Müstehap Olan Vakti Ne Zamandır?

 

3861... Ebû Hureyre'den rivayet edildiğine göre; Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur:

"Kim (kamerî ayların) onyedi, ondokuz ve yirmi bir (inci günle­rinden bir)inde kan aldırırsa (bu, kanın çoğalmasından ve bozulma­sından doğan) her hastalığa şifa olur."[21]

 

3862... Keyyise binti Ebû Bekre'nin haber verdiğine göre; baba­sı, aile halkını salı günü kan aldırmaktan nehyeder ve Rasûlullah (s.a)'ın:

"Salı günü kan(ların artma) günüdür. Salı gününde bir saat vardır ki (o saatte akıtılan kan bir daha) dinmez” dediğini söylermiş.[22]

 

3863... Câbir (r.a)'den rivayet olunduğuna göre;

Rasûlullah (s.a) kendisinde bulunan bir ağrıdan dolayı kalçasın­dan kan aldırmıştır.[23]

 

Açıklama

 

Bu babdaki hadis-i şeriflerde kan aldırmak için kamerî ayların onyedi,  ondokuz ve yirmibirinci günlerinden birinin seçilmesi ve salı günü kan aldırmaktan kaçınılması tavsiye edilmekte ve Hz. Peygamber'in vücudunda bulunan bir ağrıdan dolayı kalçasından kan aldır­dığı bildirilmektedir.

Neylü'l-Evtâr sahibi Şevkânî'nin de açıkladığı gibi; doktorlar, kan al­dırmak için ayın üçüncü haftasındaki günlerin en uygun olduğunda ittifak etmişlerdir. İstikbalde anlaşılabilecek bir gerçeği yüzyıllarca önce bildirmesi yönünden 3861 numaralı hadis bir mucize niteliği taşımaktadır.

Herhalde ayın üçüncü haftasının kan aldırmak için ayın birinci, ikinci ve dördüncü haftalarından daha uygun olması, ayın dünyaya etkisinden kay­naklanmaktadır.

Çünkü Erzurumlu İbrahim Hakkı'nın da ifade ettiği gibi, "ayın ilk ya­rısında sıcaklıkla nemliliğin fazlalığından damarlarda kan çoğalır."[24] Kanın çoğaldığı bir sırada damardan kan alınması halinde kanın dindirilmesi zor­laşacağından tehlikeli olacağı gibi, ayın son haftalarında da kan iyice azala­cağından o haftada da kan aldırmak tehlikeli olabilir.

Hadis sarihlerinin açıklamasına göre; salı günü kan aldırmanın tehlike­si de o günde kanın fazlalaşması sebebiyle dindirilmesinin zorlaşması ve ölüme sebep olabileceğinden doğmaktadır. Ancak, sah günü kan aldırmanın yasak-landığını bildiren bu 3862 numaralı hadis, senet yönünden tenkid edilmiştir. Hatta İbn Cevzî bu hadisin mevzu olduğunu söylemiştir. Ayrıca bu hadisi, "Salı günü Hz. Adem'in oğlu Habil'in kardeşi Kabil'i öldürdüğü kan günüdür" şeklinde tefsir edenler de olmuştur.

Hz. Peygamber'in kalçasından kan aldırdığını ifade eden 3863 numa­ralı hadiste de çözülmesi müşkil görünen kapalı bir husus vardır. Çünkü Ahmed b. Hanbel'in rivayetindeki Hz. Peygamber'in vücudundaki ağrıyla ilgi­li ifadede kesinlik yoktur. Bu ağrının sırtında mı yoksa kalçasında mı oldu­ğunda tereddüt edilmektedir.

Ayrıca aslında bu ağrının Hz. Peygamber'in attan düşmesinden[25] do­layı meydana geHen ağrı olabileceği kabul edilirse, o zaman kal aldırma hâ­disesinin Medine'de ve ayaktan olması gerekirdi. Oysa bu kan aldırma hâdi­sesinin Mekke'de ve ihramlı iken olduğuna delâlet eden rivayetler de vardır.[26]

Netice olarak burada kan aldırma hadisesinin kalçasından mı yoksa sır­tından mı olduğu araştırılmaya muhtaçtır.

Esasen 3863 numaralı hadisin mevzumuzu teşkil eden bab başlığı ile pek ilgisi görülmüyor. Bu bakımdan bu hadisin yeri bir sonraki bab yahutta bir önceki bab olmalıydı. Nitekim elimizde bulunan Avnü'l-Ma'bûd nüshasın­da bu hadis bir sonraki bab başlığı altında zikredilmiştir.[27]

 

6. (Tedavi İçin) Damar Kesme Ve Kan Alınacak Yer

 

3864... Câbir (r.a)'den rivayet olunmuştur; dedi ki: Peygamber (s.a) Übeyy'e bir doktor gönderdi. (Doktor tedavi maksadıyla) onun bir damarını kesti.[28]

 

Açıklama

 

Bu hadis-i şerif Hz. Peyamber'in damar kesmeninde tedavi için bir yol olduğunu tasvib ettiğine delâlet etmektedir. Müslim'in rivayetinden anlaşılacağı üzere, Hz. Peygamber'in Übeyy'e gönder­diği doktor, Übeyy'in damarım kestikten sonra kanı dindirmek için kestiği yeri dağîamıştır.

Bu da gösteriyor ki, doktor tedavi için hastanın durumuna en uygun yol hangisi ise o yolu tercih eder ve hastasını o yolla tedavi etmeye çalışır. Hadis-i şerifin delâlet ettiği mana budur.

Nitekim bugünkü doktorlar da hastayı en hafif yoldan tedavi etmenin yolu ne ise tedavi için o yolu seçmek gerektiğinde ittifak etmişler. Hastayı daha hafif bir yolla tedavi etme imkânı varken daha ağır bir yola gitmenin doğru olmayacağını; fakat daha hafif yollarla tedavi imkânı kalmadığı za­man en ağır tedavi yollarına dahi başvurulabileceğini söylemişlerdir.[29]

 

7. Dağlamakla Tedavi Etmenin Hükmü

 

3865... İmrân b. Husayn'dan rivayet olunmuştur: Peygamber (s.a) (bize) dağla(mak suretiyle tedavi yap)mayı ya­sakladı. (Biz ise tedavi için) dağlama yoluna başvurduk. (Fakat bu rahasızlıklarımız) ne iyileşti, ne de şifa buldu.

Ebû Dâvûd dedi ki: (îmrân b. Husayn, Hz. Peygamber'in yasak­ladığı bu dağlama ile tedavi etme yoluna başvurmadan) önce melekle­rin selâmım işitirdi. Dağlandıktan sonra bu halden mahrum oldu. Dağ­lanmayı bırakınca eski hali tekrar kendisine döndü.[30]

 

3866... Câbir (r.a)'den rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s.a), ok yarasından dolayı Sa'd b. Muaz'ı dağla-mtştır.[31]

 

Açıklama

 

Bir önceki hadis-i şerifte de açıkladığımız gibi, bir hastalığı daha hafif ve daha kolay yoldan tedavi imkânı varken dağlama ile tedavi etmek yasaklanmıştır. Ancak dağlamadan başka tedavi im­kânı kalmadığı zaman tedavi için dağlama yoluna başvurmakta şer'î bir sa­kınca yoktur.

Nitekim had cezasıyla eli ve ayağı kesilen kimselerin kanlarını dindir­mek için başvurulan yol dağlama yoludur.

Fahr-i Kâinat Efendimiz, Sa'd b. Muaz'ın yarasını dağlamak suretiyle bize bu gerçekleri öğretmiştir. Rasûluüah Efendimizin İmrân b. Husayn'ı dağlanmaktan nehyedişinin sebebini de bu şekilde açıklamak icab eder.

Siyer kitaplarında açıklandığına göre Hz. İmrân'ın tedavi olmak için dağlanmasını istediği yarası basur yarası idi. Burası çok nazik ve tehlikeli bir yer olduğu için Hz. Peygamber buna izin vermedi.

Hattâbî, Hz. Peygamber'in dağlamayı yasaklamasına sebep olarak iki ayrı önemli sebep daha gösterir:

1) Hz. Peygamber'in dağlama yoluyla tedaviyi yasaklamasının bir se­bebi de cahiliye araplannın, "Nerede olsanız, sağlam kaleler içinde bulun­sanız yine ölüm sizi bulur”[32] kaziyye-i ilâhiyesine aykırı olarak, ölüm ve ka­lımı Allah'ın irade ve kazasına değiî de tamamen maddî sebeplere bağlama­ları ve dağlamanın ölüme karşı kesin bir çare olabileceğine dair inançları idi.

Oysa bütün tedavi yöntemleri kesin sonuç almak için yeterli ve mutlak sebep değil, ancak şifa için Allah'ın izni ve iradesi dahilinde birer vasıtadan ibaretti.

Hz. Peygamber işte bu sözü geçen yanlış inançla kendisine başvurulan dağlama ile tedavi yolunu yasaklamıştı.

2) Hz. Peygamber'in bu tedavi yolunu yasaklamasının diğer bir sebebi de onların daha hastalık gelmeden önce hastalıktan korunmak maksadıyla kendilerini dağlamayı bir adet haline getirmiş olmalarıydı. Oysa zaruret ol­madan vücudu dağlattırmak mekruhtur.

Bir ihtimal uğruna böylesine tehlikeli bir tedavi yolunu göze almanın yanlışlığını açıklamak icap ediyordu. İşte Hz. Peygamber'in dağlama ile il­gili olarak getirdiği yasağın bir sebebi de bu idi.

Bu mevzuda İbn Kuteybe şöyie diyor:

"Bazı hadisler arasında çelişki bulunduğunu iddia eden sapık mezhep sahipleri bu iddialarını ispat için şöyle diyorlar:

Siz Rasûlullah'ın, "Hastalığını iyileştirmesi için vücudunu dağlattıran veya (kendisine) okutup üflettiren Allah'a tevekkül etmemiştir"[33] buyurdu­ğunu rivayet ettiniz, sonra da Rasûlullah'ın Es'ad b. Zürâre'yi dağladığını ve; "Sizin tedavi olduğunuz şeylerde bir hayır varsa şüpesiz hacamatçının kan akıtmak için neşterle vücudu yarmasında veya ateşle dağlamasmdadır."[34] buyurduğunu rivayet ettiniz. Bu ise birinci hadisin hilâfınadır.

Cevap: Biz deriz ki, burada herhangi bir uyuşmazlık yoktur. Her bir hadisin yeri vardır. Oraya konulduğu zaman uyuşmazlık ortadan kalkar. Dağlamak iki çeşittir:

Birisi, Acemlerin pek çoğunun yaptığı gibi hastalığa yakalanmamak, has­ta olmamak için sağlam birisini dağlamaktır. Onlar çocuklarını ve gençleri­ni kendilerinde hastalık olmadığı halde dağlarlar. Bu dağlamanın onların (ço­cukların) sıhhatini koruyacağını ve hastalıkları onlardan uzaklaştıracağını zannederler.

İşte Rasûlullah'ın (s.a) iptal ettiği ve hakkında, "Dağlanan tevekkül etmemiştir" dediği husus da budur. Çünkü o sıhhatli olduğu halde dağlan­mak ve tabiatını ateşle korkutmakla kendisinden Allah'ın kaderini uzaklaş-tırabileceğini zannetmektedir. Eğer Allah'a tevekkül etmiş olsaydı, O'nun (c.c) kazasından insanı kurtaracak hiçbir şey olmadığını bilirdi ve sıhhatli olduğu halde tedavi olmaz ve hastalıktan kurtulmak için hastalık olmayan yeri dağîamazdı.

Diğer dağlamaya gelince; yara iltihaplandığı ve kan akıp kesilmediği zaman yarayı dağlama, karında ve bedende su toplandığı zaman damarların dağlanması da böyledir.

İşte Rasûlullah'ın, "Muhakkak onda şifa vardır" dediği dağlama bu­dur. (Resulullah) Es'ad b.Zürâre'yi, boynunda hissettiği bir hastalıktan do­layı dağlamıştır. Bu ise birici gibi değildir. Çünkü hastalığa yakalanınca te­davi olan bir kimseye "tevekkül etmemiştir" denilemez.

Halbuki Rasûlullah (s.a) tedavi olunmasını emretmiş ve, "Her hastalı­ğın ilacı vardır"[35] buyurmuştur. İlaç mutlaka şifa vereceğinden değil, sade­ce bu ilaç ile Allah'ın kendisine afiyet vermesi umularak içilir. Çünkü Alla-hu Teâlâ herşey için bir sebep kılmıştır."[36]

Bu konuda âlimlerce verilen izahlardan şu netice alınır:

Dağlamanın yasak olduğu durumlar:

1- Dağlamaktan başka tedavi mümkün iken,

2- Dağlamak tehlikeli iken,

3- Şifayı Allah'dan değil de dağlamaktan beklerken,

4- Sağlıklı olduğu halde hastalanmamak için ve bir tedbir mahiyetinde olmak üzere dağlamak.

Yukarıdaki maddelerde yazılı durumlarda dağlamak da dağlanmak da yani kişinin kendi nefsini dağlaması veya başkasını dağlaması yasaktır, yani mekruhtur.

Hastalıktan kurtulmanın başka çaresi görülmüyorsa zaruret halinde ve son çare olarak dağlama yoluna gidebilir.[37]

 

8. Buruna İlaç Damlatma

 

3867... İbn Abbas'dan rivayet olunduğuna göre;

Rasûlullah (s.a), buruna ilaç damlatırmış.[38]

 

Açıklama

 

Seut: Hastayı omuzlarının altına yastık gibi bir şey koyarak sırtüstü yatırmak demektir. Hasta bu şekilde yatırıhnca bur­nuna damlatılan ilaç dimağına daha çabuk erişerek orayı tahriş edip hastayı aksırtır. Bu aksırık vasıtasıyla dimağında bulunan rahatsızlığı dışarı atmış olur. Bu hadis-i şerif tababetin müsbet ve güvenilir bir ilim olduğuna, burna ilaç damlatmakla tedavi olmanın müstehabhğına delâlet etmekte ve tedavi için bu yola bizzat Fahr-i Kâinat Efendimiz'in de başvurduğunu ifade et­mektedir.[39]

 

9. Nuşre

 

3868... Câbir b. Abdullah'dan rivayet olunduğuna göre; Rasûlullah (s.a)'a nuşre (denilen tedavi usulü) sorulmuş da:

"O şeytan işidir" cevabını vermiş.[40]

 

Açıklama

 

Avnü'l-Ma'bûd yazarının açıklamasına göre nuşre, kendisini cinlerin çarptığı zannedilen bir kimseyi tedavi için kulla­nılan bir nevî okuyup üflemekle yapılan tedavi usulüdür.

Bu tedavi usulünün uygulanması neticesinde hastayı rahatsız eden se­beplerin içinden çıkarak önüne dökülüp neşr olunacağı umulduğu için bu tedavi usulüne "nuşre" ismi verilmiştir.

Fethu'l-Vedûd yazarı bu mevzuda şöyle diyor: "Öyle zannederim ki bu tedavi usulü içerisinde şeytanların isimleri, ya da anlaşılmaz ibareler bulu­nan bir takım metinleri hastaya okumaktan ibarettir. Bu bakımdan bu teda­vi şeklinin bir nevi sihir olduğu kabul edilmiş, yapanlar hastanın içinde bu­lunan hastalığın bu yolla dökülüp saçılacağına inandıkları için de ona nuşre ismi verilmiştir."

Mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifte "şeytan işi" olduğu haber verile­rek yasaklanan bu asılsız tedavi yolu İslâmiyyetten önce araplar tarafından kesin sonuç alınacağına inanılarak uygulanan yaygın bir tedavi yolu idi. İs­lâmiyet gelince bunu yasakladı ve yerine Allah'ın izni ve iradesi ile şifalı ola­bilen bazı âyetleri ve Peygamberin öğrettiği duaları okuyarak tedavi etme yolu getirildi ki bunu inşallah bu bölümün 18. ve 19. bablarında ayrıntılı olarak anlatacağız.[41]

 

10. Panzehir Kullanmak

 

3869... Abdullah b. Amr, Rasûlullah (s.a)'i şöyle derken işittiği­ni söylemiştir:

"Eğer ben panzehir içersem veya muska takınırsam ya da kendi kafamdan şiir söylersem (artık islâmî ölçülerin dışına çıkmış olacağım­dan bir daha) yaptıklarımın islâmî ölçülere uyup uymadığın)a aldırış etmem."

Ebû Dâvûd dedi ki: Bu yasak sadece Peygamber (s. a) 'e aittir. (İs­lâm â/imlerinden) bir topluluk buna, yani panzehir kullanmaya cevaz vermiştir.[42]

 

Açıklama

 

Bu hadis-i şerifle Rasûl-i Zîşan Efendimiz ümmetini; panzehir içmek, muska takmak ve hikmetle ilgisi olmayan şiirle meşgul olmaktan nehyetmek istemektedir.

Ancak bunu ümmetinden hiç bahsetmeden, sözü kendi üzerinden aça­rak yapmaktadır.

Bilindiği gibi insanın muhatabı ile ilgili bir meseleyi bu şekilde anlatma­sına "üslubu hakimane" denir.

Hadis-i şerifte üslubu hakîmane'nin en güzel örneklerinden birini gör­mekteyiz. Bu sanatı merhum Tâhîru'l-Mevîevî şöyle tarif ediyor: "Üslubu hakimane tariz nevilerindendîr. Birini takdir makamında; niçin böyle yapı­yorsun? diyecek yerde; niçin böyle yapıyoruz, yapmasak daha iyi olmaz mı? tarzında nefsini teşrik ederek söylemektir."[43]

Tiryak: Zehirlenmeye karşı kullanılan zehirli ilaçtır.

İbnü'l-Esîr'in en-Nihâye isimli eserindeki açıklamasına göre, hadis-i şe­rifte kastedilen ve yasaklanan zehirli ilaçtan maksat yılan etinden ve şarap­tan yapılan bir ilaçtır. İçinde böyle pis ve haram karışımlar olduğu için haram kılınmıştır. Fakat içerisinde pis ve haram bileşimler bulunmayan zehirli ilaç­ların kullanılmasında sakınca yoktur.

Bezlü'l-Mechûd yazarının açıklamasına göre, cumhur ulema zehirli ilaç kullanmanın caiz olmadığını söylemişlerdir. Mâlikîlere göre bunda bir sa­kınca yoktur. Musannif Ebû Davud'un metnin sonuna ilâve ettiği, "bir top­luluk buna cevaz vermiştir" sözü ile herhalde Mâlikîleri kasdetmiştir. Çünkü onlar yılan etinin helâl olduğu görüşündedirler.

İbn Reslân'a göre, kafadan şiir söyleme ve muska takma yasağı sadece Hz. Peygamber'e aittir. Ümmetine helâl kılınmıştır. Zehirli ilaç kullanmak ise içinde haram bileşikler bulunmadığı takdirde yine ümmetine helâl kılın­mıştır.

Aslında söz konusu üç fiilin haram olanı da vardır, helâl olanı da. Me­selâ zehirli ilaç haram maddelerden yapılmış ise kullanılması haramdır. He­lâl maddelerden yapılmışsa kullanılması helâldir. İçerisinde söylenmesi haram sözler bulunan şiir yazmak ve okumak haram oldğu gibi, içerisinde söylen­mesi haram sözler bulunmayan şiirleri yazmak ve okumak helâldir.

Muska takmak da böyledir, İçerisinde söylenmesi küfrü gerektiren söz­ler bulunan bir muskayı yazmak veya takmak haram olduğu gibi, tesirini Allah'dan değil de bizzat muskadan bekleyerek bunu takmak da haramdır. Fakat içerisinde böylesi sözler bulunmayan bir muskayı tesirini sadece Al­lah'dan bekleyerek takmakta hiçbir sakınca yoktur. Bezi yazarının tercih et­tiği görüş de budur.

