1.
Kadını Kocasına Karşı Kışkırtan Kimsenin Hâli
2.
Bir Erkekten Karısını Boşamasını İsteyen Kadının Durumu. 8
4.
Sünnete Uygun Olan Boşama Şekli
5.
Karısını Boşadıktan Sonra Şahitsiz Olarak Ona Dönmek İsteyen Kişi
6.
Kölenin (Karısını) Sünnî Olarak Boşaması
7.
Nikahtan Önce Talak(In Hükmü)
9-10.
Karısını Üç Talakla Boşayan Kimsenin Bir Daha Karısına Dönmesi Neshedilmiştir
10-11.
Talakta Geçerli Olan Sözler Ve Amellerde Nîyyetin Önemi 30
11-12.
Erkeğin Karısını Kendisinden Boşanıp Boşanmamakta Muhayyer Bırakması
12-13.
(Kişinin Karısına) "Senin İşin Kendi Elindedi” Demesinin Hükmü
13-14.
Elbette (Sözüyle Yapılan Boşama) Hakkında
14-15.
İçinden Karısını Boşamayı Geçiren Kimsenin Durumu
15-16.
Karısına "Bacım" Diye Hitabeden Kimsenin Durumu
17-18.
Hul'u (Menfaat Karşılığında Kocanın Karısını Boşaması) 53
18-19.
Hür Veya Köle Bir Erkekle Evli İken Hürriyetine Kavuşan Bir Câriye(Nin
Nikahının Feshi)
19-20.
(Berire Hürriyetine Kavuştuğu Zaman) Kocasının Hür Olduğunu Söyleyenler
20-21.
Hürriyetine Kavuşan Bir Cariyenin Nikahını Feshetme Muhayyerliği Ne Kadar Sürer?
22-23
(Gayri Müslim) Karı-Kocadan Birinin Müslüman Olması
23-24.
Karısından Sonra Müslüman Olan Bir Kimseye Karısı Ne Zaman Geri Verilir?
24-25.
Dörtten Fazla Hanımla Ya Da İki Kız Kardeşle Evli İken Müslüman Olan Bir
Kimsenin Durumu
25-26.
Anne Babadan Biri Müslüman Olunca Çocuk Hangisinin Yanında Kalır?
27-28.
Erkek Hanımının Doğurduğu Çocuğun Kendisinden Olup Olmadığından Şüphelenecek
Olursa
29-30.
Bir Kimsenin Zinadan Doğan Bir Çocuğun
Kendisine Ait Olduğunu İddia
Etmesi
30-31.
Kaifler (İz Ta'kibi Mütehassısları)
33-34.
"Çocuk Sahibu'l-Firaş'a Aittir"
34-35.
Çocuğu Himayesine Almakta Öncelik Hakkı Kimindir?
35-36.
Boşanmış Kadınların İddet Beklemesi
36-38.
Erkeğin Boşadığı Karısına Dönmesi
37-39.
Bâin Talâkla Boşanan Kadının Nafakası
38-40.
Fatıma Bint Kaysın Rivayetini Kabul Etmeyenler
39-41.
Üç Talakla Boşanmış Olan Bir Kadın İddet Beklerken Gündüzün Dışarı Çıkabilir
41-43.
Kocası Ölen Bir Kadının Bir Süre Yas Tutması
42-44.
Kocası Ölen Bir Kadın (Îddetini Beklerken Kocasının Evinden Başka Bir Yere)
Taşınabilir Mi?
43-45.
“Kocası Ölen Bîr Kadın İddetini İstediği Yerde Geçirir" Diyenlerin
Delilleri
44-46.
Kocası Ölen Bir Kadının İddeti İçinde Kaçınması Gereken Davranışları
45-47.
(Kocası Ölen) Hamilenin İddeti
47-49.
Üç Talakla Boşanmış Olan Bir Kadın Başka Bir Kocayla Evlenmedikçe İlk Kocası
Ona Dönemez
48-50.
Zinanın Büyük Günah Olduğu
Bağı çözmek, serbest bırakmak
manalarına gelen "talak" kelimesi, İslama mahsus bir kelime değildir.
Bu kelime, tslâmiyyetten önce de arap-lar arasında bilinmekte ve
kullanılmaktaydı. Fakat o zamanlar araplar talak sayısını üçle
kayıtlamazlardı. Ancak tslamiyyet geldikten sonra talak sayısı üçle
sınırlandırılmıştır, imam Mâlik'in Urve'den naklettiği şu hadis-i şerif bu
meseleyi çok açık bir şekilde dile getirmektedir. "İslâmdan önce bir adam
karısını.boşayıp daha iddeti bitmeden ona dönmek istese, bin talakla dahi
boşasa, karısına dönebilirdi. (O zaman) adamın biri (zulmetmek kasdıyla)
karısını boşadı, iddetinin bitmesi yaklaşınca ona döndü. Sonra tekrar boşadı.
Sonra da; "Vallahi bana dönmene engel olacağım, (îddetinin bitmesi
yaklaşınca sana dönüp tekrar boşamakla iddetin uzayıp gideceğinden) başka
kocayla da evlenemiyeceksin" dedi. Bunun üzerine Yüce Allah
"(Vukuundan sonra tekrar kan-koca hayatına dönülebilecek olan) talak
ikidir. (Bu iki talaktan sonra koca karısına dönerek) ya iyilikle evliliği
sürdürür, ya da istediği kişi ile evlenmesi için kadını serbest bırakır.”[1]
âyet-i kerimesini indirdi. Bunun üzerine o günden itibaren karısını boşayan ve
boşamayan herkes eski âdetlerini bırakarak, Allah'ın emri üzerine hareket
ettiler."[2]
Fıkhî bir terim olarak
talak kelimesi "Belli sözlerle evlilik bağını çözmek ve kaldırmak"
anlamında kullanılır. Belli sözlerin bir kısmı sarihtir.Talak (boş) kelimesinin
sarih olduğunda ittifak, *Firak", ve "Seran" kelimelerinin
sarihliliğinde ihtilaf vardır. Bu iki kelime Kur'ân-ı Kerimde talak manasında
kullanıldığı için İmam Şafiî bunları da sarih kabul etmiştir. Geri kalanları
ise, kinaye kabilindendir.[3]
Boşamada sarih kelime
kullanılmış ise, Hâkim; niyyet ve karine aranmadan diğer şartlar da bulununca
evliliğin sona erdiğine hükmeder. Kinaye ne v'inden olan sözlerin aynı
neticeyi doğurması ise, niyet ve karinelere bağlıdır.
Şurasım unutmamak
gerekir ki Islâmiyyet, boşanmaya giden yolu uzatmış, eşlerin prensip olarak
ilk defa birbirleriyle anlaşma ve uzlaşma zemini aramalarını teşvik etmiştir.
Bu bakımdan Kur'ân-ı Kerim'de erkeklerle kadınların iyi geçinmeleri
emrolunmuştur. Saadet ve sevgi karşılıklı fedâkârlıklarla olur. Ve karşılıklı
teslimiyetle devam eder? Erkek kadının bazı özelliklerini beğenmeyebilir. Fakat
bunlan asla bir geçimsizlik vesilesi yapmamalıdır. Zira kadında, kendisinin
hiçbir zaman sahip olamayacağı ve de hoşuna giden huylar da bulunabilir.[4]
Eşler arasında
geçimsizlik türlü sebeplerden çıkabilir. Karı-koca bu geçimsizliği önce kendi
aralarında gidermeye çalışmalıdırlar. Eğer başarıya ulaşılamazsa iki tarafın
ailelerinden birer hakeme baş vururlar. Âlimlerin çoğunluğuna göre karı-koca,
anlaşmazlık büyüdüğünde hâkime başvururlar. Hâkim de onların aralarını bulması
için bu işe layık iki hakem tayin eder. Âyet-i kerime'de; "Hakemler eğer
barıştırmak isterlerse, Allah eşlerin aralarını bulur, düzeltir."[5]
buyurulmaktadır. Hakemler bütün gayretlerine rağmen barışmayı sağlayamazlarsa,
talak yani boşanma safhaları başlar.
Görülüyor ki, boşanma
bir zaruretin, kaçınılmaz bir durumun neticesinde mubah kılınmış, Kur'ân-ı
Kerim'de "Kadınlar size itaat ederlerse, aleyhlerine bir yol
aramayın."[6] buyurularak zarûretsiz
boşama yasaklanmıştır. Hz. Peygamber'de "Evleniniz, fakat boşamayım z.
Çünkü Allah zevke düşkün erkeklerle zevkine düşkün kadınları sevmez."[7]
buyurmuştur. Yine Hz. Peygamber "Allah teâlâ'ya, helal kıldığı şeylerin
en sevimsizi talaktır."[8]
buyurmuştur.
Boşama zaruret haline
gelince de işi uzatmak anlamsız ve tehlikelidir. Çünkü eşler arasındaki
karşılıklı sevgi ve saygı kalkıp aralarım düzeltme imkânı ve ihtimali
kalmayınca karşımıza üç yol çıkar.
a) Nefret ve
geçimsizliğe rağmen evliliğin devamında ısrar.
b) Evlilik
hukuken mevcut olduğu halde, eşleri muvakkaten ayırmak.
c) Artık
çekilmez bir yük hâline gelen evlilik bağını çözerek eşleri birbirinden
ayırmak.
Bu yolların hepside
aile saadetini sağlamaktan uzak olduğu gibi aynı zamanda eşlerin hayatını
zindana çevirecek yollardır. Neticeyi şu şekilde özetlemek mümkündür.
1. Eşler
birbirleri için çekilmez bir yük haline geldikleri zaman talaka baş vurmak
mubahtır.
2. Eğer
kadın, sözleri ve fiilleriyle kocasını ve başkalarını incitmeyi, adet haline
getirmişse veya namazını kılmıyorsa kocasının onu boşaması müstehabdır. Nitekim
îbn Mesud (r.a.) "kadının mehri üzerimde
bir borç olarak Allah'ın huzuruna
varmam benim için namaz kılmayan bîr kadınla birlikte yaşamamdan daha
hayırlıdır." der.
3. Erkeğin
erkeklik organım kaybetmek veya cinsi kudretini yitirmek gibi evlilik bayatını
devam ettirme imkânından mahrum kalması halinde ailesini boşaması üzerine vâcib
olur.
4. Sebepsiz
olarak boşamak ise, mekruhtur. Nitekim "Allah teâlâ'ya helâl kıldığı
şeylerin en sevimsizi talaktır." anlamına gelen 2178 numaralı hadis de
bunu ifade etmektedir. Çünkü bir şeyi Allahm sevmeyip, ona buğz ettiği halde
haram olmayışı, o fiilin mekruh olduğunu ortaya koyar.
5. Haram
olan-talak. Bu da “Bid'i talâk" ismi verilen ve sünnî talaka aykırı olarak
yapılan boşama şeklidir. Yani kendisiyle daha önce zifâfâ girilmiş, bir kadına
hayız hâlinde iken veya temizlenip de cinsî münâsebette bulunduktan sonra veya
bir temizlik süresi içinde birden fazla uygulanan talaktır.
Talakın şartı: Kocanın
akıl, baliğ ve uyanık olması, kadının nikâhlısı olması, yahut boşanmağa, mahal
sayılacak bir iddet içinde bulunmasıdır.
Talâkın rüknü: Kadını
boşarken söylenen sözdür.
Talakın sebebi:
Huyların birbirine uymaması halinde kurtulma ihtiyacını sağlamaktır.
Talakın hükmü: Talâk-ı
ric'ide iddetin bitmesiyle talak-ı bâinde ise, derhâl ayrılığın vuku*
bulmasıdır.
Talâk'ın kısımları:
1- Ahsen (en
güzel) olan sûnni talâk, Kadını cima' etmediği bir temizlik devresinde bir defa
boşayarak iddeti geçinceye kadar terketmektir.
2- Hasen
(güzel) olan sûnni talâk içinde cima' bulunmayan üç temizlik devresinde birer
defa boşamaktır.
3- Bid’i
talâk: Bir defada üç sayı ile boşamak, yahut hayız halinde boşamaktır.
Talak vukû'u
bakımından da ikiye ayrılır
1- Ric'i
talak: Talakta kullanılan sarih sözlerle yapılan talak,
2- Bain
talak: Kinaye sözlerle verilen talaktır.[9]
2175. ...Ebu
Hureyre (r.a.)'den; demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki:
"Kadım kocasına,
köleyi de efendisine karşı kışkırtan kimse, bizden değildir."[10]
Bir kimsenin bir
kadını kocasından soğutarak, ondan ayırmak maksadıyla, o kadının yanında
kocasının kötülüklerinden veya onun çirkinliğinden bahsetmesi haram olduğu
gibi, çeşitli hilelerle bir köleyi kandırıp efendisine karşı kışkırtması da
haramdır. Çünkü bu gibi hareketler aile fertlerinin aralarının açılmasına, aile
ocaklarının sönmesine ve dolayısıyla cemiyet bünyesinde tehlikeli bozulmalara
sebeb olur. Bu yüzdendir ki müslümanların arasının açılmasına sebeb olan,
birinin dünürlüğü üzerine dünürlükte bulunmak, birinin talib olduğu bir mala
talib olmak, müşteri kızıştırmak gibi bütün davranışlar yasaklanmıştır. Hadis-i
Şerifte bir erkeğin, bir kadını kocasına karşı kışkırttığından bahsedilmekle
yetinilip te erkeklerin karılarından soğutulduğundan bahsedilmemesi,
genellikle kışkırtılanların kadınlar olmasındandır. Aslında bir erkeğin karısı
ile arasını açmaya çalışmakta aynı derecede haramdır.[11]
2176. ...Ebu
Hureyre (r.a.)'den; demiştir ki: "Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu":
"Hiçbir kadın, kız
kardeşinin kabını boşaltmak için onun boşanmasını isteyemez. (Kadın istediği
kimseyle) evlensin, onun nasibi ancak Allah'ın kendisine takdir ettiği şeydir.”[12]
Bir kadının herhangi
bir erkekle karısının arasını açmak istemesi şu sebeplerden ileri gelebilir.
1. O erkeğin
karışım boşayıp da kendisiyle evlenmesi için,
2. Karısını
boşatmak ve o erkeğin sadece kendisine kalmasını sağlamak için,
3. Saadetini
kıskandığı kadım bu saadetten mahrum etmek için.
Metinde geçen "Hiçbir
kadın kızkardeşinin kabını boşaltmak için onun boşanmasın! isteyemez."
cümlesi, bu hadis-i şerifte birinci ve ikinci sebeplerin tahrikiyle bir kadını
kocasından boşatan kadınların kasdedildiğine delâlet etmektedir. Binaenaleyh bu
cümleden murad bir kadının bir erkeğe karısını boşattırarak onunla kendisi
evlenmek ve o kadının nafaka ve şâire gibi şeylerinden istifâde etmek
istemesidir. Bu manâ mecazen "kabını boşaltmak" ta'biriyle ifâde
olunmuştur.
Kızkardeşten maksat
ise, aynı anne ve babadan dünyaya gelen, aralarında kanbağı bulunan, hakiki
manadaki kız kardeş değil, kendisinin dışında herhangi bir müslüman kadındır.
Nitekim İbn Hibban'ın rivayet ettiği şu hadis-i şerif de bunu ifade
etmektedir: "Hiç bir kadın, kızkardeşinin kabını boşaltmak için onun
boşanmasını isteyemez. Çünkü her müslüman kadın, diğer bir müslüman kadının
kardeşidir."[13] Bu
bakımdan her kadın kendine çıkacak talibi beklemeli, bir kadın: kocasından
bojauiftlrak' onun yerine kendisinin geçmesini arzu etmemelidir. Esasen bir
kadını boşattırarak onun yerine geçmek bir kadının, elinde değildir. Allah
istememişse ne kadar uğraşsa da buna muvaffak olamaz. Metinde geçen "Onun
nasibi ancak Allah'ın kendisine takdir ettiği şeyden ibarettir" cümlesinin
anlamı da budur.
Ancak kadının kocasından
boşanmasını mübâh kılan durumların ortaya çıkması halinde, o kadına nasihat
kabilinden kocasından boşanması tavsiye edilebilir. Kadının kocasından zarar
görmesi veya kocasının karısından zarar görmesi, erkeğin aşırı derecede
ayrılmak arzusunda bulunması gibi haller bu gibi tavsiyeyi mübâh kılan
sebeplerdir.[14]
2177.
...Muhârib'den; demiştir ki: "Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu:
"Allah, kendisine talaktan daha sevimsiz gelen helâl yaratmamıştır."[15]
2178. ...İbn
Ömer (r.a.)'den rivayet olunduğuna göre Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Helâl(ler)in yüce Allah'a en sevimsiz olanı talaktır"[16]
"Helal" kelimesi
haramın zıddıdır ve
vâcib, mendup, mekruh, farz terimleri de bu kelimenin kapsamı içerisine girmektedir.
Bu kelime, bu hadis-i
şerifte mekruh anlamında kullanılmıştır. Çünkü Allah'ın sevmediği bir şeyin
helal olması, onun mekruh olduğunu gösterir.
Talak bölümünün giriş
kısmında ifade ettiğimiz gibi cevaz sınırından farza kadar çıkan, yasak
sınırları içerisinden de harama kadar inen talak'ın vâcib, mendup, caiz, ve
haram çeşitleri yanında bir de mekruh obnı vardır.
Kadı Iyaz'a göre ise,
talak sebebsiz yere eşlerin menfaatini ortadan kaldırmaktan başka birşey
olmadığından haramdır.
Hanefi ulemasından
Kemalüddin b. Hûmâm'a göre, bu hadis-i şerif talakın haram değil, helal
olduğuna delâlet etmektedir. Ancak bu cevazın dayanağı ihtiyaç ve zarurettir.
Böyle bir durum olmadan boşamanın yasak oluşu, "Mubah ve helalin Allah
nezdinde en sevimsiz olanı boşamadır” ve "Allah, zevkine düşkün ve çok
boşayan kişilere lanet eder" hadisleri ile sabittir.[17]
2179.
...Abdullah b. Ömer (r.a.)'den rivayet olunduğuna göre kendisi] Rasûlullah
(s.a.) zamanında karısını hayızlı iken boşamış bunun üzerine, Ömer b. el-Hattâb
bu durumu Rasûlullah (s.a.)'a sormuş, Rasûlullah (s.a.) şöyle cevap vermiştir;
"Ona emret,
karısına dönsün. Sonra (hayızından) temizlenip (tekrar) bir hayz (daha) görüp
sonra (tekrar) temizleninceye kadar (nikahı altında) tutsun. Bundan sonra
isterse tutar, isterse temasta bulunmadan önce boşar. İşte Aziz olan Allah'ın,
kadınların içinde boşanmasını emrettiği iddet (dönemi) budur."[18]
Sünnî talak
"kitaba ve sünnete uygun olarak verilen talak" demektir ki kişinin, hanımını hiç temasta
bulunmadığı bir temizlik halinde bir ric'î talak ile boşamasıdır.
Nitekim Abdullah b.
Mesud'un rivayet ettiği, "sünnet olan talak, kişinin karısını temiz iken
ve onunla cinsî temasta bulunmadan boşamasıdır"[19]
anlamındaki hadis bu manâyı ifade etmektedir. Buradaki sünnetin mânâsı
"sevap celbeden sünnet" demek değil, "muahazeyi icabetmeyecek
şekilde sabit olan" manasınadır. Çünkü talak hadd-i zatında bir ibâdet
değildir ki ona sevab verilsin. Burada murad onun mubah olmasıdır. Evet kadını
bid'î talakla boşamaya sebeb varken, kocası sabreder de vakti gelince sünni
şekilde boşarsa, günaha girmekten sakındığı için sevaba girer. Yoksa talaktan
kaçındığı için bir sevap yoktur. Zina etmek için bütün sebepler mevcut olduğu halde
bir adamın kendini zinadan muhafaza etmesi gibi ki, sevaba girer, fakat zina
etmediği için değil, kendini tuttuğu içindir. Zira sahih kavle göre kulun
mükellef olduğu şey, yokluk değil, kendini tutmasıdır.[20]
İmam Mâlik'e göre,
"Rasül-i Ekrem’in, Hz. İbn Ömer'e hayız hâlinde boşamış olduğu kadına
dönmesini emretmesi, vücûb ifade eder. Binaenaleyh karısını hayızlı iken
boşayan bir kimsenin ona dönmesi icâb eder. Dönmediği takdirde talakı geçerli
olmakla beraber bid'at ve haram işlemiş olur.
Hanefî ulemasından
Hidâye müellifi Burhaneddin el-Merğinânî de bu görüşü tercih etmiştir. Diğer üç
mezheb imamına göre ise, hayız halinde talak vermek caiz ise de bunu temizlik
halinde vermek menduptur. Çünkü Rasûl-i Ekrem'in İbn Ömer'e gıyabî olarak
verdiği emr vucûb değil, men-dupluk ifâde eder. Ancak dönüşün, talak hakkının
üçünü de kullanmamış olana söz konusu olup, talak haklarının üçünü de kullanan
kimseler için mümkün olmadığını unutmamak gerekir. Metinde geçen temizlik
kelimesiyle kadının hayız kanının kesilmesi mi, yoksa kadının kanın
kesilmesini müteakib yıkanması mı, kasd edilmiş olduğu meselesi, ulema arasında
ihtilaflıdır. Bu her iki görüş de imam Ahmed'den rivayet edilmiş olmakla
beraber, bu kelimeyle kadının hayzı müteakib yıkanması kasd edildiği görüşü
tercih edilmiştir. Nitekim Nâfi'den rivayet edilen şu hadis-i şerif de buna
delâlet etmektedir: "Abdullah b. Ömer karısını hayızlı iken bir talak ile
boşamıştı. Bunun üzerine (babası) Ömer (r.a.) Rasûlullah (s.a.)'e giderek
durumu nakletti. Rasûlullah (s.a.) O'na şöyle buyurdu:
"Abdullah, emret
de karısına dönsün. Kadın hayızdan kurtulup da yıkanınca ona dokunmasın. Kadın
ikinci defa hayızlı olup ondan yıkanınca ona yaklaşmadan boşasın. Evliliğin
devamını istiyorsa kadım bırakmasın. İşte bu, kadınları boşamak için Allah'ın
takdir ettiği müddettir."[21]
Görüldüğü gibi,
Nesâî'nin rivayet ettiği bu hadis, metinde geçen temizlik kelimesinin, kadının
hayız kanının kesilmesini müteâkib yıkanması anlamında kullanıldığına delâlet
etmektedir.
Mezheb imamlarından imam
Malik (r.a.)'de bu görüştedir. Mevzumuzu teşkil eden Ebu Davud hadisinden
anlaşıldığına göre karısını hayız halinde boşayan kimse için müstehab olan
hemen karısına dönmektir. Şayet karısını boşamak niyetini taşıyorsa, hayızdan
sonraki temizlik vaktinde de kadına dokunmadan ikinci hayızdan sonraki
temizlik vaktini bekler ve o zaman talak uygular, veya boşamaz. Hanefi
mezhebinde zahir olan kavil budur. Ancak Tahâvî'ye ve imam Ebu Hanife'den gelen
bir rivayete göre ise, karısını, talak vermiş olduğu hayız devresinden sonraki
temizlik devresi içerisinde boşar.[22]
Kadını ikinci hayızdan temizleninceye kadar bekletmekteki hikmet, onun hâmile
olup olmadığını iyice tesbit etmek ve şayet hamileliği anlaşılırsa, kocanın
düşünmesine bir fırsat vererek evlilik hayatına tekrar dönmelerini sağlamaktır.[23]
1. Bir
kimsenin karısını hayızlı iken veya cinsî münâsebette bulunduğu temizlik anında
boşaması haramdır. Bu durumda olan bir kimsenin derhal karısına dönmesi
vâcibdir. İmam Mâlik bu görüştedir. İmam Ahmed'in de bu görüşte olduğuna dair
bir rivayet varsa da imam Ahmed'in meşhur olan görüşüne göre bu durumda olan
bir kimsenin ailesine dönmesi müstehabtır. Ulemanın büyük çoğunluğunun görüşü
de budur. Bu görüşte olan ulemaya göre, nasıl ki bir kimsenin evlenmesi farz
değilse, bu nikahı devam ettirmesi de aynı şekilde farz değildir. Hanefî
ulemasından Hidâye sahibi mevzu-muzu teşkil eden Ebû Dâvud hadisine dayanarak
imam Mâlik'in görüşünü benimsemiştir. Hidâye sahibine göre "mademki hayız
içinde talak vermek yasaklanmıştır. O halde hayız müddeti bitmeden kadına
dönerek bu süre içerisinde nikahı devam ettirmek de vâcib olur.[24]
Mâlikî ulemasının büyük çoğunluğu bu durumda olan bir erkeğin hayız içerisinde
karısına dönmemesi hâlinde, temizlik halinde dönmesi icabettiğini söylerken
yine Mâlikî ulemasından Eşheb, kadın temizlendikten sonra artık ona dönmesi gerekmediğini
söylemiştir. Fakat tüm fukaha, karısını hayızlı iken boşayan bir kimsenin,
kadının iddeti sona erdikten sonra ona dönmesi gerekmediği görüşünde
birleştikleri gibi karısını kendisiyle cima'da bulunduğu temizlik halinde
boşayan bir kimsenin de iddet sona erdikten sonra dönmesi gerektiğinde görüş
birliğine varmışlardır. İbn Battal ise, Şafiî ulemasından Hannatî'nin
"Karısını cirfıa'da bulunduğu temizlik halinde boşayan kimsenin iddet
bittikten sonra karısına dönmesi gerektiğini" söyleyerek ulemaya muhalefet
ettiğini söylemiştir.
Yine tüm ulemanın bu
mevzuda görüş birliğine vardığı meselelerden biri de kendisiyle hiç münâsebette
bulunmadığı karısının hayizlı iken boşa-yan bir kimsenin ona dönmesi
gerekmediği meselesidir. Her ne kadar Hanefî ulemasından İmam Züfer aksini
iddia etmişse de Hz. İmamın bu görüşüne itibar edilmemiştir.
Şafiî ulemasından imam
Nevevî'nin beyânına göre, hayızh iken boşanan bir kadın, şayet hâmile olursa,
Şafiî mezhebinin sahih olan görüşüne göre bu talak haram değildir. Çünkü hayızh
kadını boşamanın yasaklanması kadının iddet süresinin uzamasını önlemek
içindir. Zira bu durumda kadının hayız süresinin hesabı zorlaşır. Fakat hayızh
olan bir kadının iddet süresi, çocuğunu dünyaya getirmekle sona ereceği için
onun iddet süresinin tesbitinde bir zorluğun çıkması söz konusu değildir.
2. Bir
kimsenin hayızh olan karısına hitaben "Sen temizlendiğin vakit
boşsun" demesiyle karısı boş düşmez. Çünkü metinde geçen "bundan
sonra isterse tutar, isterse temasta bulunmadan önce (onu) boşar" cümlesi
o kişinin mutlak olarak o kadına dönüp dönmemekte muhayyer olduğunu ifâde
etmektedir. Bu da söz konusu kimsenin bu sözüyle o kadının boş düşmeyeceğini
gösterir.
3.
İçerisinde kadınla cinsî münâsebette bulunulan temizlik döneminde kadım boşamak
haramdır. Ulemanın büyük çoğunluğu bu görüştedir. Çünkü metinde geçen
"...temasta bulunmadan önce boşar..." sözü, bunu ifâde etmektedir.
4.
"Kuru"' kelimesi temizlik mânâsına gelir.
5. Bir aracı
vasıtasıyla verilen emir, âmirin doğrudan doğruya bizzat verdiği emir gibidir.[25]
2180. ...
Nâfî'den rivayet edildiğine göre İbn Ömer karısını hayızh iken bir talakla
boşamış. (NâfF rivayetine devam ederek önceki) Mâlik hadisinin mânâsını
(nakletmiştir.)[26]
Önceki hadis-i şerifin
kaynaklarını verirken belirttiğimiz gibi bu hadisi Müslim de rivayet etmiştir.
Bu hadis-i, Müslim şu mânâya gelen lâfızlarla rivayet etmiştir: "Abdullah
(b. Ömer) karılarından birini hayız hâlinde bir talakla boşamış da Rasûlullah
(s.a.) karısına ric'at etmesini ve karısı temizlenip de ikinci bir hayız
görünceye kadar onu yanına alıkoymasını ve kadına hayızdan temizleninceye kadar
da mühlet vermesini kendisine emretmiş. Şayet kadını boşamak isterse kadın
temizlendiği vakit, onunla cima etmeden boşamasını, Allah'ın emrettiği iddetin
bu olduğunu bildirmiş. Müslim der ki: "Leys bir talak" sözünde
belleyişli davranmıştır. Başka râviler burada hataya düşerek bir talak yerine
"üç talak" sözünü rivayet ettikleri için Müslim, Leys'in
rivâyetîn-dekİ doğruluğa işaret etmek maksadıyla hadisin sonuna bu ta'likî
ilâve etmiştir. Nitekim Müslim'in diğer rivayetleri de Leys'in bu rivayetinin
doğruluğunu te'yid etmektedir.[27]
Karısını hayızlı iken
boşayan kimsenin ona dönmesi ve boşamakta kararlı ise, ikinci bir hayızı takib
eden temizlik döneminin beklenmesi farzdır. İmam Mâlik ile Ebu Yusuf ve İmam
Muhammed bu görüştedirler. İmam Ahmed ile Şafiî'nin de bu görüşte olduğu rivayet
edilmişse de sahih olan rivayete göre sözü geçen bu iki mezhep imamıyla
birlikte imam Ebu Hanife hayız hâlinde verilen talakın caiz, fakat talakı
temizlik halinde vermenin mendup olduğu görüşündedirler.[28]
2181. ...îbn
Ömer (r.a.)'den rivayet olunduğuna göre kendisim karısını hay izli iken boşamış
da (babası) Ömer, bunu Peygamber (s.a.)'e anlatmış bunun üzerine Rasûlullah
(s.a.) "O'na emret karısına dönsün, sonra onu ya temizlendiğinde ya da
hâmile iken boşasın" buyurmuştur.[29]
Bu hadis hayızlı iken
karısını boşayan bir kimsenin kansma döndükten
sonra, boşamak için ikinci
hayızdan sonraki temizlik devresini beklemesinin müstehab olduğunu
söyleyen imam Ebu Hanife ile imam Ahmed'in ve taraftarlarının delilidir. Çünkü
bu hadiste söz konusu erkeğin karısını boşamak için ikinci hayızdan sonraki
temizlik halini beklemesi isteniyor. Sözü geçen ulema bu hadise bakarak (2179
numaralı hadis) bu durumda olan bir erkeğin karısını boşamak için temizlik
halini beklemesine dair emrin istihbab için olduğunu söylemişlerdir.[30]
1. Bir
kimsenin karısını hayızlı iken boşaması haramdır.Binaenaleyh bu durumda olan
bir kimsenin karısına dönmesi icâbeder. Şafiî ulemasından Nevevî'nin beyânına
göre "Hayızlı kadını rızası olmadan boşamanın haram olduğunda bütün ulema
ittifak etmişlerdir". Ancak bu talak yine de vakidir. Haricilerle
Rafizîler bu bâbda ehl-i sünnet imamlarına muhalefet ederek hayız hâlinde
yapılan talakı hükümsüz saymışlardır.
2. Karısını
hayızlı iken boşayan bir kimseye, karısına dönmesi ve boşamak için, içinde
talak verilen hayızdan sonraki ikinci temizlik devresini beklemesi emredilir.
İmam Ebu Hânife bu görüştedir. İmam Şafiî ile imam Ahmedin de bu görüşte
olduklarına dair bir rivayet vardır. Sözü geçen nıez-heb imamlarının üçü de
hayız hâlinde verilen talakın sünnete aykırı olduğu meselesinde ve sünnete
uygun olan talakın, içerisinde cima bulunmayan temizlik hali olduğunda ittifak
etmişlerdir. Delilleri ise 'kadınları bo-şadiğımz zaman iddetleri içinde
boşayın"[31] âyeti kerimesidir.
Ayrıca karısını hayız
hâlinde boşayan bir kimsenin karısına dönmesinin hükmü ulema arasında
ihtilaflıdır. Şâfiîlerle, Evzâî, imam A'zam, şâir Küfe uleması, imam Ahmed b.
Hanbel ve diğer birçok ulemaya göre bu erkeğin karısına dönmesi müstehabtır.
Malikilerle Hanelilerden Hidâye sahibi ve bir rivayette imam Ahmed vacib
olduğu görüşündedirler.[32] Ancak
bu dönüşün üç talak hakkını kullanmamış olanlar için söz konusu olduğunu
unutmamak gerekir. Binaenaleyh üç talak hakkını da kullanmış olan bir kimsenin
karısına dönmesi mümkün değildir.
3. Metinde
geçen "sonra onu ya temizlendiğinde ya da hâmile iken boşasın" sözü
bir kadını hâmile iken boşamanın sünnete aykırı olmadığını bu şekilde verilen
bir talakın "sünnî talak” olduğunu ifade etmektedir. Binaenaleyh kişi,
böyle bir kadını icabı halinde istediği vakitte boşayabilir. Ulemanın büyük
çoğunluğu bu görüştedir.
Hanefi imamlarından
imam Ebu Hanife ile Ebu Yusuf hayız görmeyen küçük kız ile hayızdan kesilmiş
yaşlı kadını ve hâmile kadını sünnete uygun olarak boşayabilmek için her ayda
bir defa olmak üzere üç ric'i talak ile boşamak ve her ayın başında ona ric'at
etmek şarttır. Cima'dan sonra boşamakta da bir sakınca yoktur. İmam Muhammed
ile İmam Züfer ve Mâlik'e göre ise, hamileyi sünnete uygun olarak boşayabilmek
için doğuruncaya kadar verilen talak sayısının birden fazla olmaması gerekir.[33]
4.
Karılarını hayızh iken boşamış olan kimseler, karılarına dönmek hususunda
kimseden izin almakla mükellef değildirler. Çünkü Hz. Peygamber
"dön" emrini Hz. îbn Ömer'e yöneltmiştir. Onun velisi olan Hz. Ömer
sadece arada bir vasıtadır. Nitekim "kocaları da bu arada barışmak
isterlerse onları geri almağa daha çok hak sahibidirler..."[34]
2182.
...Abdullah b. Ömer (r.a.)'den rivayet olunduğuna göre kendisi hanımını hayızh
iken boşamış (babası) Ömer de bunu Rasü-lullah (s.a.)'e haber verince,
Rasûlullah (s.a.) kızmış sonra (şöyle) buyurmuştur: "O'na emret hanımına
dönsün onu temizlenip de sonra (tekrar) hayizlamncaya ve (bu hayızdan) sonra
(tekrar) temizleninceye kadar (nikâhı altında) tutsun. Sonra isterse temizken
(kendisiyle) münâsebette bulunmadan boşasın. tşte zikri yüce olan Allah'ın
emrettiği şekilde iddete uygun olan talak budur."[35]
Bu hadisi râviler
içerisinde Sâlim'den başka hiçbir râvi "Rasûl-i Ekrem'in İbn Ömer'in
karısını hayızh iken boşadığına kızdığını" nakletmem iştir. Şafiî
ulemasından İbn Hacer el-Askalanî bu mevzuda şunları söylüyor: "Ben
Salim'in rivayetinde gördüğüm bu ilâveyi Salimden başka hiçbir râvinin
rivayetinde görmedim. Salim ise, bu hadisin râvilerinin en büyüğüdür. Bu
ilâveden anlaşılıyor ki kadını hayızh iken boşama hâdisesi, İbn Ömer'in
karısını bu şekilde boşamasından önce de vuku bulmuştur. Çünkü Rasûl-i
Ekrem'in bir kimseye daha önce yasaklamadığı bir işi yaptığından dolayı kızdığı
görülmemiştir. Rasûl-i Ekrem, Hz. îbn Ömer'in karısını hayızh iken boşamasına
kızdığına göre, böyle bir hâdisenin daha önce de vukû'a gelmiş olduğunu ve o
zaman Rasûl-i Ekrem'in bu şekilde verilen bir talakı yasakladığını gösterir.
Hz. Ömer'in bu boşama hadisesini duyar duymaz hemen Hz. Peygambere koşmuş
olması, bir kadını hayızh iken boşamanın ilk defa vuku bulduğunu ve Hz. Ömer'in
de bu ilk defa karşılaşılan hadise karşımda telaşlandığından dolayı Rasûl-i
Ekrem'e koştuğunu ifade etmez. Çünkü Hz. Ömer'in bu telaşı hayızh bir kadını
boşamanın yasaklandığını bilmesinden, fakat nasıl hareket edileceğini
kestirememesinden ileri gelmiştir. Nitekim îbn Dakiku'1-îyd de aynı görüşü
ileri sürdükten sonra Rasûl-i Ekrem'in kızmasının kendisine talaktan evvel
müracaat edilmeyip de talaktan sonra müracaat edilmiş olmasından doğmuş
olabileceğine de ihtimal vermektedir.[36]
2183.
...Yunus b. Cübeyr'den rivayet edildiğine göre; (Yunus) İbn Ömer'e;
Hanımını kaç defa
boşadın? diye sormuş da, (İbn Ömer): Bir defa, diye cevap vermiştir.[37]
2180 numaralı hadis-i
şerîfin şerhinde açıkladığımız gibi bazı râviler bu hadisi naklederken Hz. İbn
Ömer'in, hanımını üç defa boşadığını rivayet ederek büyük bir hataya düşmüşlerdir.
Nitekim Müslim Sahih'inde bu gerçeği işaret etmek maksadıyla şu ifadeyi
kullanmıştır: "Leys, Bir talak sözünü naklederken daha belleyişü
davranmıştır"[38]
Müslim'in bu ifadesiyle daha Önce tercümesini sunduğumuz 2180 numaralı hadis,
mevzumuzu teşkil eden bu hadisdeki İbn Ömer'in hanımını bir defa boşadığına
dâir olan rivayeti te'yid ve takviye etmektedirler.
Bu da gösteriyor ki,
karısını hayızh iken boşayan bir kimsenin sünnete uygun olarak talak vermek
maksadıyla karısına dönüp 2179 ve 2180 no'îu hadislerde tarif edildiği şekilde
talak verebilmesi için üç talak hakkını da kullanmamış olması gerekir.
Binaenaleyh bir kimse hayızh olan karısını üç talak ile boşamışsa onun bir
daha karısına dönme imkânı yoktur.[39]
2184.
...Yunus b. Cübeyr'den; demiştir ki: Abdullah b. Ömer'e bir soru yönelterek;
Karısını hayızh iken
boşayan bir adam (hakkında ne dersin?) dedim.
Sen ibn Ömer'i tanır
mısın? dedi, Ben de:
Evet, diye cevap
verdim. (Bunun üzerine bana şunları anlattı:)
Abdullah b. Ömer
karısını hayızlı iken boşamıştı. Bunun üzerine (babası) Ömer de Peygamber
(s.a.)'e varıp (bu meseleyi) ona sordu (Hz. Peygamber):
"Ona emret
karısına dönsün, sonra (isterse) onu temizlik müddetinin başlangıcında
boşasın", cevabını verdi (Yunus b. Cübeyr rivayetine devam ederek) dedi
ki: Ben (İbn Ömer'e hitaben:)
Bu (hayızlı hâlinde
verilmiş olan talak da talakdan) sayılır mı? dedim de (İbn Ömer:)
Neden (olmasın)? eğer
(bir insan) acze düşüp ahmaklık etse (de karısını boşasa hiç ahmaklığı veya
acizliği, vermiş olduğu bu talakı geri getirir mi) ne dersin?" cevabını
verdi.[40]
Metinde geçen
"men" kelimesinin aslı "ma" olup elif “ha” ya kalbedilmiştir ve "bu talak
hesaba katılmazsa ne olur" manasına gelir. Bununla beraber sözü geçen
kelimenin isim fiil olarak "bırak" veya "vazgeç" manasında
kullanılmış olması da mümkündür. Bu ihtimale göre bu kelime, "böyle
konuşmayı bırak, talak vaki olduğundan şüphe etme" anlamına gelir.
Metinde geçen
"acze düşüp ahmaklık etse(de karışım boşasa) ne dersin?" cümlesi de
İbn Ömer'in sözüdür. Hz. İbn Ömer bu sözü ile kendini kasdetmiştir. Nitekim bir
rivayette "acze düşüp ahmaklık etsem de mi" ifâdesi vardır.[41]
Nevevî, bu sözün
istifham-ı inkârı olduğunu söylemiştir. Bu takdirde mânâ: "Evet talak
hesaba katılır, onun aczi ve hamakatı buna mâni değildir." demek olur.[42]
1. Karısını
hayızlı iken boşayan kimseden -eğer
bütün talak haklannı kullanmamışsa kansına dönmesi istenir. Fıkıh
ulemasının bu mevzudaki görüşlerim bir numara önceki hadisin şerhinde
açıkladığımızdan burada tekrara lüzum görmüyoruz.
2. Hayızlı
kadın için verilen talak geçerlidir. Nitekim "Bu benim için bir talak
sayıldı" . manasına gelen hadis-i şerifte bu gerçeği ifade ve te'yid
etmektedir. Bunda dört mezhep imamı ile cumhuru ulema ittifak etmişlerdir. Her
ne kadar aksini iddia edenler varsa da sayıları yok denecek kadar azdır.[43]
2185.
...Ebu'z-Zübeyrin haber verdiğine göre; kendisi Urve'nin kölesi Abdurrahman b.
Eymen'i, İbn Ömer'e şu soruyu sorarken işitmiş. -Ebu'z-Zübeyr (onların
konuştuklarını) işitiyormuş- (Abdurrahman);
Karısını hayızh iken
boyayan b\r ad ^ htKkındsMi görüşün tedir? demiş. (İbn Ömer de şöyle) cevap
vermiş:
Abdullah b. Ömer
Rasûlullah (s.a.) zamanında hanımını hayızh iken boşadı da (babası) Ömer;
Abdullah b. Ömer karısını
hayızh iken boşadı diyerek (bunu Rasûlullah (s.a.)'e sordu. (Rasûl-i Ekrem de)
o kadını bana geri çevirdi, (vermiş olduğum) talakı da saymadı ve;
"Temizlendiği
zaman (onu) boşasın ya da (nikahı altında) tutsun" buyurdu. İbn Ömer
(sözlerine devam ederek) dedi ki: "ve Peygamber sallallahu aleyhi ve
sellem;
"Ey Peygamber,
kadınları boşadığmız zaman, (iddetlerinin başlangıcında) boşayın"[44]
âyet-i kerimesini okudu.
Ebu Dâvud dedi ki:
"Bu hadisi Yunus b. Cübeyr, Enes b. Şirin, Said b. Cübeyr, Zeyd b. Eşlem
ve Ebu'z-Zübeyr îbn Ömer'den; Mansur da £bu Vâil'den rivayet etmişlerdir.
Hepsinin manası da şudur: "Peygamber (sm.) îbn Ömer'e karısına dönmesini
temizleninceye kadar (nikahı altında tutmasını) sonra isterse boşamasını;
isterse (nikahı altında) tutmasını emretti.
Aynı şekilde bu hadisi
Muhammed b. Abdurrahman Sâlim'-den, (Salim de) îbn Ömer'den rivayet etmiştir.
Zührî'nin Sâlim'den yaptığı rivayeti ile Nâfi'nin İbn Ömer'den yaptığı rivayet
ise, (şu mânâya gelen lâfızlardan ibarettir): "Peygamber (s.a.) İbn Ömer'e
karısına dönmesini ve temizlenip sonra (tekrar) hayızlanıncaya (ve) sonra
temizleninceye kadar (nikahı altında tutmasını) sonra isterse boşamasını,
isterse tutmasını emretmiştir.
(Bu hadis) İbn
Ömer'den Ata el-Horasanî -el-Hasen senediyle de rivayet olunmuştur. Bu
hadislerin hepsi de Ebüz-Zübeyr hadisine ay kırıdır.[45]
Bu hadis-i şerif
hayızlı iken verilen talakın muteber olmadığım söyleyen İbn Hazm ile İbn
Teymiyye, îbn Kayyim ve Şia'nın delilidir. Hattabî'nin rivayetine göre Haricîlerle
Râfizîler de bu hadis-i şerife sarılarak hayız hâlinde verilen talakın geçerli
olmadığı görüşüne varmışlardır. Bu görüşte olan kimselerin dayandıkları diğer
deliller de şunlardır:
1. Abdullah
b. Malik'in rivayet ettiğine göre, İbn Ömer hanımım hayızlı iken
boşamış, Rasûlullah (s.a.)'de
"Bu birşey değildir" buyurmuştur.[46]
2. Nâfi'in
rivayet ettiğine göre İbn Ömer, karısını hayızlı iken boşayan bir kimsenin
talakının muteber olmadığını söylemiştir. Bu hadisi İbn Hazm sahih senedle
rivayet etmiştir.[47]
Şevkânî'ye göre bu
görüşün tercih edilmesini gerektiren delillerden biri de "Ey Peygamber,
kadınları boyadığınız zaman iddetleri içinde boşayın"[48]
âyet-i kerimesidir. Çünkü bu âyet-i kerimeye göre karısını, hayızlı iken ya da
kendisiyle cinsî münâsebette bulunduğu temizlik devresinde boşayan bir
kimsenin vermiş olduğu talak muteber değildir. Çünkü bu adam karısını iddeti
içinde yani kendisiyle hiç temasta bulunmadığı bir devre içinde boşamamıştır.
Ayrıca; "boşama
iki defadır (bundan sonra kadını) ya iyilikle tutmak, ya da güzelce salıvermek
(lazım)dır"[49] âyet-i kerimesi de bu
görüşün tercihini gerektiren delillerden biridir. Çünkü kadını en çirkin
şekilde boşamak Allah'ın haram kıldığı şekilde boşamaktır. Bu da kadını iddetin
(temizlik hâlinin) dışında boşamaktır. Çünkü Allah kadını temizlik dönemi
dışında boşamayı meşru kılmamıştır.
Hayzı hâlinde verilen
talakın sahih ve geçerli olduğu görüşünü savunan ve büyük çoğunluğu teşkil
eden ulema kendi görüşlerini isbat ve karşı görüşte olanların görüşlerini red
sadedinde şunları söylemişlerdir:
1. Hayız
hâlinde verilen talakın geçerli olmadığını savunan kimselerin dayandıkları
Ebu'z-Zübeyr hadisi (açıklamaya çalıştığımız hadis) bu mevzuda gelen ve bizim
görüşümüzü destekleyen sahih hadislere aykırıdır. Musannif Ebu Davud'un da
ifade ettiği gibi bizim görüşümüzü destekleyen hadis-i şerifler Ebu'z-Zubeyr
hadisine her bakımdan tercih edilecek niteliktedirler. Hatta Ebu'z-Zübeyr
hadisini Müslim ile Nesâî de rivayet etmişlerse de bunların rivayetinde
"(vermiş olduğum) talakı da bir şey saymadı” cümlesi yoktur.[50]
Çünkü İbn Abdrilberr'in de ifâde ettiği gibi bu cümle, münker olarak rivayet
edilmiştir. Ebü'z-Zübeyr'den başka bu cümleyi rivayet eden olmamıştır. Bu
bakımdan bu cümle bir hükme mesned veya delil olma niteliğinden uzaktır. Hele
aynı mevzuda gelen ve kendisinden daha sahih olan hadisler karşısında bu
cümleye delil nazarıyla bakmak hiç mümkün değildir. Binaenaleyh bu cümlenin,
sahih bir senedle rivayet edilmiş olduğu kabul edilse bile, diğer sahih hadislere
aykırı bir mana taşıdığı düşünülemez. Bu bakımdan bu cümleye şu manayı vermek
mümkündür: "Rasûl-i Ekrem, sünnete uygun olarak verilmediği için bu
talakı doğru bir şey olarak görmedi."
Hadis ulemasından
Hattabî ise, bu mevzuda şunları söylüyor: "Ebu'z-Zübeyr bu hadisten daha
münker bir hadis rivayet etmemiştir. Fakat bu cümleye şu şekilde mânâ verilecek
olursa, bu münkerlik giderilmiş olur: "Rasûlullah bu talakı, kadına
dönmeyi haram kılan bir engel olarak görmedi." Şöyle mânâ vermek de
mümkündür: "Bunu sünnete uygun bir davranış olarak görmedi."
2. Birinci
maddede Ebu'z-Zübeyr hadisi hakkında söylenenler aynen Said b. Mansur'la İbn
Hazm'ın rivayet ettiği hadisler hakkında da söylenebilir.
3. İbn
Teymiyye ve taraftarlarının bu mevzudaki görüşlerine delil diye gösterdikleri
âyet-i kerimelerde onların görüşüne dayanak olacak herhangi bir ifade yoktur.
Bu âyet-i kerimelerde sadece talakın, içerisinde cinsî münâsebet bulunmayan
temizlik halinde verilmesi emrediliyor. Biz de zaten bunu savunuyoruz. Bu
mevzuda hak olan Ebu Muhammed Abdullah b. Kudâme'nin şu sözleridir: "Kim
karısını hayızh iken veya cinsi münâsebette bulunduğu temizlik döneminde
boşarsa, bid'at işlemiş olur, fakat talakı muteberdir. Ulemanın büyük
çoğunluğu bu görüştedir."[51]
Musannif Ebu Davud'un
da ifâde ettiği gibi mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerif on şekilde rivayet
edilmiştir:
1. 2184
numaralı hadisteki rivayet,
2. Enes b.
Sîrinin rivayeti. Bu rivayetin senedini Müslim Abdülmelik vasıtasıyla Enes b.
Sirin'e ulaştırmıştır.[52]
3. Sa'îd b.
Cübeyr rivayeti[53],
4. Zeyd b.
Eşlem rivayeti[54],
5. Mevzumuzu
teşkil eden 2185 numaralı hadis-i şerif
6. Mansur b.
el-Mu'temin rivayeti[55],
7. 2181
numaralı hadis,
8. 2182
numaralı hadis,
9. 2179
numaralı, hadis,
10. Atâ
el-Horasanî rivayeti[56]
Yukarıda ifâde
ettiğimiz gibi bu rivayetlerden İbn Teymiyye'nin delilini teşkil eden
Ebu'z-Zübeyr hadisi bu mevzudaki diğer rivayetlerin tümüne aykırıdır.[57]
2186.
...Mutarnf b. Abdillah'dan rivayet olunduğuna göre İmran b. Husayn'a karısını
boşayıp da sonra (dönmüş olmak için) onunla cinsî münâsebette bulunan ve ne
onu boşadığını, ne de ona döndüğünü şâhitlendirmeyen bir kimse(nin durumu)
sorulmuş da, "Sen sünnete aykırı olarak boşamışsm, (yine) sünnete aykırı
olarak dönmüşsün. Onun boşandığını da kendisine dönüldüğünü de şahidlendir ye
(böyle şahitsiz boşamayı ve dönmeyi) bir daha yapma" diye cevap vermiş.[58]
Ric'at veya rec'at,
lügatte, geri dönmek gerilemek manasına gelir.
Fıkhî terim olarak
ise, "nikah milkini devam ettirmek istemek yani boşamış olduğu karısına
tekrar dönerek aralarındaki eski nikah bağın devam ettirmek istemektir.
Ric'atin şartlan
vardır: Talakı, sarih lâfızlarla yahut kinaye lafızların bazıları ile yapmak,
mal mukabilinde boşamamak, üç talakı tamamlamamış olmak, kadının medhûlün-bihâ
(yani ilişkide bulunulmuş) olması. Ric'atin iddet içinde yapılması bu şartlara
dahildir.
Bu hadis verilen
talakı ve ric'ati şahitlendirmenin meşru olduğunu ifade etmektedir. Her ne
kadar bu hadis İmrân b. Husayn'ın sözü ise de içinde geçen "sen sünnete
aykırı olarak boşamışsın" cümlesi bu hadisi merfû hadis hükmüne
yükseltmektedir. Çünkü bir sahabînin sünnetle ilgili bir meseleyi anlatırken
kendi kafasından rastgele konuşarak kendi sözünü RasûM Ekrem'e isnad etmesi
düşünülemez.
Bir kimsenin karısını
boşarken veya ona dönerken bu hareketini şahitlendirmesinin hükmü, ulema
arasında ihtilaflıdır. İmam Şafiî'ye ve İmam Ahmed'den gelen bir rivayete göre,
talak ve ric'ati şahitlendirmek farzdır. Delilleri ise, mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerif ile "sürelerinin sonuna vardıklarında onları güzelce
(nikahınız altında) tutun, yahut güzellikle onlardan ayrılın. (Eşinize tekrar
dönmek veya ondan ayrılmak için) içinizden adalet sahibi iki kişiyi şahit
tutun"[59] âyet-i kerimesidir.
Hanefî uleması ile
imam Malik'e ve imam Ahmed'den gelen bir rivayete göre ise, sözü geçen
meselelerde şahit bulundurmak müstehabdır. Çünkü bunlar erkeğin hakkıdır.
Kadının rızasına bağlı değildir. Bu sebeble erkeğin diğer haklarında olduğu
gibi bunda da şahide ihtiyacı yoktur. Bu bakımdan âyet-i kerimedeki
şâhitlendirme emri, şâhitlendirmenin farz değil, müstehab olduğuna delâlet
eder. Bir veya iki talakla boşadıktan sonra kadına dönmenin iddet içerisinde olacağında
bütün ulema ittifak ettikleri gibi ric'atin "zevcemi tekrar nikahım altına
aldım, onu nikahım altında tuttum, ona döndüm," gibi sözlerle de
olabileceğinde görüş birliğine varmışlardır. Çünkü bu sözler kitap ve sünnette
müracaat lâfızları olarak kullanılmışlardır. Bu lâfızların Kur'ân'da ric'at
anlamında kullanıldığına misal olarak; "Kocaları da bu arada barışmak
isterlerse, onları geri almağa daha çok hak sahibidirler."[60]
"...Onları güzelce (nikahınız altında) tutun..."[61]
âyet-i kerimeleri verilmiştir.
Sünnetten bir misâl
olarak da "O'na (yani Abdullah'a) emret hanımına dönsün" anlamındaki
2181 numaralı hadis-i şerif gösterilebilir. Ulema ric'atın sadece sözle mi
yoksa hem sözle hem de fiille mi olabileceği meselesinde ihtilâf etmişlerdir.
İmam Şafiî'ye ve imam Ahmed'in bir kavline göre ric'at sadece sözle olabilir.
Çünkü ric'atta şahit tutmak şarttır. Nikah ve talak gibi meselelerde ancak
sözler için şahit lâzım olduğuna göre ric'a-tin de sözle olması gerektiği
ortaya çıkar. Ulemanın büyük çoğunluğuna göre ise ric'at sözle olabileceği gibi
fiillen de olabilir. Ancak bu görüşte olan ulemadan imam Malik ile İshak fiille
yapılan ric'atin sahih olabilmesi için niyyetin de bulunmasını şart
koşmuşlardır. Çünkü Rasûl-i Ekrem efendimiz "ameller niyyetlere
göredir" buyurmuştur.
Hanefi ulemasıyla,
Said b. el-Müseyyeb, Hasen el-Basrî, es-Sevrî ve el-Evzaî'ye göre ise, niyyet
bulunmasa bile yine de fiille yapılan ric'at sahihtir. Çünkü iddet müddeti
muhayyerlik süresidir. Binaenaleyh insan bu süre içerisinde karısına döndüğünü,
ona dönmeyi tercih ettiğini sadece sözle ifâde edebileceği gibi sadece onunla
cinsî münâsebette bulunmak suretiyle de isbat ve ifade edebilir. Bunun için
niyyete ihtiyâç yoktur. Zira Cenab-ı Hak "...kocaları da bu arada barışmak
isterlerse onları geri almağa daha çok hak sahibidirler..."[62]
buyurmuştur. Ve aynı zamanda ric'î talakla boşanan kadınla cinsî münâsebette
bulunmak helaldir. Çünkü bu kadın kendisiyle î'lâ veya zihar edilen kadın
gibidir ve ric'î talak ile evlilik bağı tamamen zail olmaz. İmam Mâlik'e göre
ise, ric'î talakla boşanan bir kadına geri dönmedikçe onunla cinsî münâsebette
bulunmak haramdır. Bunun içindir ki cinsî münâsebette bulunurken kadına dönmeyi
kast etmek gerekir.
Bu mevzuda Mâlik'î
mezhebi ulemasından İbn Rüşd şunları söylemiştir: "Ulema ric'î talak ile
boşanan kadın henüz iddet süresinde iken kocasının onunla ne dereceye kadar
ihtilâf edebileceği hakkında ihtilâf etmişlerdir. İmam Mâlik: "Kocası
yalnız olarak onun yanında kalamaz, onjdan izin almadan yanına giremez ve onun
saçına bakamaz. Fakat beraberlerinde başkası bulunduğu zaman onunla birlikte
yemek yiyebilir.," demiştir. Fakat Îbnu'l-Kasım: "İmam Malik, kişinin
ric'î talak ile boşadığı karısıyla birlikte yemek yiyebildiği görüşünden vaz
geçmiştir." der. İmam-ı Ebu Hanife de "ric'î talak ile boşanan
kadının, kocasına kendini süslemesinde güzel kokular sürünmesinde, tırnaklarını
kınalamasında ve gözlerine sürme çekmesinde sakınca yoktur." demiştir ki,
Süfyan es-Sevrî, İmam Ebu Yusuf ve Evzâi de buna kaildirler. Bunların hepsi:
"Kadının yanına habersiz olarak, oraya sözle, veya öksürme veya
pabuçlarından ses çıkarmak gibi bir hareketle geldiğini bildirmeden girmesinin
caiz olmadığını" söyle-, mislerdir.
Ulemâ bu babdan olmak
üzere şu meselede de ihtilâf etmişlerdir: Bir kişi karısının gıyabında onu,
ric'î talakla boşadıktan sonra henüz iddet süresi bitmemişken bir daha onu
nikahı altına döndürürse ve kadında sadece boşandığını işitip geri alındığını
işitmediği için iddet süresi bittikten sonra evlenirse nasıl olur?
İmam Mâlik Muvatta'da
"Bu kadın yeni kocası onunla gerdeğe girmiş olsun olmasın yeni
kocasınındır" demiştir. Evzâî ile Leys, İbn Sa'd de buna kaildirler. Fakat
İbnu'l-Kasım imam Malik'in bu görüşünden rü-cû edip "Eski kocası daha çok
hak sahibidir" dediğini rivayet etmiştir. İmam Malik'in Medine'li olan
talebeleri ise, onun eski görüşünü benimseyip "İmam Malik bu görüşünden
dönmemiştir. Çünkü Muvatta'da yer verdiği bu görüşünü vefat edinceye kadar
talebelerine okuyordu" demişlerdir. İmam Malik, Muvatta' da ayrıca Hz.
Ömer'in de buna kail olduğunu söylemektedir.
İmam Şafiî ile Küfe
uleması olan İmam Ebu Hanife ve diğerleri ise, "Yeni kocası onunla gerdeğe
girmiş olsun olmasın, onu nikâhı altına geri döndüren eski kocası daha çok hak
sahibidir" demişlerdir ki, Ebû Dâvud ile Ebû Sevr de buna kaildirler. Bu
görüş aynı zamanda Hz. Ali'den de rivayet olunmuştur ve en zahir olan görüş de
budur. Bu mesele hakkında Hz. Ömer'den de "Onu nikahı altına geri döndüren
kocası, isterse onu kabul eder, isterse onu yeni kocasına bırakıp ona verdiği
mehri geri alır." diyerek beyanda bulunduğu rivayet olunmuştur. İmam
Malik'in, birinci görüşünün delili, îbn Vehb'in Yunus'dan, Yunus'un İbn
Şihab'dan, İbn Şihab'ın Said b. el-Müseyyeb'den rivayet ettiği "Karısını
boşadıktan sonra onu tekrar nikahı altına döndüren ve fakat bunu kadının iddet
süresi bitip başkasıyla evleninceye kadar gizli tutan kimse hakkında sünnet şudur
ki; bu adam bu kadın üzerinde bir hak iddia edemez. Kadın yeni evlenidği
kimsenin karışıdır" hadisidir. Fakat derler ki bu hadis yalnız İbn
Şihab'dan rivayet olunmuştur.
Diğer gurubun delili
de şudur: "Bu kadının, evlenmeden önceki eski kocasının hakkı olduğunda
icma vardır. Eski kocasının onu nikahı altına geri döndermesi sahih olduğuna
göre yeni kocasıyla evlenmesi fasiddir. Çünkü başkasıyla evlenmesi -o başkası
ister onunla gerdeği girmiş olsun, ister olmasın- onu eski kocasının nikâhı
altından çıkaramaz." En zahir olan budur ve Tirmizî'nin kaydettiği;
"Peygamber efendimizin; "Hangi kadın iki kişi ile evlenirse, önce
hangisiyle evlenmiş ise onundur ve hangi adam bir malını iki kişiye satarsa,
önce kime satmış ise, mal onundur."[63]
buyurduğu hadis de buna şehâdet etmektedir.[64] Hz.
Ali de karısını boşa-yıp da karısının haberi olmadan ona dönen ve döndüğünü
şahitlendiren bir kimsenin karısıyla olan yeni durumu hakkında şöyle demiştir:
"Bu kadın başka birisiyle gerdeğe bile girse, ilk kocasına aittir."[65]
2187. ...Nevfel
oğullarının azatlı kölesi Ebu Hasan'ın haber verdiğine göre, kendisi tbn
Abbas'tan, nikahı altındaki bir cariyeyi iki talakla boşayan sonra da (bu
cariyeyle birlikte) hürriyetine kavuşan köle hakkında "Bu kölenin o
cariyeyle evlenmesi doğru olur mu? diye fetva istemiş de (İbn Abbâs):
"Evet Rasûlullah
(s.a.) de böyle hüküm vermiştir." demiş.[66]
Bu hadis-i şerifin
zahirinden anlaşılan şudur: Aslında
sadece iki talak hakkı olan bir köle bu iki talak hakkını kullanarak
karısını iki talakla boşayacak olursa, karısıyla arasındaki nikah bağı sona
ereceği için bir daha ona dönme hakkını kaybeder. Fakat bir köle bu iki talak
hakkını kullandıktan sonra karısıyla birlikte âzâd edilecek olursa, artık hür
bir insan olarak kendisiyle bir talak hakkı daha doğar ki bu talakla karısına
dönebilir. Hz. îbn Abbas böyle fetva vermiş Rasûl-i Ekrem'in de bu mevzuda
böyle fetva verdiğini söylemiştir.
Bu hadisi şeriften
anlaşılan netice böyle olmakla beraber, uygulama bunun aksinedir. Çünkü
ulemânın büyük çoğunluğuna göre Hz. îbn Ab-bas'ın Rasûl-i Ekrem'den naklettiği
bu fetva Rasûl-i Ekrem'in bir defada verilen üç talakı bir talak saydığı
devirlere aittir. O devirde kölenin verdiği iki talak bir talak sayılırdı.
Fakat bu uygulama sonradan Rasûl-i Ekrem tarafından neshedilerek yürürlükten
kaldırılmıştır.[67]
Cumhuru ulemaya göre
mevzumuzu teşkil eden hadisin hükmü islâmm ilk yıllarına aittir. Sonradan
neshedilnıiştir. Binaenaleyh câriye olan karısını iki talakla boşayan bir köle
karısına bir daha dönemez. Talaktan sonra hürriyetlerine kavuşmuş olmaları da
neticeyi değiştirmez. Binaenaleyh köle, câriye olan karısını sünnet üzere
boşamak isterse talaklarını iki ayrı iddet içerisinde vermelidir.[68]
2188.
...Osman b. Ömer de Ali (b. el-Mübârek vasıtasıyla önceki hadisi Yahya b. Ebi
Kesir)den ahberanî lâfızım kullanmadan aynı sened ve mana ile rivayet etmiştir.
(Bu rivayete göre) îbn Abbas (şöyle) demiştir:
"Senin için bir
(talak hakkı) daha vardır. Rasûlullah (s.a.) de böyle hüküm vermiştir."[69]
Ebu Dâvud dedi ki: Ben
Ahmed b. Hanbel'i (şöyle) derken işittim: "Abdurrezzak dedi ki;
Îbnu'l-Mübârek, Ma'mer'e (hitaben):
-Bu Ebu'l-Hasen de
kimdir? Vallahi o (bu hadisi îbn Abbas'-dan rivayet etmekle) büyük bir kaya
(kadar ağır bir günah) yüklenmiştir" dedi.
Ebu Dâvud dedi ki:
Ebu'l-Hasen, şu kendisinden ez-zührt'nin (hadis) rivayet ettiği kişidir. Zührî
onun fukahâdan biri olduğunu söylerdi ve ZührîEbu'l-Hasen'den (birçok) hadisler
rivayet etmiştir. Ebu'l-Hasen tanınmış bir kimsedir, (fakat) uygulama bu hadise
göre değildir.[70]
Bu hadis Ali b.
el-Mübârek'e ulaşıncaya kadar Ahberanâ, haddessena gibi tâbirlerle rivayet
edilmişse de Ali b. el-Mübârek'ten yukarıda bulunan kimseler birbirlerinden
an'ane yoluyla rivayet etmişlerdir.
"Senin için bir
(talak) hakkı daha vardır" cümlesi, "artık karınla sen, hürriyetinize
kavuşturuldunuz, dolayısıyla boşama hakkı iki talaktan üçe çıktı sen bu
talakların ikisini kullandığına göre, bir talak hakkın daha vardır. İstersen
bununla karına döner, evlilik hayatını devam ettirebilirsin," demektir.
Nitekim İbn Abbâs ile Zahiriye ulemâsı bu görüştedirler, fakat önceki hadisin
şerhinde de ifâde ettiğimiz gibi, ulemânın büyük çoğunluğu bu uygulamanın; bir
insanın bir defada verdiği üç talakın bir talak sayıldığı dönemlere ait olduğu
görüşündedirler. Çünkü o dönemde köle de iki talak, hakkını bir anda verecek
olursa, bir sayılırdı. Dolayısıyla bir talak hakkı daha kalırdı. Sonradan
Rasûl-i (Ekrem bu uygulamayı yürürlükten kaldırmıştır. Binaenaleyh bir köle
cariye olan karısını boşadıktan sonra bir daha ona dönemez. İsterse ikisi de
hürriyetlerine kavuşmuş olsunlar.
Bu mevzuda İbn Rüşd de
şunları söylemektedir: Köleliğin talak sayısını azalttığında bir cemaat
"icma vardır" demişlerse de Ebu Muhammad b. Hazm ile zahirîlerden bir
cemaat buna muhaliftirler. Bunlar talak sayısı konusunda hür ile köle arasında
ayırım yapmamaktadırlar.,
Bu ihtilâfın sebebi,
halin zahiri ile kıyas arasında bulunan tearuzdur. Zira cumhur kölenin talakım
kölenin cezasına kıyas etmiştir. Çünkü kölenin şer'î cezasının hürün şer'î
cezasının yarısı olduğunda icma vardır. Zahirîlere göre ise, herhangi bir
hükümde köleyi istisna eden bir delil bulunmadıkça asıl olan serî teklifler
muvacehesinde hür ile köle arasında bir fark bulunmamasıdır. Delil de onlara
göre ya kitap ya sünnetten bir nass veyahut bunların zahiridir. Burada ise,
böyle bir delil bulunmadığına göre kölenin, asıl olan hükmü üzerinde kalması
gerekir. Öyle zannediyorum ki, talakı cezaya kiyasıetmek doğru değildir. Çünkü
hüre nisbetle köleye az ceza konulması, köle noksan olduğu için ona karşı fazla
sert davranmamak içindir.[71]
Mevzumuzu teşkil eden
hadis bazı kaynaklarda şu anlama gelen lâfızlarla rivayet olunmuştur:
Bir köle (câriye olan)
karısını iki talakla boşadıktan sonra ikisi de azat edilmiştir. Bu erkek bu kadınla
tekrar evlenebilir mi? sorusu İbn Abbas (r.a.)'a sorulduğunda İbn Abbas:
Evet (evlenebilir)
dedi. Bunun üzerine îbn Abbas'a, Bu hükmü kimden (rivayet ediyorsun)? diye
soruldu. O da: Rasûlullah (s..a.) bununla hükmetti, diye cevap verdi.[72]
Şevkânî'nin beyânına göre İbn Abbas (r.a.) ile birlikte Câbir b. Abdullah, Ebu
Seleme ve Katâde de câriye olan karısını iki talakla boşayan bir köle, karısı
ile birlikte hürriyetine kavuşacak olursa, karısına dönebileceği
görüşündedirler.[73]
Hattabî de ulemanın
büyük çoğunluğunun görüşüne ters düştüğü için bu hadisin münker olduğunu,
dolayısıyla, câriye olan karısını boşayan bir kölenin karısı başka biriyle
evlenip de boşanmadıkça ona dönmesinin caiz olmayacağını söylemiştir.[74]
2189.
...Âişe (r.anha)'den rivayet olunduğuna göre, Peygamber (s.a.)
"Cariyenin talakı
iki talak, âdeti de iki hayızdır" buyurmuştur.
(Muhammed b. Mes'ud)
dedi ki bu hadisi Ebu Asım, "Hadde-seni Muzahir-Haddeseni el-Kasım an
Âişete" diye Peygamber (s.a.)'den rivayet etmiştir. Ancak (Müzahir bu hadisi
cariyenin) "iddeti iki hayızdır" diye rivayet etti.
Ebu Dâvûd dedi ki;
"Bu hadis meçhuldür.”[75]
Ebu Asım bu hadisi
biri, İbn Cüreyc vasıtasıyla Müzâhir'den, diğeri de doğrudan doğruya
Müzahir'den olmak üzere ve birincisinde an'ane ikincisinde semâ lafızlarıyla
iki defa rivayet etmiştir.
Müzahir ise kimliği
meçhul bir râvidir. Ebu Hatim'e göre Müzâhir'in rivayet ettiği hadisler
münkerdir. Musannif Ebû Dâvûd da aynı görüştedir. Nesâî onun zayıf bir râvî
olduğunu, söylerken Ebu Asım en-Nebil de "Basra'da ondan daha münkerci bir
kimsenin olmadığını" söylemiştir.
İmam Tirmizî de sözü
geçen râvi hakkında şunları söylemiştir: Bu hadisi merfû olarak yalnız Müzahir
b. Eslem'in rivayetinden biliyoruz. İlmî mesâilde Müzâhir'in bu hadisten başka
bir hadisi bulunmamaktadır. Peygamber (s.a.)'in ashabından ve sonrakilerden
ilim adamlarının ameli bu hadis üzeredir. Süfyan es-Sevrî, Şafiî, Ahmed ve
İshak'ın kavli de budur.[76]
Evli olan bir
cariyenin kocası, câriye üzerinde iki talak hakkına sahiptir. Kocasının hür
veya köle olması bunu değiştirmez. Çünkü talak ve iddette itibar kadınadır.
Binaenaleyh kadın câriye olursa, kocası onun üzerinde iki talak iddet bekler,
fakat kadın hür olursa talak ve iddet sayısı ikiden üçe çıkar. Hanefi
ulemasıyla Süfyan es-Sevri, el-Hasen, İbn Şîrîn, îkrime ve Zührî bu görüştedirler.
Ali b. Ebi Tâlib ile İbn Mesud'un da bu görüşte oldukları rivayet edilmiştir.
Delilleri ise, mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şeriftir. Sözü geçen ulemaya
göre "her ne kadar bu hadisin senedinde hadis hafızlarının pek çoğunun
zayıf kabul ettiği Müzahir varsa da İbn Hibban bu râviyi güvenilir râvîler
arasında saymıştır. Tirmizî de bu hadis hakkında ilim adamlarının ameli bu
hadis üzeredir" demiştir. Ayrıca Hâkim de bu râvinin güvenilir bir râvi
olduğunu söylemiştir" Hanefi ulemasından İbnu'l-Hümam bu hadisle ilgili
görüşlerini şöyle dile getirmiştir:
"Ulemânın bu
hadise göre amel etmesi onun sahih bir hadis olduğunu gösterir. İmam Mâlik de
bu hadisin şöhretinin onu, senedinin sıhhatine muhtâc olmaktan müstağni
kıldığını söylemiştir."[77]
İmam Malik ile Şafiî,
Ahmed, Said b. el-Müseyyeb ve İshak'a göre ise, talakda itibar erkeğe, iddette
itibar kadınadır. Binaenaleyh erkek hür olursa, hür ya da- câriye olan karısı
üzerinde üç talak hakkına sahiptir. Fakat erkek köle olursa, karısı üzerinde
iki talak hakkına sahiptir. Hz. Ömer ile oğlu Abdullah, Osman, Zeyd b. Sabit ve
İbn Abbas'ın da görüşlerinin bu olduğu rivayet edilmiştir. Bu görüşte olan
ulema diyor ki, "Madem ki talak erkeğe verilmiş özel bir haktır. Nasıl ki
evlilik hakkı erkeğin durumuna göre değişir, hür iken dört kadına kadar evlenme
hakkı doğarken köle olunca bu hak ikiye inerse; talak hakkının da erkeğin
durumuna göre değişmesi ve karısı hür olan hür bir erkeğin talakının üç; karısı
câriye olan bir kölenin talakının da iki olması; cariyenin de iddetinin iki
defa âdet görmekle sona ermesi icabeder. Her ne kadar talakın böyle olması
gerektiğinde bütün ulema ittifak etmişlerse de cariyenin iddeti mevzuunda
bazıları bu görüşümüze muhalefet etmişlerdir.[78]
2190.
...Abdullah b. Âmir'den rivayet olduğuna göre Peygamber sallallahu aleyhi ve
sellem şöyle buyurmuştur:
"Evlenmediğin bir
kadım boşaman sahih değildir. Malik olmadığın bir köleyi azat etmen (sahih)
olmaz. Sahip olmadığın bir malı satman (caiz) değildir"
Îbnü's-Sabah (bu
rivayete sunuda) ilave etti: "Sahip olmadığın bir şeyde (yaptığın) bir
nezri yerine getirmen gerekmez.”[79]
Bu hadis-i şerif, imam
ahmed'in Müsned'inde "bir kimse nikâhında olmayan bir kadını boşayamaz.
Sahip olmadığı köleyi âzâd edemez, sahip olmadığı malı da satamaz"[80]
şeklinde rivayet edilmiştir.[81]
1. Talak nikahın
teferruatından olduğu için nikah kıyılmadan önce talakın varlığından bahsedilemez.
Bu bakımdan nikahtan önce verilmiş olan talaklar sahih ve geçerli değildir.
2. Bir kimse
sahip olmadığı bir malı satamaz. Şayet satacak olursa, bu satış bâtıl olacağından
hiçbir hukukî değeri olmaz.
3. Bir kimse
sahip olmadığı bir maldan adakta bulunamaz şayet böyle bir adakta bulunursa o
adağı yerine getirmekle mükellef olmaz. Bu üç madde üzerinde ulema ittifak
etmişlerdir, fakat bir kimsenin herhangi bir kadına hitaben "eğer seninle
evlenirsem benden boşsun" diyerek istikbalde yapacağı nikaha bağlı olarak
talak vermesi ile "her satın alacağım köle hürdür" diyerek istikbalde
sahip olacağı köleye bağlı olarak azatta bulunması meselelerinde ulema arasında
ihtilaf vardır. Sahabenin ve selefin büyük çoğunluğuna göre bu şekilde verilen
talaklarla azadlarda şartlar gerçekleşse bile talak ve azad vâki olmaz. İmam
Şafiî ile Ahmed, İshak, zahiriye uleması ve hadis, ulemasının büyük çoğunluğu
bu görüştedirler. Delilleri ise, mevzunıuzu teşkil eden bu hadis-i şeriftir.
Hanefî ulemasına göre
ise, bu şekilde, şartlı olarak verilen talak ve azadlarm vaki olması, şartların
gerçekleşmesine bağlıdır. Binaenaleyh bir kadına "eğer seninle evlenirsem
sen benden boşsun" diyen bir kimsenin şarta bağlı olarak vermiş olduğu bu
talak, adamın o kadınla evlenmesiyle gerçekleşmiş olur. Ve dolayısıyla o kadın
boş düşer. Aynı şekilde "heı aldığım köle hürdür" diyen bir kimsenin
de satın aldığı her köle, hüi olur. tmam Mâlik'in bu mevzuda meşhur olan görüşü
de böyledir. Delilleri, Ma'mer'in Zühri'den rivayet ettiği şu hadis-i
şeriftir: Zühri "Evleneceğim her kadın boş olsun, her satın alacağım
câriye de hürdür" diyen bir adam hakkında "bu adam dediği
gibidir," demiş. Ma'mer, Zühri'ye "Nikâh kıyılmadan önce verilen
talak geçerli değildir. Azad etme ise ancak köleye sahip olduktan sonra geçerli
olur" mealinde Rasûlullah'dan bir hadis gelmemiş midir? diye sormuş. Zühri
de Ma'mer'e "Senin dediğin; bir adamın, "falanın karısı boş olsun,
falanın kölesi hürdür" gibi başkasının karısı ve kölesi üzerinde söz sarf
etmesidir" cevabını vermiştir.[82] Hanefi
uleması mevzumuzu teşkil eden hadiste geçen "talak" kelimesiyle
kas-dedilen talakın, "nafiz (geçerli) talak" olduğunu binaenaleyh
nikahtan önce verilen talakın geçerli olmamakla beraber sahih fakat mevkuf olduğunu,
nikah kıyılınca geçerlilik kazanacağım söylemişlerdir.