Abdullah b. Amr'm rivayetine göre, Hz. Peygamber uykuda korkanlar için şu duayı okumalarım tavsiye buyurmuşlardır:

Ravi Abdullah b. Amr bu duayı aklı eren çocuklarına öğretir, aklı er­meyenler için de yazıp boyunlarına asardı.

Din bilginlerinden bir kısmı bu meyanda Hz. Âişe, Mâlik, Ahmed b. Hanbel ve Şâfiîlerin bir çoğu yukardaki rivayeti göz önüne alarak bunun ca­iz olduğunu söylemişlerdir. İbn Abbas, İbn Mes'ud, Hanefîler ve Şâfiîler de nazarlık vb.'nin taşınmaması hakkındaki rivayetlere bakarak âyet ve duala­rın da yazılıp taşınmasının caiz olmadığı görüşünü benimsemişlerdir.

Muskacılığın bir meslek haline gelmemesi, dinin ve din? duyguların ha­sis menfaatlere âlet edilmemesi bakımından ikinci görüş dikkat çekicidir. Ço­cuklara ve okuma bilmeyenlere bilenler bir menfaat beklemeden okumalıdırlar. Okuyacak bulunmazsa yazma yoluna başvurulur.[44]

 

11. Kullanılması Hoş Olmayan Kötü İlaçları Kullanmak

 

3870... Ebû Hureyre (r.a)'den rivayet olunduğuna göre; Rasûkıllah (s.a) kötü ilaç (kullanmayı) yasaklamıştır.[45]

 

3871... Abdurrahman b. Osman (r.a)'dan rivayet olunduğuna göre;

Bir doktor ilaca kurbağa (eti) koymanın hükmünü sordu. Peygamber (s.a) kurbağayı öldürmekten nehyetti.[46]

 

3872... Ebû Hureyre'den rivayet olunduğuna göre; Rasûlullah (s.a):

"Zehir yut (up da canına kıy) an cehennem ateşi içinde ebedi ka­larak o zehiri yutmaya çalışmakla meşgul olacaktır" buyurmuştur.[47]

 

3873... Simâk'dan rivayet olunduğuna göre;

Târik b. Süveyd, Peygamber (s.a)'e, (tedavi için) şarap (kullan­mayı) sormuş, (Hz. Peygamber) onu (bundan) nehyetmiş. Sonra o (bu­nu) Hz. Peygamber'e (tekrar) sormuş. (Hz. Peygamber) onu (yine) nehyetmiş. Sonra o, Hz. Peygamber'e:

Ey Allah'ın Peygamberi, şarap gerçekten şifadır, demiş. Pey­gamber (s.a) de:

"Hayır, (o şifa değildir) fakat hastalıktır" buyurmuş.[48]

 

3874... Ebu'd-Derdâ'dan rivayet olunduğuna göre, Rasûlullah (s.a):

"Kuşkusuz Allah hastalığı da şifayı da yarattı ve her dert için bir derman yarattı. Binaenaleyh (Allah'ın yarattığı bu şifalı ilaçlarla) te­davi olmaya çalışınız, (fakat) haramla tedavi olmaya kalkışmayınız" buyurmuştur.[49]

 

Açıklama

 

Bu bab tedavi olmak için yenilip içilmesi İslama göre kötü sayılan maddelerden yapılmış ilaçlan kullanmanın caiz olma­dığını belirten hadisleri ihtiva etmektedir.

Hattâbî'nin dediği gibi yenilip içilmeleri dinen kötü sayılan şeyler iki kısımdır:

1) Pis olan şeylerdir. Bilindiği gibi pis olan şeyler tümüyle kötüdür. İçil­mesi haram kılınan şarap gibi maddeler bunların en açık örneğini teşkil ederler.

2) Tadları insan tabiatına uygun düşmeyen ve yenilip içilmeleri çok zor olan maddeler. İnsan tabiatı bunlardan hoşlanmadığı için kötü sayılmış ve yenilip içilmeleri yasaklanmıştır.

Binaenaleyh bu babda yer alan hadis-i şerifler, yiyilip içilmeleri dini­mizce kötü sayılan maddelerden yapılan ilaçlarla tedavi olmanın caiz olma­dığını ifade etmektedir. Çünkü dinen kötü kabul edilen şeyler haram kılın­mıştır.[50]

Nitekim İmam Ahmed bu gibi hadis-i şeriflere dayanarak haramla veya içinde haram bulunan bir ilaçla tedavi olmanın haram olduğunu söylemiştir.

Zahirîlere göre, haram kılınmış şeylerle tedavi caizdir. Bu mevzuda İbn Hazm şöyle der:

"Şarap darda kalan ve zaruret haline düşen için mubahtır. Susuzluğu gidermek tedavi olmak veya boğulmayı önlemek için şarap içen kimseye ce­za düşmez."

Delili: Tedavi zaruret hallerinden birisidir. Zaruretler ise haram olan şey­leri mubah kılar. Yine İbn Hazm bu hususu şöyle ifade eder: "Tedavi zaru­ret derecesindedir. Allah Teâlâ: 'Darda kalmanız müstesna olmak üzere size haram kıldıklarını size bir bir açıkladı' buyurmuştur. Şu halde kişinin zaru­ret duyduğu yiyecek ve içecekler haram değildir." İbn Hazm mezhebini tak­viye için şu delili de ileri sürmüştür: "Sidiği içmek haramdır; ancak tedavi ve benzeri zaruret hallerinde haram değildir. Nitekim Rasûlullah (s.a), Urey-nelilere hastalıklarının tedavisi için deve sidiğini mubah kılmıştır." İbn Hazm, caiz değildir diyenlerin dayandığı hadisleri teker teker ele almış, bir kısmı-minin zayıf olduğunu ileri sürmüş bir kısmını da şöyle te'vil etmiştir: "Za­ruret halinde tedavi maksadıyla haram kılınmış şeyleri içmek mubahtır. Bunlar mubah olunca, tedavide kullanılması yasaklanmış "pis ilaçlar" içinde mü-taala edilemezler, bunlara pis denemez."

Hanefîlere göre; şifa vereceği kesin olarak biliniyorsa haram ile tedavi caizdir, bilinmiyorsa mubah değildir. İmam Kâsânî, el-Bedâyi' isimli eserin­de şöyle diyor:

"Açlık halinde murdar hayvan yemek, susuzluk halinde şarap içmek ve boğazda kalan lokmayı indirmek, boğulmayı önlemek için şarap içmek nasıl caiz ise, şifa vereceği kesin olarak bilindiği takdirde, haram yiyecek ve içe­ceklerle tedavi de öylece caizdir. Ancak onlarla şifanın hasıl olacağı bilinmi­yorsa tedavi caiz olmaz. Şu da var ki İmam Ebû Yusuf, aslında haram oldu­ğu halde deve sidiğinin tedavi maksadıyla içilmesini -bu mevzuda gelmiş olan bir hadisten[51] dolayı mubah kılınmıştır, demiştir. Ebû Hanîfe'ye göre ise bu caiz değildir. Çünkü şifa olacağı kesin olarak bilinmeyen haram ile tedavi caiz değildir. Ona göre Ureyneliler hadisini şöyle anlamak gerekir: Rasûlul­lah (s.a) o sidiğin yalnız onların hastalığına şifa vereceğini bilmiştir.

Şâfiîler, şarap ile diğer haram nesneleri birbirinden ayırıyorlar. Onlara göre; pis ve haram olan şeylerle tedavi caizdir, ancak şarapla tedavi caiz de­ğildir. Mezhebin en kuvvetli ve çoğunlukla benimsenmiş görüşü budur. De­lilleri, yukarda geçen ve Enes'den rivayet edilen hadistir. Ureynelilerden bir gurup Rasûlulîah'a gelerek İslâm'ı kabul ve biat ettiler. Medine'nin havası kendilerine ağır geldiği için bir müddet sonra hastalandılar ve durumlarını Rasûlulîah'a arzedince şöyle buyurdu: "Deve çobanımızla beraber Medine dışına çıkıp develerin süt ve sidiğinden faydalansanız." Kabul edip çıktılar, süt ve sidiğinden içtiler ve şifa buldular. Bu isbatlamadan anlaşılıyor ki Şâ­fiîler, diğer pis ve haram şeyleri pis olan deve sidiğine kıyas ediyor ve onlar­la da tedavinin caiz olduğu neticesine varıyor, ancak şarabı bundan istisna ediyorlar. Bu kıyasın gereği, zaruret halinde şarapla da tedavinin mubah olması iken Şâfiîlerin ekseriyeti bunu kabul etmemişlerdir. Bunun sebebine gelince; Şâfiîler de boğazda kalan lokmayı indirmek için, başka helâl bir sıvı bulunmadığı takdirde şarabın içilebileceğİni kabul ederek şöyle diyorlar:

Boğazına lokma dursa ve indirecek başka bir şey de bulamasa, şarapla indirmesinin caiz olduğunda ittifak vardır. Şafiî bunu açıkça söylemiş, bu görüş üzerinde fıkıhçılar da ittifak etmiş, hatta şöyle demişlerdir: "Bu du­rumda şarabı içerek kurtulması farzdır. Çünkü burada şarabı içince kurtu­lacağı katidir. Halbuki susuzluk ve hastalık için içilmesi böyle değildir." Şa­rapla ve diğer sarhoşluk veren şeyler ile tedavi mevzuuna gelince; ihtilâf et­mişlerdir. Ekseriyete göre caiz değildir. Bu hüküm, mezhebin de sahih görü­şü haline gelmiştir.[52]

Şâfiîlerin bu mevzudaki delilleri ise mevzumuzu teşkil eden babda yer alan hadis-i şeriflerdir.

Bu mevzuda üstad Abdülkerim Zeydan şöyle diyor:

"İşte bunlardan dolayı biz tedavi için haram şeylerin ilaç olarak alına­bileceği görüşünü tercih ediyoruz. Ancak bunun şartları vardır:

a) Hastalık tehlikeli olacak,

b) Haram kılınmış ilacın yerini tutacak mubah bir ilaç bulunmayacak,

c) Doktorlar o ilacın hastalığı iyi edeceğini kuvvetii zanla dayanarak açık­lamış olacak,

d) Tedavi müddeti uzasa bile ilaçtan alınan miktar hastalık zaruretini giderecek kadar olacak.

Burada şunu da hatırlatmakta fayda vardır. Birçok doktora, "şarap­tan başka ilacı olmayan bir hastalık var mıdır?" diye sordum. "Bugüne ka­dar böyle bir hastalığın mevcut olduğunu bilmiyoruz" cevabını verdiler."[53]

 

Bazı Hükümler

 

1. Haramla tedavi olmak caiz değildir.

2. intihar eden ebedi cehennemliktir. Ancak Ayni­nin açıklamasına göre buradaki intihardan maksat intiharın helâl olduğuna inanılarak işlenen intihar suçudur.

3. Kurbağa öldürmek haramdır.[54]

 

12. İyi Cins Hurma (İle Tedavi Olmak)

 

3875... Sa'd (b. Ebî Vakkâs)'dan rivayet olunmuştur; dedi ki: Bir gün iyice hastalanmıştım. Rasûlullah (s.a) ziyaretime geldi ve elini göğsümün üzerine koyup;

"Sen kalp hastası bir adamsın. Sakîf'in kardeşi Haris b. Kele-de'nin yanına git. Çünkü o hastalıklara ilaç yapmakla uğraşan bir kim­sedir. (Ona şöyle) Medine'nin Acve (denilen bir hurma) sından yedi tane alsın, çekirdekleriyle (birlikte) dövsün, sonra onları suya koyup sana içirsin" buyurdu.[55]

 

3876... Sa'd b. Ebî Vakkâs'dan rivayet olunduğuna göre; Pey­gamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

"Kim her sabah (aç karnına Medine'nin en iyi hurması olan) Acve'den yedi tane yerse ona o gün zehir de zarar vermez, sihir de."[56]

 

Açıklama

 

3875 numaralı hadis-i şerifte Rasûl-i Zîşan Efendimiz'in Sa'd b. Ebî Vakkâs'ın hastalığının kalp hastalığı olduğunu.teşhis ettiğini ve bu hastalığa Acve denilen iyi cins Medine hurmasının şifa olaca­ğını ve bu ilacın kullanılış şeklini tarif ettiğini, ayrıca hastayı tıptan anlayan bir kimsenin tedavi etmesi gerektiğine dikkat çektiğini görüyoruz.

Aynı zamanda Hz. Peygamber'in doktora Acve hurmasının şifa vermesi için nasıl kullanacağını açıklamış olması, ilacın kullanış tarzını doktordan daha iyi bildiğini göstermektedir.[57]

Hattâbî de 3876 numaralı hadisi şöyle açıklıyor:

"Acve denilen hurmanın zehire ve sihire karşı koruyucu olması, Hz. Pey­gamber'in Medine hurması için yaptığı duanın bereketinden dolayıdır. Yok­sa hurmanın özelliği sebebiyle değildir."

Nevevî ise şöyle diyor: "Medine hurmasının tahsis edilmesi ve hurma­nın yedi tane almasının hikmetini Allah ve Rasûlü bilir, biz bilemeyiz. An­cak namazın rekâtlarının sayıları ve zekâtın miktarında olduğu gibi bir hik­meti bulunduğuna inanmanız gerekir."[58]

Acve denilen bu hurma ile tedavi olmak isteyen bir kimsenin bundan yedi tane almasını, bu tedavi ile ilgili bir sırra bağlamak mümkün olduğu gibi, "Allah tekdir, teki sever"[59] hadis-i şerifinde açıklandığı üzere tek sa-yılardaki sırra bağlamak da mümkündür.[60]

 

13. Ağıza Parmağı Sokup Boğazdaki Bademciği Sıkarak Patlatmak Suretiyle Tedavi Etme

 

3877... Ümmü Kays binti'l-Mıhsân'dan rivayet olunmuştur; dedi ki:

Üzre (denilen boğaz hastalığı) sebebiyle parmağını boğazına so­karak bademciğini çekip almış olduğum oğlumla birlikte Rasûlullah (s.a)'ın yanına girmiştim.

"Niçin çocuklarınızın ağzına parmak sokarak bademciklerini çe­kip alıyorsunuz? Çocuklarınızın bu hastalığını tedavi etmek için size gereken şu ûd-i hindî (denilen bitki) dir. Onda yedi (çeşit şifa vardır), bu şifalardan biri de zâtülcenb hastalığının şifasıdır. (Bu bitki) üzre (hastalığını tedavi) için buruna çekilir.” buyurdu.

Ebû Dâvûd dedi ki: Ûd (-i hindî demlen bitkijden maksat, topa­lak (denilen ot)tur.[61]

 

Açıklama

 

Üzre, boğazda kan toplanması ile bademciklerin iltihaplanmasından meydana gelen bir boğaz hastalığıdır.

Hâk, üzerine parmakla basmak suretiyle bu yarayı söküp almaktır.

Dağr, kelimesi de bu manaya gelir.

îsât; buruna ilaç çekmek; led ise ağıza ilaç damlatmak, demektir.

Musannif Ebû Dâvûd ûd-i hindî kelimesini el-kust kelimesiyle açıkla­mıştır. el-Kust kelimesi hakkında Ahterî'de şöyle deniyor: "el-Kust, topa­lak dedikleri bir ottur; iki çeşit olur: Birincisi, Hindistan'da biter; siyah, ha­fif ve tatlı olur. İkincisi ise Şam'da biter, Şemşad ağacı renginde ve hoş ko­kulu olur. Bunun bir de beyaz renkli olanı vardır ki acı olur."

İbnü'l-Kayyım'in açıklamasına göre; "Doktorlar zâtü'I-cenbi, hakiki ve hakiki olmayan diye iki kısma ayırırlar:

1- Hakiki zâtülcenb: Göğsü kaplayan ve akciğerleri kuşatan sulu zarda meydana gelen iltihaptır. Bu hastalığın ateş, öksürük, kesik sancı ve nefes darlığı gibi belirtileri vardır. Hadiste tavsiye edilen ilaç ise bu hastalığın ikinci kısmı için faydalıdır.

2- Hakiki olmayan zâtülcenb: Bir takım kaba ve zararlı yellerin bazı yer­lerde tıkanıp kalmasının meydana getirdiği ve hakikisine benzeyen bir sancı­dan ibarettir. Ancak hakiki zâtülcenbde sancı ke.sik kesik, hakiki olmayan­da ise devamlıdır.

Ûd-i hindînin kokusu nezleyi giderir, yağı sırt ağrısına fayda verir. İç uzuvları takviye eder, vücuttaki gazı çıkarır, zâtülcenb hastalığına faydalıdır.

İbn Sina, ûd-i hindî'nin bademciklerin tedavisinde ilaç olarak kullanıl­dığını zikrediyor."

Bugünkü tıpta bademciklerin çıkarılmış olmasına rağmen boğazdaki lenfa halkasının iltihaplanmaları, boğaz ağrısına ve komplikasyonlara sebep olacağı belirtilmekte, tedavi için de aspirin veya diğer ağn kesiciler kullanılmakta, hastanın allerjik olmadığı biliniyorsa antibiyotik olarak penisilin tercih edil­mektedir.[62]

 

14. Gözlere Sürme Çekmek

 

3878... İbn Abbas (r.a)'dan rivayet olunduğuna göre; Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur:

"Beyaz elbise giyiniz. Çünkü beyaz elbise, elbiselerinizin en hayırlilanndandır. Ölülerinizi de beyaz kumaşlarla kefenleyiniz. Sürme­lerinizin en hayırlısı ismid (denilen sürme taşı) dır. O gözün nurunu artırır, kirpikleri kuvvetlendirir."[63]

 

Açıklama

 

Bezlü'I-Mechûd yazarının açıklamasına göre; bu hadis-i şerifteki beyaz elbise giymekle ilgili emir mendupluk içindir.

Avnü'l-Ma'bûd yazarı, ölülerin kefenini beyaz kumaşlardan yapmakla ilgili emrin hükmünün de müstehap olduğunu söylüyor.

Gerçekten beyaz elbise giymenin giyen kimse üzerinde birtakım ruhî te­sirleri vardır. Beyaz elbise gurur ve kibiri kırar, onun yerine tevazu duygusu getirir. Ayrıca beyaz elbise kiri çabuk belli ettiği için sahibini hemen elbise­sini yıkamaya zorlar. Renkli elbiselerde ise kir pas belli olmadığından sahibi günlerce kirli paslı dolaşır da ne kendisi ne de başkası bunun farkına varır.

Bu sebeple Fahr-i Kâinat Efendimiz, ümmetine temizliğin ve alçak gö­nüllülüğün sembolü olan beyaz elbiseler giymelerini ve ölülerine de beyaz kumaşlardan yapılmış kefenler kullanmalarını tavsiye etmiştir.

Bundan başka Rasûl-i Zîşan Efendimiz'in ümmetine ismid denilen sür­me taşını gözlerine sürmelerini tavsiye ettiğini görüyoruz ki, bugünkü tıpta da birçok hastalıkların ilaçlarının bitkilerden ve tabii maddelerden yapıldı­ğını ve bu yöntemin çok da başarılı olduğunu biliyoruz.

Hadis-i şeriflerden öğrendiğimize göre Hz. Peygamber geceleri yatmaz­dan önce gözlerini ismid taşıyla sürmeler ve bunu tavsiye edermiş.[64]

 

 

15. Göz Değmesi Hakkında Gelen Hadisler

 

3879... Ebû Hureyre (r.a)'den rivayet olunduğuna göre; Rasûlul­lah (s.a):

"Göz (değmesi olayı) doğrudur" buyurmuştur.[65]

 

3880... Âişe (r.anha)'nın şöyle dediği rivayet olunmuştur: (Hz. Peygamber zamanında bir göz değmesi hadisesi olduğunda) gözü değen kimseye (abdest alması) emredilirdi de o abdest alırdı. Sonra (onun abdest suyu bir kapta toplanırdı). Göz değdirilen kimse de (ba­şı üzerine dökerek) bu suyla yıkanırdı.[66]

 

Açıklama

 

Hadis-i şerifte açıklandığı üzere, göz değmesi hâdisesi bir gerçektir, tecrübe ve müşahade ile sabittir. Onun varlığını saplantı içine düşmüş inatçı kimselerden başka kimse inkâr edemez.