"Ben falanca
kadınla evlendiğim gün o üç talak boştur" diyen bir kimse hakkında Rasûl-i
Ekrem'in "bu nikâhı altında bulunmayan bir kadın hakkında verilmiş bir
talaktır" buyurduğuna dair olan İbn Ömer hadisi[83]
Hanefi ulemasınca asılsız bir hadisdir, delil olma niteliğinden mahrumdur.
Tenbihü't-Tahkik isimli eserde de bu hadis hakkında şöyle denilmektedir:
"Bu hadisin senedinde Ebu Halid el-Vâsıtî Amr b. Halid vardır. Bu kişi
hadis uydurmakla meşhurdur. İmam Ahmed ile İbn Me'în de bu kişi hakkında
"yalancı" demişlerdir."[84] Yine
Hanefi ulemasına göre Ebu Sa'lebe'nin rivayet ettiği "Amcam bana -benim
için şu kadar çalışırsan, sana şu kadını alacağım-'demişti. Ben de ona:
O kadınla evlenirsem,
benden üç talakla boş olsun cevabını vermiştim. Nihayet günün birinde o
kadınla evlenmek durumunda kaldım. Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem'e varıp durumu
anlattım da bana:
"Onunla
evlen(ebilirsin). Çünkü ancak nikâhdan sonra verilen nikâh sahih olur"
cevabını verdi. Ben de onunla evlendim.Ondan Sa'd ve Said isimli iki çocuğum
dünyaya geldi"[85]
mealindeki hadis de asılsızdır, delil olma niteliğinden uzaktır.
Maliki ulemasının
büyük çoğunluğuna göre ise nikahlanmadan *önce yapılan boşamalar iki çeşittir:
1. Eğer adam
belli bir sülâleyi ve memleketi kasdederek falan sülâleden veya "falan
köy ya da şehirden bir kadınla evlenirsem, o kadın boş olsun" gibi bir söz
sarf ederek, şartlı bir talak verecek olursa, şart gerçekleşince aldığı kadın
boş olur.
2. Eğer adam
böyle özel bir şehirle veya sülâleyle ilgili değil de genel kapsamlı -şartlı
bir talak verecek olursa, meselâ "nikahlanacağım her kadın boş
olsun" gibi bir söz söyler de sonra evlenirse, evlenmiş olduğu kadın boş
düşmez. Çünkü böyle bir yemin dinen tevsik edilmiş olan nikah için bir engel
teşkil edeceğinden muteber değildir. Rabia b, Ebi Abdirrah-man, Sevrî, Ley s b.
Sa'd ve Evzâî de bu görüştedirler.
Ulemanın büyük
çoğunluğuna göre, Malikî'lerin bu meseleyi böyle özel ve genel planda iki madde
halinde ele almaları hiçbir delile dayanmaz. Çünkü bu mevzuda gelen hadislerin
hiçbirinden böyle bir hüküm çıkarmak mümkün değildir.[86]
2191.
...(Önceki hadis) Amr b. Şuayb'dan aynı sened ve mana ile rivayet olundu. (Ancak
Amr b. Şuayb bu hadise şu sözleri de) ilâve etti;
"Kim bir günah
işlemek üzere yemin ederse onun (edilmiş) bir yemini yoktur. (Sıla-i) rahmi
kesmek üzere yemin edenin de (edilmiş) bir yemini yoktur.”[87]
Bir önceki hadis,
senedinin Amr b. Şuayb'dan önceki kısmı değişmeksizin aynı manada rivayet
olunmuştur. Ancak bu rivayette mânâ bakımından önceki hadisten fazla olarak
akrabalarını ziyaret etmemek üzere yemin eden bir kimsenin bu yeminine uyarak
akrabaları ziyareti kesmesi gerekmediği, bilakis Allah'ın emri olan sıla-i
rahim görevini yerine getirmesi ve yeminine riâyet edemediği için de keffâret
vermesi icabettiği ifadesi bulunmaktadır. Aslında sıla-ı rahmi kesmekle ilgili
olan bu cümlenin hükmü, metinde geçen "Kim bir günah işlemek üzere yemin
ederse onun (edilmiş) bir yemini yoktur" cümlesinin genel kapsamı içine
girmekle beraber, özel olarak bir daha zikredilerek sıla-i rahmin önemi
vurgulanmak istenmiştir.
Esasen bu cümlenin şu
iki mânâya ihtimali vardır:
1. Peygamber
(s.a.) bu cümlede geçen
"yemin" kelimesiyle mutlak mânâda bildiğimiz yemini kastetmiş
olabilir bu ihtimale göre söz konusu cümle şu mânâya gelir: "Kim akraba
ziyaretini kesmek üzere yemin ederse bu yeminini yerine getirmesin. Bilakis o
yeminin aksine hareket etsin fakat yemini bozduğu için de keffarelini
versin."
Nitekim imam Ahmed'le
Müslim ve Tirmizî'nin rivayet etitği şu hadis-i şerif bu ihtimali
kuvvetlendirmektedir: "Kim bir işi yapmaya yemin eder de onun aksine
hareket etmenin daha hayırlı olduğunu anlarsa, hayırlı olanı yapsın ve yeminin
de keffâretini versin"[88]
2. Hz.
Peygamber'in metinde geçen yemin kelimesiyle "adak" mânâsını
kastetmiş olması da mümkündür. Bu ihtimale göre ise, cümlenin manası şudur:
"bir kimse "şu işim böyle olursa, çocuğumu kesmek üzerime vacib olsun"
gibi bir nezirde bulunursa, bu yemin hükümsüz kalır. Yerine getirmek
gerekmediği gibi yerine getirilmediğinden dolayı keffâret de, fidye de
gerekmez.[89]
Bir günâhı işlemek
üzere yemin eden bir kimsenin yapmış olduğu bu yemine uyması gerekmez.Binaenaleyh
Allah'ın bir emrini terketmek veya bir günahı işlemek üzere yemili eden kimse
bu yeminine uymaz fakat yeminine uymadığından dolayı keffâret verir. Ayrıca
tevbe ve istiğfar eder.
Ulemanın büyük çoğunluğu
bu görüştedirler. Şa'bi'ye göre ise, "bir günahı işlemek üzere yapılan
yemini bozmaktan dolayı keffâret gerekmez" delili ise, Ebu Hüreyre
(r.a.)'nin rivayet ettiği şu hadis-i şeriftir: "Sizden biriniz bir işi
yapmak üzere yemin eder de onun aksine hareket etmenin daha hayırlı olduğunu
anlarsa, aksine hareket etsin. Bu yüzden kendisine keffâret de gerekmez"
bu görüşte olan Şâbi'ye göre "keffâret bir günâhı işlemekten dolayı lâzım
gelir. Günah işlemeyi gerektiren yemine uymamakta ise bir günah mevcut
değildir. Çünkü günahtan kaçınmak günah değil, farzdır. Öyleyse bu yemini
bozmaktan dolayı keffâret gerekmez."
Cumhuru ulemaya göre
ise, yemini bozmak keffâreti gerektirir bu yeminin günah işlemeyi gerektiren
bir yemin olmasıyla olmaması arasında bir fark yoktur. Cumhuru ulemanın, bu
hükme varırken dayandıkları delilleri şöylece sıralamak mümkündür.
1.
"Allah sizi yeminlerinizde ki lağvdan (kasıtsız olarak yaptığınız yeminlerden)
ötürü sorumlu tutmaz. Fakat bilerek yaptığınız yeminlerden Ötürü sizi sorumlu
tutar. Bunun keffâreti (geleceğe bağlı olarak yaptığınız bir yemini bozduğunuz
takdirde bunun cezası) ailenize yedirdiğinizin orta derecesinden on fakiri
yedir(ip doyur)mak yahut onları giydirmek yada bir boyun(köle)u hürriyete
kavuşturmaktır"[90]
âyet-i kerimesidir. Bu âyet-i kerimede bozulan tüm yeminler için keffâret
gerektiği ifade edilmiş günah işlemeyi gerektiren yeminler bu genel hükmün
dışında bırakılmamıştır.
2. Şa'bi'nin
rivayet ettiği günah işlemeyi gerektiren yeminleri bozmaktan dolayı keffâret
lâzım gelmeyeceği mealindeki hadis aksini ifâde eden hadislere tercih
edilebilecek özellikte değildir.
3. Ebû
Hüreyre'den rivayet edilen "kim bir işi yapmaya yemin eder de onun aksine
hareket etmenin daha hayırlı olduğunu anlarsa hayırlı olanı işlesin ve
yemininin de keffâretini versin"[91]
mealindeki hadis-i şerif ise, Şa'bî'nin delilini teşkil eden hadise tercih
edilecek niteliktedir.[92]
4. Hz.
Âişe'nin rivayet ettiği "Günah işlemek üzere adakta bulunmak caiz
değildir. Böyle bir adağın keffâreti yemin keffâretidir' 'anlamındaki 3290
numaralı hadisdir.[93]
2192.
...(Bir önceki hadisi) bize (İbnu's-Serh) de rivayet etti (Ancak İbnu's-Serh)
bu rivâyet(in)e (şu cümleyi de) ilâve etti:
"Kendisiyle şanı
yüce olan Allah'ın nzası gözetilen (nezr)in dışında (ifası) gereken bir nezir
yoktur."[94]
Allah'a ve Rasûlüne
itaat Allah ve Rasûlünün hayat verici emirlerine sarılmak gibi başlı başına bir
ibâdet ve yakınlık mânâsı taşıyan adakların dışında yapılan adakları yerine
getirmek icabetmez. Binaenaleyh şarap içmek, adam öldürmek, namaz kılmamak,
oruç tutmamak üzere yapılan adaklar, Allah'a isyan mânâsı taşıdıkları, rızasını
değil, gazabını ve azabını mûcib davranışlar olmaları itibariyle bu gibi
adakların ifası gerekmez. Nitekim Peygamber (s.a.) bir hadis-i şeriflerinde
de, "Kim Allah'a itaat etmeyi adarsa o itaati işlesin, kim de Allah'a
isyan etmeyi nezre d erse, o isyanı işlemesin"[95]
buyurmuştur. Çünkü nezrin sahih olması için onun farz veya vâcib cinsinden bir
ibâdet olması şarttır. Allah Teâlanın kendisine isyan edilmesini farz veya
vacib kılması ise, mümkün değildir. Bu hüküm fıkıh kitaplarında şöyle ifâde
edilmektedir:
“Adağın şartlarından
birincisi: Adanan şeyin cinsinden bir farz bulunmasıdır. Namaz, oruç, sadaka
gibi;
İkincisi:
Adanan şeyin lizâtihi maksûd ibâdet olmasıdır. Abdest gibi başka şey için maksu
tolanlar adanmakla vâcib olmaz.
Üçüncüsü: Adanılan
şeyin zatı itibariyle vâcib olmasıdır."[96]
2193. ...Muhammed
b. Ubeyd b. Ebi Salih, İlya'da ikamet ettiği sıralarda (şunları) söylemiştir:
(Bir gün) Adiy b. Adiyyi'l-Kindî ile birlikte (yolculuğa) çıkmıştım. Nihayet
Mekke'ye varınca (Adiyy) beni Safiyye bint Şeybe'ye gönderdi. (Safiyye)
Âişe'den (pek çok hadis) öğrenmişti. (Yanına vardığımız zaman Safiyye bana
şunları) söyledi: "Ben Âişe'yi
"Rasûlullah (s.a.)'in;
"Öfke (veya
zorlanma) hâlinde ne boşama olabilir ne de (köle veya cariyeyi) âzâd
etmek."[97] dediğini duydum."
derken işittim.
Ebû Dâvûd dedi ki:
"Öyle zannediyorum ki el-gılâk öfke demektir.[98]
"Iğlak"
kelimesi, zorlama, tehdit ve öfke anlamlarına gelir. Esasen “iğlak”, kapamak
demektir. Çünkü insan zorlandığı ya da öfkelendiği zaman düşüncesi kapanır,
düşünemez hâle gelir. Musannif Ebû Dâvûd bu kelimeye öfke manası verdiği için
biz de tercümemizde bu mânyı esas aldık ve kelimenin öteki manasına da parantez
içerisinde yer verdik.
Beyhakî bu kelimenin
öfke ve zorlanma manasına geldiğini fakat ğalak kelimesininse sadece öfke
anlamında kullanıldığını ifade ederken el-Farisî, zâten halkın çoğunun Öfke
hâlinde talak verdiğini söyleyerek metinde geçen "ığlak" kelimesine
"öfke" mânâsı vermenin yanlış olduğunu söylemiştir.[99]
Hanbelî ulemasından
İbnu'l-Kayyim'e göre öfke üç kısımdır:
1. Aklı gideren
ve sahibini, ne dediğini ve sözleriyle ne kast ettiğini bilemez hale getiren
öfke. Bu çeşit öfke hâlinde verilen talakın geçerli olmadığında ittifak vardır.
2. Sahibini,
söylediğini bilemeyecek ve sarfettiği sözlerin ne mânâya geldiğini anlamayacak
kadar sarsmayan hafif öfkeler. Bu kısım öfkelerin talakın vukuunda engel teşkil
etmediğinde de ittifak vardır.
3. Sahibinin
aklını tamamen gidermemekle beraber doğru karar vermesine engel olan,
geçtikten sonra sahibinin o anda yapmış olduğu hareketlerden pişmanlık duyduğu
şiddetli öfkelerdir. İşte bu halde verilen talakların geçerli olup olmadığı
ihtilâf konusudur.[100]
1. Metinde
geçen iğlak kelimesinin öfke manasına geldiğim söyleyen Ahmed b. Hanbel,
Şam ve musannif Ebû Davud'a göre şiddetli gazab hâlindeki boşamaların hükümsüz
olması gerekiyor. "Hırs gelir, akıl gider". Akıl gidince de talakın
şartlarından biri bulunmamış olur.[101]
2. Zorlanan
kimsenin boşaması muteber değildir. Çünkü Peygamber (s.a.) "Ümmetimden
yanılma, unutma ve üzerinde zorlandıktan (şeylerin hükmü) kaldırılmıştır."[102]
Ayrıca
"inandıktan sonra Allah'ı inkâr eden, kalbi imanla yatışmış olduğu halde
(inkara) zorlanan değil, fakat küfre göğüs açan (küfürle sevinç duyan)
-kimselere Allah'dan bir gazab iner ve onlar için büyük bir azab vardır."[103]
âyet-i kerimesi de bu gerçeği ifâde etmektedir. Çünkü bu âyet-i kerimede
içinden arzu etmediği halde baskı altında küfür eden bir kimsenin bu
hareketinden dolayı hesaba çekilmeyeceği açıkça ifade edilmektedir. Küfürde
durum böyle olunca, küfrün dışında talak ve benzeri hallerde de hükmün böyle
olması gerekir. Nitekim sahabeden Hz. Ömer ile Ali, İbn Ömer, İbn Abbas
İbnu'z-Zübeyr, Câbir b. Semûre (r.anhum) ve mezheb imamlarından da imam Mâlik,
Şafiî, Ahmed, Evzâî ve İshak (r.anhum) bu görüştedirler.
Hanefi ulemasıyla
Sevrî, Zührî, Şa'bî ve Katâde'ye göre ise, zorla verdirilen talak muteberdir.
Delilleri ise; "Ey Peygamber, kadınları boşa-dığınız zaman iddetleri
içinde (adetten temiz oldukları sırada) boşayın..."[104]
âyet-i kerimesiyle "Kocasına kızan bir kadının uyurken kocasının boğazına
çökerek;
Ya beni boşarsm ya da
seni keseceğim! tehdidiyle kendisini boşattırdığı ve bunu duyan Rasûl-i
Ekrem'in "boşamada öyle uykusunun hükmü yoktur" buyurduğuna dair
Safvan b. Amr hadisidir.[105] Bu
görüşte olan ilim adamlarına göre, bu âyetin hükmü gereğince iddet içinde
verilen her talak muteberdir ve zorlanan kimse o anda uğradığı zararı kendi
ihtiyarıyla seçmiştir. Rızası olmamakla beraber irade ve ihtiyar vardır. Şerrin
ehvenini seçmiştir talakın muteber olması için rızası şart değildir.
Ulemanın büyük
çoğunluğuna göre ise, Hanefî ulemasının ve taraftarlarının dayandıkları âyet-i
kerimenin hükmü geneldir ve sonradan sözü geçen hadislerle tahsis edilerek
sınırları daraltılmıştır. Binaenaleyh zorla-1 ma altında verilen talak geçerli
değildir. Ayrıca Hanefi ulemasının dayandığı hadisin senedinde el-Gazi b.
Cebele bulunduğu için delil olma niteliğinden mahrumdur.
Hanbeli ulemasından
îbn Kudâme'ye göre ikrahın üç şartı vardır:
1. Zorlayan
kimsenin savurduğu tehditleri yapmaya gücü yeten birisi olması gerekir. Bu
vasıfta olmayan bir kimsenin savurduğu tahdidler ikrah (zorlama)dan sayılmaz.
2. Zorlanan
kimsenin zorlayan kimsenin yaptığı tehditleri gerçekleştireceğine inanması
gerekir.
3.
Karşıdakinin isteğini yerine getirmediği zaman uğrayacağı zararın, ölüm,
şiddetli dayak, uzun bir hapis gibi büyük bir zarar olması gerekir..."[106]
2194. ...Ebû
Hureyre (r.a.)'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem şöyle buyurmuştur; "Üç şeyin ciddisi de, şakası da ciddidir. Nikâh,
talak, rec'â"[107]
Hadisin zahiri, nikah
sözü kullanılarak şakadan kıyılan nikah ile boşama sözü kullanılarak şakadan
verilen talakın sahih ve geçerli olduğu gibi, bir kimsenin bir veya iki talakla
boşadı-ğı karısına "rec'â" sözünü kullanarak şaka ile dönmesinin de
sahih ve geçerli olduğunu ifâde etmektedir. Ancak her ne kadar ilim adamları evlenme
niyyeti olmadan şakadan nikâh sözü kullanılarak kıyılan nikâh ile rec'â sözü
kullanılarak yapılan dönüşün sahih ve geçerli olduğunda ittifak etmişlerse de
boşama niyeti olmadan şakadan talak sözü kullanılarak verilen talakın sahih
olup olmadığı meselesinde ihtilaf etmişlerdir. Hz. Ebu Hanife ile Şafiî'ye göre
bu şekilde verilen talak sahih ve geçerlidir. Delilleri ise, mevzumuzu teşkil
eden bu hadis-i şerifle Tâberânî'nin rivayet ettiği "Üç şeyde şaka caiz
değildir: Nikah, talak, köle azat etmek..."[108] mealindeki
hadis-i şeriftir.
İmam Mâlik ile imam
Ahmed'e göre ise, talakta niyyet şarttır. Binaenaleyh talak manasında sarih
olan bir kelimeyi kullanarak şaka ile verilen talak sahih değildir. Delilleri
ise, "Eğer boşamaya azmederlerse..."[109]
âyet-i kerimesidir. Bu görüşte olan ilim adamlarına göre "bu âyet-i kerime
talakın vuku bulması için azmin şart olduğuna delâlet etmektedir. Şaka azim
olmadığına göre şaka ile verilen talak sahih değildir."
Bahr sahibi İbn Müceym
ise, "azm sarih olmayan lâfızlarda aranır, sarih lâfızlarda ise azme
ihtiyaç yoktur." diyerek bu görüşü reddetmiş ve bu âyet-i kerime ile mevzumuzu
teşkil eden hadisin arasım te'Iif etmiştir. Aslında bu âyet-i kerime ile
hadisi şerifin arasını cem' etmeye hiç de ihtiyaç yoktur. Çünkü sözü geçen
âyet-i kerime karısına yaklaşmamak üzere yemin eden kimsenin durumuyla
ilgilidir. Hadis ise şaka ile verilen talakla ilgilidir. Netice olarak^şaka ile
verilen talâkın geçerli olduğunu söyleyenlerin delilleri daha kuvvetlidir.[110]
2195. ...İbn
Abbas (r.a.)'dan; demiştir ki: "Boşanmış kadınlar üç kur' (üç adet veya üç
temizlik süresi bekleyip) kendilerini gözetlerler (hamile olup olmadıklarına
bakarlar.) Eğer Allah'a ve âhiret gününe inanıyorlarsa, Allah'ın kendi
rahimlerinde yarattığını gizlemeleri
(karınlarında çocuk
bulunduğunu veya hayızlandıklarını saklamaları) kendilerine helal olmaz."[111]
âyeti (şu sebeble inmiştir: Cahiliyet devrinde) bir adam karısını boşadığı
zaman onu üç talakla bile boşamış olsa, o kadına dönmeye en çok hak sahibi olan
yine o kimse olurdu. (Bunun üzerine Allah Teâlâ) "Boşama iki
defadır..."[112]
buyurdu.[113]
Kocasıyla zifaf
olduktan sonra bir veya iki ric'î, ya da bâin talakla boşanmış olan kadınların
üç kur (üç defa âdet görme) süresince beklemeleri emredilmiştir. Aslında kur*
kelimesi hem hayız, hem de temizlik manasında kullanılmaktadır. Ebu Hanife
iddet bakımından bunu hayız, imam Şafiî ve Mâlik ise temizlik mânâsında
anlamışlardır. Bu ikinci anlayışa göre de temizlik içinde boşanan kadın üçüncü
hayız başlar başlamaz iddetini tamamlamış olur.
Kocasıyla zifaf
olmadan ayrılan bir kadın içinse iddet beklemek mecburiyeti yoktur. Çünkü
"Ey inananlar, inanan kadınları nikahlayıp da, henüz onlara dokunmadan
boşarsanız, onların üzerinde sayacağınız bii iddet hakkınız yoktur."[114]
âyet-i kerimesi bunu ifâde etmektedir, iddet mevzuunu inşallah ileride 2282
numaralı hadisin şerhinde etraflıca ele alacağız.
"....Allah'ın
kendi rahimlerinde yarattığım gizlemeleri..."nden maksat, boşanan
kadınların hayızlarını veya hamileliklerini doğru olarak söylemekten
kaçınmalarıdır. Söz konusu kadınlar hayızlanmadıkları halde hayızlandıklarını
söyleyerek, kocalarının kendilerine dönme haklarını engelledikleri gibi, hayız
gördükleri halde hayız gördüklerini saklayarak nafaka süresini uzatmak
suretiyle hakketmedikleri nafakayı alma yoluna gidebilir. İşte Allah teâlâ ve
tekaddes hazretleri bu âyet-i kerimeyle boşanmış olan kadınları bu gibi
haksızlıklara sapmaktan nehyetmektedir.
Katâde'nin beyânına
göre cahiliyye döneminde kadınlar karmlarındaki eski kocalarından olan çocuğu
yeni evlenecekleri kocalarına nisbet edebilmek için hâmile olduklarını
saklarlarmış.
İşte bu âyet-i kerime
hamileliğini saklamayı âdet hâline getiren bu cahiliyye dönemi kadınları
hakkında nazil olmuş.
Kurtûbî'nin beyânına
göre ise, bir adam Rasûl-i Ekrem'e gelerek karısını hâmile iken boşadığını, bu
kadının karnındaki çocuğu yeni evleneceği kocasına nisbet edeceğinden endişe
duyduğunu ifade etmiş de âyet-i kerime bu hâdise üzerine nazil olmuş.[115]
Cahiliyye döneminde
erkekler de fırsatını buldukları zaman karılarına zulm ederlerdi. Bu
zulümlerden biri de kanları boşayıp belli süre sonra tekrar ona dönmesi sonra
yine boşayıp yine dönmesi böylece ona işkence etmeleri ve başka bir kocaya
gitmesine de imkân vermemeleri idi. Nihayet ensardan biri karısına:
Sana hiç
yaklaşmayacağım, ama sen benden çözülüp ayrılamayacaksın, dedi. Kadın:
Nasıl olur, dedi.
Adam;
Seni boşayacağım,
süren dolmağa yaklaşınca sana döneceğim yine boşayacağım, süren sonuna
yaklaşınca tekrar döneceğim, işi böyle sürdüreceğim, dedi. Kadın bu durumu
Rasûl-i Ekrem'e arzetti. Bunun üzerine Allah (c.c.) Hazretleri "Boşama iki
defadır (bundan sonra kadını) ya iyilikle tutmak ya da güzelce
salıvermektir."[116]
âyet-i kerimesini indirdi.[117]
İşte yüce Allah,
kadının aleyhine işleyen bu boşama sistemini kaldırdı ve erkeğe ancak iki
boşamada dönme hakkı tanıdı. Üçüncü defada boşarsa artık ona dönme hakkı
vermedi.[118]
2196. ...İbn
Abbas (r.a.)'dan; demiştir ki: Rükâne'nin ve kardeşlerinin babası olan Abdü
Yezid (karısı) Ümmü Rükâne'yî boşa-mış ve Müzeyne (kabilesin)den bir kadınla
evlenmişti. Kısa bir süre sonra (bu kadın) Peygamber (s.a.)'e geldi (ve Ebu
Rükâne'nin erkekliğinin olmadığını ifade etmek maksatıyla) başından aldığı bir
kıla (işaret ederek- Abdü Yezid'in) "Bana ancak şu kıl kadar faydası
vardır, başka değil. Binaenaleyh benimle onun arasını ayır" dedi. Bunun
üzerine Peygamber (s.a.) öfkelendi ve Rükâne ile kardeşlerini (yanına)
çağırdı. Sonra meclisinde bulunanlara (hitaben Ebu Rükâne'nin çocuklarından
ikisine işaret ederek);
"Falanı şu ve bu
bakımlardan falanı da şu ve şu bakımlardan Ebu Yezid'e benzer buluyor
musunuz?" diye sordu. Onlar da;
Evet dediler.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem(de) Abdü Yezid'e;
"Onu boşa"
diye emretti. O da (kendisinden istenileni) yaptı. Sonra (Hz. Peygamber; ilk)
"Hanımın (olan) Rükâne ve kardeşlerinin annesine dön" buyurdu. (Abdü
Yezid de) .
Ya Rasûlallah ben onu
üç talak ile boşadım dedi. (Rasul-ü Ekrem de:)
"Biliyorum, sen
ona dön." buyurdu ve "Ey Peygamber, kadınları boşadığmız zaman,
onları iddetleri içinde boşaym ve iddeti sayın" âyetini okudu.[119]
Ebû Dâvud dedi ki;
Yezid b. Rükâne'den (rivayet olunduğuna göre):
Rükâne hanımını kesin
bir şekilde boşadıktan sonra Peygamber (s.a.) o kadını Rükâne'ye geri göndermiş.
(Bu hadis olayın Ebu Rü-kâne'nin başından geçtiğini ifade eden yukarıdaki îbn
Cüreyc hadisinden) daha sahihdir. Çünkü (bu haberi nakleden Nafi ile Abdullah)
bunlar (hadisenin başından geçtiği) adamın çocuğu olur(lar. Bir adamın) ev
halkı onu (ve başından geçen olayları) daha iyi bilir. (Ebû Dâvûd sözlerine
devam ederek diyor ki; bu durumu göz önüne alarak şu neticeye varıyoruz)
"Rükâne karısını sadece bir defa kesin bir şekilde boşamış Rasûl-i
Ekrem'de (o talakı) bir (talak) kabul etmiştir.”[120]
Abdu Yezid'in eski
karısı Acle bint Aclan'ı boşadıktan sonra almış olduğu Süheyme bint Uveymir
isimli kadının Rasûl-i Ekrem'e gelerek başından aldığı bir kılı gösterip:
"Ebû Ye-zid'in bana sağlayacağı fayda itibarıyla şu kıldan bir farkı
yoktur mânâsına gelen sözler
sarfetmekten maksadı, "kocasının cinsel
gücünün olmadığını" ifade ederek ondan kolayca ayrılmaktır. Oysa
Abdü Yezid'in ilk karısından dünyaya gelen çocukları vardı ve bu çocuklar
babalan Abdü Yezid'e benziyorlardı. Rasûl-i Ekrem bu durumu bildiği için
derhal kadının maksadını anladı ve Abdü Yezid'in çocuklarını meclisine çağırarak
onların Abdü Yezid'e benzediklerini ve dolayısıyla Abdü Yezid'in cinsel gücü
yerinde bir kimse olduğunu isbatladı. Boşanmak için böyle gayr-i meşru bir yola
saptığı için de o kadına Öfkelendi ve Abdü Yezide onu boşamasını ve eski
karısına dönmesini tavsiye etti. Abdü Yezid de o kadını üç talakta kesin bir
şekilde boşadığım ifade edince, Rasûl-i Ekrem metinde tercümesini sunduğumuz
talak süresinin birinci âyetini delil getirerek o kadına dönmekte bir sakınca
bulunmadığını ifâde etmiştir. İbn Cüreyc'-in rivayet ettiği üç talaktan sonra
da dönülebileceğini ifâde eden bu hadisin sahih olduğu kabul edilecek olursa,
cumhuru ulemaya göre onun ya nesh ya da tahsis edildiğine hükmetmek gerekir.
Bezlü'l mechud yazarının ifadesine göre bu mevzuda en güzel te'vil şudur:
"Aslında Abdü
Yezid Rasûl-i Ekrem'e eski karısını "elbette' kelimesini kullanarak kesin
bir şekilde boşadığım ifâde etmiş, ancak "elbette" kelimesini duyan
râvi, onun üç talak ile boşadığım zannetmiş ve hadisi kendi zan ve anlayışına
göre rivayet etmiştir."
Musannif Ebü Davud'un
bu hadisin sonuna ilâve ettiği talikten anlar şildığına göre, bu hadisi bir de
Nafi b. Üceyr ile Abdullah b. Ali b. Yezid b. Rükâne rivayet etmişlerdir. Nâfi
bu hadisi bir defa amcası Rükâne'den, bir defa da Hz. Ali b. Ebi Talib'den
olmak üzere iki defa rivayet etmiştir. Ebû Davud'un talikteki ifâdesindeki
ifâdesinin zahirinden Abdullah b. Ali b. Yezid b. Rükâne'nin, bu hadisi babası
Ali vasıtasıyla dedesi Yezid'den rivayet ettiği anlaşılıyorsa da aslında burada
"dedesinden" kelimesiyle kastedilen Abdullah'ın dedesi Yezid değil,
büyük dedesi yani Yezid'in babası Rükâne olması gerekir. Çünkü 2206 numaralı
hadis-i şeriften anlaşılan budur.
Ayrıca İbn Cüreyc
hadisinde, hadisenin Ebu Rükâne (Abdü Yezid)in başından geçtiği ifade edilirken
Nafi ile Abdullah'ın hadisinde bu olayın Rükâne'nin başından geçtiği ifâde
ediliyor. Musannif Ebû Dâvud. da bu hadisenin Rükâne'nin başından geçtiğini
ifade eden Nafi ve Abdullah hadisinin râvileri Nafi ile Abdullah'ın Rükâne'nin
ailesinden oldukları ve bir kimsenin başından geçen bir hadiseyi ev halkının
herkesten daha iyi bilecekleri gerekçesiyle îbn Cüreyc hadisine tercih
etmiştir. Fakat bu hadisenin hem Rükânenin hem de Ebu Rükena'nin başından
geçmiş olması bir başka ifadeyle, hadisenin ayrı ayrı zamanlarda iki ayrı
kişinin başından geçmiş olması da mümkündür. Müellif Ebu Davud bu hadisi
"karısını üç talakla boşayan kimsenin bir daha ona dönmesi
neshedilmiştir" başlığı altında rivayet ettiğine göre kendisi
"Rükâne'nin karısını üç defa boşadık-tan sonra ona döndüğü fakat sonradan
bu hükmün neshedildiği" görüşünde olması gerekir.
İbn Kayyim'e göre Ebû
Davud'un Abdullah ile Nâfi'nin hadisini rivayetlerin en sağlamı olarak
nitelendirmesi, onun sahih bir hadis olduğu mânâsına gelmez. Bu ifâde sözü
geçen hadisin zayıflık derecesinin diğer hadisin zayıflık dercesi kadar fazla
olmadığı manasına gelir. Senedinde "Hz. Peygamber'in azatlı kölesi Ebu
Râfi'nin oğullarından biri" tabiriyle ifâde edilen kimliği mechûl bir râvi
bulunduğu için İbn Cüreyc hadisi de zayıftır. Netice olarak her iki hadis de
zayıftır. Bununla beraber îbn Cüreyc hadisi "karısını bir defada üç
talakla boşayan bir kimsenin vermiş olduğu üç talak bir talak sayılır"
diyenlerin delilidir. Said b. Cübeyr ile Tavus, Ata, Amr b. Dinar ve Zahiriye
ulemâsı bu görüştedirler. Muham-med b. Ishâk ile AH b. Ebî Tâlib, İbn Mes'ud,
Abdurrahman b. Avf ve ez-Zübeyr (r.a.)inde bu görüşte oldukları rivayet
olunmuştur.
Dört mezheb imamıyla
ulemanın büyük çoğunluğuna göre ise, bir defa da verilen üç talakla üç talak
vâki olur. Bu şekilde talak vermek bid'at ise de geçerlidir. Sözü geçen mezhep
imamları aksi görüşte olan ulemaya karşı kendi görüşlerini şöyle
savunmuşlardır:
1. İbn
Cüreyc hadisi zayıftır. Çünkü senedinde kimliği açığa kavuşmamış bir râvi
vardır.
2. Sahabeden
bazılarının bir defada verilen üç talakın bir talak sayılacağına dair rivayetleri
bu hükmün neshedildiğini bilmedikleri zamanlara aittir. Bu hükmün
neshedildiğini öğrendikten sonra artık onlar da bu görüşlerinden
vazgeçmişlerdir.
Şimdi de bu şekilde
boşamaları yalnız bir boşama sayanların delillerini görelim:
a.
"Boşama (talak) iki keredir. Sonraya iyilikle geçinmek yahut güzellikle
ayrılmak gerekir. Allah'ın hadleri bunlardır, bunları aşmayın, Allah'ın
koyduğu sınırları aşanlar kendilerine zulmetmiş olurlar. (Bundan sonra koca)
karısını boşarsa kadın başka bir kocaya varmadan artık ona helal olmaz. Şayet
bu (ikinci) koca onu boşar ve onlar da, Allah'ın koyduğu sınırlan
koruyacaklarına kanaat getirirlerse, birbirlerine dönmelerinde günah
yoktur."[121]
Bu âyet-i kerime
boşama haklarının bir anda kullanılmamasını ayrı, ayrı zamanlarda kullanılıp
arada dönülmesini bundan sonraki hayat hakkında iyi niyetle karar verebilmek
için fırsat bırakılmasını ifâde etmektedir.
b. Tavus'un
rivayetine göre îbn Abbas şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.) ile Ebu Bekr
zamanlarında ve Ömer'in hilâfetinin ilk iki yılında üç talak bir talak idi.
Ömer b. el-Hattab: "Bu insanlar düşünüp taşınarak yapmaları gereken bir
işi aceleye getirir oldular, bunu kendileri aleyhine geçerli saysak" dedi
ve (üç talak olarak) muteber saydı.[122]
c. Bu
hadisler yanında yukarıda isimleri zikredilmiş bulunan sahâbi ve tâbiûn
fetvaları da gözününe alınmıştır.[123]
2197.
...Mücâhid'den; demiştir ki: Ben İbn Abbas'ın yanında idim ona bir adam gelip;
Karısını (bir defada) üç talakla boşadığmı söyledi. Bunun üzerine (İbn Abbas)
susa kaldı. Ben de o kadını kocasına geri göndereceğini zannettim. (Bir süre)
sonra (şöyle) konuştu:
Biriniz tutuyor
(karısını) boşayarak bîr ahmahlık yapıyor sonra da, İbn Abbas, İbn Abbas, diye
feryad ediyor. Oysa yüce Allah "Kim Allah'tan korkarsa (Allah) ona bir
çıkış (yolu) yaratır."[124]
buyuruyor. Sen ise
(bir defa üç talak verirken) Allah'dan korkmadın. Binaenaleyh ben sana bir
çıkış (yolu) bulamam (sen bu şekilde hareket etmekle) Rabbine isyan ettin,
hanımın da senden (üç talakla) boş oldu. Halbuki yüce Allah "Ey
Peygamber, kadınları boşadığınız zaman -iddetlerinin önünde- boşaymız."[125]
buyuruyor.[126]
Ebû Dâvûd dedi ki:
"Bu hadisi Humeyd (b. Kays) el-A'rac ile (Yusuf b. Süleyman el-Mahzumî
isimli) bir başka râvi de Mücahid vasıtasıyla İbn Abbas'dan rivayet etti(ler).
Şu'be (b. el-Haccâc)
da -Amr b. Mürre, Said b. Cübeyr zinciriyle İbn Abbas'dan rivayet etti.
Eyyûb (b. Keysan) ile
İbn Cüreyc de (ikisi birden) bu hadisi İkrime b. Halid- Said b. Cübeyr
zinciriyle İbn Abbas'dan rivayet etti(ler).
İbn Cüreyc de Abdülhamid
b. Rafi ve Ata zinciriyle İbn Abbas'dan rivayet etti.
A 'meş ise bunu (bir
defa) Malik -Haris yoluyla ve (bir defa da) İbn Cüreyc- Amr b. Dinar yoluyla
(olmak üzere iki defa) İbn Abbas'dan rivayet etti. (Bu hadisi bizzat İbn
Abbas'ın ağzından işiterek nakleden Mücâhid Said b» Cübeyr, Ata, Malik b.
Haris ve Amr b. Dinar gibi yukarıda adı geçen râvilerin) tümü (bir defada
verilen) üç talak hakkında (İbn Abbas'tan yaptıkları rivayetlerde şu sözü)
söylediler: "İbn Abbas (bir defa verilen) üç talakı geçerli kıldı ve
(kendisine gelen adama hitaben) -aynen İsmail'in Eyyüb vasıtasıyla Abdullah b.
Kesir'den naklettiği (2197 numaralı) hadisfte de anlatıldığı) gibi (karın)
"senden boş oldu" dedi.
Ebû Dâvud dedi ki;
Hammâd b. Zeyd de Eyyûb -İkrime zinciriyle İbn Abbas'tan (şu sözü) rivayet
etti; (Sen karına) bir ağızla; "sen üç talakla boşsun" dersen, o bir
(talak)dır.
Bu hadisi İsmail b.
İbrahim de Eyyüb vasıtasıyla İkrime'den rivayet etti. (Bu rivayette) şu (bir defada
verilen üç talakın bir talak olduğunu ifade eden söz, İbn Abbas'ın değil de)
(İkrime'nin) sözü (olarak geçmekte)dir. (İsmail b. İbrahim bu rivayetinde) İbn
Abbas'dan bahsetmemiştir.[127]
Musannif Ebû Davud'un
Mücâhid vasıtasıyla İbn Abbas'dan rivayet ettiği bu hadis-i şerif bir defa da
verilen üç talakın üçünün de geçerli olduğunu ve bu şekilde verilen talakdan
sonra artık erkeğin kadına dönemeyceğini ayrıca sünnet olan talakın temizlik
döneminde temasta bulunmadan verilmekle gerçekleşeceğini ifade etmektedir.
Metinde geçen : bundan böyle onları iddetlerini gözeterek boşayın"[128]
âyet-i kerimesi bunu ifade eder. Her ne-kadar bu âyet-i kerimede metinde Hz.
İbn Abbas'ın kıraatine uygun olarak : onları id deUerinin önünde boşayın"
şeklinde rivayet edilmişse de aslıda bu iki kıraat arasında netice itibariyle
bir fark yoktur. Bu meseleyi M. Hamdi Elmalı şöyle açıklar: "Bu iki mana
ise mütelâzimdir. Çünkü hayzın önü, istikbali, gayesi tuhur (temizlik)dir.
Abdullah b. Mesud hazretleri bu mânâyı "... : cima'da bulunulmamış olan
temizlik hâli" diye ifade ederken İbn Abbas hazretleri de
"...iddetlerinin önü" şeklinde ifâde etmiştir. Hz. İbn Abbas ile Hz.
İbn Me-sud'un bu açıklamalarından çıkan netice şudur: "Kadınlarınızı
sayılı hayız günlerinin önünde yakınlık yapılabilecek olup da yapılmamış olan
temizlik halinde temiz olarak boşayımz." Ulema ancak bu mânâya uygun olarak
yapılan talakın sünnî olabileceğinde ittifak etmişlerdir.[129]
Musannif Ebû Dâvud bu
hadis-işerifinsekiz ayrı rivayetini nakletmiş-tir. Bu haberlerden 1. Mücâhid, 2. Said İbn Cübeyr, 3.
Said b. Cübeyr, 4. Ata, 5. Malik b. el-Haris, 6. Amr b. Dinar tarafından nakledilen
ilk altısında Hz. İbn Abbas'ın bir defada verilen üç talakın üçünün de muteber
sayıldığı görüşünde olduğu ifade edilirken İkrime'nin Hz, îbn Abbas'dan rivayet
ettiği yedinci haberde Hz. İbn Abbas'ın bir defada verilen üç talakın bir talak
sayıldığı Eyyûb'un İkrime'den rivayet ettiği haberde de, Hz. İkrime'nin bir
defada verilen üç talakın bir talak sayıldığı ifadesi yer almaktadır.
Sünen-i Ebû Dâvud
şârihi Emin Mahmut el-Hattab bu haberlerden birinci ,yedinci ve sekizinci
haberleri musannif Ebû Dâvûd'dan başka rivayet eden bir kimseye
rastlayamadığını ifâde ederken diğer haberleri, Ebû Dâvûd'dan başka nakleden
kaynaklar ayrı ayrı işaret etmektedir.[130]
Fıkıh ulemasının bu
mevzu ile ilgili görüşlerini bir numara önceki hadisin şerhinde
açıkladığımızdan burada tekrara lüzum görmemekteyiz.[131]
2198. ...a) Muhammed b. Iyas'dan (rivayet
olunduğuna göre); İbn Abbas ile Ebû Hureyre ve Abdullah b. Amr b. el-As'a;
kocasının (daha cinsi münâsebette bulunmadan bir defada) üç talakla boşadığı
bir kız(m durumun)dan sorulmuş da hepsi "O kız başkasıyla evleninceye
kadar ona helal olmaz." diye cevap vermişler.
b) Ebû Dâvud
dedi ki... Muaviye b. Ebi Ayyaş kendisinin bizzat şahid olduğu bu olayı (şöyle
rivayet etmiştir); Muhammed b. îyas b. el-Bükeyr, İbnü'z-Zübeyr ile Asım b.
Ömer'e gelerek bu (haberde geçen) soruyu sormuş, her ikisi de; "Git (bunu)
îbn Abbas ile Ebu Hureyre'den (sor), ben onları Âişe (r.anha)mn yanında bıraktım,
geldim" diye cevap vermiş (Muhammed b. İyas bu sözü söyledikten) sonra
(yukarıda geçen) şu (Muhammed b. İyas'ın naklettiği) haberi rivayet etmiştir.
c) Ebû Dâvud
dedi ki: Bu mevzuda îbn Abbas'in sözü şudur: (Bir defada verilen) üç talak
(insanın) evlenip cinsi münâsebette bulunduğu kadım da cinsi münasebette
bulunmadığı kadını da boş düşürür. (Artık bu kadın) başka bir kocayla
evleninceye kadar ona helal olmaz. Bu (haber) Para değişimi ile ilgili habere
benziyor. (Şöyle ki) îbn Abbas (peşin olarak yapılan) para değişiminde
(değiştirilen paradaki eşitsizliğin faiz sayılamayacağını) söylerdi. Sonra
bundan döndü.[132]
Bu hadis-i şerif îbn
Abbas'ın önceleri bir defada verilen üç talakın bir talak. sayılacağı görüşünde
iken sonradan bu görüşünden dönüp bir defada verilen üç talakın üç talak sayılması
gerektiğine hükmettiğini ifâde etmektedir.
Birinci haberde geçen
"kız" kaydı, kayd-ı ihtirâzî olmayıp kayd-ı ittifakı olduğundan îbn
Abbas'ın bu görüşü sadece kocasının cinsî münâsebette bulunmadan' önce
boşadığı kızlara ait bir görüş değil, bir defada üç talakla boşanan bütün
kadınlara şâmildir. Fakat Hz. îbn Abbas sonradan bu görüşünden dönerek bir
defada verilen üç talakın üçünün de muteber olduğuna ve karısını bu şekilde
boşayan bir kimsenin, o kadın bir başka kocayla normal olarak evlenip de yine
normal olarak boşanmadıkça onunla evlenemeyeceğine hükmetti. Daha öncede
açıkladığımız gibi dört mezhep imamıyla birlikte ulemanın büyük çoğunluğu da
Hz. İbn Abbas'ın bu ikinci görüşünü benimsemişler ve bununla fetva
vermişlerdir. Nitekim imam Mâlik'in rivayet ettiği şu hadis-i şerifler de
Cumhurun bu görüşünü desteklemektedir.
Muhammed b.
Abdurrahman b. Sevbân'dan rivayet edildi. Muhammed b. îyas b. el-Bükeyr şöyle
dedi: Adamın birisi zifafa girmeden karısını üç talakla boşadı. Sonra boşadığı
bu hanımla evlenmek istedi. Bunun üzerine (yanıma) fetva sormaya geldi.
Beraberce Abdullah b. Abbas ve Ebu Hureyre'ye gittik. (Meseleyi) onlara sordu.
Onlar;
Kadın başka bir koca
ile evlenmeden onunla evlenemezsin dediler. Oda.
Ben onu yalnız bir
talakla boşadım, deyince İbn Abbas;
Nimeti elinden
kaçırdın, dedi.[133]
Ata b. Yesar, şöyle
dedi: Adamın biri Abdullah b. Amr b. el-As'a karısı ile zifafa girmeden onu üç
talakla boşayan başka bir şahıs hakkında (fetva) sormak için geldi.
Ata dedi ki; "İlk
evlenen (ve dokunulmayan) kızın talakı bir dedim" Abdullah b. Amr b. el-As
bana;
Sen hikayecisin
(fıkhın derinliklerinden ne anlarsın) bir talak onu bir talak-ı bâin ile boş
yapar, üç talak ise başka kocaya varıncaya kadar o kadını haram kılar, dedi.[134]
2200 numaralı hadisin
şerhinde bu konuyu tekrar ele alacağız inşallah,
Musannif Ebû Davud'un
naklettiği ikinci haberde de îbn Abbas (r.a.)'ın bir defada verilen üç talakın
bir talak sayılacağı görüşünde iken sonradan bu görüşü terkettiği ve karısını
bu şekilde boşayan kimsenin karısına bir daha dönemeyeceğine, ona dönebilmesi
için o kadının sahih nikahla bir kocayla evlenip sonra ondan boşanmış olmasına
hükmettiği ifâde edilmektedir. Bu mevzuda imam Mâlik de şöyle diyor:
"Hüküm bize göre de böyledir. Bir adam dul bir kadınla evlenir, fakat
cima' etmezse bu dulun durumu da bakire kızın durumu gibidir. Bir talak onu da
talak-i bâin ile boş kılar. Üç talak ise, başka bir kocaya varıncaya kadar o
kadını ilk kocasına haram kılar.
Rahmetü'l-Ümme'de
denilmektedir ki, İslam uleması bir kimsenin yeni evlenip de henüz dokunmadığı
bir kıza "sen üç talakla boşsun" demesiyle o kızın üç talakla boş
olacağında ittifak etmişlerse de bu kimsenin sözü geçen kıza peşi peşine üç
defa "sen boşsun, sen boşsun, son boşsun" demesiyle kaç talak vaki
olacağında ihtilâf etmişlerdir. İmam Ebû Hanife ile Şafiî ve Ahmed'e göre bu
şekilde verilen talak bir talak sayılırken imam Mâlik'e göre üç talak sayılır.
Eğer bir kimse
evlendikten sonra cinsî münasebette bulunduğu bir kadına bu şekilde bir talak
verir de ben aslında bir talak verdim, ağzımdan çıkan ikinci ve üçüncü talakla
birinci verdiğim talakı ona duyurmak ve anlatmak istedim" derse o zaman imam
Ebû Hanife ile İmam Mâlik'e göre üç talak vaki olursa da imam Şafiî ile Ahmed'e
göre bir talak vaki olur. Fakat kendisiyle hiç münâsebette bulunmadığı karısını
bu şekilde peşi peşine üç talakla boşarsa imam Ebû Hanife ile Şafiî'ye göre
bir, imam Malik ile Ahmed'e göre de üç talak vaki olur.[135]
Ayrıca bu ikinci
haberde kendisinden bilmediği bir mevzuda fetva istenen bir âlimin bilmediğini
söyleyerek o meseleyi bilen bir kimseye havale etmesi gerektiği ifade
ediliyor. Nitekim Hz. Ali, "bilmediğim bîr meselede bilmiyorum demek
kadar içimi serinleten bir şey yoktur.” buyurmuştur.
Üçüncü haberde ise, bu
görüşlere ilâveten Hz. İbn Abbas'ın peşin olarak yapılan para değişimlerinde ve
yine peşin olarak yapılan aynı cinsten olan ülçülür ve tartılır maddelerin değişiminde
değişilen bu maddelerdeki eşitsizliğin veya farklılığın faiz sayılmayacağı
görüşünde iken sonradan bu fikrinden döndüğü ifâde edilmektedir. Hz. İbn
Abbas'ın bu mev-zudaki delili Hz. Üsâme b. Zeyd'in rivayet ettiği "faiz
ancak veresiye olan ahş-verişlerde olur"[136]
mealindeki hadis-i şeriftir. Fakat diğer bir hadis-i şerifte ise, "faiz
ancak peşin yapılan ahşverişte olur"[137]
buyurularak peşin yapılan ahş-verişlerde de faiz muamelesinin bulunabileceği
ifâde edilmektedir. Bu bakımdan cumhur-ı ulema İbn Abbas'ın dayandığı,
"Nesie-den başka ribâ yoktur" hadisim "en şiddeli riba ancak
nesîededir" şeklinde te'vil etmişlerdir. Yani bu hadis "peşin
yapılan alışverişlerde riba yoktur" anlamına değil, "peşin yapılan
alışverişlerde ribanın kemali yoktur. Riba-nın kemali veresiye yapılan
ahş-verişlerdedir" anlamına gelir.[138]
Nitekim Hâkim, Hz. İbn
Abbas'ın bu görüşünden döndüğünü ve Allah'a tevbe ettiğini rivayet etmiştir.
Hâkimin rivayetine göre Hz. İbn Ab-bas "Vallahi ben müslümanların peşin
olarak yaptıkları her nevi alışverişi helal görüyordum. Abdullah b. Ömer'in
Rasûlullah (s.a.)'den benim bilmediğim bir hadisi bellediğini işitince şimdi
Allah'a istiğfar ediyorum" demiştir.[139]
Hâkim'in rivayet
ettiği diğer bir hadiste ifade edildiğine göre "Hz. İbn Abbas ömrünün bir
kısmında peşin yapılan alışverişlerde riba olmayacağına inanırmış. Bir gün Ebu
Said el-Hudri ile karşılaşınca Hz. Ebu Said ona;
Ya İbn Abbas, sen
halka faiz yedirirken Âllah'dan korkmuyor musun? Rasûlullah (s.a.)'in
"birgün hurma hurma karşılığında, buğday buğday karşılığında, arpa arpa
karşılığında, altın altın karşılığında, gümüş gümüş karşılığında misli misline
ve peşin olarak değiştirilir. Kim bu alış-verişte bir fazlalık alırsa o
faizdir." buyurmuş olduğunu duymadın mı? demiş. Hz. İbn Abbas da:
Ey Ebû Said, Allah
seni cennet ile mükafatlandırsın, bana unuttuğum bir meseleyi hatırlattın.
Allah'a istiğfar ve tevbe ediyorum demiş.[140]
Abdurrezzak'ın
Musannaf ında Tâvus'un "İbn Abbas hiç dokunmadığı karısını bir defa da üç
talakla boşayan bir kimsenin bu talakını bir talak sayardı" dediği rivayet
ediliyorsa da[141] Tâvus'un, İbn Abbas'ın
bu görüşünden döndüğünü bilmediği için bu sözü söylediğinde şüphe yoktur.[142]
2199.
...Tâvus'dan rivayet olunduğuna göre Ebu's-Sahbâ adında İbn Abbas'a çok soru
soran bir adam (îbn Abbas'a)
Sen Rasühıllah (s.a.)
ile Ebû Bekr devrinde ve Ömer'in halifeliğinin ilk yıllarında, bir adam
karısını cinsi münâsebette bulunmadan (bir defada) üç talakla boşarsa
(Rasûlullah ve bu iki halifesinin) bu talakı bir talak saydıklarını bilimyor
musun? dedi. İbn Abbas da:
Evet Rasûlullah (s.a.)
ile Ebu Bekir devrinde ve Ömer'in halifeliğinin ilk yıllarında bir adam
karısını cinsî münâsebette bulunmadan (bir defada) üç talakla boşarsa, bu
talakı bir talak sayarlardı. Fakat Ömer halkın bunu çoğalttıklarını görünce
onların aleyhine olarak (bu şekilde verilen üç talakın) üçünü de geçerli
kıldı" cevabını verdi.[143]
Bu hadis, bir kimsenin
karısını temasta bulunduktan sonra boşamasıyla hiç temesta bulunmadan boşaması
arasında fark gören kimselerin delilidir. Şevkânî'nin beyânına göre bu görüşte
olan ilim adamları "bir kimsenin hiç temasta bulunmadığı karısına bir
defa: "Sen benden boşsun" demesiyle aralarında beynünet-i kübrâ vâki
olup bir daha birleşmelerine imkân kalmadığını, üç talak ile boşaması halinde
ikinci ve üçüncü talakın lağvolduğunu; temasta bulunduğu karısına bu sözü
sarfetmesiyle ise, sâdece bir ric'i talak meydana geldiğini"
söylemişlerdir.
Biz mezhep imamlarının
bu mevzudaki görüşlerini bir önceki hadis-i şerifin şerhinde açıklamış
bulunmaktayız.
"Ömer'in
halifeliğinin ilk yıllarında" sözü, bazı rivayetlerde "Hz. Ömer'in
halifeliğinin ilk iki senesinde[144]
bazılarında da "ilk üç senesinde"[145]
şeklinde, geçmektedir.[146]
Kendisiyle hiç münâsebette
bulunmadığı karısını bir defada olmak üzere uç talaşla boşayan kimsenin bu
talakı bir talak sayılır. Tavus ile Zahiriye ulemasından bazıları ve Muhammed
b. İshak bu görüştedirler. Mezhep imamlarıyla selef ve halefin büyük çoğunluğu
ise, bir kimse karısına bir defada "sen üç talak ile boşsun" derse-,
üç talak vaki olur. Çünkü daha önce geçen deliller bunu ifâde etmektedir.
Şafiî ulemasından imam
Nevevî'nin beyânına göre islâmın ilk devirlerinde bir kimse karısına peşi
peşine üç defa "sen boşsun, sen boşsun, sen boşsun" dedikten sonra
"ben ikinci ve üçüncü sözümle birinci nikahımı kast ettim, ikinci bir
talaka niyyet etmedim" derse, iyi niyetlerine güvenilerek bu talak bir
talak sayılırdı. Fakat daha sonra insanların ikinci ve üçüncü tekrarlarında
yeni bir talakı kastettikleri anlaşılınca artık bu çeşit talakları üç talak
sayıldı.[147]
2200.
...Abdullah İbn Tâvus'un babası Tâvus'dan rivayet ettiğine göre; Ebu's-Sahbâ,
İbn Abbâs'a;
"Sen, Peygamber
(s.a.)'le Ebu Bekr devrinde ve Ömer'in hilâfetinin (ilk) üç yılında üç talâkın
bir (talâk) sayıldığını biliyor musun? demiş de, (İbn Abbâs);
Evet, cevabım vermiş.[148]
Bu hadîs-i şerîf,
Nesâî'nin rivayetinde "Ebû's-Sahbâ İbn Abbas a gelerek;
Ey İbn Abbâs! Peygamber
zamanında, Ebû Bekr zamanında ve Ömer'in hilâfetinin ilk yıllarında üç talâkın
bir talak sayıldığım bilmiyor musun? diye sordu. İbn Abbâs da:
Evet biliyorum, diye
cevap Verdi, şeklindedir. İmam Ahmed'in Müsned'i ile Müslim'in Sahih'i ve
Beyhaki'nin Sünen'inde ise; İbn Abbâs dedi ki:
Rasûlullah (s.a.) ile
Ebû Bekr devirlerinde ve Ömer'in hilafetinin iki yılında üç talâk bir
sayılırdı. Bilâhare Ömer b. Hattâb: "İnsanlar kendilerine mühlet verilmiş
olan bir işte acele gösterdiler; keşke şunu onlara infaz etse idik dedi ve onu
kendilerine infaz etti.[149]
şeklinde geçmektedir.
Bütün bunlar Hz.
Peygamber devrinden itibaren Hz. Ömer'in hilafetinin üçüncü yılına kadar bir
lâfızla verilen üç talâkın bir talâk sayıldığını, sonra Hz. Ömer'in bu şekilde
verilen talakı üç talâk kabul etmeye başladığını o zamandan itibaren de halk
arasında bu uygulamanın yaygınlaştığını ifâde etmektedirler. Ulemâdan bazıları
mevzumuzu teşkil eden bu hadîs-i şerifin zahirine bakarak bir sözle verilen üç
talâkın bir talâk sayılacağına hükmetmişlerdir. Sahâbe-i kiramdan Zübeyr b.
el-Avvâm ile Abdurrahmân b. Avf bu görüştedirler. Bu görüş aynı zamanda Hz. îbn
Abbâs ile Hz. Ali b. Ebi Tâlib ve Abdullah b. Mes'ûd (r.a.)'den de rivayet
edilmiştir.
Tabiûn ulemasından da
İbn Abbâs'ın azatlı kölesi İkrime ile Tavus, Muhammed b. İshak bu görüşte
oldukları gibi zahiriyye ulemasının pek-çoğu da bu görüşü benimsemişlerdir.
İbnu'l-Kayyim'in beyanına göre imam Malik ile Ahmed'in ashabından bazıları bu
görüşte oldukları gibi Hanefi ulemasından da bu görüşte olan kimseler vardır.[150]
Ancak İbnu'l-Kayyim'in bu sözünü olduğu gibi kabul etmek doğru değildir. Çünkü
Hz. Ömer bir sözle üç talâk veren kimsenin verdiği bu talâkın üç talâk sayılacağını
ve eski uygulamanın, yürürlükten kalkmış olduğunu ilân ettikten sonra hiçbir
ilim adamı bunun aksine fetva vermemiştir. Esasen bu hükmü yürürlükten
kaldıran bir delil mevcut olmasaydı ne Hz. Ömer eski uygulamayı yürürlükten
kaldırırdı, ne de diğer sahâbe-i kiram Ömer'in bu yeni uygulamasını tasvib
ederlerdi. Bilakis hepsi de Hz. Ömer'e bu uygulamasında karşı çıkarlardı.
Bir defada verilen üç
talâkın üç talâk sayıldığını iddia edenlerin mevzumuzu teşkil eden hadis
hakkındaki görüşlerini ve dayandıkları delilleri şöylece sıralayabiliriz:
1. İbn Abbâs
hadîsi muzdaribtir ve İbn Abbâs ile diğer sahâbilerden mütevâtir olarak rivayet
edilen "bir defada verilen üç talâkın üçünün de geçerli olacağına dair
hadislere aykırıdır. Binaenaleyh tevatür derecesine ulaşan hadisleri bırakıp da
muzadrib hadislerle amel etmek asla caiz olamaz .Maliki ulemasından Kurtubî de
bu mevzuda şunları söylüyor: "İbn Abbas hadisinin lafzında ızdırap vardır.
Hadisin zahir olan mânâsı o asrın bütün râvileri tarafından nakledilmemiştir.
Oysa âdet o mananın bütün halk kitleleri arasında yayılmasını ve yalnız İbn
Abbâs'a münhasır kalmamasını gerektirir. İşte bu cihet, hadisin zahiri ile
amelin bâtıl olduğunu kesin olarak ortaya koymasa bile en azından üzerinde
durup uzun uzun düşünmeyi gerektirir.
2. Hattâbi'nin
beyânına göre İbn Abbâs hadisinde geçen "üç talâkla boşamak",
sözünden maksat "elbette kesinlikle" sözünü kullanarak boşamaktır.
Binaenaleyh eskiden bir adam karısına "sen elbette boşsun" derse,
sözünün tefsirine bakılırdı. Çünkü bu söz bir talâkla boşamak anlamına geldiği
gibi üç talâkla boşamak anlamına da gelirdi. Hz. Ömer devri gelince bu sözün
sadece üç talâkla boşamak anlamında kullanılan sarih bir söz olduğuna
hükmedildi. Nitekim İmam Buhârî'nin de içinde "elbette", sözü geçen
hadislerle "üç" lafzı sarahaten geçen hadisleri bir bâb altında
toplamış olması imam Buhâri'nin de bu görüşte olduğunu ifâde eder.
3. İbn Abbâs
hadisinde geçen "bir defada üç talâk ile boşamak" sözü "sen
boşsun," sözünü üç defa peşipeşine söylemek anlamında kullanılmış
olabilir. Hz. Peygamber devri ile Hz. Ebu Bekir devrinde halk bir defa talâk
verdiğini kesinlikle ifade edebilmek için "sen boşsun" sözünü üç defa
üstüste söylerler ikinci ile üçüncü tekrarlamalarında hep birinci talâkı kast
ederler, ikinci ve üçüncü bir talâka niyyet etmezlerdi. Hz. Ömer devrinde insanların
hâli ve durumu değiştiği için bu şekilde verilen talâklar üç talâk sayılır
oldu.
4. İbn Abbâs
hadîsinin sadece kişinin hiç münâsebette bulunmadan boşadığı kadınlara ait
olması da mümkündür. Nitekim Said b. Cübeyr ile Tâvûs, Atâ ve Amr b. Dinar bu
görüştedirler. Sözü geçen bu ilim adamları "yeni evlendiği bir kadını üç
talâkla boşayan bir kimsenin vermiş olduğu talâklar bir talâk sayılır"
demektedirler. İlim adamlarının büyük çoğunluğu ise, aksi görüştedirler.
Nitekim Rabia b. Ebi Abdirrahmân ile İbn Ebi Leylâ, el-Evzâî, Leys b. Sa'd ve
Malik b. Enes, "Yeni evlenmiş olduğu bir kadınla hiç cinsî münasebette
bulunmadan onu üç defa peşi peşine "sen boşsun" diyerek boşayan bir
kimse o kadın başka bir kocayla nikahlanıp da normal olarak ondan boşamhadıkça
onunla evlenemez," demektedirler. Süfyan es-Sevrî ile ashâb-ı re'y İmam
Şafiî, Ahmed ve İshâk'a göre ise, bu şekilde verilen birinci talâkla o kadın
kocasına bir daha dönmemesi mümkün olmayacak şekilde beynûnet-i kübrâ ile boş
olur. İkinci ve üçüncü talâk ise lağv ve yersiz olur. Bir başka tâbirle ikinci
ve üçüncü talâkın hükmü olmaz.
5. İslâmdan
önce Araplar kanlarını istedikleri kadar boşar belli bir süre sonra tekrar ona
döner, yine boşar, yine döner, böylece Bakara Sûresinin 227. âyet-i kerimesinde
açıklandığı gibi bu yolla kadınlara işkence edilirdi. 2195 numaralı hadîs-i
şerifde açıkladığımız gibi Allah teâlâ ve tekaddes hazretleri "boşama iki
defadır"[151] âyetini indirerek
Arabların bu tatbikatını yürürlükten kaldırdı ve üç talâkla boşanan kadınlara
bir daha dönmeyi yasakladı.
İşte İbn Abbâs
hadîsinde geçen üç talâkın bir talâk sayılması ve bir kimsenin karısını üç
talâk ile boşadıktan sonra da ona dönebilmesi bu âyet-i kerimenin inmesinden
önceki devirlere aittir.
Nitekim el-Hasen b. AH
(r.a.) üç talâk ile boşadığı Aişe el-Has'amiyye hakkında şunları söylemiştir:
"Eğer dedemin: "karısını iddct içerisinde üç talâk ile boşayan bir
kimse, bir daha ona dönemez" dediğini d uy masaydım. Aişe'ye tekrar
dönerdim."[152]
Bütün bu hadîsler
gösteriyor ki karısını üç talâk ile boşayan bir kimse bu üç talâkı bir defada
bile vermiş olsa bir daha o kadına dönemez. Bir defada verlen üç talâkın bir
talâk sayılması da yürürlükten kaldırılmıştır. Nitekim mevzumuzu teşkil eden
hadiste ve benzerlerinde mevzu bahs edilen Hz. Abbâs'ın "bir defada
verilen üç talâkın bir talâk sayıldığından" bahsetmesi, bu hükmün
yürürlükten kaldırılmasından önceki yıllara aittir Bu mevzu için 2198 numaralı
hadîsin şerhine müracât edilebilir.[153]
2201.
...Alkamej b. Vakkâs el-Leysî'den; demiştir ki: Ben Ömer b. el-Hattab'ı şöyle
derken işittim; "Rasûlullah (s.a.)'i;
"Ameller(in
sıhhati) ancak niyyete göredir. Herkes için nîyyet ettiği şey(in karşılığı)
vardır. Binaenaleyh kim Allah ve Rasûl-i için hicret ederse, Allah ve Rasûl-i
için hicret etmiş olur. Kim de elde edeceği bir dünya(hk) için veya evleneceği
bar kadın için hicret ederse, o da hicret ettiği şey için hicret etmiş
olur" buyurdu.[154]
Amellerin sahih
olabilmesi o ameli yapmak için niyet etmeye bağlıdır. Binaenaleyh niyetsiz
olarak yapılan amel ler sahih değildir. Ashnda niyyetsiz olarak da amel
yapılabilir. Amma yapılan bu amelin Allah yanında sahih olabilmesi için o
amele başlarken niyetin bulunması gerekir. Buradaki amelden maksat, namaz ve
oruç gibi bedenî amellerdir; kaibî amellerin ise, niyete ihtiyacı yoktur.
Oturup kalkmak, yiyip içmek mûtâd hareketlerde ibâdete yardımcı olmaları, ya
da Allah'ın rızasını kazanmak ve Rasül-i Ekrem (s.a.) gibi yapmak maksat ve niyyetiyle
yapıldıkları takdirde, ibâdete dönüşürler ve sahibi için sevaba vesile olurlar.
Allah'ın azabından ve gazabından kurtulmak için yasaklan terketmek niyete
muhtaç değilse de bu terkten sevâb elde edebilmek için sevap kazanmak niyetiyle
yapılmış olması gerekir. İmam Nevevî'nin beyânına göre necasetten temizlenmek
için niyete ihtiyaç yoktur. Bu menhiyyâtı terk gibidir. Menhiyyâtı terk etmek
için niyyet gerekmediğinde ise icmâ vardır.[155]
Niyyet lügatte azmetmek
manâsına olup iradeyi belli bir yere çekmekten ibarettir. Dini bir terim
olarak ise "yapılacak işi bilerek ona başlamadan önce ve ona mukterin
olarak onu yapmayı kastetmektir." Fakat tarifte geçen "ona mukterin
olarak" kaydı, zekât ve oruç için geçerli değildir. Çünkü niyyetin oruç ve
zekâta iktiran etmesi çok zordur. Ancak mevzu-muzu teşkil eden bu hadis-i
şerifte niyyet lügat manasında kullanılmıştır. Çünkü hâdis-i şerîf mutad olan
amelleri de içine almaktadır. Az önce de ifâde ettiğimiz gibi bu tür amellerde
niyyet aranmaz. Sadece sevâb kazanabilmek için aranır. Niyyetin meşru
kılınmasının hikmeti ise, âdetlerin ibâdetlerden ayırdedilmesini sağlamaktır.
Niyyet sayesinde hadesten taharet için yıkanan bir kimse ile sadece serinlemek
niyyetiyle yıkanan bir kimsenin arasındaki fark ortaya çıktığı gibi, sadece
perhiz niyyetiyle aç duran bir kimse ile oruç tutan arasındaki fark da ortaya
çıkmış olur. Ayrıca ibâdetlerin farz ve nafileleri de niyyet sayesinde
biribirinden ayrılmış olur.
Hadîs-i şerifte
"ameHer(in sıhhati) ancak niyyete göredir" cümlesinden sonra yine
aynı manaya gelen "herkes için niyyet ettiği şey(in karşılığı)
vardır" cümlesi tekrar edilmiştir. Birinci cümle ile amellerin ancak niyyete
göre değerlendirileceği, niyyetsiz yapılan ibâdetlerin Allah katında bir değeri
olmayacağı, ikinci cümle ile de niyyet edilen amelin kalben bilinip tayin
edilmesi gerektiği ifâde edilmek istenmiştir. Binâenaleyh ikinci cümleden
anlaşılıyor ki kaza namazı kılmak isteyen bir kimsenin hangi günün, hangi
namazını kılacağını belirtmesi gerekir. Öğle namazım kaza etmek isteyen kişinin
öğle namazını kaza edeceğini, ikindi namazını kaza etmek isteyen bir kimsenin
de ikindi namazını kaza edeceğini kalbinden geçirmesi icâb eder. Eğer birinci
cümle ile yetinilip de ikinci cümle tekrar edilmemiş olsaydı kaza namazı
kılmak isteyen bir kimsenin hangi namazı kılacağını kalbinden geçirmeden,
sadece namaza niyyet etmesinin yeterli olacağı anlaşılırdı.
Hicret: lügatte;
terketmek, manasına gelirse de dinî bir terim olarak fitne korkusuyla küfür
ülkesinden, islâm ülkesine göç etmek demektir. Bazıları Peygamber (s.a.)'in
"gerçek muhacir Allah'ın yasakladığı şeyleri terk eden kimsedir"[156]
beyânına bakarak gerçek muhacirin haramları ter-keden kimse olduğunu
söylemişlerdir. Vürûdu da Ümmü Kays adında bir kadınla evlenmek için hicret
eden bir kimsedir.[157] Her
ne kadar bu hadisin sebebi özel bile olsa da, hükmü geneldir. Çünkü sebebin
husûsî oluşu hükmün genelliğine mâni değildir. Rasûl-i zîşan efendimiz'in,
ihlâssız ve niyyetsiz yapılan amellerin bir değeri olmadığını ifâde buyururken
ihlâssız yapılan amellere misâl olmak üzere kadınla evlenmek ve dünyalık te'min
etmek üzerinde durmaktan maksadı, ihlâsla yapılan amellerin yanında dünyalık,
hatta kadın elde etmenin bile ne kadar kazançsız bir iş olduğunu beyândır. Bu
hadîs-i şerifin dinî kaidelerin üçte birini teşkil ettiğinde hadis imamları
ittifak etmişlerdir. Çünkü insanın amelleri kalbi, dili ve diğer organları
olmak üzere üç vasıtayla yapılır. Böyle olunca insanın niyyetle elde ettiği
manevî kazançları tüm kazançlarının üçte birini teşkil eder. Hatta diğer
organlarla yapılan ameller kalbin ve başka organların yardımına muhtaç olduğu
halde, kalb ile yapılan ameller başka organların yardımına muhtaç değillerdir.
Kalble yapılan salih ameller başhbaşma bir ibâdettir. Nitekim bir hadîs-i
şerîfde "mü'minin niyyeti amelinden daha hayırlıdır"[158]
Duyurulmuştur. Bu bakımdan merhum musannif şöyle demiştir: "Peygamber
(s.a.)'den beşyüzbin hadis yazdım; bunlardan ahkâm hususunda dörtbin sekizyüz
hadis seçtim, zühd ve takvaya dâir hadislere gelince onları kitabıma almadım.
Bir insana bütün bu hadislerden dini için sadece şu dört tanesi yeter:
1. Ameller
niyyetlere göredir.
2. Helâl ve
haram bellidir.
3. Kişinin
olgun bir müslüman olmasının ölçüsü malayaniyi terk etmesidir.
4. Mü'min,
kendisi için razı olduğu şeyi din kardeşi için de istemedikçe tam mü'min
olamaz.[159]
1. Hadisin
zahirine göre, bir kimse sarih ya da kinayeli sözlerle karısını, bir iki ya da
uç talak niyyet ederek boşarsa, niyet ettiği sayıda talak vâki olur. Nitekim
İmam Mâlik ile İshak b. Râhûye ve Şafiî bu görüştedirler. Urve b. ez-Zübeyr*in
de bu görüşte olduğu rivayet edilmiştir. Süfyân es-Sevrî ile Evzâî ve İmam
Ahmed'e göre ise, sadece kalbden geçirilip de dille söylenmeyen sayıların
İtibarı yoktur. Binaenaleyh kalbden iki veya üç talaka niyyet edilerek, sarih
ya da kinayeli sözlerle verilen bir talakla sadece bir talak vâki olur. Hanefî
ulemasına göre ise talak için kullanılan sarih sözler iki kısımdır:
a. Talak
(boş) kelimesidir, "enti tâlikun (sen boşsun)", "enti
mutallakatün (sen boşandm)", "tallaktüki (şeni boşadım)" gibi,
talak kökünden türeyen bu gibi kelimelerin kullanılmasıyla verilen talaklar
bir talakı ric'ı sayılırlar^ Sahibinin talak-i bâine niyyet etmesi ya da hiçbir
talaka niyyet etmemiş olması neticeyi] değiştirmez. Çünkü bu kelime bir talak-i
ric'ı için kullanılır. Bu kelimeyi kullanıp da hiç talaka niyyet etmemek ya da
talak-i bâine niyyet etmek bu kelimeyi mühmel bırakmak veya kullanılmadığı bir
mânâya sarf etmek demektir. Hanefi uleması bu görüşlerine delil olarak da Hz.
Peygamber'in, karısını hayızlı iken boşayan îbn Ömer'e karısına dönmesini
emrettiğini ifâde eden 2179 numaralı hadisi gösterirler. Çünkü Hz. Peygamber,
İbn Ömer'in karısını talak kelimesini kullanarak boşadığını duyunca, bu talakı
hiç bir yoruma tabi tutmadan bir talak-i ric'i kabul etmiştir. Esasen ric'ı
telak ifâde eden talak sözüyle bâin talaka niyyet etmek "kocaları da bü
arada barışmak isterlerse, onları geri almağa daha çok hak sahibidirler."[160]
âyet-i kerimesine aykırıdır. Çünkü bu âyet-i kerimede geçen kelimesi
"talak kelimesi gibi sarih kelimelerle karılarını boşayan kimseler"
anlamına gelir. Ayet-i kerimenin bu şekilde sarih lâfızlarla karılarını boşayan
kimselerin iddet içerisinde ailelerine dönebileceklerini ifâde ettiğinde icmâ
vardır. Oysa ric'ı talak ifâde eden "talak' 'kelimesiyle talak-ı bâine
niyyet etmek iddet içinde o kadına dönüş kapısını kapamak ve iddetin sonunda
gerçekleşecek olan bâin talakı daha işin başında gerçekleştirmeye kalkmak
demektir. Çünkü bilindiği üzere talak-i ric'inin talak-ı bâine dönüşmesi için
karısını ric'ı talak ile boşayan kimsenin iddet içerisinde karısına dönmemesi
gerekir. Bu da gösteriyor ki talak kelimesini bâin talak mânâsında kullanmaya
kalkmak iddetin sonunda gerçekleşecek olan bâin talakı daha iddetin başında
gerçekleştirmeye kalkmak gibi dine aykırı bir iştir.
b. Talak
için kullanılan sarih lâfızlardan biri de talak kökünden türe-mediği halde
örfte sadece talak manasında kullanılan kelimelerdir; "enti haramün = sen
(bana) haramsın, "seni (kendime) haram kvldım", "sen, benimle
beraber haramdasın" vs... Daha ziyade talakta kullanıldıkları için bu
sözlerle bir bâin talak vâki olur. Bu sözü kullanan kimsenin talaka niyyet etmemiş
olması da neticeyi değiştirmez. Çünkü kocasına haram olması ancak bâin talakla
gerçekleşir.