Bu mevzuda İmam Kastalânî şöyle diyor:

"Bazı bid'at ehli göz değmesini inkâr etmişlerdir. Ama abes söylemiş­lerdir. Zira bir şey ki, nefsinde muhal değildir. Kalp hakikatini anlayamaz ve aksini icap edecek bir delil bulunamaz. Akıl indinde de caiz olur, vukuu­nu şeriat sahibi haber verdiği zamanda inkâra mecal kalmaz. Bunu inkâr et­mekle diğer haber verdiklerini inkâr etmek arasında fark olmaz.

Göz değmesi olayı eşyanın hassaları kabilindendir. Bir eserdir, görünür. Fakat sırrının ve sebebinin ne olduğu Hak Teâlâ hazretlerinden başkasına malum olmaz. Görmez misin ki mıknatıs demiri kendisine çeker fakat sebe­binin ne olduğunu kimse bilmez. Bir çanak içinde süt olsa ve hayız gören bir kadın elini sütün içine soksa süt bozulur, eğer temiz bir kadın elini soksa bir şey olmaz. Diğer hassalar da buna kıyas olunsun.

Gözü değen kimselerin kendilerinden nakledilmiştir ki: Ne zaman bir şey görsem ve beğensem hemen gözlerimden bir hararet çıkar, diye hikâye etmişlerdir. Böyle bir kimsenin gözünden hararet çıktığı gibi hararetten gözü

de çıkabilirdi.

Sözün kısası bu husus vakidir. Hakkında hadis-i şerif gelmiştir. Bunun ilacı Fahr-i Âlem hazretlerinden naklolunduğu üzere, Muavvizeteyn sûrele­rini, ayrıca Fatiha sûresi ve Âyetel-kürsî okumaktır."[67]

İmam Kurtubî'nin de ifade ettiği gibi, "Ehli sünnet ulemasının tümü göz değme olayının bir gerçek olduğunu kabul etmişlerdir. Ancak ehli bid'attan bazıları bunu inkâra yeltenmişlerse de görünen olaylar onları yalanla­mıştır. Nice insanlar ve nice kıymetli develer göz değmesi yüzünden toprağa girmişlerdir."[68]

3880 numaralı hadis-i şerifte kendisine göz değdirilen kimsenin, gözü değen kimsenin abdest aldığı suyla yıkanmak suretiyle bu hastalıktan kurtu­labileceği ifade edilmektedir. Ulema, gözü değen kimsenin bu abdesti alma­ya zorlanıp zorlanamayacağı konusunda ihtilâf etmişlerdir. İmam Mâzirî, "Siz­den gusül istenirse yıkanıverin"[69] meâlindeki hadis-i şerife dayanarak zor­lanabileceğini söylemiştir.

Ulemaya göre bu abdestin sıfatı şöyledir: Bir kabın içine su doldurulur. Kap yere konmaz. Ondan bir avuç alarak mazmaza yapar ve suyu yine ka­bın içine püskürür. Sonra aynı sudan alarak yüzünü yıkar. Sonra sol eliyle su alarak sağ elini yıkar. Sonra sağ eliyle su alarak sol dirseğini yıkar, dirseklerle topuklarının arasını yıkamaz. Sonra yine bu şekilde sağ ayağını sonra sol ayağını yıkar. Bunlar hep kabın İçerisinde yıkanır. Sonra gömleği­nin iç tarafını sağ böğrüne doğru yıkar. Böylece abdesti bitirir ve suyu arka­sından başına döker.[70] Ancak anlattığımız bu işlemin hikmet ve sebepleri­nin tahlilini yapmak bizim için mümkün değildir. Fakat bizim bu hikmetleri kavramaya güç yetiremeyişimiz, inkâr etmemizi gerektirmez. Nitekim İmam Ahmed b. Hanbel'in rivayet ettiği bir hadis-i şerifte, Âmir b. Rabîa'nın, bir yolculuk esnasında yol arkadaşlarından beyaz tenli ve güzel vücutlu birini yıkanırken görüp ona nazar değdiği ve Hz. Peygamber'in ona bu şekilde ab­dest aldırarak abdest suyu ile hastaya gusl ettirdiği ve hastanın derhal iyile­şip halkın arasına katıldığı ifade edilmektedir.[71] İnşallah 3888 numaralı ha­disin şerhinde bu mevzuya tekrar döneceğiz.

Kâdî, gözü değen bir kimseden sakınmak gerektiğini söylüyor. İmam Kastalânî'nin açıklamasına göre, "Böyle bir kimseden sakınmak; onun göz­ünden iyilikleri, güzellikleri ve zinetleri gizlemekle olur. Yani kişinin kendi­ni veya evladını süsleyip ellere göstermesi uygun değildir. İmam Bağavî Şerhu's-Sünne'de zikretmiştir ki, Hz. Osman b. Affân güzel bir çocuk gör­müş de velilerine; "Göz değmemesi için yanağının çukuruna kara sürünüz" demiştir."[72]

Bezlü'l Mechûd yazarı da bu konuda şöyle diyor: "Devlet başkanının gözü değdiği bilinen kimselerin sokağa çıkıp halkın arasına karışmalarını ya­saklaması ve evinde oturmaya mecbur etmesi icab eder. Eğer o kimse fakir ise devlet başkanı ona yetecek kadar maaş bağlayarak evinden dışarı çıkar­maz. Çünkü bu gibi kimselerin insanlara verdiği zarar, soğan, sarımsak yi­yerek dışarı çıkan kimselerin insanlara verdiği zarardan daha fazladır." Bir kimse kendi gözünün başkalarına zarar vermesinden korkarsa nazar ettiği zaman, "Allahümme bârik aleyhi = Allah'ım, onun hakkında mübarek olsun" demelidir. Yahutta, "Maşallah, Iâkuvvete illa billâh = Allah ne güzel yarat­mış, Allah'tan başka kuvvet sahibi yoktur" demelidir.[73]

 

16. Emzikli Kadınla Cima Etmenin Hükmü

 

3881... Esma binti Yezid b. Seken'den rivayet olunmuştur; dedi ki: Ben Rasûlullah (s.a)'ı şöyle derken işittim:

"(Emzikli kadınlarınızla cima etmek suretiyle) çocuklarınızı giz­lice Öldürmeyiniz. Çünkü emzikli kadınla cinsel temasta bulunma (nın tesiri öylesine büyük ki) atlıya (arkasından) yetişir ve onu atından (ye­re) düşürür."[74]

 

3882... Cüdâme el-Esediyye (r.anha)'den rivayet olunduğuna göre; kendisi Rasûlullah (s,a)'i şöyle derken işitmiş:

"Vallahi, ben erkeğin emzikli kadınla cinsi münasebette bulun­masını yasaklamayı (epeyce) düşündüm. Nihayet Rumlarla İranlıla­rın bunu yaptıklarını ve çocuklarına (hiç) zarar vermediğini hatırla (yıp bundan vazgeç) tim."

(İmam) Mâlik; "gfle" kelimesinin emzikli kadınla cinsi temasta bulunmak anlamına geldiğini söylemiştir.[75]

 

Açıklama

 

Gayl: Emzikli kadınla cinsi münasebette bulunmak demek­tir. Fahr-i Kâinat Efendimiz, zamanındaki doktorların kanaatine dayanarak emzikli kadınla cinsi temasta bulunmanın onun sütünü bozup çocuğun beslenmesini olumsuz yönde etkileyerek zihinsel sağlığının bozulmasına sebep olacağından bu fiili yasaklamak istemiştir. Bu fiilin ço­cuk üzerinde mutlaka olumsuz bir tesir yapacağı kabul edildiği takdirde kuş­kusuz bunun sorumlusu çocuk süt emerken cinsi münasebette bulunan an­nesiyle babasıdır. Meseleye emzikli iken anne ve babasının bu hareketinden zarar gören bir çocuk açısından bakan Fahr-i Kâinat Efendimiz, bu fiili gizli olarak çocuk öldürmeye benzetmiş, "atlıya yetişir ve onu atından düşürür" sözüyle de bu hareketin çocuk üzerinde nasıl bir etki yapacağını kinayeli bir şekilde ifade buyurmuştur. Fakat bu fiilin her zaman çocuk üzerinde olum­suz bir tesir yapmadığını anlayınca yasaklama düşüncesinden vazgeçmiş ve emzikli bir kadınla cinsi münasebette bulunmaya izin vermiştir.[76]

 

Bazı Hükümler

 

1. Gile caizdir. Çünkü Hz- Peygamber onu yasakla­madığını açıkça ifade buyurmuştur.

2. Hz. Peygamber'in içtihatta bulunması caizdir. Usul-i fıkıh âlimlerin büyük çoğunluğu bu görüştedir.[77]

 

17. Muska Takmak

 

3883... Abdullah (b. Mes'ud)'un hanımı Zeyneb'den şöyle dedi­ği rivayet olunmuştur:

Abdullah (b. Mes'ud): Ben Rasûlullah (s.a)'ı " (İçerisinde sihre ya da küfre ihtimali bulunan anlaşılmaz sözleri) okuyarak (hasta) te­davi etmek, muska takmak ve sevgi ilacı yapmak şirktir" buyururken işittim, dedi.

(Zeyneb, sözlerine devamla) dedi ki:

(Bunun üzerine ben Abdullah'a dönerek; "Acaba Rasûlullah s.a) bunu niçin söylüyor? Vallahi (benim) gözüm (bir ağrıdan dolayı) ça-paklamyordu da ben (tedavi için) falanca yahudiye gidip geliyordum (o da) bana okuyordu. (Bu sayede gözümün ağrısı) dindi" dedim.

Abdullah da (şöyle) cevap verdi:

Bu şeytanın işinden başka bir şey değildir. (Şeytan seni buna inan­dırmak için senin) gözünü eliyle (devamlı) dürtüyor (ve onu ağrıtıyor). Sen (yahudinin yanına varıp da yahudi senin) gözüne okuyunca (şey­tan elini) gözünden çekiyor. Oysa senin sadece Rasûlullah (s.a)'ın de­diği gibi;

"Ey tüm insanların Rabbi (olan Allah'ım. Benden) bu sıkıntıyı gider, (yegâne) şifa verici sensin. Senin şifandan başka şifa yoktur. (Bana) hiç hastalık bırakmayacak bir şifa ver" diyerek dua etmen sa­na yeter.[78]

 

3884... İmrân b. Husayn'dan rivayet olunduğuna göre Peygam­ber (s. a):

"Okuyarak tedavi etme usulü (nün) göz değmesinden ve zehirli böceklerin sokmasından başka (hiçbir hastalıkta bu iki hastalık kadar olumlu tesiri) yoktur" buyurmuştur.[79]

 

Açıklama

 

Rukye: Sözlükte büyü anlamına gelir. Şifa ümidiyle dua oku­maya da "rukye" denir. Şifa ümidiyle, Kur'an âyetlerini, Al­lah'ın güzel isimlerini ve Hz. Peygamber'in öğrettiği duaları ve bunlardan alınan ilhamla yazılan dua ve münacatları okumanın caiz olduğunda ittifak vardır.

Ancak tedavi maksadıyla bunlardan başka şeyleri okumak, özellikle iç­lerinde manası anlaşılmaz kelimeler bulunan sözleri okumak haramdır. Çünkü bu sözlerin sihir için kullanılan sözler olması ihtimali bulunduğu gibi onla­rın bir takım putların veya şeytanların ismi ya da küfür ifade eden sözler olması ihtimali de vardır.

Tekili "temîme" olan "temaim" kelimesi ise muska demektir. Biz İslâmın bu konudaki hükmünü 3869 numaralı hadisin sonunda açıkladığımız­dan burada tekrara lüzum görmüyoruz.

Tivele: Karı ile kocanın arasında bir sevginin doğması ümidiyle okunan bir takım sihirli sözlerdir. Bunlar ya ipler üzerine okunur, yahutta kâğıt üzerine yazılarak ve bir takım ameliyelerden sonra gayeye erişmeye çalışılır.

Görüldüğü gibi 3883 numaralı hadis-i şerifte; nefes etmek, muska tak­mak ve bir takım ibareler okumakla tedavi etme yöntemlerinin şeytan işi ve şirk olduğu ifade edilirken, 3884 numaralı hadis-i şerifte okunup üflemenin, bazı hastalıkların tedavisinde geçerli bir yol olduğu ifade edilmektedir.

Zahiren bu iki hadis arasında bir çelişki görünüyorsa da aslında burada çelişki yoktur. Çünkü Hz. Peygamber tarafından yasaklanan söz konusu te­davi usûlleri, şifası Allah'dan değil de sırf kendilerinden beklenen ve İslâmî usûllere ters düşen tedavi şekilleridir.

Bu zihniyetten ve bâtıl sözlerden uzak, âyet ve hadislerden alınmış dua­larla hastalan tedavi etmenin caiz olduğunda ise ittifak vardır.

"Hume" kelimesinin aslı "humevun" dur. Sonunda bulunan yuvarlak "ta" hazfedilen vavın  yerine getirilmiştir.

Bu kelime akrep zehiri, bazılarına göre ise mutlak zehir demektir, el-Ezherî, sadece akrep zehirine "hume" dendiğini söylemektedir. Hume, ay­nı zamanda akrebin iğnesine de ıtlak edilir. Çünkü akrep zehirini bu iğne­den akıtır.[80]

 

18. Okuma Île Tedavi

 

3885... Sabit b. Kays'dan rivayet olunduğuna göre; Rasûlullah (s.a) bir gün kendisinin yanma girmiş. -Ahmed (b. Salih, o sırada) Sâ-bit'in hasta olduğunu söylüyor- Ve (Hz. Peygamber):

"Ey insanların Rabbi, (bu hastalığı) Sabit b. Kays b. Şemmâs'-dan gider" diye dua etmiş. Sonra (Medine'deki) Bathâ (denilen vadi)den toprak alıp onu bir bardağa koymuş, sonra (o toprağın) üzeri­ne (birazcık) su ile birlikte üflemiş ve bu (suyla karışık) toprağı Sâ-bit'in üzerine dökmüş.

Ebû Dâvûd dedi ki: (Hadisin senedinde bulunan) İbn es-Serh (den maksad), Yusuf b. Muhammed'dir. Doğrusu budur.[81]

 

Açıklama

 

Rukye, bir hastayı okuyup üfleyerek tedavi etmek demektir.

Bu hadis-i şerifte; Fahr-i Kâinat E fendimiz'in hasta düşen Sa­bit b. Kays'ı ziyareti sırasında onun iyileşmesi için dua ettikten sonra gidip (Medine'deki) Bathâ denilen vadiden bir bardak toprak alıp üzerine Kur'an-ı Kerim'den bazı dualar okuyup üfledikten ve bir miktar da su ilâve ettikten sonra bu suyla karışık toprağı hastanın üzerine dökmek suretiyle onu tedavi ettiği ifade edilmektedir.

Bezi yazarının da dediği gibi Hz. Peygamber'in bu toprağa ettiği nefes tükrüğü ile karışıktı.

Hz. Peygamber'in hastaları bu şekilde tedavi ettiğine 3895 numaralı hadis-i şerif de delalet etmektedir.

Hafız İbn Hacer el-Askalânî'nin dediği gibi, Hz. Peygamber'in bu te­davisi, başka bir ilaç bulmanın mümkün olmadığı yerlerde özellikle yara, çıban gibi rutubetli hastalıkları tedavide çok başarılı ve kolay bir tedavi usulüdür.

Çünkü, toprak her yerde kolayca bulunur ve kendisinde kuruluk ve so­ğukluk özelliklen vardır. Toprağın soğukluk özelliği bilhassa sıcak ülkeler­de yaşayan insanlar için çok şifalı olduğu gibi onun kuruluk özelliği de ken­disinde rutubetli hastalık bulunan bütün insanlar için fevkalâde şifalıdır. Ba­zılarına göre bu şifa her toprakta yoktur, sadece Medine toprağında vardır. Görüldüğü gibi Fahr-i Kâinat Efendimiz, ilaç temini yönünden fevkalâde fakir ve imkânsızlıklar içinde yüzen bir ortamda hastaları, mevcut imkânlardan faydalanarak tedavi etmek yoluna gitmiş, maddî sebepler yanında manevî sebeplere de sarılmayı terketmemiş, bu maksatla hastaların iyileşmesi için Allah'a dua ederek şifa istemiştir.

İslâm âlimleri tarafından büyük bir dikkat ve itina ile toplanmış olan bu dualar mü'minler için tükenmez bir şifa kaynağıdır.

Hz. Peygamber'in hayatını tetkik edenler çok iyi bilirler ki, Allah (c.c) onun tükrüğü ve nefesini de maddî ve manevî hastalıkların tedavisinde çok tesirli bir şifa olarak yaratmıştır.

Görülüyor ki bu hadis-i şerif, cahilıye döneminin bâtıl düşünce ve ma­nasız sözlerinden tamamen uzak ve ayrı olarak, sadece Kur'an-ı Kerim'in âyetlerini veya islâmî manada duaları okuyup üflemek suretiyle tedavi et­meye çalışmanın caiz olduğunu ifade etmektedir.

Gerçekten iyi niyet ve temiz nefesle, Allah'a sığınarak, Allah'dan şifa niyaz ederek okuyup üflemeyi, mutlaka sihirbazlık gibi telakki etmek doğru olmaz.

Binaenaleyh, bu hadis okuyup üflemekle hasta tedavi etmenin caiz ol­duğunu söyleyen ehl-i sünnet ulemasının delilidir.[82]

 

3886... Avf b. Mâlik'den rivayet  olunmuştur; dedi ki:

Biz cahiliye döneminde okuyup üfleyerek hastaları tedavi eder­dik. (Bir gün);

Ey Allah'ın Rasûlü, bu hususta ne buyurursun? dedik.

"Bana (yaptığınız bu tedavi şeklini) gösteriniz. İçerisinde şirk olmadıkça, okuyup üfleyerek tedavi etmede bir sakınca yoktur” buyurdu.[83]

 

3887... Şifâ binti Abdullah'dan rivayet olunmuştur; dedi ki: (Bir gün) ben Hafsa'nın yanında iken Rasûlullah (s.a) yanıma geldi ve bana:

"Şu Hafsa'ya yazı yazmayı öğrettiğin gibi (insanın böğürlerin­de çıkan) karınca (şeklindeki yaraların) duasını da öğretsen ya" buyurdu.[84]

 

3888... Sehl b. Huneyf şöyle demiştir:

Biz (yolculuğumuzda) bir akarsuya rastlamıştık. Ben (bu suya) gi­rip içerisinde yıkandım. (Fakat sudan) rahatsızlanarak çıktım. Bir te­davi çaresi bulma ümidiyle, durum Rasûlullah (s.a)'a bildirildi. (Hz. Peygamber beni kastederek):

"Ebû Sâbit'e söyleyin, (kendisine isabet eden bu göz değmesin­den okunarak Allah'a) sığınsın" buyurdu. Bunun üzerine ben;

Ey efendim, okunarak tedavi olmak caiz midir? diye sordum.

"Okuyup üfleyerek tedavi etme (nin); göz değmesinin, (zehirli böceklerin sokması neticesinde meydana gelen) zehirlenmenin, -ya da zehirli böcek sokmasının- dışında (o kadar tesiri) yoktur" buyurdu.

Ebû Dövûd dedi ki: Hume; yılanın ve (diğer) sokucu böceklerin sokmasından meydana gelen zehirlenmedir.[85]

 

3889... Enes (r.a)'den rivayet olunduğuna göre; Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur:

"Okuyup liflemekle tedavi etme (nin), gözdeğmesinin, (zehirli böceklerin sokmasıyla meydana gelen) zehirlenmenin ve kanamanın dışında (bu hastalıklardaki kadar tesiri) yoktur. (Okuyup üfleme ka­namayı) keser."

(Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadisi bana rivayet eden iki raviden biri olan) el-Abbas, (metinde geçen) göz değmesini rivayet etmedi. (Benim naklettiğim) bu (hadisteki sözler) Süleyman b. Davud'un (bana riva­yet ettiği hadisin sözleridir.[86]

 

Açıklama

 

3885 numaralı hadis-i şerifin şerhinde açıkladığımız gibi, bu hadisler Hz. Peygamber'in okuyup liflemek suretiyle hasta­ları tedavi etmenin caizliğine delâlet etmektedir. Ancak bu cevaz; okunacak duaların içerisinde manası anlaşılmayan veya söyleyeni şirke düşüren ve di­nî esaslara aykırı olan sözlerin bulunmamasına bağlıdır.

Kurtubî'nin açıklamasına göre; okunup üflemekle yapılan tedavi üç çe­şittir:

1- Allah'ın kelâmını ve isimlerini okumak suretiyle yapılan tedaviler. Bunlar meşrudur.

2- Hz. Peygamber tarafından şifa niyetiyle okunan âyet ve dualarla ya­pılan tedaviler.Bunları yapmak müstehaptır.

3- Anlamı bilinmeyen, küfür ve şirk ifade etmeleri ihtimali bulunan sözleri okuyup üflemek suretiyle yapılan tedaviler. Bunlardan kaçınmak farzdır.

Kendilerine saygı duyulan melek, arş, kurs? gibi mukaddes varlıkların isimlerini okuyarak tedavi yapmakta bir sakınca bulunmamakla beraber, için­de Allah'a sığınmak ve iltica etmek bulunmadığı için yapılmaması daha iyidir.[87]

3888 numaralı hadis-i şerifte geçen "nemle" sözlükte karınca manası­na gelir. Ancak burada insanın özellikle yan taraflarında çıkan çıbanlar an­lamında kullanılmıştır. Bu çıbanlar okunup üflenince Allah'ın izni ile kay­bolurlar.

Bu dua cahiliye döneminde arap kadınları tarafından bilinen ve hasta­lıklarında tedavisi için okunan bir takım sözlerden ibaretmiş. Aslında bir geline hitaben söylenmiş bu sözler, "Sen düğüne derneğe gidebilirsin, kına yakına­bilirsin. Ama kocana karşı gelemezsin" anlamına gelen sözlerden oluş­maktadır.

Rasûl-i Zîşan Efendimiz Şifâ (r.anha)'ya, "Sen bu sözleri Hafsa'ya öğret" demekle bu sözlerin fevkalâde faydalı ve makbul sözler olduğunu söy­lemek istemiş değildir. Hz. Peygamber'in maksadı, bu sözlerin içinde geçen "kocana karşı gelemezsin" anlamındaki sözcüklerin Hz. Hafsa'ya hatırla­tılması idi. Çünkü, "Peygamber eşlerinden birine gizli bir söz söylemişti, fakat eşi o sözü (saklamayıp başkasına) haber verdi"[88] âyet-i kerimesinde açık­landığı üzere Hafsa, Hz. Peygamber'in kendisine verdiği bir sırrı ifşa etmiş­ti. Hz. Peygamber karınca duasındaki çok meşhur olan bu sözü Hz. Hafsa'­ya hatırlatarak ona tarizde bulunmak istemişti.

Hadis sarihlerinin dediği gibi, hadis-i şerifte geçen "yazı yazmayı öğ­rettiğin gibi" anlamındaki sözler, kadınlara okuma yazma öğretmenin caiz olduğuna delâlet etmektedir.

Nitekim şu hadis-i şerif de buna delâlet ediyor:

"Ben Hz. Âişe (r.anha)'nın himayesinde idim. Ona her şehirden insan­lar gelirdi. Onun yanında benim mevkiim bulunduğundan yaşlılar da sıra ile bana gelirlerdi. Gençler de beni kardeş edinirlerdi ve bana hediye verir­lerdi. Şehirlerden bana mektup yazarlardı. Hz. Âişe'ye derdim ki:

Teyzeciğim, bu falanın mektubu ve hediyesidir. Hz. Âişe de bana şöy­le derdi:

Kızcağızım, ona cevap ver ve ona mukabelede bulun. Eğer sende vere­cek mükâfat (hediye) yoksa ben sana veririm.

Talha kızı demiştir ki: Hz. Âişe bana (hediyelik) verirdi."[89]

Her ne kadar bazıları "onlara yazı öğretmeyiniz"[90] mealinde bir mev­kuf hadis rivayet etmişlerse de, bu hadisin senedinde hadis uydurmada meş­hur Muhammed b. İbrahim eş-Şâmî isimli bir ravi bulunduğundan muhak­kik âlimler bu hadisin aslı olmadığını söylemişlerdir. Özellikle Ebu't-Tayyib Şemsü'1-Hak el-Azîmâbâdî, Avnü'l-Ma'bûd isimli eserinde sözü geçen ha­disin asılsızlığını isbat etmiş ve kadınlara yazı öğretmenin cevazını ve lüzu­munu ispatlayan özel bir risale de hazırladığını ifade etmiştir.

3888 numaralı hadis-i şerifte anlatılan hâdise ise daha önce 3880 numa­ralı hadis-i şerifte anlatılan göz değmesi ile ilgili hadisedir.

Bu hâdise İmam Mâlik'in bir rivayetinde şöyle anlatılıyor:

"Babam Sehl b. Huneyf, Harrâr'da gusl yaptı. Üzerindeki cübbeİerini çıkarmıştı. Âmir b. Rabîa da bakıyordu. Sehl cildi güzel, beyaz bir adamdı.

Âmir b. Rabîa ona; "Bakirelerin cildi bile bugünkü gördüğüm gibi değildi" deyince sehl olduğu yere yıkıldı, elem ve acılan şiddetlendi. Rasû-lullah (s.a)'a: "Sehl rahatsızlandı, seninle gidemeyecek" dediler. Bunun üzerine Rasûluilah (s.a) Sehl'in yanına gelince, Sehl ona Âmir'in kendisine bakışım ve dediklerini anlattı. Rasûluilah (s.a) da (Âmir'e hitaben):

"Sizden biri kardeşini neden öldürüyor? Allah mübarek kılsın, deme­liydin. Göz değmesi vakidir. Onun için (yani Sehl için) abdest al" dedi. Âmir de onun (iyileşmesi) için abdest alınca Sehl Rasûluilah (s.a) ile beraber gitti. Hiçbir şikâyeti kalmadı ve rahatladı."[91]

Bütün bunlar gösteriyor ki, göz değmesi olayı gerçekten vardır. Göz değ­mesi, zehirli böcek sokması, kanama gibi rahatsızlıklarda duanın tedavi edi­ci tesiri diğer hastalıklardaki tesirinden daha çok ve çabuktur. 3888 ve 3889 numaralı hadis-i şeriflerden anlaşılan budur.

Gözdeki bu tesiri yaratan Allah olduğuna göre, O'nun ve Rasûlü'nün öğrettiği dualarla bu hastalığı tedavi etmenin mümkün olacağını kabul et­mek son derece makuldür. Bunu akıl sahibi her insanın kabul etmesi gerekir.[92]

 

19. Okuma İle Tedavi Nasıl Olur?

 

3890... Abdülaziz b. Suheyb (r.a)'den rivayet olunduğuna göre;

Enes, Sabit (el-Bünânî)ye: "Seni Rasûluilah (s.a)'ın duası ile te­davi edeyim mi?" demiş. O da "Evet" demiş. Bunun üzerine (Enes):

"Ey insanların Rabbi ve sıkıntıların gidericisi olan Allah'ım. Sen den başka bir şifa verici yoktur. Buna hiç hastalık bırakmayan bir şi fa ver" diyerek dua etmiş.[93]

 

Açıklama

 

Bu hadis-i şerif Hz. Peygamber'in hastaları, metinde geçen duaları okuyarak tedavi ettiğine ve hastaları okuyarak teda­vi etmenin caizliğine delâlet etmektedir.

Metin geçen cümlesi fiili ile onun mefulu mutlakı olan cümlesi arasına giren cümle-i mu'tanza (parantez cümlesidir. Esasen bu cümle, "Hastalandığım zaman bana şifa veren odur."[94] âyet-i kerimesinden iktibas edilmiştir.

Sükum, hastalık demektir. Bezlü'l-Mechûd yazarının açıklamasına gö­re, buradaki hastalık kelimesiyle vücudu saran maddî hastalıklarla günah­lardan meydana gelen ve kalbe arız olan manevî hastalıkların tümü kastedilmektedir.

Binaenaleyh Hz. Peygamber'in bu duasında maddî manevî hastalıklara şifa vardır.[95]

 

Bazı Hükümler  

 

1. Şifa  veren ancak Allah’tır.

2. Dua ile tedavi etmek

3. Kur'anda olmasa bile Allah'ın şanına nakısa getirilmeyen kelimeler­le Allah'ı anmak caizdir. Hadis-i şerifte Cenab-ı Hakkın isminin "Allahümme" kelimesiyle anılması bunu gösterir.[96]

 

3891... Osman b. Ebi'l-Âs(r.a)'dan rivayet edildiğine göre;

Kendisi (bir gün rahatsızlığından dolayı) Rasûluilah (s.a)'ın ya­nına varmış. Osman (başından geçen hâdiseyi anlatırken şöyle) dedi:

Bende bir ağrı vardı, neredeyse canımı alacaktı, Peygamber (s.a):

"Bu ağrıyan yeri sağ (el)inle yedi defa ov (ve her defasında):

'Duyduğum ağrının şerrinden Allah'ın izzet ve kudretine sığınırım' diye dua et" buyurdu. Ben bunu yaptım, Aziz ve Celîl olan Allah ben­deki olan (bu ağny)i giderdi. (O günden beri) aileme ve başkalarına sürekli bunu tavsiye ediyorum.[97]

 

Açıklama

 

Bu dua Hz. Peygamber tarafından öğretilen, tesiri kesin ve emniyetli dualardan biridir. İnsanların yaptıkları ilaçların ve uyguladıkları tedavi yöntemlerinin insana güven verebilmesi için çeşitli de­neme safhalarından geçmeleri ve yan tesirleri olup olmadığının iyice bilin­mesi gerekir. Bu bakımdan insanların uyguladıkları tedavi usûllerine her za­man aynı derecede güvenilemez. Hz. Peygamber'in vahye dayanan tedavi usûlleri ise her zaman aynı derece şifalı ve emniyetlidir.

Mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifte öğretilen tedavi usulü de böylesi­ne tesirli ve güvenilir bir tedavi usulüdür. Çünkü içerisinde, neticeyi, yegâne şifa verici olan Allah'a havale etme, onun izzet ve kudretine sığınma ifade eden kelimeler vardır.

Bu duanın tekrarı maddi ilaçların tekrarı gibi hastalığın daha çabuk şi­fa bulması bakımından daha faziletlidir. Bu tekrarın yedi defa olmasındaki hikmet tek sayılardan olan yedi sayısının özelliği ile ilgilidir.[98]

 

3892... Ebu'd-Derdâ'dan rivayet olunmuştur; dedi ki: Rasûlullah (s.a)'ı şöyle derken işittim:

"Sizden kimin bir tarafı ağınrsa, veya bir (din) kardeşi, ona has­talığından dolayı müracaat edecek olursa;

“Ey göklerdeki Rabbimiz, (senin) ismin ve zâtın (noksan sıfatlar­dan) münezzehtir. Rahmetin gökte (her tarafa şamil) olduğu gibi em­rin de hem gökte hem de yerde (hâkim) dir. Rahmetini yere de indir. Bizim (büyük olan günah (lar) ımızi ve hatalarımızı bağışla. Sen temiz kimselerin Rabbisin. Şu ağrıya rahmet (denizinden) bir rahmet, şifa (hazine)nden bir şifa indir' diye dua etsin. (Allah'ın izniyle) ağrıdan kurtulur."[99]

 

Açıklama

 

Allah'ın göklerde olmasından maksat kudret ve hükmünün göklerde hükümran olmasıdır.

Metinde geçen, "rahmetini yere de indir" mealindeki cümle de "Şüp­hesiz Allah insanlara şefkatli ve merhametlidir."[100] gibi âyet-i kerimelerde bildirilen Cenab-i Hakkın rahmetine işaret vardır.

kelimesiyle kastedilenler, büyük günahlardır. Nitekim bu keli­me Nisa sûresinin 2. âyet-i kerimesinde de bu manada kullanılmıştır. "Hata" ise, insanın farkında olmayarak işlediği günahlardır. Cenab-ı Hak herşeyin sahibi ve yaratıcısı olduğu halde kedisine kötülükleri nisbet etmek caiz ol­madığından hadis-i şerifte kendisine "sen temiz kimselerin Rabbisin" sözle­riyle niyazda bulunulmuştur.

Hadis-i şerif, söz konusu dualarla hastaları tedavi etmenin caiz olduğu­nu ve bu duaların şifasının kesin olduğunu ifade etmektedir.

Ancak Münzirî'nin açıklamasına göre, bu hadisin senedinde Ziyad b. Muhammed el-Ensârî vardır. Bu ravi rivayetleri hatalarla dolu olan bir ravi-dir. Kendisinin Medineli olduğu zannediliyor.[101]

 

3893... (Şu'ayb b. Abdullah b. Amr b. Âs'ın) dedesinden rivayet olunduğuna göre; Rasûlullah (s.a) kendilerine korkudan (kurtulma­ları için şu) sözleri öğretirmiş:

"Allah'ın gazabından, kullarının şerrinden, şeytanların vesvese­lerinden ve (onların) bana uğramalarından, Allah'ın tanı olan kelime­lerine sığınırım."

(Ravi sözlerine devam ederek dedi ki): Abdullah b. Amr (b.Âs), bu sözleri çocuklarından aklı eren kimselere öğretir, aklı ermeyenlere de yazıp üzerine asardı.[102]

 

Açıklama

 

Rasûl-i Zîşan Efendimiz, uykusu içerisinde korkan kimselere bu duayı öğrettiği gibi, uykusu kaçıp kendisini uyku tut­mayan Halid b. Velid'e de uykusuzluktan kurtulması için yine bu duayı öğ­retmiştir.[103] Bu bakımdan metinde geçen bu dua, uyku içinde ve uyku dı­şında her türlü korkulu ve sıkıntılı haller için çok tesirli bir şifadır.

Hz. Âişe (r.anha)'nın haber verdiğine göre; Hz. Peygamber duayı öğ­rettikten üç gün sonra Halid Hz. Peygamber'in huzuruna gelip, bu duayı okuduktan sonra geceleyin kendisine arız olan korkudan kurtulduğunu söy­leyerek teşekkür etmiştir.[104]

Metinde geçen "Allah'ın gazabı" kelimesinden maksat, Allah'ın yardı­mını kesip intikam almasıdır. Şeytanların bir kula musallat olabilmeleri ise ancak Allah'ın ondan yardımım kesmesinden sonra mümkün olur.

Hadİs-i şerifte öğretilen bu dua, "... ve onların yanımda bulunmaların­dan sana sığınırım Rabbim"[105] meâlindeki âyet-i kerimeden iktibas edilmiştir

Bu hadis-İ şerif âyet ve duaların muska şeklinde yazılarak taşınmasının caiz olduğunu söyleyen Hz. Âişe ile Ahmed b. Hanbel ve Şâfiîlerin çoğunlu­ğunun delilidir.

Ancak İbn Abbas, İbn Mes'ud, Hanefîler ve bazı Şâfiîler; nazarlık vb. şeylerin taşınmaması hakkındaki rivayetlere bakarak âyet ve duaları muska şeklinde yazarak takınmanın caiz olmadığını söylemişlerdir.[106]

 

3894... Yezid b. Ebî Ubeyd'den rivayet olunmuştur; dedi ki: Seleme (b. el-Ekvâ')'nin dizinde bir darbe (izi) gördüm ve, "bu nedir?" diye (kendisine sordum). Şöyle cevapladı:

(Bu darbe) bana Hayber (savaşı) günü isabet etti. Bunun üzeri­ne (orada bulunan) halk 'Seleme vuruldu' diye feryada başladılar. Der­ken Peygamber (s.a) yanıma getirildi ve bana üç defa nefes etti. Niha­yet bir saat sonra hiç rahatsızlığım kalmadı.[107]

 

Açıklama

 

Bu hadis-i şerif kılıç, mızrak ve ok yarası gibi yaraların acı-sının da okuyup üfleme ile geçeceğine delâlet etmektedir.[108]

 

3895... Âişe (r.anha)'nın şöyle dediği rivayet olunmuştur: Peygamber (s.a), bir insan hastalandığı zaman (önce) tükrüğü ile (toprağa) bir işaret (çizgi) çizerdi. -(Ravi bu işareti göstermek için ken­disi de) tükrükle toprağı çizdi.- Sonra;

"Yerimizin toprağı, bazılarımızın tükrüğü ile, Rabbimizin izni ile hastalarımıza şifa verir" diye dua ederdi.[109]

 

Açıklama

 

Bilindiği gibi, bir hadisi raviler Hz. Peygamber'in o hadisi söylemesi esnasındaki hareketleri ile birlikte rivayet etmişlerse ona "Müselsel hadis" denir. Bu hadis de bu şekilde rivayet edilmiş oldu­ğundan müselsel hadisler sınıfına girmektedir.

İmam Nevevî'nin açıklamasına göre, hadis-i şerifin manası şudur: Pey­gamber (s.a) şehadet parmağı ile kendi tükürüğünü alır, sonra parmağını top­rağa sürerek ona yerden bir şeyler yapışmasını sağlar, sonra yara veya hasta olan yeri onunla sıvazlar ve bir yandan da bu duayı okurdu.

"Yerimizin toprağı"ndan murat, bütün yeryüzü ise de bazılarına göre bereketinden dolayı bununla hasseten Medine'nin toprağı kastedilmiştir.[110]

Tıybî, Şerhu'l-Mişkât isimli eserinde "türbe" kelimesinin "arzinâ" ke­limesine, "rîka" kelimesinin de "ba'zunâ" kelimesine muzaf kılınmasına bakarak, bu şifanın her toprakta ve her müslümamn tükrüğünde bulunma­yıp sadece Medine gibi mukaddes beldelerin toprağı ile kuvve-i kudsiye sa­hibi salih kimselerin tükrüğünde bulunabileceğini söylemiştir.[111]

Bu hadis-i şerif hastayı tükrük ve toprakla sıvazlayarak okumak sure­tiyle tedavi etmenin caiz olduğuna delâlet etmektedir.[112]

 

3896... (Hârice b. es-Salt et-Temîmrnin) amcası (İlâka b. Sahr)'dan rivayet olunduğuna göre;

Kendisi Rasûlullah (s.a)'a gelmiş, sonra onun yanından ayrılıp geri dönmüş. Daha sonra yanlarında demirle bağlı deli bir adam bulunan bir topluluğa uğramış. (Bu adamın) ailesi (ona): "Bize anlatıldığına göre şu sizin arkadaşınız (Allah'tan bir takım) hayır (lar) getirmiş. Se­nin yanında bu deliyi tedavi edecek bir şifa var mı?" diye sormuşlar. (İlâka sözlerine devam ederek olayı şöyle anlattı):

Bunun üzerine ben de (deliye) FâtihatüM-Kitâb’ı okudum, (deli) iyi oldu. Bana (okumanın karşılığı olarak) yüz koyun verdiler. Rasû­lullah (s.a)'a varıp bunu anlattım.