Binaenaleyh
"karım bana haramdır" diyen bir kimsenin bir karısı varsa o karısı
bir bâin talakla boş olur. Fakat birden fazla karısı varsa yine bir bâin talak
vâki olur. O kimse bu talakı karılarından istediğine yöneltir.
Hanefîlere göre kinaye
lâfızları da ikiye ayrılır:
a. Daha
fazlasını ifâdeye müsâid olmadığı için kullanıldıkları zaman iki veya daha
fazla talaka bile niyyet edilse, sadece bir bâin talak vâki olan kelimelerdir.
Bunlar "iddetini bekle", "rahmini temizle", "sen teksin."
gibi sözlerdir.
b. Hür
kadınlar için kullanıldığı zaman, iki talaka niyyet edilse bile yine. bir
talak-ı bâin, fakat üç talaka niyyet edildiği zaman üç talak-ı bâin vâki olan cariyeler
için kullanılıp da iki talaka niyyet edilince iki bâin talak vâki olan
kelimelerdir. "Yuların boynundadır", "git ailene katıl",
"kocanı bul", "sen kocasızsın", "ben senden
ayrıldım", "seni serbest bıraktım" gibi sözlerdir.
2.
İbâdetlerde ve diğer amellerde niyyet meşru kılınmıştır. Binaenaleyh namazda
ve oruçta niyyet nasıl aranırsa, abdestte, gusülde, talakta ve itikatda da
öylece aranır. Bu meselede icmâ varsa da niyyetin hükmü üzerinde ihtilâf
edilmiştir. Ulemanın büyük çoğunluğuna göre bütün amellerde niyyet farzdır bu
amelin namaz gibi başlı başına bir ibâdet olmasıyla, abdest ve gusül gibi
ibâdetlere vesile olan ameller olması arasında da bir fark yoktur.
Hanefî ulemasına göre
niyyet namaz, oruç gibi başlıbaşına bir ibâdet olan amellerde farz ise de
abdest ve gusul gibi ibâdete vesile olan ameller için farz değil, sünnettir.
Nitekim (106) numaralı hadisin şerhinde ayrıntılı olarak açıklanmıştır.
3. Bir
amelin hükmünü bilmeâen ona başlamak caiz değildir. Çünkü bu hadis niyyet
olmadan yapılan bir amelin sahih olmadığını ifâde etmektedir: Bir amelin
hükmünü bilmeden ona niyyet etmekse mümkün değildir.
4. Gafil
olan bir kimse mükellef değildir. Çünkü niyyet, yapılması kastedilen işi
bilmeyi gerektirir; gafil olan bir kişinin ise zâten kasdı olamaz.
5. İmam
Mâlik bu hadisi delil getirerek Ramazanın başında Ramazan orucu için yapılacak
bir niyyetin bütün bir Ramazan boyunca tutulacak oruçlar için yeterli olacağını
söylemiştir. İmam Ahmed'in de bu görüşte olduğu rivayet edilmiştir. Hanefî
ulemâsıyîa imam Şâfiîye ve İmam Ahmed'den gelen bir rivayete göre ise
Ramazan'ın her gününün orucu için ayrı niyyet gerekir.[161]
2202.
...Abdurrahman b. Abdillah b. Ka'b, -Ka'b'm gözleri görmez olduktan sonra
torunları arasında onu yeden kişi idi- Abdullah b. Ka'b b. Mâlik'den; dedi ki;
"Ben Ka'b b. Mâlik-i dinledim de (bize) Tebük seferiyle İlgili hâdisesini
(şu şekilde) anlatıverdi: (Rasû-lullah'ın emriyle, halkın bizimle konuşmadığı)
elli günden kırkı geçmişti. Bir de ne göreyim Rasûlullah (s.a.)'ın elçisi bana
geliyor (nihayet yanıma geldi ve);
Rasûlullah (s.a.) sana
hanımından uzaklaşmanı emrediyor, dedi. Ben de:
Onu boşayayım mı,
yoksa ne yapayım? diye karşılık verdim,
Hayır (boşama) sadece
ondan uzaklaş, ona asla yaklaşma, dedi. Bunun üzerine karıma;
Ailenin yanına git,
yüce olan Allah bu işte bir hüküm verinceye kadar onların yanında kal"
dedim.[162]
Tebük, Medine1 ile Şam
arasında Medine'ye ondört, Şam'a ise onbir konaklık mesafede bir yerdir. Tebük seferi
hicretin dokuzuncu (M. 630) senesinde ve Receb ayında yapılmıştır. Mevzu-muzu
teşkil eden bu hadis aslında Müslim'in rivayet ettiği uzunca bir hadisin baş
tarafıdır. Müslim'in bu rivayeti şu mânâya gelen sözlerle başlar: "Tebük
gazasında Rasûlullah (s.a.)'dan ayrıldığım zaman hikâyem şudur: "Ben hiç
bir vakit bu gazada ondan ayrıldığım zamankinden daha kuvvetli ve daha zengin
bulunmamışımdır. Vallahi ondan önce iki yük devesini hiçbir zaman bir araya
getirememişimdir. Nihayet bu gazada iki deveyi bir araya getirdim. Rasûlullah
(s.a.) bu gazayı şiddetli bir sıcakta yaptı. Uzak bir sefere ve çöle gitti;
kalabalık düşman karşısına çıktı ve gazalarının hazırlıklarını yapabilmeleri
için yapacakları işleri müslümanlara açıkça bildirdi. Nereye götürmek istediğini
onlara haber verdi. Rasûlullah (s.a.)'ın beraberindeki müslümanlar çoktu.
Onların sayısını bir muhafızın kitabı toplayamaz...[163] ve
sayfalarca devam eder. Bu olay Tirmizî'nin Sü-nen'inde de uzun bir hadiste
ayrıntılı bir şekilde anlatılmaktadır. Sözü geçen bu hadiste Hz. Ka'b'in
tevbesinin kabul edilişi şu manaya gelen sözlerle anlatılıyor: "Peygamber
(s.a.)'e gittim ve onu mescidde oturur buldum. Etrafında müslümanlar vardı.
Rasûlullah (s.a.) ayın ışıldaması gibi ışıldıyordu. Bir işe sevindiği zaman
(böyle) ışıldardı. Geldim ve onun huzuruna oturdum. Bana:
"Ey Mâlik! Annen
seni doğurduğundan beri üzerine gelen en hayırlı güne sevin," buyurdu. Ben
de:
Ey Allahın Peygamberi!
Allah tarafından mı, yoksa sizin tarafınızdan mı? dedim. Rasûl-i Ekrem:
“Benim tarafımdan
değil, Allah tarafından," buyurdu ve sonra şu âyetleri okudu: "Allah,
Peygamberi ve güçlük saatinde ona uyan muhacirleri ve ensârı affetti. O zaman
içlerinden bir kısmının kalbleri kaymağa yüz tutmuş iken yine de onların
tevbesini kabul buyurdu. Çünkü o onlara karşı çok şefkatli, çok
merhametlidir."[164]
Ka'b dedi ki:
"Allahın
emirlerine riâyet ediniz ve doğrularla beraber olunuz.*' âyeti kerimesi de
bizim hakkımızda indi. Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem'e:
Ey Allah'ın
Peygamberi! Yalnız doğruyu söylemekliğim ve Allah ile Rasûlüne bağışlayarak
bütün malımdan vazgeçmekliğim, benim tevbemin gereğidir, dedim. Rasûlulîah
(s.a.) de:
"Malının bir
kısmını kendin için alıkoy. Bu, senin için daha hayırlıdır", buyurdu. Ben
de:
Sadece Hayber'deki
hissemi alıkoyacağım dedi. (Sonra Ka'b b. Mâlik sözlerine şöyle devam etti)
"Ben iki arkadaşımla birlikte Peygamber (s.a.)'e doğruyu söylediğim zaman,
gönlümde müslümannktan sonra Rasûl-i Ekrem'e doğruyu söylemekten daha büyük
olan bir nimeti Allah bana vermemiştir."[165]
Bütün bu rivayetlerden
anlaşılıyor ki Hz. Ka'b b. Mâlik hiç bir engeli olmadığı halde zamanında harbe
hazırlanmamış ve bu yüzden de Tebük seferine katılmamış, sefer sona erdikten
sonra Rasûl-i Ekrem'in emriyle müslümanlar onunla konuşmayı kesmişler. Bu hal
kırk gün böyle sürmüş kırk gün sonra da metinde anlatıldığı gibi Rasûl-i
Ekrem'in,bir elçisi Hz. Ka'b'a gelerek Rasûl-i Ekrem'in Ka'b'dan karısına
yaklaşmamasını istediğini bildirmişti. Hz. Ka'b da genç olduğu için bu emre
aykırı hareket etmek tehlikesinden kurtulmak maksadıyla karısına "Ailenin
yanına dön, bir süre de onların yanında kal" diyerek onu babasının evine
göndermişti. On gün sonra da Allah teâlâ Hz. Ka'b'ı affettiğine dair âyet-i
kerîme'yi indirdi.[166]
Bir kimse boşama
niyeti olmaksızın hanımına "ailenin yanına git" diyecek olursa, bu
sözden dolayı talak meydana gelmez. Çünkü bu söz "ben seni boşadım, artık
benim evimde durma; ailenin yanına dön" manasına gelebildiği gibi
"ailenin yanına git biraz da onların yanında kal" manasına da
gelebilir. Bu iki manadan hangisine geldiğini tayin etmek bu sözü söyleyen
kimsenin maksat ve niyetine bağlıdır.
Hz. Ka'b'ın karısına
sarfettiği sözlerde talak niyeti bulunmadığı için Rasûl-i Ekrem Hz. Ka'b'ın
karısının nikâhına hiçbir zarar gelmediğine hükmetmiştir. Ulemanın büyük
çoğunluğu tüm kinayeli lâfızları bu söze kıyas ederek talakda kullanıldığı
halde talak niyyeti taşımadan söylenen kinayeli sözlerin hiçbiriyle talak vâki
olmayacağına hükmetmişlerdir.
İmam Mâlik'e göre
"senbâinesm'lj "sen kesinlikle bâinesin", "sen
haramsın" gibi zahir olan kinayeli lâfızlarla talaka niyyet edilmemiş bile
olsa yine de talak vaki olur. Kıymetli âlimlerimizden merhum Ömer Nasu-hi
Bilmen bu mevzuda şöyle diyor: "Maliki mezhebine nazaran talakda
kullanılan lâfızlardan her biriyle kaç adet talak olabileceği tafsilata tâbidir.
Bu bakımdan bu lâfızlar, şöylece beş nev'e ayrılır:
1.
Kendileriyle yalnız birer talak vaki olan lâfızlardır; meğer ki ziyâdeye
niyyet edilsin. Bunlar 'sen taliksin", "sen mutallakasın",
"seni tat-lik ettim", "senden müferakat ettim",
"itidad et" gibi lâfızlardır. Zevce, medhülünbiha olsun olmasın,
zevç, "itidad et" lafzıyla talaka niyyet etmediğini söylerse
yeminiyle tasdik olunur, "sen taliksin, taliksin, taliksin" sözüyle
de üç talak vâki olur. Zevce gerek medhülünbiha olsun ve gerek olmasın fakat
ikinci ve üçüncü "sen taliksin" sözü birincisini te'kid etmiş olursa
yalnız bir talak tahakkuk eder.
2.
Kendileriyle üçer talak vâki olan lâfızlardır. Bunlar da zevcin aded
hakkındaki niyyetine bakılmaz,
"sen vahide-i bâinesin", "yuların boynundadır-yani sen
serbestsin, istediğin yere gidebilirsin" tabirleri gibi "istitâr
et", "çık git" tabirleri de bu hükümdedir. Fakat bu son tabirler
ile medhülünbiha olmayan zevce hakkında yalnız bir talak vâki olur. Meğer ki
ziyadeye niyyet edilsin.
3.
Kendileriyle medhülünbiha olan zevceler hakkında herhalde üçer talak ve gayrı
medhülünbiha olan zevceler hakkında da bir ve iki talaka niyyet edilmediği
takdirde üçer talak vâki olan lâfızlardır. Bunlar da "sen bâinesin",
"sen haliyesin", "ben senden bainim", "ben sana
haramım", "sen bana meyte gibisin", "sen bana dem
gibisin", "sen bana haramsın", "seni nefsine
bağışladım", "seni ehline reddettim" tâbirleri gibi.[167]
İbn Kudâme'nin
beyânına göre Ahmed b. Hanbel (r.a.)de bu mevzuda İmam Mâlik gibi
düşünmektedir. Çünkü Hz. İmama göre "enti bai-nün, enti haramün" gibi
zahir olan kinayeli lâfızlar, halkın örfünde talak anlamına gelirler. Bu
bakımdan tıpkı sarih lâfızlar gibidir. Dolayısıyle bu gibi kinayeli lâfızlarla
niyyet aranmaksızın talak vâki olur.
Ulemanın cumhuruna
(büyük çoğunluğuna) göre ise bu çeşit kinayeler talak maksadıyla kullamlagelen
kinayeler değildir. Halk buna alışık değildir. Bir başka ifadeyle bu çeşit
kinayelerin kullanılışı sadece talaka tahsis edilmemiştir. Bu kelimeler talakın
dışında başka manalar için de kullanılmaktadır. Binaenaleyh bu nevi kinayeleri
telâffuz etmekle hemen talak meydana gelivermez. Bu kinayelerle diğer kinayeler
arasında bir fark yoktur.
Hanefi ulemasının
muhakkiklerine göre talakın vukuu için;
a. Sahih bir
nikah ile nikahlanmış bir zevceye izafe edilmiş olması gerekir. "Sen
boşsun", "falanca karım boştur", "bu'hanım boştur",
"bu eşim bana haramdır", "falanca eşim bana haramdır" gibi,
b. Ve
talaknı mecazen kadının bütün vücudunu ifade eden "boyun gibi bir organına
izafe edilmesi gerekir. Nitekim Allah teâlâ Kur'ân-ı Kerimin'de boyun ve yüz
kelimelerini "zat" manasında kullanmıştır. "Yanlışlıkla bir
mü'mini Öldüren kimsenin mü'm in bir köle âzât etmesi ve ölenin ailesine de bir
diyet vermesi gerekir...", "Dilesek onlann üzerine gökten bir mucize
indiririz de boyunları ona eğilir."[168],
"Yalnız Rabbinin celâl ve ikram sahibi yüzü (zatı) baki kalacaktır."[169]
Baş, ruh, fere gibi kelimeler
de kadının bütün vücudu mesabesinde olduğundan bunlara izafe edilen talak da
vâki olur. Çünkü bu organlar olmayınca kadınlarla evlenmenin bir manası kalmaz.
Binaenaleyh bu organlara talak izafe etmek kadının zatına izafe etmek gibidir,
fakat bu organlardan birini söyleyerek meselâ* 'yüzün senden boştur** dese bu
sözle talak vâki olmaz. Çünkü bu sözle talak yüze izafe edilmiş olmaz. Aynen
bunun gibi bir kimsenin "bana talak gerek", "bana tahrim
gerek", "talak vermek bana borçtur", "haram kılmak bana
borçtur" sözleriyle de talak vâki olmaz bir erkeğin karısına, ben senden
boşum demesiyle de talak gerçekleşmez. Çünkü bu talakı kadına ve kadının
mecazen zatı anlamında kullanılan bir organına izafe etmek değildir. Hz. Ali
(k.v.) ile Şüreyh, Zahiriyye ulemâsı ile Şâfiîlerden Kaffâl ve bir rivayete
göre imam Ahmed de bu görüştedirler.[170]
2203.
...Âişe (r. anha)'den demiştir ki: "Rasülullah (s.a.), bizi muhayyer
bıraktı. Biz de onu seçtik. Bunu (talaktan) bir şey saymadı."[171]
Bir erkeğin karısını
muhayyer bırakması demek, boşama ışını kadına vermesi ve onu boşanıp
boşanmamakta serbest bırakması demektir. Muhayyer bırakmak genellikle
"işin elindedir", "kendini seç" gibi tâbirlerle olur.
"Bunu (talaktan)
bir şey saymadı" sözü, Müslim'in Sahih inde "Bunu talak
saymadı"[172] şeklinde, imam Ahmed'in
Müsned'inde de, "biz bunu talak kabul etmedik"[173]
şeklinde geçmektedir. Musannif Ebû Dâvud bu hadisi rivayet etmekle;
"Ey Peygamber!
Eşlerine de ki; "Eğer isiz dünya hayatım ve zinetini isliyorsanız, gelin
size mut'a (denilen bağışı) vereyim ve güzellikle salıvereyim. Eğer Allah'ı,
Rasûlünü ve âhiret yurdunu istiyorsanız (bilin ki) Allah, içinizden güzel
amellerde bulunanlar için büyük ecir hazırlamıştır."[174]
âyet-i kerimelerinde anlatılmak istenen hadiseye işaret etmek istemiştir.
Müslim'in rivayet ettiği bir hadis-i şerifte bu âyet-i kerimelerin inişi şöyle
anlatılıyor: "Ebu Bekr, Rasûlullah (s.a.)'ın yanına girmek için izin
istemeye girdi. Fakat bir çok kimseleri, kapıda otururlarken buldu. Bunların
hiçbirine izin verilmemişti. Müteakiben Ebu Bekr'e izin verilerek içeri girdi.
Sonra Ömer gelerek izin istedi. Ona da izin verildi. Ömer Peygamber (s.a.)'i
etrafında kadınları olduğu halde kederli kederli susmuş otururken bulmuş. Bunun
üzerine (kendi kendine) mutlaka bir şey söyleyip Peygamber (s.a.)'i
güldürmeüyim, diyerek şunu söylemiş:
Ya Rasûlullah!
Hârice'nin kızını bir görseydin! Benden nafaka istedi. Ben de kalktım onun
boğazını sıktım.
Bunun üzerine
Rasûlullah (s.a.) gülmüş ve:
Bunlar da etrafımda
gördüğün gibi benden nafaka istiyorlar," buyurmuş. Derken Ebu Bekr
Aişe'nin boğıazmı, Ömer'de Hafsa'nın boğazını sıkmağa kalkmışlar, ikisi de:
"Siz Rasûlallah (s.a.)'den, onda olmayan bir şeyi istiyorsunuz, hâ!"
diyorlarmiş. Aişe ile Hafsa; "Vallahi Rasûlullah (s.a.)'de olmayan
birşeyi ebediyyen istemeyeceğiz," demişler. Sonra Peygamber (s.a-)
onlardan bir ay yahut yirmi dokuz gün uzaklaştı. Bilâhere kendisine şu âyet
indi: "Ey Peygamber! Zevcelerine söyle..." âyeti tâ: "...Allah
sizlerin iyi hareketlerde bulunanlarınıza pek büyük ecir hazırladı..."
kavl-î kerimine kadar varıyordu. Bunun üzerine Peygamber (s.a.) Aişe'den başlayarak:
"Ya Aişe, ben
sana bir şey arzetmek isterim, (ama) ebeveyninle istişare etmeden cevap
hususunda acele etmemeni dilerim," demiş, Aişe:
Nedir o, ya
Rasûlullah? diye sormuş. O da kendisine bu âyeti okumuş, Aişe:
Ebeveynimle senin
hakkında mı istişare edecekmişim, ya Rasûlallah! Hayır ben Allah ile Rasûlünü
ve dar-i âhireti iltizam ederim. Ama benim bu söylediğimi kadınlarından hiç
birine haber vermemeni isterim, demiş. Rasûlallah (s.a.):
"Onlardan biri
bana sormaya görsün, hemen kendisine haber veririm. Çünkü Allah beni
zorlaştırıcı ve şaşırtıcı değil, lâkin öğretici ve kolaylaştırıcı olarak
gönderdi." buyurmuştur.[175]
Bir kimse karısına
boşanma yetkisi verir, o kadın da bu hakkı kullanmayarak kocasını tercin
ederse, kocasının ona bu yetkiyi vermesinden dolayı talak vaki olmaz. Nitekim
mezhep imamları ile ulemanın büyük çoğunluğunun görüşü de budur. Ancak kadının
kendi kendini boşaması halinde talakın vâki olup olmayacağı mevzuu ulema
arasında tartışmalı olduğu gibi talakın vaki olacağı kabul edildiği takdirde
bu talakın ric'î mi yoksa bâin mi, bir talak mı, yoksa üç talak mı sayılacağı
meselesi de ihtilaflıdır. îmam Tirmizî bu mevzudaki görüşlerini şöyle ifade
ediyor:
"Kadın kendi
nefsini (kocasından boş olmayı) ihtiyar ederse, bâin olarak bir talak vaki
olur'* Ömer ve İbn Mesud'dan, "bir talak vâki olur ve koca ona dönme
hakkına sahiptir, şayet kocasını tercih ederse birşey lâzım gelmez."
dedikleri de rivayet olunmuştur. Hz. Ali'nin de şöyle dediği rivayet edildi:
"kadın kendi nefsini ihtiyar ederse, bâin olarak bir talak vâki olur ve
şayet kocasını seçerse (ric'i olarak) bir talak vâki olur ki, kocası dönme
hakkına sahiptir." Zeyd b. Sabit ise, şöyle diyor: "Kocasını ihtiyar
ederse, bir, (fakat) kendi nefsini ihtiyar ederse üç talak vâki olur"
Peygamber (s.a.)'in ashabından ve sonrakilerden ilim ve fıkıh adamlarının çoğu
bu babda Ömer ve Abdullah b. Mesud'un görüşünü benimsemişlerdir. es-Sevrî ve
Küfe'lilerin görüşü de budur. Ahmed b. Hanbel ise Hz. Ali'nin görüşünü
benimsemiştir.
Hattâbî'nin beyânına
göre kendisini boşama hakkı eline verilen bir kadın o meclisten kalkıp
gitmedikçe bu hakkı kullanma yetkisine sahiptir. Fakat bu hakkı kullanamadan o
meclisi terkederse, artık bu yetki elinden gitmiş olur. İmam Mâlik ile
es-Sevrî, el-Evzâî rey sahipleri ve imam Şafiî bu görüştedirler. îmam zührî ile
Katâde ve el-Hasan'a göre ise, kadının o meclisi terk etmesiyle bu hak ve
salahiyyet elinden gitmiş olmaz. O kadın her zaman ve her yerde kendini boşama
yetkisine sahiptir.
Kadının bu yetkiyi kullanarak
kendini boşaması halinde kaç talak vukua geleceği meselesi ulema arasında
ihtilaflıdır:
1. Hz. Ömer
ile îbn Mesud ve İbn Abbas (r.a.)'a göre sözü geçen talak bir bâin talak
sayılır. Stifyan es-Sevrî ile imam Şafiî, Ahmet ve ts-hak (r.a.) de bu görüştedirler.
2. Hz.
Ali'ye göre de bir bâin talak sayıldığı rivayet olunmuştur. Rey sahihleri de bu
görüştedirler. el-Hasan ise kadının bu yetkiyi kullanarak kendi kendini
boşamasının üç talak; kocasını tercih etmesinin ise bir bâin talak olacağı
görüşündedir.
3. Mâliki
ulemâsına göre ise, kadın bu yetkiyi kullanmaz da kocasını tercih ederse hiç
bir talak vâki olmaz. Eğer bu yetkiyi kullanarak kendini boşarsa bakılır; eğer
bu kadın kocasıyla hiç zifâfa girmemişse, bu talak üç bain talak sayılır. Fakat
daha önce kocasıyla zifafa girmişse bir bain talak sayılır.[176]
2204.
...Hammâd b. Zeyd'den; demiştir ki: "Ben Eyyüb'e: Sen el-Hasan'in
"işin elindedir" (sözü) hakkındaki görüşüyle fetva veren bir kimse
gördün mü? diye sordum.
Hayır (görmedim),
fakat Katâde bize îbn Semûre'nin azatlı kölesi Kesir Ebu Seleme ve Ebu Hureyre
senediyle Peygamber (s.a.)'den(el-Hasen'in)görüşünebenzeyenbir söz rivayet
etti. (Daha sonra) Eyyûb şöyle dedi;
(Fakat ben bu rivayeti
işittikten sonra) Kesir bizim yanımıza geldi (ben de) kendisine (Katâde'nin bu
rivayetini duyup duymadığını) sordum:
Ben kesinlikle bunu
rivayet etmedim diye cevap verdi. Bunun üzerine durumu Katâde'ye anlattım, o
da,
Evet (o bunu bana rivayet
etmişti) fakat unutmuş dedi.[177]
Bir kimse karısına
"senin işin kendi elindedir" diyecek olursa," Hasan el-Basrî
(r.a.)'ye göre bu kadın üç bâin talakla boş olur.
Mevzuumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerifte ifade edildiği üzere Ham-inad b. Zeyd bu mevzuda Hasen
el-Basrî'nin görüşünü paylaşan ikinci bir kimsenin bulunup bulunmadığını merak
etmiş ve bunu Eyyûb b. Ebi Temime'ye sormuş o da "bu mevzuda Hasan
el-Basrî (r.a.) gibi düşünen ikinci bir ilim adamına rastlamadığını sadece
Katâde'nin Kesir vasıtasıyla Hz. Peygamberden naklen buna benzer bir hadis
rivayet ettiğini fakat sonra bu rivayetin aslını öğrenmek maksadıyla Kesîr'in
böyle bir hadisi rivayet edip etmediğini sorduğu zaman da Kesir'in "asla
böyle bir hadis rivayetinde bulunmadım" dediğini ifâde etmiştir. Aslında
musannif Ebû Davud'un bu rivayeti kısadır. Tirmizî ve Nesâî'nin Sünen'Ierinde
bu hadis daha uzun bir şekilde şu manaya gelen sözlerle rivayet edilmiştir;
"Hammâd b.
Zeyd'den rivayet olunmuştur. Dedi ki: Eyyüb'e sen Hasan Basrî'den başka
"Senin işin kendi elindedir" sözünün üç talak sayıldığını söyleyen
birini biliyor musun? dedim. "Hayır yalnız Hasan'ı biliyorum." dedi
ve sonra "Ancak Katâde de Semure oğullarının azatlısı Kesîr'-den, (o) Ebu
Seleme'den, (o'da) Ebu Hüreyre'den Peygamber (s.a.)'in (bu söz hakkında)
"üç talaktır", buyurduğunu nakletti* 'dedi. (Eyyüb şöyle) diyor:
"Daha sonra Semure oğulları azatlısı Kesîr ile karşılaştığımda (bu hadisi)
kendisine sordum, hatırlayamadı. Bunun üzerine Katâde'ye müracaat ederek
durumu kendisine haber verdim. Katâde "o unutmuştur" dedi".
Görüldüğü gibi bu hadis râvisi tarafından unutulan hadisler nev'in-den bir
hadistir. Hadis ulemasına göre bir hadisi rivayet eden kimse onu kesin bir
dille rivayet etmediğini söylerse bu durum, hadisin sıhhatine dokunan büyük bir
illet sayılır. Fakat râvi bu hadisi rivayet edip etmediğinde şüpheye düşer de
kesin bir karar veremezse o zaman bu hadis makbul bir hadis olarak kabul
edilir. Buna göre hüküm vermek gerekirse, musannif Ebû Davud'un rivayeti merduttur.
Tirmizî ve Nesâî'nin rivayeti ise makbuldür.[178]
Bir kimsenin karısına
"senin işin kendi elindedir" demesiyle o kadın uç talakla boş olur.
Bu mevzuda imam
Tirmizî de şunları söylüyor: "ilim adamları "işin elindedir"
sözünde ihtilâf ettiler. Peygamber (s.a.)'in ashabından, aralarında Ömer b.
el-Hattab ve Abdullah b. Mesud'un da bulundukları bazı ilim adamları "O
bir talaktır" dediler. Tabiinden ve sonrakilerden birden çok ilim adamının
da kavli budur. Osman b. Affan ve Zeyd b. Sabit, "hüküm, kadının verdiği
hükümdür, yani kocasının "işin elindedir" sözü ile boşama
salahiyetini devralan kadın, talak mevzuunda neye karar verirse, onun kararı
mutaberdir, diyorlar. İbn Ömer diyor ki: "Erkek, boşama işini kadının
eline verdiği ve kadın da kendisini üç talakla boşadığı vakit, koca (bu üç
talakı) tanımayıp, "kadının eline boşama işini yalnız bir talak olarak
verdim" derse, kocaya yemin teklif edilir ve söz, yemini ile beraber
kocanın sözüdür." Süfyân ve Kufe'Iiler Ömer ve Abdullah b. Mesud'un kavline
zahip oldular. Mâlik b. Enes "hüküm, kadının verdiği hükümdür."
dedi, Ahmed'in kavli de budur. İshak ise, İbn Ömer'in kavline katılmaktadır.[179]
Hanefî ulemasının bu
mevzu d ak i görüşlerini şu şekilde özetlemek mümkündür:
Talakta vekâlet ve
risâlet carî olduğu gibi tefviz de câridir. Şöyle ki, bir mükellef kimse,
zevcesinin talakını bir vekile, veya bir Rasûle havale edebileceği gibi bizzat
zevcesine de veya çocuk olan zevcesinin velisine de tevdi edebilir. İşte bu
tevdî, bir tefvizdir.
Tefvizde müstamel
lâfızlar üçtür: Tahyir, emir bil-yed, meşiyyet.
Tahyir, zevcin
zevcesine "nefsini ihtiyar et" veya "sen muhayyersin" gibi
bir söz söylemesidir.
Emir bi'l-yed,:
"işin senin elindedir" denilmesidir.
Meşiyyet: "Diler
isen kendini boşa" demekten ibarettir.
Tahyir ile emr
bi'I-yed'e ait sözler, birer kinayedir. Binaenaleyh bunlar ile talakın tefviz
edilmesi, niyyete veya delâlete mütevakkıftır. Meşiy-yete müteallik sözler ise,
sarih olduğundan niyyete mütevakkıf değildir.
Meşiyyet, iki
türlüdür: Biri "Meşiyyet-i sarîha"dır; "ister isen nefsim tatlik
et" denilmesi gibi. Diğeri de "Meşiyyet-i zimniyye"dir;
"nefsini tat-lik et" denilmesi gibi.
Tahyir suretiyle olan
tefvizde zevce "kendimi ihtiyar ettim" derse, bununla bir talak-ı
bain vücuda gelir.
Emir bi'İ-yed
suretiyle yapılan tefvizde zevce, zevcine hitaben "kendimi ihtiyar
etlim", "nefsimi sana haram kıldım", "nefsimi sana bâin kıldım",
"sen bana haramsın", "sen benden bâinsin" dese bununla
talak tahakkuk eder.
Meşiyyet suretiyle
olan tefvizde, zevcenin kabulü "nefsimi tatlik ettim" veya
"nefsimi bâin kıldım" demesiyle husule gelir. Fakat "ben nefsimi
ihtiyar ettim" demesi kifayet etmez. Çünkü bu söz, talaka mevzu lâfızlardan
değildir.
Tefvizde zevcenin
ihtiyarı ile vuku bulacak talakın bâin veya ric'î olması, zecin tâbirine
göredir. Zevç "Nefsini tatlik et" gibi bir sarih lâfız ile tefviz
etmiş ise, bununla talakı ric'î vücuda gelir. "Nefsini ihtiyar et",
"emrin elindedir" gibi kinâî bir lâfızla tefviz etmiş, ise, bununla da
talak-i bâin vâki olur. Çünkü ric'î talakda müracaat câri olduğundan zevcenin
nefsini ihtiyar etmesinde bir fâide bulunmaz. Meğerki bu tabirler, talak-ı
ric'î karinesine mükârın bulunsun. Meselâ zevç "Talakını ihtiyar et"
dese kabul anında ric'îyen talak vücûda
gelir.[180]
Boşama yetkisi bir
kadının eline verilince ya da kadın kendini boşayıp boşamamakta serbest
bırakılınca kadının kendisini boşaması hâlinde bir ric'î talak vâki olur. İmam
Şafiî ile İbn Mesud (r.a.)'in görüşleri budur. Nitekim şu hadis-i şerif de bu
görüşü desteklemektedir: Zeyd b. Sâ-bit'in oğlu Harise haber verdi ki; kendisi
Zeyd b. Sabit'in yanında otururken, Zeyd'in yanma Ebu Atik'in oğlu Muhammed
iki gözü yaşlı olarak geldi. Zeyd O'na:
Bu ne hal? diye
sorunca O da:
Boşama yetkisini
karıma vermiştim,, o da benden ayrıldı, deyince (dedem) Zeyd O'na:
Seni böyle davranmaya
ne zorladı? diye sordu Adam:
Kader, cevabını verdi.
Zeyd:
İstersen karına dön, o
yalnız bir talak ile boş olmuştur. Senin ona dönmek hakkındır, dedi.[181]
2205.
...el-Hasen (el-Basrî)'den; "işin kendi elindedir" sözü hakkında
demiştir ki: "(Bu sözle), üç (talak vâki olur)."[182]
Bu eserin ifadesinden
anlaşılıyor ki Hasan el-Basrî'ye göre bir kimse "Senin işin kendi
elindedir" diyecek olursa, bu sözle üç talak meydana gelir. Bu kimsenin bu
sözü söylerken karısını boşamaya niyyet edip etmemesi neticeyi değiştirmez.
İmanı Ahmed'e göre
ise, bir kimsenin bu sözü sarf etmesi neticesinde o kimsenin karısına kendisini
üç talakla boşama hakkı doğar. Bu hak zamanla ve mekanla kayıtlı olmayarak
devam eder.
Hanefi ulemasına göre
ise, bir kimse üç talaka niyyet ederek karısına-bu sözü sarf eder, kadında
"ben bir talakla kendimi seçtim" veya "kendimi kabul
ettim" veya "kendi işimi seçtim" derse üç talak vâki olur.
îmam Mâlik'e göre ise,
"erkeğin tasdik etmesi şartıyla kadının vermiş olduğu sayıda talak vâki
olur. Fakat erkek kadının vermiş olduğu talak sayısının kadına verdiği yetkiyi
aşmış olduğunu iddia ederse bu iddiasının kabul edilebilmesi için kendisine
yemin teklif edilir. Yemin ettiği takdirde onun iddia ettiği talak sayısı
muteber olur. Yani onun iddia ettiği sayıda talak vâki olur. îmam Şafiî'ye göre
ise, kadının boşama yetkisini kullanmasıyla erkek niyyet etmedikçe üç talak
vâki olamaz. Erkeğin niyyeti esastır. O kaç talaka niyyet etmişse o sayıda
talak vâki olur.[183]
2206.
...Nâfı b. Uceyr b. Abdi Yezid b. Rükâne'den rivayet olunduğuna göre Rükâne b.
Abdi Yezid hanımını "elbette" (sözünü kullanarak kesin bir şekilde)
boşadıktan sonra, bunu Peygamber (s.a.)'e bildirmiş ve;
Vallahi bir (talak)dan
fazlasına niyyet etmedim, demiş. Ra-sûlullah (s.a.) de;
"Sen bir
(talak)dan fazlasına niyyet etmediğine dâir Allarda yemin (mi ediyorsun?)"
buyurmuş. Rükâne de "Vallahi bir (talak)dan fazlasına niyyet etmedim"
cevabını verince, Rasûlullah (s.a.) Rükâne'ye karısını geri göndermiş. Bir süre
sonra Rükâne onu Ömer (r.a.) zamanında ikinci (defa) Osman (r.a.) zamanında da
üçüncü (defa) boşadı.[184]
Ebû Dâvûd dedi ki; Bu
hadisin baş tarafı İbrahim 'in rivayeti son tarafı da İbnu's-Serh'in
rivayetidir.[185]
Musannif Ebû Davud'un
beyanına göre bu hadisin baş tarafını yani, "Rükâne onu Ömer zamanında
ikinci defa boşadı" cümlesine kadar olan kısmını İbrahim b. Halid, bu cümleden
itibaren sonuna kadar olan kısmını da İbnu's-Serh rivayet etmiştir.
Bu hadisi ayrıca imam
Şafiî ile Dârekutnî ve Hâkim de rivayet etmişler ve Hâkim hadisin bu
rivayetinin sahih olduğunu söylemiştir. Çünkü gerçekten de İmam Şafiî bu hadisi
kendi ehl-i beytinden sağlam bir şekilde alıp yine sağlam bir şekilde rivayet
etmiştir. Fakat imam Buhârî bu hadisin muzdarip olduğunu ifade etmiştir. İbn
Abdilber de hadis ulemasının bu hadisi zayıf kabul ettiklerini söylemiştir.[186]
"elbette"
kelimesi kökünden ikinci babdan gelen ve kesinlik ifade eden bir kelimedir.
Türkçede de bu kelime "elbette" şeklinde ve cümleye kesinlik
kazandırmak için kullanılır.[187]
1. Bir kimse
"elbette" kelimesini kullanarak karısını kesin bir şekilde boşar da
bu sözle karısını sadece bir talakla boşamak istediğini, iddia ederse
kendisine yemin teklif edilir. Eğer yemin edecek olursa, bu iddiası kabul
edilerek karısını bir talakla boşamış olduğu kabul edilir. Talakla ilgili bütün
meseleler de erkeğin menfaati söz konusu olduğu zaman bu yola başvurularak ona
yemin teklif edilir.
2. Erkeğin
karısına hitaben sarfettiği sözlerin zahiri kendisini yalanlamadıkça yemin
etmesi halinde talakla ilgili her iddiası kabul edilir. Bir talaktan fazlası
kasd edilmemiş olmak şartıyla "elbette" kelimesiyle verilen talak
bir ric'î talak sayılır. Hattâbî'nin beyânına göre imam Ahmed bu mevzuda
"Bu şekilde verilen talakın üç talak olacağından endişeliyim. Fakat üç
talak olacağını söylemeye de cesaret edemiyorum" demiştir.
3. İmam
Şafiî'ye göre, elbette kelimesi kullanılarak verilen talakla sadece bir ric'î
talak vâki olur. Eğer koca bu şekilde verdiği talakla iki veya üç talaka niyyet
edecek olursa, niyyet ettiği sayıda talak vâki olur.
İmam Ebu Hanife
(r.a.)'e göre ise, bu şekilde elbette kelimesi kullanılarak ve bir veya iki
talaka niyyet edilerek verilen talakla bir bâin talak vâki olur. Fakat bu
şekilde verilen talakla üç talaka niyyet edilmişse üç talak vâki olur. îmam
Malik'e göre mutlak surette üç talak vâki olur.
4. Bir
ağızda verilen üç talakla üç talak vâki olur. Çünkü Rasûl-i Ekrem Efendimiz
Rükâne'den karısını bir talakla boşadığına dair yemin istedikten sonra onun bu
talakını bir talak kabul etmiştir. Eğer Hz. Rükâ-ne karısını bir talakla
boşadığına dair yemin etmeyip de karısını üç talak niyyetiyle boşamış olduğu
ortaya çıksaydı, Hz. Peygamber onun bu talakını üç talak sayacaktı.
5. Bir
kimsenin, hâkimin yemin teklifinden önce ettiği yemin mahkemece muteber
değildir.[188]
2207. ...Şu
(önceki) hadisi bizzat Rükâne İbn Abdi Yezid de Peygamber (s.a.)'den rivayet
etmiştir.[189]
Bu hadisle bir önceki
hadis arasındaki fark şudur: Bu hadis-i şerifte olayı bizzat hadiseyi yaşamış
olan Rükâne anlattığı halde önceki hadis-i şerifte hâdiseyi anlatan Nâfi b.
Uceyr'di. Binaenaleyh iki hadis arasında başka bir fark olmadığından bir önceki
hadisle ilgili açıklama aynen bu hadis için de geçerlidir.[190]
2208.
...Abdullah b. Ali b. Yezid b. Rükâne'nin büyük dedesi (Rükâne)'den rivayet
ettiğine göre, Rükâne hanımım kesin bir şekilde boşadıktan sonra Rasûlullah
(s.a.)'a gelmiş. Bunun üzerine (Rasûl-i Ekrem de ona);
"(Bu sözünle)
Neyi kasdettin" demiş. (O da);
Bir (talak) diye cevap
vermiş. (Hz. Peygamber de);
"Allah'a yemin
olsun mu? demiş. O da;
Allah'a yemin olsun,
karşılığını vermiş. (Rasûl-i Ekrem de)
"O (talak) senin
niyyetine göre" (vaki olur) buyurmuş.[191]
Ebû Dâvûd dedi ki: Bu
hadis (Ebu) Rükâne'nin hanımını üç (talakla) boşadığını ifâde eden[192] îbn
Cüreyc hadisinden daha sağlamdır. Çünkü (bu hadisi Rükâne'den nakleden) râviler
(Rükâne'nin kendi) ev halkındandırlar ve bu olayı başkalarından daha iyi
bilirler. İbn Cüreyc ise, bunu Ebu Râfi'in oğullarından biri vasıtasıyla
İkrime'den (O’da) İbn Abbas'tan rivayet etmiştir.[193]
Bu hadis-i şerifle
2206 numaralı Nâfi b. Uceyr hadisi, yine aynı mevzuyla ilgili olan 2196
numaralı İbn Cüreyc hadisinden daha sağlamdırlar. Bilindiği gibi bu hadis-i
şerifle 2206 numaralı Nâfi b. Uceyr hadisinde Hz. Rükâne'nin hanımım elbette
sözünü kullanarak bir defa boşadığı ifade edilirken 2196 numaralı İbn Cüreyc
hadisinde Ebu Rükâne'nin hanımını üç talakla boşadığı ifade edilmektedir.
Musannif Ebü Davud'a göre mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifle 2206 numaralı
hadis, râvileri Hz. Rükâne'nin torunları olduğu için râvileri arasında
"Ebu Râfi'in oğullarından biri" diye bahsedilen kimliği meçhul bir
ravi bulunan 2196 numaralı İbn Cüreyc hadisinden daha sahihtir. Ancak Musannif
Ebû Davud'un bu hadisin 2196 numaralı hadisinden daha sağlam olduğunu
söylemesi, onun bu hadisin sahih olduğuna inandığı mânâsına gelmez. Bu söz
mevzumuzu teşkil eden bu zayıf hadisin 2196 numaralı hadis kadar zayıf
olmadığını ifade eder.
Bu hadisi Hâkim de
rivayet etmiş ve bu hadisi destekleyen mutâbi' bir hadis bulunduğunu ve bu
hadisin ayrıca Beyhakî ve Dârekutnî tarafından da tahrîc edildiğini ifâde
etmiştir.[194] Hafız İbn Hacer de bu
hadisle ilgili görüşlerini şöyle dile getirmiştir:
"Bu hadisin, Hz.
Rükâne'nin Rasûl-i Ekrem'e kadar ulaştırdığı müs-ned bir hadis mi, yoksa Hz.
Rükâne'nin rivayet ettiği mürsel bir hadis mi olduğu mevzuunda ulema arasında
ihtilâf vardır. Ebû Dâvud ile tbn Hıbbân ve Hâkim bu hadisin muzdarîb olduğunu
söylüyor, tbn Abdilberr de et-Temhid isimli eserinde hadis ulemasının bu hadisi
zayıf saydıklarını ifade ediyor. el-Münzirî de bu hadisin senedinde hadis
ulemasından pek çoğunun zayıf kabul ettiği ez-Zübeyr b. Said'in bulunduğuna
dikkatleri çekerek hadisin zayıf olduğunu imâ etmek istiyor"[195]
1. “sen
elbette boşsun" diliyerek karısını boşayan bir kimse eğer sadece bir
talaka niyyet etmişse hanımı bir talakla boş düşmüş olur. Eğer daha fazla
talaka niyyet etmişse, Hanefi ulemasıyla imam Şafiî, Ata ve es-Sevrî'ye göre
niyyet ettiği sayıda talak vâki olur. Eğer birden fazla talaka niyyet etmemişse
îmam Şafiî'ye göre bir ric'î talak vâki olur. Said b. Cübeyr'in de bu görüşte
olduğu rivayet olunmuştur. Hanefi ulemasına göre ise bu durumda bain talak vaki
olur. Rabia ve Mâlik (r.a.)'ya göre ise, "elbette kesinlikle"
kelimesi kullanılarak verilen talakla da kocasıyla gerdeğe girmiş bir kadın
için üç talak vaki olur. Delilleri ise Aişe (r.anha)'dan rivayet olunan şu
hadis-i şeriftir. "Aişe (r.anha)dan (rivayet olunmuştur:) dedi ki
"Rifa'a el-Kurazi'nin karısı Peygamberimiz (s.a.)'e geldi Ebu Bekr
(r.a.)'de Rasûlullah (s.a.)'in yanında bulunuyordu ve şöyle dedi:
Ya Rasûlallah, ben
Rifa'a el-Kurazi'nin nikahında idim. Fakat Rifa'a beni "elbette sen
boşsun" diyerek kesin bir şekilde boşadı. Ben de Abdurrahman b. ez-Zübeyr
ile evlendim. Fakat ya Rasûlallah Abdurrah-man'ın erliği, şu elbise saçağı gibi
(gevşek)dir, dedi ve örtüsünden bir saçak alarak gösterdi. Hâlid b. Said
kapıda idi. Rasûlullah (s.a.) onun içeri girmesini izin vermemişti. Halid:
Ey Ebu Bekr, bu kadın
Rasûlullah (s.a.)'ın huzurunda neler söylüyor? dedi. Rasûlullah (s.a.)'de:
"Sen tekrar
Rifa'a'ya dönmek istiyorsun ama ikinci kocanın balca-ğızından, o da senin
balcağizından (atmadıkça olmaz", buyurdu.[196]
Malikî ulemasından
el-Bâcî'nin beyânına göre, Rifaa el-kurazî karısını elbette sözünü kullanarak
boşadığı için Rasûl-i Ekrem'in bu talakı hiç yoruma tabi tutmadan Rifa'a'nin
bir daha bu kadına dönmesinin mümkün olmadığını ifâde buyurması, bu şekilde
verilen talakların üç talak sayılması gerektiğine delalet eder. Nitekim
"elbette" sözü de bir şeyi kesmek anlamına gelir. Binaenaleyh bu
kelimeyi kullanarak talak veren bir kimsenin nikahla ilgisi kesilmiş olur. Bir
başka tabirle zifafa girdiği bir kadını elbette sözünü kullanarak boşayan bir
kimse onu üç talakla boşamış olur.
Zifafa girmediği
hanımını "elbette" sözünü kullanarak boşayan bir kimse ister üç
talaka niyyet etsin, isterse hiç bir talaka niyyet etmesin, onu üç talakla
boşamış olur. Bu meselede ulema ittifak etmişlerdir. Fakat bu hanımını sadece
bir talak niyyetiyle boşayan kimsenin talakı hakkında iki rivayet vardır:
1. Üç talak
vaki olur. Sahnûn ile îbn Habib bu görüştedirler.
2. Bir talak
vaki olur. İmam Malik de bu görüştedir.[197]
Bu mevzuda imam
Tirmizî de şunları söylüyor: "Elbette sözü kullanılarak verilen talak
hususunda ulema ihtilaf etmişlerdir. Ömer b. Hattab'-dan bu {alakı bir talak
olarak kabul ettiği rivayet edildi. Hz. Ali'den onu üç talak olarak kabul
ettiği rivayet olunuyor. Bazı ilim adamları da, "bu meselede kişinin kendi
niyyetine bakılır, bire niyet etmişse bir, üçe niyyet etmişse üçtür. Ancak iki
talaka niyyet etmişse yalnız bir talak vâki olur" diyorlar. Sevrî'nin ve
Küfe ulemasının kavli budur. Mâlik b. Enes "Elbette" hakkında şöyle
diyor; "şayet kadınla yatmışsa elbette ile boşama üç talaktır”. Şafiî
bire niyyet etmişse birdir ve ricat (dönme) hakkına sahiptir, ikiye niyyet
etmişse iki, üçe niyyet etmişse üçtür" diyor.[198]
2209. ...Ebu
Hureyre (r.a.)'dan Peygamber (s.a.) şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur:
"Gerçekten Allah, ümmetimin söylemediği ya da yapmadığı ve (Fakat)
kalbinden geçirdiği şey(İer)i bağışlamıştır.”[199]
îslâmî eserlerde beyân
edildiği üzere insanın kalbine gelen duygu ve düşünceler beş mertebededir:
1. Hâcis mertesebi;
Bir işi yapıp yapmama fikri kalbe ilk doğunca buna hâcis denir.
2. Kalbe
doğan bir fikrin kalb de bir süre kalmasına "hatır" denir.
3. Bundan
sonra bu düşünceyi gerçekleştirip gerçekleştirmemek hususunda nefsin tereddüt
etmesine "hadisü'n-nefs" denir.
4. Bu iki
cihetten birini tercih etmeye "hemm" denir.
5. Tercih
ettiği ciheti gerçekleştirmeye kesin karar verip harekete geçme noktasına
"azm" denir, insanlar ancak bu mertebeden mesuldurlar.
Hâcis, hatır,
hadisü'n-nefes mertebeleri mutlaka affedilmiştir. Hase-ne de sevab olmadığı
gibi seyyie de ikab da yoktur. Hemm denilen mertebede ise, hayırda sevab varsa
da şer de ikab yoktur. Azm mertebesine ise, her türlü mesuliyet terettüb eder.[200]
Nitekim bir hadis-i
şerifte şöyle buyuruluyor:
"Allah iyilikleri
de kötülükleri de takdir etti, sonra bunları açıklayarak dedi ki: Her kim bir
iyilik yapmaya niyetlenir de yapamazsa cenab-ı hak onu kendi katında tam bir
iyilik olarak yazar. Eğer hem niyyetlenir, hem de o iyiliği yaparsa on iyilik
sevabı yazar ve bu sevabı yedi yüz ve daha fazla katına çıkarır. Her kim de
fenalık yapmaya niyetlenir de sonra vazgeçerse Allah teâlâ onun için tam bir
iyilik sevabı yazar. Eğer fenalığı kasdeder ve işlerse bir günah olarak
yazar."[201]
1. Allah
teâla insanın gönlünden geçirip de tatbık sahasına koymadığı kotu düşünceleri
bu ümmete mahsus olmak üzere affetmiştir. Daha önceki ümmetler ise, gönüllerinden
geçirdikleri kötü düşüncelerden dolayı -onları tatbik mevkiine koy-masalar
bile- hesabı çekilirlerdi. Hatta islâmiyyetin ilk yıllarında müslümanlar bu
çeşit düşüncelerden sorumlu sayılırlardı. Fakat Allah teâla "Allah kimseye
gücünün üstünde bir şey teklif etmez"[202]
âyet-i kerimesiyle müs-lümanlan bu sorumluluktan kurtardığını bildirdi.
2. Bir kimse
kalbinden karısını boşamayı geçirdikten sonra bunu dile getirmese nikahına
hiçbir zarar gelmez. Bir başka ifadeyle kalbinden geçen talak düşüncesiyle
herhangi bir talak vaki olmaz.
Hanefi ulemasıyla Ata
b. Ebi Rebah, Said b. Cübeyr, Katâde, el-Hasen, es-Sevrî, Şafiî, Ahmed ve İshak
(r.a.) bu görüştedirler. Zühriye göre ise bir kimsenin kalbinden geçirdiği
talak düşüncesiyle dile getirmemiş bile olsa yine de talak vaki olur. Eşheb
imam Malik'in de bu görüşte olduğunu rivayet etmiştir. Malikî ulemasından
Îbnu'l-A'rabi bu görüşün dayanağını şöyle açıklamıştır: "Nasıl kalbinden
inkarda bulunan bir insan kâfir, isyanda ısrar eden ve amellerinde gösteriş
yapan günahkâr olursa, kalbinden bir işi yapmayı geçiren bir kimsenin de onu
uygulamaya koy-masa bile mesul olması, kalbinden bir müslümana iftira etmeyi
geçiren kimsenin de bu düşüncesinden dolayı iftiracı durumuna düşmesi gerekir.
Kalbden geçirildiği halde sözle ifâde edilmeyen her düşüncenin hükmü de budur.
Hattâbî'nin beyânına
göre "bu hadis Malikîlerin -aleyhlerine bir hüccettir. Çünkü İslam
uleması zihar yapmayı düşünen bir kimsenin bu düşüncesinin
dilleifadeledilmediğisüreceziharsayılmayacağmdaittifaketmişler-dir. Oysa
ziharla talak laynii şeydir. Ayrıca yine islam ulemasına göre bir insan iftira
etmeyi gönlünden geçirse, müfteri olmaz ve namazda gönlünden bazı şeyleri
geçirmesiyle de namazı bozulmaz. Eğer İbn Arabi'nin bu sözleri doğru olsaydı,
namaz kılan bir kimsenin gönlünden geçen düşüncelerinden dolayı namazı
bozulması gerekirdi.
3. Bir
kimsenin karısını boşadığını yazmasıyla karısı boş olur. Hanefi ulemasına göre
bir kimsenin karısını boşadığını mektupta açıkça yazıp ona göndermesiyle talak
vaki olduğu gibi gönderdiği bu mektubu talak niyye-tiyle yazmış olmasa bile,
yine talak vaki olur. Boşamak niyyetiyle açıkça yazmış olduğu mektuba gelince
onu göndermese bile yine talak vâki olur. Mektubu açıkça yazmadan maksat,
anlaşılması ve okunması mümkün olacak şekilde, kağıt, duvar gibi bir yüzeye
yazmaktır. Fakat okunması ve anlaşılması mümkün olmayacak bir şekilde karısını
boşadığını su üzerine veya havaya yazmasıyla talaka niyyet etmiş bile olsa
bunları kendisi talaffuz etmedikçe talak vâki olmaz. eş-Şa'bî ile en-Nehâî ve
ez-Zuhrî'ye göre ise bir kimse boşamak niyetiyle, karısını boşadığını yazacak
olsa, (bu yazlyı nereye yazarsa yazsın sadece yazmasıyla), karısı boş olur.
-İmam Malik ile imam Şafiî de bu görüştedirler. Şafiî ulemasından bazılarına
göre ise, sadece yazıyla niyyet edilmiş bile olsa, talak vaki olmaz. Çünkü bu,
dille boşamaya gücü yettiği halde yazıyla boşamaya kalkmaktır. Nasıl ki konuşmaya
gücü yeten bir kimsenin işareti muteber değilse konuşmaya gücü yettiği halde
karısını mektubla boşamaya kalkan kimsenin verdiği talak da muteber değildir.
Mektupla talakın vaki
olacağını iddia edenlerin delili ise, Rasûl-i Ekrem'in bazı devlet adamlarını
dine davet için onlara mektub göndermesidir.
Bir kimsenin niyyetsiz
olarak karısını boşadığını yazması mevzuunda imam Ahmed'den iki görüş rivayet
edilmiştir:
a. Bununla
talak vâki olur.
b. Niyyetsiz
olduğu için asla talak vâki olmaz.
İmam Ebu Hanife ile
imam Mâlik ve Şafiî'de ikinci görüşü benimsemişlerdir. Çünkü bir yazı,
alıştırma yapmak, güzel yazı öğrenmek gibi maksatlarla da yazılmış olabilir. Bu
bakımdan yazılar, kinayeli sözler gibi niyete muhtaçtır. Binaenaleyh sahibinin
talak niyyeti taşımadan yazdığı talak ifade eden bir yazıyla talak vâki olmaz.
Aynı şekilde imam Ahmed'e göre açıkça belli olmayan yazılarla da talak vaki
olmaz. Bunlar insanın ağzından çıkan anlamsız ses, nefes ve sözlere benzer.
İmam Ahmed ile İmam Mâlik'e göre bir kimsenin karısını boşadığını ifade eden
bir yazının o kimse tarafından yazıldığının kabul edilebilmesi için iki şahidin
şehâdet etmesi gerekir. Aksi takdirde bu mektubun bir manası yoktur.[203]
2210. ...Ebu
Tümeyme el-Hüceymî'den rivayet olunduğuna göre bir adam karısına "Ey
bacım" diye hitabetmiş de Rasûlullah (s.a.)
"Bu senin kız
kardeşin midir?" diyerek o kimseyi bundan menetmiştir.[204]
Bu hadis-i şerif
Abdurrezzak'ın Musannef'inde şu manaya
gelen lâfızlarla rivayet
olunmuştur: "Peygamber
(s.a.)' karısına "hemşire" diye hitabeden bir adama rastladı da onu
bundan menetti"[205]
Bilindiği gibi bir
kimsenin kendi zevcesini veya onun rekabesini (boynunu) veya msf, sülüs gibi
bir uzvu şâyiini kendisine nikâhı müebbeden haram bulunan bir kadına veya onun
bakılması caiz olmayan bir uzvuna teşbih etmesine -zihar- denir" Zihar
yapan bir kimse keffârette bulunmadıkça zevcesine yaklaşamaz. Keffâret
verildikten sonra yaklaşmaya mâni hürmet zail olmuş olur.[206]
îşte müslümanlar hanımlarına bacım veya hemşirem ya da kızım diye hitab etmeye
alışıp da bu alışkanlık neticesinde bir gün zihar yapmaları ve dolayısıyla
zarara uğramaları veya bu gibi sözlerle talaka niyyet etmeleri neticesinde
nikahlarının bozulacağı korkusuyla Peygamber efendimiz onları hanımlarına bu
gibi hitablarda bulunmaktan nehyetmiştir. Bu mevzuda İbn Battal'da şunları
söylemiştir: "Ulemadan bir cemaat kişinin karısına bu gibi hitabta bulunmasıyla
zihar yapmış olacağına hükmettiler. Nitekim Peygamber (s.a.)'de hangi manada
kullanıldığını ancak kullanan kimsenin bileceği bu kelimeleri kullanmaktan
kaçınmayı tavsiye etmiştir."[207]
Yine îbn Battal'ın açıklamasına göre Hz. İbrahim, Sâre için "bu benim
hemşiremdir" dediği zaman Hz. Sare'nin kendisinin din kardeşi olduğunu
kasdetmiştir. Karısına bu maksatla "kız kardeşim" dediği için
nikahına bir zarar gelmediği gibi bu hitabından dolayı ilahi bir ikaza veya
tenkide de uğramamıştır"[208]
Bir kimsenin kansına
"hemşire", "bacı" gibi hitablarda bulunması mekruh olduğu
gibi, annem", "kızım", "yavrum" gibi hitaplarda
bulunması da mekruhtur. Bu gibi hitablar boşamak için kullanılan "sen bana
kız kardeşim gibi haramsın", "sen bana annem gibi haramsın"
sözlerine benzediği için Rasûl-i Ekrem kişinin bu gibi sözlerle karısına
hitabta bulunmasını yasaklamıştır. Bu şekilde hitab etmenin diğer bir sakıncası
da şudur; Bir insanın hanımına bu gibi sözlerle hitabta bulunurken zihara
niyyetlense, zihar yapmış olur. Binaenaleyh keffâretini ödemedikçe hanımına
yaklaşamaz. Kişinin karısına, kendine haram sayılan kadınlardan biriymiş gibi
yaptığı tüm hitabların hükmü budur.
Ulemanın pekçoğuna
göre bir kimsenin hanımına saygı niyyetiyle bu gibi hitablarda bulunmasının hiç
bir sakıncası yoktur. Bu maksatla karısına kızım yavrum gibi hitablarda
bulunmasıyla zihar yapmış olmaz. Ancak saygı niyeti olmaksızın hanımına bu gibi
kelimelerle hitabta bulunmanın hükmü üzerinde ulema ihtilâf etmişlerdir. İmam
Ebu Yusuf'a göre saygı maksadı olmaksızın bir kimsenin hanımına bu gibi
kelimelerle hitab etmesiyle talak, imam Muhammed'e göre ise, zihar vaki olur.
Binaenaleyh bu yüzden Rasul-i Ekrem Efendimiz mü'minleri hanımlarına bu gibi
kelimelerle hitab etmekten men etmiştir.
Hanbelî ulemasından
İbn Kudâme'nin beyânına göre, bir kimsenin hanımına bu gibi sözlerle hitab
etmesi, zihar yapmaya benzediğinden dolayı yasaklanmıştır. Aslında zihara
niyyet edilmedikçe bu gibi sözlerle zihar da talak da vâki olmaz.[209]
2211. ...Ebû
Tumeyme'nin kavminden bir adamdan (rivayet olunduğuna göre kendisi), Peygamber
(s.a.); bir adamı karısına "Ey hemşireceğizim" diye hitab ederken
duyunca (o kimseyi bu tür bir hitaptan) menettiğini işitmiş.
Ebû Dâvud dedi ki: Bu
hadisi Abdulaziz b. el-muhtar da; Hâ-lid, Ebu Osman ve Ebu Tumeyme senediyle
Peygamber (s.a.)'den nakletmiştik Ayrıca Şu'be de; Hâlid, Bir adam ve Tümeyme
yoluy
Hafız İbn Hacer bu
hadis hakkında şunları söylüyor; "Bu
hadisi Ebû Dâvud mürsel yollardan
rivayet ettiği gibi bir de Ebu Tümeyme ve Ebu Tumeyme'nin kavminden bir adam
vasıtasıyla Hz. Peygamber'den muttasıl olarak rivayet etmiştir.[211]
Musannif Ebu Davud'un
bu hadisin sonuna bir talik ilâve etmekle "her ne kadar bu hadis bazı
yollardan mürsel olarak rivayet edilmişse de bunların biri diğerini takviye
ettiğinden zayıflıktan kurtulmuşlardır. Bunların bazısının senedlerinde bazı
râvilerin ilâve edilmiş olması diğer rivayetlerde inkita bulunduğunu
göstermez. Bu hadisin o sened zinciriyle de rivayet edilmiş olduğunu
gösterir" demek istiyor.
Ulemânın bu hadis-i
şerîfle ilgili görüşlerini önceki hadisin açıklamasında vermiş bulunmaktayız.[212]
2212. ...Ebu
Hureyre (r.a.)'in, Peygamber (s.a.)'den rivayet ettiğine göre; "İbrahim aleyhisselâm
üç yalandan başka hiç bir yalan söylememiştir: (Bunlardan) ikisi yüce Allah'ın
zatı hakkındadır; (birincisi)
"Ben gerçekten
hastayım" demesi,(ikincisi);
"Belki bu işi
büyükleri olan şu (put) yapmıştır" demesidir. (Üçüncüsüde) şöyle olmuştur;
(Hz. İbrahim)
zalimlerden birinin toprağında yolculuk yaparken bir yerde konaklamıştı.
"Beraberinde insanlann en güzeli bir kadın bulunan bir adam (gelip
ülkemizde) şuracıkta konaklamıştır" diye zâlime haber verildi. Bunun
üzerine o zalim (Hz. İbrahim'e bir elçi) gönderip (yanına çağırttı ve) ona
Sâre'yi sordu. Hz. İbrahim de;
"O benim kız
kardeşimdir" cevabını verdi. Sare'nin yanına dönünce
"Bu (adam) bana
seni sordu. Ben de kendisine senin kız kardeşim olduğunu söyledim. Çünkü bugün
seninle benden başka müslüman yoktur. Allah'ın kitabına göre sen benim (kız)
kardeşimsin. (Sakın) beni onun yanında yalancı çıkarma" dedi ve (daha
sonra râvi Ebu Hureyre) hadisifn geri kalan kısmını) nakletti.
Ebû Dâvud dedi ki:
Şu'ayb b. Ebû Hamza, Ebu'z-Zinad'dan, (o da) el-A 'rac'dan (o da) Ebu
Hureyre'den (o da) Peygamber sallalahu aleyhi vesellemden bu hadisin bir
benzerini rivayet etmiştir.[213]
Ebu'l-Enbiya
Halilürrahman İbrahim aleyhisselâmın Miladdan 12 yüzyıl önce yaşadığı
zannedilmektedir. Babası Tarih, Sâm b. Nuh aleyhisselâmın neslindendir. Azer
isimli bir puta çok hizmet ettiği için Azer ismini almıştır. Kuvvetli olan bir
görüşe göre ise, Azer, Hz. İbrahim'in babası değil, amcasıdır. İbrahim kelimesi
Sürya-nîce Ebu-Rahm (cemaat babası) manasına gelir. Bazılarına göre bu kelime
"kuvvetli görüş" manasına gelen Birehme kökünden türemiştir. İbrahim
aleyhisselâm Ehvaz bölgesinde "es-Sûs" denilen yerde dünyaya geldi.
Sonra babası onu Nemrud'un ülkesi olan Babil'e götürdü. Kendisiyle Nuh aleyhisselam
arasında 2640 senelik bir süre bulunmaktadır. Nuh aleyhisselâm ile İbrahim
(a.s.) arasında biri Hud diğeri de Salih (a.s.) olmak üzere sadece iki
Peygamber gelmiş geçmiştir. Nuh (a.s.)'dan önce ise, İdris, Şit ve Adem (a.s.)
olmak üzere 3 peygamber yaşamıştır. Bir başka ifadeyle Hz. İbrahim'e gelinceye
kadar gönderilen Peygamberlerin sayısı altıdır. Hz. Muhammed, İbrahim, Musa,
îsâ, Nûh (aleyhisselâm)'a "ulül-azm peygamberler" ismi verilmiştir.
Bu ululazm peygamberler içerisinde Hz. Muhammed'den sonra gelen en büyük
Peygamber Hz. İbrahim'dir. Allah teâlâ kendisine on sahife indirmişti.
Yeryüzünde ilk defa kılıçla savaşan, ilk defa sünnet olan, ilk defa şalvar
giyen, ilk defa tırnaklarını kesip bıyığını kısaltan, ilk defa saçma sakalına
ak düşen, müsafire ikram eden, tirit pişiren ve suyla taharetlenen kimse
İbrahim aleyhiselâmdır. 175 sene yaşadı, âni olarak vefat etti ve Hz. Sare'nin
kabri yanına defnedildi. Hz. İbrahim Hz. Nuh'un oğlu Hâm'ın çocuklarından
Ken'an'm oğlu Nemrud'un ülkesine Peygamber olarak gönderilmişti. Süddî'nin
rivayetine göre Nemrûd Hz. İbrahim dünyaya gelmeden önce rü'yasında bir
yıldızın doğup parlaklığıyla ay ve güneşin ışığını sönük bıraktığım görmüş ve
bundan çok korkmuş, bu rüyayı tabir etmek üzere çağırdığı kâhinler ve sihirbazlar
yakında bu ülkede etrafını sönük bırakacak bir oğlan çocuğunun dünyaya
geleceğini söylemişler. Bunun üzerine Nemrud bu çocuğun dünyaya gelmesine
engel olmak için erkeklerin karılarına
yaklaşmalarını yasaklayıp bunu gözetlemek üzere her on kişinin başına bir memur
görevlendirmişti. Bir kadın hayızlandığı zaman o kadının kocasının o kadına
yaklaşmasına izin verilir, temizlenirse bu izin kaldırılırdı. Bir gün Hz.
İbrahim'in babası karısına temiz iken yaklaşma imkanı bulmuş bir yaklaşmadan da
Hz. İbrahim dünyaya gelmişti. Hz. İbrahim'i annesi bu mağarada dünyaya getirmiş
ve kimsenin görmemesi için de mağaranın kapısını iyice kapatmıştı. Kendisini
emzirmek üzere mağaraya geldiği zaman onu birinden süt, birinden su birinden
de yağ akan üç parmağını emerek gıdasını aldığım hayretle müşahede etmişti.
Hz. İbrahim kısa zamanda yetişti, annesinin yardımıyla babasıyla tanıştı.
Birgün Hz. İbrahim annesine "Benim Rabbim kimdir?" diye sordu. O da
"benim" diye cevap verdi. İbrahim (a.s.) "Peki senin rabbin kimdir?"
deyince, "Babandır", karşılığını verdi. Bu defa İbrahim (a.s.)
"öyleyse babamın Rabbi kimdir?" dedi. Annesi de
"Nemrûd'dur" diye karşılık verdi. Hz. İbrahim de o zaman
"Nemrud'un Rabbi kimdir? deyiverdi. O zaman annesi büyük bir korku ve
telaşla "sus sus!" diyerek konuşmayı kesmeye çalıştı. Biraz sonra Hz.
İbrahim'in babası geldi. Hz. İbrahim ona da bu soruları yöneltti. Babası da
Hz. İbrahim'e aynen annesi gibi cevap veriyordu. Hz. İbrahim ona "peki
Nemrud'un rabbi kimdir? deyince, babası "sus! sus!' 'diyerek kendisini
tekmelemeye başlamıştı. Nitekim Cenab-ı Hak şu âyet-i kerime ile bu gerçeğe
ışık tutmaktadır;
"And olsun biz
önceden İbrahim'e de doğru yolu bulma kabiliyetini vermiştik zaten biz onu(n
olgun insan) olduğunu biliyorduk"[214]
daha sonra Hz. İbrahim'in isteğiyle annesiyle babası onu güneş battıktan sonra
saklı kaldığı izbeden dışarı çıkardılar. Bu arada at ve sığır, deve ve koyun
cinsinden ne kadar hayvan görmüşse bunların rabbinin kim olduğunu babasına
sormaktan geri durmuyor ve bunların mutlaka bir yaratıcısı olması gerektiğini
tekrarlıyordu. Daha sonra yerlerin göklerin yaratılışım düşünüyor, benim
rabbim beni yaratan besleyip büyüten kudret sahibidir, başkası olamaz,
diyordu. Bu durum Kur'an-ı Kerim'de şöyle anlatılıyor;
"Üzerine gece
basınca (İbrahim) bir yıldız gördü,
İşte benim rabbim
dedi. Yıldız batınca;
"Batanları
sevmem" dedi ayı doğarken görünce:
"İşte bu benim
Rabbim" dedi, o da batınca;
"Rabbim bana
doğru yolu göstermeseydi elbette sapan topluluktan olurdum" dedi, Güneşi doğarken
görünce:
"Budur Rabbim, bu
daha büyük" dedi (o da) batınca dedi ki:
"Ey kavmim, ben
sizin Allah'a ortak koştuğunuz şeylerden uzağım, ben yüzümü tamamen, gökleri ve
yeri var edene çevirdim ve artık ben ona ortak koşanlardan değilim."[215]
Daha sonra Hz. İbrahim putperestlikle ve putperestlikten kaynaklanan bâtıl
inançlarla alay etmeye başladı. Kur'an-ı Kerim'de Hz. İbrahim'in tevhid uğruna
girişip sürdürdüğü bu mücadele şöyle anlatılıyor:
'Kavmi onunla
tartışmaya girişti (O, oniara) dedi ki:
Beni doğru yola
iletmişken Allah hakkında benimle tartışıyormusu-nuz? Ben sizin ona ortak
koşduğunuz şeylerden korkmam Rabbim ne dilerse o olur. Rabbim bilgice her şeyi
kuşatmıştır. Hala (kendinize gelip) öğüt al m norm usunuz? Hem siz Allah'ın,
size (tapındıklarınizın tanrı oldukları) hakkında hiçbir delil indirmediği
şeyleri ona ortak koşmaktan korkmuyorsunuz da ben nasıl sizin (O'na) ortak
koştuğunuz şeylerden korkarım? Şimdi biliyorsanız (söyleyin) iki topluluktan
hangisi (tek Allah'a inananlar mı, yoksa Allah'a ortak koşanlar mı) güvende
olmağa daha lâyıktır? İnananlar ve imanlarım bir haksızlıkla bulamayanlar...
İşte güven onlarındır. İşte doğru yolu bulanlarda onlardır. Bütün bunlar kavmine
karşı İbrahim'e verdiğimiz hüccetlerimizdir. Dilediğimizi derecelerimizle
yükseltiriz. Şüphesiz Rabbin hikmet sahibidir, bilendir."[216]
Daha sonra Hz.
İbrahim'in kavmine karşı ileri sürdüğü delillerle nasıl üstünlük kazandığı da
yine Kur'an-ı Kerim'de şöyle anlatılıyor:
"İbrahim babasına
demişti ki:
Babacığım, işitmeyen
görmeyen ve sana hiçbir şey kazandırmayacak olan şeylere niçin tapıyorsun?
Babacığım bana, sana gelmeyen bir bilgi geldi. Bana uy, seni düzgün bir yola
ileteyim. Babacığım! Şeytana tapma. Çünkü şeytan Rahman'a isyan etmişti.
Babacığım, ben sana Rahman'dan bir azabın dokunmasından korkuyorum. O zaman sen
şeytanın dostu olursun. (Babası):
Ey İbrahim sen benim
tanrılarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer (Onlara dil uzatmaktan)vazgeçmezsen,
andolsun seni taşlarım. Uzun süre benden aynî
git.” dedi. (İbrahim);
"Selâm sana
(esenlik içinde kal)" dedi. "Senin için Rabbimden mağfiret
dileyeceğim. Çünkü o bana çok lütuf kârdır. Sizden de Allah'dan başka
yaşardıklarınızdan da ayrılıyor ve yalnız Rabbime yalvarıyorum. Limanın ki
Rabbim'e yalvarmakla (sizin gibi) ha fıs) sız olmam. İşte onlardan ve onların
Allah'dan başka taptıklarından ayrılınca biz O'na İshak'i ve (İs-hak'ın oğlu)
Ya'kub'u armağan ettik ve hepsim de Peygamber yaptık."[217]
babası cevap vermekten âciz kalınca Hz. İbrahim kendi dinini açıklamanın
zamanı geldiğine inanarak, dinini ve inancını şöyle açıkladı:
"Şimdi gördünüz
mü neye tapıyorsunuz." dedi. "Siz ve eski atalarınız onlar benim
düşmammdır. Yalnız âlemlerin Rabbi (benim) dostumdur.”[218]
Bunun üzerine kavmi O'na "Sen alemlerin Rabbi demekle Nem-rud'u mu kast
ediyorsun?" dediler. Hz. İbrahim de Hayır, O'nu kast etmiyorum. O zatı
kasdediyorum ki "beni yaratan ve bana yol gösteren odur. Bana yediren ve
içiren odur. Hastalandığım zaman bana şifâ veren odur. Beni öldürecek sonra
diriltecek odur."[219]
dedi. Hz. İbrahim inancım bu şekilde açıkladıktan sonra bu hâdiseyi Nemrud
işitti ve İbrahim'i yanına çağırttı ve aralarında şu konuşma geçti "Ey
İbrahim seni gönderen, insanları kendisine ibadete davet ettiğin ve sonsuz güç
ve kudretinden bahsettiğin ilâhın nasıl bir ilâhtır?" Hz. İbrahim
"Benim Rabbim diriltir ve öldürür" Nemrud: "ben diriltir ve
öldürürüm" Hz. İbrahim bunu nasıl yaparsın?" Nemrud "iki adam
getiririm önce onları ölüme mahkum ederim boyun eğmişlerken birini affederim bu
şekilde ona hayat bahşetmiş olurum. Diğerini de idam ederim. Bu şekilde onu da
öldürmüş olurum." Hz. İbrahim "Benim inandığım Allah güneşi doğudan
getirir sen de batıdan getir" Hz. İbrahim'in bu sözü üzerinde Nemrud
şaşırıp verecek cevap bulamadı. Allah teâlâ Nemrud'un bu şaşkınlığım Kur’an-ı
Kerim'in de şöyle açıklıyor;
"İbrahim;
"Allah güneşi doğudan batıya getirir sen de onu batıdan (doğuya) Getir,
deyince inkâr eden o adam şaşırıp kaldı..."[220]
Metinde Hz.
İbrahim'in, yalan görünüp de aslında gerçek olan sözlerinin üçünü de Allah için
söylediği halde bunlardan Sâre ile ilgili olan sözünün Allah için değilmiş gibi
ifade edilmesi bu sözde Allah'ın rızasıyla birlikte Hz. İbrahim'in menfaatinin
de bulunmasındandır. Sözü geçen üç yalan, sahibinin zemmedildiği dince çirkin
görülen bir yalan değil, ancak karşıdakinin yalan zannettiği ve söyleyen
kimsenin de doğruluğunu kesinlikle bildiği sözlerdir. Meselenin bir başka yönü
de şudur ki, Hz. İbrahim'in bu sözlerinin üçünde de tevriye sanatı vardır.
Karşıdakiler bu sözlerin sadece hakiki mânâsı üzerinde durduklarından bu
sözlerin mecazi manalarını anlayamamışlardır.
Hz. İbrahim kavmine
inançlarının batılhğım ve taptıkları putlann acizliğini isbat etmek istiyordu.
Bu sırada kavmi onu her kutladıkları bayrama götürmek istediler. Yolda giderken
Hz. İbrahim onlardan şehirde yalnız kalan putları kırmanın tam zamanı olduğunu
düşünerek birden bire kendini yere attı ve "ben hastayım" dedi. Hz.