“Bundan başka (okuduğun bir şey) var mı?” dedi.

(Ravi) Müsedded (bu hadisi) başka bir yerde (Hz. Peygamber'in bu sorusunu): "Başka bir şey demedin mi?" şeklinde rivayet etti.

(İlâka sözlerine devam ederek şöyle dedi:)

Ben de (Hz.Peygamber'in bu sorusuna); "Hayır" cevabını ver­dim. (Hz. Peygamber de):

"Vallahi, bâtıl bir şey okuyup üfleme karşılığında (ücret alıp) yiyen kimse (kuşkusuz bunun günahını çekecektir. Sen ise) hak olan bir duayı okuyup üfleme ile (yaptığın) tedavi karşılığında (aldığın üc­reti) yiyorsun" buyurdu.[113]

 

Açıklama

 

Metinde geçen "demirle bağlı" sözü, "demir gibi sağlam bağlarla bagh    anlamında kullanılmıştır.

"Bâtıl bir şey okuyup üfleme karşılığında ücret alıp yiyen kimse" anla­mındaki şart cümlesinin cevabı fnahzufdur. Tercümemizde bu cümlenin ce­vabı yerine koyduğumuz "kuşkusuz bunun günahını çekecektir" cümlesiyle hazfedilen cevabı açıklamış olduk.[114]

 

Bazı Hükümler

 

1. Okuyup üfleme ile delileri tedavi etmek mümkundur.

2. Okuyup üfleme ile tedavi iki kısımdır: a) Hak olan nefesle tedavi, b) Bâtıl olan nefesle tedavi.

Hak olan nefesten maksat Kitap ve Sünnet'ten alınan dualarla yapılan tedavilerdir. Temiz niyetlerle olmak şartıyla bu nevi tedavi caizdir.

Bâtıl olan nefesten maksat ise, içerisinde bulunan sözler Kitap ve Sün­net'ten alınmış olmayan ve anlaşılmaz bir takım kelimeler ihtiva eden söz­lerle yapılan dualardır. Bu gibi sözleri okuyup üfleyerek hastaları tedavi et­meye çalışmak caiz değildir. Çünkü bu sözlerin küfür ifade eden ya da şey­tanların veya putların ismi olan sözler olması ihtimali vardır.

3. Fatiha sûresinin şifaları çok ve tesiri çabuktur.

4. Nefes etmek karşılığında ücret almak caizdir. İmam Ebû Hanîfe (r.a) bu hadisi delil getirerek, nefesle tedavinin dışında Kur'an okuma ve okut­maya karşılık ücret almanın caiz olmadığını söylemiştir.[115]

 

3897... (Hârice b. es-Salt)'m amcasından rivayet olunduğuna göre;

Kendisi (bir kavme) uğramış (ve onların arasında bulunan) bir de­liyi) üç gün sabah akşam Fatiha okumak suretiyle tedavi etmiş, Fâti-ha'yı her bitirişinde (ağzında) tükrüğünü toplayıp (deliye) tükürmüş. (Üç gün sonra deli içinde bulunduğu sıkıntılı durumdan) sanki bağ­landığı iplerden kurtulur gibi kurtulmuş. Onlar da kendisine (bu te­davisine karşılık olmak,üzere) bir ücret vermişler. Bunun üzerine (kal­kıp) Hz. Peygamber'e gelmiş...

(Hârice'nin amcası İlâka, sözlerinin bundan) sonra(ki kısmında bir önceki) Müsedded hadisin manasını (ifade eden sözler) söylemiş­tir.[116]

 

3898... (Ebû Salih'in) babasından rivayet olunduğuna göre; Eş­lem (kabilesin)den bir adam şöyle demiştir:

Rasûlullah (s.a)'ın yanında oturuyordum. Sahâbîlerden biri gelip:

Ey Allah'ın Rasûlü, bu gece (bir hayvan tarafından) sokuldum, sabaha kadar uyuyamadım, dedi. (Hz.Peygamber):

"(Seni sokan) nedir?'1 dedi. (Sahâbî):

Akreptir, cevabını verdi. (Bunun üzerine Hz. Peygamber);

"Şunu bit ki, eğer sen ikindi ile akşam arasında;

'Yarattığı şeylerin şerrinden Allah'ın tam olan kelimelerine sığınırım' diye dua etmiş olsaydın sana inşallah (o akrep) zarar veremezdi" buyurmuş.[117]

 

3899... Ebû Hureyre (r.a)'den rivayet olunmuştur; dedi ki:

Peygamber (s.a)'e akrep sokmuş bir adam getirildi. "Eğer (bu kimse);

'Yarattığı şeylerin şerrinden Allah'ın tam olan kelimelerine sığınırını' diye dua edeydi sokulmazdı -yahutta kendisine (hiç bir şey) zarar veremezdi-." buyurdu.[118]

 

Açıklama

 

"Tam olan kelimeler" sözünden maksat, içinde Allah'ın zat, sıfat ve ef'aline noksanlık getirmeyen bilakis Allah'ın zat, sıfat ve ef'aline muvafık olan kelimelerdir ki bu kelimeler de âyet ve hadislerde öğretilen dualardır.

Çünkü en-Nihâye yazarı İbnü'l-Esîr'in de dediği gibi, yüce Allah'ın ve Rasûlünün öğrettiği dualarda Allah'ın şanına noksanlık getiren bir ifade bu­lunması söz konusu olamaz.[119]

 

Bazı Hükümler

 

1. Metinde geçen duayı ikindiden sonra okuyan bir kimseyi   o   gece   zehirli   bir   böcek   sokmaz. Ancak kış günündeki karın ve soğuğun ateşin yanmasını zorlaştırdığı gibi ihlâs noksanlığının ve günahların, sahibinin yaptığı duaların tesirini azal­tacağını unutmamak gerekir.

2. İlahî şifalar, tabiî şifalardan farklı olarak hastalıkları gelmeden önce önleyebilirler.[120]

 

3900... Ebû Saîd e-Hudrî (r.a)'den rivayet olunduğuna göre;

Peygamber (s.a)'in sahâbîlerinden küçük bir topluluk çıktıkları bir yolculukta arap kabilelerinden birine uğramışlar. (Kabilenin fert­lerinden) biri (onlara);

Bizim başkanımız (zehirli bir böcek tarafından) sokuldu. Biri­nizin yanında (bizim bu) arkadaşımıza yarayacak (şifalı) bir şey var mıdır? demiş.

Yolculardan bir adam da:

Evet (var), vallahi ben (hastalan) okuyarak tedavi ederim. Fa­kat biz size misafir olmak istediğimiz halde siz bizi misafir etmek iste­mediniz. (Bu sebeple) siz (yapacağım tedaviye karşılık) bana bir ücret, tayin etmedikçe ben nefes etmem, diye karşılık vermiş.

Bunun üzerine (kabile mensupları tutmuşlar) bu adam (in edece­ği nefes) için (ortaya) bir koyun sürüsü koymuşlar. (Tedavi edeceğini söyleyen bu yolcu) hastanın yanına varıp ona Fatiha sûresini okumuş ve üfürmüş. Nihayet adam ipten kurtulmuş gibi olmuş.

Bunun üzerine (yukarıda sözü geçen şahıs) kabilenin (vermek için) üzerinde anlaşmış oldukları ücreti yolculara ödemiş. (Ücreti alan) yol­cular, (birbirlerine) "Bunu bölüşünüz" demeye başlamışlar. Nefes ede­rek (hastayı) tedavi eden şahıs, "Rasûlullah (s.a)'a varıp kendisine da-nışıncaya kadar (bunu) yapmayınız" demiş.

Rasûlullah (s.a)'a varıp bunu (kendisine) arzetmişler. Rasülullah (s.a):

"Fâtiha'nın tedaviye yaradığını nereden bildin? Aferin size, (haydi bu koyunları) bölüşünüz. Sizinle beraber bana da bir pay ayırınız" buyurmuş.[121]

 

3901... (Hârice b. Salt et-Temîmî'nin İlâka isimli) amcasından ri­vayet olunmuştur; dedi ki:

Biz Rasûlullah (s.a)'ın yanından dönüyorduk. (Yolda) bir arap kabilesine rastladık. "Bize gelen habere göre siz şu hayırlı adamın ya­nından geliyormuşsunuz. Sizin yanınızda bir ilaç yahutta bir dua var mıdır (bizim buna çok ihtiyacımız var)? Çünkü bizim yanımızda bağlı bir deli bulunuyor" dediler. (Biz de) "Evet" cevabını verdik. Kalkıp deliyi bağlı olarak getirdiler. Bunun üzerine ona sabah akşam üç gün Fatiha okudum. Fâtiha'yı her bitirişimde tükürüğümü (ağzımda) bi­riktirip (ona) tükrüyordum. (Üç gün sonra deli) ipten kurtulmuş gibi oldu. Bana ücret ver(mek iste)diler. (Ben de; "Hayır) Rasûlullah (s.a)'a danışıncaya kadar almam" dedim (ve gidip Hz. Peygamber'e danıştım).

"(Sen aldığın bu ücreti tereddüt etmeden) ye. Vallahi bâtıl bir şey okuyup üfleme karşılığında (ücret alıp) yiyen kimse (kuşkusuz bu­nun günahını çekecektir. Sen ise) hak olan bir okuyup üfleme ile (yap­tığın) tedavi karşılığında (aldığın ücreti) yiyorsun" buyurdu.[122]

 

Açıklama

 

İmam Kastalânî'nin açıklamasına göre, 3896 numaralı hadis-i şerifle, mevzumuzu teşkil eden 3901 numaralı hadiste anlatı­lan olay aynı olaydır. Fakat 3900 numaralı hadis-i şerifte anlatılan olay ayrı bir olaydır. Çünkü 3900 numaralı hadis-i şerifte anlatılan tedavi Ebû Saîd el-Hudrî tarafından, 3896 ve 3907 numaralı hadis-i şeriflerde anlatılan teda­vi ise İlâka tarafından gerçekleştirilmiştir.[123]

 

3902... Peygamber (s.a)'in hanımı Âişe'den rivayet edilmiştir; dedi ki:

Peygamber (s.a) rahatsızlandığı zaman kendi kendine Muavvizât (sûre)leri(ni) okur ve üfürürdü. (Bunları okuyamayacak derecede) ağ­rısı şiddetlendiği zaman (bu sûreleleri) ona ben okurdum ve bereketi­ni umarak (onun) eliyle vücudunu sıvazlardım.[124]

 

Açıklama

 

İçlerinde Allah'a sığınma (istiâze) bulunduğu için Felak ve Nâs sûrelerine "Muavvizetân sûreleri" denir. Bunlar, iki sû­reden ibaret olmaları cihetiyle onlardan tesniye kalıbıyla "Muavizzeteyn" sûreleri diye bahsedilmesi kaide icabı iken, çoğul kalıbıyla "Muavvizât" sû­releri diye bahsedilmeleri, onlarla birlikte içerisinde istiaze bulunan Kur'an âyetlerinin de tedavi için okunabileceğini ifade etmek maksadına mebni ola­bileceği gibi, bu sûrelerle İhlas sûresinin okunduğunu bildirmek gayesine bağlı da olabilir.

Çünkü bazı haberlerde[125] Fahr-i Kâinat Efendimiz'in Muavvizeteyn ile birlikte İhlâs sûresini okuduğu da bildirilmektedir. İmam Nevevî bu mevzu­da şöyle diyor:

"Nefes, tükürüksüz hafif üfürüktür. Hadis-i şerif hastaya okurken üfür-menin müstehab olduğuna delildir. Ulema bunun caiz olduğuna ittifak et­mişlerdir. Sahabe, tabiîn ve onlardan sonra gelen ulema bunu hep müstehap görmüşlerdir. Fakat Kadı Iyâz, ulemadan bir topluluğun bunu kabul etme­diklerini, hastaya okurken tükürüksüz üfürmenin caiz olduğunu söyledikle­rini rivayet etmiştir. Ancak bu görüş ve bu fark zayıf bir kavle dayanır. Zira nefes tükürüklü üfürüktür, diyenler olmuştur. Yine Kadı'nın beyanına gö­re, ulema "nefes" ile "tefel" kelimelerinin manalarında ihtilâf etmişlerdir. Bazıları, "Bunların ikisi de bir manaya gelir ve ikisi de tükürüklü üfürüktür" demişler. Ebû Ubeyd; tefelde azıcık tükürük şart olduğunu, nefeste ise hiç tükürük bulunmadığını söylemiştir. Bunun aksini iddia edenler de vardır. Ebû Ubeyd: "Ben Âişe'ye, Peygamber (s.a)'in hasta okurken nasıl üfürdü-ğünü sordum da; kuru üzüm yiyen gibi tükürüksüz üfürürdü, cevabını verdi" demiştir. Kadı Iyâz; tefel denilen ıslak üfürüğün faydası bu rutubet ve hava ile teberrüktür, diyor.

İam Mâlik; kendine okursa üfürürmüş. Demirle, tuzla rukye yapmayı ve keza hatem-i Süleyman şeklinde yazmayı şiddetle kerih görürmüş. Zira bunda sihre benzerlik vardır.[126]

 

Bazı Hükümler

 

1. Hastanın İhlâs, Felâk ve Nâs sûrelerini okuyup ellerine üfleyerek vücudunu sıvazlamak suretiyle kendi kendini tedaviye çalışması müstehabdır.

2. Bir kimsenin bir hastayı bu şekilde tedavi etmesi de müstehabdır.

3. Okunan hasta, ilim ve takva yönünden okuyandan daha üstünse, oku­yan kimsenin bu sûreleri kendi ellerine değil de hastanın ellerine üfleyerek hastanın vücudunu, hastanın elleriyle sıvaması müstehabdır.[127]

 

20. Şişmanlama Yollarına Başvurmak

 

3903... Âişe (r.anha)'dan rivayet olunmuştur; dedi ki: Rasûlullah (s.a) ile zifafa girmem için annem beni şişmanlatma! istiyordu. (Bütün çabalarına rağmen) onun istediği kiloyu alamadım Nihayet bana yaş hurma ile hıyar yedirdi de en güzel şekilde şişmanladım.[128]

 

Açıklama

 

Metinde geçen cümlesine Avnü'l Mabud yazarı, "Ben onun bana yedirmek ve içirmek istediği şişmanlatıcı ilaçları kabul etmedim ve onları kullanmadım" şeklinde bi mana vermiştir. Fakat biz îbn Mâce'nin, "fakat bu isteği gerçekleşmedi' anlamına gelen rivayetini de göz önünde bulundurarak ve Bezi yazarının açık lamasına uygun olarak bu cümleyi "onun istediği kiloyu alamadım" şeklin de tercüme ettik.

Metinde geçen kelimesi "şişmanlığın en güzeli" anlamına gelir ki, haddinden fazla olmayan ve sahibine hantallık getirmeyen ortı halde (mutedil) bir şişmanlıktır. İdeal olan şişmanlık budur.[129]

 

Bazı Hükümler

 

1. Gerdeğe girecek bir kızı gerdeğe girmeden önce haddi  aşmayacak  şekilde şişmanlatmak  mustehaptır

2. Bir kimseyi şişmanlatmak için pahalı ilaçlar yerine ucuz temin edileı gıdalar kullanmak mustehaptır.

3. Kadında güzellik gibi orta halli bir şişmanlık da aranan bir husustur "Kıyamet gününde şişman kadınların vay haline"[130] anlamında bir hadis rivayet edilmişse de bu tehdit yabancı erkeklerin gönlünde yer almak için ve ya diğer kadınlara böbürlenmek için şişmanlayan kadınlar içindir.

4. Sofrada iki katık bulundurmak caizdir. Nitekim 3835-3837 numaralı hadislerin şerhinde açıklamıştık.[131]

 

21. Gaipten Haber Verdiğini İddia Eden (Kâhin) Hakkında

 

3904... Ebû Hureyre (r.a)'den rivayet olunduğuna göre; Rasûlul-lah (s.a) şöyle buyurmuştur:

"Kim (gaipten haber almak gayesiyle) bir kâhine giderse" Musa (b. İsmail, şu cümleyi de) nakletti: "Ve onun söylediğim tasdik ederse" -(Hadisin bundan) sonra (ki kısmında Müsedded ile Musa) birleşerek şu sözü rivayet ettiler: "Kim de (cinsi münasebet için) bir kadına va­rırsa", (-Ancak burada) Müsedded, "karısına hayızlı iken ve dübii-ründen (yaklaşırsa)" demiştir.- (Hadis şöyle sona eriyor): "O kimse Allah'ın Muhammed'e indirdiği (dinin dairesi)nden dışarı çık­mıştır."[132]

 

Açıklama

 

Kâhin: Kâinattan geleceğe ait haber vermek ve esrarı bildiğini iddia etmektir.

"Nihâyetü'l-Hadis'te beyan edildiğine göre, cahiliye devrinde araplarda "Şık" ve "Satıh" gibi kâhinler varmış. Bunlardan bazıları, kendi­sinin bir tabii bulunduğunu ve ona haber getirdiğini söyler; bir takım­ları da olacak şeyleri bazı mukaddimelerle bildiğini ve bu mukaddimelerle sual sorduğu kimsenin sözünden, halinden veya fiilinden onlara muvafık şe­kilde istidlalde bulunduğunu iddia edermiş. Araplar buna "arrâf" adını ve-rirlermiş. Çalman şeyi bildiğini iddia edenler bu kabildendir. "Her kim bir kâhine giderse" hadisi, arrâf ve müneccimlere şâmildir."[133]

Mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerif, bu gibi kâhinlere giderek onların sözlerini dinlemenin haram olduğuna ve onlarda gaipten haber verme gücü­nün bulunduğuna inananların din dairesinden çıkacağına delâlet etmektedir.

Bir başka hadisi şerifte de, "Kâhine inanan kimsenin kırk gün namazı kabul olmaz"[134] buyurulmaktadır. İbn Hacer el-Heysemî, kâhinlik yapma­nın ve yitiğin bulunması için kâhine başvurmanın büyük günahlardan olduğunu söylemiştir.[135]

Hadis-i şerif aynı zamanda bir kimsenin karısı ile hayızlı iken cinsi mü­nasebette bulunmasının caiz olmadığına da delâlet etmektedir.

Her ne kadar hadisin zahirinden bu işi yapan kimselerin dinden çıktığı anlaşılırsa da, bu işi yapan kimsenin keffaret olarak sadaka verilmesinden bahsedilmesi[136] onun dinden çıkmayıp çirkin bir iş yaptığına delâlet eder. Sarihlerin açıklamasına göre, hadisteki "dinden çıkar" sözü bu işi helâl sa­yanlar içindir, tehdit için söylenmiş de olabilir.

İmam Ebû Hanîfe ile îmam Mâlik ve Şafiî'ye göre, hayızın ilk günle­rinde karısı ile cinsi münasebette bulunan kimsenin bir dinar, son günlerin­de cinsi münasebette bulunan kimsenin de yarım dinar vermesi ve istiğfar etmesi müstehabdır.

Bir kimsenin karısına ters taraftan yaklaşmasının çirkinliği ona hayızlı iken yaklaşmasının çirkinliğinden daha fazladır. Çünkü kadına hayızlı iken yaklaşmanın başta gelen sebeplerinden birisi hayız halindeki pisliktir. Arka­dan yaklaşmadaki pisliğin daha da fazla olduğunda şüphe yoktur. Bu ba­kımdan onun haramhğında şüphe yoktur. İslâm uleması onun büyük günah­lardan olduğunu söylemişlerdir.[137]

 

22. Yıldızlar(dan Hüküm Çıkarma) Hakkında

 

3905... İbn Abbas'dan rivayet olunduğuna göre; Rasûlullah (s.a): "- Yıldızlardan bir ilim alan kimse sihirden bir bölüm almış olur.