İbrahim'in kavmi "sakîm: hasta" sözünü taun hastalığı için
kullanırlardı. Hz. İbrahim'in zahirde böyle bir hastalığı yoktu, ama kavminin
putperestliğinden dolayı son derece rahatsız ve sıkıntılıydı. "Ben
hastayım" derken bu derdini dile getiriyordu. Binaenaleyh Hz. İbrahim'in
bu sözü görünüşte yalan gibi ise de aslında gerçeğin tâ kendisiydi. Daha sonra
Hz. İbrahim onların arkasından; "Allah'a and içerim ki siz dönüp
gittikten sonra pullarınıza bir tuzak kuracağım"[221]
diye haykırdı.
Nemrud'un halkı bayram
yerine giderlerken yemekler pişirip sayıları yetmişi bulan putlarının önüne
koymuşlardı. İnançlarına göre onlar bayram yerinden dönünceye kadar bu
yemeklere manevî bereket gelecekti. Hz. İbrahim elinde baltasıyla gelip
"daha yemeklerinizi yemediniz mi" diye alay ederek en büyük putun
dışında hepsini kırdı ve baltayı da onun boynuna takıverdi. Bu hâdise Kur'an-ı
Kerim'de şöyle anlatılıyor;
"Nihayet
(İbrahim) onları parça parça etti yalnız onların büyüğünü bıraktı. Belki ona
müracaat ederler diye"[222]
Nihayet Hz. İbrahim'den şüphelendikleri için Nemrud onu çağırıp, "bunları
sen mi kırdın"? diye sordu. Hz. İbrahim de bu işi büyük putun yapmış
olabileceğini söyledi. Babillilerin "Hiç put hareket eder mi? sorusunu da,
"size fayda ve zarar vermeyen hareket edemeyen şeylere niçin tapıyorsunuz?
diye cevapladı."[223]
Fakat Babil halkı sapıklıklarında
ısrar ettiler ve İbrahim'i ceza olarak ateşe attılar. Fakat Allah'ın isteğiyle
ateş bir bahçeye dönüştü.[224] Bu
mucizeyi görenlerden bazıları iman ettiler. Hz. İbrahim de onları ve ailesini
a'arak Harran'a Filistin ve Mısır'a gitti. Kudüs civarına yerleşti. Hz. İbrahim,
ailesi Sare ile yaptığı bir yolculukta zalim bir hükümdarın toprağına
uğramıştır. Bu zâlimin kim olduğu ulema arasında ihtilaflıdır. Bazılarına göre
Mısır hükümdarı Amr b. İmrü'l-Kays'dir. Bir takımları Ürdün hükümdarı Sâduf olduğunu
daha başkaları Süfyan b. Arvan nammdaki Harran hükümdarı olduğunu
söylemişlerdir. Siyer ulemasının beyânına göre İbrahim (aleyhisselâm) bir
müddet Şam'da kalmıştır. Sonra orada kıthk zuhur edince Hz. Sare ile birlikte
Mısır'a gitmiştir. Orada Firavn Sülalelerinin ilk hükümdarına tesadüf etmiş. Bu
adam uzun zaman yaşamış bir zâlim imiş. Hadisin bir riv^etine göre zalim ve
cebbar Firavn evvelâ Hz. İbrahim'e haber göndererek huzuruna celbetmiş ve ona
bu kadının kim olduğunu sormuş. Hz. İbrahim kız kardeşi olduğunu söylemiş.
Sonra Sâre'ye bunu haber vererek sorulursa onun da aynı şeyi söylemesini tenbih
etmişti. Cebbar'ın adeti evli kadınlara tecâvüzmüş. Bu tehUkeden kurtulmak
için Hz. İbrahim Hz. Sare'yi hemşiresi olarak tanıtmıştı. Gerçekte ise Hz.
İbrahim bu sözüyle Hz. Sare'nin din kardeşi olduğunu kastediyordu. îbn Cevziye
göre ise melik mecûsi idi. Mecû silerdeler kekik arısına hemşire diye hitap
ederdi. Hz. İbrahim onun dilini kullanarak zahirden bu benim ka-rımdır, demiş
oluyor. Gerçekte ise din kardeşi olduğunu kast ediyordu. Bu sözüyle de zâlim
melik'in bunu bana nikahla demesini önlüyordu.
Hz. Sare'yi melikin
huzuruna getirdiklerinde hemen tecâvüze yelten-mişse de eli şiddetle tutulmuş
hatta bir rivayette göğsüne kadar olan kısmı kurumuştur. Bunu görünce Hz.
Sare'den aman dilemiş, kurtulması için Allah'a dua etmesini istemiş.ve bir daha
tecavüze yeltenmeyeceğine söz vermiş. Hz. Sare de dua etmiş, neticede Firavn'ın
eli eski haline dönmüşse de zalim Firavn verdiği sözü hemen unutarak tekrar tecâvüze
kalkışmıştır. Bu üç defa tekerrür etmiş. Nihayet sözünde durmuş ve Hz. Sare'nin
bir şeytan olduğu kanaatine vararak onu getireni çağırtmış ve Sare'nin derhal
Mısır toprağından çıkarılmasını, kendisine Hacer namındaki hizmetçinin de
hediye edilmesini emretmiştir. Çünkü îslâmiyetten önce insanlar cin ve şeytan
meselesini son derece büyütür, görülen her olağan üstü şeyin onlar tarafından
yapıldığına inanırlardı. Fir'avn'ın Hz. Sare'ye Hacer-i bağışlamasının sebebi,
onun cin olduğuna inanması ve zarar getirmesinden bu suretle kurtulmak
istemesi olsa gerektir.
Bu zâlim hükümdar
hakkında Hz. Sare'nin duası şu olmuştur: "Alla-hım! bilirsin ki sana ve
Rasûlüne iman etmiş bir kimseyim. Namusumu da korumuşumdur. Binaenaleyh bu
kâfiri bana musallat kılma."
Ebû Davud'un mevzumuzu
teşkil eden hadisin sonuna ilâve ettiği taliki Buhârî Ebü'l-Yeman, Şuayb,
Ebü'z-Zinâd, el-A'rac, Ebu Hureyre senediyle Rasûl-î Ekrem'e ulaştırmıştır.
Buhârî'nin bu hadisi şu mealdedir: Ebu Hureyre den Rasülullah (s.a.)'ın şöyle
hikâye buyurduğu rivayet edilmiştir:
"İbrahim
aleyhisselâm (bir kere hanımı) Sâre ile sefer etmiş de onunla bir şehre
gelmiştir. Orada meliklerden biri, yahut zalimlerden birisi hükümrân idi. Bu
zalime:
İbrahim, kadınların en
güzel olanlarından birisiyle (şehre) girdi diye bildirdiler. Melik:
Ya İbrahim, yanındaki
kadın neyindir? diye haber gönderdi, İbrahim:
(Din kardeş)
hemşiremdir. diye cevap verdi. Sonra İbrahim dönüp Sare'nin yanına geldi ve:
Sakın sözümü tekzib
etme! Ben bunlara senin kızkardeşim olduğunu söyledim. Allah'a yemin ederim ki
yeryüzünde (bizim iman ettiğimiz esaslara) benden ve senden başka iman eden
hiçbir kişi yoktur! buyurdu ve Sare'yi Melik'e gönderdi. (Saraya varınca) Melik
Sar e için ayağa kalktı. Sare de hemen abdest alıp namaza durdu. (Namazdan)
sonra;
Ya Rab, ben sana ve
senin Peygamberine iman ettimse ben kadınlığımı, zevcimden başkasına karşı
ebedî muhafaza eyledimse, benim üzerime şu kâfiri musallat etme!? diye dua
etti. Herifin derhal nefesi boğuldu. Horlamağa hatta ayağıyla yere vurup
tepinmeğe başladı. Ebu Hüreyre (devamla) demiştir ki Sâre:
Allahım, eğer bu herif
ölürse bunu bu kadın öldürdü denilir" diye endişe gösterdi. Bunun üzerine
adam sarasından kurtuldu. Sonra Hz. Sare:
Allahım, ben sana ve
senin peygamberine iman ettimse ben kadınlık şerefimi zevcim müstesna olmak
üzere herkese karşı korudumsa, şu kâfiri üzerime musallat etme.' diye dua etti.
Herifin derhal nefesi tıkandı, horlamağa, hatta ayağıyla yere vurup tepinmeye
başladı. Ebu Hüreyre (rivayetine devam ederek) demiştir ki Sâre:
Ya Rab, Bu herif
ölürse bunu bu kadın öldürdü denilir, (diye endişe izhar eyle)di. bunun üzerine
adam sarasından ikinci yahut üçüncü (defa) da kurtuldu. Bunun üzerine Melik
saraydaki adamlarına:
Siz bana (insan değil)
muhakkak bir şeytan göndermişsiniz, bu kadını İbrahim'e geri gönderiniz.
Hacer'i de Sare'ye veriniz, dedi. Sonra Sare İbrahim (a.s.)'a dönüp geldi ve
ona (durumu) anlatarak,
Anladın mı zevcim.
Allah kâfiri rezil etti. Bir cariyeyi de hizmetçi verdi.[225]
1. Bu hadis-i
şerifte anlatılan hâdise İbrahim aleyhisselam hakkında bir mucize ve Hz. Sare
hakkında bir keramettir. Keramet haktır.
2. Peygamberler
hakkında yalan söylemek düşünülemez. Ancak tebliğin dışındaki mevzularda dış
görünüşü bakımından yalan, fakat aslıda gerçek olan sözlerin Peygamberlerden de
sâdır olması mümkündür.
Bu mevzuda el-Mâzirî
şunları söylüyor: "Allah teâladan gelen bir hükmü tebliğ hususunda yalan
söylemekten bütün Peygamberler masumdurlar. Bu husustaki yalanın azı çoğu
müsavidir. Tebliğ kabilinden olmayıp da dünya işlerine ait ufak yalanların
vukuunun mümkün olup olmayacağı hususunda selef ve haleften iki görüş rivayet
olunmuştur:
Kadı Iyâz da şunları
söylemiştir. Sahih olan şudur ki, tebliğ kabilinden olan hususlarda
Peygamberlerin yalan söylemesi düşünülemez. Küçük günahları onlara caiz görelim
görmeyelim, söylenen yalan az olsun, çok olsun hüküm budur. Çünkü Peygamberlik
makamı yalandan münezzehtir. Peygamber hakkında yalanı caiz görmek onların
sözlerine itimadı kaldırır. Rasûl-i Ekrem'in Hz. İbrahim hakkında "Yalan
söyledi" demesi bir tevriyeden başka bir şey değildir. Şayet bu sözün
gerçek manada kullanıldığı kabul edilse bile Hz. İbrahim'in söylediği kabul
edilen bu yalanlar yalan söylemenin caiz olduğu yerlerde söylenmiştir. Çünkü
insanın nefsini bir zâlimin elinden kurtarmak veya malını gasbetmek isteyen
kimseye engel olmak için yalan söylemesi meşrudur.[226]
3.
"Kardeşim" sözüyle din kardeşini kastetmek meşrudur. İki zarardan
daha ağırından kurtulmak için en hafifini seçmek meşru kılınmıştır. Bu bakımdan
zâlimin vereceği büyük zarardan kurtulmak için daha hafif olan tekliflerine
boyun eğmek caizdir. Nitekim Allah teâla ve tekaddes hazretleri, "kalbi
imanla yatışmış olduğu halde (inkara) zorlanan müstesna inandıktan sonra
Allah'ı inkar eden ve küfre göğüs açan (küfürle sevinç duyan) kimselere
Allah'tan bir gazab iner ve onlar için büyük bir azab vardır"[227]
buyurmuştur. Bu âyet-i kerime annesi ile babası küfre zorlanarak gözünün önünde
öldürülen ve Ölüm tehdidi altında Allah'a ve Peygamber'e küfrettirilen Ammar b.
Yâsir hakkında inmiştir. Kalbi imanla dolu bir kimsenin baskı altında küfrü
icabettiren bazı sözler söylemesinin onun imanına bir zarar vermeyeceğini ilan
ve ifade etmektedir.
4. Allah
teâla salih kullarının derecelerini yükseltmek için ve onların faziletlerini
izhar etmek için onları çeşitli şekillerde imtihan eder.
5. İhlâsla
yapılan dualar makbuldür.[228]
2213. ...İbnü'1-AIa
el-Beyazî dedi ki: Ben kadınlarla kimsenin gücünün yetmeyeceği kadar (çok) temasta
bulunabilen (şehvetli) bir adamdım. Ramazan ayı girince bana zarar gelecek bir
şekilde karıma yaklaşmaktan ve nihayet (o şekilde) sabahlamaktan korktum da
Ramazan ayı çıkıncaya kadar karımdan ziharda bulundum. Bir gece bana hizmet
edip dururken birdenbire,vücudunun bir kısmı açılıverdi. (Bunun üzerine) ona
yaklaşmaktan kendimi alıkoyamadım. Sabah olunca çıktım kavmime (uğradım) ve
olayı onlara anlattım ve;
Haydi Rasûlullah
(s.a.)'a gidelim, dedim;
Hayır vallahi olmaz,
dediler. Bunun üzerine Peygamber (s.a.)'a varıp durumu anlattım;
"Sen mi bu işi
yaptın ey Seleme?" buyurdu. Ben de iki defa;
Bunu ben yaptım ya
Rasûlallah, dedim (ve şunları ilâve ettim), ve ben Allah'ın emrine sabrederim
benim hakkımda Allah'ın sana bildirdiği şekilde hüküm ver. diyerek sözlerimi
bitirdim. (Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de);
"Bir köle flzflt
et" buyurdu. Ben de;
Seni hak ile gönderen
zata yemin ederim ki (şu nefsimden ) başka bir köleyi azat etmeye gücüm yetmez,
dedim ve boynumun üzerine vurdum. (Bunun üzerine);
"İki ay üst üste
oruç tut" buyurdu (ben de) dedi(m ki);
Benim şu başıma gelen
ancak oruç yüzünden geldi. (Bunun üzerine)
"(Öyleyse) altmış
fakire bir vesk hurma yedir" buyurdu. Ben de;
Seni hak ile gönderen
için (elimizde) hiç yiyecek yoktur, dedim. Bunun üzerine;
"Sen Züreyk
oğullarının sadakasını toplayan memura git o da sadakayı sana versin sen de
yoksullara 60 vesk hurma ver ve kalanını da ailenle birlikte ye" buyurdu.
Bunun üzerine kavmime döndüm ve onlara;
Sizin yanınızda darlık
ve kötü düşünce(ler)le karşılaşmışken Peygamber (s.a.)'in yanında genişlik ve
güzel düşünce(ler) buldum. Sizin sadakalarınızın bana verilmesini
emretti" dedim.
(Bu hadîse) İbn el-AIa
(şu sözleri) ilave etti;
"İbn İdris,
Beyade'nin Züreyk oğullarından bîr kol olduğunu söyledi."[229]
Zihar bir kimsenin
kendi zevcesini veya onun boynunu veya yarı, üçte bir gibi vücudundan bir kısmı
kendisine nikâhı ebediyyen haram olan bir kadına veya onun bakılması caiz olmayan
bir organına benzetmek demektir. Böyle bir benzetme yapan şahsa
"müzahir", kendisine benzetilen kadına da "müzaherun bina"
denilir. "Sen bana veya bence anamın arkası gibisin", "ben sana
müzahirim", "ben sana zihar ettim" "senin başın" veya
"yarım tarafın validemin arkası gibidir" sözlerini sarf etmek gibi. "Senin
elin veya ayağın annemin sırtı gibidir" sözleriyle ise, zihar vücuda
gelmez.[230]
Bu şekilde yeminin
hükmü, erkek keffâret vermedikçe karısının kendisine haram olmasıdır. Keffâret
vermedikçe karısını öpemez, okşayamaz ve onunla münâsebette bulunamaz. Zihar
halinde nikah devam eder.
Ziharın keffâreti ise,
bir köle azad etmek, gücü yetmiyorsa aralıksız altmış gün oruç tutmak, ona da
gücü yetmiyorsa, sabahlı akşamlı altmış fakiri doyurmaktır.[231]
1. Muvakkat
ziharlar da mutlak ziharlar gibi ebedıdır. Erkek keffaretını ödemedikçe
karısına yaklaşamaz. Çünkü bu hadisin zahirinden anlaşılan budur.
İmam Şafiî'ye göre
geçici bir süre için yapılan zihar, zihar hükmünde değildir. Hanefi ulemasıyla,
cumhur-u ulemaya göre ise, muvakkat zihar yapan bir kimse, o süre içerisinde
karısına yaklaşırsa keffaretini ödemesi gerekir. Sürenin bitiminden sonra
yaklaşmasından dolayı hiçbir şey ödemesi gerekmez, tbn Ebi Leylâ'ya göre süre
bittikten sonra o kimsenin kesinlikle keffâret ödemesi gerekir. Yeminine riayet
etmiş olması onu bu keffaretten kurtaramaz.
2. Zekatın
tamamını zekat verilmesi gereken sekiz sınıftan herhangi birine vermek caizdir.
3. Tamamen
işe yaramaz bir hale gelmiş olmamak şartıyla körlük, topallık yaşça küçük olmak
bir eliyle bir ayağın çaprazlama kesikliği, bağırınca duymaya engel olmayan
sağırlık gibi kusurları olan köleleri.azat etmek zihar keffâreti için
yeterlidir. Bunda bütün ulema ittifak etmişlerdir. Hanefi ulemasına göre katil
keffâretinin dışındaki keffâretler için kâfir köleleri azat etmek de caizdir.
Diğer üç mezhebin imamları ile cumhura göre ise, zihar için azat edilecek
kölenin mü'min olması gerekir. Hanefi uleması bu mevzuda hüküm verirken bu
mevzudaki delillerin mutlak oluşundan hareket etmiş, diğer ulema ise, katil
keffâreti ile ilgili âyetteki kaydın zihar keffâretiyle ilgili âyeti de
kayıtlaması gerektiği noktasından hareket etmiştir.[232]
4. Zihar
yapan kimse köle azâd etmeye ve oruç tutmaya gücü yetmezse o zaman altmış
fakirin herbirine bir sa' (3300 küsur gr.) hurma, arpa, kuru üzüm verebileceği
gibi yarım sa' buğday da verebilir. Bunların kıymetini vermesi de caizdir.
Hanefi ulemasına göre sabahlı akşamlı altmış fakiri doyurmak da zihar keffâreti
için yeterlidir. Fakat altmış günde bir fakire verilmesi gereken ikişer öğünlük
yemekleri veya bunların değerini bir günde bir fakire verivermek keffâreti
ödemez. Çünkü bu şekilde ödenen keffâret, bir günlük keffâret yerine geçer.
Zihar keffâreti için bir fakiri ibaha veya temlik suretiyle 60 gün doyurmak
icab eder. Çünkü burada önemli olan bir fakirin ihtiyacını karşılamaktır,
fakirin ihtiyacı ise her-gün değişebilir.
İmam Malik ile
Şafiî'ye göre ise bir memlekette yetişen gıda maddelerinden en çok hangisi
yetişirse o maddeden bir müdd (yaklaşık 1100 gr.) verilir. Delilleri ise, şu
hadis-i şeriftir: "Altmış yoksulun yedirilmesi için şu arak (onbeş veya
onaltı sa'lık zenbil)i ona ver"[233]
İmam Ahmed'e göre zihar yapan bir kimsenin keffâret olarak altmış fakirden her
birine bir müd buğday veya yarım sa' hurma ya da arpa verilmesi gerekir. Delili
ise şu hadis-i şeriftir: "Beyâze oğullarından bir kadın yarım vesk arpa
getirdi de Peygamber (s.a.) zihar yapan kimseye işte bunu (fakire) yedir. Çünkü
iki müdlük arpa bir müdlük buğdayın yerini tutar buyurdu.[234]
5. Zihar
keffâreti âciz durumda olan kimseden tamamen düşmez. Onu köle azad ederek
ödeyemeyen kimse iki ay oruç tutarak, ona da gücü yetmezse altmış fakiri geceli
gündüzlü doyurarak öder. Mezheb imamlarının görüşü bu olduğu gibi ulemanın
büyük çoğunluğu da bu görüştedirler.[235]
2214.
...Huveyle bint Mâlik b. Sa'lebe'den; demiştir ki: Kocam Evs b. es-Sâmit bana
zihar uygulamıştı. Ben de Rasûlullah (s.a.)'a varıp (ondan) yakındım.
Rasûlullah (s.a.);
"Allah'tan kork,
o senin amcanın oğludur" diyerek onun hakkında benimle tartışıyordu. (Bu
tartışmaya) devam ettim, nihayet benim hakkımda Kur'an(dan) “Allah kocası
hakkında seninle tartışan ve Allah'a şikâyette bulunan kadının sözünü
işitti"[236] (ayeti kerimesinden
itibaren zihar için) farz (kılman keffâreti açıklayan kı-sım)a kadar (olan
âyetler) nazil oldu. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.);
"(O halde kocan)
bir köle azad eder" buyurdu. (Huveyle de);
O, (köle azl edecek
gücü kendisinde) bulamaz, dedi. (Rasûl-i Ekrem de);
"(Öyleyse) Peşi
peşine iki ay oruç tutar," buyurdu (Huveyle);
-Ya Rasûlallah o yaşlı
bir kimsedir. Onda oruç (tutacak bir güç) yoktur diye cevap verdi. (Rasûl-i
Ekrem de);
"Öyleyse altmış
yoksulu doyursun" buyurdu. (Huveyle de);
Onun yanında (zihar
keffâretine yetecek kadar) dağıtabileceği (bir mal) yoktur. (Daha sonra Huveyle
şunları) rivayet etti; Hemen o anda (Rasûlü Ekremin emriyle) bir arak hurma
getirildi. Bende;
Bir arakla ona ben de
yardım edebilirim, dedim.
Aferin sana git o iki
arak (hurmay)ı onun adına altmış yoksula yedir ve amcanın oğluna dön,"
buyurdu.
(Bu hadisi nakleden
râvilerden Yahya b. Âdem); Arak altmış sa'dır, dedi.
Ebû Dâvûd dedi ki:
"bu meselede benim görüşüm (şudur) Huveyle (kocasının) iznini almadan
onun keffâretini ödemiştir. (Huveyle'nin kocası olan) bu (kimse) Ubâde b. es-Sâmit'in
erkek kardeşidir.”[237]
Hz. Huveyle kocasını şikâyet etmek üzere Rasûl-i
Ekrem in yanına gittiği zaman orada inen ayet-i
kerimelerin mealleri şöyledir: "Allah kocası hakkında seninle
tartışan ve Allah'a şikayette bulunan kadının sözünü işitti. Allah sîzin
konuşmanızı işitir. Çünkü Allah işitendir, görendir. Sizden kadınlarına zihar
edenler, bilmelidirler ki o kadınlar, onların anaları değillerdir. Onlann
analan, ancak kendilerini doğuran kadınlardır. Onlar çirkin ve yalan olan bir
söz söylüyorlar.
(Geçmişte böyle birşey
yapmış olanları ve tevbe edenleri Allah affeder) şüphesiz Allah affedici,
bağışlayıcıdır. Kadınlarına zihar edip sonra söylediklerinden dönenler
kanlarıyla temas etmeden önce bir köleyi hürriyete kavuştursunlar. Size öğütlenen
(hüküm) budur. Allah yaptıklarınızı haber almaktadır. Buna imkân bulamayan
temaslarından önce aralıksız olarak iki ay oruç tutsun buna da gücü yetmeyen
altmış fakiri doyursun. Bu (açıklama) Allah'a ve Rasulüne inanmanız içindir.
Bunlar Allah'ın sınırlarıdır, (bunları kabul etmeyen) kâfirler için acı bir
azab vardır."[238]
Bu hadis-i şerifte
karısına ziharda bulunup da azat edecek bir köle bulamayan bir kimsenin
keffâret olarak aralıksız olarak iki ay oruç tutması gerektiği ifade bu
vurulmak tadır. Binaenaleyh bu durumda olan bir kimsenin aralıksız olarak
tuttuğu bu oruçlar iki ayı bulmadan Ramazan ayı girecek olursa, Ramazan ayından
sonra yeniden aralıksız olarak altmış gün oruç tutması gerekir. Çünkü sıhhati
yerinde ve mukim olan bir kimsenin Ramazan ayında tuttuğu oruç hangi niyyetle
tutulursa tutulsun Ramazan orucundan sayılır. Fakat hasta ya da yolcu.olan bir
kimsenin imam Ebu Hanife'ye göre başka bir farz veya vâcib oruç tutması
caizdir. İmam Malik ile İmam Ebû Yusuf ve Muhammed'e göre ise, Ramazan ayında
yolcularla hastaların tuttuğu oruçlar da hangi niyyetle tutulursa tutulsun yine
de Ramazan orucundan sayılırlar. Binaenaleyh Ramazan'da keffâret orucu
tutulamaz. Araya oruç tutmak yasak olan bir günün girmesi de aralıksız olma
şartını ihlâl edeceğinden keffâret orucunun edasına engel teşkil eder zihar
yapan bir kimse eğer iki aylık orucu devam ederken unutarak veya kasden zihar
yaptığı hanımıyla cinsi münâsebette bulunursa, imam Ebu Hanife ile İmam
Muhammed'e göre orucuna yeniden başlar. İmam Ebu Yusuf'a göre ise, geceleyin
hanımıyla münasebette bulunması keffâret orucunun edasına engel teşkil etmediği
gibi gündüzün unutarak münâsebette bulunması da bir engel teşkil etmez. Zihar
yapan kimsenin orucuna ara vermesi halinde altmış gün oruç tutmak üzere yeniden
oruca başlaması gerektiği görüşünde üçü de ittifak etmişlerdir. "Bir arak
hurma 2216 numaralı hadiste ifade edildiği gibi Ebu Seleme'ye göre 15'sa'dır.
Mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerîfte beyan edildiği üzere Yahya b. Adem'e göre
"bir arak" altmış sa'dır. Fakat Yahya'nın bu rivayeti münkerdir. Ebu
Seleme'den gelen münker bir rivayete göre de bir arak 30 sa'dır.[239]
Bunlar içerisinde en sahih rivayet bir arakm 15 sa olduğunu ifade eden
rivayettir. Bilindiği gibi kesirlere bakılmazsa bir ırak.sa'ı 1040 örfî dirhem
o da
Her ne kadar musannif
Ebû Dâvud Hz. Huveyle'nin kocasının zihar keffâretini ondan habersiz olarak
ödediğini ifâde ediyorsa da diğer rivayetlerden anlaşıldığı üzere Hz.
Huveyle'nin bu keffârete yardımcı olmak istediğini söylediği sırada kocasının
da orada bulunması Hz. Huveyle'nin bu keffâreti kocasının izniyle ödediğini
ortaya koymaktadır.[240]
2215.
...(Önceki hadisin) bir benzeri de İbn İshak'dan aynı senedle rivayet
olunmuştur. Ancak Muhammed b. Seleme (bu hadisi îbn İshak'tan rivayet ederken)
"Bir arak otuz sa'a denk bir zenbildir" dedi.[241]
Ebû Dâvûd dedi ki: Bu
hadis (önceki) Yahya b. Âdem hadisinden daha sahihtir.[242]
Bu hadisin önceki
hadisten daha sahih olması "arak" kelimesinin tefsiri yönündendir.
Çünkü eğer bir önceki hadiste Yahya b. Adem'in dediği gibi bir arak altmış sa'
olsaydı o zaman Hz. Evs'e keffâreti ödemesi için karısı yardım etme lüzumunu
hissetmezdi. Bu bakımdan Musannif Ebû Dâvud, bu hadisteki arak hakkındaki
tefsirin bir önceki tefsirden daha makul olduğunu söylemiştir. Ancak Ebû
Davud'un bu sözü, en doğru tefsirin bu tefsir olduğu manasına gelmez. Sadece
"iki zayıf tefsirden en makul olanı" mânâsına gelir. Bir önceki
hadis-i şerifin şerhinde de açıkladığımız gibi aslında bu mevzudaki tefsirler
içerisinde en doğru olanı bir arakın onbeş sa' olduğunu ifâde eden tefsirdir.
Nitekim 2216 numaralı hadis bunu ifade ettiği gibi Tirmizî'nin rivayet ettiği
bir hadis-i şerifte de bir arak 15 sa' olarak tefsir edilmektedir.[243]
2216. ...Ebu
Seleme b. Abdirrahman'dan; demiştir ki; "Bir arak' onbeş sa'ı (içine) alan
bir zenbildir."[244]
Bu eseri musannif Ebû
Davud'un senediyle Beyhakî de rivayet etmiştir. Tirmizî ise bu hadisi şu manaya
gelen lâfızlarla rivayet etmiştir. "Ebu Seleme ve Muhammed b. Abdurrahman
(r.a.)'dan rivayet edilmiştir; Beyâdâ oğullarından Selmân b. Sahr-el-Ensarî
Ramazan ayı çıkıncaya kadar karısını kendisine annesinin sırtı gibi kılmış
(karısına zihar yapmış) idi ve Ramazanın yarısı geçince de geceleyin ona
yaklaştı. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.)'e gelerek durumu anlattı. Rasul-i
Ekrem; "bir köle azâd et" buyurdu, Selmân; "Elim ona ermez"
dedi. "O halde aralıksız olarak iki ay oruç tut", buyurdu.
"Gücüm yetmez" dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) Ferve b. Amr'a
(hitaben) "altmış yoksulun yedirilmesi için şu arak (onbeş veya on altı
sa'lık zenbil)i ona ver" buyurdu.[245]
Tirmizî bu hadisin hasen olduğunu söylemiş ve bir ara-kın onbeş sa' ettiğini
ifâde eden açıklamayı da Ebu Seleme b. Abdurrahman'dan rivayet etmiştir.
Aslında zihar yapan
bir kimsenin keffâret olarak bir arak hurma tasadduk etmesi gerektiğinde
ihtilâf yoktur. İhtilâf mevzuu olan zihar keffâreti için tasadduk edilecek
hurmanın hangi hacimdeki arak ile verileceğin-dendir. Çünkü büyük, orta ve
küçük çapta olmak üzere üç ayrı çap ve hacimde arak vardır. Bu mevzudaki
hadislerin her birini diğerine tercih etmek mümkün olmadığından muzdaribdirler.
Tirmizî'nin beyânına göre zihar keffâreti mevzuunda ilim adamlarının ameli bu
hadis üzeredir.[246]
2217. ...Şu
(bir önceki) hadis Süleyman b. Yesâr'dan da rivayet olunmuştur. (Süleyman b.
Yesar'ın bu hadisi kendisinden rivayet ettiği Seleme b. Sahrin) dedi(ğine
göre); Rasûlullah (s.a.)'e onbeş sa'a yakın bir hurma getirilmiş (Rasul-i Ekrem
de) o hurmayı
"Bunu dağıt"
diye ona vermiş. (Seleme b. Sahr da);
Ya Rasulallah, benden
ve ailemden daha fakır birine mi? (vereyim) cevabını vermiş. Bunun üzerine
Rasûlullah (s.a.)'de;
"Onu ailenle
beraber ye!" buyurmuştur.[247]
2213 numaralı hadis-i
şerifte Rasûl-i Ekrem'in Seleme b. Sahr'a keffâret için gerekli hurmayı te'min
etmek üzere Züreyk oğullarının zekâtını toplayan me'mura gidip topladığı
zekâtları ondan almasını ve o zekâtlarla keffâretini ödeyip kalanı da ailesiyle
birlikte yemesini tavsiye ettiği ifâde edilirken mevzumuzu teşkil eden bu
hadis-i şerifte Rasûl-i Ekrem'e onbeş sa' kadar bir hurma getirildiğinden ve
Seleme b. Sahr'a bunu fakirlere dağıtmasını emredince Seleme'nin Medine'de
kendisinden ve ailesinden daha fakir bir kimsenin bulunmadığını söylemesi
üzerine "öyleyse bunu ailenle birlikte ye" buyurmasından bahsedilmesi
iki hadis arasında bir çelişki olduğu manasına gelmez. Çünkü önce sözü geçen
hurma Rasûl-i Ekrem'e gelmiş, Rasûl-i Ekrem de Hz. Seleme'ye bunu dağıtmasını
emredince onun cevabından Hz. Seleme'nin Medine'nin en fakiri olduğunu anlamış,
bunun üzerine de onu Züreyk oğullarından toplanan zekâtları alıp dağıtmak ve
kalanım da ailesiyle birlikte yemek üzere Züreyk oğullarının zekât memuruna
göndermiştir.[248]
2218.
...Ubâde b. Sâmit'in kardeşi Evs'den rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.),
kendisine altmış fakire yedirmek (üzere) on beş sa' arpa vermiştir.[249]
Ebû Dâvud dedi ki: (Bu
hadisi Evs'den aldığını söyleyen) Ata (aslında) Evs(in devrin) 'e
yetişmemiştir. (Çünkü) Evs Bedr halkın-dandır, ölümü (Ata'nm dünyaya
gelmesinden) öncedir. (Dolayısıyla) bu hadis mürseVdir. (Muttasıl bir senedle
rivayet edildiği bilinmemektedir) Onü ancak Evzâî- Ata- Evs yoluyla (mürsel
olarak) rivayet etmişlerdir.[250]
2214 numaralı hadis-i
şerifte Rasüi-İ Ekrem'in Hz. Evs'e 60 sa', 2215 numaralı hadiste ise, 30 sa'
hurma verdiği ifade edilirken bu hadis-i şerifte onbeş sa' arpa verdiğinden
bahsetmesi bu rivayetler arasında bir çelişki bulunduğunu göstermez. Çünkü sözü
geçen hadis-i şeriflerde anlatılan hadiselerin ayrı ayrı zamanlarda meydana
gelmiş, ayrı ayrı olaylar olması mümkündür. Bu ihtimâle yer olmadığı düşünülse
bile mevzumuzu teşkil eden hadis mürsel denilen zayıf hadislerden olduğu için
Rasûl-i Ekrem'in Hz. Evs'e hurma verdiğini ifade eden hadis-i şerifler buna
tercih edilirler. Böylece çelişki meselesi ortadan kalkmış olur.[251]
2219.
...Hişam b. Urve'den rivayet edildiğine göre, Cemile (ismiyle de anılan
Huveyle bint Mâlik) Evs b. es-Sâmit'in nikahı altında idi. (Evs) kendisinde
cinnet bulunan bir adamdı. Cinneti arttığı zaman karısına zihar yapardı. Bunun
üzerine noksan sıfatlardan münezzeh olan yüce Allah onun hakkında zihar
keffâreti (âyet-i kerimesini) indirdi.[252]
Hattâbi'nin beyânına
göre Hz. Evs b. es-Sâmit'in cinnetinden maksat, delilik
manasına gelen bir cinnet değil, kadınlara karşı taşıdığı cinnet
derecesindeki şehvetidir. Çünkü o delilik alâmetleri gösteren bir mecnun
olsaydı hakkında keffâret âyeti nazil olmazdı. Bazıları İbn Sa'd'ın
Tabakat'ında geçen "Onun bazan ayık hâlinde iken karısına kızarak gerçek
manada delilik alemetleri gösteren bir mecnun olduğunu söylemişlerdir. Fakat
birinci görüş daha kuvvetlidir. Nitekim 2213 numaralı hadis-i şernifde birinci
görüşü desteklemektedir. Hz. Evs hakkında nazil olan zihar keffâretiyle ilgili
âyet-i kerimeler şu mealdedirler: "Kadınlarına zihar edip, sonra
söylediklerinden dönenler, kanlarıyla temas etmeden önce bir köleyi hürriyetine
kavuştursunlar. Size öğütlenen hüküm budur. Allah yaptıklarınızı haber
almaktadır. Buna imkân bulamayan(lar) temaslarından önce aralıksız olarak iki
ay oruç tutsunlar), buna da gücü yermeyen altmış fakiri doyursun.”[253]
2220.
...(Bir önceki hadisin) bir benzeri de Aişe (r.anha)dan rivayet olunmuştur.[254]
Hz. Âişe'den rivayet
edilen bu hadisin metni şu meâldedir: "Cemile, Evs b. es-Samit'in hanımı idi. Evs ise
kendisinde cinnet bulunan bir adamdı. Cinneti şiddetlendiği zaman karısına
zihar yapardı. Bunun üzerine Allah teâla Evs hakkında zihar keffâreti âyetini
indirdi. Hâkim bu hadisin Müslim'in şartına göre sahih olduğunu söylemiştir.[255]
2221. ...îkrime'den
rivayet olunduğuna göre bir adam karısına zihar yapmış, Keffâret(ini) vermeden
onunla cinsi münâsebette bulunmuş. Peşinden Nebî (s.a.)'e gelip bunu anlatmış.
(Hz. Peygamber de);
"Seni (bu)
yaptığın işe iten (sebeb) nedir?" diye sormuş, (o sahâbî de):
Ay (ışığın)da
inciklerini görmemdir, diye cevap vermiş. (Rasûl-i Ekrem de):
"Öyleyse
keffâretini ödeyinceye kadar ondan uzaklaş." buyurmuştur.[256]
Zihar bir yemin
çeşididir. Kocanın karısını, annesi, kayınvalidesi, kız kardeşi gibi kendisiyle
evlenmesi ebeddiy-yen haram olan bir kadının bakılması caiz olmayan yerine
benzeterek ona yaklaşmamaya yemin etmesidir. Kelime "sırt" manasına
gelen "zahr"dan türemiştir. Câhiliyye arapları, zihar yapan kimsenin
karısının kendi annesi durumuna geleceğine inandıkları için artık o kadının
boşanmış olduğuna hükmederlerdi. İslam dini araplar arasında yaygın olan bu
eski geleneğin yanlış bir zandan ibaret olduğunu, bir sözle icadının, kocasının
anası olamayacağını bildirdi. Ancak bu sözü söyleyen kimse bir günah işlemiş
olacağından fakirlerin lehine olmak üzere bir keffâret cezası koydu. Bu
hadis-i şerif, muttasıl hadislerle desteklenen mürsel bir hadistir.[257]
1. Zihar
yapan bir kimsenin keffâretini ödemeden karısıyla cinsi münasebette bulunması
haramdır. Bunda bütün ulema ittifak etmiştir.
2. Zihar
yapan bir kimsenin keffâretini ödemesi üzerine farzdır. Keffâreti ödemeden önce
zihar yaptığı kadınla cinsi münâsebette bulunması o kimseden keffâreti düşürmez.
3. Zihar
yapan bir kimse zihar keffâretini yapmadan önce karısına yaklaşırsa, ona ikinci
bir keffâret lâzım gelmez. Sadece zihardan dolayı üzerine borç olan keffâreti ödemekle
yetinir. Dört mezhep imamı da dahil olmak üzere cumhurun görüşü budur.
Nitekim Tirmizî'nin
rivayet ettiği şu hadis-i şerif de, bu görüşü te'yid etmektedir:
"Keffâretini ödemeden cinsi münasebette bulunan müzahir (zihar yapan
kimse) hakkında Rasûlullah; "bir keffâret" buyurdu.”[258]
Tirmizî rivayet etmiş
olduğu bu hadis-i şerif hakkında şunları söylüyor; "Bu hadis garibdir.
İlim adamlarının çocuğunun ameli bu hadis üzeredir. Süfyân es-Sevrî, Mâlik,
Şafiî, Ahmed ve İshak'ın görüşü budur. Bazı ilim adamları da, "keffâretini
vermeden önce karısına yaklaşan müzahir üzerine iki keffâret lâzım gelir"
diyorlar. Abdurrahman b. Mehdi'-nin kavli de budur."[259]
Zihar yapan kimsenin,
keffâretini ödemeden önce öpüp okşamak şehvetle fercine bakmak gibi cinsî
münasebete davet eden hareketlerde bulunmasının caiz olup olmaması meselesinde
ulema ihtilaflıdır. Hanefî uleması ile cumhura göre bu gibi fiiller de aynen
cinsi münâsebet hükmündedir. Delilleri ise, "kadınlarına zihar yapıp da
sonra söylediklerinden dönenler, hanımlarıyla temas etmeden önce bir köleyi
hürriyete kavuştursunlar. Size öğütlenen (hüküm) budur. Allah yaptıklarınızı
haber almaktadır"[260]
âyet-i kerimesidir. Çünkü âyet-i kerimede geçen "temas etme"
kelimesinin kapsamı içerisine öpmek okşamak gibi cinsi münâsebete teşvik eden
hareketler de girmektedir. Âyette geçen temas! kelimesini mecazî olarak cinsî
münâsebet manasına hamletmeye gerek olmadığı gibi şehvetsiz dokunmanın, âyetin şümûlu dışında
kaldığına dair icma da, temas kelimesinin mecazî olarak cinsî münâsebet
mânâsına hamlini gerektirmez.
îmam Sevrî'ye ve imam
Şafiî'nin bir kavline göre ise, müzahire keffâretten önce haram olan sadece
cinsi münâsebette bulunmaktır. Cinsî münâsebete davet eden öpmek ve okşamak
gibi fiiller haram değildir.[261]
2222. ...İkrime'den
rivayet olunduğuna göre bir adam karısına zihar yapmış kısa bir süre sonra da
ay(ışığın)da onun inciğinin pırıltısını görünce (dayanamayıp) onunla cinsi
münâsebette bulunmuş. Bunun üzerine Peygamber (s.a.)'e gelmiş (Hz. Peygamber
de) ona keffâret ödemesini emretmiştir.[262]
2223.
...(Önceki hadisin) bir benzeri de İbn Abbas'dan (naklen) Peygamber (s.a.)'den
rivayet olunmuştur (ancak îsmail b. Uleyye bu hadisi naklederken)
"incik"den ^bahsetmemiştir.[263]
2224.
...Daha önce geçen (2222 numaralı) Süfyan hadisinin bir benzerini de İkrime
Peygamber (s.a.)'den naklen rivayet etmiştir.[264]
2225. ...Ebû
Dâvud dedi ki, Muhammed b. İsa'yı bu hadisi rivayet ederken işittim. Diyordu
ki: el-Mu'temir; "ben el-Hakem b. Eban'ı şu (bir önceki) hadisi
naklederken işittim (fakat Eban bu hadisi naklederken) îbn Abbas'ı anmadı.
(Sadece İkrime'den demekle yetindi,)"[265]
dedi.
Ebû Dâvud dedi ki:
"Bana Huseyn b. Hur ey s yazarak {şunları) söyledi: "Fazl b. Musa
bana Ma'mer -el-Hakem b. Eban- İkrime-îbn Abbas senediyle Peygamber (s. a.)'den
(naklen bir önceki hadisin) mânâsını nakletti"[266]
Bu hadisi Nesaî şu
mânâya gelen sözlerle rivayet etmiştir: "Bir adam Rasûlullah (s.a.)'a
gelerek:
Ey Allahın Peygamberi,
o karısına zihar yaptı. Sonra da üzerine düşeni yapmadan (keffâretini
ödemeden) onunla münâsebette bulundu, durumu ne olacak? diye sordu. Rasûlullah
(s.a.):
"Zihar yapmana
sebeb neydi?" diye sordu o adam:
Ey Allah'ın Nebisi, ay
ışığında onun bacağının beyazlığını gördüm, dedi. O zaman Rasûlullah (s.a.):
"Üzerine düşeni
yapmadıkça karından uzak dur!" buyurdu.
Görüldüğü üzere
musannif Ebû Dâvud burada 2221 numaralı hadisin rivayet edildiği yolların
tümünü göstermiştir. Bütün bunlardan anlaşılıyor ki 2222-2225 numaralı hadisler
mürsel 2225 numaralı hadisin sonuna ilâve edilen talik de muttasıl senetle
rivayet edilmiştir. Musannifin bütün bu senetlerden maksadı 2221 numaralı
hadisin mürsel olduğunu ispatlamaktır. Nitekim Nesaî de sözü geçen hadisin
mürsel olduğu görüşünü tercih etmektedir.[267]
1. Karısına
"sen bana annemin sırtı gibisin" diyen bir kimse, karısına zihar
yapmış olur. Bunda icma' vardır.
Aynı şekilde eşinin
başı, teni ve eli gibi organlarını kendi annesinin bu organlarına benzeten kimse
de karısına zihar yapmış olur. İmam Mâlik ile Şafiî de bu görüştedirler. Bu
görüş imam Ahmed'den de rivayet edilmiştir. Hanefi ulemâsı da bu görüşte
olmakla beraber ziharın vaki olması için benzetilen organların bakılması haram;
kılınan organlar olmasını şart koşarak bu görüşten ayrılmaktadır. Binaenaleyh
bir kimse karısının bakılması haram olmayan organlarını kendi annesinin haram
olmayan organlarına benzetmesiyle zihar yapmış olmaz. Ayrıca zevcesinin
birinin herhangi bir organım diğer hanımının herhangi bir organına benzetmekle
de zihar yapmış sayılamayacağı gibi karısının saçını annesinin saçına,
tırnağını tırnağına, dişini dişine benzeten kimse de zihar yapmış sayılmaz.
Çünkü bunlar anneden hiç ayrılmayan sabit bir organ değildir ki bunlara izafe
edilen talak ve zihar geçerli olsun. Tükrük, kan ve ter de bu hükümdedir. Ulemanın
ekserisine göre bir kimsenin karısını annesine benzetmesiyle büyük annesine,
halasına ve teyzesine benzetmesi arasında bir fark yoktur, el-Hasen ile Ata,
en-Nehaî, ez-Zuhrî el-Evzaî, Mâlik, İshak, Hanefi uleması ve yeni mezhebinde
imam Şafiî de bu görüştedirler. İmam Şafiî'nin eski mezhebine göre ise, zihar
ancak bir kimsenin karısını annesine ya da büyük annesine benzetmesiyle olur.
Çünkü Kur'an-ı Kerim'de zihar zevcenin anneye benzetilmesine tahsis edilmiştir.
Büyük anne de anne gibidir.
Aksi görüşte olan
cumhuru ulema ise, imam Şafiî'nin bu görüşüne şöyle cevap vermişlerdir:
"Kur'an-ı Kerimde
nikahı haram kılınan akrabalar anne gibi haram sayıldığına göre, müsahere ve süt
yoluyla ebediyyen haram olan kadınların da anne hükmünde olması gerekir.
Binaenaleyh hanımın annesi kızı, süt anne, süt kızkardeş, üvey anneler ve
gelinler de zihar mevzusunda anne gibidirler."
Hanbeli ulemasından
İbn Kudâme'de bu mevzuda şunları söylüyor: Eğer bir kimse "sen bana annem
gibisin", ya da "anneme benzersin" diyerek bu sözüyle zihara
niyyet etse, bu kimse bu sözüyle ulemanın ekseriyetine göre zihar yapmış
sayılır. Hanefî ulemasıyla, imam Şafiî ve İshak bu görüştedirler. Fakat o kimse
bu sözü hanımına duyduğu saygıyı ifade etmek için söylemişse veya bu sözüyle
hanımını yaş ya da sıfat bakımından annesine benzetmek istemişse o kimse bu
sözüyle hanımına zihar yapmış olmaz. Ancak söz konusu kimsenin bu sözüyle neyi
kastettiği meselesinde adamın kendi açıklaması muteberdir. Başkasının yapacağı
yoruma itibar edilmez. Fakat bu sözü hiçbir şeye niyet etmeden mutlak olarak
söyleyecek olursa, o zaman bu kimse imam Malik ile Muhammed'e göre zihar yapmış
olur. Bu sözü başka mânâda kullandığını iddia edemez, ederse de iddiasına
itibar edilmez. îbn Ebî Musa'nın beyanına göre bu mevzuda iki görüş vardır; bu
iki görüşten kuvvetli olanı, "Sen bana annem gibisin" sözünün zihar
niyyetiyle söylenmediği takdirde bu sözle zihar vaki olmayacağı görüşüdür. Bu
söz niyyetsiz olarak söylendiği takdirde de zihar vâki olacağı görüşü ise
zayıftır. İmam Ebu Hanife ile İmam Şafiî'de kuvvetli olan birinci görüşü
savunmuşlardır. Çünkü "sen bana annem gibisin" sözü, zihardan ve
talaktan daha ziyâde saygı ve hürmet ifade eder. Bu bakımdan kinayeli sözlerde
olduğu gibi bu sözü söyleyen kimse de bu sözle zihara niyyet etmedikçe zihar
vaki olmaz. Bazılarına göre ise, bu sözle zihar vaki olur. Çünkü bu adam
karısını her bakımdan kendi annesine benzetmiştir. Bu genel bir benzetme
olduğu için aynı zamanda hanımının sırtını annesinin sırtına benzetmek
mânâsını da içine almaktadır. Dolayısıyla bu sözü söyleyen bir kimse karısının
sırtını annesinin sırtına benzeterek zihar yapan bir kimse gibidir.
îbn Ebu Musa sözlerine
şöyle devam ediyor: Bence mezhebin' kıyas usulüne göre bu sözün zihar yapmak
için söylendiğine dair bir karine bulunmadıkça zihar sayılmaması gerekir.
Ancak münakaşa ya da talak müzakeresi halinde iken bu söz söylenmişse,
münakaşa ve müzakere hali bu sözün zihar maksadıyla söylendiğine dair bir
karine teşkil edeceğinden bu sözle zihar vâki olur. Böyle bir karinenin
bulunmaması halinde bu sözün zihar için söylendiğine hükmedilemez. Çünkü bu söz
zihar için söylenmiş olabileceği gibi saygı için de söylenmiş olabilir. Zihar
niyyetiyle karısına "sen bana haramsın," diyen bir kimse ise,
karısına zihar yapmış olur.
Genellikle ulema bu
görüşte olduğu gibi imam Ebû Hanife ile Şafiî de bu görüştedirler.
Hiç bir niyyeti
olmadan karısına "sen bana haramsın" diyen bir kimsenin durumu
hakkında ise, iki rivayet vardır; Birinci rivayete göre bu sözle zihar vâki
olur. İmam Ahmed'in görüşü de budur. Diğer bir rivayete göre de bu sözle zihar
vâki olmaz. Ahmed'den bir rivayete göre ise, bir kimsenin karısını kendisine
haram kümasıyla zihar değil, yemin vaki olur. Hz. İbn Abbas'a göre şu âyet-i
kerimeler bir kimsenin mutlak olarak karısını kendisine haram kılmasının yemin
manasına geldiğini ifâde etmektedirler:
"Ey Peygamber,
eşlerinin rızasını arayarak Allah'ın sana helal kıldığı şeyi niçin sen kendine
haram ediyorsun? Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir. Allah size
yeminlerinizi (keffâretle) çözmeyi meşru kılmıştır. Allah sizin sahibinizdir O
(size uygun olanı bilendir (herşeyi) hikmetle yönetendir."[268]
Ulemanın ekserisine göre zihara niyyet edilmeden söylenen "sen bana
haramsın" gibi tahrirn ifâde eden sözlerle zihar vaki olmaz. İmam Mâlik
ile Ebu Hanife ve Şafiî'nin görüşü budur.
Eğer bir adanı
karısına "sen bana annemin sırtı gibi haramsın" dese bu söz zihar
için kullanılan sarih bir söz olduğundan zihar vaki olur. Başka bir mânâya
çekilemez. Bu sözle talaka bile niyyet etse yine zihar vaki olur. Eğer
"sen bana haramhkta annemin sırtı gibisin" diyecek olursa, yine aynı
şekilde zihar vaki olur. İmam Ebu Hanife bu görüşte oiduğü gibi İmam Şafiî'nin
bu mevzudaki iki kavlinden biri de budur. İmam Şafiî'nin diğer kavline göre
ise, eğer kişi bu sözüyle zihara değil de talaka niyyet ederse talak vâki olur.
İmam Muhammed'le imam Ebu Yûsuf da bu görüştedirler.[269]
2. Karısına
zihar yapan bir kimsenin kefaretini ödemeden karısına yaklaşması haramdır.
Zihar keffâretini köle azad ederek ya da oruç tutarak ödeyecek olan kimsenin
keffâretini ödemeden önce hanımıyla cinsî münasebette bulunmasının haram
olduğunda ulema ittifak etmiştir. Delilleri ise "...kanlarıyla temasdan
önce bir köleyi hürriyete kavuştursunlar... Buna imkânı bulamayanlar,
temaslarından önce aralıksız olarak ikiay oruç tutsunlar..."[270]
âyet-i kerimeleridir. Fakat zihar keffâretini fidye vererek ödeyecek olanların
fidye vermeden önce hanımıyla cinsi münâsebette bulunmasının caiz olup
olmadığı mevzuunda ise ulema arasında ihtilâf vardır. Ulemanın büyük
çoğunluğuna göre keffâretini fidye yoluyla ödemek durumunda olan kimselerin de
keffâretini ödemeden hanımıyla cinsi münâsebette bulunması haramdır. Hanefi
ulemasıyla Ata, ez-Zuhrî ve Şafiî bu görüştedirler. Ebu Sevr'e göre ise
keffâretini bu şekilde ödemek durumunda olan bir kimsenin onu ödemeden önce
karısıyla cinsi münasebette bulunması caizdir. İmam Ahmed'in de bu görüşte
olduğu rivayet olunmuştur. Fakat keffâreti hangi yolla ödeyecek olursa olsun
zihar yapan bir kimsenin keffâretini ödemeden hanımına yaklaşmasının caiz
olmadığı görüşünün daha isabetli olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim,
"Allah'ın sana emrettiği (zihar keffâreti)ni ödemedikçe kadına
yaklaşma!"[271]
hadisi de bu görüşü te'yid etmektedir. Keffâreti ödemeden önce onu öpüp
okşamanın ya da cimaya davet eden benzeri fiillerde bulunmanın caiz olup
olmaması meselesi 2221 numaralı hadis-i şerifin. şerhinde geçmiştir.
Hanefi ulemasıyla imam
Şafiî, Ahmed ve cumhura göre bir kimsenin câriyesiyle, ümmü veledine
(kendisinden çocuk dünyaya getiren cariyesine) yapmış olduğu zihar sahih
değildir. Delilleri ise "sizden kadınlarına zihar edenler..."[272]
âyet-i kerimesidir. Çünkü bu âyet-i kerimede zihar sadece nikahlı hanımlara
tahsis edilmekle nikahlı olmayan câriye ve üi»jnü veledler ziharın sınırı
dışında bırakılmak istenmiştir. İmam Sevri ile Ma-lik'e göre ise, câriyesiyle
ümmü veledine zihar yapan kimsenin zihan da sahihdir ve keffâretini ödemesi
icabeder. Delilleri ise, "Ey Peygamber, eşlerinin rızasını arayarak
Allah'ın sana helal kıldığı şeyi niçin sen kendine haram ediyorsun? Allah çok
bağışlayan, çok esirgeyendir. Allah size yeminlerinizi (keffâretle) çözmeyi
meşru kılmıştır..."[273] âyetidir.
Bu görüşte olan ulemaya göre bu âyet-i kerimeler Rasûl-i Ekrem'in cariyelere de
zihar yapmanın sahih olacağını ifâde eder.
3. Zihar
keffâreti için gücü yeten kimselerin önce köle azat etmesi gerekir. Buna gücü
yetmeyenlerin iki ay aralıksız oruç tutmaları, ona da gücü yetmeyenlerin ise
fidye ödemeleri gerekir. Bu sırada değiştirilemez.
Hanefi ulemasına göre
mü'min kölenin azad edilmesi yeterli olduğu gibi kâfir bir kölenin azâd
edilmesi de yeterlidir. Kölenin imanlı olması zihar keffâreti için şart değildir,
eğer kölenin mü'min olması bir şart olarak aransaydı o zaman Cenab-ı Hak bunu
Peygamberlerine açıklardı. Nitekim kati keffâretinde azadedilecek kölenin
mü'min olması şart olduğundan bu şartı Peygamberine bildirmiştir. Ancak mürted
ile dârülharbde bulunan bir zimmînin hürriyetine kavuşturulması zihar
keffâreti için yeterli olamaz.
İmam Mâlik ile Şafiî,
İshak ve Hasen el-Basrî'ye göre ise, zihar keffâreti için azâdedilmesi gereken
kölenin mü'min olması şarttır. İmam Ahmed'in zahir olan kavli de budur.[274]
2226.
...Sevbân'dan; demiştir ki: "Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem;
"Zorunluluk olmadan boşanmaya kalkan bir kadına cennet kokusu
haramdır" buyurdu"[275]
kelimesi, sözlükte
soymak, çekip çıkarmak manalanna gelir.
Istılahta ise,, "kadının bir bedel karşılığında evlilik bağından
kurtulması" demektir. Hul'u kelimesi maddi bağları izâle hususuna
kullanıldığı gibi manevî bağların izâlesinde de kullanılır. Meselâ bir elbiseyi
soyup çıkarmak için hul'u kelimesi kullanıldığı gibi nikah bağım çözmek için de
hul'u kelimesi kullanılır. Eşler aralarındaki yakın ilgiden dolayı
birbirlerinin elbisesi mesabesinde bulunduklarından bu manevî elbiseyi
üzerlerinden soyup çıkaran dinî muameleye "hulu" adı verilmiştir.
Hul'u eşler
birbirleriyle anlaşamadıkları ve her birisi diğeri için çekilmez bir yük
haline geldiği zaman onları içinde bulundukları cehennemi hayattan kadını
kurtarmak için meşru kılınmıştır. Çünkü erkek böyle bir durumda karısını
boşayarak ondan kurtulabilirse de kadının böyle bir şansı her zaman için mevcut
değildir. İşte kadına da böyle bir şans vermek için hul'u meşru kılınmıştır. Bu
sayede kadın anlaşamadığı kocasından kurtulur. Erkek de ondan alacağı meblağ
ile maddî zararını telâfi edip tekrar evlenme imkanını elde eder.
Şurasını da unutmamak
gerekir ki hul'u'da eğer geçimsizlik erkekten geliyorsa, kadından bir meblağ
alması, kazaen caiz ise de diyâneten helâl değildir. Eğer geçimsizlik kadından
geliyor ise kocanın mehir olarak verdiği meblağdan fazlasını alması kazaen
caiz ise de diyâneten mekruhtur.[276]
Hul'u, kitap, sünnet
icma-i ümmet ile sabittir. Kitaptan delili "...kadınlara vermiş
olduğunuz, birşeyi geri almak helâl değildir, meğer ki kan ve koca Allah'ın
çizdiği sınırlara (karşılıklı haklara) riâyet edememekten korkarlar. Şayet
onlann ilahî sınırlara riâyet edemeyeceklerinden korkar-sanız -zevcenin-
kurtulmak için bir şey vermesinden ikisi için de günah yoktur."[277]
âyet-i kerimesidir. Sünnetten delili ise, şu hadis-i şeriftir; Sabit b.
Kays'ın karısı Rasûlullah (s.a.)'e gelerek şöyle dedi:
Ey Allah'ın Rasûlü,
Sabit b. Kays'ın ne dinine ne de huyuna bir-diyeceğim var, fakat müslümanlıkta
küfrân-i nimetten (veya küfür derecesinde bir hata işlemekten) çekmiyorum.
Rasûlullah (s.a.) sordu:
"Bahçesini geri
verecek misin?"
Evet diye cevap verdi.
Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.) Sabit'e}
"Bahçeyi kabul et
ve onu boşa",[278]
buyurdu.
Metinde geçen
"cennet kokusu haramdır" cümlesi, hul'u talebinde bulunan bir kadının
cennet kokusunu duymaktan mahrum kalacağı manasına gelebileceği gibi cennet
kokusunu ilk duyan salih mü'minlerden olamayacağı manasına da gelebilir.
Eşler arasında
geçimsizlik zuhur ettiği zaman aralarını bulmak üzere iki tarafın akrabasının
araya girip onları anlaştırmak üzere çaba göstermeleri sünnettir, fakat bu
çabalar da semeresiz kalırsa, o zaman talak veya hul'u yoluna başvurularak
evlilik hayatına son vermeleri caizdir. Nitekim "Eğer (karı kocanın) aralarının
açılmasından endişe duyarsanız erkeğin ailesinden bir hakem ve kadının
ailesinden bir hakem gönderin, bunlar arayı düzeltmek isterlerse, Allah onlann
arasını bulur. Çünkü Allah herşe-yi bilendir, haber alandır"[279]
buyrulmuştur. Eğer hakemler bu teşebbüslerinde kadın ya da erkekden birinin
zulm yaptığını tesbit ederlerse, onun bu zulmüne engel olurlar ve eğer onu
zulmünden vazgeçirmenin imkânsız olduğunu görürlerse, buna engel olması için
hâkime müracaat ederler. Hâkim vekâletlerini almadıkça onlann nikâhına son
veremez. Hasan el-Basrî ile Hanefi uleması, imam Ahmed ve Şafiî bu
görüştedirler.[280]
2227.
...Habibe bint Sehl el-Ensâriyye'den rivayet olunduğuna göre, kendisi Kays b.
Şemmâs'ın nikâhlısı imiş. Rasûlullah (s.a.) sabah (namazın)a çıkınca onu alaca
karanlıkta kapısının önünde bulmuş ve;
"Kimdir o"
demiş, (Habibe de):
Ben Habîbe bint
Sehlim, karşılığını vermiş. (Rasûl-i Ekrem);
"Neyin var?"
diye sormuş. (Habibe de) kocası hakkında;
Sabit b. Kays ile
ben(im evli kalmamıza imkân) yoktur, demiş. Sabit b. Kays gelince Rasûlullah
(s.a.) ona;
"Bu habibe bint
Setlidir (senin hakkında) Allah'ın söylemesini istediği herşeyi söyledi,"
buyurmuş. Habibe;
Ey Allah'ın Rasûlü,
(mehir olarak) verdiklerinin hepsi yanım-dadır, (dilerse geri verebilirim)
demiş. Rasûlullah (s.a.) de, Sabit b. Kayşa;
"(mehir olarak
verdiklerini) Ondan (geri) al" buyurmuş. Bunun üzerine Sabit
(verdiklerini) ondan almış, Habibe de (kocasından ayrılarak) ailesinin yanında
kalmış.[281]
Hul', hal'
kelimesinden alınmış soymak anlamında isim yapılmıştır.Mânâ ile isim arasındaki
münâsebet, karı ile kocasının birbirlerine manen elbise mesabesinde
olmasındandır. Birinin diğerinden ayrılması, elbisenin vücuttan çıkarılmasına
benzetilmiştir. Fıkıh dilinde kadının aralarında anlaşacakları mal veya para
karşılığında kocasından boşanmasını sağlamasıdır.
Yukarıda verilen
tariften de anlaşılacağı üzere Hul' talakın bir nevidir. 'Çünkü boşama bir mal
karşılığı olduğu gibi, mal karşılığı olmaksızın da olabilir. Bir bedel ve mal
karşılığı olmaksızın yapılan boşamaya talalç denir. Bir ivaz (bedel) karşılığı
yapılan boşamaya da hul' denilir. Boşamak bâzan caiz, bazan de mekruh, bazan
müstehab gibi değişik hükümler aldığı gibi hul* da böyledir. Eşler arasında
şiddetli geçimsizlik çıkması veya birbirine karşı yükümlü bulundukları haklara
riâyet etmemeleri gibi haller için hulu' meşru kılınmıştır.[282]
1. Bir
kimsenin karısına mehir olarak verdiği malların tümü karşılığında anlaşarak
karısını boşaması caizdir. Ancak bir kimsenin karısını bir bedel karşılığında
boşamak durumunda kaldığı zaman talak karşılığında alabileceği malın miktarı
üzerinde ulema ihtilaflıdır. Hanefî ulemasına göre eğer geçimsizliğe sebeb
olan kadınsa kocanın vereceği talak karşılığında kadından daha önce vermiş olduğu
mehirden daha fazla mal alması caizdir. Delilleri ise;
"Eğer erkek ve
kadının Allah'ın sınırlarında duramayacaklarından kor-karsanız o zaman kadının
(ayrılmak için) verdiği fidyede ikisine de bir günâh yoktur"[283]
âyeti kerimesiyle "...eğer kendi istekleriyle o nıchrin bir kısmını size
bağışlarlarsa onu da afiyetle yeyin"[284]
âyet-i kerimesidir. Yine hanefi uleması bu görüşlerine sünnetten bir delil
olarak da şu hadis-i şerifi gösterirler;
Ebu Ubeyde'nin kızı
Safiye'nin azatlı cariyesi şöyle dedi; "Ben her şeyimi kocama vererek
boşandım. Bunu Abdullah b. Ömer hoş karşıladı"[285]
Evlâ olan daha önce verilmiş olan mehirden fazlasını almamaktır. Çünkü şu
hadis-i şerif bu gerçeği ifâde etmektedir; Bir kadın Peygamber (s.a.)'e
gelerek kocasını şikâyet etti. Hz. Peygamber de O'na
"Sen ona vereceği
talak karşılığında sana mehir olarak verdiği bahçeyi iade etmeye razı olur
musun?" diye sordıu. Kadın;
"Evet daha
fazlasını da verebilirim karalığını verdi. Rasûluîlah da
"Fazlasına
gelince hayır" buyurdu.[286]
Eğer geçimsizlik erkekten
geliyorsa, kadından bir meblağ alması kazaen caiz ise de, diyâneten helâl
değildir. Çünkü Allah teâla "...onlardan birine (evvelki eşinize) yüklerle
mal vermiş olsanız dahi verdiğinizden hiç birşeyi geri almayın"[287]
buyurmuştur. Hanefi ulemasının görüş budur.
İmam Mâlik ile Şafiî
ve cumhura göre ise, mehr-i musemmâdan fazla meblağ almakta hiçbir sakınca
yoktur. İmam Ahmed'e göre ise, mehr-i musemmâdan fazla meblağ almak mekruhtur.
Delili ise biraz önce naklettiğimiz hadiste geçen "fazlasına gelince,
hayır"[288] cümlesidir.
2. Hul'u
talak değil, feshdir. Çünkü eğer talak olsaydı kadınla hiç cinsî münâsebette
bulunulmayan bir temizlik döneminde ve kadının rızası aranılmaksızın sadece
erkeğin arzusuyla vaki olurdu. Oysa hul'u'da bu-şartlar aranmaz. İbn Abbas
(r.a.) bu görüştedir. Kitabdan delili ise, "boşama iki defadır (bundan
sonra kadını) ya iyilikle tutmak ya da güzelce salıvermek (lazım)dır."[289]
âyet-i kerimesinden sonra, "Allah'ın sınırlarında durmayacaklarından
korkarsanız, o zaman kadının (ayrılmak için) verdiği fidyede ikisine de bir
günah yoktur"[290]
anlamındaki hulu' âyetinin zikredilmesi bu âyet-i kerimeden sonra da
"erkek (üçüncü kez) boşarsa artık bundan sonra kadın bir başka kocaya
varmadan kendisine helal olmaz"[291]
mealindeki talak âyeti kerimesinin zikredilmesidir. İbn Abbas (r.a.)'a göre
eğer huP fesh değil de talak olsaydı, o zaman bu âyetlere göre talak sayısı
dörde çıkardı. Bu ise, Kur'an-ı Kerimin genel mevzuatına aykırıdır.
İmam Ahmedile İshak,
Ebu Sevr de bu görüştedirler. Bu görüş imam Şafiî'den de rivayet olunmuştur.
Hz. Ali ile Hz. Osman ve İbn Mesud'a göre Hulu' ile bir bâin talak" vâki
olur. Hasan el-Basrî ile İbrahim en-Nehaî, İbnu'l-Müseyyeb, Süfyân es-Sevrî,
Hanefi ulemâsı, imam Malik, el-Evzâî de bu görüştedirler. İmâm Şafiî'nin iki
kavlinden en sahih olanı da budur.
Delilleri ise şu
hadiş-i şeriflerdir:
1.
"Peygamber (s.a.) hulu'u bir bâin talak kabul etti"[292]
2. Ümmü
Bekre hulu' yaparak kocası Abdullah b. Useyd'den ayrılmıştı. Sonra Osman
(r.a.) bunu geçerli kıldı ve "bu bir bâin talak sayılır ancak ne çeşit bir
ayrılma istediğini kocasına açıkça belirtirse, o belirttiği şekilde ayrılık
gerçekleşmiş olur", buyurdu.[293]
Daha sonra Ashâb-ı Kiram da Hz. Osman'ın bu görüşü üzerinde icma etmişlerdir.
Hanefi ulemasına göre
hulu' nefsi satmaktır. Ve bu hulu' kelimeleriyle yapıldığı zaman kadının
kocasına bir meblağ vermesi söz konusu edilmese bile, bir bâin talak sayılır.
Herhangi bir meblağı da dile getirerek "talakı satmak" kökünden
türeyen kelimelerle yapılan hulu' anlaşması ile de bir bâin talak vâki olur.
Bilindiği gibi bâin talak vaki olduktan sonra o kadın artık kocasının
hâkimiyetinden kurtulmuştur.
Kadın istemediği
takdirde eski kocası bir daha ona dönemez, kadın kocasının yeniden kendisine
dönmesine razı olsa bile, hayatlarını birleştirebilmeleri için yeniden nikâh
kıymaları ve dolayısıyla mehir tayin etmeleri gerekir.
Metinde geçen
"Habibe de ailesinin yanında kaldı" cümlesi, karısını hulu' yoluyla
boşayan bir kimsenin ona oturacak bir ev bulmakla mükellef olmadığına delalet
etmektedir. İmam Mâlik'e göre ise, hulu' vaki olduktan sonra erkeğin kadına
nafaka temin etme görevi sona erdiği gibi, kadının erkeğe ve erkeğin kadına
vâris olmak hakkı da sona erer. Çünkü hulu bâin talaktır. Bâin talakın miras
hakkını ortadan kaldırdığında ise ittifak vardır. Ancak kocası iddet süresinde
onun mesken ihtiyacını temin etmekle mükelleftir. Çünkü kadına mesken
ihtiyacını temin etmek aynı zamanda Allah'ın hakkıdır. Bu hakkı kadından kimse
hiçbir zaman alamaz.
Hanefî ulemâsına göre
eğer hulu' muamelesi muhâlea babından gelen fiillerle yahut mehrden başka bir
meblağ karşılığında icra edilirse, o zaman kadın nikah bağıyla kocasından elde
ettiği bütün haklarını kaybeder.
Eğer hulu' bir meblağ
karşılığında vaki olmamış ve hulu' kökünden gelen müfâ'ale babından bir fiil
kullanılmamışsa, İmam Ebu Hanife (r.a.)'ye göre kadının- nikâh bağıyla
kocasından elde ettiği haklarından hiç birisi kaybolmaz. İmam Ebu Yusuf ile
İmam Muhammed'e göre ise, bu şekilde vâki olan ayrılmalarda kadının kocasıyla
birlikte anlaşarak vazgeçtiği hakları düşer. Bunların dışında hiçbir hakkı
düşmez.[294]
2228.
...Aişe (r.anha)'den rivayet edildiğine göre Habibe bint Sehl, Sabit J). Kays'm
nikâhı altında iken (sabit bir gün) onu dövmüş ve bir tarafını kırmış. Bunun
üzerine (Habibe) sabahleyin onu Peygamber (s.a.)'e şikâyet etmiş. Peygamber
(s.a.) de Sabit'i çağırıp:
"Onun mehrinin
bir kısmını alarak kendisini boşa" buyurmuş. Bunun üzerine (Sabit);
Bu caiz olur(mu?) ya
Rasûlallah! diye sormuş (Rasûl-i Ekrem);
"Evet"
cevabım vermiş. (Sabit de);
Ben ona mehir olarak
iki bahçe vermiştim ve şu anda bunlar onun elinde bulunuyor demiş. Bunun
üzerine Peygamber (s.a.);
"Onları al da onu
boşa" buyurmuş. O da (öyle) yapmıştır.[295]
Bu hadis-i şerifte
"Hz. Habibe'nin kocasını Rasûl-i Ekrem'e şikâyetine sebeb olarak kocasının
onu dövmesi gösterilirken, Buhârî'nin rivayetinde geçen "Ey Allahm Rasûlu,
Sabit b. Kays'ın ne dinine ne de huyuna bir diyeceğim var. Fakat müslümanlıkta
küfrân-i nimetten (veya küfür derecesinde bir hata işlemekten) çekmiyorum"[296] cümlesi
Hz. Habibe'nin kocasını, kendisini dövdüğünden değil de başka bir sebepten
dolayı şikâyet ettiği anlaşılmaktadır. Fakat bu durum iki hadis arasında bir
çelişki olduğunu göstermez. Çünkü Hz. Habibe'nin kocasını Rasül-i Ekrem'e
şikâyeti müteaddit defalar vuku bulmuştur. Zira kocası çok çirkin ve kısa boylu
bir adamdı. Bu yüzden Hz. Habîbe ondan ayrılmak istiyordu. Buhârî'nin
rivayetinde anlatılan şikâyet sebebi Hz. Habibe'nin kocasının çirkin ve kısa
boylu oluşudur. Nitekim şu hadis-i şerif de bunu açıkça ifâde etmektedir:
"Habibe bint Sehl, Sabit b. Kays b. Şemmâs'ın nikahı altında idi. Sabit
kısa boylu, çirkin bir adamdı. Habîbe: Ya Rasûlallah! Vallahi eğer Allah
korkusu olmasaydı, kocam Sabit yanıma girdiği zaman yüzüne tükürürdüm, dedi.
Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) kadına;
"Sabit'in
vaktiyle mehir olarak sana verdiği bostanını kendisine geri verir misin?"
diye sordu kadın:
Evet veririm, dedi.
Bunun üzerine kadın bostanı Sabit'e geri verdi.
Bundan sonra
Rasûlullah (s.a.) Sabit ile Habîbe'yi birbirlerinden ayırdı"[297]
Bir kadın kocasının
çirkinliğinden dolayı huzursuz olursa, bir mal karşılığında boşanma talebinde
bulunması caizdir. Fıkıh ulemasının tümü bu görüştedir. Delilleri ise mevzumuzu
teşkil eden bu Ebû Dâvud hadisiyle şu âyet-i kerimedir: "Eğer erkek ve
kadının Ali ahin sınırlarında duramayacaklarından kork arsanız, o zaman
kadının (ayrılmak için) verdiği fidyede ikisine de bir günah yoktur"[298]
Bu âyet-i kerimedeki
hitab, hâkimlerle karı ile koca arasındaki geçimsizliği önlemek ve aralarını
İslah etmekle görevli kimselerdir. Âyet-i kerimede geçen "Allanın
sınırlarında duramamak" ifâdesinden maksat, kadının kocasının haklarını
küçümseyerek onları yerine getirmekten kaçınması ve kocasına itaat etmemesidir.
Hz. İbn Abbas ile imam Mâlik ve cumhur ulema bu görüştedirler. Şa'bi'ye göre
ise, Allah'ın sınırlarından durama-malarıridan maksat, Allah'a itaat
etmemeleridir.
Fâide: Hulu'un
vukuunun şartlan aynen talakın vuku'unun şartlan gibidir. Bu şartlar şunlardır:
1. Zevcin
talaka ehil yani mükellef (âkil, baliğ) ve mutayakkız olması şarttır.
Binaenaleyh çocuğun, mecnûnun, uyuyanın talakları vâki olmaz.
2. Zevcenin
sahih nikâh ile nikahlanmış ya da talaka müsait olması şarttır. Binaenaleyh bir
kimsenin kendi nikahlısı olmayan yabancı bir kadın hakkında vereceği talak
muteber olmayacağı gibi hurmet-i müsâhare-den veya eşler arasında kefâet
bulunmayışından dolayı nikâhı feshedilerek İddet beklemekte olan bir kadın
hakkında da vaki olmaz.
3. Talâkın
bir lafza mukarin olması şarttır. Binaenaleyh sadece niyyet etmekle talak
husule gelmez.
4. Talakın
istisnadan yani inşallah demekten hâli olması şarttır.
5. Talakın
zevceye hakikaten veya manen tevcih ve izafe edilmesi şarttır. Binaenaleyh bir
kimse zevcesine hitaben "seni boşadım" veya gıyabında "zevcemi
boşadım" yada ismini anarak falancayı boşadım dese, talak vâ ki olur. İşte
hulu yoluyla boşanmak isteyen kadında da bu şartların bulunması gerekir. Ancak
hulu ile talak arasında lâfız, farkı vardır.
Yani birinde talak
lafzıyla talak anlamına gelen lâfızlar kullanılırken hulu'da "hulu' "
kökünden gelen ya da hulu' manasını ifâde eden keli meler kullanılır ve bir de
hulu' da erkeğin kadına bir bedel ödemesi sö; konusudur. Talakta ise, bedel sözkonusu
değildir. Fakat hulu'nun vâk: olması için bedeli zikretmesi şartı yoktur.