(Yıldızlardan aldığı bilgiler) arttıkça (sihirle olan ilgisi de) artmış olur" buyurmuştur.[138]

 

3906... Zeyd b. Halid el-Cühenî'den rivayet olunmuştur; dedi ki:

Rasûlullah (s.a) Hudeybiye'de geceleyin (yağan) bir yağmurdan sonra bize sabah namazını kıldırdı. (Namaz) bitince halka dönüp:

"Rabbinizin ne dediğini biliyor musunuz?" dedi. (Orada bulu­nan halk):

Allah ve Rasûlü daha iyi bilir, dediler. (Bunun üzerine Hz. Pey­gamber şöyle) buyurdu:

"(Rabbiniz buyuruyor ki:) Kullarımdan bir kısmı bana inamcı, bir kısmı da (beni) inkâr edici olarak sabahladı. 'Allah'ın fazlı ve rah­meti ile (bu gece) bize yağmur yağdı' diyenler bana inanmıştır. Yıldız­lar (m yaratıcılığın^ da inkâr edicidir.

Fakat, 'şu veya bu yıldızın hareketi sayesinde bize yağmur yağdı' diyenler ise beni inkâr etmiş, yıldızlara inanmıştır."[139]

 

Açıklama

 

Yıldızlardan hüküm çıkarma ilmi mevzuunda Hanefî ulemasından Ibn Abıdm şöyle diyor:

"Bu ilim gök cisimlerinin teşekküllerinden adi hâdiselerin vuku bulaca­ğını istidlal ilmidir. Merginânî'nin, MuhtârıTn-Nevâzil adlı eserinde şöyle deniyor: Bilmiş ol ki ilmi nücûm haddizatında kötü değildir. Çünkü o iki nevidir:

Birincisi: Hesap yolu iledir ve haktır. Kur'an'da zikredilmiştir. Allah Teâlâ; "Güneş ve ay hesab iledir." buyurmuştur. Bundan murad güneşle ayın seyretmeleridir.

İkincisi: İstidlal yolu iledir.Yıldızların seyri ve feleklerin (gezegenlerin) hareketi vasıtasıyla hâdisatın, Allah'ın kaza ve kaderi ile vuku bulacağına istidlal edilir; bu caizdir. Doktorun hasta kimsenin nabzına bakarak hastalı­ğa ve sıhhate istidlali gibidir.

Ama hâdisatın Allah'ın kazası ile olduğuna inanmaz, yahut kendisinin gaybı bildiğini iddia ederse kâfir olur."[140]

Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şeriflerde geçen, yıldızlara bakarak yeryüzünde vukua gelecek hâdiseler hakkında hüküm çıkarmanın küfür, ve yıldızlarla ilgili ilimlerin sihirin bir dalı olduğuna dair ifadeler, İbn Âbidin'-in açıkladığı ikinci kışıma gören yasaklanmış bilgilerdir.

Fakat her hâdisenin yaratıcısının Allah olduğuna inanmak şartıyla Ast­ronomi ilmi ile uğraşmak insanın Allah'a ait imanını takviye eden çok fazi­letli bir iş olması cihetiyle kıymet ve fazileti çok büyüktür.[141]

 

23. (Yere) Çizgi (Çizmek) Ve Kuş Uçurmak (Suretiyle İstikbale Dair Hükümler Çıkarma) Konusunda Gelen Hadisler

 

3907... (Katan b. Kabîsa'nın) babası dedi ki: Ben Rasûlullah (s.a)'ı şöyle buyururken işittim:

"Kuş uçur(arak, bu uçuştan hüküm çıkar)mak, uğursuzluğa inan­mak, çakıl taşlan ile fal açmak puta tapıcıhktandır."

(Musannif Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadiste geçen) "Tark" (keli­mesi, kuş) uçurmak; "el-ıyâfe" (kelimesi de; kum üzerine) çizgi çiz­mek anlamına gelir.[142]

 

3908... Avf (el-Arabî); "el-Iyâfe, kuş uçur(tarak kuşun uçuşun­dan istikbale ait manalar çıkar) maktır. Tark da, yere çizilen çizgidir" demiştir.[143]

 

3909... Muaviye b. el-Hakem es-Sülemî'den rivayet olunmuştur; dedi ki:

Ben (Hz. Peygamber'e hitaben);

Ey Allah'ın Rasûlü, bizden bir takım adamlar da (istikbale dair bilgiler keşfetmek için) çizgi çiziyorlar, dedim. (Peygamber (s.a) de:)

"Peygamberlerden biri (böyle) çizgi çizerdi. Her kim (çizgisini onun) çizgisine uygun düşürürse, o kimse (gerçeğe isabet etmiş olur)" buyurdu.[144]

 

Açıklama

 

Iyafe: Kuş kovalamak, kuş uçurmak anlamlarına gelir. Cahiliye döneminde araplar, kuşları ürküterek uçururlar ve uçan kuşun ismine, sesine ve uçtuğu tarafa göre bir mana çıkararak yapacakları işlere karar verirlerdi. Meselâ, ürküp uçan kuş tavşancıl ise bunu sıkıntıya, karga ise gurbete, ibibik ise hidayete; eğer kuş sağ tarafa uçarsa uğura, sol tarafa uçarsa uğursuzluğa yorarlardı. İslâmiyet bunların hepsinin bâtıl ol­duğunu ilan ederek bu inançların hepsini iptal etmiştir.

Tıyâre ise, uğursuz saymak demektir. Bu kelime ile ıyâfe arasındaki fark şudur: Iyâfe, kuş aracılığı ile olduğu halde bunda kuşun aracılığı şart değil­dir. Kuşun dışında bir hayvan aracılığı ile de olabilir.

Tark: Çakıl taşlan ile fal açmak anlamına geldiği, gibi,[145] kum üzerine çizgi çizmek anlamına da gelir.[146] Zemahşerî, el-Fâik isimli eserinde birinci manayı tercih ettiğinden tercümemizde biz de birinci manayı esas aldık.

Cibt;kelimesi ise "put" demektir. Kâhin anlamına da gelir. Allah'dan başka ittihaz edilen mabud karşılığıdır.[147]

Ömer b. Hattâb (r.a), "Cibt sihirdir, tağut ise şeytandır" demiştir. Bu açıklama İbn Abbas, Ebû Aliye, Mücâhid, Atâ, İkrime, Saîd b. Cübeyr, Şa'bî, Hasan, Dahhâk ve Süddî'den de rivayet edilmiştir.[148]

Hat: Çizgi demektir. İbn Abbas'dan rivayet olunduğuna göre, cahiliye devrinde bu çizgiyi çizen belli remilciler varmış, ihtiyaç sahipleri bunlara mü­racaat edince bunların yanında bulunan erkek bir çocuk sayıları bilinmeme­si için çok acele olarak yere bir takım çizgiler çizer sonra da ikişer ikişer ve yavaş yavaş bu çizgileri silermiş. Eğer en sona kalan iki çizgi olursa bu kur­tuluş alameti, tek çizgi kalırsa zarar alameti kabul edilirmiş.[149]

İslâmiyet bütün bu fal cinslerinin asılsız olduğunu bildirerek bunları ha­ram kılmış ve büyük günahlardan saymıştır.[150]

Her ne kadar peygamberlerden birisi Allah'ın kendisine verdiği ledünnî bir ilimle veya Allah'dan aldığı bir emirle kumlar üzerine çizdiği bir takım çizgilerden istikbale dair bazı hadiselerin vukuunu keşfedermiş ise de, daha sonraki insanların çizecekleri çizgilerin onun çizgilerine uygun düşeceği ke­sin olarak bilinmediğinden bu iş diğer insanlara yasaklanmıştır.

Bu bakımdan metinde geçen, "her kim çizgisini onun çizgisine uygun düşürürse" cümlesini, "bazı kimselerin çizgisi o peygamberin çizgisine uy­gun düşebilir" şeklinde anlamak gerekir. "Onun çizgisine isabet eden kim­seye bu hareketi yapmak caiz olur" şeklinde anlamak doğru değildir.[151]

Sahih olan kavle göre bu ibarenin manası şöyledir: Kimin çizgisi o pey­gamberin çizgisine muvafık düşerse o çizgiyi çizmek mubahtır. Lakin muva­fık düşüp düşmeyeceğini yüzdeyüz bilmeye bizim için imkân yoktur. Binae­naleyh remilcilik bize mubah değil haramdır.

Rasûluilah (s.a)'ın doğrudan doğruya "Remilcilik haramdır" demeyip, "Her kim (çizgisini onun) çizgisine muvafık düşürürse o kimse gerçeğe isa­bet etmiş olur" buyurması, remille meşgul olan peygamberin bu hükme da­hil olduğu anlaşılmasın diyedir.

Remil ile meşgul olan bu peygamberin İdris (a.s) veya Daniyel (a.s) ol­duğu rivayet edilmiştir.[152]

 

24. Uğursuzluğa İnanmak

 

3910... Abdullah b. Mes'ud'dan rivayet olunmuştur; dedi ki:

Rasûluilah (s.a) üç defa, "Uğursuzluğa inanmak şirktir, uğursuz­luğa inanmak şirktir" buyurdu.

Oysa bizden (kalbinde bu düşünce geçmeyen bir kimse ) yoktur. Fakat Allah bu duyguyu tevekkülle giderir.[153]

 

3911... Ebû Hureyre (r.a)'den rivayet olunduğuna göre; Resulullah (s.a):

“Hastalık bulaşması, uğursuzluk, (karında bulunan yılan gibi bir hayvanın hareketinden doğan bir) karın ağrısı ve (uğursuzluk geti­ren bir) baykuş yoktur" buyurmuş.

Bunun üzerine (orada bulunan) bir bedevi:

(Ey Allah'ın Rasûlü), peki kumda geyik gibi (sıhhatli) oldukları halde (içlerine) karışıp da kendilerini uyuzlaştırdığı uyuz devlerin hali nedir? dedi.

(Hz. Peygamber de ona):

"Ya birinciye kim bulaştırdı?" karşılığını verdi.

Mâmer'in Zührî'den, (Zührî'nin de) bir adamdan rivayet ettiği­ne göre, Ebû Hureyre; Rasûluilah (s.a)'ı:**Deveterı hasta olan kimse­ler (develerini), develeri sağlam alan kimseler(in develerinin yanın)a götürmesinler" derken işittiğini söylemiş. Bunun üzerine (bu sözü Ebû Hureyre'den dinleyen) adam Ebû Hureyre'ye dönüp: Sen bize (daha önce) Peygamber (s.a)'in, "Hastalık bulaşması da yoktur, (karında bulunan bir yılan hareketinden doğan bir) karın ağrısı da yoktur, (uğur­suzluk getiren bir) baykuş da yoktur." dediğini söylememiş miydin? demiş. Ebû Hureyre de: "Bunu size ben söylemedim" karşılığım vermiş.

Zührî dedi ki: Ebû Seleme, "Ebû Hureyre'nin bu hadisi rivayet ettiğini" (söyledi) ve: "Ben Ebû Hureyre' nin bu hadisten başka (ri­vayet ettiği) bir hadisi unuttuğunu duymadım." dedi.[154]

 

3912... Ebû Hureyre'den rivayet olunduğuna göre; Rasûluilah (s.a):

"Hastalığın(sebepsiz olarak) bulaşması, (uğursuzluk getiren) bay­kuş, (insanların kaderine hükmeden bir) yıldız batması, (karında bu­lunan bir yılanın hareketlerinden doğan ve başkalarına bulaşan bir) karın ağrısı yoktur" buyurdu.[155]

 

3913... Ebû Hureyre'den rivayet olunduğuna göre; Rasûluilah (s.a):

“(Kırlarda çeşitli kılıklara girerek insanların yolunu kaybettire-bilecek güce sahip bir) cin taifesi yoktur" buyurmuştur.[156]

 

3914... Ebû Dâvûd dedi ki: Eşheb (şöyle) dedi: (İmam) Mâlik'e, "lâ safere" sözü(nün manası) soruldu da; "Ca hiliye halkı Safer ayını helâl (aylardan) sayarlardı. (Sonradan) onu bi sene helâl, bir sene de haram saymaya başladılar. Hz. Peygamber (s.a de onların bu âdetini kaldırmak için); "(Böyle bir sene helâl, bir sen< de haram sayılan) bir Safer (ayj) yoktur" buyurdu" cevabını verdi.[157]

 

3915... Bakiyye dedi ki:

Ben Muhammed b. Râşid'e hadisteki "hâm = baykuş" kelimesi­ni sordum da;" Cahiliye dönemi (halkı) 'Ölüp de defnedildikten son­ra bir baykuş olarak mezarından çıkmayan kimse yoktur' derlerdi, (işte hâm budur)" diye cevap verdi.

(Bunun üzerine): "Pekâla Safer nedir?" dedim. (Muhammed b. Râ-şid de): İşittiğime göre cahiliye halkı Safer ayını uğursuz sayarlarmış da Peygamber (s.a):"Safer ayında (bir uğursuzluk) yoktur" buyurmuş" dedi.

(Muhammed b. Râşid sözlerine devam ederek şöyle) dedi: "Biz 'Sa­fer, karında tutan bir ağrıdır' diyeni de işittik. (Bu görüşte olan cahili­ye halkı) 'bu ağrı  (başkasına da) bulaşır' derlerdi. Bunun üzerine (Hz. Peygamber), "Safer (denilen böyle bir ağrı) yoktur" buyurdu."[158]

 

3916... Enes (ra.)'den rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s.a): "Hastalık bulaşması da yoktur, uğursuzluk da yoktur. Ben ya­rarlı olan hayırlı ve uğurlu saymadan hoşlanırım. Yararlı olan hayırlı ve uğurlu saymak ise, güzel söz(lerle yapılan hayırlı yorumlar)dır" bu­yurmuştur.[159]

 

Açıklama

 

Tıyere:Bir şeyi uğursuzluğa yormak, uğursuz saymak, bir şeyin uğursuzluk getireceğine inanmak demektir. Cahiliyye dönemi halkı, bazı hayvanları ve olayları uğursuz sayar, bu uğursuzluktan kur­tulmak için bazı teşebbüslerden vazgeçerdiler.

İslâmiyet bu uğursuzluk telakkisinin asılsız olduğunu ilan ederek, asıl­sız telakkiler silsilesinden biri olan bu yanlış inancı da İnsanların kafasından silip atmak suretiyle onların yolunu aydınlatmış, onları cahiliyetin pençesin­den kurtarmıştır.

3910 numaralı hadis-i şerifte açıklandığı üzere, Fahr-i Kâinat Efendi­miz hayvanlarda ve olaylarda bizatihi böyle bir uğursuzluk verme gücü bu­lunduğuna inanmayı şirk saymış, insanın kalbine böyle bir korku geldiği za­man bu korkunun kalpten giderilebilmesi için Allah'a tevekkül etmenin ye­terli olduğunu bildirmiş ve ümmetine bu gibi durumlarda Allah'a tevekkül etmelerini tavsiye etmiştir.

Advâ: Hastalığın bir hastadan diğer bir hastaya bulaşması demektir.

Bu mevzuda merhum Kamil Miras şöyle diyor:

"Cahiliye devrinde sâri hastalıkların ilâhi bir tesire tabi olmadan biza­tihi sirayet ettiği sanılırdı. İslâm akidesine göre her şeyde hakiki müessir Al­lah Teâlâ'dır, Hadiste bu hakikat, "Bulaşıcı hastalıklar bizatihi sirayet etmez" cümlesiyle ifade buyurulmuştur."[160]

Bezlü'l-Mechûd yazarının açıklamasına göre, "Hastalık bulaşması ko­nusunda üç türlü görüş vardır:

1) Hastalık bulaşır, hastalık bulaşmasının Allah'ın izni ve iradesiyle il­gisi yoktur. Bu görüşün küfür olduğu açıktır.

2) Hastalık Allah'ın dilemesiyle bulaşır. Fakat Allah'ın hastalığın bu­laşmasını dilemesi Allah hakkında zaruridir. Aksini dilemesi mümkün değildir.

Bu görüş de bâtıldır. Çünkü Allah isterse bulaşıcı hastalığa yakalanmış kimseler arasında bulunan bir kulunu o hastalığa yakalanmaktan koruyabilir.

3) Hastalık bulaşması Allah'ın dilemesine bağlı olarak vardır. Allah di­lerse bulaşıcı bir hastalık başkasına geçebilir, dilemezse geçmez."

İşte hadis-i şerifte ifade edilen hastalık bulaşmasından anlaşılan bu üçün­cü görüştür ki ehl-i sünnet ulemasının bu mevzudaki görüşü de budur.

Bazıları kelimelerin zahirine bakarak, 3911 ve 3912 numaralı hadisler-deki, "!â adve" kelimesini "hastalık bulaşması yoktur" şeklinde anlamışlar ve 3912 numaralı hadisin sonundaki "Develeri sağlıklı olan kimseler devele­rini, develeri hasta olan kimselerin develerinin yanma götürüp de onlarla karıştırmasınlar" mealindeki cümlelerle, "Cüzzamlıdan aslandan kaçar gi­bi kaçın"[161] hadisini de seddü'z-zerâyi' kabilinden bir yasaklama olarak te'-vil etmişler. Yani develerin birbirine karışıp da birbirlerine benzerlikleri sebebiyle hangi devenin kime ait olduğunun bilinmemesi durumuna düşül­mesini önlemek için getirilmiş bir yasak olarak yorumlanmıştır.

Ancak ulemanın büyük bir kısmı; bu mevzuda aslolan hastalıklı hay­vanları karıştırmayı yasaklayan ve cüzzamlıdan kaçmayı emreden hadis-i şe­riflerdir. Çünkü yüce Allah, dünyadaki bütün hâdiseleri bir sebebe bağladığı gibi hastalığın bulaşmasını da hastalık mikrobu taşayan kimselerle veya eş­ya ile temas etmeye bağlamıştır. Bu temas sağlandığı zaman Allah'ın izni ile hastalık bulaşabilir, demişlerdir. Hadisi bu şekilde anlayan mezkûr İslâm âlimleri, hadis-i şerifte geçen "hastalık bulaşması yoktur" sözünü ise, has­talık bulaşması için Allah'ın bir kanun olarak koyduğu hastaya dokunmak gibi bir sebep bulunmaksızın hastalık bulaşması olamaz, şeklinde anlamış­lardır ki umumun tasvibine mazhar olan görüş de budur. Esasen Fahr-i Kâi­nat Efendimiz, bedevinin "bizim geyik gibi sihhath develerimiz uyuz develerin yanına varınca niye hastalanıyorlar?" sorusuna "Ya birinciye bu hastalığı kim bulaştırdı?" karşılığını vermekle, bu bulaşmanın Allah'ın iznine bağlı olduğunu çok veciz bir şekilde açıklamıştır. Çünkü bedevi, "birinci deveye falan deveden bulaştı" cevabını verdiği takdirde kendisine aynı sual sorul­maya devam edilecek ve nihayet bu hastalığın kendisinde ilk görülen deveye hastalığı Allah'ın verdiği anlaşılacaktır.

Hâme: Baykuş demektir. Cahiliye dönemi halkı evlerinin üzerine bir bay­kuş konduğu zaman onun o ev halkından birinin öleceğini haber vermek için geldiğine inanırlardı.

Hadis-i şerifteki "Baykuş yoktur" sözüyle bu inancın batıl olduğu an­latılmak istenmektedir. İmam Mâlik'in görüşü budur.

İkinci bir tefsire göre, cahiliye dönemi arapları baykuşların, ölen kim­selerin dünyaya dönen ruhları olduklarına inanırlardı. Hadisteki "Baykuş yoktur" sözüyle yıkılmak istenen inanç budur. İslâm ulemasının büyük ço­ğunluğunun tasvibine mazhar olan görüş budur.