Hulu'un rüknü, eğer hulu' biı bedel karşılığında yapılıyorsa veya müfaale
babından hulu' kökenli biı kelime veya "ibra" kökenli bir kelime
kullanılarak icra ediliyorsa, o zaman hulu'nun rüknü mazı sîgasıyla meydana
gelecek icab ve kabulden ibarettir. Ancak "hala'tuki; Seni hulu' yoluyla
boşadım" şeklinde hulu' asıllı sülasi fiillerle ve talak niyetiyle yapılan
bedelsiz hulu'larda kabul bulunmasa bile.ayrılık vâki olur. Çünkü her ne kadar
bu gibi bedelsiz ayrılıkların ismi hulu' da olsa, bunlar aslında talaktan
başka bir şey değillerdir. Dolayısıyla bu talakların vukuu için kabule ihtiyaç
yoktur. Binaenaleyh "hulu" ve "muhâlea" kökünden gelen
fiillerin her ikisiyle de talak vaki olur. Ancak erkeğin kadına vermiş olduğu
mehri geri alabilmesi için "muhalea" babından gelen bir fiil
kullanması gerekir.[299]
2229. ...tbn
Abbas (r.a.)'dan rivayet olunduğuna göre "Sabit b. Kays'ın karısı
Sabiteden hulu' olmuş ve bunun üzerine Peygamber (ş.a.) onun iddetini bir hayz
(süresi) olarak tayin etmiştir.[300]
Ebû Dâvud dedi ki:
"Abdurrezzak da bu hadisi Ma'mer, Amr b. Müslim ve îkrime senediyle
Peygamber (s.a.)'den mürsel olarak rivayet etmiştir.[301]
İmam Tirmizî bu hadis
hakkında şunları söylüyor: "Bu hadis hasen-garibdir. İlim adamları, hulu'
suretiyle boşanan kadının iddet müddetinde ihtilâf ettiler. İlim adamlarının
çoğu "hulu' olan kadının iddet müddeti boşanmış kadının iddet süresi
kadardır" diyorlar Süfyan es-Sevrî ve Kufe'lHerin kavli budur. Ahmed ve
İshak da bu görüştedirler. Peygamber (s.a.)'in ashabından ve sonrakilerden bazı
ilim adamları ise "Hulu' olan kadının iddet süresi bir hayızdır"
demektedirler. İshak diyor ki;
"Her kim bu
görüşte ise, bu kuvvetli bir görüştür".[302]
1. Hulu'
feshdir, talak değildir. Biz fıkıh ulemasının bu mevzudaki görüşlerim 2227
numaralı hadisin şerhinde açıkladık.
Gerçek olan şudur ki,
hulu' fesh değil, talaktır. Çünkü Allah teâla hulu' hükümlerini "boşanma
iki defadır"[303]
ayet-i kerimesinden sonra zikretmiş ve hulu' ayetlerindeki zamirleri talaka
göndermiştir. "Şayet erkek ve kadın Allah'ın sınırlarında
duramayacaklarından korkarlarsa başka"[304]
âyet-i kerîmesiyle "eğer erkek ve kadının Allanın sınırlarında duramayacaklarından
korkarsamz o zaman kadının (ayrılmak için) verdiği fidyede ikisine de bir günah
yoktur"[305] âyet-i kerimesinde
olduğu gibi, bu iki âyet-i kerimede geçen bütün zamirler âyetin baş tarafında
geçen talak meselesine dönmektedirler. Nitekim Rasul-i Ekrem efendimiz de;
"Bahçeyi kabul et
ve onu boşa"[306]
hadisinde hulu'dan talak diye sözetmiştir. Eğer eşler hulu' vuku bulduktan
sonra anlaşırlar da iddet içersinde birbirlerine dönmek isterlerse ve koca bu
maksatla almış olduğu malı geri verecek olursa, dört mezhep imamına göre de bu
caiz olmaz. Hulu' ister fesh sayılsın, ister talak sayılsın, erkeğin hulu'
yaptığı karısına döne-bilmesi için yeniden nikâh kıyması gerekir. Ulemanın
ekseriyetinin görüşü de budur.
2. Hulu'
yapılan bir kadının iddeti bir hayız süresidir. Hulu'nun fesih olduğunu söyleyen
ulemanın görüşü budur. Fakat hulu'nun talak olduğunu iddia eden ulemaya göre
ise, hulu yapılan bir kadının iddet süresi de talakla olduğu gibi üç hayız
(veya temizlik) süresidir.[307]
2230. ...İbn
Ömer (r.a.)'den; demiştir ki: "Hulu yapılan bir kadının iddeti bir hayız
süresidir."[308]
Bir önceki hadisin
şerhinde yaptığımız açıklamalar bu eser için de geçerlidir. Tekrara lüzum
görmüyoruz. Ancak burada şu hususa temas etmekte fayda varır: Allâme
el-,Bâcûrî "yapılması zarurî olan bir fiili yapmamak üzere üç talak üzere
yemin eden bir kimsenin bu yeminden kurtulması için karısına hulu' yapmasının
caiz olduğunu" söylemişse de, bazı ulema bunun hiç bir delile dayanmayan
bâtıl bir iddia olduğunu söylemişlerdir. Hanbefi ulemasından İbnu'l-Kayyim bu
görüşü tenkid ederken şunları söylüyor: "Allah nikahı feshetme hakkını
insanların keyf ve arzusuna bırakmamıştır. Karı-koca bir arada yaşadıkları
sürece, Allah'ın sınırlarını koruyamayacaklarından endişeye düştükleri zaman
nikahı feshetme hakkı doğar. Yine bu gibi hallerde kişinin karısını bir bedel
karşılığında boşaması meşru olur. Sünnet bunu emretmektedir. Bunun aksine
hareket ne Rasûl-i Ekrem zamanında ne de ashâb-ı kiram ve tabiîn zamanında caiz
görülmüştür. Böyle bir uygulama dinen bâtıl sayılan bir hileden başka bir şey
değildir.
Böyle bir hilenin
meşruluğunu mezheb imamlarından hiçbirisi de savunmamıştır. Muteahhirîn
ulemasından bazılarının bu gibi hileler ihdas ettikleri ve hatta tamamen kendi
eserleri olan bu gibi hileleri mezhep imamlarına isnad ettikleri görülmüşse de
bu isnadların hiç birisinde doğruluk payı bulunmamaktadır.[309]
2231. ...İbn
Abbas (r.a.)'dan; demiştir ki: Muğîs bir köle idi. (Birgün Hz. Peygamber'e
gelerek);
Ey Allahın Rasûlü,
(karım Berire, benden ayrılmak istiyor) ona (varıp) benim için şefaat et dedi.
Bunun üzerine Rasûlullah sallalla-hu aleyhi ve sellem (Berîre'ye varıp);
"Ey Berîre,
AUah'dan kork. Çünkü o senin eşin ve çocuğunun babasıdır," buyurdu (Hz.
Berîre de);
Ey Allahın Rasûlü,
bunu bana emrediyor musun? diye sordu (Rasûl-i Ekrem de)
"Hayır, ben
sadece bir aracıyım", cevabım verdi. Bunun üzerine (Muğis'in)j gözyaşları
yanağının üzerine akmaya başladı. Rasûlullah (s.a.) de îbn Abbas'a (hitaben);
"Muğîs'in
Berireye aşın sevgisine, Berire'nin de ona olan nefretine hayret etmiyor
musun?" dedi.[311]
Hz. Muğîs, Muğire
oğullarının kölesi idi. Karısı Hz. Berire'de Hz. Aişe'nin kölesi idi. Sonra onu
azad etti. Bunun üzerine Hz. Peygamber onu, eşi Muğîs'in nikâhı altında kalıp
kalmaması hususunda serbest bıraktı. Hz. Berire de Muğis'den ayrılmayı tercih
etti. Oysa Hz, Muğîs onu çok seviyordu. Hz. Berire Medine sokaklarında
dolaşırken Hz. Muğis onun yanından bir türlü ayrılamıyordu ve onu kendisinden
ayrılmaması için ikna etmeye çalışıyordu. Fakat bütün bu çabaları fayda
vermedi. Bunun üzerine Hz. Muğis aracı olarak Hz. Peygamber'i gönderdiyse de bu
teşebbüs de müsbet bir netice vermedi ve Hz. Muğis'in gözyaşlarıyla
neticelendi. Hz. Muğis'in bu içten sevgisinin Hz. Berire tarafından nefretle
karşılanmasına Hz. Peygamber hayret etmiş ve bu hayretini İbn Abbas'a,
"Ey tbn Abbas, Muğis'in Berireye (karşı beslediği) aşın sevgisine,
Berire'nin de ona olan nefretine hayret etmiyor musun?" sözleriyle ifade
etmiştir.[312]
1. Eşler
arasında hürriyet bakımından denkliğin
bulunması nikahın lüzumunun şartlarındandır.
Mezhep imamlarından
Ebu Hanife de bu görüştedir. Bu şartı aramak kadının ve velisinin hakkıdır.
Binaenaleyh bulûğ çağındaki bir kız dengi olmayan birisiyle evlenirse, velisi
razı olduğu takdirde nikah mutaberdir. Aksi takdirde veli nikahı feshedebilir.
Bu mevzuda ayrıntılı açıklama için nikâh bölümüne müracaat edilebilir.
2. Bir köleyle
evli olan câriye hürriyetine kavuşursa, isterse, evliliğim sürdürür, isterse
sona erdirir. Bu hususta serbesttir. Ulema bu görüşte ittifak etmişlerdir.
Çünkü kadın hürriyetine kavuştuktan sonra kocasıyla arasında denklik
kalmamıştır. Ancak bir câriye hür bir kimsenin nikâhı altında iken hürriyetine
kavuşacak olursa o zaman imam Şafiî ile imam Mâlik, Evzaî ve Ahmed'e göre o
kadının kocasından ayrılma yetkisi yoktur. İmam Şa'bî ile en-Nehaî, Hanefi
uleması ve Süfyan es-Sevrî'ye göre ise, bu durumda olan bir kadın da nikahım
sürdürüp sürdürmemekte serbesttir. İsterse feshedebilir. Çünkü erkeğin kadın
üzerinde iki talak hakkı vardır. Fakat kadın hür olunca erkeğin kadın
üzerindeki hakkı üçe çıkar. Bu, erkeğin lehine kadının ise aleyhine bir
neticedir. Kadın aleyhine olan bu durumdan kurtulmak için nikâhını
feshedebilir.
3.
Büyüklerin ricasını reddetmekte bir günâh yoktur.[313]
2232. ...İbn
Abbas (r.a.)'dan rivayet olunduğuna göre Berire'nin eşi, Muğîs isimli siyah bir
köleydi. Peygamber (s.a.) Berîre'yi (onun nikahı altında kalıp kalmamakta)
serbest bıraktı. (Hz. Berîre ayrılmaya karar verince ona boşanan hür
kadınlarınki kadar) iddet beklemesini emretti.[314]
Bu hadis-i şerifte Hz.
Berîre'nin kocasından ayrıldıktan sonra beklemiş olduğu hayzın süresi ve
miktarı açıklanmıyor. Sadece Rasûl-i Ekrem'in ona iddet beklemesini emrettiği
ifâde ediliyor, fakat İbn Mâce, İmam Ahmed ve Beyhakî'nin rivayetlerinde Hz.
Beriye'nin aynen hür kadınlar gibi üç hayız süresi iddet beklediği ifade
edilmektedir. Bu bakımdan biz de tercümemizde parantez içerisinde buna işaret
ettik. İbn Mâce'nin bu mevzuda rivayet ettiği hadisin meali şöyledir:
"Hz. Berîre (nikâhım feshettiğinde) üç kez aybaşı âdetini görünceye kadar
beklemesi (Rasûl-i Ekrem tarafından) kendisine emredildi"[315]
Binâenaleyh bu hadisin
zahirinden, bir köleyle evli iken hürriyetine kavuşarak nikahım fesheden bir
cariyenin hür kadınlar gibi üç hayız süresi iddet beklemesi gerekir.[316]
2233.
...Aişe (r.anhâ) Berîre kıssası hakkında şöyle demiştir: (Berire'nin) kocası
bir köle idi. (Berîre hürriyetine kavuşunca) Peygamber (s.a.) kendisini
muhayyer bıraktı. (Bunun üzerine) Berîre, kendisini tercih etti (Ve kocasından
ayrıldı. Bu hadisin râvisi Urve dedi ki) eğer (Hz. Berire'nin kocası) hür
olsaydı (Rasûl-i Ekrem) Berîre'yi muhayyer bırakmazdı.[317]
Hz.Berire'nin
hürriyetine kavuşması olayı Nesâî'nin Sünen'inde şu mânâya gelen lâfızlarla
anlatılmaktadır. Berire azâd edilmesi karşılığında her sene bir kıyye ödemek
şartıyla dokuz kıyye ödemek üzere anlaştı. Sonra da Hz. Aişe'ye gelerek
kendisine yardım etmesini istedi. Hz. Aişe (r.anha) ise:
Yardım edemem, eğer
isterlerse velayet bende olmak şartıyla bütün taksitlerini bir seferde onlara
öderim, dedi. Berîre gitti, ailesiyle bu hususta konuştu. Onlar ancak velayet
kendilerinde kalmak şartıyla teklifini kabul edebileceklerini ifade ettiler.
Bunun üzerine Berîre tekrar Aişe'ye geldi o sırada da yanlarına Rasûlullah
(s.a.) geldi. Berire ailesinin kendisine söylediklerinim nakletti. Hz. Aişe:
Hayır ancak velayet
bende olmak şartıyla, dedi. Rasûlullah (s.a.):
"Mesele
nedir?" diye sordu. Aişe (r.anha);
Ya Rasûlallah! Berire
bana geldi anlaşmasındaki borcunu ödemek üzere benden yardım istiyor. Ben de
velayet bende olmak şartıyla taksitlerini bir defada ödeyebileceğimi, değilse
yardım edemeyeceğimi söyledim. O da durumu ailesine anlattı. Onlar da velayet
kendilerinde kalmak şartıyla razı olabileceklerini söylemişler, dedi. Bunun
üzerine Rasûluİlah (s.a.):
"Onu satın al,
velayetin de onlarda kalması şartını kabul et. Çünkü velayet, azâd edenin
hakkıdır" buyurdu. Sonra kalktı bir hutbe irad etti. Allah'a hamd ve sena
ettikten sonra şöyle devam etti: "Bir kısım insanlara ne oluyor da,
Allah'ın kitabında olmayan şartlan ileri sürüyorlar, filanı satın alıp azat et
velayet de bende kalsın diyorlar. Allah'ın kitabı en doğru olanıdır. Allah'ın
şartı şartların en itimad edilenidir. Allah'ın kitabında olmayan bütün şartlar,
yüz şart da olsa bâtıldır" buyurdu. Rasûlullah (s.a.) Berîre'yi kocasından
ayrılıp ayrılmamakta muhayyer bıraktı. Kocası köle idi. Berire hürriyetini
seçti. Urve dedi ki, eğer Berire'nin kocası (Muğis), hür olsaydı, Rasûlullah
Berire'yi muhayyer bırakmazdı.[318]
Hz. Berire'nin
başından geçen olay bundan ibarettir ve hicretin dokuzuncu yılında cereyan
etmiştir. Çünkü Hz. Abbas Medine'ye hicretin sekizinci yılının sonlarında
vukua gelen Taif gazvesinden sonra yerleşmiştir. İbn Abbas (r.a.)'ın beyânına
göre Hz. Abbas Hz. Berire'nin bu hadisesine şâhid olmuştur. Mevzumuzu teşkil
eden bu hadis-i şeriften Hz. Berire'nin kocasının köle olduğu anlaşılmaktadır:
1. Bu olayı
anlatan Hz. Aişe, Hz. Berire'nin kocasının köle olduğunu bizzat kendi dili ile
ifade etmektedir.
2. Hadisin
sonuna Urvenin ilave ettiği "Berire'nin kocası hür olsaydı (Rasûl-i Ekrem)
onu muhayyer bırakmazdı" cümlesi de bunu ifâde etmektedir ve bu söz, bu
hadise idrac edilmiştir.[319]
2234.
...Aişe (r.anha)'dan rivayet edildiğine göre demiştir ki; "Peygamber
(s.a.) kocası bir köle iken (hürriyete kavuşan) Berire'yi (kocasından ayrılıp
ayrılmamakta) muhayyer bırakmıştır."[320]
Bir köle ile evli iken hürriyetine kavuşan câriye
kocasından ayrılıp ayrılmamakta nikâhın lüzum şartlarından olan kefâet
(denklik) şartı bozulmuş olur. Bu bakımdan kadın isterse, bu nikahı bozabilir.
Mevzumuzu teşkil eden bu hadisin bazı tariklerinde bulunan Hz. Peygamber'in
Hz. Berire'yi hürriyetine kavuşur-kavuşmaz huzuruna çağırıp kendisine muhayyer
olduğunu bildirmesi[321] bu
durumda olan bir cariyenin hürriyetine kavuşur-kavuşmaz (fevrî olarak)
muhayyerlik hakkını elde ettiğini ortaya koymaktadır.[322]
2235.
...Aişe (r.a.)'den rivayet olunduğuna göre Berire hürriyetine kavuşturulduğu zaman,
kocası hürmüş. Berire (kocasının nikahı altında kalıp kalmama hususunda)
muhayyer bırakılmış, bunun üzerine,: "benim için şu kadar (imkan sağlamış
bile) olsa (yine de) onunla birlikte olmayı arzu etmem" demiş.[323]
Metinde geçen "Berire'nin kocası hür idi" ifâdesi Hz.Aişe'ye
değil, bu hadisin râvilerinden el-Esved
(b. Ye-zid)e aittir.[324]
Mevzumuzu teşkil eden
bu Ebu Davud hadisi, hür bir kimse ile evli iken hürriyetine kavuşan bir
cariyenin nikahını feshedip etmemekte muhayyer olduğunu söyleyen Hanefi
uleması ile Hammâd b. Süleyman'ın delilini teşkil etmektedir., Bu görüşte olan
ulemaya göre bir önceki babda yer alan hadislerde geçen Hz. Berire'nin
kocasının köle olduğuna dair ifâdeler, Hz. Berire'nin evliliğinin ilk
yıllarıyla ilgilidir. Onun hürriyetine kavuşmasına tekaddüm eden yıllarda
kocası Muğis de hürriyetine kavuşmuştu.[325]
İmam Mâlik ile İmam-Şâfiî, Ahmed ve cumhuru ulemaya göre ise hür bir kimseyle
evli iken hürriyete kavuşan bir câriye, nikahı feshetmek hakkına sahip
değildir. Çünkü aralarında nikahın lüzumu için şart olan denklik (kefâet)
mevcuttur. Kadının zarara uğramak, horlanmak, ayıplanmak gibi bir duruma
düşmesi sözkonusu değildir. Dolayısıyla bu durumda olan bir kadın muhayyer
olamaz. Çünkü din, sebepsiz yere kimseye nikahı feshetme hakkını
vermemektedir.[326]
Hafız tbn Hacer'e göre
"Ebû Davud'un bu hadisinde geçen, Hz. Be-rire'nin kocasının hür olduğuna
dair rivayetin, Hz. Aişe'ye ait olup olmadığı ihtilaflıdır, İmam Ahmed'in
ifadesinden bu rivayetin sadece el-Esved b. Yezid'e ait olduğu anlaşılmaktadır.
İbn Abbas ve diğer
râvilerin sahih rivayetleri ise Hz. Berire'nin kocasının köle olduğunu ifade
etmektedir. Esasen Hz. Berîre'nin kocasının köle olduğunu rivayet eden
râvilerin hepsi de Medinelidir. Bilindiği gibi Medine ulemasının hem rivayet
hem de amel ettiği bir hadis en sağlam hadis kabul edilir. Binaenaleyh hür bir
kimseyle evli iken hürriyyetine kavuşan bir cariyenin nikahını feshedip
etmemekte muhayyer olmadığını ifâde eden hadislerin1 sıhhatinde ittifak varsa
da muhayyer olduğunu ifade eden hadislerin sıhhatinde ittifak değil, ihtilaf
vardır. Bu durumda sıhhatinde ittifak bulunan hadislerin, ihtilaflı hadislere
tercih edilmesi gerekir. Hanefi uleması bu rivayetlerin arasını telife
çalışmışlarsa da buna lüzum yoktur. Çünkü bilindiği gibi hadislerin arasım
te'lif etmek, ancak hadislerin birini diğerine tercih etmek durumu olmadığı
zaman söz konusudur. Burada ise uygulanması gereken usul tercih usûlüdür. Bu
bakımdan cumhur hanefi ulemasının bu telifine itibar etmemişlerdir.[327]
Bu mevzuda Hattabî de
Hz. Berîre'nin kocasının köle olduğunu ifâde eden 2233 ve 2234 numaralı
hadisleri, onun hür olduğunu ifade eden ve mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerife
tercih etmiştir. Gerekçesi ise, Hz. Aişe 2233 numaralı hadisi kendisinden
rivayet eden Urve'nin teyzesi, 2234 numaralı hadisi rivayet eden el-Kasım'ın da
halasıdır. Bilindiği gibi muzdarib hadislerden birini diğerine tercih edebilmek
için râvilerin hadis aldıkları kişiye olan yakınlıkları önem kazanır. Bu bir
tercih sebebi olur. Bezlü'l-mechûd sahibi es-Sehârenfûrî de "Hadisler
arasında asıl olan ihtilâftır. İhtilâf arızî bir durumdur. Binaenaleyh önce
hadislerin arasının te'lifi yoluna gidilmelidir. Hadisin birini diğerine
tercih ederek diğerinin terki yoluna gidilmemelidir. Hadisin birini diğerine
tercih ederek, diğerini şâz ilan etmek, hadisler arasındaki ihtilâfı asıl,
i'tilâfı ise arızî bir durum olarak kabul etmek mânâsına gelir" diyerek
Hanefi ulemanın bu meseledeki tutumunu müdafaa etmektedir.[328]
2236. ...Aişe
(r.anha)dan rivayet edildiğine göre Berîre, Ebû Ahmed ailesinin bir kölesi olan
Muğîs'in yanında (onun nikahlısı olarak) kalmakta iken hürriyetine
kavuşturulmuş. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) onu muhayyer bırakmış ve ona
(kocan) "Sana yaklaşacak olursa, muhayyerliğin kalmaz" buyurmuş.[329]
Burada Hz. Muğîs'in
"Ebu Ahmed ailesinin bir kölesi" olduğu ifâde edilirken Tirmizî'nin
rivayetinde Muğîre oğullarının kölesi olduğu ifâde edilmektedir. Hafız İbn
Hacer'e göre senedi itibariyle Tirmizî'nin rivayeti daha sahihtir.[330]
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerifin zahirinden "Bir köle ile evli iken hürriyetine kavuşan
bir cariyenin, nikahını feshedip etmemekte muhayyer olduğu ve bu muhayyerliğin
hürriyete kavuştuğu andan itibaren kocasının kendisiyle cinsi münâsebette
bulunmasına kadar devam ettiği" anlaşılmaktadır. Nitekim îmam Mâlik ile
İmam Ahmed, el-Evzai, ez-Zührî, Süleyman b.Yesar Nâfi ve Katâde de bu görüştedirler.
Delilleri ise, mev-zumuzu teşkil eden Ebu Davud hadisiyle imam Ahmed'in rivayet
ettiği şu hadis-i şeriftir:
(tel-Hasen b. Amr
b.Umeyye dedi ki Peygamber (s.a.)den hadis rivayet eden kimselerden işittiğime
göre Rasûl-i Ekrem (şöyle) buyurmuş: "Hürriyetine kavuşan bir câriye,
kocası kendisiyle cinsi münâsebette bulununcaya kadar nikahını feshetmekte
muhayyerdir. Fakat kocası onunla cinsi münâsebette bulunacak olursa, (bir daha)
muhayyerlik hakkı yoktur."[331]
Hanefi ulemasına göre
ise bu muhayyerlik cariyenin hürriyetine kavuştuğu meclis devam ettiği sürece
devam eder. Bu meclisin değişmesiyle muhayyerlik .süresi sona erer. Ayrıca
cariyenin muhayyerlik süresi içerisinde kocasını seçmesiyle de bu muhayyerlik
sona ermiş olur. Artık meclisin devam etmesi onun muhayyerlik hakkını geri
getiremez. Bu mevzuda İmam Şafiî'den iki görüş rivayet edilmiştir:
1. Câriye
hürriyetine kavuştuğu andan itibaren üç gün muhayyerdir. Bu süre içerisinde
isterse nikahını fesheder, isterse nikahının devamına karar verir.
2. Hürriyetine
kavuştuğunu öğrendiği an muhayyerdir. O anda nikahı feshetme veya devam ettirme
şıklarından birine karar verme durumundadır. Bu kararı vermeyecek olursa,
muhayyerlik hakkını kaybeder.[332]
2237.
...Aişe (r.anha)dan rivayet olunduğuna göre, kendisi (biri diğeriyle) evli
(olan) iki kölesini hürriyete kavuşturmak istemiş de bunu Peygamber (s.a.)'e
sormuş. (Hz. Peygamber de) ona, azad etmeye kadından önce erkekten başlamasını
emretmiş.[333]
(Bu hadisin
râvilerinden) Nasr (b. Ali) dedi ki: (Bu hadisi) Ebu Ali el-Hanefî, bana
Ubeydullah'dan nakletti.[334]
Hz. Peygamber Hz.
Aişe'ye kölelerinden önce erkeği sonra da kadım azad etmesini emretmiştir. Bu
emir müstehaplık ifâde eder. Binaenaleyh kan-koca durumunda olan iki kölesini
azat etmek isteyen bir kimsenin önce erkeği, ondan sonra onun karısını
azafetmesi müstehabtır. Bu sıraya uymakla köle ile câriye arasındaki nikahı
feshten kurtarmış olur. Çünkü bilindiği gibi kadın kocasından önce hürriyete
kavuşturulacak olursa nikahları fesholur. Fakat, erkeğin kadından önce
hürriyete kavuşturulmasında nikahın bozulması söz konusu değildir.
Bu bakımdan Rasûl-i
Ekrem efendimiz Hz. Aişe'ye azadetmek istediği kölelerinden önce erkeği sonra
da karısını hürriyete kavuşturmasını tavsiye etmiştir. Sindî'nin de ifâde
ettiği gibi kan-koca durumunda olan iki kölenin ikisinin birden hürriyete
kavuşturulmasıyla da nikahları korunmuş olursa da Rasûl-i Ekrem efendimiz
erkeğin faziletine binaen onu kadına takdim etmiştir.[335]
2238. ...İbn
Abbas'dan rivayet olunduğuna göre Peygamber (s.a.) zamanında bir adam müslüman
olup (Hz. Peygamberin huzuruna) gelmiş sonra müslüman olarak karısı da (çıkıp)
gelmiş (adam):
Ey Allanın Rasûlü, bu
da benimle beraber müslüman oldu, deyince (Hz. Peygamber) kadını ona iade
etmiştir.[336]
Müşrik karı-koca
birlikte müslüman olurlarsa eski nikahlan geçerli olarak kalır. Neseben veya
süt yoluyla kardeşlik gibi nikahı ibtal eden bir durum yoksa onların eski
nikahlan geçerli sayılır. Bu nikahın, şartlarına uygun olarak kıyılıp
kıyılmadığını araştırma yoluna gidilmez.[337]
2239. ...İbn
Abbas (r.a.)dan; demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) zamanında bir kadın müslüman
olmuş da evlenmişti. îlk kocası Peygamber (s.a.)'e geldi ve;
Ey Allah'ın RasûTü,
ben müslüman olmuştum. (Bu da) benim müslüman olduğumu biliyordu (böyleyken
gidip bir başkasıyla evlendi) dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) o kadım
sonraki kocasından ayırıp ilk kocasına iade etti."[338]
Bu hadis-i şeriften
anlaşılıyor ki eğer müşrik karı-koca birlikte müslümanlığı kabul edecek
olurlarsa eski nikahları geçerli olur. Yeniden bir nikah kıymak gerekmez.
Karı-koca beraberce müslüman oldukları halde kadın gidip de bir başkasıyla
evlenecek olursa, bu evlilik bâtıl olduğundan geçersiz sayılır ve kadın yeni
kocasından ayrılarak eski kocasına iade edilir. Müşrik karı-koca islâmiyeti
zifafa girip cinsi münâsebette bulunduktan sonra kabul etmiş bile olsalar, yine
de kadın yeni kocasından ayrılır ve eski kocasına iade edilir. Bu mevzuda
ittifak vardır.
Hanbeli ulemâsından
İbn Kudâme bu mevzuda şunları söylüyor: "Kan-kocadan birisi cinsi
münâsebette bulunduktan sonra müsîüman olduysa, bu mevzuda imam Ahmed'den iki
görüş rivayet edilmiştir:
1. Kadının
iddeti bitinceye kadar, kocası da müslüman olursa eski nikahlan geçerli olur.
Fakat eğer bu iddet süresi içerisinde diğeri müslümanlığı kabul etmezse nikahlan
sona erer. Dinlerinin ayrıldığı andan itibaren evlilik hayatlarının da sona
erdiği kabul edilir. Dolayısıyla kadının yeniden evlenmek için yeniden bir
iddet beklemesine de gerek kalmaz, ez-Zührî üe el-Leys, el-Evzaî, eş-Şâfiî,
İshak ve îmanı Muhammed, bu görüştedirler:
2. Dinleri
ayrıldığı andan itibaren nikahlan bozulmuş olur. Hasen, Tavus, İkrime ve Katâde
bu görüştedirler.
Hanefî imamlarından
imam Muhammed diyor ki, kadın müslüman olup kâfir olan kocası da islâm
memleketinde olursa, önce kocasına islâmiyeti kabul etmesi teklif edilir. Eğer
müslüman olursa kadın kendisinin karışıdır. Şayet koca müslümanhğı kabul
etmeyip reddederse, kadın kendisinden alınır ve bu ayırma kesin boşanma
hükmündedir. Ebu Hanife ve İbrahim en-Nehafnin görüşleri de budur.[339]
İmam Mâlik'e göre ise
eğer erkek karısından önce müslüman olmuşsa karısına müslümanhk teklif eder,
eğer kadın müslümanhğı kabul ederse eski nikahlan devam eder. Aksi takdirde
nikahları fesh edilir. Eğer kadının nerede olduğu bilinmiyorsa, erkeğin islâmiyet!
kabul ettiği anda nikah bozulmuş olur. Eğer kadın erkekten önce müslümanhğı
kabul etmişse, eski nikah kadının iddeti sona erinceye kadar devam eder, iddet
süresi sona erince nikah da sona erer.
Bir kadınla kocanın
nikahlı oldukları malum iken, kadın nikahlarının bozulduğunu, erkek de aksini
iddia etse, erkeğin sözüne itibar edilir. Kadının sözü ise reddedilir.
Müşriklerden bir karı-kocanın ikisi birden müslüman olması halinde de hüküm
böyledir. Bu mevzuda ulema görüş birliği içerisindedirler.
Eğer kadın kocasıyla
zifaf olup cinsi münâsebette bulunduktan sonra müslüman olursa, iddet süresi
bitinceye kadar bekler, eğer bu süre içerisinde kocası da müslüman olursa,
eski nikahları devam eder. Aksi takdir-de nikahları feshedilir. ez-Zühri ile
Şafiî, Ahmed ve İshak bu görüştedirler. İmam Mâlik'e göre ise, "Eğer
müşrik bir erkek müşrike olan karısından önce müslüman olursa, karısına
müslüman olmayı teklif eder, eğer kabul ederse eski nikahları devam eder aksi
takdirde nikâhları bozulur. Bu mevzuda Süfyân es-Sevrî de şunları söylüyor:
"Eğer müşrike bir kadın, müşrik kocasından önce müslüman olursa kocasına
müslümanhk teklif eder. Kocası bu teklifi kabul ederse eski nikahları devam
eder, aksi takdirde nikahları feshedilir. Sözü geçen karı-koca dâr-ı islâmda
olmaları şartıyla Hanefi uleması da Süfyan es-Sevrî'nin bu görüşünü savunmaktadırlar.
Fakat kadın müslüman olur da kocası dâr-i harb'e kaçar giderse, aralarında din
farkı bulunduğu için kadın ondan ayrılmış olur. Müşrik bir karı-koca dar-ı
harbde iken kadın müsîüman olur ve ikisi de orada kalmaya devam edip dar-ı
İslama gelmezlerse, veya sadece birisi dar-ı islâma gelip diğeri yine dar-ı
harbte yaşamaya devam ederse, kadının iddet süresi bitinceye kadar beklenir, bu
süre içerisinde erkek müslüman olursa, o zaman karısına dönme hakkı vardır,
aksi takdirde dönme imkânı yoktur.[340]
2240. ...îbn
Abbas (r.a.)'den; demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) kızı Zeyneb'i Ebu'l-As b.
er-Rebi'a önceki nikahı ile geri verdi, yeniden nikah kıymadı.[341]
(Râvi) Muhammed b. Amr
bu hadisi, (Rasuî-i Ekrem kızı Zey-nebi Ebu'l-As'a Hz. Zeyneb'in Medineye
hicretinden) altı sene sonra geri verdi diye rivayet etti. el-Hasen b. Ali
(ise, bu hadisi Rasûlullah Hz. Zeyneb'i müslüman hanımların müşriklerle
evlenmesini yasaklayan âyetin inmesinden) "iki sene sonra (iade
etti)" diye rivayet etti.[342]
Hz. Zeyneb,
Hz. Muhammed'in kızlarının
en büyüğü ve ilk evlâdıdır. Hz.
Hatice'den dünyaya geldiği vakit Efendimiz henüz 30 yaşlarında idiler.
Rasûlullah (s.a.) onu kendi teyze oğlu, yani Hz. Hatice'nin kızkardeşi Hâleh
bint Huveylid'in oğlu Ebul-As b. Rabi ile evlendirmişlerdi. Ebu'l-As Lekît b.
Rabi' Bedir savaşında müs-lümanlar tarafından esir edilmiş ve Hz. Zeyneb'in
fidye olarak gönderdiği gerdanlık karşılığında serbest bırakılmıştı. Lekit
b.Rabi Mekke'ye dönünce Hz. Zeynebi serbest 'bırakarak! Medine'ye gönderdi.
Mekke'nin fethinden az
önce kendisi de müslüman oldu. Musannif Ebu Davud'un Şeyhlerinden Muhammed b.
Amr'in rivayetinde Rasûl-i Ekrem'in Hz. Zeyneb'i Ebul-As'a, Hz. Zeyneb'in
Medine'ye hicretinden altı sene sonra gönderdiği ifade edilirken, el-Hasen b.
Ali'nin rivayetinde müslüman kadınların müşriklerle evlenmesini yasaklayan
"eğer onlann (gerçekten) inanmış olduklarını anlarsanız, onları kâfirlere
geri göndermeyin"[343]
âyetinin inmesinden iki sene sonra gönderdiği ifade edilmektedir. Bu iki
ifadeden çıkan netice aynıdır. Çünkü bu âyet-i kerime hicretin altıncı yılında
Hudeybiye musâlahasından sonra nazil olmuştur. Bu âyetin nüzûluyle Hz.
Ebu'l-As'ın müslümanlığa girişi arasında iki yıl vardır. Hz. Zeyneb'in
Medine'ye dönmesinden Hz. Ebu'l-As'ın müslümanlığa girişi arasında ise, altı
yıl vardır. Binaenaleyh bu iki rivayet arasında herhangi bir. çelişki söz
konusu değildir.[344]
1. Eşlerin
birinin islam ülkesinde diğerinin de küfur
diyarında bulunması onların
nikahına zarar vermez. Çünkü
Rasûlullah (s.a.) kızı Zeyneb'i "ortak koşan erkeklerle de inanıncaya kadar
(kadınlarınızı) evlendirmeyin..."[345]
âyet-i kerîmesi inmeden önce evlendirmişti. Hz. Zeyneb müslüman olduktan sonra
Bedir savaşını müteakib Medine'ye hicret etti. Hz. Ebu'l-As da Mekke'de kaldı.
Fakat nikahlarına bir zarar gelmedi. Daha sonra Hz. Ebu'l-As da müslümanlığa
girince, Rasûl-i Ekrem yeni bir nikaha lüzum görmeden Hz. Zeyneb'i ona iade
etti.
2. Bir kadın
kocasından önce müslüman olursa daha sonra kocası müslüman olunca yeni bir
nikaha lüzum kalmadan onunla birleşebilir. Çünkü eski nikahları bakidir. Kadın
müslüman olduktan sonra iddetini bekleyip bitirmiş bile olsa, durum yine
aynıdır. Çünkü Hz. Zeyneb, Hz. Ebu'l-As'dan ayrılıp Medine'ye geldikten sonra
altı sene beklemiş, ondan sonra yeniden bir nikâh kıyılmadan kocasına dönmüştü.
Hz. Ali b. Ebi Talib ile İbrahim en-Nehaî, Hammâd b. Ebî Süleyman, ve zahiriye
ulemasının bir kısmı bu görüştedirler. Delilleri ise, mevzumuzu teşkil eden Ebü
Dâvud hadisidir.
Halef ve seleften
ulemânın büyük çoğunluğuna göre karısı kendisinden önce müslüman olan bir
kimse henüz karısının iddeti sona ermeden müslüman olursa yeni bir nikaha,
mehre lüzum kalmadan eski nikahla karısına dönebilirse de iddeti bittikten
sonra müslüman olursa, eski nikahla karısına dönemez. Onunla hayatını
birleştirebilmesi için yeni bir nikah gerekir.
Delilleri ise,
"Rasûlullah (s.a.) kızı Zeyneb'i (kendisinden sonra müslüman olan kocası)
Ebu'l-As b. er-Rebî'e yeni mehir ve yeni nikah ile iade etti"[346]
hadisidir. Ancak Ahmed b. Hanbel bu hadis-i şerifi rivayet ettikten sonra şöyle
demiştir;
"Bu hadis
zayıftır, yahutta asılsızdır. Çünkü bu hadisin râvisi el-Haccac Amr b.Şuayb'den
hadis işitmemiştir"[347]
İmam-Tirmiziıde bu hadis hakkında "bu hadisin senedinde bazı söylentiler
vardır"[348] demiştir.
Cumhuru ulemâya
gelince, onlar da kendi görüşlerini şu şekilde savunmaktadırlar; Hz. Zeyneb'in
kocasından ayrı kaldığı süre içerisinde id-detinin sona ermeden devam etmiş
olması mümkündür. Çünkü bazı hastalıklardan dolayı bir kadının iddetinin
yıllarca sürmesi olağandır. İbn Ha-cer'in beyânına göre bu mevzuda cumhurun
görüşüne uygun olan izah tarzı şudur: "Hz. Peygamber'in, Hz. Zeyneb'i
kocası Ebu'1-As'a yeniden nikah kıymaya lüzum görmeden iade ettiğini tesbit
eden İbn Abbas hadisi (yani konumuzu teşkil eden hadis)'dir. Tirmîzi ve imam
Ahmed'in rivayet ettiği Hz. Peygamberin Hz. Zeyneb'i kocasına yeni bir nikah ve
mehirle iade ettiğini ifade eden hadise tercih edilir. Ancak Hz. Peygamber'in
yeniden nikah kıymadan ve mehir tesbit etmeden Hz. Zeyneb'i kocasına i
etmesinin sebebi onun iddetinin henüz sona ermemiş olmasıdır.[349]
2241.
...El-Hâris b. Kays'dan; demiştir ki: "Ben (nikahlım olarak) yanımda
sekiz tane kadın varken müslüman olmuştum. Bunu Peygamber (s.a.)'e anlattım.
Rasûlullah (s.a.);
"Bunlardan
dördünü (kendine) seç (diğerlerini bırak)" buyurdu.[350]
Ebu Davud dedi ki:
"Bize bu hadisi Ahmed b. İbrahim de Hü-seym'den (naklen) rivayet etti ve Ahmed
b. İbrahim (bu hadisin senedinde zikredilen) el-Haris b. Kays'ın yerinde Kays
B. el-Hâris (vardır senedin bu şekilde düzeltilmesi gerekir) dedi. Ahmed b. İbrahim,
Kays b. el-Haris'i kasdederek: "Doğrusu budur" dedi.[351]
Müslümanlığı kabul etmeden
önce dörtten fazla hanımla evli olan bir kimsenin müslüman olduktan sonra bunlardan
dört tanesini seçip yanında bırakması, diğerlerini de terketmesi icabeder.
Yanında bırakacağı hanımları seçerken uyması gereken herhangi bir kural yoktur.
Bu hususta tamamen kendi arzusu ve istekleri doğrultusunda hareket eder. Bu
hanımların tümünün nikahının bir anda kıyılmış olmasa o kimsenin tercih hakkına
tesir etmediği gibi o hanımların birinin veya bir kaçının nikahının
diğerlerinden önce kıyılmış olması da önemli değildir.
Hadisin senedinde
bulunan el-Hadis b. Kays bazı rivayetlerde maklûb olarak Kays b. el-Hâris
şeklinde geçmektedir. Musannif Ebu Davud'un da ifade ettiği gibi Ahmed b.
İbrahim bu râvinin esas isminin Kays b*. el-Hâris olduğunu söylemiş ve Musannif
da Ahmed b. İbrahim'in bu sözünü nakletmekle bu rivayeti tasvib ettiğini ifade
etmek istemiştir. Nitekim İbn Hibbân da Ahmed b. İbrahim'in bu rivayetini esas
alarak sözü geçen râvinin isminin Kays b. el-Haris olduğunu ve bu zatın Hz.
Peygamberle sohbet ettiğini söylüyor.Fakat Hafız İbn Hacer, el-İsâbe isimli
eserinde, bu zatın isminin el-Haris b. Kays olduğunu hadis ulemasının büyük
çoğunluğunun da bu görüşü benimsediklerini, Buhâri, İbnu's-Seken gibi hadis
ulemasının kesinlikle bu görüşü savunduklarını söylüyor.[352]
2242.
...(Önceki hadisin) manasını Ahmed b. İbrahim de Küfe kadısı Bekr b.
Abdurrahman, İsa b. el Muhtar, İbn Ebî Leylâ, Humadsa b. eş-Şemerdel senediyle
Kays b. el-Hâris'den rivayet etmiştir.[353]
Musannif Dâvud bu
hadisi önceki hadisin sonunda geçen, "bu râvinin ismi el-Haris b. Kays
değil, Kays b. el-Haris'dir" mânâsına gelen Ahmed b. İbrahim'in rivayetini
takviye için nak-letmiştir. Gerçi bu hadisi Ebu Davud'un naklettiği senetle
Beyhakî de rivayet etmiş, fakat söz konusu râvinin Kays b. el-Haris değil,
el-Haris b. Kays olduğunu ifâde etmiştir.[354]
1.
Kâfirlerin müslüman olmadan önceki nikahları müslüman olduktan sonra da
geçerlidir. Çünkü Hz. Peygamber el-Haris b. Kays'ın müslüman olmadan önceki
nikâhını müslüman olduktan sonra da geçerli kılmış, bu nikahın daha önce
şartlarına uygun olarak kıyılıp kıyılmadığı üzerinde durmamıştır.
2.
Müslümanlığa girmeden önce dörtten fazla hanımla evli bulunan bir kimsenin
müslümanlığa girdikten sonra bunlardan dört tanesini kendine seçip diğerlerini
bırakması icâbeder.
İmam Mâlik ile imam
Şafiî, Ahmed, el-Leys, İshak, Hasen el-Basrî ve Muhammed b. el-Hasen bu
görüştedirler. Delilleri ise, mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifle
"onlardan dördünü (kendine) seç diğerlerini de terket"[355]
mealindeki hadis-i şeriftir.
İmam Ebu Hanife ile
Ebu Yusuf, es-Sevrî, el-Evzaî ve ez-Zührî'ye göre ise, bir kimsenin
müslümanlığı kabul etmeden önce İslama aykırı olarak kıyılan nikahı
müslümanlığı kabul ettikten sonra geçerli olamaz. Eğer bir kimse dörtten fazla
kadınla evliyken müslümanlığı kabul edecek olursa, bu kimse ilk önce nikahlamış
olduğu dört kadını yanında tutup diğerlerinden ayrılır. Eğer hanımlarının
hepsini bir anda nikahlamış idiyse hanımlarının hepsinin nikahı bâtıl olur.
3. Bir kimsenin
dört kadından fazlasını nikahı altında bulundurması caiz değildir. Halef ve
seleften ulemanın büyük çoğunluğu bu görüştedir. Delilleri ise "...
kadınlardan ikişer, üçer, dörder alın.. "[356]
mealindeki âyet-i kerimedir.[357]
2243.
...ed-Dahhâk b. Feyrûz, babası (Feyrûz)'dan; demiştir ki: (Ben Rasûl-i Ekreme
hitaben):
Ey Allanın Rasulü, ben
nikahımda iki kızkardeş varken müslüman oldum, dedim de (Rasûl-i Ekrem de);
"Onlardan
istediğin birini boşa!" buyurdu.[358]
Bu hadis-i şerif bir kimsenin
iki kızkardeşi nikahı altında bulundurmasının haram olduğunu ifade etmektedir.
Nitekim "... ve iki kız kardeşi bir arada almanız da size haram
kılındı.."[359]
mealindeki âyet-i
kerîme de bunu ifade etmektedir. Bu bakımdan ulema bir kimsenin iki kız kardeşi
birden nikahı altında bulundurmasının haram olduğunda icma etmişlerdir.
Eğer bir kimse iki kız
kardeşle birlikte evliyken müslümanhğı kabul edecek olursa, onlardan beğendiği
birini kendisine seçip diğerini de terketmesi icâbeder. Bunlardan birinin daha
önce veya daha sonra nikahlanmış olması seçmede ona bir öncelik hakkı
tanımadığı gibi her ikisinin bir anda nikahlanmış olması da erkeğin tercih
hakkını etkilemez. İmam Mâlik ile Şafiî, Ahmed, el-Hasen el-Evzaî ve İshak da
bu görüştedirler. Delilleri ise, mevzumuzu teşkil eden hadistir.
İmam Ebu Hânife ile
Ebû Yusuf, es-Sevri ve bazı kimselere göre ise, "Eğer bu kimse iki
kızkardeşle ikisine birden bir nikah kıyarak evlenmişse o kimsenin müslüman
olmasıyla ikisinin birden nikahları bâtıl olur, fakat onlarla ayrı ayrı
zamanlarda kıydığı iki nikahla evlenmişse ilk evlendiği kadının nikahı devam
eder, ikincinin nikahı bâtıl olur. Binaenaleyh onlardan ilk evlendiğini
yanında tutup ikinciyi bırakması icâbeder.[360]
2244.
...Râfi b. Sinan'dan rivayet olunduğuna göre kendisi müslüman olmuş, karısı ise
müslüman olmayı kabul etmemiş ve|(ha-nımı)ı Peygamber (s.a.)'e gelip;
(Bu) benim kızım
(olmaya daha lâyık)dır. (Çünkü o) sütten kesilmiş ya da öyle sayılabilecek
(yaşta küçük bir kız)dır, demiş. Râfi de:
(Bu) benim kizımdır,
demiş. Bunun üzerine Peygamber (s.a.) Rafi'a;
"Sen bir köşeye
otur", hanımına da "Sen de bir köşeye otur" buyurmuş. Kızcağızı
da aralarına oturtmuş. Sonra;
"Onu
çağırın!" (bakalım) buyurmuş. (Her ikisi de çocuğu yanlarına çağırmaya
başlamışlar). Kız önce annesine yönelmiş. Bunun üzerine Peygamber (s.a.);
"Ey Allahım onu
(doğruya) ilet" diye dua etmiş ve çocuk, babasına (gitmek için) yönelmiş.
(Babası da) onu (tutup) almış.[361]
Kendisi müslüman
olduğu halde karısı müslümanhğı kabul etmeyen kimsenin o kadından dünyaya
gelmiş bir çocuğu varsa, bu çocuğu annesine teslim etmek caizse de müslüman
olduğu için babasına teslim etmek daha evlâdır. Karı kocadan birinin kâfir olması
hâlinde çocuğun bunlardan müslüman olana teslimi tercih edilir. Hanefi
ulemasıyla Ebu Sevr ve Maliki ulemâsından Îbnu'l-Kâsım bu görüştedirler.
Delilleri bu hadis-i şeriftir.
İmam Malik ile Şâfiı
ve Ahmed'e göre ise, küçük bir çocuğu kâfir bir anne veya babanın velayetine
teslim etmek asla caiz değildir. Çünkü Allah teâlâ Kur'an-ı Keriminde "ve
Allah müzminlere karşı kâfirlere asla yol vermeyecektir"[362]
buyurmuştur. Çünkü kâfir çocuğu dininden döndürür, bu ise çocuğa yapılabilecek
zararların en büyüğüdür. Bu görüşte olan ulemâya göre, çocuğun kâfir olan
annesine ya da kâfir olan babasına tesliminin caiz olduğunu ifâde eden ve
konumuzu teşkil eden hadis-i şerif muzdaribdir. Her ne kadar bu hadisi Nesaî
ile İbn Mace de rivayet etmişlerse de Sindî "bu hadisin senedi
zayıftır", Darekutnî, "bu hadisin râvile-rinden Abdulhamid b. Seleme,
onun babası ve dedesinin kimlikleri meçhuldür diyerek bu rivayetlerin hükme
mesned olma niteliğinden yoksun, zayıf rivayetler olduğunu ifâde etmiştir.[363]
Aksi görüşü savunan Hanefi
ulemasına göre bu mevzuda gelen hadislerin birini diğerine tercih imkanı
vermeyecek şekilde ve biri diğerinden farklı olarak rivayet edilmiş olması bu
olayın ayrı ayrı zamanlarda farklı şekillerde tekerrür ettiğini gösterir ki bu
durumda hadislerde ızdırap bulunduğundan bahsedilemez. Binaenaleyh her ne
kadar çocuğu anne ve babasından müslüman olana vermek daha iyiyse de kâfir
olanına vermek de caizdir. Bu meseleyi ileride ayrıntılı olarak ele alacağız
inşallah.[364]
Lian: Lügatte lanet kökünden
lâane fiilinin masdarı olup kovmak ve uzaklaştırmak anlamına gelir. Nitekim
"kıyamete kadar lanetim senin üzerinedir."[365]
âyet-i kerimesinde "la'net" kelimesi bu mânâda kullanılmıştır.
Dini bir terim olarak
liân, şehâdet ehlinden olan bir kocanın yine şehâdet ehlinden olan karısına
zina isnad edip ya da şâhid bulunmaması hâlinde hâkim ve bir cemaat huzurunda
erkek ile kadının özel nitelikteki lânetleşmeleridir. Lânetleşme şöyle icra
edilir:
Karı-kocadan her biri
dörder defa Allah (c.c.)'a yemin ederek kendisinin doğru ve eşinin yalancı
olduğunu söyler. Beşinci de ise, kendisinin yalan ve eşinin de doğru söylemiş
olması hâlinde Allah'ın lanetinin kendi üzerine olmasını ister. Lânetleşmenin
bu şekilde sona ermesiyle hâkim onları ayırır ve bu bir bâin talak sayılır.
Hanefi imamlarından imam Züfer'e göre ise, hâkimin tefrikına lüzum kalmadan
eşler ebedî olarak ayrılmış olurlar.
Bu meseleyi 2250
numaralı hadisin şerhinde tekrar ele alacağız.[366]
2245. ...Sehl
b. Sa'd es-Sâidî dedi ki; Uveymir b. Eşkar el-Aclânî, Asım b. Adiyy'e gelerek;
Ey Âsim, karısını
(yabancı) bir erkekle yakalayan adam hakkında görüşün nedir? O, onu (zaniyi)
öldürecek, siz de onu mu öl-düreceksiniz?!yoksa nasıl hareket edecek? Ey Asım,
bunu benim için Rasûlullah (s.a.)'e soruver, dedi. Asım da (bunu) Rasûlullah
(s.a.)'e sorunca, Rasûlullah Sallâllahu aleyhi ve sellem (bu) suallerden hoşlanmadı
ve (bu şekilde sorular sormayı) ayıpladı.IHatta Rasûlullah (s.a.)'den
işittikleri Asım'ın ağrına gitti. Asım evine dönünce Uveymir onun yanına
gelip;
Ey Asım, Rasûlullah
(s.a.) sana ne cevâp verdi? dedi. Asım da;
Sen bana hayır
getirmedin. Rasûlllah (s.a.) sorduğum meseleden hoşlanmadı deyince Uveymir;
Allah'a yemîn olsun ki
bunu ona sormaktan vazgeçmeyeceğim, karşılığını verdi. Derken Uveymir kalkıp
halk arasında bulunan Rasûlullah (s.a.)'in yanına geldi ve;
Ey Allah'ın Rasülü, ne
buyurursun, bir adam karısının yanında birini bulursa, onu öldürür siz de
kendisini mi öldürürsünüz, yoksa ne yapar? diye sordu. Bunun üzerine Rasûlullah
salâllahu aleyhi ve sellem;
"Senin ve hanımın
hakkında Kur'an âyeti indirildi git onu getir." buyurdu. Sehl dedi ki:
"Ben halk ile birlikte Rasûlullah (s.a.)'in yanında iken onlar da
lânetleştiler." (lânetleşmeyi) bitirdikleri zaman Uveymir;
Ey Allah'ın Rasûlü,
eğer ben onu (nikâhım altında) tutacak olursam, onun hakkında yalan söylemiş
duruma düşerim, dedi ve daha Rasûlullah ona (hanımını boşaması için) emir
vermeden önce onu üç (talâkla) boşadı.[367]
İbn Şihâb; "Artık
bu, liân yapanların âdeti olmuştur," dedi.[368]
"Liân yapan
karı-koca Allah'ın rahmetinden yahut birbirlerinden uzaklaştıkları ve liân yapan erkek beşinci defa da kendine
lanet ettiği için bu fiîle liân ismi verilmiştir. 'Namaza bazan rüku' ve sücûd
denildiği gibi burada da cüz'ü zikirle küll kastedilmiştir.
Liânın şer'i mânâsı
Hanefîlere göre; Lanetle beraber yeminlerle te'kîd olunan şehâdetlerdir. Liân
için şehâdete ehil olmak şarttır. Binâenaleyh liân ancak hür, âkil, baliğ ve
kendilerine kazif haddi vurulmamış iki müs-lüman arasında cereyan eder.
Eimme-i selâse yâni
imâm Mâlik, Şafiî ve Ahmed b. Hanbel liânı, şehâdet lâfzı ile te'kîd edilen
yemînler, diye tarif etmişlerdir. Onlarca liân-da şehâdete değil, yemîne ehil
olmak şarttır. Bu halde müslüman bir erkekle kâfir olan karısı arasında liân
cereyan ettiği gibi, kâfir olan karı-koca arasında da liân yapılabilir.
Nevevî'nin beyânına
göre ulemâ: "Liânla Kasâme'den başka müteaddit defa yapılan yemîn yoktur.
Davacıya da yalnız bu iki yerde yemîn verdirilir" demişlerdir. Liânın
hikmeti, şartları, sebebi, rüknü ve hükmü vardır.
Hikmeti: Nesebi
korumak ve kadına teveccüh eden kötü ithamı def etmek gibi şeylerdir.
Şartları: Hanefîlere
göre nikâh-ı sahîh ile evli bulunmak, erkeğin iddiasını isbât için beyine
getirememesi kadının inkârı ve liân talebi, kadının namuslu olması, akıl,
islâm, bulûğ, hürriyet, dilsiz olmamak, kazif sebebiyle hadd vurulmuş olmamak
ve karı-kocanın islâm diyarında bulunmalarıdır. Diğer mezheplere göre islâm ve
hürriyet şart değildir.
Sebebi; Kaziftir.
Kazf: Namuslu bir kadına zînâ isnadında bulunmaktır. Bunun cezası hür için
seksen, köle için kırk dayaktır. Zinayı kendi karısına isnâd edip de beyyine
getiremeyen yalancı erkek hakkında hadd-i kazif (yâni kazif cezası, dayak)
yerine liân meşru' olmuştur. Liân yalancı zevce hakkında zînâ cezası yerine
geçer.
Rüknü: Liândan sonra
cinsî münâsebetin haram olmasıdır.
Liân; kitâb, sünnet ve
icma-ı ümmetle sabittir. Kitabdan delili; "Kanlarına iftira atıp da
kendilerinden başka şâhidleri bulunmayanlardan her-birinin şehâdeti, Kendinin
hakîkaten doğru söyleyenlerden olduğuna dört defa Allah'a şehâdet
getirmesidir... Kadından da azabı kocasının hakîkaten yalancılardan olduğuna
dört defa Allah'a şehâdette bulunması, beşincide; Eğer kocası doğru
söyleyenlerdense Allah'ın gazabının kendi üzerine olmasını söylemesi
defeder."[369]
âyetleridir. Kaadî Iyâz liân kıssasının hicretin dokuzuncu yılı şa'bân ayında
vuku' bulduğunu İbn Cerîrıet-Taberî'den nakletmiştir. Sünnetten delili:
Babımızın hadîsleridir. Liânın sıhhatine ulemâ icma' etmişlerdir."[370]
1. Bir kimse
başına gelen yüz kızartıcı bir işin hükmünü ulemaya sormak mecburiyetinde kaldığı
zaman onu bizzat kendisi sormalı, başka birini aracı etmemelidir. Sırrını
muhafazası bakımından ihtiyata uygun olan budur.
Rasûl-i Ekrem
Efendimiz, vereceği hükümlerin Allah tarafından kanunlaştırılacağı ve
dolayısıyla ümmetinin üzerine yeni sorumluluklar getireceği korkusuyla
kendisine fazla soru sorulmasını arzu etmezdi. Bu bakımdan seleften bir cemaat
bir kimsenin henüz kendi başına gelmeyen bir meselede soru sormasını mekruh
saymışlardır. Fakat ulemânın büyük çoğunluğu aksi görüştedirler. Çünkü Ashâb-ı
kirâm'ın, hakkında vahiy bulunmayan pek çok meseleleri Rasûl-i Ekrem'e
sordukları tarihî bir gerçektir.
2. Bir
âlimin kendisine sorulan bir soruya cevâp vermekten kaçınması o sorunun
cevâbını öğrenmek için o âlime soru sormakta isrâr etmeye mânı olmaz. Bir
çaresini bulup o meseleyi tekrar o ilim adamına sormakta bir sakınca yoktur.
3. Bir kimse
evinde öldürdüğü bir erkeği, karısıyla zînâ ederken yakaladığı için öldürdüğünü
iddia etse, bu iddiası kabul edilmez. Çünkü eğer bu iddia kabul edilecek
olursa, o zaman herkes öldürmek istediği kimseyi evine çekip öldürür ve ona
zînâ isnâd ederek kendisini kurtarma yoluna gider. Böylece pek çok kimsenin
kanı heder olur. Şafiî ulemâsından Nevevî'nin beyânına göre bir kimseyi evinde
öldürüp de zînâ ederken yakaladığı için öldürdüğünü iddia eden bir kimsenin
kısas edilip edilmemesi hakkında ulemâ ihtilâf etmişlerdir. Cumhura göre bu
kimsenin iddiası kabul edilmez. Kısas yapılır, ancak zînâyı dört erkek, âdil
şahitle isbât eder, öldürülen şahıs da evli olursa, yahut ölenin mirasçıları
itirafta bulunurlarsa, kısas lâzım gelmez. Bu mesele Allah ile öldüren
arasında gizli kalmışsa, katil sözünde doğru olmak.şartıyla kendisine hiçbir
manevî sorumluluk terettüb etmez. Doğrusu da budur.[371]
4. İki
zarardan hafif olanı ağır olana tercîh etmek gerekir. Binâenaleyh kıskançlığın
sevkedeceği kati fiîline sabrın zorluğu ve acılığı tercîh edilir. Çünkü her ne
kadar sabır zor ve acı ise de kıskançlığın şevkiyle adam öldürmenin getireceği
zarar daha büyüktür. Allah teâlâ insanları, bu gibi zararlı kadınların
şerrinden kurtarmak için talâkı ve Hânı meşru' kılmıştır.
5. Liân
meşru' kılınmıştır. Liân vâcib, mekruh ve haram olmak üzere üç kısma ayrılır:
a. Adam
karısını zînâ halinde yakalar veya kadın zînâ ettiğini itiraf ederse ve zînâ
olayı adamın karısına hiç yaklaşmadığı bir temizlik döneminde vukua gelmişse
ve adam bu iddiasından sonra da karısına hiç yaklaşmadığı halde kadın hâmile
çıkarsa, adamın bu çocuğun kendisine âit olmadığını isbât etmek için liân
yoluna başvurması üzerine vâcib olur.
b. Bir
kimse, kendi hanımının yanma, yabancı bir kimsenin girdiğini görür ve zann-ı
galibi ile onunla zînâ ettiğine inanırsa, o zaman lîan yoluna başvurması
kerahetle caizdir. Liân yoluna başvurmaması daha iyi olur. Çünkü liân yoluna
başvurmadığı takdirde sırrını ifşa etmemiş olur. Binâenaleyh bu durumda liân
yolunu değil, talâk yolunu tercîh etmesi daha iyi olur.
c. Bu iki
durum dışında liân yoluna başvurmaksa haramdır. Karısının zina ettiği
dedikodusu yaygınlaşan bir kimsenin liân yapmasının caiz olup olmadığı
meselesinde Şafiî ulemâsıyle imâm Ahmed'den iki görüş rivayet edilmiştir1.
6. Liân
hükümet reisinin veya hakîmin huzurunda ve onların emriyle yapılır. Kan-koca
kendi arzu ettikleri bir kimsenin huzurunda liân yaparlarsa bu liân geçerli
olamaz. Çünkü liân şiddetli bir cezadır. Bu şiddetin gerçekleşmesi hâkimin
bulunmasıyla olur. Nevevî liânın üç şekilde yâni zaman, mekân ve kalabalık
unsurlarıyla şiddetlendirildiğini söyler. Zaman itibariyle şiddetli Iiân
ikindiden sonra yapılandır. Mekândan murâd; O yerin en şerefli mevkiîdir.
Kalabalığın en azı dört kişidir. Yine Nevevî: "şu şiddetli hev'ilerin
vâcib mi yoksa müstehâb mı olduğunda ulemâmız arasında hilaf vardır; esah olan
kavle göre müstehâbdır" demektedir.
7. Ebû
Hanîfe'ye göre mücerred Hânla ayrılma tahakkuk etmez. Karı ile kocanın
biribirlerinden ayrılmaları hakimin hükmü ile olur. Çünkü bir rivayette
"Onu boşa!" buyurulduğu gibi, babımız rivayetlerinin birinde de
"sonra onların aralarını ayırdı" denilmektedir. Mamafih Hânla kadının
cimâı haram olur. Sevrî ile İmâm Ahmed'in mezhebleri de budur. Mâlikîlerden bu
hususta dört kavil rivayet olunur:
Birinci kavle göre,
ayrılma ancak karı-kocanın beraberce lânetleşme-Ieriyle tahakkuk eder.
İkinci kavil îmâm
Mâlik'in "el-Muvatta"' adlı eserindeki sözünün zahiridir. Bu kavle
göre ayrılık erkeğin Hânı ile olur. Mezkûr kavli Asbâğ rivayet etmiştir.
Üçüncü kavil
Mâlikîlerden Sahnûn' undur. Buna göre ayrılık, kadın Hâna yanaşmazsa kocasının
Hânı ile olur.
Dördüncü kavle göre
kadın Hân yaparsa, ayrılık kocasının liânıyla tamam olur. Mâlikîlerden
Ebû'l-Kâsim buna kail olmuştur. Hâsılı İmâm Mâlik'in mezhebine göre karı ile
kocanın ayrılmaları hâkimin hükmüne bağlı olmadığı gibi, erkeğin boşaması da
şart değildir. Leys, Evzâî, Ebû Ubeyd ve Hanefîlerden İmâm Züfer'in mezhepleri
de budur.
İmâm Şafiî'ye göre
ayrılık erkeğin liânıyla olur. Anlaşılıyor ki: îmâm-ı Azam, Sevrî, Evzâî, Leys,
İmâm Şafiî, îmâm Mâlik, İmâm Ahmed, İs-hâk, Ebü Ubeyd ve Ebû Sevr liânın hükmü
ve sünneti karı ile kocanın birbirinden ayrılması olduğunda ittifak
etmişlerdir. Yalnız bu ayrılığın Hânla mı, yoksa hakimin hükmüyle mi tahakkuk
edeceğinde ihtilâf olunmuştur. Medîne, Mekke, Küfe, Şam ve Mısır ulemâsının
mezhebleri de budur.
Osman el-Bettî ile
Basralı bâzı ulemâ; "Erkek boşamadikca Hân, nikâhın sıhhatinden bir şey
eksiltmez, ama boşaması daha münâsibdir," demişlerdir. Bu kavli İbn
Cerîr, Ebû's-Sa'sa', Câbir b. Zeyd'den de rivayet etmiştir.
Liânla vuku' bulan
ayrılığın fesih mi yoksa boşama mı sayılacağı da ihtilaflıdır. İbrahim
en-Nehâî, îmâm Â'zâm ve Saîd b. el-Müseyyeb bir taiâk olduğuna kaildirler. îmâm
Mâlik ile İmâm Şafiî'ye göre feshtir.
Cumhûr-i ulemâya göre
Hân yapan karı-koca bir daha ebediyyen bir araya gelemezler. Yalnız Hândan
sonra erkek yalan söylediğini itiraf ederse, karısını tekrar alıp
alamayacağında ihtilâf etmişlerdir. İmâm A'zâm'a göre nikâhı haram kılan mânâ
ortadan kalktığı için tekrar evlenebilirler. İmâm Mâlik, Şafiî ve diğer ulemâ
ebediyyen bir araya gelemeyeceklerine kail olmuşlardır.[372]
8. Alim
evinde aranır, sokakta veya câmicre tesadüf için beklenmez.
9. Hüküm
zahire göre verilir. Bâtını Allah bilir.
10. Bir
defada üç talak vermek caizdir ve geçerlidir.
11. Liâmn
mescidde yapılması müstehabdır.[373]
2246.
...Abbâs b. SehFin babası Sehl'den rivayet olunduğuna göre, Peygamber (s.a.)
Asım b. Adiyy'e hitaben; "hanımını, doğuruncaya kadar yanında tut."
buyurmuştur.[374]
Bir önceki hadîs-i
şerifte karısına zîna isnâd ettiği ifâde edilen Uveymir, Hz. Peygamber'in
emriyle karısıyla Hân
yaptıktan sonra
Rasûl-i Ekrem Efendimiz, bu kadını Asım b. Adiyy'e teslim ederek, "bu
kadın çocuğunu dünyaya getirinceye kadar senin yanında kalsın,"
buyurmuştur. Rasûl-i ekremin bu kadım Asım'a teslim etmesinin sebebi Hz.
Asım'ın kendi kavminin reisi olmasındandır. Ayrıca söz konusu kadının Hz.
Asım'ın kızı veya kardeşinin kızı olduğu da rivayet olunmuştur.
Rasûl-i Ekrem'in bu
sözünden, Hz. Uveymir'in liân yaptığı ve karısının o esnada hâmile olduğu
anlaşılmaktadır. Nitekim şu hadîs-i şerif de bu gerçeği te'yîd etmektedir:
"Rasûlullah (s.a.) Aclanlı kan-koca arasında liân yaptırdı. O sırada kadın
hamileydi."[375]
Netice olarak şu hükme
varmak mümkündür: Hâmile bir kadına Hân yapmak caizdir.
Bu hadîs-i şerîf,
Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde şu mânâya gelen kelimelerle rivayet olunmuştur;
Peygamber (s.a.) Asım b. Adiyy'e; "bu kadını al, doğuruncaya kadar senin
yanında (dursun) eğer, kırmızı tenli bir çocuk dünyaya getirirse babası
Uveymir'e aittir, yok eğer kıvırcık saçlı siyah dilli bir çocuk dünyaya
getirirse, İbnu el-Salınıa'ya aittir" buyurdu. Çocuk dünyaya gelince bir
de ne göreyim başı kuzu derisi gibi kıvırcık kıvırcık saçh sonra yanaklarına
baktım Arabistan kirazı gibi kırmızıydı. Dili ise hurma gibi siyahtı. Bunun
üzerine "Rasûlullah doğru söylemiştir" demekten kendimi
alamadım."[376]
2247. ...
Sehl b. Sa'd es-Sâidî'den; demiştir ki: "Ben (Uveymir ile hanımının)
Hânlarında bulundum. O zaman ben onbeş yaşında bir çocuk idim.”
(Râvî Yunus hadîsin
bundan sonraki kısmında bir önceki) hadîsi (SehTden naklen) rivayet etti ve bu
rivayetinde (bir önceki hadîsten fazla olarak) şunları nakletti: "Sonra
kadın (evinden) hâmile olarak çıktı ve çocuk annesine nisbet edildi."[377]
Hafız İbn Hacer'in
tahkikine göre Uveymir'in karısına liân yapması hicretin onuncu yılının Şa'bân
ayında vukua gelmiştir.[378]
Liândan sonra çocuk
Uveymir'e değil, annesine nisbet edilmiştir. Nitekim 2248 numaralı hadîs-i
şerîf de bu gerçeği te'yîd etmektedir. Çünkü liândan sonra bu çocuğu kadının
eski kocasına nisbet etmek mümkün olamayacağı gibi zînâ isnâd edilen erkeğe
isnâd etmek de caiz değildir. Zira Rasûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.): "Zina
eden için recin vardır."[379]
buyurmuştur.[380]
1.
Lianın mü'minlerden oluşan bir cemaat
huzurunda yapılması mustehabdır.
2. Kadının
hâmile olması Hâna mani değildir.
3. Liândan
sonra doğacak çocuk annesine nisbet edilir.[381]
2248.
...Sehl b. Sa'd Hân yapan kan-koca hakkında; Peygamber sallâllahu aleyhi ve
sellem şöyle buyurdu" demiştir:
Şu kadım gözetleyiniz,
eğer gözlerinin siyahı çok siyah, beyazı da çok beyaz, iri kalçalı bir çocuk
dünyaya getirirse (Uveymir'in) ancak doğru söylemiş olduğuna kanaat getiririm.
Fakat keler gibi kızılca (çocuk) doğurursa ancak (Uveymir'in) yalan söylemiş
olduğuna hükmederim." (Râvî Sehl) dedi ki: (kadın) çocuğu arzu edilmeyen
şekilde (zînâ isnadını doğrulayıcı bir surette) dünyaya getirdi.[382]
Daha önce tercümesini
sunduğumuz 2245 numaralı hadîsin şerhinde de açıkladığımız gibi Hz. Uveymir
karısına zînâ isnadında bulunduğu için, Rasûl-i Ekrem Efendimiz onları Hâna davet
etmişti ve liândan sonra kan-koca birbirlerinden ayrılmışlardı. Daha sonra Rasûl-i
Ekrem Efendimiz metinde ifâde edildiği şekilde doğacak çocuğun hangi vasıfta
doğarsa Hz. Uveymir'e âit, hangi vasıfta doğunca da zînâ mahsûlü olacağını
açıklamış, neticede doğan çocuğun Rasûl-i Ekrem'in açıklamasına uygun olarak
veled-i zînâ olduğu ortaya çıkmıştı.
Hadis sarihlerinin
açıklamasına göre .Hz. Uveymir'in karısının ismi Havle, zînâ ettiği iddia
edilen şahsın ismi ise, Şerik b. Sahmâ'dır. Bu adamın Hilâl b. Umeyye
ismindeki zâtın karısı ile de zînâ ettiği rivayet olunmuştur.[383]
2249. ...Sehl
b. Sa'd es-Saîdî'den (Uveymir ve hanımı ile ilgili olay hakkında) şöyle dediği
de nakledilmiştir. (Doğan çocuğu kastederek) "O annesine nisbet edildi ve
(İbn Havle diye) çağrıldı."[384]
2250. ...(Hz.
Uveymir ile karısı arasında geçen Iiân mevzûsun-da) Sehl b. Sa'd'dân (bir başka
Tıaber daha rivayet olunmuştur.) Bu haberde (Sehl şunları) rivayet etmiştir;
(Hz. Uveymir) karısını Rasûlullah (s.a.)'in huzurunda üç talâkla boşadı.
Rasûlullah (s.a.) de bu (talakiar)'i geçerli kıldı. Peygamber (s.a.)'in
huzurunda yapılan (bir iş tasvîb görünce) sünnet (olur) idi.
Sehl dedi ki:
"Ben Peygamber (s.a.)in yanında bu olaya şahîd oldum. (Bu olaydan) sonra
Iiân yapan karı-kocanın bir daha birleşmemek üzere ayrılmaları sünnet oldu.[385]
2249 numaralı hadîs
Buhârî'nİn Salıîh'inde şu mânâya
gelen lâfızlarla rivayet edilmiştir: "Sehl b. Sa'd es-Sâidî (r.a.)'den
rivayete göre (Aclân oğullarından) Uveymir, Benî Aclân'ın ulusu olan Asım b.
Adiyy'e gelerek:
Siz ne dersiniz? Bir
kimse karısıyla beraber bir,kişiyi (zînâ üzerine) bulsa, kadının kocası zâniyi
öldürmeli, siz de onu (kısas yaparak) öldür-meli misiniz? Yoksa bu kimse ne
yapmalı? (Bu halde zevç, dört şâhid getirmeye gitse zâni işini görüp savuşacaktır,
sükût etse namusa taallûk eden bir şeye sükût etmiş olacaktır) Lütfen bu müşkil
meseleyi bir kere Rasûlullah (s.a.)'a benim için bir sorsanız, der. Bunun
üzerine Âsim Ra-sûlullah'a gelip, Yâ Rasûlallah! diye (söze başlayıp Hz.
Uveymir'in sorulmasını istediği meseleyi) arzetti. Fakat Rasûl-i Ekrem bu
sorulardan hoş-lanmayıp onları ayıpladı. Sonra Uveymir Asım b. Adiyy'e,
Rasûlullah ne buyurdu
diye sordu. O da;
Rasûl-i Ekrem böyle
meseleleri çirkin gördü ve ayıpladı, diye cevâp verdi. Bunun üzerine Uveymir;
Vallahi hiç çekinmem,
bunu kendim Rasûlullah'a sorarım dedi ve gidip;
Yâ Rasûlallah! Bir
kimse karısıyla beraber bir kişiyi (zînâ üzerinde) bulsa kadının zevci zâniyi
öldürmeli, sonra siz de (kısâsen) onu öldürmeli misiniz? Yoksa bu adam ne
yapmalı? diye sordu. Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem:
"Ey Uveymir senin
ve karının hakkında Allah teâlâ kur an (âyeti) gönderdi, dedi ve bu karı-kocaya
Allah teâlânm Kur'ân'da ta'lim ettiği veçhile nıülâane etmelerini emreyledi.
İlk önce erkek karısına karşı lanetle yemîn etti (sonra da kadın kocasına karşı
yemîn etti) sonra Uveymir:
Yâ Rasûlallah! Bu
kadını nikâhımda tutarsam ona zulmetmiş olurum, deyip kadını boşadı. Ve
Uveymir ile karısının bu vak'asından sonra lânetleşen çiftlerin kocanın
talâkıyla ayrılmaları âdet oldu. Sonra Rasû-lullah mecliste hazır bulunanlara,
"Bakınız! Eğer bu
kadın, vücûdu siyah, gözlerinin siyahı koyu, kalçaları iri, baldırları kaba
kıyafette bir çocuk getirirse muhakkak ben Uveymir'in bu kadına zînâ isnadında
doğru olduğunu sanırım. Eğer kadın keler cinsinden kızılca kurt gibi kızıl bir
çocuk doğurursa bu defa da ben şüphesiz kadına bühtan ve iftira ettiğini
sanırım," buyurdu. Sonra çocuk Rasûlullâh'ın Uveymir'i tasdik yollu tasvir
ettiği şekilde doğdu ve bu cihetle çocuk anası (Havle kadı)na nisbet ed(ilerek
"tbn Havle" diye çağır)ıldı.[386]
2250 numaralı, hadîsin
zahiri, Hândan sonra eşler arasında talâk vâki' olmadığına, binâenaleyh Hân
yapan eşlerin eski nikâhlarının devam ettiğine, bunların ayrılabilmeleri için kocanın
talâk vermesi gerektiğine delâlet etmektedir. Söz konusu hadîste geçen Uveymir
karısını Rasûlullah'm huzurunda üç talâkla boşadı Rasûlullah (s.a.) da bu
talâkları geçerli kıldı," cümlesi bunu ifâde etmektedir. Nitekim Osman
el-Betti de bu hadise dayanarak Hânla nikâhın feshedilmiş olmayacağını
söylemiştir. Hafız İbn Ha-cer'in beyânına göre, "Eşler Hân yaptıktan sonra
kocanın ayrıca bir de talâk vermesi Kur'an-ı Kerîm'de söz konusu edilmemiştir
ve bu hadîste geçen talâk Hândan önce verilmiştir," gerekçesiyle Osman
el-Betti'nin bu görüşüne itiraz edilmiş ve Osman el-Betti'nin bu görüşte yalnız
kaldığı iddia edilmiştir. Fakat Osman bu görüşünde yalnız değildir. îbn
Abbâs'ın ashabından pekçok fıkıh âlimi Osman eJ-Betti'nin görüşündedirler.[387]
Cumhura göre ise, Hân nikâhı fesheder. Binâenaleyh Hân yapan eşler ebedî
olarak birbirlerine haram olurlar. Delilleri ise, metinde geçen "bu
olaydan sonra Hân yapan kan-kocanın bir daha birleşmemek üzere ayrılmaları âdet
oldu," cümlesidir. Yine cumhura göre Hândan sonra eşlerden birisi yalan
söylediğini ilan etse, eşler yine de birleşemezler. Çünkü Hân feshtir. Koca Hân
yaparken talâka niyet etse bile yine de talâk değil, fesh sayılır.
Eğer Hân talâk
olsaydı, o zaman sadece kocanın talâk vermesiyle yeti-nilir, kadının da Hân
yapmasına lüzum görülmezdi, imâm Ebû Hanife'ye göre ise, fesh değil, sadece
erkeğin "sen boşsun" sözüyle talâka dönüşebilecek olan ve erkek
tarafından gelen bir ayrılıştır.[388]
Hâkimin onları ayırması ise bir talâktır ve kesin boşanmadır. Eğer kişi
"ben ona iftira ettim" dese yeniden onu nikahlayabilir. İmâm Ebû
Yusuf'a göre Hân ile kadın ona ebediyyen haram olur. Çünkü mevzûmuzu teşkil
eden hadîste geçen "liân eden karı-koca bir daha hiçbir zaman
birleşemezler" mealindeki cümle buna delâlet eder. Binâenaleyh Hanefîlere
göre hâkim ayırmadıkça liân yapan eşler ayrılmış olmazlar. İmâm Züfer'e göre
ise, liân ile ayrılmış olurlar.[389] Bu
bakımdan bu erkeğin boşaması
veya hâkîmin onları
ayırması gerekir.[390]
2251. ...Sehl
îbn Sa'd'dan; demiştir ki: "Ben Rasülullah (s.a.) zamanında liân yapan bir
karı-kocayı (liân yaparlarken) gördüm. Ben o zaman onbeş yaşımda idim.
(Karı-koca liân yaptıktan) sonra (Rasûl-i Ekrem onları) birbirinden
ayırdı."
(Bu hadîsi Ebû Davud'a
nakleden dört ayrı râvfden biri olan) Müsedded'in rivayeti (burada) sona erdi.
(Vehb b. Beyân,
İbn-ûs-Sehr ve Amr b. Osman ismindeki) öbür râvîler (ises bu hadisi naklederken
şunları da söylediler): "Sehl b. Sa'd, Peygamber (s.a.)'in liân yapan
eşleri birbirinden ayırdığına şâhid oldu: (Liân yapan)-erkek (Hândan sonra)
"Yâ Rasûlallah! Eğer ben bu kadını (nikâhım altında) tutacak olursam, onun
hakkında yalan söylemiş olurum" dedi."
Ebu Davud dedi ki:
Ravilerden bazısı kelimesini zikretmedi.
Ebû Davûd dedi ki: (Bu
hadîsi naklederken) hiçbir râvı, İbn Uyeyne'ye uyarak (onun şeyhi olan
ZührVden) "Peygamber sallâllahu aleyhi ve sellemin, Hân yapan eşleri
birbirinden ayırdığını rivayet etmemiştir.[391]
Musannif Ebû Davud'un bu
hadîsin sonuna ilâve ettiği talık Rasul-ı Ekrem in lıandan sonra, han yapan
karıkocayı biribirinden ayırmadığını ifâde etmektedir. Bu ise, İiân yapan eşlerin
nikâhlarının devam ettiği anlamına geldiği gibi, onların nikâhlarının fesh
edildiği veya aralarında bir baîn talâk vâki' olduğu, dolayısıyla hâkimin
hândan sonra onları ayırmak için ayrı bir karar vermesine lüzum kalmadığı
anlamına da gelir. Her ne kadar Musannif Ebû Dâvud hadîsin sonuna ilâve ettiği
ta'likte "Hiçbir râvî, İbn Uyeyne'ye uyarak, (onun şeyhi olan Zührî'den)
Peygamber (s.a.)m iiân yapan eşleri biribirinden ayırdığını rivayet
etmemiştir" demişse de, aslında bu hadîsi İbn Uyeyne'ye uyarak onun şeyhi
Zührî'den rivayet eden başka bir râvî yok değildir. Meselâ ez-Zubeydî de ibn
Uyeyne'ye uyarak bu hadisin sonuna, "Rasûl-i Ekrem'in Hândan sonra eşleri
biribirinden ayırıp "bunlar bir daha ebedîyyen birleşmezler"
buyurdu" ziyadesini eklemiştir.[392]
Musannif Ebû Davud'un
kendisine erişen hadîslere bakarak bu sözü söylemiş olması mümkündür. Biz
ulemânın bu. hadîsle ilgili görüşlerini 2245 numaralı hadîsin ve onu ta'kib
eden 2246-2250 numaralı hadîslerin şerhinde açıklamış bulunmaktayız.[393]
2252.
...(IJveymir ile hanımı arasında geçen) şu (önceki) hadîse (ilâve olarak) Sehl
b. Sa'd'dan (şu sözler de) rivayet edilmiştir; (Uvey-mir'in karısı) hâmile idi.
(Uveymir de karısının) karnındaki çocuğun kendisinden olduğunu kabul etmedi.
Bunun üzerine (çocuk doğunca) annesine (nisbet edilerek İbn Havle diye)
çağrıldı. Sonra mirâs-da (liândan sonra doğan bir çocuğun) annesine vâris
olması, annesinin de (liândan sonra doğan) çocuğundan mîras olarak Aziz ve
Celîl olan Allah'ın kendisine tâyin ettiği payı alması sünnet olarak yürürlüğe
girdi.[394]
1. Bir
kimsenin, hâmile olan karısına liân yaparak, doğacak çocuğun kendisine âit
olmadığım isbât etmesi caizdir. İmâm Mâlik ile Şafiî ve Hicaz ulemâsından bir
cemaat bu görüştedirler. İmâm Ahmed'in de bu görüşte olduğuna dâir bir rivayet
vardır. Delilleri ise, bu hadîs-i şerifle benzeri hadîs-i şeriflerdir.
2. Hanefî
ulemâsından Süfyân es-Sevrî'ye göre bir kimsenin doğacak çocuğun kendisine âit
olmadığını isbât maksadıyla mülâanede bulunabilmesi için kadının çocuğunu
dünyaya getirmesi şarttır. O çocuk dünyaya gelmeden mülâane yapılamaz. Çünkü
kadının karnındaki şişlik çocuktan değil de başka bir şeyden meydana gelmiş
olabilir. Bu bakımdan çocuk dünyaya gelmeden yapılmış olan mülâane sadece
kocayı iftiracı durumuna düşmekten kurtarmaya yarar. Fakat çocuğun kendisine
âit olmadığını isbât için yeterli değildir. Bu görüş İmâm Ahmed ile İbn
Mâcişûn'dan da rivayet edilmiştir. Bu görüşte olan ulemâya göre mevzûmuzu
teşkil eden Ebû Dâvud hadîsinde anlatılan mülâane olayı kendisine liân yapılan
kadından doğacak çocuğun zînâ mahsûlü olduğunu isbât için değil, erkeğin
iftiracı olmadığını isbât için yapılmıştır.[395]
3. Bir kimse
karısına zînâ isnâd ettikten sonra iftiracı durumuna düşmekten kurtulabilmesi
için mülâanede bulunması gerekir. Eğer doğacak çocuğun da zînâ mahsûlü olduğunu
iddia ederse, mülâaneden sonra o çocuk babasına değil, annesine nisbet edilir
ve falanca kadının oğlu veya kızı diye anılır. Dolayısıyla bu çocuk, annesinin
kocasına mirasçı olamaz, sadece annesine mirasçı olabilir. Annesi de sadece bu
çocuğa mîrasçı olabilir. "Bu çocukla annesi arasında mîrâs hükümleri
cereyan ettiği gibi bu çocukla, annesi cihetinden olan ashâb-i ferâiz arasında
da mîras hükümleri cereyan eder. Bu mevzuda ulemâ ittifak etmişlerdir. Bunlar
anne tarafından olan erkek kardeşler, kız kardeşler ye anne annelerdir. Bu
çocuk öldüğü zaman eğer başka bir kardeşi veya çocuğu yoksa, annesi malının
üçte birini, varsa, altı da birini alır. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm"de mîrasdan
anneye ayrılan pay budur. Anne bu payını aldıktan sonra kalan mal diğer pay
sahiplerine (ashâb-ı ferâiz) verilir. Daha sonra kalan mal da beytü'I-mâl'e
(hâzineye) intikâl eder. Şafiî ulemâsı bu görüştedir. îmâm Zührî ile İmâm Mâlik
ve Ebû Sevr de bu görüştedirler.
el-Hakem ile Hammad
annesinin bütün mirasçıları bu çocuğun malına vâris olur, derler. Sözü geçen
ulemânın dışında kalan diğer ulemâya göre annesinin asabeleri de bu çocuğun
malına vâris olurlar. Hz. Ali ile İbn Mes'ûd, Atâ ve îmâm Ahmed'in de bu
görüşte oldukları rivayet olunmuştur. İmâm Ahmed'e göre eğer çocuğun
annesinden başka bir mîrasçısı yoksa, malının hepsini asabe olarak annesi alır.[396] Ebû
Hanife'ye göre ise, eğer bu çocuğun annesinden başka mirasçısı yoksa, annesi
malın üçte birini farz (Kur'ân-ı Kerîm'in tesbit ve tâyin ettiği pay) yoluyla
gerisini de redd yoluyla alır. Delili ise 2906 numaralı hadîs-i şeriftir.[397]
2253.
...Abdullah b. Mes'ûd (r.a.)'dan demiştir ki; Bir cuma gecesi mescidde idik.
Ensârdan bir adam mescide giriverdi ve;
Eğer bir adam
karısının yanında (zînâ halinde) bir erkek bulur da bunu anlatırsa (iftira
suçuyla) onu sopalar mısınız, yahut da o (adam, karısıyla yakaladığı kimseyi)
öldürürse, siz de (kısas olarak) onu öldürür müsünüz, yoksa öfkeyle (ve kinle
mi) susmalı? Vallahi bunu Rasûlullah (s.a.)'a soracağım, dedi. Ertesi gün
olunca Rasû-lullah (s.a.)'a gelip bu meseleyi sordu ve;
Eğer bir adam
karısının yanında (yabancı) bir adam bulsa da bunu (başkalarına) anlatsa onu
(iftiracı olarak) sopalar mısınız, yoksa o adam (karısının yanındaki kimseyi)
öldürürse siz de onu öldürür müsünüz, veya gazâb (ve kinine rağmen) susmalı mı?
Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.);
"Ey Allah'ım! (Bu
hususta bize bir) açıklık getir," diye duâ etmeye başladı.
Bunun üzerine (şu
mealdeki) Hân âyeti indi: "Eşlerine (zîna suçu) atan ve kendilerinden
başka şâhidleri bulunmayan kimseler..."[398]
Bu ayetin nüzûlundan (bir
müddet sonra) bu (olay) halk arasından bu kişinin başına geldi. Bunun üzerine
o (kimse) karısıyla birlikte Rasûlullah (s.a.)'e gelip (karşılıklı)
lânetleştiler. Önce erkek kendisinin gerçekten doğru söyleyenlerden olduğuna
(dâir) Allah'a dört defa şehâdette bulundu. Sonra beşincide: Eğer
yalancılardansa (Allah'ın lanetinin) kendi üzerine (olması için) lanet etti.
Arkasından kadın da (kocasına) liân yapmaya kalktı. Peygamber (s.a.) de ona;
"Vazgeç!"
buyurdu. Fakat kadın razı olmadı ve (liân) yaptı. Onlar (karı-koca) gittikten
sonra (Hz. Peygamber);
"Herhalde bu
kadın kara, cılız bir çocuk doğurur," buyurdular. Kısa bir süre sonra
kadın kara, cılız bir çocuk dünyaya getirdi.[399]
Metinde geçen mealini
sunduğumuz liân âyeti; "NamusIu
kadınlara (zînâ suçu) atıp da sonra (bu suçlamalarını isbât için) dört şahid
getiremeyenlere seksen değnek vurun ve artık onların şahitliğini asla kabul
etmeyin. Onlar yoldan çıkmış kimselerdir."[400]
mealindeki kazif
(iftira) âyetinden-sonra inmiştir. Namuslu kadınlara iftîra etmenin cezası bu
âyetle tâyin edildikten sonra, ashâbdan Uveymir ile Hilâl biribirlerine yakın
tarihlerde karılarını zînâ halinde yakalamışlar ve bunu dört şahidfe isbât
edemedikleri takdirde iftiracı durumuna düşecekleri için kimseye söyleyememişler,
bu yüzden de büyük sıkıntıya düşmüşlerdi. Nihayet kurtuluşu, durumlarım
Rasûl-i Ekrem'e arz etmekte bulmuşlardı. Hadiseyi Rasûl-i Ekrem'e arzettikten
sonra, erkek ve kadın hakkında liân âyetleri nazil oldu. Erkek hakkındaki liân
âyetinin tamamı şöyledir;
"Eşlerine (zînâ
suçu) atan ve kendilerinden başka şâhidleri bulunmayan kimselerfe gelince):
onlardan her birinin şahitliği dört defa Allah'a yemîn edip kendisinin mutlaka
doğru söyleyenlerden olduğuna şahitlik etmek (şeklinde)dir. Beşinci defada
eğer yalan söyleyenlerden ise, Allah'ın lanetinin kendi üzerine olmasını
diler."[401] Kadın hakkında inen liân
âyetinin tamamı da şöyledir; "Kadının da dört defa Allah'a yemîn edip
kocasının mutlaka yalan söyleyenlerden olduğuna şahitlik etmesi, cezayı kendisinden
kaldırır. Beşinci defada; Eğer kocası doğrulardan ise, Allah'ın gazabının
kendi üzerine olmasını diler."[402] Bu
muameleye İslâm Hukukunda liân denir. Karısına zînâ isnâd edip de dört şahidle
isbât edemeyen bir kimse karısıyla birlikte usûlüne uygun olarak karşılıklı
liân yaptıktan sonra hâkim de karı-kocayı biribirinden ayırır.
Mevzûmuzu teşkil eden
bu hadîs-i şerif bir önceki hadîs-i şerifin şerhinde açıkladığımız
"Kadının, hâmile iken mülâane yapması caizdir," diyen İmâm Mâlik ile
Ahmed'in görüşünü te'yîd etmektedir.
Allah teâlâ tarafından
lanet; lanet olunan kişiyi celâl ve gazâbıyla rahmetinden uzaklaştırması ve
kovmasıdir. Kul tarafından lanet ise, lanet ettiği kişinin Allah'ın gazabına
uğraması için dua etmesidir.
Liân kıssası hicretin
dokuzuncu yılı şaban ayında oldu. Liân âyetinin sebeb-i nüzulünde ulemânın
ihtilâfı vardır. Uveymir hakkında mı nâzıl olmuştur, yoksa Hilâl bin Umeyye
hakkında mı? Uveymir hakkında nazil olduğunu iddia edenler yukarıda 1245
numaralı Sehl b. Sa'd hadîsindeki Rasûl-i Ekrem Efendimizin Uveymir'e
"Allah senin ve eşin hakkında Kur'an indirdi!" demesini delîl
getirmişlerdir. Ulemânın cumhuru ise, liân âyetinin sebeb-i nüzulü Hilâl
kıssasıdır ve İslâm camiasında Hilâl ilk defa mülâane eden kişidir, demişlerdir.
Dâvudî bu iki görüşü cem' ederek; "bu iki hadîsde haber verilen iki olayın
birbirine yakın tarihlerde vuku* bulmuş olması ve âyetin de ikisi hakkında
nazil olmuş bulunması ihtimal dahilindedir, diyor. Nevevî de âyetin ikisi
hakkında nazil olduğunu fakat HilâFin hânının önce vuku' bulmuş olması
ihtimalini ilâve ediyor.[403]
2254. ...İbn
Abbâs (r.a.)'dan rivayet edildiğine göre, Hilâl b. .Ümeyye Peygamber (s.a.)'in
huzurunda, karısını Şerîk b. Sehmâ ile zînâda bulunmakla suçladı. Peygamber
(s.a.) de Hilâl’e
"(Dört)
şahid(ini) (hazırla) yahut da arkana hadd (vurulacaktır)" buyurdu. Bunun
üzerine Hilâl:
"Ey Allah'ın
Rasûlü! Bizim birimiz karısının üzerinde bir erkek görürse, şahit mi aramaya
gidecek? (o kimse şâhid getirinceye kadar, işini bitirip savuşup) gitmez mi?
diye karşılık verdi. Rasûl-i Ekrem de:
"Sen şahidlerini
hazırla, yoksa arkana hadd (vurulacaktır)" demeye devam etti. Bunun
üzerine Hilâl (b. Ümeyye);
Seni hak Peygamber
olarak gönderen (Allah)'a yemîn ederim ki, gerçekten ben doğru söylüyorum ve
(eminim ki) Allah benim bu işim hakkında benim arkamı hadden kurtaracak bir şey
(âyet) indirecektir, dedi.
Bunun üzerine,
"Eşlerine (zînâ suçu) atan ve kendilerinden başka şahitleri bulunmayan
kimseler...[404] âyeti indi ve (Hz.
Peygamber de bu âyeti) “doğru söyleyenlerdendir," kavli şerifine kadar
okudu ve (âyeti) bitirince onlara haber gönderdi ikisi de geldiler(önce) Hilâl
ayağa kalkıp şehâdette bulundu. Peygamber (s.a.) de,
"Muhakkak ki
Allah birinizin yalancı olduğunu biliyor (bu durunda) ikinizden tevbe edecek
(birisi) var mıdır?" diye sordu. Sonra (Hilâl'in karısı) kalkıp şehâdette
bulundu ve "Eğer (kocası) doğru söylüyorsa Allah'ın gazabının kendi
üzerine olmasını" (ifâde eden) beşinci yemîne gelince (orada bulunanlar)
ona:
Bu (şehâdet azabı) mucibdir,
diye ikazda bulundular.
îbn Abbas diyor ki;
Bunun üzerine kadın biraz yavaşlayıp durakladı. Hatta biz kadım (şehâdette
bulunmaktan) vaz geçecek zannettik, derken (kadın kendini toparlayıp);
Şimdiye kadar şerefle
yaşamış (olan) kavmimi (ben bundan sonraki günlerde) rezîl ve rüsvây etmem,
diyerek Hân yemînini yerine getirdi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.);
"Bu kadına dikkat
ediniz! Eğer gözleri sürmeli iri kalçalı, kalın baldırlı, bir çocuk dünyaya
getirirse, çocuk Şerik b. Sehmâ'ya aittir," buyurdu. (Kadın da gerçekten)
böyle bir çocuk dünyaya getirdi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.)
"Eğer Allah'ın
kitabının (liân hakkındaki) hükmü infaz edilmemiş olsaydı, benîm ile bu kadın
için (başka) bir durum vardı (yani ben o kadına zînâ haddi uygulardım)" buyurdu.
Ebû Dâvud dedi ki: Bu
îbn Beşşâr hadîsi (yâni) Hilâl (b. Ümeyye) hadisesi (sadece) Medînelilerin
rivayet ettiği hadîs(ler)dendir.[405]
Hilâl b. Ümeyye'nin
zînâ isnâd ettiği Şerik, Habeşli yahut da Yemenli olduğu zannedilen Sehmâ
isimli bir kadının oğludur. Babası ise 2245 numaralı hadîs-i şerifte sözü geçen
Asım b. Adiyy'in amcasının oğlu Abdetu'I-Aclânî'dir. Bilindiği gibi karısının
zînâ ettiğini iddia eden birinin, kadınla erkeği zînâ halinde, yâni tam bir
cinsel birleşme halinde gördüğünü dört şahidin şehâdetiyle isbâtlaması gerekir.
Isbâtlayamadıği takdirde Namuslu ve hür kadınlara (zînâ isnadı ile) iftira atan
sonra (bu konuda) dört şahid getiremeyen kimselerin herbi-rin)c de seksen
değnek vurun. Onların şahidliklerim de
ebedi) yen kabul etmeyin. Onlar fâsıkların tâ kedileridir. Meğer ki bu
hareketten sonra tevbe ve (hallerini) islâh edeler. Allah çok yarhğayıcı, çok
esirgeyicidir"[406]
âyet-i kerîmesi gereğince iftiracı olarak ona seksen değnek vurulur. Bu
bakımdan Rasûl-i Ekrem efendimiz, karısının Şerîk ile zînâ ettiğini iddia eden
Hilâl b. Ümeyye'ye; "Dört şahidini (hazırla) yahut da arkana hadd
vurulacaktır'' buyurmuştur. Bu durum yukarıda mealini sunduğumuz kazif âyetinin
bu olaydan önce inmiş olduğunu gösterir. Bu mevzûyu 4452 numaralı hadîsin
şerhinde inşallah tekrar ele alacağız.
Mevzûmuzu teşkîl eden
hadîs-i şerifle Buhârî'nin rivayet ettiği bir hadîsin Nûr sûresinin, liânla
ilgili (6-9.) numaralı âyetlerinin Hilâl b. Ümeyye hakkında indiğini ifâde
ederken 2245-2252 numaralı hadîs-i şeriflerin, sözü geçen âyetlerin Hz. Uveymir
hakkında indiğini ifâde etmeleri bu hadîsler arasında bir çelişki bulunduğunu
göstermez. Çünkü aynı olay birbirine yakın tarihlerde her iki zâtın da başına
geldiğinden sözü geçen âyet-i kerîmelerin inmesine her iki şahıs da sebeb olmuş
olabilirler.[407]
1. Zînâ
büyük günahlardandır.
2. Karısına
zina suçu ısnad eden bir kimsenin bu
iddiasını dört şahidin
şehâdetiyle isbât etmesi yahut da liân yapması gerekir. Eğer bu iddiasını şahitlendiremez
ve hândan da kaçınırsa, kendisine iftira haddi olarak seksen değnek vurulur ve
kendisi de "şâhidliği kabul edilmeyen fâsıklardan bir kimse" olarak
tanınır.[408]
2255. ...İbn
Abbas (r.a.)'dan rivâyet olunduğuna göre Peygamber (s.a.) liân yapacak
kan-kocaya liân yapmaları emrini verdiğinde sıra beşinci yemine gelince (orada
hazır bulunanlardan) bir erkeğe "Bu (liân, yalancı için Allah'ın gazabını)
gerektirir" diyerek elini 'Hilâl'in ağzına koymasını (yâni onu susturup
yemîn etmekten vaz geçirmesini) emretmiştir.[409]
Bilindiği gibi hâkim
liânı önce erkeğe yaptırır. Erkek dört defa ve her defasında "Ben zînâ
isnadında muhakkak doğrulardan olduğuma Allah'a şehâdet ederim." diyerek
şehâdette bulunur. Beşincide "Ben sana zînâ isnadında eğer yalancılardan
isem, Allah'ın la1-neti üzerime olsun" der.
Sonra kadın dört defa
şehâdette bulunur ve her defasında "Onun bana zînâ isnadında yalancılardan
olduğuna Allah'a şehâdet ederim" der. Beşincide de "(Kocam) zînâ
isnadında doğrulardan ise, Allah'ın gazabı üzerime olsun" der.[410]
Mevzûmuzu teşkil eden
hadîs-i şerîf beşinci yemini etmedikçe Hânın tamamlanmış olamayacağına ve
yalancı olduğunu bile bile liân yapan bir kimsenin Allah'ın gazabım üzerine
celbetmiş olacağına delâlet etmektedir.[411]
2256. ...İbn
Abbâs (r.a.)'dan; demiştir ki: Allah'ın tevbelerini kabul ettiği üç (kişi)'den
biri (olan) Hilâl b. Umeyye geceleyin tarlasından geldi ve ailesinin yanında
(yabancı) bir erkek buldu. (O yabancı ile karısı arasında geçen hadiseyi bütün
çıplaklığı ile) gördü ve (konuşulanları) kulağıyla işitti. Fakat sabaha kadar o
olaydan kimseye birşey söylemedi. Nihayet ertesi gün Rasûlullah (s.a.)'e
giderek;
Ey Allah'ın Rasûlü!
Ben geceleyin ailemin yanına gelmiştim. Yanlarında (yabancı) bir erkek buldum
(olanları) gözümle gördüm, (konuşulanları da) kulağımla işittim, dedi.
Rasûlullah (s.a.) onun getirdiği bu haberi (çok) çirkin buldu ve HilâTe (delîl
getirmesi için) sertçe çıkıştı. Derken "Karılarına zînâ isnadında bulunup
da kendilerinden başka şahidleri olmayanlardan her birinin şehâdeti...."[412]
âyetleri ikisi birden nazil oldu. Rasûlullah (s.a.)'den vahy hali gidince (Hz.
Hilâl)'e;
"Müjde yâ Hilâl,
hakîkaten Allah sana bir ferahlık ve kurtuluş yolu halk etti" dedi. Hilâl
de;
Ben zâten Rabbimden
bunu bekliyordum diye karşılık verdi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.);
"-Kadına haber
gönderiniz." diye emir verdi. Kısa bir süre sonra (kadın da) geldi.
Rasûlullah (s.a.) (karı-kocamn) ikisine de (ilgili) âyeti okudu ve onlara
nasîhât edip âhiret azabının dünya azabından daha şiddetli olduğunu haber
verdi. Hilâl;
Vallahi ben onun
hakkında doğruyu söyledim, dedi. Kadın da;
Yalan söyledi diye
karşılık verdi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.);
"Bunların
aralarında Hân yapın." diye emir verdi. Arkasından HilâTe (haydi doğruyu
söylediğine dâir) şehâdette bulun denmiş, Hilâl de, "Kendisinin doğru
söyleyenlerden olduğuna" dört (defa) şehâ-det etmiş, sıra beşinciye
gelince kendisine, "Ey Hilâl! Allah'dan kork çünkü dünya azabı âhiret
azabından ehvendir ve bu (beşinci şehâ-det) sana (Allah'ın) azâbı(nı)
celbeder," denildi. Hilâl de:
Vallahi Allah onun
yüzünden (bana) dayak vurdurmadığı gibi azâb da etmez diyerek;
Eğer bu kadına
yaptığım zînâ isnadında yalancılardan isem, Allah'ın la'neti üzerime olsun,,
şeklindeıbeşinci (defa) şehâdette bulundu. Sonra kadına "sen (de)
şehâdette bulun" denildi. O da dört defa;
Billâhî bu adam
yalancılardandır diye şehâdet etti. Sıra beşinciye gelince ona:
"Allah'dan kork! çünkü dünya azabı ahîret azabından daha ehvendir ve bu
(beşinci yemîn) sana (Allah'ın) azâbı(nı) celbeden (bir yemîn)dir"
denildi. (O zaman kadın) biraz durakladı (fakat) sonra (kendini toparlayarak);
Vallahi ben kavmimi
kepaze etmem diyerek beşinci (defa) şehâdet etti ve;
Eğer bu adam bana
isnâd ettiği meselede doğru söyleyenlerdense, Allah'ın gazabı benim üzerime
olsun" dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) onları ayırdı ve bu kadının
doğuracağı çocuğun baba adı ile çağırılmamasına, kadına (zînâ suçu) ve çocuğuna
da (veled-i zînâ karası) atılmamasına, kadına veya çocuğuna (böyle bir) isnâdda
bulunan kimseye hadd lâzım geleceğine hükmetmiş, boşama ve ölüm gibi bir sebep
olmadan ayrıldıkları için erkeğin kadına ev ve nafaka (te'nıîn etmesi)
gerekmediğini söylemiş (doğacak çocuk hakkında da):
"Eğer kadın
çocuğu, kumral, dar kalçalı, kambur, ince incikli doğurursa (çocuk) Hilalindir,
yok eğer esmer, kıvırcık saçlı, deve gibi iri yapılı, iri bacaklı ve iri
kalçalı bir çocuk doğurursa, o çocuk kendisine .(zînâ suçu) atılan
kimsenindir,” dedi. (Neticede kadın) esmer, kıvırcık saçlı, deve gibi iri yapılı,
iri bacaklı ve iri kalçalı bir çocuk dünyaya getirdi. Rasûlullah (s.a.);
"Eğer (şu
denilen) yeminler olmasaydı benimle bu kadın için (başka) bir durum vardı,
(yâni ben o kadına zînâ haddi uygulardım) buyurdu.
İkrime dedi ki; Bu
hadiseden sonra (çocuk büyüdü ve) Mudar kabilesine emîr oldu (fakat hiçbir
zaman) babasının adıyla anılmadı.[413]
"Allah'ın
tevbelerini kabul ettiği üç kişiden maksat, Hilâl b. Ümeyye ile Mirâre b.
er-Rabî ve Ka'b b. Mâlik el-Ensârî'dir. Sözü geçen bu üç sahâbî, Tebûk Savaşı'na
katılmamışlardı.
Daha sonra Rasûl-i
Ekrem'e varıp savaşa katılmayışlarının sebebini olduğu gibi anlatmışlar ve
mazeretlerini beyân etmişlerdi. Fakat işin içyüzünü sâdece Allah bildiği ve
halka gizli olduğu için, Rasûl-i Ekrem Efendimiz halka bir vahy gelinceye kadar
bu üç kişiyle konuşmamalarını emretti. Bu meseleye açıklık getirmesi beklenen
vahyin gelmesi ise, elli gün sürdü. Bu süre içerisinde kimse bunlarla
konuşmadı. Nihayet elli gün geçince şu âyet-i kerîme nazil oldu; "Ve
(savaştan) geri bırakılan o üç kişinin de tevbelerini kabul buyurdu. Bütün
ğenişliğiyle beraber, arz başlarına dar gelmiş ve canları kendilerini sıktıkça
sıkmış ve Allah'dan yine Allah'a sığınmaktan başka çare olmadığını
anlamışlardı. Allah onların tevbesini kabul buyurdu ki tevbe etsinler. Çünkü
Allah tevbeyi çok kabul eden çok esirgeyendir."[414] Söz
konusu bu üç sahâbinin başlarından geçen bu hadîse 2273 numaralı hadîs-i
şerîfin şerhinde inşallah tekrar ele alınacaktır.
Hz. Hilâl'in gece
yarısı evine geldiği zaman karısının yanında gördüğü erkek Şerîk b. Sehmâ idi.
Hâkim'in rivayetine göre Şerîk denilen adam, Hz. Hilâl'in evine sığınmıştı. Hz.
Hilâl onu kendi himayesine almış, yanında barınmasına izin vermişti. Fakat bu
iyiliğine karşılık kemlik bulmuştu.
Hz. Peygamber'in, Hz.
Hilâl'e çıkışmasından maksat, ondan sözünün doğruluğunu isbâta da'vet etmesi,
söylediklerini dört şahidle isbât edemediği takdirde kendisine had
vurulacağını haber vermesidir. Çünkü o günlerde henüz liân âyeti nazil
olmadığından uygulama öyle idi. Metinde de ifâde edildiği üzere bu hadiseden
kısa bir süre sonra liân âyeti nazil oldu ve dâvâlı olan bu iki karı-koca
arasında liân yapılarak birbirlerinden ayrıldılar. Aslında Hz. Hilâl ile karısı
hakkında inen liân âyetleri, Nûr Sûresinin altıncı yedinci, sekizinci ve
dokuzuncu âyetleri olmak üzere dört âyettir. Fakat râvî erkekle ilgili iki
âyeti bir âyetmiş gibi kadınla ilgili iki âyeti de yine bir âyetmiş gibi kabul
ettiği için liânla ilgili mezkûr dört âyetten "iki âyet" diye
bahsetmiştir.
Mevzûmuzu teşkîl eden
bu hadîste hândan sonra doğan çocuğun uzun süre yaşadığından bahsedilirken, İbn
Sa'd'm Tabakât'mda mulâaneden sonra doğan çocuğun iki sene yaşadığından
bahsedilmesi, bu iki hadîs arasında bir çelişki bulunduğunu göstermez. Çünkü
liân hadîsesi defalarca tekerrür etmiştir. Binâenaleyh mevzûmuzu teşkîl eden
hadîs-i şerîfte söz konusu edilen çocuk ile İbn Sa'd'ın Tabâkat'ında bahsedilen
çocuk iki ayrı çocuktur.[415]
1. Liân
yapılırken Hâna önce erkeğin başlamasının hükmü ulema arasında
ihtilaflıdır.Cumhur-ı ulemâya göre erkeğin Hâna kadından önce başlaması
vâcibdir. İmâm Şafiî ile ulemâdan bir cemaat ve Mâliki ulemâsından Eşheb de bu
görüştedir. Yine Mâliki ulemasıdan İbnu'l-Arabî de bu görüşü tercih etmiştir.
Delilleri ise, konumuzu teşkil eden babın hadîsleri ile lîân âyetlerinin
tertibidir. Hanefî ulemâsı ile îmâm Mâlik ve İbn Kayyım'a göre ise, Hâna önce
erkeğin başlaması müstehabdır. Önce kadının başlaması Hânın sıhhatine bir zarar
vermez. Delilleri ise, kadınlarla ilgili liân âyetlerinin, erkeklerle ilgili
âyetler üzerine tertîb ve ta'kibe delâlet etmeyen atıf vâvı ile atfedilmiş
olmasıdır.
2. Mü'minler
tevbeye teşvik edilmişlerdir.
3. Liân
yapmak isteyen kimselere Allah'ın azabını hatırlatarak onların yalan yere
yemîn etmelerini önlemeye çalışmak meşru* kılınmıştır.
4. Liari
mü'mînlerm işledikleri zînâ suçunu gizlemek için Allah'ın bir lütfü olarak
meşru' kılınmıştır. Liân sonunda eşlerden birinin suçlu olduğuna dâir bazı
alâmetler ortaya çıkmış olsa bile, yine de bu alâmete i'tibâr edilmez suçlunun
cezası Allah'a havale edilir. Nitekim metinde bulunan Peygamber Efendimize ait,
"Eğer (şu) yeminler olmasaydı benimle bu kadın için (başka) bir durum
vardı" manasına gelen sözler bunu ifâde etmektedir.
5.
"Kadının da dört defa Allah'a yemîn edip kocasının, mutlaka yalan
söyleyenlerden olduğuna şahitlik etmesi cezayı kendinden kaldırır."[416]
âyet-i kerîmesi, kadının Hâna yanaşmaması halinde kendisine had vurulacağına
delâlet etmektedir. Bu âyet-i kerîmede geçen "el-azâb" kelimesiyle kasdedilen,
"Zînâ eden kadın ve zînâ eden erkeğin her birine yüz değnek vurun. Allah
ve ahiret gününe inanan (insan)lar iseniz, Allah'ın dini(ni uygulama hususu)nda
sizi onlara karşı acıma duygusu tut(up engelle)me-sin. Müminlerden bir gurup da
onlara yapılan azaba şahid olsun."[417]
âyet-i kerîmesindeki had cezasıdır.
6. Kadının
Hâna yanaşmaması halinde erkeğin dört defa yemini dört şahîd yerine geçer ve
kadına zînâ haddi uygulanır. İmâm MâUk ile İmâm Şafiî, Ebû Sevr, Mekhûl, Hicaz
ulemâsı ve İbn Münzir bu görüştedirler.
Hanefî ulemâsıyla,
Hasan el-Basri, İmâm A hm e d ve el-Evzâî'ye göre ise, eğer kadın Hânda
bulunmaktan kaçınırsa, Hânda bulununcaya kadar hapsedilir. Liânda bulunursa,
hapisten çıkarılır ve kendisine had vurulmaktan kurtulur. Yahut da zina yaptığım
i'tiraf eder ve kendisine hadd vurulur. Yahut da kocasının şehâdetini tasdîk
eder ve Hândan kurtulur. Çünkü kadının bu tasdiki zina ettiğini i'tirâf
anlamına gelmez. Bu bakımdan kocasını dört defa bile tasdîk etse yine de
kendisine zînâ haddi vurulmaz. Liândan da kurtulur.[418]
Cumhuru ulemâya göre
ise, erkeğin Hân yapıp da kadının liândan kaçınmasryla kadına hadd vurulması
gerekir. Fakat sadece erkeğin Hân yapmış olması kadına hadd vurmak için yeterli
değildir. Hadd vurulabil-mesi için erkeğin liân yapmasından sonra kadının
liândan kaçınması şarttır.
7. Liân
yapan kadının, Hândan sonra kendisine zînâ isnâd edilen kimseye benzeyen bir
çocuk dünyaya getirmiş olması zînâ suçunun sübûtü için bir delîl sayılamaz.
Dolayısıyla bu yüzden kadına hadd vurulamaz, sadece Allah'ın meşru' kıldığı
Hânla yetinilir. Nitekim Buhârî'nin rivayet ettiği bir hadîs-i şerif de bu
gerçeği te'yîd etmektedir.[419]
8. Liân
yaparak kocasından ayrılan bir kadına kocasının nafaka ve ev te'mîn etmesi
gerekmez. İmâm Şafiî ile İmâm Ahmed ve Ebû Yusuf bu görüştedirler. Çünkü sözü
geçen bu mezheb imamlarına göre ise, liân bir talâk değil feshtir. İmâm Ebû
Hanife ile İmâm Muhammed b. el-Hasen'e göre ise, lîan bir bâin talâk
sayıldığından, liândan sonra iddet süresi içerisinde kocanın karısına ev ve
nafaka te'mîn etmesi gerekir. Bu görüşü savunan sözü geçen mezheb ulemâsına
göre, "liândan sonra kocanın, karısına ev ve nafaka te'mîn etmesi
gerekmediğini" ifâde eden ve konumuzu teşkîl eden Ebû Dâvud hadîsi
zayıftır.
Mâlîki ulemâsına göre
ise, eğer liân çocuğu red için yapılmışsa kocanın karısına gebeliğinden dolayı
bir nafaka ödemesi gerekmez. Çünkü bu çocuk kendisinden değildir. Ancak
gebeliği süresince ona ev te'mîn etmekle mükelleftir. Çünkü kadının
beklemesine kocası sebep olmuştur. Fakat liân çocuğun reddi için değil de
kadının cîmâ yaparken görülmesinden dolayı yapılmışsa ve eğer kadın gebe ise, o
zaman kocası ona hem nafaka, hem ev, hem de giyecek te'mîn etmekle mükelleftir.
Fakat eğer hamile değilse o zaman kocası sadece ev ve giyecek te'mîn etmekle
mükellef olur.[420]
9. Liân
şehâdet değil, yemîndir. Çünkü metinde geçen "eğer (şu edilen) yeminler
olmasaydı, benimle bu kadın için (başka) bir durum vardı" cümlesi de bunu
ifâde etmektedir. Nitekim İmâm Mâlik ile İmâm Şafiî, Said b. el-Müseyyeb ve
Hasen el-Basrî de bu görüştedir.
Hanefî ulemâsiyla
Süfyân es-Sevrî, el-Evzâî ve ez-Zühri'ye göre ise, Hân yemîn değil, şehâdettir.
Bu görüş İmâm Şafiî ile İmâm Ahmed'den de rivayet olunmuştur. Delilleri ise,
"Eşlerine (zînâ suçu) atan ve kendilerinden başka şahitleri bulunmayan
kimseler(e gelince) onlardan her birinin şahitliği, dört defa Allah'a yemîn
edip kendisinin mutlaka doğru söyleyenlerden olduğuna şahitlik etmek
(şeklinde)dir."[421]
âyetidir. Bu görüşü savunan mezkûr ulemâya göre bu âyet-i kerîme üç cihetten
liânm şahitlik olduğuna delâlet etmektedir:
1. Allah
teâlâ bu âyet-i kerîmede kanlarına zina suçu isnâd edip de kendilerinden başka
şahid bulamayan kimseleri, istisnayı muttasıl ile şahitlerden istisnâ
etmiştir. " = kendileri"
kelimesinin merfu' oluşu bu istisnanın muttasıl olduğunu kesin bir şekilde
ortaya koymaktadır. İstisnayı muttasıl, müstesna minh cinsinden olduğuna göre,
liân yapan kimselerin şahitlik yapan kimselerden olduğunda ve dolayısıyla
Hânın da şehâ-det olduğunda şüphe yoktur.
2. Âyet-i
kerîme'de geçen “Onlarını her birinin şahitliği" cümlesi, Hânın şahitlik
olduğunu açık bir şekilde ifâde etmektedir,'Nür sûresinin sekizinci âyet-i
kerîmesinde "Kadının da dört defa Allah'a yemîn edip kocasının mutlaka
yalan söyleyenlerden olduğuna şahitlik etmesi cezayı kendisinden
kaldırır" buyurulması da Hânın şahitlik olduğunu açıkça ortaya
koymaktadır.
3. Allahu
teâlâ'bu âyet-i kerîmede Hâmişehâdet yerine ikâme etmiştir. Şahitlerin
bulunmaması halinde eşlerin Hânının şahitlik yerine geçeceğini ifâde
buyurmuştur. Bu da Hânın şahitlik olduğunu gösterir.[422]
Bu görüşü savunan
ulemâya göre "mevzûmuzu teşkil eden babın hadislerinin zâhîri, Hânın
şehâdet olduğunu ifâde ettiği gibi Hân yapacak kimselerde -Müslüman olmak,
adaletli olmak, iftiradan dolayı hadd vurulmuş olmamak- şartlarının aranması da
Hânın yemîn değil, şehâdet olduğunu gösterir. Çünkü bu şartlar yemîn ehlinde
değil, şehâdet ehlinde aranan şartlardır. Mevzûmuzu teşkîl eden hadîsin sonunda
bulunan ve Peygamber Efendimize isnâd edilen, "Eğer (şu edilen) yeminler
olmasaydı..." ifâdesi ise aslında Abbâd b. Mansûr tarafından rivayet
edilmiştir. Bilindiği gibi Abbâd b. Mansûr güvenilir bir râvî değildir,
zayıftır.
Şurasını da unutmamak gerekir
ki, eğer bir adam karısının belli bir adamla zînâ ettiğini iddia eder ve o
adamın da ismini açıklarsa, ikisine birden zînâ suçu atmış sayılır. Bu durumda
iftiracı durumuna düşmekten ve hadd vurulmaktan kurtulabilmesi için kadına liân
yapması yeterlidir. Ayrıca bir de erkeğe liân yapması gerekmez. Fakat kadına
liân yapmaktan kaçınırsa, o zaman zînâ yapmakla itham edilen kadınla erkekten
her ikisinin de bu kimseyi hadd vurulması talebiyle şikâyet etme hakkı vardır.
Bunlardan birinin şikayetiyle o kimseye had vurulur.
Fakat şikâyetçi
olmazlarsa, hadd vurulmaz. Aynı şekilde eğer bir adam isim vererek bir kadının
herhangi bir erkekle zînâ ettiğini iddia etse, Han-belîlerin bazılarına göre bu
zînâ suçu yalnızca kadına atılmış olur, dolayısıyla hadd vurulması talebiyle
şikâyette bulunma hakkı sadece kadınındır. Bu kadınla zînâ ettiği iddia edilen
erkeğin ise, davacı olarak şikâyet etme hakkı yoktur ve hadd da vurulmaz.
Delilleri ise, mevzumuzu teşkil eden Ebû Dâvud hadîsidir. Şafiî ulemâsından
bâzılarına göre ise kendisine müf-terî sıfatıyla hadd vurulmasından
kurtulabilmek için bu kimsenin de liân yapması gerekir. Liândan kaçındığı
takdirde kendisine hadd vurulur.[423]
2257.
...Said b, Cübeyr dedi ki: Ben îbn Ömer'i (şöyle) derken işittim:
"Rasûlullah (s.a.) liân yapan
eşler için;
"Sizin hesabınız
Allah'a kalmıştır. Biriniz yalancıdır" buyurdu. (Sonra da erkeğe
hitaben); "-Sana ona (dönmek için) bir yol -yoktur." dedi. (Erkek
de);
Ey Allah'ın Rasûlü
Benim, malım (ne olacak? Ben onu geri almak istiyorum.) dedi. Rasûl-ı Ekrem de;
"Sana mal yoktur.
Eğer kadın aleyhinde doğru söylemiş isen (ona vermiş olduğun) o, (mal) kadının
fercinin sana helâl kılınmasının, karşılığı olur. Eğer onun aleyhinde yalan
söylediysen bu (mala kavuşma imkânı) senin için daha da uzaktır."[424]
"Hesabınız
Allah'a kalmıştır" cümlesi hakkında İmâm Nevevî, Kadı Iyâz'dan naklen
şunları söylemiştir; "Bu hadîsin zahirine bakılırsa, Rasûlullah (s.a.) bu
sözü liân yapıldıktan sonra söylemiştir. Maksadı ise, liân yapan bu iki eşden
yalan söylemiş olanı tevbeye teşvîktir. Her ne kadar Davûdî, "Bu sözleri
Peygamber (s.a.) karı-kocayı lânetleşmekten vaz geçirmek için Kândan önce
söylemiştir" diyorsa da, Hândan önce söylemiş olması ihtimâli daha
kuvvetli görünmektedir. Bu cümlede "ehad lafzı yalnız olumsuzlukta
kullanılır" diyen nahv ulemâsı ile, "bu kelime ancak vasıfta
kullanılır ve vahid kelimesi yerine kullanılmaz" diyen kimselere redd
cevâbı vardır.Çünkü bu cümlede "ehâd" kelimesi olumsuzluğun ve
tavsifin dışında ve vahid kelimesi yerinde kullanılmıştır. Müberred de ehâd
kelimesinin nefyin ve vasfın dışında kullanılabileceği gibi "vahid"
kelimesi yerinde de kullanılabileceğini kabul etmektedir. Nitekim: "...
onlardan herbirinin şahitliği dört defa Allah'a yemîn edip, kedisinin mutlaka doğru
söyleyenlerden olduğuna şahitlik etmektir."[425]
âyet-i kerîmesi de bu görüşü te'yîd etmektedir. Ayrıca bu hadîs biribirini
yalanlayan iki hasmın birisinin cezalandırılması gerekmeyeceğine delâlet
etmektedir.[426]
1. Hâkim
zahire göre hükmeder. Delillerle isbâtlayamadığı davaların iç yuzunu Allah a
havale eder.
2. Hâkim
liân yapan kimselere yalan söylemiş olan kimsenin tevbe etmesi lâzım geldiğini
hatırlatır.
3. Liân,
kadınla erkeğin arasını, erkekte kadına dönme hakkı kalmayacak şekilde tefrik
eder.
4. Liân
yapılırken kadın eğer liândan önce kocasıyla bir yatakta yatmışsa mehrinin
bütününü almaya hak kazanır. Kocası ondan hiçbir hak taleb edemez. Bu mevzuda
ulemâ ittifak etmiştir. Fakat liândan önce kocası onunla bir yatakta
yatmamışsa o zaman İmâm Ebû Hanife ile İmâm Mâlik, Şafiî ve Evzâi'ye göre ise
mehrinin yarısını alabilir. el-Hakem ile Hammad kadının bu durumda da mehrinin
hepsini alabileceğini söylemişlerdir. İmâm Nevevi'ye göre kadın zînâ ettiğini
itiraf etse bile yine mehrinin hepsini alır.[427]
2258.
...Said b. Cübeyr (r.a.)'den; demiştir ki: Ben İbn Ömer'e;
Bir erkek karısına
zınâ suçu isnâd etse (bunların aralan ayrılır mı?) diye sordum da, (bana);
Rasülullah sallâllahu
aleyhi ve sellem (bu durumda olan) Aclan oğullarından iki (dîn) kardeşi (yâni
iki müslüman kan-kocayı) biribirinden ayırdı ve "Allah biliyor ki biriniz
yalancıdır. İçinizden tevbe edecek bîri yok mu?" diye sordu ve bunu üç
defa tekrarladı. (ikisi de böyle bir suçu kabullenmekten) kaçındılar. Bunun
üzerine (Rasûl-i Ekrem) onları biribirinden ayırdı, cevâbını verdi.[428]
Birbirlerinden
ayrıldıkları bildirilen kimseler Uveymir ile karısı Havle'dir. Bütün rmVminler kardeş olduğu için
metinde bu karı-koca
için tağlib yoluyla "ehaveyn" ifâdesi kullanılarak kendilerinden iki
kardeş diye bahsedilmiştir.[429]
1. Liândan
sonra eşlerden biri yalan söylediğini itifâf ye Allah’a tevbe edecek oIursa
ıiâmn fesh anlamına geldiğini iddia eden ulemâya göre kadın yeni bir nikâhla eski
kocasına dönebilir. Said b. el-Müseyyeb, tmâm Şafiî ve Ahmed gibi Hânın fesh
olduğunu kabul eden imamlar bu görüşü savunmuşlardır. Nitekim 2250 numaralı
hadîsin şerhinde açıklamıştık. Fıkıh ulemâsının bu konudaki görüşleri 2259
numaralı hadîsin şerhinde inşallah tekrar ele alınacaktır.
2. Liânın
talâk olduğunu kabul eden ulemâya göre ise, liâdan sonra karı-kocadan birinin
yalan söylediğini itiraf etmesi halinde koca iddet süresi içerisinde iken yeni
bir nikâha lüzum kalmadan karısına dönebilir. Fakat iddetten sonra dönebilmesi
için yeni bir nikâha ihtiyaç vardır.
3. Erkeğin
yalan söylediğini itiraf etmesi halinde kendisine iftiracı sıfatıyla seksen
değnek vurulur. Kadın Hândan sonra yalan söylediğini itiraf ederse evli olması
halinde recmedilir, bekâr olması halinde ise zînâ haddi olarak yüz sopa
vurulur. Eğer bu kadın câriye idiyse sadece elli sopa vurulur. Bu husûsda
cariyenin bekâr olması ile evli olması arasında bir fark yoktur.[430]
2259. ...İbn
Ömer'den rivayet olunduğuna göre, Rasûlullah (s.a.) zamanında bir adam karısına
liân yaparak kadının çocuğunu (kendinden olmadığı iddiasıyla) reddetti. Bunun
üzerine Rasûlullah (s.a.) onları biribirlerinden ayırdı ve çocuğu (neseb ve
mirâsda) kadına verdi.[431]
Ebû Dâvud dedi ki:
râvi îmam Mâlik'in (rivayette) yalnız kaldığı (söz) "çocuğu kadına ilhak
etti." sözüdür. Yunus, Zührî-Sehl b. Sa'd yoluyla liân hadisinde (şu sözü)
rivayet etmiştir. "(Koca) kadının hamlini kabul etmedi. Bunun üzerine (Hz.
Peygamber çocuğu kadına nisbet etti de kadının) çocuğu kendisine (nisbet edilerek)
"Havle'nin oğlu” diye anılır oldu.[432]
Karısına liân
yaptığından bahsedilen kimse Hz. Uveymir'dir.Karısı da Havle bint Kays'dır. Hz.
Uveymir karısını zînâ ederken gördüğünü ve dolayısıyla onun dünyaya getireceği
çocuğun kendisinden olmadığını, çocuğun babasının karısıyla zînâ eden adam olduğunu
iddia etmiş Rasûl-i Ekrem de Allah'ın emrettiği şekilde onlara liân yaptıktan
sonra doğacak çocuğu yalnız annesinin ismiyle anılmak, annesine vâris olmak,
kendisine de sadece annesinin vâris olabilmesi kaydıyla annesine vermişti.
Nitekim daha Önce tercümesini suduğumuz 2247 numaralı hadîs-i şerîf bu liân
yapılırken kadının hamile olduğunu 2249 numaralı hadıs-i şerîf, çocuğun sadece
annesinin ismiyle Havle'nin oğlu falanca diye anıldığını, 2252 numaralı hadîs
de çocuğa sadece annesinin Vâris olup başkasının vâris olamayacağını ifâde
etmektedirler. Hattâbî'nin beyânına göre Hanefîler bu hadîsi delîl getirerek
eşlerin sâdece liân yapmakla birbirlerinden ayrılmış olamayacaklarını,
ayrılabilmeleri için hâkimin buna hükmetmesi gerektiğini söylemişlerdir.
Ulemânın büyük
çoğunluğuna (cumhura) göre ise, eşlerin birbirlerinden boşanabilmeleri için
sâdece Hân yapmak yeterlidir. Hadîs-i şerifte liân yapan eşleri birbirinden
Rasûl-i Ekrem'in ayırdığından bahsedilmesinden maksad, bu ayrılmanın Rasûl-i
Ekrem'in hükmüyle gerçekleştiğini ifâde etmek değil, bu liân hadîsesinin ve
dolayısıyla boşanmanın Rasûl-i Ekrem'in huzurunda meydana geldiğini ifâde
etmektir.
Eğer eşlerin
ayrılmaları için hâkimin kararı şart olsaydı, çocuğun koca tarafından
reddedilebilmesi için de hâkimin kararı şart olurdu. Çünkü hadîs-i şerifte
çocuğun koca tarafından reddedilmesi, Hâna atfedilerek zikredilmiştir. Çocuğun
reddedilmesi için hâkimin kararına ihtiyâç olmadığı kabul edildiğine göre,
eşlerin Hândan sonra boşanmış sayılabilmeleri için hakimin kararma ihtiyaç
olmadığını da kabul etmek gerekir. Şu halde hadîste geçen "Rasûlullah
(s.a.) onları birbirinden ayırdı" cümlesinin manâsı "Hz. Peygamber
liân şahâdetiyle onların birbirlerinden ayrılmış olduklarını beyân etti"
demektir. Mezhep İmamlarının bu meseledeki görüşlerini şu şekilde özetlemek
mümkündür:
a. Ebû
Hanife ile İmâm Muhammed ve Sevri'ye göre liân yapan eşlerin birbirlerinden
ayrılabilmeleri için Hândan sonra ayrıca bir de hakîmin karan gerekir. Bu
mevzuda İmâm Ahmed'den gelen en kuvvetli rivayet de budur. Delilleri ise,
mevzûmuzu teşkil eden bu hadîstir.
b. İmâm
Mâlik ile Evzâî ve Züfer'in de içinde bulunduğu cumhura göre ise, Hân sona
erince hâkimin kararı olmadan eşler biribirinden ayrılmış olur. Bu görüş İmâm
Ahmed'den de rivayet olunmuştur.
c. İmâm
Şafiî ile Sahnûn'a göre ise, erkeğin Hânı bitirdiği andan itibâren eşler
biribirlerinden ayrılmış olur. Bu ayrılmanın kadının Iiânıyla ilgisi yoktur.
Musannif Ebû Davud'un, İmâm Mâlik'in "Çocuğu kadına ilhak etti"
sözünü rivayette yalnız kaldığından bahsetmesi, bu hadîsin zayıflığına delâlet
etmez. Çünkü imâm Mâlik adalet ve zabt yönünden güvenilir bir imamdır. Ayrıca
Yunus'un Zührî'den rivayet ettiği hadîs de 2249 ve 2252 numaralı hadîsler
tarafından da takviye edilmiştir.[433]
2260. ...Ebû
Hureyre (r.a.)'den; demiştir ki: Fezâre Oğullarından bir adam Peygamber
(s.a.)'e gelerek,
Karım siyah bir çocuk
dünyaya getirdi, (ne buyurursunuz?) dedi. (Hz. Peygamber:)
"Senin develerin
var mı?" diye sordu. (O kimse);
Evet diye cevâp verdi.
(Hz. Peygamber de);
"Onların renkleri
nasıldır?" buyurdu. (Adam);
Kırmızıdır, diye
karşılık verdi. (Hz. Peygamber);
"İçlerinden yağız
olanları da var mı?" diye sordu. (O kimse de)
İçlerinde gerçekten
yağız olanları da var, cevâbını verdi. Bunun üzerine (Hz. Peygamber);
"Bunun nereden geldiği
zannedebilir?" dedi. (Adam da) Onu bir damarın çekmiş olması mümkündür
diye cevâp verdi. (Bunun üzerine Hz. Peygamber):
"Şu halde bu
(çocuğu) da bir damarın çekmiş olması mümkündür." buyurdu.[434]
Hanımının dünyaya
getirdiği çocuğun kendisinden olup olmadığı
hususunda şüpheye düşerek
Rasûl-i Ekrem'e gelip ona
yukarıdaki sorulan yönelterek bu mevzûya ışık tutmasına vesile olan sahâbî
Damdâm b. Katâde'dir.
Hadîs ulemâsından
Hattâbî bu hadîs-i şerîfle ilgili görüşlerini şöyle ifâde etmiştir; Rasûl-i
Ekrem'e bu sorulan yönelten sahâbî bu sorularıyla karısının dünyaya getirdiği
çocuğun kendisinden olup olmadığından şüpheye düştüğünü ta'riz yoluyla ifâde
etmek ve Rasûl-i Ekrem'in bu çocuğun kendisinin olmadığına hükmetmesini te'mîn
etmek istemiştir. Fakat Hz. Peygamber çocuğun annesinin nikâhı altında
bulunduğu kimseye âid olduğuna hükmetmiş, renk farkının hüküm vermek için
yeterli bir delîl olamayacağını ifâde etmek istemiş, buna tohumlan bir olan
develerde görülen çeşitli renkleri misâl göstermiştir. Bu hadîste kıyası isbât
için geçerli bir delîl olduğuna ve birbirlerine benzeyen iki şeyin aynı hükümde
olacaklarına, kinayeli sözlerden hadd îâzım gelmediğine, kazfın ancak sarih
sözlerle sabit.olabileceğine delîl vardır."[435]
1. Bir kimse
çocuğunun renginin kendi kendine benzemediğinden şüpheye düşerek, bu çocuğun
kendisinden olmadığına hükmedemez. Dolayısıyla bu çocuğu reddetmek için dâvâu
olamaz.
Kurtûbî,
"esmerlikle, karalık gibi birbirlerine yakın renklerden dolayı çocuğu reddetmenin
caiz olmadığında ittifak vardır. Erkeğin, kadınla cimâ'da bulunduğunu,
kadınında istibrâ süresinin devam ettiğini itiraf etmesi halinde ise
kendisinin siyah, çocuğun beyaz olmasından veya kendisinin beyaz, çocuğun siyah
olmasından dolayı da çocuğu reddedemez" demiştir. Fakat Kurtûbî'nin bu
sözü kendi mezhebine göre olsa gerektir. Çünkü bu mesele ulemâ arasında
ihtilaflıdır. Şâfiîlere göre eğer kadının zînâ ettiğine dâir bir karine yoksa,
erkeğin renk farkından dolayı çocuğu reddetmesi caiz değildir. Fakat kadın zînâ
suçu ile itham "edildikten sonra böyle bir çocuk dünyaya getirmişse, o
zaman erkeğin bu çocuğu reddetmesi caizdir. Nitekim daha önce tercümesini
sunduğumuz 2256 numaralı hadîs de bu görüşü desteklemektedir.
Hanbelilere göre ise,
kadının zina ettiğine dâir bir karine varsa erkeğin çocuğu reddetmesi caizdir.
2. Çocuğun
rengi babasına benzemese bile onu babasına ilhak etmek gerekir.
3. Nesebin
isbâtı hususunda ihtiyatlı davranmak, mümkün mertebe çocuğu annesinin nikâhı
altında bulunduğu kimseye nisbet etmek gerekir.
4. Ta'riz
hadd ve liânı gerektirmez. Fakat İmâm Mâlik ta'rizin hem haddi hem de liânı
gerektirdiğini söylemiştir. Mâliki ulemâsından bazıları, haddi gerektiren
ta'rizin, kendisiyle kasdedilen mânâ sarih lâfızdan anlaşılan mânâ gibi açıkça
anlaşılan ta'riz olduğunu ifâde etmişlerdir.[436]
5. Kıyas
caizdir.[437]
2261.
...(Önceki hadîs) Zührî'nin senediyle ve aynı mânada (bir daha) rivayet
olunmuştur. Bu rivayette râvflerden biri "o (Fezâreli adam) o anda ta'riz
yoluyla çocuğu reddetmeye çalışıyordu." demiştir.[438]
Ta'riz; "üstü
kapalı şekilde itiraz etmek" demektir. Bunu bir tarafı gösterip diğer
tarafı göstermek diye ta'rif ederler."Kitabınızı o kadar "muhafazaya
çalışıyorsunuz ki, sahifeleri dağılmasın diye kenarlarını kesmiyorsunuz"
ibaresi bir ta'rizdir." Kastedilen "derse çalışmadığınız,
kitaplarınızın kenarlarını kesmeyişinizden belli" ifadesidir..."[439] Bir
önceki hadîs-i şerifte ve dolayısıyla mevzûmuzu teşkil eden hadîs-i şerifte
geçen "karım siyah bir çocuk dünyaya getirdi" cümlesinde ta'riz
sanatı vardır. Çünkü Fezâreli adam bu sözüyle, karısının dünyaya getirdiği
siyah çocuğun kendisinin olmadığım, yâni bu çocuğun zînâ mahsûlü olduğunu
ifâde etmek istemiştir. Zîra bu söz ta'riz yoluyla şu mânâya gelir: "Karım
siyah bir çocuk dünyaya getirdi. Bense beyaz tenliyim. Benden siyah bir çocuk
dünyaya gelemez. Binâenaleyh bu çocuk karımın kendisiyle zînâ ettiği bir
adamdan dünyaya gelmiştir."
Bir önceki hadîs-i
şerîfin şerhinde açıkladığımız gibi Rasûl-i Ekrem Fezâreli adamın bu şikâyetini
reddetmiştir. Ulemânın bu maseleyle ilgili görüşlerini bir önceki hadîsin
şerhinde açıkladık.[440]
2262. ...Ebû
Hureyre (r.a.)'den rivayet olunduğuna göre, bir a'rabî Peygamber (s.a.)'e
gelerek: "Karım siyah bir oğlan doğurdu.(Fakat) ben bu çocuğu kabul
etmiyorum" dedi. (Ebû Hureyre hadîsin bundan sonraki kısmında, bir önceki
hadîsin) mânâsını rivayet etti.[441]
Bu hadîsin tamamı
Müslim'in Sahîh'inde şu mânâya gelen lafızlarla rivayet edilmiştir: Benî Fezâre
kabilesinden bir adam Peygamber (s.a.)'e gelerek "Karım siyah bir oğlan
doğurdu" dedi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.):
"Senin develerin
var mı?" dedi, adam;
Evet, cevâbını verdi,
Rasûl-i Ekrem;
"Renkleri
nedir?" dedi, adam;
Kırmızı! cevâbını
verdi, Rasûlullah (s.a.);
"İçlerinde boz
renklileri var mı?" diye sordu, adam;
Hakîkaten içlerinde
boz renkli olanları var, dedi, Rasûlullah (s.a.);
"Peki bu onlara
nereden geldi?" buyurdu, Adam;
Belki damar
çekmiştir" dedi, Rasûlullah (s.a.);
"Bunu da belki
damar çekmiştir" buyurdu. Ulamanın bu hadîsle ilgili görüşleri 2260
numaralı hadîsin şerhinde geçti.[442]
2263. ...Ebû
Hureyre (r.a.)'den rivayet olunduğuna göre, kendisi Rasûlullah (s.a.)'i liân
yapan eşlerle ilgili âyet(ler) indiği zaman (şöyle) buyururken işitmiş:
"Bir kavme o kavimden olmayan bir çocuğu dahil eden bir kadının AUah(ın
dîni) ile hiçbir alâkası yoktur ve Allah onu kesinlikle cennetine
koymayacaktır. Bile bile çocuğunu kabul etmeyen bir erkeği de Allah kendisinden
uzaklaştıracak (kıyamet gününde) Önceki ve sonraki (ümmet)lerin gözü önünde
kepaze edecektir.”[443]
Liân âyetleri ile
ilgili açıklama 2253 numaralı hadîs-i şerîfin şerhinde geçti.
Bir kadının bir kavme
o kavimden olmayan bir çocuğu dahil etmesinden maksat, o kadının gizlice zînâ
ederek bu zînâdan bir çocuk dünyaya getirip onu bu kavme nisbet etmesi ve
kocasının da farkına yaramayarak o çocuğu kendi çocuğu gibi büyütüp kendisine
vâris yapması ve harîm-i ismetine almasıdır. Allah teâlâ onun bu hareketine
karşılık olarak onu cennete ilk girenlerle girmek ni'metinden mahrum ederek ve
onu cehennemine atarak yaptığının cezasını orada çektirecektir.
Aynı şekilde
kendisinden doğan bir çocuğu bile bile reddedip kendisinden olmadığını iddia
eden erkekleri de Cenâb-ı Hakk kıyamet gününde rahmetinden mahrum bırakmakla
cezalandıracak ve gelmiş geçmiş büüh ümmetlerin gözü önünde rezil ve rüsvây
edecektir. Çünkü kadın bu çocuğu o ailenin içerisine sokmakla çocuğu hakkı
olmadan kocasının malına vâris etmiştir. Ayrıca o çocuk o ailenin harîm-i
ismetine girmekle, kendisine yabancı olan kadınların veya erkeklerin mahrem
hallerine vâkıf olmuş ve bilmeden daha pekçok büyük-küçük günâhları irtikâb
etmiş olur ki, bunların vebali bütün bu günâhlara sebeb olan kadına aittir.
Kendisinden olduğunu
bildiği halde çocuğunu reddeden kimse de karısını zînâ suçu ile suçladığı,
çocuğunu da veled-i zînâ lekesi ile lekelediği ve dünyayı onlara zindan ettiği
için Allah kıyamet gününde bu erkeği bütün ümmetlerin gözü önünde rezîl ve
rüsvây edecektir.[444]
2264. ...îbn
Abbas (r.a.)'dan; demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) (şöyle) buyurdu;
"İslâm'da zînâ(ya
izin) yoktur. Câhiliyye döneminde bir kimse zînâ ederse, (bu zînâdan doğan
çocuk zînâ eden erkeğin) asabesine katılırdı. (Fakat İslâmiyyet geldikten
sonra) kim, zînâ sonucu dünyaya gelen bir çocuğu(n kendisine âit olduğunu)
iddia ederse (o kimse bu çocuğa) vâris olamaz, kendisine de (o çocuk
tarafından) vâris olunamaz."[445]
Cahiliyye döneminde
halk cariyeleri satın alır ve onları para karşılığında zînâ yapmaya zorlarlar
ve cariyelerin zînâdan elde ettikleri paralan da ellerinden alırlardı. Daha
sonra câriye bir çocuk dünyaya getirir de cariyenin efendisi ve cariyeyle zînâ
eden kimse bu çocuğa sahip çıkmak isterlerse, çocuk zînâ eden adama verilir ve
çocuk o adamın asabesinden sayılırdı. Fakat islâmiyet gelince zînâyı
yasaklamış, zînâdan dünyaya gelen çocuğun kendisine âid olduğunu iddia eden
kimseler bu çocuğa sahip olma hakkından mahrum edilmiş, çocuk annesinin
nikâhlı bulunduğu kimseye veya annesinin efendisine nisbet edildiği gibi, zînâ
yapan kimsenin bu çocuğa vâris veya muris olması da önlenmiştir. Bu mevzüyu
2273 numaralı hadîs-i şerifte inşallah tekrar ele alacağız. Bu hadîsin
senedinde ismi zikredilmemiş bir râvî bulunduğu için bu hadîs zayıftır.[446]
2265. ...Amr
b. Şuayb, dedesi Abdullah b. Amr b. As'dan şöyle dediğini rivayet etmiştir.
Peygamber (s.a.), baba olduğu iddia edilen kimsenin ölümünden sonra (o babanın)
mirasçılarının (sözü geçen babanın olduğu gerekçesiyle onun nesebine) nisbet
edilmesi için davacı oldukları kimse(ler) hakkında şöyle hüküm verdi;
"Bir kimsenin
mülkünde olduğu bîr günde kendisiyle cima' ettiği cariyeden doğan ve (cima'
eden kimse tarafından nesebinin kendine âid olduğu) reddedilmeyen bir çocuğu
(babasının ölümünden sonra) vârisleri kendilerine katmak için dâva ederlerse
(bu çocuk) onlara katılır. (Fakat) bu çocuğa nesebe katılmadan önce (nesebine
katıldığı babasına âid) taksim edilmiş olan mîrasdan bir nasîb yoktur. (Ancak)
taksim edilmeden önce erişmiş olduğu mîrasdan bir payı vardır. (Fakat)
kendisine nisbet edilmekte olduğu babası (sağlığında) bu çocuğun kendisine âid
olduğunu kabul etmemişse (vârislerin istemeleriyle bu çocuk o babanın
nesebine) katılamaz. Eğer bu çocuk (bu adamın ilişkide bulunduğu ve) mülkünde
olmayan bir cariyeden veya kendisiyle zînâ ettiği hür bir kadından dünyaya
gelmişse bu çocuk onun nesebine katılamaz ve o kimseye vâris olamaz.
İsterse oğlu diye
çağırılan kişiyi, (oğlumdur diye) kendisi dava etmiş olsun. Çünkü o çocuk hür
bir kadından veya bir cariyeden (dünyaya
gelen) bir zînâ çocuğudur."[447]
Bir kimsenin
kendisiyle cimâ'da bulunduğu bir cariyeden cimâ'dan en az altı ay sonra bir
çocuk dünyaya gelecek olursa, bu çocuğun nesebinin sabit oiup olmaması ulemâ
arasında ihtilaflıdır. Nevevî'nin beyânına göre bu durumda olan bir câriye
efendisinin firâşı (nikâhlısı) hükmüne geleceğinden çocuğun nesebi babası
-yâni cariyenin efendisi- için sabit olur. Dolayısıyla bir cariyeden doğan
çocuk ile cariyenin efendisi arasında baba ile oğul arasındaki hükümler cereyan
eder.[448]
tmâm Ebû Hanife
(r.a.)'e göre ise "Efendinin iddiası olmadan bu çocuğun nesebi kendisi
için sabit olmaz."[449]
Eğer böyle bir çocuğun
babası sağlığında onun nesebinin kendisine âid olduğunu iddia etmemişse ölümünden
sonra o kimsenin vârisleri bu çocuğun kendi neseblerinden olduğunu iddia ederek
onun, kendi neseble-rine katılması için dâvâcı olabilirler. Böyle bir dâva
sonunda nesebi sabit olan kimse babasının henüz taksim edilmemiş malları varsa,
onlara vâris olabilir. Fakat daha önce taksim edilmiş olan mallara vâris
olamaz. Eğer bu kimsenin kardeşleri ölür de arkasında bu kimseyi mirasdan
düşürecek bir kimse bırakamazsa o zaman ölen kardeşine de vâris olur. Fakat
cariyenin kocası sağlığında cariyenin karnında taşıdığı bu çocuğun kendinden
olduğunu reddetmişse o zaman bu çocuğun nesebi o kimseye nisbet edilemediği
gibi bu kimsenin ölümünden sonra vârisleri de çocuğun nesebinin bu kimseye
nisbet edilmesi için dâvâcı olamazlar.[450]
2266.
...(Önceki hadîs) Muhammed b. Râşid'den önceki sened aynı kalmak şartıyla aynı
mânâda bir daha rivayet olunmuştur. (Ancak râvî Halid b. Yezîd, bu hadîse
şunları da) ilâve etti. Bu çocuk (sâdece) annesinin ailesine (nisbet
edilebilen) bir veled-i zînâdır. (Annesinin ev halkı yakınlık bakımından veya)
hür ya da köle hangi halde iseler, (bu çocuk da onlara ona göre nisbet edilir).
(Ölen bir kimsenin vârisleri tarafından onun nesebine) katılması istenen bir
çocuk hakkındaki bu (hüküm) islâmın başlangıcında (geçerli) idi. Binâenaleyh
(ölen akrabalarına âid olan ve) islâmiyetten önce paylaşılan mal(lar)dan (bu
çocuğun bir payı yoktur çünkü geçen) geçmiştir.[451]
İslâmın ilk yıllarında
bir kimsenin cariyesinden bir çocuğu olur da sağlığında bu çocuğun nesebinin
kendisine âid olduğunu dâva eder de onun nesebini tesbit ettiremezse bu çocuk
veled-i zînâ sayılır ve sadece annesine ve dolayısıyla annesinin ailesine
nisbet edilirdi. Annesinin annesi, onun anne-annesi, annesinin babası, dedesi,
kardeşleri de teyzesi ve dayısı çocukları da kardeşi olurdu. Ve onlara vâris
olabilirdi. Daha sonra İslâmiyet bu uygulamayı kaldırmış, fakat İslâmiyetten
önce bu usûle göre yapılmış olan vârisler arasıda mal taksimlerine
dokunulmamış, o mallar hissesine düştüğü kimselerin ellerinde bırakılmıştır.[452]
1. Zînâ
mahsûlü olarak dünyaya gelen bir çocuk
babasma nisbet edilemez. Çocuğun kendisine âid olduğunu iddia ederek dâvâcı
bile olsa bu çocuk ona nisbet edilemez. Dolayısıyla çocuk ona, o da çocuğa
vâris olamaz. Haleften ve seleften ulemânın büyük çoğunluğu bu görüştedir.
2. Veled-i
zîna doğrudan doğruya annesine dolayısıyla onun akrabalarına nisbet edilir.
Yakınlık derecesine göre onlara vâris olur, onlar da buna vâris olur. Bu hususta
mîras hükümlerine ve esâslarına göre hareket edilir. Ulemânın bu mevzûdaki
görüşlerini şu şekilde özetlemek mümkündür;
İmâm Ahnıed'e göre,
babasız olan bir kimseye annesi ile kendi zevi'l-erhâmı ve kendisinin fürü'u
olmadığı takdirde annesinin asabeleri vâris olabilirler. Delili ise, şu hadîs-i
şeriftir; "Hisseleri sahiplerine veriniz. Kalanı da (ölüye) en yakın olan
erkeklere veriniz."[453]
Babasız olan bir kimseye en yakın olan erkek akrabası annesinin erkek
akrabalarıdır. İmâm Ahmed'e göre babasız olan bir kimsenin asabesi annesidir.
Eğer annesi yoksa o zaman asabesi, annesinin âsebeleridir. Hz. İbn Mes'ud da bu
görüştedir. Delilleri ise, Mekhûl'den rivayet edilen şu sözdür: "Peygamber
(s.a.) mülâaneden doğan çocuğun mirasını annesine ve ondan sonra annesinin
vârislerine tahsis etti.[454]
Zeyd b. Sabit ile İmâm
Mâlik, Şafiî ve cumhûr-ı ulemâya göre babasız olan çocuğun annesi ona vâris
olabildiği gibi başkaları da vâris olabilir. Böyle bir çocuğun asabesi yoktur.
Annesinin asabeleri de bu çocuğa asabe olamaz. Eğer bu çocuk için annesinden
başka ashâb-ı ferâiz yoksa, o zaman annesi terekenin üçte birini alır, gerisi
hazineye kalır.
Hanefi ulemâsına göre
ise babasız çocuğun mirasının hepsini annesi alır. Üçte birini Kur'an-ı
Kerîm'in tayîn ettiği bir pay olarak alır. Kalanı da yine ona verilir.
Katâde'nin rivayetine göre Hz. Ali ile İbn Mes'ûd, "doğumu Hâna mevzu'
olan babasız bir kimse, arkasında annesiyle, anneannesi ve anne bir erkek
kardeşler bırakarak ölürse, terekesinin üçte ikisini erkek kardeşleri üçte
birini de anne-annesi alır" demişlerdir.[455]
2267.
...Aişe (r.anha)'dan; demiştir ki: "Rasûlullah (s.a.) yanıma geldi."
Müsedded ile
Îbnu's-Serh (bu hadîsi Hz. Aişe'den:) Rasûlullah bir gün (yanıma) neşeli olarak
(geldi şeklinde) rivayet etti(ler).
Osman da (bu hadîs-i
Hz. Aişe'den şu şekilde) rivayet etti: (Rasûlullah sallâllahu aleyhi ve
sellem) sevinci yüz hatlarına yansımış olarak (neşeli bir halde yanıma) geldi.
(Hadîsin geri kalanını bu râvîler Hz. Aişe'den şu şekilde naklettiler Hz.
Peygamber) dedi ki;
"Ey Aişe, haberin
yok mu? Mücezziz el-Müdlici, Zeyd ile (oğlu) Üsâme'yi gördü üzerlerinde bir
kadife vardı onunla başlarını örtmüşler ayaklan açık idi. (Mücezziz); "Bu
ayaklar birbirlerinden (meydana gelmiş)dir dedi."
Ebû Dâvud dedi ki;
Üsâme siyah (tenli, babası) Zeyd'de beyaz (tenli) idi."[456]
Kaif, kıyafet ve
eserden anlayan demektir. Fukaha bu kelimeyi baba ile oğul arasındaki benzer
tarafları bilen ve
alâmetleri
biribirinden ayırabilen kimse mânâsında kullanmışlardır.