Guvl: Eski arapların inancına göre çeşitli renk ve kılıklara girerek in­sanlara görünen ve onları yollarından sapıtıp helak eden bir nevi şeytandır. Kırlarda yaşar. Peygamber (s.a) bunu da iptal etmiştir. Cumhur ulemanın kavli budur. Ulemanın bazılarına göre ise hadisin manası, guvlü inkâr et­mek değil sadece arapların itikadını iptaldir. Binaenaleyh "guvl yoktur" cüm­lesinden murad, guvl hiç kimseyi yolundan saptırmaz, demektir.[162]

Nev': Hattâbî'ye göre "yıldız" demektir. Ebû İshak ez-Zeccâc, garbta batan yıldızlara enva', şarkta doğanlara bevârih denildiğini söylüyor. Bu hu­susta Tecrid Tercümesi'nde şu malumat verilmektedir:

"Nev'in cemi enva' gelir. Enva' ayın menzilleri (burçlar) manasına ge­lir, yirmisekiz adettir. Ay her gece bunlardan bir menzilde bulunur. Bu men­zillerden herbiri o sema sahasında bulunan yıldızlardan birinin ismiyle anılır.

Araplar bu yıldızlardan birinin fecir zamanında batmasıyla birlikte onun devamlı olarak ters istikametinde bulunan yıldızın o saatte doğmasına nev' derler. Onun için lügat alimlerinin kimi yıldızın batmasına kimi de doğması­na kimisi de her ikisine birden nev' denildiğini söylerler. Bu nev'ler birbiri arkasından onüçer gün fasıla ile battığında ve aksi istikametindeki yıldız da doğduğunda, o müddet zarfında yağmur, rüzgâr, soğuk, sıcak, bereket her ne olursa batan yıldıza izafe edilir ve filan şey filan yıldızın nev'inde (bat­masında) vaki oldu derlerdi."[163]

Rasûl-i Zîşan Efendimiz, "Nev' yoktur" sözüyle bu bâtıl İnancı kökün­den yıkmıştır.

Safer: Hicrî tarihin ikinci ayının adıdır. Cahiliye devrinde araplar nesîe usulüne göre Muharrem ayının haramlığını Safer'e naklederlerdi ve bu su­retle Safer ayını haram sayarlardı. Nitekim yüce Allah müşriklerin bu çirkin hallerini Tevbe sûresinin 37. âyet-i kerimesinde bize açıklamaktadır. Rasûl-i Ekrem Efendimiz bunu da menedip "Artık Safer ayı için hürmet yoktur" buyurmuştur. Asrı saadetten zamanımıza kadar devam edip gelen halk te­lakkisine göre bu ayda kıyılan nikâhı devamsız sayarlar. Hatta halk arasın­da bu aya boş ay derler. "Sa ferde uğursuzluk yoktur" buyurulmakla bu te­lakki men olunmuştur. Buharî'nin bir rivayetine göre Hz. Âİşe "Benim ni­kâhım da zifafım da safer ayında idi" buyurduklarına göre, Rasûl-i Ekrem bu hurafe fikrinin izalesine fiilen de çalışmıştır.[164]

İkinci bir te'vile göre bu hadis-i şerifteki Safer kelimesinden maksat, cahiliye araplarmın insanın karnında yaşadıklarına inandıkları yılan gibi bir hayvandır. İnsan acıktığı zaman o hayvan çoğu zaman heyecanlanıp sahibini öldürür. Hatta buna uyuz hastalığından daha bulaşıcı sayarlardı. Neve-vî'nin açıklamasına göre Safer kelimesinin sahih tefsiri budur. Mutarrif, İbn Vehb, İbn Habib, Ebû Ubeyd ve diğer birçok ulemanın kavilleri de budur. Nevevî'nin beyanına göre, burada her iki tarafın da kast edilmiş olabileceği, her iki anlamdaki Saferin de bâtıl ve asılsız olduğu bildirilmektedir.[165]

Ancak cahiliye halkının karın ağrısı hakkındaki bu yanlış telakkisini, bugünkü ilmî gerçeklerin ışığında tesbit edilen karındaki solucan, tirişin ve tenyalarla karıştırmamak gerekir. Hadiste reddedilen bunlar değildir. Her ne kadar İslâm'da uğursuzluk inancına yer yoksa da bir şeyi hayırlı veya uğurlu saymak (tefe'ül) makbuldür. Nitekim Hudeybiye'de Kureyşliler müslümanları müşkül bir vaziyete soktuğu sırada, Kureyş tarafından muahede akdine mezun bir heyetin, Süheyl b. Amr'ın riyaseti altında gelmekte olduğu duyu­lunca Rasûl-i Ekrem'in uysallık ve yumuşaklık ifade eden Süheyl adıyla te­fe'ül ederek ashabına, "Artık işiniz kolaylaştı" buyurması[166] buna delâlet ettiği gibi, mevzumuzu teşkil eden 3916 numaralı hadisi şerif de bunun caiz olduğunu ifade etmektedir.[167]

 

3917... Ebû Hureyre (r.a)'den rivayet olunduğuna göre;

Rasûlullah (s.a), hoşuna giden bir söz işitmiş de (bu sözü söyle­yen kimseye):

"Senin uğurunu ağzından aldık" buyurmuş.[168]

 

3918... Atâ (r.a)'dan rivayet olunmuştur; dedi ki:

"Halk; Safer, karında tutan bir ağrıdır, diyor." (Bu hadisi Atâ'-dan rivayet eden İbn Cüreyc dedi ki); Ben(de Atâ'ya); "Pekâlâ) bay­kuş nedir? diye sordum. (Atâ şöyle) cevap verdi:

Halk, (evlerin üzerine konup da acı acı) öten baykuş, halk bay­kuşudur, diyor. (Aslında bu baykuş ölünün kemiğinden ya da başın­dan çıkıp da baykuş şekline giren ve sady ismi olan) insan baykuşu değildir. (Senin sorduğun) baykuş, sadece (bildiğimiz) bir hayvandır.[169]

 

3919... Urve b. Amr el-Kureşî dedi ki:

Peygamber (s.a)'in yanında (bir şeyle karşılaşmayı iyiye veya) kö­tüye yorma(nın hükmünden) bahsedildi de Peygamber (s.a) şöyle buyurdu:

"Bu yorumların en iyisi iyiye yormaktır. (Aslında bir şeyi kötü­ye yorumlamak bile) bir müslümam (yapılması gereken bir işi yapmak­tan) geri eeviremez. (Binaenaleyh) sizden biriniz hoşlanmadığı bir şe­yi görünce;

'Ey Allah'ım, güzellikleri senden başkası veremez. Kötülükleri de senden başkası önleyemez. Binaenaleyh, (kötülüğü önlemek için ge­rekli olan) güç de (güzelliği elde etmek için gerekli olan) kuvvet de an­cak senindir* diye dua ediniz.”[170]

 

3920... Ebû Büreyde(nin) babasından rivayet olunduğuna göre;

Peygamber (s.a) hiç bir şeyi uğursuz saymazmış. (Bir yere) bir tah­sildar göndereceği zaman (önce) ismini sorarmış, eğer (onun) ismini beğenirse bu isimden memnun olurmuş ve bu sevinç yüzünde görülür-müş. Eğer beğenmezse bu hoşnutsuzluk yüzünde görülürmüş, (fakat böyle hoşa gitmeyen bir isimle karşılaşmayı kötüye yormazmış).

Bir köye girdiği zaman da (yine köyün ismini sorarmış, eğer (kö­yün) ismini beğenirse sevinirmiş ve bu sevinç(in belirtileri yüzünde gö­rülürmüş). Eğer (köyün) ismini beğenmezse bu hoşnutsuzluk yüzün­de görülürmüş, (fakat böyle hoşa gitmeyen bir isimle karşılaşmayı kö­tüye yormazmış).[171]

 

3921... Said b. Mâlik'den (rivayet olduğuna göre; Rasûlullah (s.a);

"(Uğursuzluk getiren bir) baykuş da yoktur, (kendiliğinden zu­hur eden bir) hastalık bulaşması da yoktur, uğursuzluk da yoktur. Eğer bir şeyde uğursuzluk olursa (o da sert başlı) atta, (isyankâr) kadında ve (dar) evde olur" buyurmuş.[172]

 

3922... Abdullah b. Ömer'den rivayet olduğuna göre; Rasûlullah (s.a):

"Uğursuzluk (dar) evde, (isyankâr) kadında, (sert başlı) attadır" buyurmuştur.

Ebû DâvOd dedi ki: (Bu hadis) Haris b. Miskîn'e okundu, ben de orada idim. Kendisine: (Bunu) sana İönü '/-Kasım haber verdi mi? diye soruldu. (Haris b. Miskin de şöyle) dedi: Kadındaki ve evdeki uğur­suzluk (İmam) Mâlik 'e soruldu da, "Nice evler var ki onlarda oturan insan/ar helak oldular. Sonra onlara başkaları oturdu, (onlar da) he­lak oldular. Bizim görüşümüze göre bu (durum, bu hadisin) tefsiri­dir. Allah daha iyi bilir" cevabını verdi.

Yine Ebû Davûd dedi ki: Ömer (r.a); evdeki bir hasır çocuk dün­yaya getirmeyen bir kadından daha hayırlıdır" buyurdu.[173]

 

3923... Ferve b. Müseyk'den rivayet olmuştur; dedi ki:

Ben (Peygamber (s.a)'e;

Ey Allah'ın Rasûlü, bizim elimizde "Ebyen" denilen bir arazi var. Bu bizim çiftliğimizin ve ziraat mahsullerimizin arazisidir; ve bu arazide veba hastalığı vardır. -Yahutla buranın vebası çok şiddetlidir.-(Ne yapmamı tavsiye edersiniz)? diye sordum.

"Orayı terket. Çünkü ölüm (böyle bulaşıcı hastalıklara) yakın durmaktan ileri gelir" buyurdu.[174]

 

3924... Enes b. Mâlik (r.a)'den rivayet olunduğuna göre;

Bir adam Hz. Peygamber'e gelerek);

Ey Allah'ın Rasûlü, biz bir evde yaşıyorduk; orada (iken) sayı­mız ve mallarımız çoktu. Derken başka bir eve göç ettik, orada ise sa­yımız da azaldı mallarımız da, demiş. Rasûlullah (s.a) da:

“Kölü bir yer olduğu için orayı terkediniz" buyurmuş.[175]

 

3925... Câbir (r.a)'den rivayet olunduğuna göre:

Rasûlullah (s.a); bir cüzzamlının elini tutarak onu kendi (eli) ile birlikte (yemek) kab(m)a koymuş ve;

"Allah’a güvenerek (benimle birlikte) ye, ben de Allah'a güveniyorum" buyurmuş.[176]

 

Açıklama

 

3917 ve 3819 nunıaraiı hadis-i şeriflerde "fe'l" (iyiye yormak, tefe'ül) kelimesiyle 3918 ve 3921 numaralı hadis-i şeriflerde geçen "tıyâre" (uğursuzluğa yormak) kelimesi ve 3921 numaralı hadis-i şe­rifte geçen "advâ" (hastalık bulaşması) kelimesini 3910-3916 numaralı hadis-i şeriflerin şerhinde açıklamıştık.

Bu açıklamamızda ise 3921 ve 3922 numaralı hadislerde söz konusu olan ev, kadın ve attaki uğursuzluk ile bir memleketin uğursuzluğu ve veba, cüz-zam gibi bulaşıcı hastalıklardan kaçmanın gerekip gerekmediği konularını ele alacağız.

Bu konuda merhum Ahmed Davudoğlu şöyle diyor:

Ulema bu rivayetlerde belirtilen üç şeyde uğursuzluk olup olmadığında ihtilâf etmişlerdir. İmanı Mâlik ile bir cemaata göre rivayetlerden murad, zahirî manalarıdır. Allah Teâlâ bir evi zarar ve ölüme sebep halk eder. Mu­ayyen bir kadın ve at yahut ev de Allah'ın kaza ve kederiyle bazen helâka sebep olabilir. Hadisin manası; bazen bu üç şeyde uğursuzluk hasıl olur, de­mektir.

Hattâbî ile diğer birçok ulema bu rivayetlerdeki üç şeyin memnu olan teşe'umden (uğursuz saymadan) istisna edildiğine kail olmuşlardır. Bu gö­rüşte olan ulemaya göre bu hadisin manası; "Teşe'üm yasaktır, fakat bir kimsenin içinde oturmaktan hoşlanmadığı bir evi, beraberce yaşamaktan hoş­lanmadığı bir hanımı veya hoşlanmadığı bir atı varsa onlardan ayrılsın" de­mektir.

Bazıları da, "Evin uğursuzluğu darlığı ve komşularının kötülüğünden ibarettir. Kadının uğursuzluğu doğurmaması, gevezeliği ve şüpheli işler yap­masıdır. Atın uğursuzluğu ise üzerinde harp edilmemesi yahut fiyatının pa­halılığı, hizmetçinin uğursuzluğu ise kötü ahlâklı olması, kendisine ısmarla­nan şeylere kulak asmaması gibi şeylerdir" demişlerdir. Aynî diyor ki: "Bu babda sahih olan mana teşe'ümün bütün nevileriyle ibtal edilmesidir. Resü-lullah (s.a)'in "Teşe'üm yoktur; uğursuzluk üç şeydedir" buyurması cahili-ye devrinin itikadını hikâyedir. Çünkü o devirde araplar bu üç şeyde uğur­suzluk olduğuna inanırlardı. Yoksa bu hadis 'Müslümanların itikadınca üç şeyde uğursuzluk vardır' manasını ifade etmez."

Bu rivayetlerin bazısında Rasûlullah (s.a)'ın; "Eğer uğursuzluk namı­na bir şey varsa (bu) atta, kadında, evdedir" buyurmuş olması bizce bu bab-daki ihtilâfa meydan vermeyecek kadar açıktır. Çünkü hadisin manası şu­dur: "Eğer uğursuzluk namına bir şey sabit olsaydı şu üç şeyde sabit olur­du, lâkin uğursuzluk namına bir şey sabit olmamıştır. Binaenaleyh bunlar­da da uğursuzuk yoktur."

Hz. Âişe'nin bu hadisi işittiği vakit kızdığı ve üzerinden bir elbise par­çasının havaya uçtuğu diğer bir parçasının da yere düştüğü rivayet olunur. Âişe (r.anha) bu hadisi işittiği zaman yemin ederek şunları söylemiştir: "Kur'an-ı Kerim'i Muhammed (s.a)'e indiren Allah'a yemin ederim ki, Ra­sûlullah {s.a) bu sözleri asla söylememiştir. O ancak cahiliye devri insanları­nın bunlardan teşe'üm ettiklerini söylemiştir.”[177]

Kadı Iyaz'ın beyanına göre ulemadan bazıları bu babda şunları söyle­mişlerdir:

"Hadislerde geçen bu kısımlar bir araya getirilirse insanın karşılaştığı bu tür tehlikelerin üç adet olduğu ortaya çıkar:

Birincisi; zarar kendisiyle hasıl olmayan, ammenin ve hassanın da âde­tini teşkil etmeyen ki buna iltifat edilmez. Şeriat da buna kıymet vermeyi yasak etmiştir. Bu tıyâre yani teşe'ümdür. İkincisi; nadiren vuku bulan ve umumi zarara sebep olan kısımdır, taun gibi. Onun bulunduğu yere gidil­mez ve o yerden çıkılmaz. Üçüncüsü; hususidir. Ev, at ve kadın gibi ki boy-İçlerinden kaçmak mubahtır."[178]

Her ne kadar atta, kadında ve evde uğursuzluk olmayacağını ifade eder

3921  numaralı hadiste bu üç yaratıkta uğursuzluk bulunabileceğini ifade eder

3922  numaralı hadis arasında zahiren bir çelişki göze çarpmakta ise de, as hnda bu iki hadis arasında hiçbir çelişki yoktur. Çünkü Bezlü'l-Mechûd ya zarının da açıkladığı gibi uğursuzluk iki çeşittir:

1) Gerçekten, zahirde mevcut olan uğursuzluk.

2) Zahirde vücudu olmadığı halde var olduğu vehmedilen uğursuzluk. Bazı kimseler kendilerine ait olan bazı şeylerde uğursuzluk bulunduğuna ina­narak bu türden bir vehim hastalığı içine düşerler. Kafalarına yerleşen bu varsayım kendilerine öyle hükmetmeye başlar ki zamanla hastalık haline dönüşür.

Onları bu hastalıktan kurtarmanın en kestirme yolu bu kimselerin o şey­lerle ilgisini kesmektir. İşte 3921 numaralı hadiste nefyedilmek istenen ve ta­mamen soruyu yönelten kişinin şahsıyla ilgili olan ikinci türden bir uğur­suzluktur. 3922 numaralı hadis-i şerifle varlığından bahsedilen uğursuzluk ise üçüncü türden uğursuzluk olabilir. Günümüzde bazı şeylerin kendisine uğur­suzluk getirdiği vehmine kapılan kimseleri tedavi için "telkin ile tedavi" de­nilen bir tedavi yöntemi uygulanmaktadır. Kendilerini terketmek ev ve at kadar kolay olmayan şeylerin kendisine uğursuzluk getirdiğine inanan kimseler için bu tedavi usulünden başka bir yöntem yoksa da, ev ve at gibi terkedilmesi kolay olan şeylerden vehme kapılan hastaların en kısa yoldan tedavisi onu terketmeleridir.

Evlerdeki uğursuzluk bazen evin darlığı, havasının bozukluğu ve cinle­rin karargâhı haline gelmesiyle de ilgili olabilir. Bu durumda orada gerçek­ten bir uğursuzluk var demektir.

3925 numaralı hadis-i şerifte ise, Hz. Peygamber'in cüzzamhnın elin­den tutup onunla yemek yediği ifade edilmektedir.

Bu hadis-i şerif zahiren, "Cüzzamlılara devamlı bakılmamasını" ifade eden hadis[179] ile cüzzamlıdan arslandan kaçildığı gibi kaçılmasını emreden hadise[180] ve Hz. Peygamber'in bir cüzzamlı ile beyattan çekindiğini ifade eden hadise[181] ters düşmekte ise de aslında burada böyle bir çelişki yoktur. Bu hususta Sayın A. Osman Koçkuzu şunları kaydetmekledir:

"...Peygamberimizden menkul bu iki durum üzerinde fikirler beyan edil­mekte; meselâ Hz. Ömer nesha kail bulunmaktadır. Yani kişiden ictinab ve kaçınma neshedilmiştir. Fakat kaynakların belirttiğine göre burada nesh mev­cut değildir. Bilâkis hadislerin arası cem' edilebilir. Yerine göre çekingen dav­ranma ve ihtiyat, yerine göre temas emredilmektedir. Tıb yönünden de du­rum aynıdır. Daha önceleri uzaktan hastalıkları teşhis ve tedavi edilen cüz-zamlılar bugün kendilerine daha yakın muamele görmektedirler. Neshi ka­bul etmeyenlerin, etmeyiş sebepleri beyan edilmemiştir. Belki de mesele bir şer'î hüküm olaralk mütaala edilmemektedir."[182]

Aslında cüzzamlı ile temasta korkuya kapılması gereken biri varsa o da cüzzamlı değil cüzzamlıya temas eden kimsedir. Böyleyken Hz. Peygamber'in elinden tuttuğu cüzzamlıya, "Korkma, Allah'a güvenerek benimle ye" di­yerek ona cesaret vermeye çalışması açıklığa kavuşturulması gereken bir hu­sustur. Bezlü'l-Mechûd yazarının açıklamasına göre, burada cüzzamhnın kor­kusu kendi şahsı ile ilgili değildir. Onun korkusu hastalığının Hz. Peygam-ber'e geçmesiyle ilgilidir. Fahr-i Kâinat Efendimiz onun bu korkusunu bil­diği için ona cesaret vermek gayesiyle bu sözü söylemiştir.