Câhiliyye dönemi'nde
halk kaiflerin sözlerine son derece itibâr ederler ona şaşmaz bir kanun gibi
sarılırlardı.
îşte böyle bir ortamda
koyu siyah tenli bir kimse olan Hz. Zeyd b. Hârise'nin beyaz tenli bir çocuğu
dünyaya gelmişti. Baba ile oğul arasındaki bu renk farkı o günkü Arapların
dikkatini çekmiş, Hz. Üsâme'nin, Hz. Zeyd'in neslinden olup-olamayacağı
dedi-koduları halk arasında yayılmıştı. Şüphesiz ki bu duruma en fazla üzülen
Rasûl-i Ekrem'di. Bu dedikoduların yoğunlaştığı bir günde Hz. Zeyd'le oğlu
Üsâme başlan kadifeden bir örtü ile örtülü ve ayakları açık bir halde
uyurlarken Arapların meşhur kaillerinden Mücezziz onları bu halde uyurlarken
görmüş sadece ayaklarına bakarak "bu ayaklar birbirlerinden (meydana
gelmiş)tir" demişti. Rasûl-i Ekrem araplar için senet niteliğinde olan bu
sözü Mücezziz'-in ağzından işitince, dedikoduların artık sona ereceğini
düşünerek, Hz. Zeyd hesabına son derece sevinmişti. Evine vardığı zaman Hz.
Aişe'nin ifâde ettiği gibi sevinç alâmetleri halâ yüzünden okunuyordu.
Gerçekten soy çekimi ve baba ile onun nesli arasındaki benzerlikler günümüzde
de ele alınıp ilmî esâslara bağlanmıştır. Fıkıh ulemâsı da bu benzerliklerle
neseb tesbitinin caiz olacağını kabul etmiştir.[457]
2268.
...(Önceki hadîs yine) aynı senedle (yâni Hz. Urve vasıtasıyla, Hz. Aişe'den)
aynı mânâda rivayet edilmiştir. (Urve) dedi ki: Aişe şöyle dedi;
"Peygamber (s.a.) sevinçle yüz hatları parlar bir halde yanıma geldi"
Ebû Davûd dedi ki: İbn
Uyeyne "yüzünün hatları" kelimesini sağlam bir şekilde zabt (ve
rivayet) etmemiştir.
Ebû Dâvud dedi ki:
"Yüzünün hatları" kelimesi (metnin aslından olmadığı halde metne)
îbn Uyeyne tarafından ilâve edilmiştir. (Aslında İbn Uyeyne) bu kelimeyi
Zührt'den işitmemiştir. Fakat, o sadece "esârir: hatlar" kelimesini
(işitmiştir. Bu kelimeyi de Zührt'den değil) başkasından işitmiştir.
(Binâenaleyh) "Esârir" kelimesi (sâdece) Leys ile başka bir râvtnin
hadîsinde vardır.
Ebû Dâvud dedi ki; Ben
Ahmed b. Salih'i (şöyle) derken işittim; "Üsâme zift gibi kapkara idi,
Zeyd de pamuk gibi beyazdı."[458]
Musannif Ebû Dâvud bu
hadîsin sonuna ilâve ettiği ta'likte şunu ifâde etmek istiyor; Aslında Süfyân
b. Uyeyne metinde geçen "yüzünün hatları" kelimesini ez-Zühri'den işitmediği
halde bunu bizzat ondan işitmiş gibi nakletmiştir. Oysa Süfyân b. Uyeyne'nin
"yüz hatları" manasına gelen "esârîru vechihi" kelimesini
Zühri'den işitmediği kesindir. O sadece "esârîr" kelimesini
işitmiştir. Onu da Zührî'den değil, Leys b. Sa'd'dan işitmiştir. Leys de
Zührî'den işitmiştir.
Bilindiği gibi râvinin
muasırı olduğu için görüştüğü fakat hadîs almadığı veya muasırı olduğu halde
görüşmediği bir şeyhten işittiğini zannettirecek şekilde rivayet ettiği
hadîslere Müdelles hadîs denir. Musannif Ebû Davud'un bu açıklamasına göre
mevzûmuzu teşkil eden bu hadîs müdellestir.
Gerçekten Süfyân b.
Uyeyne ez-Zührî ile aynı asırda yaşamış, onunla görüşmüş, fakat ondan hiçbir
hadîs rivayet etmemiştir.[459]
1. İki kişi
arasında, benzer yanları tesbit konusunda mütehassıs olan kimselerin
tesbitlerine itibar etmek caizdir.
2. Onların
sözüyle çocukların nesebini tesbît etmek dînen caizdir. İmâm Mâlik ile Şafiî,
Ahmed, el-Evzâî, el-Leys b. Sa'd Ömer b. Hattâb, İbn Abbâs, Enes b. Mâlik ve
hadîs ulemâsının pek çoğu bu görüştedirler. Delilleri ise, mevzûmuzu teşkil
eden hadîs-i şerifle 2254 numaralı hadîs-i şerifte geçen "Hamile olan
kadının doğuracağı çocuğun durumuna dikkat edin. Eğer yüzleri sürmeli,
kalçaları iri ve baldırları kalın bir çocuk dünyaya getirirse, bu çocuk Şerik
b. Sahma'ya aittir," ifadesidir.
Hanefi ulemâsıyla İmâm
Sevri ve Küfe ulemâsına göre ise çocuğun kılığına bakarak hüküm veren
kimselerin sözleriyle amel etmek caiz değildir. Çünkü bu zân ve tahmine
dayanan bir hükümdür. İlmî gerçeklere dayanmayan ve sadece tahmine dayanan
hükümlerle neseb tesbiti gibi son derece önemli ve içtimaî bir meselede amel
etmek oldukça sakıncalıdır. Çünkü Cenâb-ı Hak Kur'an-ı Kerîm'inde;
"Bilmediğin bir şeyin ardına düşme..."[460]
buyurmuştur. Bu görüşte olan ulemâya göre mevzûmuzu teş-kîl eden Ebû Dâvud
hadîsi, "Ya Rasûlallah karım siyah bir çocuk dünyaya getirdi" diyen
bir kimseye, Rasûl-i Ekrem'in, "Bu çocuğu da bir damarın (dedelerinden
birine) çekmiş olması mümkündür" diye cevâp verdiğini ifâde eden 2260
numaralı hadîs-i şerife aykırıdır. Çünkü 2260 numaralı hadîs neseb tesbiti
hususunda vücudun şeklinin bir önemi olmadığını, dolayısıyla bu usûlle bir
çocuğun nesebini tesbit veya reddetmenin mümkün olamayacağını ifâde
etmektedir. Yine bu görüşü savunan ulemâya göre mevzûmuzu teşkil eden hadîs-i
şerifte kılığa bakarak neseb tesbit ve tayîn etmenin caiz olduğuna delâlet eden
bir mânâ yoktur. Çünkü Rasûl-i Ekrem'in, Mücezziz'iri sözüne sevinmesi onun
sözüyle nesebin tayîn ve tesbit edilmiş olduğundan değil, bu zâtın sözünün daha
önce tesbit edilen Hz. Üsâme'nin nesebine uygun düşmesindendir. Binâenaleyh Hz.
Üsâme'nin nesebi Mücezziz'in sözünden daha önce tesbît edilmiştir.
Şurasını da ifâde
etmek isteriz ki bugün ilmî usullerle neseb tesbiti mümkün olduğundan bu
mevzuda ihtilâf kalmamıştır.[461]
2269. ...Zeyd
b. Erkam (r.a.)'dan; demiştir ki: "Ben birgün Peygamber (s.a.)'in yanında
oturuyordum. Yemeniden bir adam gelip dedi ki; Yemen halkından üç kişi Ali'nin
yanına gelerek bir temizlik süresi içinde kendisiyle cinsî münâsebette
bulundukları cariyeden doğan bir erkek çocuk hakkında dâvâcı oldular. Onlardan
ikisine (üçüncü şahsı göstererek); "Bunu şu kimseye gönüllü olarak
veriniz" dedi. Kabul etmediler. (Sonra bunlardan diğer) ikisine (diğer
üçüncü kişiyi göstererek); "Bu çocuğu kendi gönlünüzle şu kişiye
bağışlayınız" dedi. (Onlar da) kabul etmediler. Sonra (diğer) ikisine
(üçüncü kişiyi göstererek); "Bu çocuğu kendi arzunuzla bağışlayınız**
dedi. (Onlar da) kabul etmediler. Bunun üzerine; "Siz ihtilâfa düşen
ortaklarsınız. Ben aranızda kur'a çekeceğim. Kur'a kime çıkarsa çocuk onundur
ve o kadının değerinin üçte birisini (diğer iki arkadaşına) ödemekle
mükelleftir" dedi ve onlar arasında kur'a çekti. Kur'a sonunda çocuğu
kendisine kur'a çıkan kimseye verdi. Rasûlullah (s.a.) de (Yemenli kimseden bu
haberi duyunca) azı dişleri yahut da ön dişleri görülünceye kadar gülümsedi.[462]
Bu hadise hicretin
onuncu senesinde Rasûl-i Ekrem'in Hz.Ali'yi Yemen'e vâlî olarak gönderdiği
sıralarda cereyan etmiştir. Hz. Ali Yemen'e gönderilişini şöyle anlatır:
"Ey Allah'ın
Rasûlü! Beni gönderiyorsun. Oysa ben (tecrübesiz) bir gencim. Onlar arasında
hükümler vereceğim, hüküm nedir bilmem?" dedim. Bunun üzerine Rasûl-i
Ekrem mübarek elini göğsüme vurdu, sonra;
"Allah'ım! Bunun
kalbine (hakkaniyetle hüküm vermek) hidâyetini lutfeyle ve dilini (doğru
sözlülük üzerine) sabit kıl." buyurdu. [463]
Hz. Ali'ye gelen bu
kimselerin cimâ'da bulundukları kadının bir câriye olduğu ve hepsi de kendi
cariyesi olduğu zannıyla onunla bir temizlik süresi içinde münâsebette
bulundukları ve neticede doğan çocuğa sahib olmak için dâvâcı oldukları
anlaşılıyor. Hz. Ali'nin verdiği hüküm de bunu gösteriyor. Eğer bu şahısların
o cariyeyle cinsî münasebette bulunurlarken ona sahib olmaları ihtimâli
bulunmasaydı ve o cariyenin kendilerine âit olmadığını kesinlikle bilmiş
olsalardı o cariyeyle zînâ etmiş sayılacaklarından çocuk hiçbirine verilmezdi.
Dolayısıyla kendileri de zînâ suçundan yargılanırlardı. Ulemânın bu hadîsle
ilgili görüşleri 2271 numaralı hadîsin şerhinde gelecektir.[464]
2270.
...Zeyd b. Erkam'dan; demiştir ki: Ali (r.a.) Yemen'de iken bir kadınla bir
temizlik süresi içinde cinsî münâsebette bulunan üç kişi getirildi. (Hz. Ali
bunlardan) ikisine (üçüncüyü göstererek);
Çocuğun şuna ait
olduğunu kabul ediyor musunuz? diye sordu, (Onlar da);
Hayır, diye cevap
verdiler. (Bu şekilde) hepsine ikişer ikişer ve üçüncüyü göstererek, (çocuğun
şuna âid olduğunu kabul ediyor musunuz? diye) sordu. Her iki kişiye soruşunda
da (onlar) "hayır" diye cevâp verdiler. Bunun üzerine aralarında
kur'a çekti ve çocuğu kur'a isabet eden kişiye verdi. Diyet (yani cariyenin değerin)in
üçte ikisini de bu adama yükledi. (Zeyd b. Erkâm) dedi ki; Bû (hadîse)
Peygamber (s.a.)'e anlatılınca Öndişleri görünecek şekilde gülümsedi.[465]
2271.
...Halil'den; yahut da İbn Halü'den; demiştir ki: Üç kişiden (birinden) çocuk dünyaya
getiren (fakat bunların hangisinden dünyaya getirdiğini bilmeyen) bir kadın
hakkında Ali (r.a.)'ye baş vuruldu. (Bu hadîsin bundan sonraki kısmında râvî
Seleme b. Kü-heyl, Şâ'bi'den naklen bir önceki hadîsin) aynısını rivayet etti
(fakat) Yemen kelimesinden, Peygamberin gülümsemesinden ve "çocuğu kendi
gönlünüzle bağışlayınız" sözünden bahsetmedi. [466]
Bu hadîs-i şerif bir
önceki hadîsin aynısıdır. Ancak bu hadîs-i şerifin senedinde bulunan sahâbi
Zeyd b. Erkâm atlandığı için "mürsel hadîs" denilen bir zayıf
hadîstir. Metinde geçen "veled" kelimesinden, doğan çocuğun erkek
olduğu anlaşılmaktadır. Kuvvetli ihtimâle göre sözü geçen kadın üç erkeğin
müşterek cariyesi idi. Bu kimseler de ortak malları olduğu için câriye ile
cinsî münâsebette bulunmalarında dînî bir sakınca olmadığım zannederek onunla
cinsî münâsebette bulunmuşlardı. Aslında bu durumda olan bir cariyeyle cinsî
münâsebette bulunmak hadd cezasını gerektirmezse de ta'zir cezasını
gerektirir. Çocuk bu ortaklardan birine verilir. Çocuğu alan kimse cariyeye de
sahib olacağı için cariyenin kıymetinin üçte ikisini diğer ortaklarına öder. Ortaklıkları
da bu şekilde sona erer.
Bilindiği gibi üç
türlü gülme vardır:
1. Kahkaha: Yanındaküerin
işiteceği kadar gülmek,
2. Dahk (veya dıhk): Bir insanın
kendisinin işitebileceği kadar gülmesidir.
3. Tebessüm: Onu ne sahibi duyar ne de
başkası.
Rasûl-i Ekrem'in
gülmesi ekseriyetle tebessüm şeklinde olurdu. Fakat Hz. Ali'nin verdiği hükmü
duyunca o gün dahk şeklinde gülmüştür. 2269 numaralı hadîste râvîierden biri
hadiseyi naklederken, Rasûl-i Ekrem'in o gün gülerken, ön dişlerinin mi yoksa
azı dişlerinin mi görünmüş olduğunu pek kestiremiyor. Eğer Rasûl-i Ekrem'in o
günkü görülen dişlerinin ön dişleri olduğu kabul edilirse o gün yine tebessümkle
gülmüş olduğu anlaşılın Nitekim bir önceki hadîs-i şerifte de gülerken sadece
ön dişlerinin görüldüğünden bahsedilmektedir.[467]
1. Bir
çocuğun nesebi birden fazla kişiye nisbet edilemez. Çünkü bir çocuğun bir
babası olur.
2. Eğer
birden fazla kimseler ortak oldukları bir cariyeyle bir temizlik halinde cinsî
münâsebette bulunur da câriye gebe kalırsa, kur'a usulüne baş vurulur. Kur'ada
kazanan, çocuğa ve cariyeye sahib olur. Fakat buna karşılık cariyenin değerini
hisseleri nisbetinde ortaklarına öder. İshâk b. Rahûye bu görüştedir ve sünnete
uygun olan tatbikatın da bu olduğunu söylemiştir. İmâm Şafiî Hazretleri de eski
mezhebinde bu görüşü benimsemiştir. Hattâbî'nin beyânına göre İmâm Mâlike ve
İmâm Şafiî'nin yeni mezhebine göre kur'a ile neseb tesbit edilemez. Neseb ancak
çocuğun şekline ve kıyafetine bakarak babasını kestirebilen mütehassıs
kimselerin vereceği hükme göre tesbit edilir.[468] Atâ
ile el-Leys, es-Sevri, ve Ahmed de bu görüştedirler. İbn Kudâme'nin beyânına
göre "birden fazla kişilerin bir kadınla bir temizlik süresi içerisinde
cinsî münâsebette bulunmaları halinde, doğan çocuğun nesebini tesbit etmek
mümkündür. Bu aynen bir kimsenin boşamış olduğu kadınla iddet beklerken bir
başka kimsenin evlenip de cinsî münâsebette bulunmasına veya bir kimsenin
yanlışlıkla, bir başka kimsenin münâsebette bulunduğu karısıyla aynı temizlik
süresi içinde cinsî münâsebette bulunup da kadının bir çocuk dünyaya
getirmesine benzer. Bu çocuğun bu iki kişiden birine âid olduğu kesin ise de
hangisinden olduğu kesinlikle belli değildir. Bu durumda çocukların şekl-ü
şemailine bakarak babalarını tayın edebilen uzman kimselerin sözlerine
müracaat edilir ve ona göre tesbit yapılır.[469] Bu
husûsda davacıların çocuğun kendilerine âit olup olmadığı hususundaki iddialarına
itibar edilmez.
el-Evzâî ile es-Sevrî,
Ebû Sevr ve İmâm Ahmed (r.a.) da bu görüştedirler. Mâliki ulemâsından bazıları
İmâm Mâlik'in de bu görüşte olduğunu rivayet etmişlerdir. İmâm Mâlik'e göre
hür kadınlardan doğan çocuğun nesebi doğrudan doğruya kadının nikâhlı
bulunduğu kimseye nisbet edilir. Ancak kadınla yabancı bir kimsenin yanlışlıkla
cinsî münâsebette bulunması hali müstesnadır. O zaman çocuğun şeklü şemâline
bakılarak neseb tayîn eden mütehassısların sözlerine müracaat edilir.
Hanefî ulemâsına göre
ise çocukların şeklü şemâline bakarak ve kur'a yoluna bas. vurarak neseb ta'ym
etiftek asla caiz değildir.
Şevkâni'nin beyânına
göre kur'a usûlüne muhalif olan Hanefi ulemâ-sıyla el-Hâdeviyye'ye göre birden
fazla kimselerin ortak oldukları bir câriyeyle bir temizlik halinde cinsî
münâsebette bulunup, kadının da bir çocuk dünyaya getirmesi halinde çocuğun
nesebi ortakların hepsine ilhak edilir. Çocuk hepsinin müşterek çocuğu ve
hepsinin vârisi olur. Miras hususunda onların diğer çocukları gibi tam hisse
alır. Bunlar da hepsi birden tek bir baba imişler gibi çocuğa vâris olup bir
baba hissesi alırlar ve bölüşürler.[470]
2272.
...Urve b. ez-Zübeyr'in haber verdiğine .göre, Peygamber (s.a.)'irı hanımı Aişe
(r.anha) şunları söylemiştir: "Cahiliyye döneminde dört çeşit nikâh
vardı. Bunlardan (birincisi) halkın bugünkü nikâhıdır. (Şöyle ki evlenmek
isteyen) bir adam (diğer) bir adama velîsi bulunduğu kızı (istemek üzere)
dünürlük yapardı. (Anlaştıkları takdirde kızın velîsi) mehri tayin eder, sonra
(dünürlük yapan kimse) o kızla nikâhlanırdı."
"Diğer bir nikâh
(şekli de şu idi). Adam karısına hayızdan temizlendiği zaman "falan
kimseye bir haber gönder de ondan (seninle) cinsî münâsebette bulunmasını
iste" derdi. Sonra kocası o kadını bırakır ve kadının kendisiyle cinsî
münâsebette bulunduğu o erkekten (aldığı) gebelik (iyice) belirinceye kadar
asla onunla cinsi münâsebette bulunmazdı. Kadının gebeliğinin (o adamdan
olduğu iyice) belli olunca (artık) kocası isterse onunla cinsî münasebette
bulunurdu (ve evliliğini sürdürürdü) Bunu kişi sadece çocuğun soylu olmasını
istediği için yapardı ve bu (tür) nikâha nikâhu'l-istibda' adı verilirdi.
Bir başka nikâh (şeklî
de şuydu); On kadar erkek bir araya toplanır ve hepsi de bir kadının yanına
girip onunla cinsî münasebette bulunurlardı. Kadın gebe kalıp çocuğunu
doğurunca bir süre geçtikten sonra onlara (haber) gönderir (ve hepsini yanma
çağırır)dı.
Onlardan hiçbirisi
onun davetine uymaktan kaçınamazdı. Hepsi de onun önünde toplanırdı. (Kadın)
onlara (hitaben; aramızda) "olan işimizi biliyorsunuz. Ben bir çocuk
dünyaya getirdim" (der) ve "bu çocuk senindir ey falanca!"
diyerek onlardan hoşuna giden birini ismiyle çağırır ve çocuğu ona ilhak
ederdi.
Dördüncü bir nikâh
(şekli de şu idi) pek çok kimse toplanarak bir kadının yanına girerdi. (Kadın)
kendisine gelen kimselerin hiç birinden kaçınmazdı. Bu kadınlar fahişe
kadınlardı. Kendilerine gelmek isteyen kişilere bir alâmet olması için
kapılarının üzerlerine bayraklar dikerlerdi. (Kadın) hamile olup da çocuğunu
doğurunca daha önce kendisiyle cinsî münâsebette bulunan erkeklerin hepsi onun
yanında toplanırlardı. (Kadın da) onlar için çocuğun şekil ve şemâline bakarak
babasını tesbit edebilen mütehassıslar çağırırdı. Onlar da kadının çocuğunu
(çocuğun babası olduğuna) kanaat getirdikleri kimseye verirlerdi, (o kimse de
çocuğu) kendisine ilhak ederdi. (Artık o çocuk o kimsenin) oğlu diye
çağırılırdı. (Çocuk da) bundan çekinmezdi. Allah Muhammed (s.a.)'i gönderince
bugünkü Müslümanların nikâhı Câhiliyye dönemi halkının bütün nikâhlarını
kaldırdı.[471]
Davûdî'nin beyânına
göre Câhiliyye döneminde üç nikâh çeşidi daha vardı;
1. Gizli
dostlar, metreslerle sürdürülen evlilik hayatıdır. Bu tür evlilikler halktan gizli
tutulurdu. Câhiliyye halkı gizlice yapılan zinalarda bir sakınca
görmediklerinden bu tür evlilik hayatını meşru sayarlardı. Allah tealâ
"...Gizli dost da tutmamaları şartıyla.."[472]
mealindeki ayet-i kerîmesinde arapların bu gizli ve iğrenç âdetlerine işaret
buyurmuştur.
2. Bir
kimsenin bir kadınla bir ay veya bir sene gibi muayyen bir süre devam etmek
üzere evlenmesidir. Biz bu mevzûyu 2072 numaralı hadis-i şerifin şerhinde
ayrıntılı bir şekilde açıklamıştık.
3. İki
kişinin karılarını değişmeleri neticesinde meydana gelen evlilik.[473]
1.
Nikâhın sıhhati için velînin izni şarttır.
Biz ulemanın bu konudaki görüşlerim 2083-2086 numaralı hadislerin
şerhinde açıkladığımız için burada tekrara lüzum görmüyoruz.
2.
İslâmiyetderı önce Araplar arasında yaygın olan nikâh şekilleri yürürlükten
kaldırılmıştır.
3. Ahkâm
dinin nasİarı ile tesbit edilir. Sadece akla ve mantığa dayanılarak hükümler
koymak dinen caiz değildir. Sadece akla dayanarak yürürlüğe konan Cahüiyye
dönemi kurallarının fesadı açıktır.
4. Çocuk,
kadının nikâhı altında bulunduğu kişiye aittir.[474]
2273.
...Aişe (r.anha)'den; demiştir ki: Sa'd b. Ebî Vakkas ile Abd b. Zem'a,
Zema'nın cariyesinin oğlu (Abdurrahman'ın nesebinin tesbiti) hakkında (aralarında
çıkan) anlaşmazlığı halletmesi için Rasûlullah (s.a.)'e başvurdular. Sa'd
(r.a.) dedi ki:
Kardeşim Utbe,
Mekke'ye vardığım zaman Zem'amn cariyesinin oğluna bakmamı ve onu (yanıma)
almamı bana vasiyyet etti. Çünkü o (çocuk) kardeşimin oğludur. Abdullah b.
Zem'a da;
(O) benim kardeşimdir,
(çünkü) babamın cariyesinin oğludur (ve) babamın (firâşı) yatağı üzerinde
doğmuştur, diye iddiada bulundu. Rasûlullah (s.a.) de (çocukta) Utbe'ye açıkça
bir benzerlik gördü. Bunun üzerine;
"Çocuk (üzerinde
doğduğu) firaş (sahibin)'e aittir. Zina edene de mahrumiyet vardır ya Şevde!
Sen bundan sonra bu çocuğa gözükme." buyurdu. Müsedded hadisine (şu
cümleyi de) ilâve etti: "Ey Abd, bu (çocuk) senin kardeşindir."
buyurdu.[475]
Firaş (yatak) kelimesi
ile kinaye yoluyla kadın kastedildiği gibi bazen de erkek kastedilir. Çünkü
kadın erkeğin yatağı durumundadır. Zira çocuk onun yatağı üzerinde dünyaya
gelir. Fakat bu hadîs-i şerîfte firâş kelimesi ile kastedilen kadın değil,
erkektir. Buhârî'nin rivayetine göre mevzumuzu teşkil eden hadîs-i şerîfte söz
konusu edilen olay Mekke'nin fethi yılında cereyan etmiştir. Bilindiği gibi
olayı yaşayanlardan Sa'd b. Vakkas Hazretleri aşere-i mübeşşere (cennetle
müjdelenen on kişi)den biridir.[476]
Hadiseyi yaşayan ikinci şahıs Abd b. Zem'a ise, Hz. Peygamberin pâk
zevcelerinden Şevde bint Zem'a'mn erkek kardeşidir. Sahâbîlerin ileri gelenler
indendir. Çocuğuna bakması için kardeşi Sa'd b. Ebi Vakkas hazretlerine
vasiyette bulunan Utbe b. Ebi Vakkas ise, Uhud savaşında Rasûl-i Ekrem'in
mübarek dişini kıran kimsedir. Küfür üzere öldüğü söylenir. Hafız tbn Hacer'in
beyânına göre Mekke'nin fethi günü Hz. Sa'd Mekke'ye gelince hemen kardeşinin
çocuğnu görüp onu kardeşine benzeterek tanıyor. "Ka'benin sahibine yemîn
olsun ki bu kardeşimin çocuğudur" diyerek ona sahiplenmek istiyor. Fakat
Abd b. Zem'a'mn_da çocuğa sahip çıkması üzerine meselenin çözüme kavuşturulması
için Rasûl-i Ekrem'e müracaat ediyorlar. Bu ihtilâfın aslı Cahiliyye döneminde
halkın cariyeleri zinaya teşvik ederek onların sırtından kazanç temîn etmeleri
ile ilgilidir. Zem'a isimli şahsın böyle bir cariyesi vardı. Câriye hamile
kalınca halk çocuğun Utbe'den olduğuna kanaat getirmişti. Nihayet çocuk
dünyaya gelince Utbe çocuğun kendisine ait olduğunu bildiği için kardeşi Sa'd'a
çocuğa amca olarak sahip çıkmasını vasiyyet etmişti. Zema'nın da Abd isimli bir
oğlu vardı. O da çocuğun, babasının döşeği üzerinde dünyaya geldiğini delil
getirerek onun kendisine verilmesini istiyordu. Bu yüzden birbirlerinden
davacı oldular. Rasûl-i Ekrem de Cahiliye âdetlerini yıkmak maksadı ile çocuğu
annesinin efendisine nisbet edip zina eden kimseyi çocuğa sahip olmaktan mahrum
etti. Metinde geçen cümlesine bazıları "zina eden kimseye taş -yani
recim-vardır" şeklinde mana vermişlerse de bu isabetli değildir. Çünkü her
zina edene recm cezası uygulanmaz.[477]
1. Kendisine
vasiyyet edilen (vasiy) bir kimsenin, vasiyette bulunan kimsenin vasıyyetıne
uyarak onun adına çocuğun ilhakını taleb etmesi caizdir. Bu mevzuda vasiyy (kendisine
vasiyyet edilen kimse) musînin (vasiyyet edenin) vekîli gibidir.
2. Firaş
sahibi ile bir başkası arasında çocuğun ilhakı mevzuunda ihtilâf olursa, çocuk
firaş sahibine ilhak edilir. Şafiî ulemâsından îmâm-ı Nevevî bu mevzuda şunları
söylemiştir: "Rasûl-i Ekrem Efendimiz'in "çocuk firaş (sâhibin)e
aittir" sözünün manası şudur: Bir kimsenin kendisi için firaşe dönüşmüş
olan karısı yahut da bir cariyesi bir çocuğun doğması için gerekli olan süre
kadar yanında kaldıktan sonra bir çocuk dünyaya getirecek olursa, çocuk bu
adama izafe edilir ve aralarında baba-oğul hükümleri cereyan eder. Doğan
çocuğun o adama benzeyip benzememesi bu hükmü değiştirmez. Çocuğun dünyaya
gelebilmesi için kadınla erkek birleştikten sonra en az altı ay geçmesi
gerekir. Bir kadın, bir erkeğe nikâhlanmakla onun firâşı (yatağı) olmuş kabul
edilir. Bu hususda icmâ olduğu nakledilmiştir. Ancak firâş haline gelen bir
kadının dünyaya getirmiş olduğu çocuğun bu kadının kocasına nisbet
edilebilmesi için, çocuk doğmadan enaz altı ay önce karı-kocanın
birleşebilmelerinin imkân dahilinde olması gerekir. Aralarında en az altı
aylık bir mesafe bulunan bir erkekle bir kadın evlendikten sonra eşler hiç
buluşmadıkları ve aralarında bu kadar uzaklık bulunan yerlerinden
ayrılmadıkları halde kadın altı ay veya daha fazla bir zaman geçtikten sonra
dünyaya bir çocuk getirecek olursa, bu çocuk kadının kocasına nisbet edilmez.
İmâm Mâlik ile İmâm Şafiî ve genellikle bütün ulemâ bu görüştedirler. Ancak
İmâm Ebu Hanife (r.a.)'e göre bu çocuk sözü geçen kadının kocasına nisbet
edilir. Hatta adam nikâh akdinden sonra, henüz karısı ile buluşma imkânı yokken
karısını boşar da kadın altı ay sonra doğurursa bu çocuk yine o kimseye nisbet
edilir. Çünkü Allah'ın lütfü ile yerin dürülerek eşlerin buluşmaları mümkündür.
Cariyeye gelince, îmâm Şafiî ile İmâm Mâlik'e göre câriye bir kimsenin mülküne
geçivermekle o kimsenin firâşı olamaz. Cariyenin firâş olabilmesi için
efendisinin onunla cinsî münasebette bulunması şarttır. Efendi cariyesi ile
cinsî münasebette bulunmadıkça, o câriye onun mülkünde on sene dâhi kalmış
olsa yine onun firâşı olmuş sayılamaz. Ve dolayısıyla bu süre içerisinde
dünyaya getireceği çocuk da efendisine nisbet edilemez.
İmam Ebu Hanife'ye göre
ise bir cariyenin bir kimsenin firâşı sayila-bilmesi için o kimseden bir çocuk
dünyaya getirmesi gerekir.[478]
3. Kadının,
kendisine nikâh düştüğü kimselerden kaçınması gerektiği gibi kendisine haram
olması ihtimâli olan kimselerden de kaçınması gerekir.
4. Bir
kimsenin zinada bulunduğu bir kadın o kimsenin usûl ve fûrûuna haram olduğu
gibi bu kimseye de o kadının usûl ve fûrûu haram olur. Binâenaleyh kadın zînâda
bulunduğu erkeğin usûl ve fûrûuyla, erkek de zinada bulunduğu kadının usûl ve
fûrûuyla evlenemez. Çünkü helâle yoldan yapılan cinsî münasebetten meydana
gelen hürmet-i müsâhere, haram yoldan yapılan cinsî mühâsebet için de
geçerlidir. Bir kimsenin bir kadına şehvetle dokunmasıyla da hürmet-i müsâhare
meydana gelir. Dokunan organlar arasında dokunmaya manî bir engel bile bulunsa
birbirlerinin sıcaklığını hissetmeleri halinde yine hürmet-i müsâhare meydana
gelir. Bu temasın, hatâen veyahut unutarak yahutta istemeyerek olması bu hükmü
değiştirmez. Şehvetle yapılan bu tür sürtüşmeler ve temas aynen nikâh gibi
hürmet-i müsâhare vücuda gelir. Çünkü bu temaslar cinsî münasebeti davet eden
sebeplerdendir. Bu bakımdan nikâhdan meydana gelen akrabalıklar, hürmet-i
müsâhereler bu tür temaslardan dolayı da vücûda gelir. Sahabe ve Tabiînin
büyük çoğunluğu ile Hanefî ulemâsı, Süfyan es-Sevrî, el-Evzâî ve İmâm Ahmed bu
görüştedirler. Çünkü Rasûl-i Ekrem (s.a.) cariyenin dünyaya getirdiği çocuğun
Utbe'ye benzediğini görünce, o çocuğu Utbe'ye nisbet etti. Nikâhdan doğan bir
çocuk için geçerli olan hürmet hükümlerini bu çocuk için de geçerli kıldı ve
Hz. Şevde'ye bu çocuğun karşısına örtülü olarak çıkmasını, örtüsüz olarak onun
karşısına çıkmamasını emretmiştir.
İmâm Mâlik ile İmâm
Şafiî ve Ebu Sevr'e göre gayr-ı meşru yollardan yapılan temasların ve zînânm
akrabalığın meydana gelmesi hususunda hiçbir önemi ve tesîrİ yoktur.
Binaenaleyh bir kadınla zinada bulunmuş olan bir kimse o kadının annesiyle veya
kızıyla evlenebilir. İmâm Malîk ile İbn Macisûn'a göre bu adam o kadının
doğurduğu kızın kendi zînâsı-nın mahsûlü olduğunu bile bile yine onunla
evlenebilir. İmâm Nevevî'nin de ifâde ettiği gibi bu görüş son derece hatalı ve
bâtıldır.[479]
2274. ...Amr
b. Şuayb'ın dedesi, Abdullah b. Amr b. el-As'dan; demiştir ki: Adamın biri
ayağa kalkarak;
Ey Allah'ın Rasûlü!
Falan kimse benim oğlumdur. (Çünkü ben) Cahıiiyye döneminde onun annesiyle zina
etmiştim dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.):
"İslama" a
bir kimse için nikâhı altında olmayan bir kadının doğurduğu çocuğun kendisine
ait olduğunu iddia etme (hakkı) yoktur. Cahiliyye dönemi ile ilgili hüküm(ler
yürürlekten) kalkmıştır. Çocuk döşek (sâhibi)nindir. Zina eden kimse için
mahrumiyet vardır." buyurdu.[480]
Ulemânın bu hadisle
ilgili görüşleri bir önceki hadisin şerhinde açıklanmıştır.[481]
2275. ...Rebâh
(el-Kûfî)den; demiştir ki: Ailem beni, kendilerine ait, Rum diyarından bir
câriye ile evlendirmişti. Ben onunla cimâda bulundum. O da benim gibi siyah
çocuk dünyaya getirdi. O'na ismini verdim. Sonra (bir defa daha) cima ettim.
Benim gibi siyah bir erkek çocuk (daha) dünyaya getirdi. Ö'nun adım da
"Ubeydullah" koydum. Sonra (yine) aileme ait olan Yuhanna isimli bir
köle onun üzerine saldırıp kendi diliyle bir şeyler söyleyip ona sahip olmuş.
Derken (câriye) keler gibi (boz renkli) bir erkek çocuk dünyaya getirdi.
Cariyeye;
Bu nedir? dedim.
Bu (çocuk)
Yuhanna'nındır. diye cevap verdi. (Aramızda çıkan anlaşmazlığı Hazret-i)
Osman'a ilettik.
Râvi, Mehdi dedi ki:
(Muhammed b. Abdullah hadîsin bundan sonraki kısmını şöyle) rivayet etti; (Hz.
Osman câriye ile Yuhanna'-mn) ikisine de, soru(lar) sordu. (İkisi de suçlarını)
itiraf ettiler. Bunun üzerine (Hz. Osman) onlara;
Aranızda Rasûlullah
(s.a.)'ın hükmüyle hüküm vermemi ister misiniz? Rasûlullah (s.a.) "çocuk
döşek içindir" buyurdu" dedi.
(Musannif) Ebu Davûd
dedi ki bu hadîsi Musa b. İsmâiVi(n hadisin bundan sonraki kısmını bana şöyle)
rivayet etti(ğini) zannediyorum; (Mehdi b. Meymûn) dedi ki, (öyle zannediyorum
ki Mu-hammed'b. Abdullah bu hadisin sonunda şunları da) söyledi; Bunun üzerine
(Osman) cariyeye (elli) sopa vurdu. Yuhanna'ya (da elli) sopa vurdu. (Çünkü)
İkisi de köle idiler.[482]
Bilindiği gibi evli
iken zînâ eden hür kimselerin cezası recmdir. Zînâ eden bekârlara ise, yüz sopa
vurulur fakat zînâ eden cariyeler evli de olsalar, bekâr da olsalar her iki
halde de onlara elli sopa vurulur. Çünkü cariyeler hürriyetleri elinde olmayan
zavallı kadınlardır. Onların namuslarını korumaları hür kadınların namuslarını
korumaları kadar kolay değildir. Allah teâlâ bu gerçeği şöyle ifâde buyuruyor:
"...eğer evlendikten sonra bir fuhuş yaparlarsa, onlara hür kadınlara
yapılan işkencenin yarısı(nı uygulamanız) gerekir...”[483]
Mevzu-muzu teşkîl eden hadîs-i şerîf zînâ eden kölelere uygulanacak cezanın, cariyelere
uygulanan cezanın aynısı olduğunu ifâde ettiği gibi aynı zamanda zînâ mahsûlü
bir çocuğun, annesinin itirafı ve erkeğin de kadını tasdîk etmesi hâlinde,
kadının nikâhlısına nisbet edilerek falancanın oğlu diye o kimsenin ismiyle
anılacağına da delâlet etmektedir.[484]
2276. ...Amr
b. Şuayb'ın dedesi Abdullah b. Amr (b. As)dan rivayet olunduğuna göre, bir
kadın (Rasûl-i Ekrem'e hitaben):
“Ey Allah'ın Rasûlü!
Şu benim oğluma, karnım (aylarca) kap oldu. Meme(leri)m su kabı oldu, bağrım onun
için barınak oldu. Onun babası beni boşadı. (Şimdi de) onu benden almak
istiyor" dedi. Rasûlullah (s.a.) de ona;
"Sen evlenmediğin
sürece ona (bakmaya başkalarından) daha müstehaksın," buyurdu.[485]
Hıdâne veya hâdâne
kucağa almak, besleyip, büyütmek üzere yanında bulundurmak gibi manalara gelir.
Bu manâda çocuğa bakana "Hâdîne" denir ki, bu tabir anneye ve diğer
bakıcılara da şâmildir.
İslâmda çocuğun
nafakası babaya, hıdânesi (bakımı) öncelikle anneye aittir. Fakat babalar
nafakaya mecbur olmakla birlikte anneler hidâneye mecbur değillerdir.
Hanefî mezhebine göre
hidâne sahipleri sırasıyla şunlardır: Anne, anneanne, baba-anne, özabla, öz
kizkardeşin kızları, teyze, hala. Bunlar yoksa hala, dede, kardeş, kardeş
çocukları, amcalar, amca çocukları.
Evlilik bozulmuşsa,
erkek çocuğun yedi, kız çocuğun dokuz yaşına kadar hidâne hakkı kendi annesine
aittir. Annesi yoksa veya annesinin hidâne hakkı düşmüşse bu hak diğer hidâne
sahiplerine intikâl eder.
Hidâne ehliyetinin
şartları; hürriyet, akıl, bulûğ, emniyet, korumaya gücü yeterlilik ve kadının
küçüğe yabancı olan birisiyle evli olmaması. Bu şartları taşıyan anne müslüman
olmasa bile çocuğun hidâne hakkına sahiptir.
Hafif meşrep kadınlar
hidâne hakkına sahip değillerdir.[486]
1. Çocuğun terbiyesi
ve bakımı dinî bir vecibedir.
2. Boşanan
eşlerin çocuklarına bakma hakkı öncelikle kadına verilmiştir. Bu hak
evlenmediği sürece öncelikle kadına aittir. Fakat evlendiği andan itibaren bu
hakkı, kaybeder. Ulemânın büyük çoğunluğu bu görüştedirler. Delilleri ise
mevzûmuzu teşkîl eden hadis-i şerîftir. Bu hadis öyle bir hadistir ki, ulemâ
bunda Amr b. Şuayb'a muhtaç kalmış ve bu mevzuda onu delîl almaktan başka çare
bulamamışlardır. Çünkü hadisin yegâne dayanağı Amr b. Şuayb'dır. Boşanan
kadının evlenmekle çocuğu himayesine alma hakkım kaybedeceğine delâlet eden bundan
başka bir hadis yoktur. Dört mezhebin imamları ile daha başka ilim adamlarının
görüşü de budur. Buhârî,Sahih'inin dışındaki eserlerinde bu hadisi delîl olarak
zikretmiştir. Hâkim, Ma'rifetu Ulûmi'l-hadis isimli eserinde bu hadisin sahîh
olduğuna dâir icma bulunduğunu söylemiştir. İbn Hazm gibi bazı kimseler
senedinde Amr b. Şuayb bulunduğu için bu hadisin zayıf olduğunu söylemişlerse
de bu söz doğru değildir. Bu söz ancak senedinde Amr b. Şuayb'ın bulunup da
Abdullah b. Amr b. As'dan rivayet edildiğine dâir Şuayb'ın açıklaması
bulunmadığı hadisler için geçerlidir. Halbuki burada bu hadisin Amr'ın dedesi
Abdullah b. Amr. b. As'dan rivayet edildiğine dâir Şuayb'ın açıklaması vardır.
Binaenaleyh bu hadis şahindir. Humeydî, İbnü'l-Medînî, Buhârî, Ahmed b. Hanbel
ve İbn Râhûye gibi hadis imamlarının bu hadisle amel etmeleri de bunu isbat
etmektedir.
Nitekim İmâm Mâlik'in
rivayet ettiği şu hadis-i şerîf de bu hadisi teyîd etmektedir: "el-Kasım
b. Muhammed (r.a.) der ki:
Ömer b. el-Hattâb
(r.a.) ensârdan bir kadınla evliydi. Bu kadından Âsim adında bir oğlu oldu,
sonra boşandılar. Hz. Ömer Kubaya geldiğinde oğlu Âsım'ı mescidin avlusunda
oynarken gördü. Onu kucakladı. Hayvanın üzerinde önüne oturttu. Bunun üzerine
ninesi yetişti, çocuğu Hz. Ömer'den almak istedi. O da vermedi. Birlikte Hz.
Ebubekir'in yanına geldiler. Hz. Ömer;
Bu benim oğlumdur.
dedi. Hz. Ebubekir de Hz. Ömer'e hitaben;
Çocukla onun arasına
girme, onları serbest bırak dedi. Hz. Ömer de cevap vermedi. İmâm Mâlik der ki:
"Ben de böyle amel ediyorum."[487]
İbn Abdilberr'de bu
hadisin muttasıl ve munfasıl olarak pekçok yollardan rivayet edildiğini ve
ilim erbabının tasvibine mazhar olduğunu ifâde etmiştir.[488]
Şevkânî'nin beyânına
göre çocuğu himayesine almaya hak kazanan bir kadın evlendiği andan itibaren bu
hakkını kaybeder. Şafiî ulemâsı ile Hanefî ulemâsı ve İmâm Mâlik bu görüşte
icmâ' bulunduğunu söylemiştir.
Hz. Osman'ın,
"Kadının çocuğu yanına ahn.a hakkının bakî olduğu ve bu hakkın ondan
hiçbir zaman alınamayacağı" görüşünde olduğu rivayet edilmiştir. Hasan
el-Basrî ile İbn Hazm da aynı görüştedirler. Delilleri ise, tercümesini
sunacağımız 2278 numaralı hadis-i şerîftir.
"Kadın
evlenmekle, çocuğunu yanına alma hakkını kaybeder" diyenlere göre Hz.
Osman'ın sözünü "boşanan bir kadının çocuğunu yanına alma hakkı hiçbir
zaman kadının elinden çıkmaz" şeklinde anlamak doğru olamaz. Çünkü Hz.
Osman'ın bu sözü sadece annesinden başka hiçbir yakını olmayan çocuklar için
söylemiş olması mümkündür. 2278 numaralı hadis-i şerîf ise anne ile değil teyze
ile ilgilidir. Bu meselede anneyi teyzeye kıyaslamak doğru değildir.
Hanefî ulemâsına göre
kocasından boşanıp da çocuğunu kendi himâyesi altına alma hakkına sahip olan
bir kadın her ne kadar evlenmekle bu hakkını kaybederse de evlendiği kimsenin
çocuğun amcası gibi yakınlarından biri olması halinde yine de bu hakkını
kaybetmeden elinde tutar. Bu durumda olup da annesini kaybettiği için
anneannesinin himayesine geçen bir çocuğun anne-annesi çocuğun babasının
babasıyla evlenirse çocuk yine anne-annesinin yanında kalmaya devam eder. Bu
hakkın kendisine intikâl ettiği bir teyze, çocuğun amcasıyla evlenecek olsa bu
hak kendisinden geri alınamaz.
3. Kocasından
boşanan bir kadının çocuğunu yanına alması onun lehine olan bir haktır.
Dolayısıyla çocuğun masraflarını karşılamak annesine değil, babasına düşen bir
görevdir. Anne arzu ederse bu hakkını çocuğun diğer akrabalarına
bağışlayabilir. Ancak ulemâ bu mevzuda ihtilâf etmiştir.[489]
2277.
...Medîne halkından doğru sözlü bir kimse olan (ve) Selmâ (diye anılan) Ebü
Meymûne demiştir ki; Ben Ebu Hureyre ile beraber otururken İranlı bir kadın
oğlu ile birlikte (yanımıza) geldi ve (ikisi birden) kadım kocasının boşadığını
iddia ettiler. Hemen arkasından, kadın, farsça olarak;
Ey Ebu Hureyre! kocam
beni boşadı. Oğlumu da (benden alıp) götürmek istiyor dedi. Ebû Hureyre de;
Onun hakkında kura
çekiniz, cevâbını verdi ve ona yine Farsça birşeyler söyledi. O anda (kadının)
kocası geldi ve;
“Çocuğum hakkında kim
bana karşı hak iddâ edebilir? dedi. Ebû Hureyre de;
Allah için ben böyle
bir şey söylemiyorum ancak (şunu ifâde etmek istiyorum). Ben Rasûlullah
(s.a.)'uı yanında otururken bir kadının Peygamber (s.a.)'e gelip de;
Ey Allah'ın Rasûlü
kocam (beni boşadıktan sonra bir de) oğlumu (yanımdan alıp) götürmek istiyor.
Oysa oğlum bana Ebû Ine-be kuyusundan su (getirip) içirdi. (Oğlum) bana faydalı
oldu, dedi. Rasûlullah (s.a.) de (onlara);
"Onun hakkında
kur'a çekiniz" buyurdu. Bunun üzerine (kadının) kocası;
Çocuk hakkında bana
karşı kim hak iddia edebilir? dedi. Peygamber (s.a.) de (çocuğa dönerek);
"Şu babandır. Şu
da annendir, onlardan istediğinin elini tut" buyurdu. (Çocuk da) annesinin
elini tuttu. Bunun üzerine (kadın) çocukla (birlikte oradan uzaklaşıp) gitti
dedi.[490]
Hz. Ebû Hureyre'nin
naklettiği olayı yaşayan kadın, "oğlum bana Ebû İriebe kuyusundan su
(getirip) içirdi, bana faydalı oldu" sözleriyle, oğlunun en az hayrı
serden ayırabilecek rüşd çağına geldiğini ve hizmetinden yararlanılabilecek bir
yaşta olduğunu belirtmek istemiştir. "Ebû İnebe" kuyusunun Medine'ye
üç mil uzaklıkta olduğu söylenir.
Bu hadis-i şerifin
zahirinden anlaşıldığına göre bu kadın faydayı zararı birbirinden ayırabilecek
durumda olan yani temyiz çağında bir çocuğu varken, kocasından ayrılıp da çocuk
üzerinde hak İddia ederek mahkemeye müracâat edecek olursa, karı-koca arasında
kur'a çekilir. Kur'a hangisine çıkarsa, çocuk ona verilir, ya da çocuk annesi
ile babasından birine gitmekte serbest bırakılır. Çocuk hangisinin yanına
giderse onun himayesinde kalır. Bu mevzuda mezheb imamlarının görüşleri
şöyledir:
İmâm Ahmed'e göre,
oğlan veya kız çocuğu aklı başında dengesi yerinde olarak yedi yaşına basacak
olursa annesi ile babasından birini seçmekte muhayyer bırakılır. Çocuk
bunlardan hangisini seçerse onun olur. Dört halife ile Ebû Hureyre ve Şureyh bu
görüştedirler. Delilleri ise, mevzûmuzu teşkil eden hadis-i şerifle
Umâretü'I-Cermi'nin şu sözleridir;
"Ali b. Ebî Talib
annemle amcamdan birini seçmekte beni muhayyer bıraktı. Ben o zaman sekiz
yaşımda idim."[491]
Esasen çocuğa sahib
olmak için öncelik hakkının tanınmasında çocuğun verileceği kimsede çocuğa
karşı bir şefkat hissinin bulunup bulunmaması önemlidir. Çocuk kendisine karşı
daha şefkatli olan kimsenin yanında daha mutlu olur. Bu bakımdan çocuk anne
yahut babasından hangisini kendisine daha sıcak bulur ve seçerse ona teslim
edilir. Sonra diğerini seçecek olursa bu sefer diğerine teslim edilir. Çocuğun
tercih hakkı sınırlandırılamaz, istediği zaman anne ve babasından birinin
yanına gidebilir. Eğer çocuğun babası yoksa veya babası çocuğu himayesine
almaya ehliyetli değilse o zaman amca, gibi asabelerinden biri babasının
yerine geçer ve çocuk annesiyle babasının yerine geçen asabe arasında tercihte
bulunur.
Kız çocuğuna gelince,
kız çocuğu yedi yaşına geldiği andan itibaren babasının himayesine verilir.
Çünkü bu yaşda kız çocuğu himayeye daha çok muhtaçdır. Bu görevi yerine
getirmeye en lâyak olan da babasıdır.[492]
Hanefîlere göre hadâne
hakkı daha ziyâde şefkat ve merhamete istnâd ettiği için daima anne tarafında
aranır. Binâenaleyh çocuğun annesi yoksa, anne-annesine verilir. Bunlar
yukarıya doğru ne kadar çıkarsa çıksınlar diğerlerine yani baba tarafından olan
as abesine tercih edilirler. Meselâ, çocuğun annesinin anne-annesi sağ ise
çocuk ona verilir. Beri tarafta baba-annesi sağ ve ötekine nazaran daha genç
olsa bile, ona verilmez. Anne-ânnesi yoksa, baba-annesine verilir. Yalnız İmâm
Züfer'e göre anne baba bir kız kardeş ile teyze, baba-anneye tercih edilir.
Çocuğun anne veya baba tarafından hiçbir ninesi yoksa sıra kız kardeşlerine
gelir. Bunlardan anne baba bir kız kardeşler diğerlerine ,tercîh edilir. Onlar
yoksa, çocuk anne bir kız kardeşine verilir. O da yoksa sıra baba bir kız
kardeşine gelir. Ancak İmâm Muhammed'in Ebû Hanîfe'den bir rivayetine göre
teyze, baba bir kız kardeşe tercih edilir. Daha sonra sıra aynı tertîb üzere
teyzelere, onlar yoksa halalara gelir. Fakat bu sayılanlardan her hangi birisi,
çocuğa yakın akraba olmayan biri ile evlenirse onun hadâne hakkı sakıt olur.
Bundan sonra yalnız nine müstesnadır. Çocuğa yakın akraba olmayan birisiyle
evlendikleri için hakkı sakıt olanlar, boşanırlarsa aynı haklarına yeniden
kavuşa bilirler. Çünkü hedâneye engel olan durum ortadan kalkınca kişi hedâne
hakkına yeniden sahib olabilir.
Çocuğun kadın akrabası
yoksa sıra erkeklere gelir. Bunların da asabe olmak itibariyle en yakın olanı
tercih edilir. Çünkü velî olmak yakın akrabanın hakkıdır. Sonra erkek çocuk
anne veya ninesinin terbiyesinde kalıyorsa yalnız başına yiyip içmeye,
giyinmeye ve taharetlenmeğe başlayıncaya kadar orada bırakılır. Bundan sonra o
erkeklerin ahlâk ve adabını öğrenmeğe muhtaçtır. Bu işe baba daha münâsib
olduğundan çocuk ona verilir. Kız çocuğu ise anne veya ninesinin yanında hayzım
görünceye kadar kalır, daha sonra iffet ve namusunu korumaya sıra gelir ki bu
işe baba daha lâyıktır.
İmâm Şafiî'nin
anlayışına göre ise anne, erkek veya kız çocuğunu yedi yaşına kadar yanında
tutmaya tercihân hak sahibidir. Çocuklar yedi yaşına varıp akıllarında da bir
anormallik yoksa, oğlan olsun kız olsun, baba ve anasından istediğini seçmekte
serbest bırakılır ve hangisini tercih ederse onun yanında kalabilir.
Mâlik'ın anlayşı ise,
oğlan çocuğu erginlik çağına varıncaya ve kız çocuğu evleninceye kadar anasının
yanında bırakılır. Ananın öncelik hakkı vardır. Çocuk babasının yanında
kalmayı tercih etme hakkına sahip değildir ve serbest de değildir. Anasının
yanında kalmak durumundadır.[493]
2278. ...Ali
(r.a.)'dan; demiştir ki: Zeyd b. Harise (Ye'cuc vadisinden) çıkıp Mekke'ye
geldi Mekke'den Hamza'nın kızını (alıp Ye'cüc vadisine) getirdi. Bunun üzerine
Ca'fer (b. Abdilmuttalib);
Onu ben (himayeme)
alacağım. Ben onu (himayeme almaya başkalarından) daha müstehâkım (çünkü)
amcamın kızıdır ve teyzesi benim yammdadır. Teyze ise anne demektir, dedi. Hz.
Ali de (şöyle) dedi;
Onu (yanıma almaya)
ben daha lâyığım. (Çünkü) amcamın kızıdır ve Rasûlullah (s.a.)'in kızı benim
yammdadır. O ise bunu yanına almaya daha müstehâktır. Zeyd de şöyle dedi;
Ben onu (yanıma almaya
başkalarından) daha müstehâkım çünkü ben onun için yola çıktım (Ye'cuc
vadisinden Mekke'ye kadar) yolculuk ettim ve onu (Mekke'den alıp buraya)
getirdim.
Derken Peygamber Sallallahû
aleyhi ve sellem (Medine'ye mü-teveccîhân yola) çıktı (Hadisin bundan sonraki
kısmında Hz. Ali yahut diğer râvilerden biri Hz. Peygamber'den) bir hadis
nakletti ve dedi ki (Hz. Peygamber);
"Kıza gelince,
ben onu (Ca'fer'e) bırakılmasına hüküm veriyorum (çünkü) teyzesi ile beraber
olur. Teyze ise anne demektir" buyurdu.[494]
Zeyd.b. Harise (r.a.)
hazretleri kaza umresinden dönerken
Hz. Hamza'nın yetim kalan kızını himayesine almak maksadıyla
tutup ashâb-ı kiramın konaklamakta olduğu Ye'cuc vadisi denilen yere
getirmişti. Orada Hz. Ali çocuğu tanıyıp "buna iyi sahip ol" diyerek
Hz. Fatma'nın devesine bindirmiş ve ona teslîm etmişti. Bu yüzden, çocuğu kendi
himayesine almak isteyen Hz. Zeyd ile Hz. Ali arasında bir anlaşmazlık çıktı.
Nihayet istirahat vakti sona erince Rasûl-i Ekrem Medîne'ye gitmek üzere yola
çıktı. Ashâb-ı kiram da Rasûl-i Ekrem'e tâbi' olup hep birlikte Medîne'ye
geldiler. Medine'ye geldikten sonra çocuk üzerinde Hz. Ca'fer de hak iddia
etmeye başladı ve her üçü de çocuğun kendi himayesinde olması gerektiğini
iddia ederek, delilleri ile birlikte Rasûl-i Ekrem'e müracaatta bulundular.
Hz. Ca'fer'e göre Hz.
Hamza'nın kızının, kendi yanında kalması gerekiyordu. Çünkü: a- Amcasının
kızıydı,
b- Çocuğun teyzesi Hz.
Ca'fer'in hanımıydı. Teyze ise anne mesâbesindeydi.
Hz. Ali ise, şu
sebeplerden dolayı çocuğun kendi himayesine verilmesini istiyordu:
a- Çocuk
amcasının kızıydı.
b- Rasûl-i
Ekrem'in kızı Fatıma da hanımı idi.
Hz. Zeyd'e göre ise,
çocuk kendi himayesine verilmeli idi. Çünkü:
a- Özel
olarak bu çocuğu himayesine almak için Ye'cûc vadisinden Mekke'ye inmiş, çocuğu
Mekke'den çıkarıp Ye'cuc vadisinde getirmişti.
b- Hz.
Hamza'nın kardeşliğiydi. Rasûl-î Ekrem ashab-ı kiram arasında kardeşlik
kurduğu zaman onu Hz. Hamza ile kardeş ilân etmişti.
Hz. Ali, mevzûmuzu
teşkil eden bu hadisi buraya kadar rivayet ettikten sonra, Rasûl-i Ekrem'in bu
hususta vereceği- kararın gerekçesini ifâde ettiğini söylemiş ve ondan sonra da
Rasûl-i Ekrem'in çocuğu Hz. Ca'fer'-in himayesine verdiğini rivayet etmiştir.
Hz. Peygamber'in, çocuğu Hz. Ca'fer'e vermeden önce söylemiş olduğu sözler
herhalde şunlardır: "Peygamber (s.a.) Ali'ye hitaben "-Ben sendenim,
sen de bendensin" buyurdu. Ca'fer'e de "senin bünyen ve ahlâkın
benim bünyeme ve ahlâkıma benziyor" dedi. Zeyd'e de "sen bizim
kardeşimiz ve mevlâmızsın"[495]
Hz. Hamza'nın dava
mevzuu olan bu kızının ismi Ümâme'dir. Ümâ-re, Selma, Emetullah, Fatıma
olduğunu söyleyenler olmuşsa da doğrusu Ümâme'dir. Bilindiği gibi Hz. Hamza
Rasûl-i Ekrem'in amcası ve sütkardeşidir. Çünkü Ebû Leheb'in kölesi Süveybe her
ikisini de emzirmiştir. Kendisi "Esedüllahı ve Rasûlihi: Allah'ın ve
Rasûlünün aslanı" ünvanlarıyla anılırdı. Hz. Peygamberin peygamber olarak
gönderilişinin ikinci yahut da altıncı yılında müslüman oldu. Rasûl-i Ekrem'den
iki yaş büyüktü, uhûd savaşında Vahşî tarafından şehîd edilmişti.
Hz. Ca'fer b. Ebî
Talib ise, ilk müslümanlardandır. İlk müslüman olanların yirmi altıncı veya
otuzbirincisidir. Hz. Ali'den on yaş büyüktür. Onun hakkında Ebû Hureyre (r.a.)
şöyle demiştir: "Peygamber (s.a.)'den sonra Ca'fer'den üstün bir kimse
ayakkabı giymemiş, ayakkabı sahibi olmamış, bineklere ve eğerlere
binmemiştir." Rasûl-i Ekrem'in izniyle Habeşistan'a hicret etmiş ondört
sene Habeşistan'da kalmış, Habeşistan Kralı onun delaletiyle müslüman
olmuştur. Nihayet hicretin altıncı yılında Hay-ber'in fethinden sonra
Habeşistan'dan Medine'ye gelmiş ve onu gören Rasûl-i Ekrem kendisini kucaklamış
"Hayber'in fethine mi yoksa Ca'fer'in gelişine mi sevineceğimi bilemiyorum."
demekten kendini alamamıştır. Mute muharebesinde şehîd olmuştur. Kendisi Hz.
Hamza'nın kızı Ümâme'nin teyzesi Esma bint Ümeys ile evliydi. Hz. Ca'fer'in
hanımı olan bu kadın da ilk müslümanlardandı. Kocası ile birlikte o da
Habeşistan'a hicret etmişti. Kocası Ca'fer Mute savaşında şehîd olunca Hz.
Ubûbekir'le, Hz. Ebûbekir vefat ettikten sonra da Hz. Ali ile evlendi. Kendisi
mü'minlerin annesi Meymûne'nin ve Hz. Abbas'ın hanımı Ümmu'l-Fadl'ın kardeşi
idi.[496]
1. Çocuğun
terbiyesi ve himâyesi mevzüsunda teyze anne gibidir. Bu bakımdan çocuğun
terbiyesini üstlenmekte en başta anne, ondan sonra da teyze gelir. Bir başka
ifâdeyle çocuğun etrbiyesi meselesinde teyze babadan ve halalardan önde gelir.
Hafız İbn Hâcer'in beyânına göre çocuğun terbiyesini üstlenmekte teyze haladan
önde gelir. Çünkü Rasûl-i Ekrem, Hz. Hamza'nın kızını Hz. Ca'fer'e verdiği
sırada çocuğun halası Safiyye bint Abdilmuttalib hayatta idi. Teyze, çocuğun
kadın asabelerinden kendisine en yakın olan halasına takdim edildiğine göre,
diğer akrabalarına da tercîh edileceği aşikârdır. Bu aynı zamanda çocuğun
terbiyesini üstlenmekte annenin akrabalarının, babanın akrabalarından önde
geldiği anlamına gelir.
İmam Ahmed'in çocuğun
terbiyesi mevzüsunda "halanın teyzeye takdîm edilmesi gerekir" dediği
rivayet edilmişse de bu görüşe itiraz edilmiştir. Çünkü Hz. Hamza'nın
çocuğunun terbiyesi hususunda hayatta olan halası onun kendi hakkı olduğunu
hiçbir zaman iddia etmemiştir. Ama teyzesi adına onun kocası olan Ca'fer
çocuğun kendi yanlarında kalması gerektiğini iddia etmiş ve davacı olmuştur.
Fakat çocuğun terbiyesini üstlenen bir kadın evlendiği zaman çocuğun
akrabalarından biri bu hakkı ondan geri alabildiği gibi kadının kocası da onun
çocuğu yanına almasına engel olabilir. Fakat'kadının muhalifleriyle anlaşması
halinde onun, çocuğun terbiyesini yürütme hakkı devam eder.
3. Sıla-i
rahmi gözetmek son derece mühimdir. Sıla-i rahmi gözetmek hususunda ilgililerin
gereken titizliği göstermeleri ve gerektiği zaman onu korumak için haklarını
aramaları gerekir.
4. Bir kız
çocuğunun terbiyesini yüklenen kadının evlendiği erkek, çocuğun mahremi olan
bir erkekse, o kadının, çocuğun terbiyesini üstlenme hakkı yine eskisi gibi
devam eder. Bu görüş İmam Ahmed'den rivayet olunmuştur. Yine İmâm Ahmed'den
gelen bir rivayete göre bu mevzuda çocuğun erkek olması ile kız olması arasında
bir fark olmadığı gibi, kadının evlendikten sonra da çocuğun terbiyesini
üstlenebilmesi için kocasının çocuğun mahremi olması şart değilse de emin bir
kimse olması şartdır.
5. Kız
çocuğunun terbiyesini üstlenen bir kadın, çocuğa yabancı olan bir erkekle
evlenmedikçe çocuğun terbiyesini yüklenme hakkını yitirmez. Mâlikî ulemâsı ile
Şafiî ulemâsının meşhur olan bir görüşüne göre kadının evlendikten sonra da bu hakkım
elinde tutabilmesi için evlendiği erkeğin, çocuğun dedesi olması gerekir. Bu
görüşte olan ulemaya göre Hz. Ca'fer'-in hanımı bu şarta uymayan birisi ile
evlendiği halde yine de çocuğu yanında tutabilmişse bunu sebebi, bu görevi
alma hakkına sahib olan halanın kendi hakkını ona bağışlamış olması, Hz.
Ca'fer'in, çocuğun hanımının yanında kalmasına rızâ göstermesi ve bu hakkın
kendilerine verilmesini isteyenlerin de evli olmalarıdır. Binaenaleyh bu
hakkın kendilerine verilmesini isteyenlerin bu istekleri evli oldukları için
reddedilmiştir. Ancak Hz. Peygamberin Hz. Hamza'nm kızının terbiyesi görevini
vermek için Hz. Ca'fer'i seçmiş olmasını izahta ulemâ ihtilâfa düşmüşlerdir.
Çünkü eğer çocuk Hz. Ca'fer'in amcasının kızı olduğu için ona verilmişse bu
görev Hz. Ali'ye de verilebilirdi. Çünkü bu çocuk Hz. Ali'nin de amcasının
kızıydı. Rasûl-i Ekrem'in bu çocuğu, Hz. Ca'fer'e teyzesiyle evli olduğu için
vermiş olduğu da düşünülemez. Çünkü Hz. Ca'fer çocuğun teyzesi ile evliydi yani
çocuğun teyzesi Hz. Ca'fer'in hanımıydı. Fakat kadının evli olması çocuğun
terbiyesini üstlenme hakkını ibtâl eder.[497]
Ahmed ile Hasan el-Basrî ve İbn Hazm buna "kadının kocası razı olunca onun
evli olması çocuğun terbiyesini üstlenmesine engel teşkil etmez." diye
cevap vermişlerdir ve Rasûl-i Ekrem'in Hz. Hamza'nın kızını Hz. Ca'fer'e veriş
sebebini böyle açıklamışlardır. Bazıları da evlilik kadınların çocuğun terbiyesini
üstlenme hakkını ibtâl etmez. Ancak babanın hak iddia etmesi halinde annenin
terbiye hakkını ibtâl eder. Hak iddia eden kimsenin çocuğun babası olmaması
halinde evlilik hiçbir zaman hiçbir kadının bu hakkını ibtâl edemez,
demişlerdir ki, bu izah tarzları mevzûmuzu teşkil eden hadîs-i şerifle 2276
numaralı hadisin arasını te'lîf eden en güzel bir izahtır.[498]
2279.
...(Hz. Ali'den rivayet edilen Önceki) haber, Abdurrahman b. Ebî Leylâ'dan da
rivayet olunmuştur. Ancak bu haber (önceki haberin) tamamı değildir. (Bu
haberi nakleden râvî) dedi ki: (Rasûlullah sallallahû aleyhi ve sellem) o kızın
Ca'fer'e verilmesine hükmetti, çünkü onun teyzesi (Hz. Ca'fer'in) yanında idi.[499]
Her ne kadar bu hadis
görünüşte mürsel ise de aslında muttasıldır.Çünkü Ebu
Bekir el-îsmâilî bu hadisi muttasıl olarak rivayet etmiştir.
Binaenaleyh İbn Hazm'ın bu hadis hakkında "mürseldir" demesi doğru
olmadığı gibi, bu hadisin râvîlerinden Ferve'nin kimliğinin mechûl olduğunu
söylemesi de gerçeğe aykırıdır. Çünkü Süfyân b. Uyeyne gibi kimseler, onun
maruf bir kimse olduğunu ifâde etmişlerdir.
Bu hadisle ilgili
açıklama bir önceki hadisin şerhinde geçtiğinden burada tekrara lüzum
görmüyoruz.[500]
2280. ...Ali
(r.a.)'den; demiştir ki: Mekke'den çıktığımız zaman Hamza'mn kızı (Rasûl-i
Ekrem'e), "amca! amca!" diyerek peşimize düştü.
Sonra Hz. Ali varıp onun
elinden tutmuş (Hz. Fatıma'ya hitaben), "amcanın kızını al", demiş.
(Hz. Fatıma da) onu hayvanının sırtına bindirmiş.
(Hadisin bundan
sonraki kısmında) Hz. Ali bir önceki hadisi anlattı (ve şunları) söyledi;
Ca'fer dedi ki: "(Bu kız benim) amcamın kızıdır. Teyzesi de benim
zevcenidir." Bunun üzerine Peygamber (s.a.) kızın teyzesine ait olduğuna
hükmetti ve "teyze anne mesabesindedir." buyurdu.[501]
Daha önce tercümesini
sunduğumuz 2278 numaralı hadis-i
şerifte, Hz. Hamza'mn kızını Mekke'den çıkaran kimsenin Hz. Zeyd b. Harise
olduğu ifâde edilirken burada, çocuğu Mekke'den dışarı çıkaran kimsenin Hz.
Ali olduğu ifâde edilmektedir. Aslında bu iki ifâde arasında bir çelişki
yoktur. Çünkü gerçekte çocuğu Mekke'den ilk çıkaran kimse Zeyd b. Hârise'dir.
Nitekim 2278 numaralı hadis-i şerif de bunu ifâde etmektedir ve çocuk Mekke'den
dışarı çıkarılırken Rasûl-i Ekrem'in bundan haberi olmamıştır.
Nitekim Hafız İbn
Hâcer'in naklettiği şu hadis-i şerif de bunu ifâde etmektedir:,"Hz.
Peygamber ailesinin yanına döndüğü zaman Hamza'mn kızını onların yanında buldu.
Çocuğa hitaben;
"Seni Meke'den
kim çıkardı?" diye sordu. Kız da;
Ailemden bir adam,
diye cevap verdi. Oysa Rasûlullah (s.a.) çocuğun Mekke'den çıkarılması için
bir emir vermemişti. Sonra kız Rasûl-i Ekrem'in bulunduğu yere vardı ve orada
bulunan erkeklerin arasında dolaşmaya başladı. Rasûl-i Ekrem'i arıyordu.
Rasûlullah (s.a.)'i görünce peşine düşüp amca amca diye bağırmaya başladı.
Bunun üzerine Hz. Ali onu tutup Hz. Fatıma'nın devesine bindirmiştir.[502]
Vefat veya boşanma
gibi bir sebeple evlilik bozulmuşsa hidâne (çocuğu besleyip büyütme) hakkına
sahib olabilmek için; hürriyet ,akıl, bulûğ, emniyet, korumaya gücü yeterlilik
gibi şartlar aranır. Ayrıca kadınlar için bir de bakılmak istenen çocuğa
yabancı olan birisiyle evli olmaması şartı aranır.
Erkekte müslümanhk
şartı aranırsa da kadında bu şart aranmaz... Ancak çocuğu kâfir yapabileceği
tehlikesi belirdiği zaman bu hak ondan geri alınacaktır.
Daha önce de ifâde
ettiğimiz gibi Hidâne hakkı öncelikle anaya aittir. Bunda ittifak vardır.
Nitekim 2276 numaralı hadis-i şerifle şu hadis-i şerif bunu açıkça ifâde
etmektedir: "Hz. Ebû Bekir'in hilâfetinde, Hz. Ömer ile boşadığı eşi
arasında böyle anlaşmazlık zuhur etmiş ve Halîfe Ebû Bekir (r.a.) Hz. Ömer'e
şöyle demiştir: "Anasının okşaması, kucağı ve kokusu çocuk için senden
daha hayırlıdır. Büyüyüp kendisi tercih edinceye kadar..."[503]
Ana bulunmaz veya
hidâne şartlarını hâiz olmazsa bu hak sırayla anneanneye, baba-anneye, öz kız
kardeşe, ana bir kız kardeşe, baba bir kız kardeşe, öz kız kardeş kızlarına,
anadan kız kardeş kızlarına, babadan kız kardeş kızlarına, teyzelere ve nihayet
halalara intikâl eder.
Çocuğun yukarıda
sayılan kadınlardan bir akrabası yoksa hidâne görevi erkeklere intikâl eder.
Bunlar da sırayla; baba, dedeler, erkek kardeş, erkek kardeş çocukları,
amcalar, -erkek çocuk için- amca çocukları. Bunlar mirastaki asabe tertibine
göredir. Asabe derecesinde hısım bulunmadığında İmâm Ebû Hanife'ye göre ana
vasıtasıyla hısım olan zevi'l-erhâma intikâl eder. Ulemânın büyük çoğunluğuna
göre ise, kadı bunlardan uygun gördüğü bir kimseyi görevlendirir.
Hidâne süresi çocuğun
buna olan ihtiyâcına bağlıdır. Genellikle, "kendi kendine yiyip içebilecek
ve elbisesini giyebilecek hale gelinceye kadar devam eder." denmiş,
sonraları ihtilâfa yer kalmaması için erkek çocukta yedi ve dokuz, kızda ise
dokuz ve onbir yaşlar nihâî had olarak kabul edilmiştir. Hidâne süresi sona
erince çocuk, İmâm-ı Şafiî'ye göre anne ve babadan hangisini isterse onun
yanında kalır.
Ulemânın pekçoğuna
göre ise, çocuk erkek ise, normal olarak ergenlik çağına ulaşıncaya kadar
babasının yanında kalır. Bulûğdan sonra normal ise, müstakil ev açmak veya
ebeveyninden birini tercîh etmek çocuğun hakkıdır. Sefih veya bunak ise,
babasının yanında kalır.[504]
2281.
...Esma bint Yezîd b. es-Seken el-Ensâriye'den rivayet olunduğuna göre,
Rasûlullah (s.a.) zamanında, boşanan kadınlar için iddet beklemek (mecburiyeti)
yokken kendisi kocasından boşanmış. Esma kocasından boşandığı zaman Aziz ve
Celîl olan Allah, talâk-dan dolayı (beklenmesi) gereken iddet hakkında âyet-i
kerime indirmiş ve boşanan kadınlar için iddet gerektiğine dâir, hakkında âyet
indirilen ilk kadın olmuştur.[505]
İslâmın ilk yıllarında
kadının iddet beklemesi gerektiğine dâir bir hüküm yoktu. Fakat Hz. Esma
kocasından
boşandıktan sonra
Allah teâla ve tekaddes hazretleri "boşanmış kadınlar üç kur'(üç ay veya
üç temizlik süresi) bekleyip kendilerini gözetlerler.."[506] buyurarak
kocalarından boşanan kadınların iddet beklemeleri gerektiğini bildirdi. Bu
ayet-i kerimenin inmesinden sonra kocasından boşanan kadınların iddet beklemesi
meşru* oldu. Bilindiği gibi iddet meselesi ulemâ arasında ihtilaflıdır.
Bazılarına göre iddet beklemekten maksad, üç temizlik süresi beklemektir. Bu
meseleye inşallah ileride tekrar döneceğiz.[507]
Kocasından boşanan
kadınların iddet beklemeleri meşrudur. Bu meşruıyyet ve mecburıyyet ki tab,
sünnet ve icmâ' ile sabittir. Kitabdan delili; *'yaşlılıklarından dolayı
âdetten kesilen kadınlarınızın (bekleme sürelerinden) şüphe ederseniz, bilin
ki onların bekleme süresi üç aydır..."[508]
âyet-i kerimesiyle, "içinizden ölenlerin geriye bıraktıkları eşleri, dört
ay on gün bekleyip kendilerini gözetlerler.”[509]
âyet-i kerimesidir.
Sünnetden delili ise,
2284 ve 2300 numaralı hadis-i şeriflerle benzeri pek çok hadîs-i şerîfdir.
Ayrıca, bütün mezhepleri, temsil eden ulemânın tümü kocasından boşanan bir
kadının iddet beklemesi gerektiği hususunda ittifak etmişlerdir.
Kocası vefat eden veya
kocasıyla bir yatakta yattıktan sonra ondan ayrılan bir kadının iddet adıyla
bir süre bekleyerek, bu süre sona erinceye kadar evlenmekten kaçınması bir
vecîbedir. Bu vecibeye riâyet etmenin hikmeti, akılla bilinemeyen (teâbbüdî)
bir görevdir. Bununla beraber idde-tin meşru' kılınışının hikmeti bize tamamen
kapalı da değildir. Bu hikmetleri şöylece sıralamak mümkündür:
1. Kadının
eski kocasından hamile olup olmadığım tespit ederek, neslin karışmasını
önlemek ve aslın ve asaletin muhafazasını sağlamaktır.
2. Nesebin,
aslın ve asaletin muhafazası insanlara has bir şereftir. İnsanın hayvanlardan
ayrıldığı özelliklerden biri de haseb ve nesebinin muhafazasıdır,
3. Nikâhın
önemine ve ciddiyetine dikkatleri çekip onun basit bir birleşme olmadığım
kavratmak.
4. Vefat
eden kocasının hatırasına bağlılığını ve sadakatini isbat için kadına bir
fırsat vermek.
5. Boşanıp
tekrar evlenmeyi güçleştirerek, aile bağını korumak ve su-istimalleri önlemek.
6. Ric'î
talakla erkeğe bir düşünme fırsatı vermek ve evlilik hayatına tekrar ve kolayca
dönebilme imkânı sağlamak.