Şafiî ulemasının ekserisine göre; Hz. Peygamber cüzzamlıdan kaçılma­sını emrederken hastalıkların bir kimseden diğer bir kimseye geçmesinde bir takım sebeplerin bulunduğuna ve bu sebeplerden kaçınmak gerektiğine, has­taya yakın durmanın da bu sebeplerden biri olduğuna işaret ettiği gibi; cüz-zamlının elini tutarken de bu sebeplerin hakiki bir sebep olmayıp ancak Al­lah'ın izni ve İradesiyle bir tesir İcar edebileceklerine, Allah'ın izni ve iradesi olmadıkça, hiçbir tesir icra edemiyeceklerine işaret buyurmuştur.

Kadı Ebû Bekir el-Bâkillânfye göre; Hz. Peygamber bir hadisinde, "Has­talık bulaşması yoktur"[183] derken diğer bir hadisinde de "Cüzzamlıdan, as­landan kaçar gibi kaçınız" buyurmakla, her hastalık bulaşıcı değildir, an­cak cüzzam gibi bazı hastalıklar bulaşabilir demek istemiştir.

Bazılarına göre, "Hastalık bulaşması yoktur" sözü, hastalıklar öyle ken­diliklerinden bulaşivermezler, hastalıkların bulaşmasını sağlayan hastayla bir arada bulunmak, onun teneffüs ettiği havayı tenefüs etmek gibi bir takım âmiller vardır anlamında söylenmiştir.

İbn Kuteybe'ye göre; cüzzamın bulaşmasını sağlayan âmil onun vücu­duna dokunmak değil, onun vücudundan çıkan pis kokuları teneffüs etmektir.

Bazılarına göre de cüzzamlıdan kaçmayı emreden hadis-i şerif tamamen cüzzamhnın psikolojisiyle ilgilidir. Şöyle ki, bir cüzzamlı sağlıklı bir kimseyi gördüğü zaman, rahatsızlığına daha çok üzülür, sıkıntısı iyice fazlalaşır.[184]

 

 



[1] Tirmizî, tıb 1; İbn Mâce, tıbb 1; Ahmed b. Hanbel, III, 156.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/487.

[2] Bakara, (2) 185.

[3] Nisa, (4) 29.

[4] Bakara, (2) 196.

[5] Kamil Mirasi Tecrid-i Sarih Tercümesi, VII, 75.

[6] Vedadi Efendi, Tekmile-i Tercüme-i Tarikat-ı Muhammediyye, 38-39.

[7] Müslim, birr 52.

[8] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/488-489.

[9] Tirmizî, tıb I; İbn Mâce, tıb 3; Ahmed b. Hanbel, VI, 364.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/489-490.

[10] Adunî, Keşfü'1-Hafâ, II, 214.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/490.

[11] Buharı, tıb 13; Müslim, mü'sâkâl 62, 63; Ebû Dâvûd, nikâh 26; Tirmizî, büyü 48, tıb 9, 12; İbn Mâce, tıb 20; Muvatta, isti'zan 27; Ahmed b. Hanbel, I, 18, III, 108, 182, V, 9, 15, 19.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/491.

[12] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/491.

[13] Buhari, tıb 3, 4, 15, 17; Müslim, selam 71; İbn Mace, tıb 23; Ahmed b. Hanbel, I, 246, III, 343, IV, 146, VI,401.

[14] Tirmiiz, tıb 12; İbn Mace, tıb 20.

[15] Ahmed b. Hanbel, I, 354.

[16] Denizkuşları Mahmud, Peygamberimiz ve Tıp, 87.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/491-492.

[17] İbn Mace, tıb 21.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/492-493.

[18] Tirmizi, tıb 12; Ahmed b. Hanbel, I, 234, 241, 316, 324, 333.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/493.

[19] Aliyyü'l-Kâr, Mirkâtü’l-Mefâtih, IV, 505.

[20] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/493-494.

[21] Tirmizi, tıb 12; İbn Mace, tıb 22.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/494.

[22] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/495.

[23] Ahmed b. Hanbel, III, 305, 357, 382.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/495.

[24] Marifetname, IV, 98.

[25] Ahmed b. Hanbel, III, 300.

[26] Buharı, sayd 11, savın 22, tıb 12, 14, 15; Müslim, hac 87, 88; Ebû Dâvûd, menâsik 35.

[27] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/495-496.

[28] Müslim, selâm 73; Ahmed b. Hanbel, III, 315.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/496-497.

[29] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/497.

[30] Buharî, tıb 3; Tirmizî, tıb 10; tbn Mâce, tıb 23; Ahmed b. Hanbel, IV, 156, 427, 430, 444, 446.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/497-498.

[31] Müslim, selâm 74;Tirmizî, tıb 11; İbn Mâce, tıb 24; Ahmed b. Hanbel, IV, 65, V, 378.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/498.

[32] Nisa, (4) 78.

[33] Ahmed b. Hanbel, IV, 249, 251.

[34] Buharî, tıb 4.

[35] Buharî, tıb 1; Ahmed b. Hanbel, I, 377, 413, III, 156, IV, 278.

[36] İbn Kuleybe, Hadis Müdafaası, 432-434.

[37] Hatiboğlu Haydar, Sünen-i İbn Mâce Tercemesi ve Şerhi, IX, 251-252.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/498-500.

[38] Buharî, tıb 9; Müslim, müsâkât 65, selam 76; Tirmizi, tıb 9, 12, 22.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/500.

[39] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/501.

[40] lbn Mâce, tıb 40; Ahmed b. Hanbel, II, 294.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/501.

[41] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/501-502.

[42] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/502.

[43] Edebiyat Lügati, 178.

[44] Karaman Hayreddin, İslâmın Işığında Günün Meşkleri, 2. b. 67-68.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/502-504.

[45] Tirmizî, tıb 7; İbn Mâce II; Ahmed b. Hanbel, II, 305, 444, 478.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/504.

[46] İbn Mâce, sayd 10; Nesâî, sayd 36; Dârimî, edâhi 26; Ahmed b. Hanbel, III, 453, 499.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/504-505.

[47] Buharı, tıb 56; Müslim, imân 175; Tirmizî, tıb 7; Nesâî, cenâiz 68; Dârimî, diyât 10; Ahmed b. Hanbel, II, 254, 478.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/505.

[48] Müslim, eşribe 12; İbn Mâce, tıb 27; Tirmizî, tıb 8; Ahmed b. Hanbel, III, 311, 317, IV, 293, VI, 399.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/505.

[49] Buharı, tıb 1; Müslim, selâm 69, fedâilü's-sahâbe 92; ibn Mâce, tıb 1; Ebû Dâvûd, tıb l;Tirmizî, tıb 2; Ahmed b. Hanbel, 1,377,413,443,446, 111,335, IV, 278, 315, V, 371.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/505-506.

[50] Buharı, eşribe 15.

[51] Buharı, tefsir sûre (5) 5, cihad 152, diyât 22; Müslim, kasâme 9-11.

[52] Karaman Hayreddin, İslâmın Işığında Günün Meseleleri, I, 202-205.

[53] Karaman Hayreddin, a.g.e, 212.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/506-508.

[54] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/508.

[55] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/508-509.

[56] Buharı, etime 43, tıb 52, 56; Müslim, eşribe 155; Ahmed b. Hanbel, I, 168, 177, 181.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/509.

[57] Denizkuşlan Mahmud, Peygamberimiz ve Tıb, 107.

[58] Denizkuşları, M, A.g.e., 107-108.

[59] Buharı, da'avât 69; Müslim, zikir 5, 6; Ebû Dâvûd, vitr 1.

[60] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/509-510.

[61] Buharı, tıb 21, 23, 26; Müslim, selâm 86, 87; İbn Mâce, tıb 13; Ahmed b. Hanbel, VI, 355, 356.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/510-511.

[62] Denizkuşları Mahmud, A.g.e., 100-101.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/511-512.

[63] Ebû Dâvûd, libas 13; Tirmizî, cenâiz 18, edep 46; Nesâi, cenâiz 38, zîne 97; İbn Mâce, cenâiz 12, libas 5; Ahmed b. Hanbel, 1, 247, 328, 355, 363, V, 10, 12, 13, 17-19, 21.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/512.

[64] el-Benna, A, el-Felhû'r-Rabbânî, XVII, 309.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/512-513.

[65] Buharî, tıb 36, libas 86; Müslim, selâm 41, 42; Tirmizî, tıb 19; Muvatta, ayn 21; Ah­med b. Hanbel, I, 274, 294, II, 222, 289, 319, 420, 439, 487, IV, 56, V, 80, 379.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/513.

[66] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/513.

[67] Mevâhib-i Ledünniye Tercemesi, II, 290.

[68] el-Münavî Abdurrauf, Feyzü'l-Kadîr, IV, 397.

[69] Müslim, selâm 42.

[70] Davudoğlu, A. Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, IX, 607.

[71] Ahmed b. Hanbel, III, 486; Muvatta, ayn 2.

[72] Mevâhibi Ledüniyye Tercümesi, II, 292-293.

[73] A.g.e., II, 291-292.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/514-515.

[74] İbn Mâce, nikâh 61; Ahmed b. Hanbel, VI, 453, 457, 458.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/515-516.

[75] Müslim, nikâh 140, 141; Tirmizi tıb 27; Nesâî, nikâh, 54; Dârimî, nikâh 33; Muvatta, radâ 17; Ahmed b. Hanbel, VI, 361, 434.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/516.

[76] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/516-517.

[77] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/517.

[78] Buharı, merzâ 20, 38, 40; Müslim, selâm 46-49; Tirmizî, da'avât 111; İbn Mâce, cenâiz 46, tıb 19, 36, 39; Ahmed b. Hanbel, IV, 259, VI, 44, 45, 50, 108, 109, 114, 120, 125, 126, 127, 131, 208, 261, 278, 280.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/517-518.

[79] Buharı, tıb 17; Müslim, iman 374; Tirmizî, tıb 15; Ahmed b. Hanbel, I, 271, III, 118, 119, 127, 486, IV, 436, 438, 446.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/518-519.

[80] Mollamahmutoğlu O. Zeki, Sünen-i Tirmizî Tercemesi, III, 443.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/519.

[81] İbn Mâce, tıb 19.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/520.

[82] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/521.

[83] Müslim, selâm 64.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/522.

[84] Ahmed b. Hanbel, IV, 372.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/522.

[85] Ahmed b. Hanbel, III, 486.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/522-523.

[86] Buharî, tıb 17; Müslim, iman 374, selâm 52, 57, 58; Tirmizî, tıb 15; İbn Mâce, tıb 34; Ahmed b. Hanbel, I, 271, III, 118, 119, 127, 486, IV, 436, 438, 446.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/523-524.

[87] Mevâhib-i Ledünniye Tercümesi, II, 288.

[88] Tatmin, (66) 3.

[89] Ahlâk Hadisleri, II, 482-483.

[90] Râmuzu'l-I hadis, III, 480.

[91] Buharî, tıb 36; Muvalta, ayn 1, 2; İbn Mâce, tıb 32.

[92] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/524-526.

[93] Buharî, tib 38, 40; Tirmizî, cenâiz 4.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/526.

[94] Şuarâ, (26) 80.

[95] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/527.

[96] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/527.

[97] Buharî, meğâzî 83, fedâilü'l-Kur'an 14, tib 32, 41; Müslim, selâm 50, 51; İbn Mâce, tıb 38; Muvalta, ayn 10; Ahmed b. Hanbel, VI, 104, 114, 124, 256, 263.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/527-528.

[98] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/528.

[99] Ahmed b. Hanbel, VI, 21.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/528-529.

[100] Bakara, (2) 143.

[101] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/529.

[102] Tirmizî, da'avât 93; Muvatta, şi'r 9; Ahmed b. Hanbel, II, 181, IV, 57, VI, 6.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/529-530.

[103] Nevevî, el-Ezkâr, (Çev: Abdülhalık Duran), 125-126.

[104] Muhammed b. Allan, el-Fütühâlü'r-Rabbâniyye, III, 185-186.

[105] Mü'minûn, (23) 98.

[106] Seyyid Sabık, Fıkhu's-Sünne, I, 495-496.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/530-531.

[107] Buharı, megâzi 38; Ahmed b. Hanbel, IV, 98, 170.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/531.

[108] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/531.

[109] Buharı, tıb 38; Müslim, selâm 54; İbn Mâce, tıb 36; Ahmed b. Hanbel, VI, 93.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/531-532.

[110] Davudoğlu A, Sahih-İ Müslim Tercüme ve Şerhi, IX, 624-625.

[111] eş-Şerkavî Abdullah İbn Hicazı, Fethu'l-Mübdî bi-şerhi Muhtasan'z-Zebîdî, III, 298.

[112] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/532.

[113] Ahmed b. Hanbel, V, 211; Ebû Dâvûd, hadis No: 3420.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/532-533.

[114] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/533.

[115] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/534.

[116] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/534.

[117] Müslim, zikr 55, İbn Mâce, tıb 38.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/535.

[118] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/535-536.

[119] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/536.

[120] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/536.

[121] Buharı, icâre 16, tıb 33, 39; Müslim, selâm 65, 66; Ebû Dâvûd, büyü 37, tıb 19; Tirmizî, tıb 20; İbn Mace, ticârât 7; Ahmed b. Hanbel, III, 3, 10, 44.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/536-537.

[122] Ebu Dâvîid, büyü 37; Ahmed b. Hanbel, V, 211.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/538.

[123] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/539.

[124] Buharî, megazî 83, fedâilü'l-Kur'an 14, tıb 22; Müslim, selâm 50, 51; İbn Mâce, tıb 38; Muvatta, ayn 10; Ahmed b. Hanbel, I, 222, 325, 336, VI, 114, 117, 263, 274.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/539.

[125] Buharı, tıb 39, da'avât II, İbn Mâce, dua 15.

[126] Davudoğlu A, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, IX, 619.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/539-540.

[127] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/540.

[128] İbn Mâce, et'ime 37.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/540-541.

[129] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/541.

[130] Seharnefurî, Bezlü'l-Methûd, XVI, 232.

[131] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/541.

[132] Tirmizî, tahâre 102; İbn Mâce, tahâre 122; Dârîmî, vudû 114; Ahmed b. Hanbel, II, 408, 429, 476, IV, 108.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/541-542.

[133] Davudoğlu A, İbn Âbidin Terceme ve Şerhi, I, 46.

[134] Müslim, selâm 125; Ahmed b. Hanbel, II, 429, IV, 68.

[135] Çev: Serdaroğlu A, İslâmda Helâller ve Haramlar, II, 319.

[136] Tirmizî, tahâre 103.

[137] Çev: Serdaroğlu A, İslâmda Helâller ve Haramlar, II, 82-84.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/542-543

[138] İbn Mâce, edeb 28; Ahmed b. Hanbel, I, 227, 311.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/543.

[139] Buharı, ezan 152, istiskâ 28, meğâzi 35; Müslim, iman 125, 126; Nesâî, istiskâ 16; Mu-vatta, istiskâ 4; Ahmed b. Hanbel, II, 362, 368, 421, IV, 117.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/544.

[140] Davudoğlu A, İbn Âbidin Terceme ve Şerhi, I, 43.

[141] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/544-545.

[142] Ahmed b. Hanbel, III, 447.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/545-546.

[143] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/546.

[144] Müslim, mesûcid 33, selâm 121; Ebû Dâvûd, salât 167; Nesaî, sehv 20; Ahmed b. Han­bel, II, 394, V, 447.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/546.

[145] Mütercim Asım Efendi, Kamus Tercemesi, 111, 10; İbnü'1-Esîr, en-Nihâye, III, 121.

[146] en-Nihâye, III, 121.

[147] Yazır Hamdi, Hak Dini Kur'an Dili, II, 1368.

[148] İbn Kesir, Hadislerle Kur'ân-ı Kerim Tefsiri, IV, 1732.

[149] Îbnti'1-Esîr, en-Nihâye, II, 47.

[150] Çev; Serdaroğlu A, İslâmda Helâller ve Haramlar, II, 319.

[151] Davudoğlu A, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, IX, 679.

[152] Davudoğlu, A, a.g.e, III, 392.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/546-548.

[153] Tirmizî siyer 46; İbn Mâce, tıb 43; Ahmed b. Hanbel, I, 389, 438, 440.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/548.

[154] Buharı, tıb 9, 43-45, 54; Müslim, selâm 102, 107, 110, 114, 116; İbn Mâce, tıb 43, mukaddime 10.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/548-549.

[155] Buharî, tıb 19, 43-45, 54; Müslim, selâm 102, 107, 110, 114, 116; İbn Mâce, mukaddi­me 10, tıb 43; Ahmed b. Hanbel, I, 174, 180, 269, 328, II, 25, 153, 222, 266, 267, 406,420,434,453,487,507,524, III, il8, 130, 154, 173, 178,251,276,278,293,312.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/550.

[156] Müslim, selâm 107, 108, 109; Ahmed b. Hanbel, III, 293, 312, 382.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/550.

[157] Buharî, tıb 19, 25, 45, 53; Müslim, selâm 101-103, 106, 108, 109; Tirmizî, kader 9; İbn Mâce, tıb 43; Muvatta, ayn 18; Ahmed b. Hanbel, I, 269, 338, 400, II, 268, 327, 397, III, 382, 450.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/550-551.

[158] Ahmed b. Hanbel, 1, 269, III, 382.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/551.

[159] Buharı, tıb 44, 54; Müslim selâm 111,112; Tirmizî, siyer 47; İbn Mâce, tıb 43; Ahmed b. Hanbel, II, 507, III, 118, 130, 154, 173, 178, 251, 276, 278.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/551-552.

[160] Tecridi Sarih Terceme ve Şerhi, XII, 91, 1927 nolu hadis.

[161] Buharı, merzâ 19; Ahmed b. Hanbel, II, 443; Tecrid-i Sarih, 1927 nolu hadis.

[162] Davudoğlu, A, Sahih-i Müslim Terecine ve Şerhi, IX, 668.

[163] Kâmil Miras, Tecrid-i Sarih Terceme ve Şerhi, U, 741, 743.

[164] Kamil Miras, Tecrid-i Sarih Tercenıe ve Serin, XII, 93, had. no: 1827.

[165] Davudoglu A, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, IX, 667.

[166] Kâmil miras, Tecrid-i Sarih Terceme ve Şerhi, VIII, 187, had. no; 1165.

[167] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/552-555.

[168] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/555.

[169] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/555-556.

[170] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/556.

[171] Ahıned b. Hanbel, I, 257, 304, 319, V, 347.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/557.

[172] Ahmed b. Hanbel, II, 289, VI, 150, 240, 246.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/557-558.

[173] Buharî, cihad 47, nikâh 17, tıb 43, 54; Müslim, selâm 115-120; Tirmizi, edeb 58; Nesâî, hayl 5; İbn Mâce, nikâh 5; Muvatta, isti'zan 22; Ahmed b. Hanbel, II, X, 36, 115, 126.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/558.

[174] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/559.

[175] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/559.

[176] Tirmizî, et'ime 19; İbn Mâce, tıb 44.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/560.

[177] Bu hadis için bk. İbn Kuleybe, Hadis Müdafaası, 145.

[178] Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, IX, 675-676.

[179] İbn Mâce, tıb 44; Ahmed b. Hanbel, I, 78, 233.

[180] Buharı, tıb 19; Ahmed b. Hanbel, II, 443.

[181] Müslim, selâm 126; İbn Mâce, tıb 44.

[182] Hadisde Nâsih Mensuh, 297.

[183] bkz. 3911 numaralı hadis.

[184] eş-Şerkavî Abdullah b. Hicazı, Fethu'l-Mübdî bi şerhi Muhtasarı’z-Zehîdî, 111, 292.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/560-563.