İbni Kayyim'ın
beyânına göre, iddete beş hak taallûk eder;
1. Kocanın
hakkı,
2. Allah'ın
hakkı,
3. Çocuğun
hakkı,
4. Kadının
hakkı,
5. Kadının
yeni evleneceği kişinin hakkı.
İddete taalluk eden bu
beş hak mevzu'unu biraz daha açalım;
1. Kocanın
hakkı; iddet sayesinde düşünüp tekrar eski karısına kolayca dönme imkânı
bulmasıdır. Cenâb-ı Hâk; "...kocaları da bu arada barışmak isterlerse,
onları geri almağa daha çok hak sahibidirler..."[510] buyurarak
kocanın bu hakkını ifâde buyurmuşlardır.
2. Allah'ın
hakkı; kadının, Allah'ın emrettiği şekilde iddete, kocasının evinde devam
etmesidir. İmâm Ahmed ile İmâm Ebû Hanife (r.a.) bu görüştedirler.
3. Çocuğun
hakkı ise; nesebinin korunmasıdır.
4. Kadının
hakkı da iddet süresi içerisinde nafakasının teminidir. Çünkü ric'i talâkla
boşanmış olan kadınlar henüz kocalarının nikâhı altında sayılırlar. Bu bakımdan
iddet süresi içerisinde kadınla kocası arasında miras hükümleri de bakîdir.[511]
Hakkında iddet âyeti
inen Esma bint Yezîd el-Ensâriyye, ashâbdan Yezîd b. es-Seken-el-Eşhelî'nin
kızı olan Esmâ'dır ki, sahâbi kadınlarının faziletlilerindendir.
Bir gün sahabeden
diğer kadınlar tarafından Rasûlullah'ın huzuruna gönderildi ve şöyle dedi;
"Anam babam sana feda olsun ey Allah'ın Rasûlü! Ben kadınlar tarafından
gönderildim. Hak teâlâ hazretleri seni bütün erkeklere ve kadınlara peygamber
olarak göndermiştir. Biz kadınlar sana ve senin Rabbine îman ettik. Lâkin biz
kadınlar olarak sizin evlerinizde kapanıp kalmış, sizin şehvetlerinizi tatmin
ediciler olmuş, çocuklarınızı karnımızda taşımak durumunda kalmışızdır. Siz
ise, Cuma namazları kılmak, camilere ve cem'ata çıkmak, hastalara gidip hatır
sormak, cenazelerde bulunmak, defalarca hac edebilmek, bunlardan daha
faziletlisi'Allah yolunda muharebe ve cihâd edebilmek için faziletlerle bizden
üstün olmuşsunuzdur. Lâkin erkek kısmı hac veya umre etmek yahut kafirlerle
mücâ-hede ve muharebe eylemek üzere evinden çıktığı hallerde sizin mallarınızı
biz korur ve iplik eğirip elbiselerinizi dokuruz. Çocuklarınızı besleriz. O
halde bizler o hayırlı ve sevaplı işlerin ecirlerinde sizlere ortak olamaz
mıyız?"
Hz. Peygamber Esmâ'nın
bu sözlerini dinledikten sonra yanlarında bulunan ashabına dönerek;
"Siz hiçbir
kadından dini işleri konusunda olan sorusunda bunun ifâdelerinden daha güzel
söz işittiniz mi?" buyurdu. Onlar da: "Ey Allanın Rasûlü, biz
zannetmeyiz ki, bir kadın böyle güzel ifâdeye yol bulabilsin" dediler.
Rasûl-i Ekrem (s.a.) tekrar ona hitâb ederek;
"Ey hatun, anla
ve taraflarından gelmiş olduğun kadınlara da anlat ki; kadın kısmının kocası
ile iyi geçinip, kocasının hoşnutluğunu kazanması o faziletlerin hepsine mu
a'dil olur" buyurmuşlardır.[512]
İbn Kesîr bu hadîsin
hasen-garib olduğunu söylemiştir.[513] ve
senedinde, çeşitli yönlerden cerh edilen Süleyman b. Abdilharnid ile İsmail b.
Ayyaş vardır.[514]
2282. ...İbn
Abbas (r.a.)'dan; demiştir ki: "Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç kur
(üç adet veya üç temizlik süresi) beklerler."[515] ve
"Yaşlılıklarından dolayı âdetten kesilen kadınlarınızın bekleme
sürelerinden şüphe ederseniz, (bilin ki) onların bekleme süresi üç aydır."[516]
Bunların hükmünden şu buyrukta belirtilenler neshe-dildi;[517]
"Eğer onları nikahlayıp da, henüz onlara dokunmadan bo-şarsanız, onların
üzerinde sayacağınız bir iddet hakkınız yoktur."[518]
"el-Mutallakât"
kelimesinin başında bulunan "el" harf-i tarifi, ulemânın bazılarına
göre, cins ifâde ettiğinden bu
âyet-i kerîmenin
hükmüne sadece normal olarak hayız görmüş olup da kocası ile cinsî münâsebette bulunan
fakat hâmile olmadan boşanan kadınlar girmektedir. Bu görüşte olan ulemaya
göre, âyet-i kerîmede nesh veya tahsîs yoktur. Nitekim âyet-i kerîme de geçen
"...kendilerini gözetlerler..." sözü de bu görüşü teyîd etmektedir.
Hazreti İbn Abbas'a
göre ise, "el-Mutallakât" kelimesinin başında bulunan "el"
harf-i tarifi, istiğrak ifâde eder. Bir başka ifadeyle yukarıda sözü geçen
kadınlarla birlikte, kocasından boşanmış olan diğer kadınlar da bu kelimenin
şümulü içerisine girer. Binaenaleyh “el-Mutallekât" kelimesinin kapsamına
normal olarak hayız görmüş olup da kocasıyla birleştikten sonra veya
birleşmeden önce boşanan kadınlar girdiği gibi hayız çağına girmeden Önce veya
hayızdan kesildikten sonra boşanan kadınlar da girerler. Bu görüşe göre
yukarıda mealini sunduğumuz Bakara sûresi-, nin 228. âyet-i kerimesi,
"âdetten kesilen kadınlarınızın bekleme sürelerinden şüphe ederseniz
bilin ki onların bekleme süresi üç aydır. Henüz adet görmeyenler de böyledir.
Gebe olanların bekleme süresi yüklerini bırakmalarına kadardır."[519]
âyet-i kerimesiyle tahsîs edilerek henüz hayız çağına gelmeden kocasından
boşanan kadınlarla, hayızdan kesilmiş olan kadınlar bu âyetin hükmü dışında
bırakılmış, bunların boşandıktan sonra üç ay iddet beklemeleri gerektiği
bildirilmiştir. Bu âyetin devamında da; "İçinizden vefat edenlerin geride
bıraktıkları kadınlar dört ay on gün iddet beklerler."[520]
buyurularak, hâmile iken kocasından boşanan kadınların dört ay on gün iddet
beklemeleri gerektiği belirtilmiştir. Ayrıca, "Ey inananlar, inanan
kadınları nikahlayıp da henüz onlara dokunmadan bosarsanız, onların üzerinde
sayacağınız bir iddet hakkınız yoktur."[521]
âyet-i kerimesiyle de kocasıyla cinsî münâsebette bulunmaksızın boşanan kadınların
iddet beklemeleri gerekmediği hükmünü getirmiştir.
Cumhuru ulemâya göre,
"el-Mutallakât" kelimesinin başındaki "el", istiğrak ifâde
eder. Daha sonra bu mevzuda nazil olan mealini sunduğumuz âyet-i kerimeler,
"el-Mutallakât: boş anmış kadınlar" kelimesinin hükmünü tahsis
etmiştir. İbn Abbas (r.a.)'a göre ise, Talâk Sûresinin dördüncü âyeti daha
hayız çağına gelmeden, kocasından boşanan kadınlarla ha-yızdan kesildikten
sonra ya da hâmile kaldıktan sonra boşanan kadınları "el-Mutallakât"
kelimesinin şûmûlü dışında bırakmış, Ahzâb sûresinin 49. âyeti de bu hükmü
neshedip kocasıyla cinsî münâsebette bulunmadan boşanan kadınlar hâriç,
kocasından boşanan bütün kadınları yine "mütallakât" kelimesinin
kapsamı içine sokmuştur.[522]
1. Kocasıyla
bir yatakta yattıktan sonra boşanan kadınların ıddetı uç kuru dur. Ancak kuru
kelimesinin temizlik mânâsına mı yoksa hayız mânâsına mı geldiği ulemâ arasında
ihtilaflıdır.
Hanefî ulemasıyla İmâm
Ahmed'e göre âyet-i kerimede geçen kuru' sözü hayız mânâsında kullanılmıştır.
Sahâbînin ileri gelenlerinden dört halife ile, İbn Mesud, Ebû Musa el-Eş'ârî,
İbn Abbas, Muaz b. Cebel (r.a.) da bu görüşte oldukları gibi Said b. Cübeyr,
Tavus, Said b. el-Müseyyeb de bu görüştedirler. Delîlleri ise, "Peygamber
(s.a.)'in hayız görmeye başlayan Ümmü Habibe'ye kar' günlerinde namazını
bırakmasını, bu hali geçtikten sonra güçlenip namazını kılmasını
emrettiği"ni ifâde eden 281 numaralı hadis-i şerîfle "Boşanmış
kadınlar, üç kar' kendilerini gözetirler..."[523]
âyet-i kerimesinin zahiridir. Çünkü bu âyet-i kerîmenin zahiri, kar'ın üç tam
kar' olmasını emretmektedir. Kar'm temizlik anlamında kullanıldığını kabul
edersek kadının üç tam kar' beklemesi imkansızlaşacaktır. Çünkü eğer kadın
temizlik halinde boşanmışsa ve içinde bulunduğu temizliği de sayarsak -bir kaç
günü geçmiş olacağından- bekleme müddeti eksik olacaktır. İçinde bulunduğu
temizliği saymazsak ve onu takib eden temizlikten itibaren hesâb etsek o zaman
da bekleme müddeti üçten fazla olacaktır. Şu halde kar' kelimesini temizlik
manasına alınca üç tam kar'ı gerçekleştirmek mümkün olmuyor. Ayrıca
"yaşlılıklarından dolayı adetten kesilen kadınlarınızın (bekleme
sürelerinden) şüphe edersiniz..."[524]
âyet-i kerimesinde hayızdan kesilen kadınların ay hesabıyla iddet beklemeleri
gerektiğinden bahsedilmesi de iddette hayızın asıl olduğunu ortaya koymaktadır.
İmâm Mâlik ile
Şafiî'ye ve Yedi Fakih diye anılan Said b. Müseyyeb, Urve b. ez-Zübeyr,
el-Kâsım b. Muhammed, Ebû Bekr b. Abdirrahman, Hârice b. Zeyd b. sabit,
Ubeydullah b. Abdillah b. Utbe b. Mesud, Süleyman b. Yesâr'a göre ise, âyet-i
kerîmede kar' sözü temizlik anlamında kullanılmıştır. Bu görüş İmâm Ahmed'den
de rivayet olunmuştur. Delilleri ise; "...kadınları boşadiğiniz zaman
iddetleri içinde boşayın..."[525]
âyet-i kerîmesiyle, Hz. Peygamberin hanımını hayızlı iken boşayan İbn Ömer
için; "Hanımına geri dönsün, sonra temizlenip tekrar hayız görünceye, daha
sonra tekrar temizleninceye kadar yanında tutsun..." manasındaki 2179
numaralı hadîs-i şeriftir.
2. Hayızdan
kesilen ve kocasından boşanan bir kadının iddeti üç aydır. Ulemâ kadının kaç
yaşında hayızdan kesileceği konusunda ihtilâf etmişlerdir.
Hanefî ulemâsının
meşhur olan görüşüne göre, kadınlar ellibeş yaşına vardıkları zaman hayızdan
kesilirler. Fetva da buna göre verilmektedir.
Mâlikî ulemâsına göre
ise, hayızdan kesilme yaşı elliden yetmişe kadar devam edebilir. Elli yaşından
sonra gelen kan tecrübeli kadınlara sorulur, onlar hayız kanı olduğuna
hükmederlerse bu kanın hayız kanı olduğu kabul edilir. Hayız kanı olmadığım
söylerlerse kadının hayzının kesildiğine hükmedilir. Eğer kadının hayız yaşı
elli yaşından sonra kesilecek olursa, onun hayızdan kesildiğine hükmedilir. O
zaman kadın iddetini ay hesabıyla bekler ki bunda ittifak vardır.
fmâm Şafiî'ye göre
ise; kadının hayızdan kesilme yaşı altmış ikidir.
İmâm Ahmed'den bu
mevzuda çeşitli rivayetler vardır. Birinci rivayete göre kadın elli yaşına
varınca hayızdan kesilir. Çünkü Hz. Aişe, "kadın elli yaşına girdikten
sonra bir daha karnında çocuk bulamaz." demiştir. İmâm Ahmed'den gelen
ikinci rivayete göre ise, Arap kadınlarının dışındaki kadınlar elli yaşında,
Arap kadınları ise altmış yaşında hayızdan kesilirler. Gerçek olan şudur ki
elli yaşından sonra genellikle kadınların hay-zı kesilir. Bununla beraber bir
kadında elli yaşından sonra kan gelecek olursa o kanın hayız kanı olduğuna
hükmedilir. Çünkü kan hayzın alâmetidir. Fakat altmış yaşından sonra gelen
kanın hayız kanı olmadığına hükmedilir. Çünkü altmış yaşından sonra hayız
kanının gelmesi mümkün değildir.
3.
"...Henüz hayız görmeyenlerin iddetleri, şüphelenirseniz -biliniz ki-üç
aydır."[526] âyet-i kerîmesi küçük
olduğundan dolayı henüz hayzı görmeyen kadınların boşanma veya tefrikten sonra
iddetinin üç ay olduğunu ifâde etmektedirler.
Ebu Hayyan'a göre
ölünceye kadar hiç hayız görmeyen kadınlarla, hayız çağına girdiği halde hayız
görmeyen kadınlar da bu âyet-i kerîmenin şümulüne girdiklerinden hayız çağma
girmediği için henüz hayız görmeyen kızlar gibi üç ay iddet beklerler.[527]
Yaşı, onbeş ile hayızdan kesilme yaşı arasında olup da, bilinmeyen bir arızadan
dolayı hiç hayız görmeyen bir kadının iddeti on iki aydır. Bu görüş îmam
Mâlik'indir.
Cumhura göre böyle bir
kadın elli beş yaşına kadar bekler ve kocası bu müddet içerisinde ona nafaka
verir. Hz. Osman ile Hz. Ali, Zeyd b. Sabit, Abdullah b. Mes'ûd, îmâm Şafiî ve
Hanefî ulemâsı bu görüştedirler. Hz. Ömer'in böyle bir kadının dokuz ay iddet
beklemesi gerektiği görüşünde olduğu rivayet edilmiştir. Hasan el-Basri'ye göre
ise, bu durumda olan kadın bir sene bekler eğer yine de hayızi gelmezse o
zaman üç ay daha beklemekle iddeti sona erer ve başka bir kocayla evlenebilir.[528] Bu
mevzuda cumhuru ulemâ yukarıda naklettiğimiz âyetin zahirî manâsına
dayanırken, imâm Mâlik ve tâbîleri bu anlayışın gerek yıllarca kocasız kalacak
kadın ve ona nafaka ödeyecek eski kocası için büyük güçlükler getireceğini göz
önüne alarak âyet-i kerîmeyi şöyle anlamışlardır: "İhtiyarlık çağına
gelmedikleri halde hayızları kesilen kadınların ne kadar beklemeleri gerektiği
mevzûsunda şüpheye düşerseniz onların iddeti üç aydır." Buna, hâmile olma
ihtimâline binâen dokuz ay daha ekleyince on iki ay olmuştur.[529]
Hanefîler de tatbikâtda îmâm Malîk'in bu görüşüyle amel etmişlerdir.
4. "Ey
inananlar, inanan kadınları nikahlayıp da henüz onlara dokunmadan bo sarsan
iz, onların üzerinde sayacağınız bir iddet hakkınız yoktur..."[530]
âyet-i kerîmesi ise kocayla cinsî münasebette bulunmadan boşanan bir kadının
iddet beklemesi gerekmediğine delâlet etmektedir. Eğer bu kadın kocası ile
halvette bulunmamışsa ö zaman iddet beklemesi gerekmediğinde ulemânın ittifakı
vardır. Fakat kocasıyla halvette bulunup da cimâ'da bulunmamış olması halinde
ulemâ ihtilaflıdır.
Hanefî ulemâsı ile
İmâm Mâlik, Sevrî, Zührî, Atâ, Evzâî, Ahmed ve İshak'a göre bu durumda olan bir
kadının iddet beklemesi gerekir. İmâm Şafiî'nin eski mezhebi de budur. İbn
Kudâme'nin beyânına göre bu mevzuda Sahabenin icmâı vardır.
İmâm Şafiî'nin yeni
mezhebine göre» "bu durumda olan bir kadının iddet beklemesi gerekmez.
Çünkü bu mevzûdaki âyet-i kerîme mutlaktır. Binâenaleyh bu kadının da diğer
kadınlar gibi iddet beklemesi gerekmez."
Bilindiği gibi
"kimsenin göremeyeceği ve ansızın gelemeyeceği bir yerde evlilerin başbaşa
kalmalarına "Halvet-i sahîha" denir. 'Ualvet-i sahîhamn mukabili ise,
onun şartlarını taşımayan "Halvet-i fâ5ı4e"dir. Evlilerin sokakta,
insanların içinde, kapı ve penceresi açık evde yanyana gelmeleri fasit
halvetin, örnekleridir.
Sahîh halvetin
gerçekleştirilmesi için şu şartların bulunması gerekir:
a. Tabiî bir
engelin bulunmaması. Yâni a'mâ veya uykuda bile olsa aklı başında üçüncü bir
şahıs gibi insanların birleşmesine engel teşkîl edecek bir durumun olmaması.
b.
Birleşmeye engel teşkîl edecek hastalık ve iktidarsızlık gibi sıhhî, maddî ve
hissî bir engelin bulunmaması,
c. Hayız,
lohusahk, ramazan orucu, ihram gibi dinî-şer'î bir engelin bulunmaması.[531]
2283.
...Ömer (b. el-Hattab r.a.)'den rivayet olunduğuna göre, Nebî (s.a.) Hafsâ
(r.anha)'yı boşamış, sonra da (iddet süresi içinde) ona dönmüştür.[532]
Rasûl-i Ekrem'in, Hz.
Hafsa'yı boşaması şöyle olmuştur;
Hz. Peygamber günlerini, hanımları arasında taksim eder, adalet
ölçüleri içerisinde hergün birinin yanında kalırdı. Nöbet sırası Hz. Hafsa'ya
geldiği gün Hz. Hafsa anne ve babasını ziyaret etmek üzere izin istedi. Rasûl-i
Ekrem ona izin verdikten sonra cariyesi Mariye'-yi Hz. Hafsa'mn odasına çağırıp
onunla başbaşa kalmıştı. Bu esnada Hz. Hafsa, ziyaretini tamamlayıp dönmüş ve
odasında Rasûl-i Ekrem'le Hz. Mâriye'nin bulunduklarını ve odanın kilitli
olduğunu görmüştü. Bunun üzerine Hafsa kapının önüne oturup ağlamaya başladı.
Rasûl-i Ekrem alnından terler dökülerek dışarı çıktı. Hafsa, Mâriye ile
başbaşa kalmak maksadıyle kendisine izin verildiğini iddia ediyordu. Rasûl-i
Ekrem aslında Hz. Mariye ile kalmasının Allah'ın kendine tanımış olduğu bir
hak olduğuni ifâde ettikten sonra, Hz. Hafsa'yı memnun etmek için bir daha Hz.
Mariye ile başbaşa kalmayacağına söz verdi ve bunun aralarında kalmasını
istedi. Hz. Hafsa ise, Rasûl-i Ekrem gider-gitmez Hz. Aişe'nin odası ile kendi
odası arasındaki duvara vurup Hz. Aişe'yi çağırdı, olanları ona anlattı. Daha
sonra bunu öğrenen Hz. Peygamber Hz. Hafsa'mn yaptıklarına öfkelenip onu
boşadı.[533]
Tahrim Sûresinin şu
ayeti bu hadiseye işaret etmektedir. ''Peygamber eşlerinden birine gizli bir
söz söylemişti. Fakat eşi o sözü haber verip, Allah da onun bu davranışını o
(peygamberi)ne açıklayınca (peygamber hanımına) bu (söyledikleri)nin bir kısmım
bildirmiş (şunları filâna söyledin demiş) bir kısmından da vaz geçmişti.
(Peygamber) bunu O'na haber verince eşi, "bunu sana kim söyledi?"
dedi (Peygamber): (herşeyi) bilen, haber alan (Allah) bana söyledi"
dedi."[534]
Kays b. Zeyd'in
rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber Hz.- Hafsa'yı böşayınca dayıları Kudâme b.
Mazûn ile Osman b. Mazûn Hz. Hafsa'mn yanına gelmişler. Hz. Hafsa ağlamış ve,
"Allah'a yemîn ederim ki o beni bana ihtiyacı olmadığından dolayı boşamış
değildir" demiş tam bu esnada Hz. Peygamber oraya gelip "Cibril
bana-Hafsaya dön. Çünkü o çok oruç tutar ve geceleri namaza çok kalkar o cennette
senin zevcen olacaktır" dedi," buyurmuş.[535]
Karısını ric'î talakla
boşayan bir kimse, yani bir nikaha ve mehire lüzum kalmadan ona ıddetı içerisinde iddet sona ermeden dönebilir. Bu
husus kitap, sünnet ve icmâ’ ile sabittir. Kitaptan delili şu âyet-i
kerîmelerdir: "Kocaları da bu arada barışmak isterlerse, onları geri
almağa daha çok hak sahibidirler..."[536]
"Kadınları boşadığınız zaman, bekleme sürelerini bitirdiler mi, ya onları
iyilikle tutun, ya da iyilikle bırakın."
Sünnetden delili ise
mevzûmuzu teşkîl eden hadis-i şerîfle daha önce tercümesini sunduğumuz 2186
numaralı hadis-i şeriftir.
Kurtûbî'nin beyâmna
göre, kendisiyle cinsî münasebette bulunduğu karısını iki (ric'î) talâkla
boşayan hür bir kimse, karısı istemese bile iddet süresi sona ermeden o'nu
tekrar geri alabilir, fakat karısına dönmeden iddet süresi sona erecek olursa,
artık bir daha ona dönemez. Çünkü kadın ona tamamen yabancı bir kadın.olmuştur.
Şayet onunla yeniden evlenme durumu ortaya çıkarsa o zaman yeni bir nikâha,
veliye ve şâhidlere ihtiyaç vardır.[537] Bu
mevzûyu 2186 numaralı hadisin şerhinde ayrıntılı olarak ele alıp açıklamış
bulunmaktayız.[538]
2284.
...Fâtıma bint Kays'dan rivayet edildiğine göre Ebû Amr b. Hafs, Fâtıma'yı
gıyaben bâin talâkla boşamış da O'na (nafaka olarak) vekîli ile (bir mikdar)
arpa göndermiş. Fâtıma da buna öfkelenmiş. (Ebû Amr'ın vekîli de Fâtıma'ya);
Vallâhî senin bizde
bir hakkın yoktur cevâbını vermiş. Bunun üzerine Fâtıma Rasûlullah (s.a.)'e
gelerek bu meseleyi ona anlatmış Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem de)
O'na;
"Senin onda
nafaka hakkın yoktur." buyurmuş ve iddetini Ümmü Şerîk'in evinde
geçirmesini emretmiş. Sonra;
"Ümmü Şerik
ashabımın daima ziyaretine gittikleri bir kadındır. Sen İbn Ümmü Mektûm'un
evinde iddet bekle, çünkü o âmâ bir adamdır. (Yanında) çarşafını
çıkarabilirsin! (Nikâh için) helâl olduğun zaman bana bildir!"
buyurmuşlardır.
(Daha sonra Fâtıma
şunları) söyledi; Helâl olduğum vakit kendilerine, Muâviye b. Süfyân ile Ebû
Cehm'in £eni istediklerini söyledim. Rasûlullah (s.a.);
"Ebû Cehm'e
gelince O, sopasını boynundan indirmez. Muâvye ise, yoksuldur hiç malı yoktur.
Sen Üsâme b. Zeyd'le evlen" buyurdular. (Daha sonra Fâtıma şunları
söyledi); Ben buna razı olmadım. Sonra (Rasûl-i Ekrem bana tekrar);
"Üsâme b. Zeyd'le evlen!" dedi. Bunun üzerine ben de onunla
evlendim. Allah onda hayır yarattı. Ben de ona gıpta ettim.[539]
Fâtıma'yı kocası daha
önce iki defa boşamıştı.Bu defa da üçüncü ve sonuncu talâk hakkını kullanarak
boşamıştı. Hz. Fâtıma'nın kocası bu son talâkla üç talâk hakkını kullandığı ve
karısını üç talâkla boşamış olduğu için bâzı rivayetlerde onun Hz. Fâtı-ma'yı
üç talâkla boşadığı ifâde edilmektedir. İmâm Nevevî bu rivayetlerin arasını
şöyle birleştiriyor: "Rivayetlerin bazısında Hz. Fâtıma'nın üç talâkla,
bazılarında talâk-ı bâinle boşandığı bildirildiği gibi, bir rivayete üç talâkın
sonuncusu ile, başka bir rivayette de kalan bir talâk ile boşandığı ifâde
olunmaktadır. Hatta mutlak olarak "boşadı" şeklinde dahî rivayet
vardır. Bu rivayetlerin arası şöyle bulunmuştur: Kocası Hz. Fâtıma'yı daha
önce iki defa boşamıştır. Son defa boşamakla talâk adedi üç olmuştur. İşte üç
talâkla boşadığmı söyleyenlerle "bir talâk", "üç talâkın
sonuncusu" gibi ta'birler kullananların ve keza mutlak olarak
"boşadı" diyenlerin maksadları budur. "Talâk-ı bâinle
boşadı" ifâdesinden de aynı mana kastedilmiştir. Çünkü üç defa boşamak
talâk-ı bâindir."[540]
Mevzûmuzu teşkil eden Ebû Davud hadisinde Ebû Amr'ın karısı Hz. Fâtıma'yı
gıyaben boşadığı ifâde edilirken Tahâvî'nin bir rivayetinde de savaşta boşadığı
ifâde ediliyor.[541] Bu
iki rivayetin arasını şu şekilde birleştirmek mümkündür: Aslında Hz. Ebû Amr,
Hz. Fâtımayı'yı Medine'de Hz. Fâtıma'nın yanında iken boşamıştır. Fakat bunu
halktan gizli tutmuştur. Nihayet Hz. Ali'yle birlikte sefere çıkmıştır.
Karısına vekiller gönderip de nafaka mevzuunda aralarında anlaşmazlık çıkınca
Hz. Ebû Amr'ın karısını gıyabında boşadığı zannedilmiştir. Ayrıca Hz. Ebû
Amr'ın iki defa sefere çıkmadan önce, bir defa da Hz. Ali ile Yemen'e sefere
çıktıktan sonra gıyaben boşamış olması da mümkündür. Nitekim 2290 numaralı
hadîs-i şerîf de bu ihtimâli kuvvetlendirmektedir. Hz. Ebû Amr'ın iki vekîli
vardı. Ayyaş b. Ebî Rabia ve el-Haris b. Hişâm, Müslim'in rivayet ettiği bir
hadîste Hz. Ebû Amr'ın karısına vekîl olarak Ayyaş b. Ebî Rabia'yı gönderdiği
ifâde edilirken[542]
Müslim'in diğer bir rivayetinde ikisini birden gönderdiği rivayet edilmiştir.[543]
Metinde geçen vekîl kelimesi her ne kadar müfred ise de muzâf olduğu için her
iki vekîle de şâmildir.
Rasûl-i Ekrem'in Hz,
Fâtıma'ya, hayzli dönemini Ümmü Şerîk'in evinde geçirmesini emrettikten sonra,
"Ümmü Şerik ashabımın daima ziyaretine gittikleri bir kadındır. Sen İbn
Ümmü Mektûm'un yanında iddet bekle!" diye emir buyurmasını imâm Nevevî
şöyle açılıyor: "Ümmü Şerik bir rivayette Kureyş'ten, diğer bir rivayete
göre Ensârdan salâh ve takvası ile meşhur bir kadındı. İsmi Guzeyye yahud
Güzeyle bint Dâvud'dur. Bâzı ulemâya göre Peygamber (s.a.)'e kendini hibe eden
kadın budur. Rasûlullah (s.a.) ashabının bu kadını anneleri gibi hürmet
göstererek sık sık ziyaret ettiklerini, bu sebeple onun evinin iddet beklemeye
müsâid olmadığını, çünkü iddet bekleyen bir kadının yabancı erkeklere
görünmesinin ve onları görmesinin iddetin ruhuna aykırı oduğunu düşünerek
sonradan bu tavsiyesinden vazgeçmiş ve Fâtıma'ya Abdullah b. Ümmü Mektûm'un
evinde iddet beklemesini emir buyurmuştur. Çünkü Abdullah b. Ümmü Mektûm âmâ
idi. Kendisini göremeyeceği gibi ,evine de fazla giden gelen yoktu. Bu sebeple
erkeklerden tesettür meşakkati de yoktu.
Bazıları, Peygamber
(s.a.)'m Hz. Fâtıma'ya iddetini beklemek için îbn Ümmü Mektûm'un evine
göndermesini delîl getirerek "kadın ecnebi erkeğe bakabilir, fakat erkek
bakamaz" demişlerse de bu söz doğru değildir. Sahîh olan kavle göre
kadının da yabancı bir erkeğe bakması haramdır. Ekser-i sahabe ile cumhuru
ulemânın görüşü budur. Çünkü Allah teâ-la hazretleri erkekler için
"Mü'minlere söyle, gözlerine sahib olsunlar"[544]
buyurduğu gibi kadınlar hakkında da "inanan hanımlara da söyle onlar da
gözlerine sahib olsunlar..."[545]
buyurmuştur. Bir de, fitne erkekle kadın arasında müşterektir. Erkekten
geleceğinden ne kadar endişe edilirse, kadından gelmesinden de o kadar
korkulur. Nitekim Ebû Dâvud ile Tirmizfnin rivayet ettikleri bir hadiste beyân
olunduğuna göre Ümmü Seleme ile Meymüne (r.an'ha) Peygamber (s.a.)'ın yanında
bulundukları bir sırada İbn Ümmü Mektûm yanlarına gelmiş de Peygamber (s.a.);
"Bunun yanında
örtünün!" buyurmuş. Kadınlar;
O âmâdır, görmez
demişler, fakat Rasûlullah (s.a.) kendilerine;
"Siz de mi
âmâsınız, onu görmüyor musunuz?" mukabelesinde bulunmuştur. Tirmizî bu
hadisin hasen olduğunu söylemiştir. Fâtıma binti Kays hadisinde onun İbn Ümm-i
Mektûm'a bakabileceğine dâir söz yoktur. O yalnız Fâtıma (r.anha)nın
başkalarının kendisini görmesinden emîn olacağım bildirmektedir. Kendisi
erkeklere bakmamakla me'murdur.
Ebû Cehm'in sopasını
koynundan indirmemesi iki şekilde te'vîl edilmiştir: Birinci te'vîle göre bu
cümlenin manası "çok sefer eder." demektir. İkinci te'vîie göre
maksat kadınları çok döğmesidir. Bu te'vîl daha sahîh görülmüştür. Çünkü
hadîsin bir rivayetinde Ebû Cehm'in kadınları çok dövdüğü bildirilmiştir. Bu,
Ebû Cehm Encâbiyye hadîsinde[546] ismi
geçen Ebû Cehm b. Huzeyfetü'l-Kurâşî'dir. Teyemmüm bahsinde ve namaz kılanın
önünden geçme babında bir de Ebû'l-Cüheym'den bahsedilmektedir ki o başka bir
zâttır.[547]
1. Gıyaben
kadın boşamak caizdir.
2.
Alıp-verme muamelelerinde vekil tayın etmek caizdir.
3.
Kendisinden fetva istenen bir kimsenin fetva isteyen yabancı bir kadının sesini
işitmesi caizdir.
4. Bir fitne
tehlikesi bulunmamak ve halvet olmamak şartıyla, yabancı erkeklerin salîha bir
kadını ziyaret etmeleri caizdir.
5. Talâk-ı
bâinle boşanmış olan bir kadının iddetini malının, canının ve namusunun emîn
olduğu bir yerde geçirmesi caizdir.
6. Bir
kimsenin diğer bir kimsenin kusurunu dile getirip ondan kurtulmak için tavsiye
istemesi caizdir.
7. Bir
kimseye dinî veya dünyevî menfaatlerine erişmesi için yol göstermek
müstehabdır. Yol gösterecek kimse eğer ilim, irfan ve fazilet sahiplerinden
ise karşısındaki hoşlanmasa bile ona nasihatta bulunması caizdir.
8. Fazilet
sahibi kimselerin nasihatlerini kabul etmek gerekir çünkü sonunda hayır vardır.
9. Rasûl-i
Ekrem'e uymak ve takvaya sarılmak insanın derecesini yükseltir.
10. Bâin
talâkla boşanan bir kadını ta'riz yolu ile kocaya istemek caizdir.
11.
Konuşurken mecazlı sözler kullanmak caizdir.
12. Bain
talâkla boşanan bir kadına kocasının nafaka te'mîn etmesi gerekmez. Bu mevzûyu
2290 numaralı hadîs şerhinde inşallah etraflıca ele alacağız.[548]
2285. ...Ebû
Seleme b. Abdirrahman'dan rivayet edildiğine göre, Fâtıma bint Kays, ona Ebû
Hafs b. el~Muğire'nin kendisim üç talakla boşadığını söyledi. (Hadîsin bundan
sonraki kısmında Yahya b. Ebî Kesir bu mevzuda Ebû Seleme vasıtasıyla Fâtıma
bint Kays'dan bir önceki) hadîsi nakletmiştir ve rivayetin sonunda şu cümleler
de vardır: Halid b. Velid'le benî Manzum'dan bir kişi, Peygamber sallallâhû
aleyhi ve selleme geldiler ve;
Ey Allah'ın peygamberi
Ebu Hafs b. el-Muğîre karısını üç talakla boşadı ve ona az bir nafaka bıraktı
dediler.
Rasûl-i Ekrem de;
"Ona nafaka
yoktur" buyurdu. Daha sonra Yahya b. Ebî Kesir hadîsin kalan kısmını
sonuna kadar nakletti. Bir önceki Mâlik hadîsi bu hadîsten daha tamdır.[549]
Bu hadîs-i şerîf,
Müslim'in Sahîh'inde şu manaya
gelen lafızlarla rivayet edilmiştir:
"Ebu Hafs b. Muğire el-Mahzûmî kendisim üç talâkla boşamış
sonra Yemen'e gitmiş. Aile efradı Fâtıma'ya;
Senin bizde nafaka
hakkın yoktur, demişler. Bunun üzerine Halîd b. Velîd birkaç kişi ile kalkarak
Meymûne'nin evinde bulunan Rasûlullah (s.a.)'e gelmişler ve;
Gerçekten Ebû Hafs,
karısını üç talâkla boşamıştır. Acaba bu kadına nafaka var mıdır? diye
sormuşlar. Rasûlullah (s.a.);
“Ona nafaka yoktur ama
iddet vardır." buyurmuş. Fâtıma'ya da;
"Nefsin hakkında
benden önce bir iş yapma!" diye haber göndermiş ve Ümmü Şerîk'in evine
taşınmasını emir buyurmuş. Sonra tekrar haber göndererek:
"Ümmü Şerîk'e ilk
muhacirler ziyarete gelirler, sen, âmâ İbn Ümmi Meklûm'un yanına git! Çünkü
başörtünü attığın vakit seni görmez." buyurmuşlar. Bunun üzerine Fâtıma
onun yanına gitmiş. İddeti geçince Rasûlullah (s.a.) kendisini Üsâme b. Zeyd
b. Hârise'ye nikâh etmiş. Mevzûmuzu teşkil eden Ebû Davud hadîsinde, "az
bir nakafa" diye nitelendirilen ve Ebû Hafs tarafından Hz. Fâtıma'ya
gönderilen nafakanın mikdârı Müslim'in bir rivayetinde "Beş ölçek kuru
hurma ile beş ölçek arpa" diye ifâde ediliyor.[550]
2286. ...Fâtıma
bint Kays'dan rivayet edildiğine göre, Ebû Amr b. Hafs kendisini üç talâkla
boşamış. Bu hadîsi (Yahya ve Ebû Seleme zinciriyle Fâtıma'dan) nakleden (Ebû
Amr el-Evzâî) hadîsin bundan sonraki kısmında (2284 numaralı hadîsle 2285
numaralı) Halid b. Velîd'in haberini rivayet etti. Ebû Amr el-Evzâî dedi ki;
Peygamber (s.a.), "Ona nafaka da yoktur, ev de yoktur" buyurdu. Daha
sonra (Ebû Amr el-Evzâî bu mevzu ile ilgili bir hadîs daha rivayet etti ki bu
hadîste) şu cümleler vardır: Rasûlullah (s.a.) Fâtıma'ya "Nefsin hakkında
benden önce (bana sormadan) bir karar verme" diye haber gönderdi.[551]
Bu hadîs-i şerîfte,
bir önceki hadisten fazla olarak, “onun
için mesken yoktur" cümlesi ile "Nefsin hakkında ben-
den önce bir iş
yapma" cümlesi bulunmaktadır. Bu ikinci cümleye istinaden ulemâ, bâin
talâkla boşanan bir kadını sarahaten değil tariz yoluyla istemenin caiz
olduğunu söylemişlerdir. Nitekim Alan teâlâ Hazretleri "Böyle iddelini
bekleyen kadınlara evlenmek istediğinizi üstü kapalı biçimde bildirmenizden
yahut içinizde tutmanızdan dolayı size bir günah yoktur."[552]
buyurmuştur.[553]
2287.
...Fâtıma bint Kays'dan; demiştir ki: "Ben, Mahzûm oğullarından bir
adamla evli idim. Beni üç bain talâkla boşadı." Râvî (Muhammed b. Amr,
hadîsin bundan sonraki kısmında Ebû Seleme vasıtasıyla Fâtıma'dan, 2284
numaralı) Mâlik hadîsinin bir benzerini nakletmiştir. (Muhammed b. Amr) Bu
hadiste (Hz. Peygamber'-in Hz. Fâtıma'ya); "Beni geçip de kendi kendine
bir iş yapma" buyurduğunu da rivayet etmiştir.
Ebû Dâvud dedi ki: Bu
hadîsi (Ebû Seleme b. Abdurrahman'ın doğrudan doğruya Fâtıma bint Kays'dan
rivayet ettiği gibi) aynı şekilde eş-Şa'bî ile el-Behiyy doğrudan doğruya,
Ata, Abdurrahman b. Asım vasıtasıyla; Ebu Bekr b. EbVl-Cehm, doğrudan doğruya
(almak kaydıyla) hepsi de Fâtıma'dan "Onu kocası kesin olarak boşadı"
diye rivayet ettiler.[554]
Musannif Ebû Davud'un
bu hadîs-i şerifin sonuna bu ta'liki jmve etmekten maksadl) bu hadîsle 2284,
2285, 2286
ve 2288 numaralı
hadîslerin çeşitli rivayetlerle teyîd edildiklerini, binaenaleyh bu hadislerin
sahîh olduklarını ifâde etmektedir. Hadîste ismi geçen râvüerden; Atâ b. Ebî
Rehâh hâriç, pehsi de bu hadîsi bizzat Fâtıma'dan rivayet ettiler "kocası
onu üç talâkla boşadı" tabirini kullandılar. Bu hadisle ilgili fıkhı
açıklama 1284-1286 numaralı hadis-i şeriflerin şerhinde geçmiştir.[555]
2288.
...Fâtıma bint Kays'dan rivayet olunduğuna göre, kocası onu üç talâkla boşamış
da Rasûl-i Ekrem ona iddet süresi içinde nafaka ve mesken hakkı tanımamıştır.[556]
Bu hadîs-i şerif, "üç talâkla boşanan bir kadına nafa-ka
ve mesken verilmez" diyen
İbn Abbâs, Hasan el-Basrî, Atâ ve Şa'bî (r.a.)'nin
delilidir. İmâm Ahmed'in de bu görüşte olduğu rivayet edilmiştir. Hz. Ömer b.
el-Hattâb ile Ömer b. Abdilazîz, Iraklılar, Hanefî ulemâsı, bir rivayette İmâm
es-Sevri ve diğer birçok ulemâya göre ise üç talâkla boşanan bir kadına iddet
süresi içinde nafaka ve mesken temîn etmek, kocası üzerine vâcibdir. Delilleri
ise, "Onlara doğuruncaya kadar nafaka verin... Onları kendi oturduğunuz
yerde iskân edin."[557]
âyet-i kerimesidir. îmâm Mâlik ile İmâm Şafiî, Hz. Aişe ve fukahayı seb'aya
göre ise, "üç talâkla boşanan bir kadına yalnız nafaka verilir, mesken
verilmez." Delilleri ise "Boşanan kadınlara meta* vardır."[558]
âyet-i kerimesidir.
2290 numaralı hadîsin şerhinde bu mevzûyu daha ayrıntılı olarak inşallah
tekrar ele alacağız.[559]
2289.
...Fâtıma bint Kays'dan rivayet edildiğine göre, kendisi Ebû Hafs b. el-Muğıre
ile evli idi ve kocası Ebû Hafs b. el-Muğire onu üç talâkın sonuncusu ile
boşadı. Fatıma hadîsin bundan sonraki kısmında, kocasından boşandıktan sonra,
iddet beklerken Rasû-lullah'a varıp, evinden dışarı çıkması hakkında fetva
istediğini Rasûl-i Ekrem'in de O'na, "âmâ olan îbn Ümm-i Mektûm'un evine
taşınmasını tavsiye ettiğini" ifâde etmiştir. Fakat Mervân b. el-Hakem üç
talâkla boşanmış bir kadının evinden çıkması hakkındaki Fâtı-ma'nın bu sözünü
kabul etmekten çekinmiştir.
Urve dedi ki; Aişe,
Fâtıma bint Kays'ın bu sözünü reddetti.
Ebû Dâvud dedi ki; Bu
hadîsi Ukayl b. Hâlid'in İbn Şihâb ez-Zührî'den rivayet ettiği gibi yine aynı
şekilde Salih b. Keysân ile İbn Cüreyc ve Şuayb b. Ebî Hamza da bu hadîsi İbn
Şihâb ez-Zührî'den rivayet etmişlerdir.
Ebû Dâvud dedi ki:
Şuayb b. Ebî Havza'nın babası Ebû Ham-za'nın adı Dînârdır ve Ebû Hamza Ziyâd'ın
azâdlı kölesidir.[560]
Rivayetlerin bazısında
Hz. Fâtıma'nın üç talâkla, bazılarındâ da talâk-ı bâinle boşandığı bildirildiği
gibi, bazı rivayetlerde üç talâkın sonuncusu, bir rivayette de, "kalan
bir talâkı ile boşadı" denilmektedir. Hatta bâzı rivayetlerde mutlak
olarak "boşadı" tâbiri geçmektedir. Bütün bunlardan anlaşılıyor ki,
Hz. Fâtıma'yı kocası ayrı ayrı zamanlarda üç defa boşamıştır. Mevzûmuzu teşkil
eden hâdis-i şerîfte üçüncü boşama söz konusu edilmektedir. Hz. Fâtıma'nın
iddet beklerken kocasının evini terketmek istemesinin sebebi bir hadîs-i
şerifte şöyle ifâde ediliyor: "Fâtıma; "Ya Rasûlallah, kocam beni üç
defa boşadı; zorla yanıma girer diye korkuyorum" dedi. Bunun üzerine
Peygamber (s.a.) emir buyurdu, o da oradan taşındı.[561]
Musannif Ebû Dâvud, hadîsin sonuna ilâve ettiği ta'lıkta bu hadîsin buradaki
senetle rivayetinden başka birisi Salih b. Keysan, diğeri İbn Cüreyc, diğer
biri de Şuayb b. Ebî Hamza olmak üzere üç ayrı râvî tarafından daha rivayet edildiğini
ifâde ederek bu hadîsin başka hadîslerle takviye edildiğini vurgulamak istiyor.
Bu râvilerden İbn Keysan'ın rivayet ettiği muallak hadîsi muttasıl olarak Müslim;[562] İbn
Cüreyc'in muallakım muttasıl olarak Ahmed b. Hanbel ile Dârekutnî[563];
Şuayb b. Ebî Hamzâ'nın muallâkını da yine muttasıl olarak Nesâî[564]
rivayet etmişlerdir. Mevzûmuzu teşkil eden bu Ebû Dâvud hadîsinin delîl olma
niteliği taşımadığını idiâ eden ulemâya göre bu hadîs dört cihetten tenkîd
edilmiştir:
1. Bunun râvîsi
kadındır ve bu râvinin Rasûlullah'ın, kendisine hadîste ifâde edildiği şekilde
fetva verdiğine dâir iki şahidi yoktur. Bu yüzden Hz. Ömer onun bu hadîsini
kabul etmemiştir.[565]
2. Bu rivayet
Kur'an-ı Kerim'in zahirine aykırıdır. Nitekim Hz. Ömer de bu hadîsi Hz.
Fâtıma'dan işitince; "Aynı sözü Rasülullah (s.a.)den duyan iki kişiyi
şâhid olarak getirirsen ne âlâ, yoksa, biz bir kadının sözü üzerine Allah'ın
kitabını terk etmeyiz. Çünkü Allah teâlâ "Apaçık bîr kötülük yapmadıkları
müddetçe onları evlerinden çıkarmayın."[566]
buyuruyor." diyerek, Hz. Fâtıma'nın bu sözünü reddetmiştir.[567]
3. Onun
evinden çıkması mesken hakkı olmadığı için değil, kocasının aile fertlerine
dili ile eziyet verdiği içindir.
4. Hz.
Fâtıma'nın bu rivayeti 2291 numaralı Hz. Ömer hadîsine aykırıdır.
Hz. Fâtıma'nın rivayet
ettiği bu hadîsi delîl kabul eden ulemâ ise bu tenkîdlere şöyle cevâp
vermişlerdir:
1. "Râvînin
kadın olması hadîsin sıhhatine zarar vermez. Çünkü nice sünnetler kadınların
rivayeti ile sabit olmuştur. Nitekim bu husus siyer kitapları ile sahâbe-i
kirâm'ın hayatlarını okuyanların malûmudur."
2. "Hz.
Fâtıma'nın bu rivayetinin Kur'an-ı Kerîm'e aykırı olduğu İddiası da doğru
değildir. Çünkü hadîs-i şerîf, âyet-i kerimeyi tahsis etmiştir. Hernekadar
ahad tarikiyle sabit olan bir hadîsin kur'anı tahsis edip edemeyeceği ihtilaflı
ise de biz tahsîs edebileceği görüşündeyiz."
3. "Hz.
Fâtima'nm evinden çıkış sebebini, kocasının aile fertlerine diliyle eziyet yermesine
bağlamak doğru değildir. Çünkü hadîs-i şerifte buna delâlet eden bir söz
yoktur."
4. "Fâtıma
hadîsinin 2291 numaralı Hz. Ömer hadîsine aykırı olduğu iddiasına gelince, Hz.
Ömer'in yaptığı ziyâdeliği yani "Allahımızm kitabını ve Peygamberimizin
sünnetini" ibaresini İmâm Ahmed inkâr etmiş ve yemîn ederek, "Hani
kitabull-ah.da üç defa boşanan kadına nafaka ve mesken vermenin vâcib olduğu
nerede?" diyerek sözü geçen ziyâdenin Hz. Ömer'den sahîh
rivayetle gelmediğini söylemiştir. Bunu
Dârekutnî nakleder.[568]
2290.
...Ubeydullah'dan; demiştir ki: Mervân b. Hakem, Hz. Fâtıma'ya Hz. Kabisâ'yı
gönderip vaktiyle kocasıyla arasında geçen hadiseyi sormuş, Hz. Fâtıma şöyle
anlatmış "Kendisi Ebû Hafs'la evli iken Peygamber (s.a.) Ali b. EbîTâhVi
Yemen'(inibir|bölgesin)e (vali olarak) göndermiş. Kocası da onunla beraber
(Yemen yolculuğuna) çıkmış ve (Yemen'de bulunduğu sırada) Hz. Fâtıma'ya,
kendisini bakî kalan üçüncü talâkla boşadığı haberini göndermiş, Ayyaş b. Ebî
Rabiâ ile Haris b. Hişâm'a da Fâtıma'ya nafaka vermelerini emretmiş. Onlar da
bu emri alınca;
Vallahi hâmile
olmadıkça Fâtıma için nafaka yoktur, demişler. Bunun üzerine (Fâtıma)
Peygamber (s.a.)'e müracaat etmiş. Rasûl-i Ekrem de ona;
"Hâmile olmadıkça
sana nafaka yoktur", cevâbını vermiş. Bunun üzerine Hz. Fâtıma (iddet
süresi içinde kocasının evinden başka bir yere) taşınmak için Hz. Peygamber'den
izin istemiş. Hz. Peygamber ona izin verince Hz. Fâtıma;
Ey Allah'ın Rasûlü,
nereye taşınayım? diye sormuş. Rasûl-i Ekrem de;
"İbn Ümm-i Mektûm'un
yanına!" diye cevâp vermiş. -İbn Ümm-i Mektûm âmâ imiş- (bu sebeple) Onun
yanında örtüsünü omu-zundan indirebilirmiş,. ve örtüsüz haliyle İbn Ümm-i
Mektûm onu göremezmiş. Fâtıma iddeti bitinceye kadar orada kalmış. (İddeti bitince)
onu Peygamber (s.a.) Üsâme'ye nikahlamış.
(Hz. Fâtıma'dan
bunları dinleyen) Kabisâ dönüp Mervân'a bunları nakletmiş. Mervân da;
Biz bu hadîsi bir
kadından başka hiçbir kimseden işitmedik. Biz insanları üzerinde bulduğumuz,
kuvvetli ve sahîh hükümle amel edeceğiz, demiş. Bu söz kendisine ulaşınca
Fâtıma;
Sizinle benim aramda
Allah'ın kitabı vardır. Zira Yüce Allah Kur'an-ı kerîmesinde "Ey
Peygamber, Kadınları boşadığımz zaman iddetleri içinde âdetten temiz oldukları
sırada boşayın..."[569]
buyurmuştur demiş ve bu âyet-i kerîmeyi "Bilmezsin belki Allah, bundan
sonra yeni bir iş ortaya çıkarır" âyetine kadar okumuş ve;
Üç talâktan sonra ne
gibi bir iş olabilir? demiş.
Ebû Dâvud dedi ki: Bu
hadîsi (Ma'mer'in rivayet ettiği gibi) Yunus'da ez-Zuhrî'edn rivayet etti.
Zübeydî de, (2290 numaralı) Ma'-mer hadîsi ile aynı manâda olan Vbeydullah
hadisini ve (2289 numaralı) Ukayl hadîsi ile aynı manada olan Ebu Seleme
hadisini, ez-Zuhrî'den rivayet etti.
Ebû Dâvud dedi ki;
Muhammed b. îshâk da bu hadîsi, ZührV-den; "Gerçekten Kâbisa bu haberi
Zühri'ye anlattı." şeklinde ve Vbeydullah b. Abdillah'ın, f(Kâbisa
Mervân'ın yanına döndü de bunu ona haber verdi" diyerek rivayet ettiği
haberin manâsına uygun olarak rivayet etti.[570]
Bu hadîs-i şerîfi
Musannif Ebû Dâvud altı senedle mut-taşıl olarak, sekiz senedle de muâlak
olarak rivayet etmiştir. Bu rivayetlerin hepsi de sahîhdir. Ayrıca bu hadîsi
Müslim'de çeşitli senedlerle rivayet ederken Hanefî ulemâsından et-Tahâvî
onaltı senedle rivayet etmiştir. Bu rivayetlerin hepsi de sahîhtir.[571]
1. Üç
talâkla boşanmış olan bir kadına, kocası nafaka ve mesken te mın etmekle
mükellef değildir. İbn Abbâs ile Hasan el-Basrî, Amr b. Dînâr, İkrime,
eş-Şa'bî, İmâm Ahmed, İshâk, bir rivayete göre Zâhiriyye ulemâsı ve tüm hadîs ulemâsı
bu görüştedirler. İmâm Mâlik ile el-Evzâî, el-Leys b. Sa'd ve Şafiî'ye göre
ise, kocasından üç talâkla boşanan bir kadın, hâmile değilse, kocası ona nafaka
ve mesken te'mîn etmekle mükellef değildir. Fakat kadın hâmile ise, kocası, ona
çocuğunu dünyaya getirinceye kadar nafakasını te'mîn etmekle mükelleftir.
Delilleri ise, "Onları kendi oturduğunuz yerde iskân edin."[572]
âyet-i kerîmesidir. Bu görüşte olan ulemâya göre Hz. Peygamber'in, Hz.
Fâtıma'ya kocasının evinden İbn Ümm-i Mektûm'un evine taşınmaya izin vermesi
onun mesken hakkını ibtâl etmek anlamına gelmez. Bu sadece Hz. Fâtıma'nın
kendi kalacağı yeri kendinin seçmesinden ibarettir. Hz. Fâtıma'nın kocasının
evinden çıkıp iddet süresi içinde başka bir yerde kalmayı ihtiyar etmesinin
sebebi hakkında ise muhtelif rivayetler vardır. Hz. Âişe'ye- göre bunun sebebi,
Hz. Fâtıma'nın, kocasının evini çok ıssız bulduğu için orada kalmaktan
korkmasıdır. Delilleri ise 2292 numaralı hadîstir. Hz. Sa'd b. Müseyyeb'e göre
ise, bu tebdîH mekânın sebebi Hz. Fâtıma'nın diliyle kocasının ev halkını
incitmesidir. Nitekim "Onları evlerinden çıkarmayın. Kendileride
çıkmasınlar. Ancak apaçık bir edepsizlik yaparlarsa başka..."[573]
âyet-i kerimesinden de anlaşılan budur.
En-Nehâî ile Sevrî ve
Hanefî ulemâsına göre ise, kocasından üç talâkla boşanan bir kadına iddet
süresi içinde kocası nafaka ve mesken te'mîn etmekle mükelleftir. Bu durumda
olan bir kadına kocasının nafaka te'mîn etmesi gerektiğine dâir delilleri
"Onlara doğuruncaya kadar nafaka verin."[574]
âyet-i kerîmesidir. Bu mevzuda kadının hâmile olması ile olmaması arasında bir
fark yoktur. Bu görüşte olan ulemânın, sözü geçen kadına mesken te'mîn etmesi
gerektiğine dâir delilleri ise, "onları kendi oturduğunuz yerde iskân
edin"[575] âyet-i kerîmesidir.
Hz. Ömer ile ibn Mesud
(r.a.)'da bu görüştedirler. Hz. Peygamber'in üç talâkla boşanmış olan Hz.
Fâtıma'ya, nafaka ve mesken hakkı tanımadığını ifâde, eden ve mevzûmuzu teşkîl
eden Ebû Dâvud hadîsini delîl olarak kabul etmeyen kimseler ise, bu hadîsin
pek çok sahâbi tarafından reddedildiğini ileri sürerler ve iddialarını isbat
için şu hadîsleri gösterirler;
Fatıma bint Kays dedi
ki: "Rasûlullah zamanında kocam beni üç talâkla boşadı ve bunun üzerine
Rasûl-i Ekrem; "Sana nafaka ve mesken yoktur" buyurdu deyince, Hz.
Ömer bu rivayete itimâd edemedi ve onu kabuî etmedi." [576]
Ebû îshâk dedi ki;
Esved b. Yezid'le Ulu Câmi'de oturuyorduk. Şâ'bî de yanımızda idi. Derken
Şa'bî, Fâtıma bint Kays hadîsini ve Rasûlullah (s.a.)'in ona mesken ve nafaka
vermediğini rivayet etti. Bundan sonra Esved bir avuç çakıl taşı alarak onun
üzerine attı ve şunları söyledi;
Yazık sana! Böyle
birşeyi rivayet ediyorsun! Ömer, "biz Allah'ın kitabını ve Peygamberimiz
(s.a.)'in sünnetini belleyip bellemediğini bilmediğimiz bir kadının sözü ile
terk etmeyiz; Ona mesken de vardır, nafaka da. Allah azze ve celle "Onları
evlerinden çıkarmayın. Kendileri de çıkmasınlar. Meğer ki aşikâr bir kötülük
işlemiş olsunlar"[577]
buyurmuştur, dedi. İbn Abbâs (r.a.)'ya göre kadının aşikâr olan kötülüğünden
maksat, ağzının bozuk olması ve diliyle etrafını incitmesidir. Bu tefsire göre
Hz. Fâtıma'nın kocasının evinden başka bir yere taşınmasının sebebi nafaka ve
mesken olmadığından değil, diliyle kocasının ev halkını incitmesinden-dir.
Nitekim 2294 ve 2296 numaralı hadîs-i şeriflerde bu görüşü doğrulamaktadır.
2.
Kocasından üç talâkla boşanmış olan bir kadın iddetini dilediği yerde
geçirebilir. Hz. İbn Abbâs ile Câbir, Atâ, Tavus ve İkrime bu görüştedirler,
imâm Mâlik'e göre kocası ölen bir kadın iddet süresi içerisinde gündüzün
dışarı çıkar ve geceleyin el-ayağın çekilip ortalığın sükûnute erdiği yatsı
vaktine kadar dışarıda kalabilir, ondan sonra evine döner, el-Leys ile İmâm
Şafiî ve İmâm Ahmed (r.a.) bu görüştedirler. İmâm Ebû Hanife'ye göre ise,
kocası Ölen bir kadın iddet beklerken gündüzün evinden dışarı çıkabilirse de
geceleyin dışarı çıkamaz, geceyi kendi evinde geçirmek mecburiyetindedir.
Kocasından üç talâkla boşanmış olan bir kadın ise, iddet süresi içinde gündüz
ve gece dışarı çıkamaz. Hanefî imamlarından Muhammed b. el-Hasan'a göre ise,
kocası ölen, kadm da, kocasından üç talâkla boşanmış olan kadın da iddet süresi
içinde gündüzün ve geceleyin asla dışarı çıkamaz. îbn Mesud, Âişe, Said b.
el-Müseyyeb, Süleyman b. Yesâr (r.a.) gibi ulemâ iddet bekleyen bir kadının
kocasının kendisini boşamış olduğu evde geçirmesi gerektiğini söylemişler,
iddet süresi içinde o evden bir başka yere çıkmasını asla caiz görmemişlerdir.
Bu hadîsin sıhhati ile ilgili münakaşaları bir önceki hadîsin şerhinde
nakletmiş olduğumuzdan burada tekrara lüzum görmüyoruz.[578]
2291. ...Ebû
îshâk'dan; demiştir ki: Ben (Kûfe'de) el-Esved'le birlikte Ulû câmiîde idim.
el-Esved şöyle dedi: "Fâtıma bint Kays, Ömer b. el-Hattâb'a geldi (ve
kocasından boşandıktan sonra Hz. Peygamberin ona: "sen kocandan nafaka ve
mesken alamazsın" dediğini anlattı.) Hz. Ömer de ona; "Biz duyduğu
bir haberi iyice belleyip bellemediğini bilmediğimiz bir kadının sözüyle
Rabbimizin kitabını ve Peygamberimiz (s.a.)'ln sünnetini bırakacak
değiliz" diye cevap verdi.[579]
Hz. Fâtıma, üç talâkla
boşandıktan sonra, kocasından nafaka ve mesken elde etmek maksadıyla Rasûl-i
Ekrem'e gittiğini ve Rasûl-i Ekrem'in de ona böyle bir hak tanımadığını Hz.
Ömer'e anlatınca Hz, Ömer, Hz. Fâtıma'nın bu anlattıklarını reddetmiş ve bunun
kitab ve sünnete aykırı olduğunu ifâde etmiştir.
Ömer (r.a.) Hz.
Fâtıma'nın Hz. Peygamber'den naklettiği bu sözü "Onları evlerinden
çıkarmayın!"[580]
âyet-i kerîmesine aykırı gördüğü için Hz. Peygamber'in böyle bir sözü söylemiş
olabileceğine ihtimal vermemiştir. Hz. Ömer'e göre bu âyet-i kerîmenin ifâdesi
genel olduğundan ric'î talâkla boşanan kadınlara da bâin talâkla boşanan
kadınlara da şâmildir. Hz. Fâtıma'mn rivayeti ise, kocasından bâin talâkla boşanan
kadınları bu âyetin şumûlü dışında bırakmaktadır. Bir başka ifâdeyle âyetin hükmünü
sadece kocasından ric'î talâkla boşanan kadınlara tahsis etmekte, bâin talâkla
boşanan kadınları ise, bu hükmün dışında bırakmaktadır. Bunu kabul etmek ise,
Kur'an âyetlerinin haber-i âhadla'tahşîş| edileceğini kabul etmek anlamına
gelir. Bu sebeple Hz. Ömer, Hz. Fâtıma'nın bu hadîsi Hz. Peygamber'den
duyduğuna dâir iki şahid getirmesini istemiştir.[581]
Eğer Hz. Fâtıma iki şâhid getirebilseydi, Hz. Ömer onun bu rivayetini kabul
edecekti. Bu da Hz. Ömer'in haber-i âhadla Kur'an âyetlerini tahsîs etmenin
caiz olmadığı görüşünde olduğunu gösterir. Dârekutnî'nin beyânına göre metinde
geçen "Peygamberimizin sünnetini bırakacak değiliz" cümlesi, sağlam
rivayetlere aykırıdır. Bü cümlenin aslı, "Biz rabbımızın kitabını
bırakmayız" şeklindedir. Çünkü metinde geçen bu cümle rivayetlerin
pekçoğunda yoktur. Gerçi bu durumun hadîsten çıkan hükme olumsuz yönde bir
te'sîri yoktur. Fakat Hz. Ömer'in gerçekten bu sözü söylemesi ve bu cümlede
geçen sünnet kelimesiyle belli bir hadîsi değil de talâk sûresinin 1. âyetinin
ahkâmını açıklayan hadîs-i şerifleri kastetmiş olması mümkündür. Bazılarına
göre ise, Hz. Ömer metinde geçen bu, "Peygamberimizin sünnetini bırakacak
değiliz" sözünü söylemiş ve bu sözüyle Hz. Fâ-tıma'mn bu rivayetinin Hz.
Peygamber'in şu sözüne aykırı olduğunu ifâde etmek istemiştir: "Kocasından
bâin talâkla boşanan bir kadın için mesken ve nafaka hakkı vardır."[582]
2292.
...Hişâm b. Urve'nin babası (Urve)'den; demiştir ki: Ai-şe, Fâtıma'mn bu sözünü
şiddetle reddetti ve; "Gerçekten Fâtıma ıssız bir yerde idi ve etrafından
korkuluyordu da Rasûlullah (s.a.) onun için kendisine îbn Ümm-ı Mektûm'un evine
taşınması için izin verdi"[583]
dedi.[584]
Bu hadîs-i şerîf, üç
talâkla kocasından boşanmış olan bir kadının, kocasından mesken ve nafaka taleb
etme hakkı olduğunu iddia eden ilim adamlarının delilidir. Çünkü bu hadîs, Hz,
Fâtıma'mn iddet beklerken kocasının evinden Hz. Ümm-i Mektûm*: un evine
taşınmasının sebebini, onun kocasından mesken ve nafaka taleb etme hakkı
bulunmadığına değil de, kocasının evinin ıssız oluşuna bağlamaktadır. Biz üç
talâkla boşanmış bir kadına kocasının iddet süresince nafaka ve mesken te'mîn
etmekle mükellef olup olmadığı konusunda ulemânın görüşlerini 2290 numaralı
hadîsin şerhinde açıkladığımızdan burada tekrara lüzum görmüyoruz.[585]
2293.
...Urve b. ez-Zübeyr'den rivayet olunduğuna göre Hz. Aişe'ye "Sen
Fâtıma'nın sözünü bilmiyor musun?" denmiş de Hz. Aişe "Bana bak! bunu
anmak da ona hiç bir hayır yoktur" diye cevâp vermiştir.[586]
Bu hadîs-i
şerif Müslim'de şu manaya
gelen lâfızlarla rivayet edilmiştir:
"urve b. ez-Zubeyr Aışe ye;
Hakem'in kızı filânı
görmedin mi? kocası onu talâk-ı bâinle boşadı da evinden çıktı dedi? Aişe buna;
Ne çirkin iş yapmış,
mukabelesinde bulundu. Urve;
Sen Fâtıma'nın
söylediklerini işitmedin mi? dedi. Aişe de;
Bana bak! Bunu anmakta
ona hiç bir hayır yoktur, cevâbını verdi. Bu hadîs-i şerif bîr müftînin, kitâb
ve sünnete aykırı olarak ya da özel bir meseleyi genelleştirerek fetva veren
diğer bir müftînin fetvasını reddetmesinin caiz olduğuna delâlet etmektedir.
Çünkü kocasından üç talâkla boşandığı için kocasının evinde iddet beklemekte
olan Hz. Fâtıma'nın ıssız olduğu için kendisine kocasının evinden Hz. İbn
Ümm-ı Mektüm'un evine taşınması için izin verilmesi olayını genelleştirip,
"kocasından üç talâkla boşanan bir kadın iddet beklerken kocasının evinde
kalamaz diyerek verdiği fetva Hz. Aişe tarafından reddedilmiştir.[587]
2294.
...Süleyman b. Yesâr, Fâtıma (bint Kays)ın (iddetini beklemekte olduğu
kocasının evinden başka bir eve) çıkmasının sebebi hakkında şöyle demiştir;
"Bu sadece, Hz. Fâtıma (bint Kays)'ın huysuzluğundan dolayı meydana
gelmiştir."[588]
Bu hadis-i şerîf
Hz.Fâtıma'nın iddetini geçirmekte olduğu
kocasının evini terketmesinin
sebebini, kocasının evinde kalma
hakkı olmadığına değil de onun huysuzluğuna bağlayan ulemânın delilidir.[589]
2295.
...el-Kasım b. Muhammed ile Süleyman b. Yesâr'dan rivayet edildiğine göre; Yahya
b. Sâid b. el-Âs, Abdurrahmân b. el-Hakem'in kızını üç talakla boşadı da
Abdurrahman onu alıp kendi evine götürdü. Bunun üzerine Hz. Aişe, o sırada
Medine Valisi bulunan Mervân b. el-Hakem'e haber gönderip; "Allah'dan
kork ve kadını evine geri gönder" dedi. Süleyman'ın hadîsinde Mervân'ın
Hz. Aişe'ye şöyle cevâp verdiği ifâde ediliyor; "Abdurrahmân bana üstün
geldi". el-Kâsım'ın hadîsinde ise, Mervân'ın Hz. Aişe'ye şöyle cevâp
verdi(ği ifâde ediliyor): "Sana Fâtıma bint Kays'ın durumu ulaşmadı
mı?" Hz. Aişe de "Fâtıma hadîsinden bahsetmemen sana bir zarar
vermez" (Onu hatırlamanın sana bir faydası yoktur) diye cevâp verdi.
Mervân da şöyle karşılık verdi; "Eğer Hz. Fâtıma'nın evinden çıkmasını
gerektiren şer, sana ma'lûm olsaydı, Yahya ile karısı Amre arasında bulunan
şerr'(in, Amre'nin, Yahya'nın evini terketmesini meşru kılacak bir sebep teşkil
ettiğini) sana anlatmaya yeterdi.[590]
2290 numaralı hadîs-i
şerifte geçtiği üzere, Mervân aslında Hz. Fâtıma'nın başından geçen söz konusu
hâdiseyi Kabisâ'dan öğrendiği zaman Hz. Fâtıma'nın sözlerini, "Biz bu
haberi bir kadından başka hiç bir kimseden işitmedik. Binâenaleyh insanları üzerinde
bulduğumuz mu'temed ve sahîh hususla amel edeceğiz" diye reddetmişti.
Burada ise Mervân Hz. Amre'nin kocasının evinden babasının evine taşınması
mevzûsunda Hz. Aişe'nin kendisine yönelttiği soruya cevâp verirken Hz.
Fâtıma'nın iddet süresi içerisinde meşru bir sebepden dolayı kocasının evinden
Hz. İbn Ümm-i Mektûm'un evine taşınması olayını delîl getirmektedir. Bu durum,
Mervân'ın daha sonra fikir değiştirerek Hz. Kabisâ'dan duyduğu Hz. Fâtıma ile
ilgili hadîsin doğruluğuna inandığını ve bu hadîsi kocasından boşanan bir
kadının iddet süresi içerisinde geçimsizlik ve kadın için bir tehlikenin
belirmesi gibi özel sebeplerle kocasının evinden çıkabileceğine dâir bir delîl
niteliğinde gördüğünü ortaya koymaktadır.[591]
2296.
...Meymûn b. Mihrân'dan; demiştir ki: Medine'ye gelmiştim. Sâid b.
el-Müseyyeb'in yanma götürüldüm ve (ona);
Fâtıma bint-i Kays üç
talâkla boşandı, (iddet süresi içerisinde) evinden çıkarıldı (Buna ne
dersiniz?) dedim. Sâid şöyle cevâp verdi;
Bu kadın halkı fitneye
düşüren bir kadındır. Kendisi diliyle etrafındakileri inciten birisiydi de bu
yüzden âmâ İbn Ümm-ı Mektûm'un yanına bırakıldı.[592]
Hz. Sâid b.
El-Müseyyeb'de üç talâkla boşanmış olan bir kadına iddeti içerisinde
kocasının mesken ve nafaka te'mîn etmekle mükellef bulunduğu, fakat geçimsizlik
gibi özel sebeplerden dolayı bu kadının kocasının evinden başka bir eve
taşınarak iddeti-ni orada geçirebileceği görüşündedir. Hadîs-i şerîf bunu ifâde
etmektedir. Bu hadîs-i şerîf hakkında Şafiî (r.a.) şunları söylüyor: "Hz.
Aişe ile Mer-vân ve İbn Müseyeb bu hadîsi bilmektedirler. Hepsi de Hz. Peygamber'in,
Hz. Fâtıma'ya, kocasının ev halkını diliyle rahatsız ettiği için, kocasının
evinden çıkıp iddetini Hz. İbn Ümm-ı Mektûm'un evinde geçirmesine izin verdiği
kanaatindedirler.
Netice olarak şunu
söylemek mümkündür: Hz. Aişe ile Süleyman b. Yesâr, Saîd b. el-Müseyyeb'e göre,
"kocasından üç talakla boşanan bir kadının, iddet süresi bitinceye kadar
kocasından mesken ve nafaka te'mîn etmek hakkı olmadığını ifâde eden bu hadîsle
amel edilemez. Çünkü aslında üç talâkla boşanan bir kadının iddet süresi
içinde kocasından nafaka ve mesken taleb etme hakkı sağlam delillerle sabittir.
İlim adamları Hz. Fâtıma'nm iddetini beklerken kocasının evinden Hz. İbn Ümm-ı
Mektûm'un evine taşınmasının sebebinde ihtilâf etmişlerdir. Hz. Aişe'ye göre,
Hz. Fâ-tıma'nın iddet beklediği esnada kocasının evini terketmesine sebep, o
evin çok ıssız ve dolayısıyla kötü niyetli insanların oraya bir saldırı
düzenleyerek Hz .Fâtıma'nın malına, canına ya da ırzına bir zarar vermelerine
müsait olmasıdır. Rasûl-i Ekrem, bu sebeple ona kocasının evini terketme izni
vermiştir. Süleyman b. Yesâr ile Sâid b. el-Müseyyeb'e göre ise Rasûl-i
Ekrem'in ona, kocasının evinden taşınmasına izin vermesinin sebebi, huysuzluğu
ve kocasının ev halkını diliyle rahatsız etmesidir. Bu hadîs-i şerîf,
kocasından üç ta'Iâkla boşanan bir kadının iddet süresi içerisinde kocasından
nafaka ve mesken isteme hakkı olduğunu ifâde etmektedir. Hanefî ulemâsı ile
ulemâdan bâzı kimseler bu görüştedirler. Nitekim 2290 numaralı hadîs-i şerifin
şerhinde anlatmıştık.[593]
2297.
...Câbir (r.a.)'den; demiştir ki: Teyzem üç talâkla boşanmıştı. Birgün
kendisine âit bir hurma ağacının hurmalarını kesmek için evinden dışarı
çıkmıştı. Karşısına çıkan bir adam onu (evinden dışarı çıkmaktan) nehyetti.
Bunun üzerine teyzem Peygamber (s,a.)'e gelip durumu anlattı. Rasûl-i Ekrem de
ona; "Çık, hurma ağacının hurmalarını kes, belki onlardan sadaka verir,
yahut da bir hayır işlersin" buyurdu.[594]
Metinde geçen
"Belki sadaka verirsin" cümlesindeki sadaka kelimesi farz olan zekât
manasında, "hayır işlersin" cümlesindeki "hayır" da hediye
ve borç vermek ve bağışta bulunmak gibi nafile olarak yapılan hayırlı işler
anlamında kullanılmıştır. Binâenaleyh sadaka vermek de bir hayır olduğuna
göre, sadaka kelimesiyle birlikte hayır kelimesinin zikredilmesine ne lüzum
vardı diye düşünmek doğru değildir.
Hattâbî'nin beyânına
göre, hurmalar genellikle gündüz toplandığı için Ebû Dâvud bu hadîste hurma
toplamaya gittiğinden ve kocasından üç talâkla boşandığından bahsedilen
kadının, hurma toplamak için gündüzün dışarı çıktığını kabul ederek bu hadîsi,
"üç talâkla boşanmış olan bir kadın iddet beklerken gündüz dışarı
çıkabilir" başlığı altında rivayet etmiş ve bu hadîsin kocasından üç
talâkla boşanan bir kadının gündüzün evinden dışarı çıkmasının caiz olduğuna
delâlet ettiğini ifâde etmiştir. Yine Hattâbî'nin beyânına göre kocasından üç
talâkla boşanan bir kadın hakkındaki hüküm böyle ise de, ric'î talâkla boşanan
bir kadın iddet süresi içinde geceleyin veya gündüzün asla evinden dışarı
çıkamaz. İmâm Ebû Hanife'ye göre üç talâkla boşanmış olan bir kadın da iddet
süresi içerisinde geceleyin evinden dışarı çıkamadığı gibi gündüzün de evinden
dışarı çıkamaz. İmâm Şafiî'ye göre ise, geceleyin dışarı çıkamaz, fakat gündüzün
çıkabilir.[595]
1.
Kocasından üç talâkla boşanmış olan bir kadın iddet beklerken ihtiyaç duyduğu
zaman gündüzün evinden dışarı çıkabilir. İmâm Mâlik ile İmâm Şafiî, Ahmed,
Sevrî, el-Leys bu görüştedirler. Delilleri ise, mevzûmuzu teşkil eden bu
hadîs-i şeriftir. İmamlara göre mevzûmuzu teşkîl eden bu hadîs-i şerîf
"Onları evlerinden çıkarmayın.”[596]
âyet-i kerimesinin genel olan hükmünü tahsîs etmiştir. Hanefî ulemâsına göre
ise, kocası ölen bir kadın" iddet beklerken ihtiyâcını görmek için
gündüzleri dışarı çıkabilirse de kocasından üç talâkla boşanan bir kadın, mal,
can, ırz tehlikesi ile karşı karşıya kalmadıkça gündüz veya gece evinden dışarı
çıkamaz. Delilleri ise, "Onları evlerinden dışarı çıkarmayın" âyet-i
kerîmesidir.
2. Hasat
mevsiminde hurma toplayan bir kimsenin topladığı hurmalardan farz olan zekâtın
dışında hediyeler vermesi müstehâb olduğu gibi hurma toplayan kimseleri ta'riz
yoluyla hayır işlemeye teşvîk etmek de müstehâbdır.[597]
2298. ...Ibn
Abbas'dan rivayet edildiğine göre; "İçinizden ölüp de geriye eşler bırakan
erkekler, eşlerinin evlerinden çıkarılmaksızın bir yıla kadar geçimlerinin
sağlanmasını vasiyet etsinler..”[598]
âyet-i kerîmesi, rtıiras âyetiyle "Allah'ın kendilerine takdir buyurduğu
dörtte bir ve sekizde bir hisse olarak (belirlenmekle neshedildiği gibi) bir
sene iddet bekleme süresi de dört ay on gün olarak takdîr edilmekle neshedildi.[599]
Metinde geçen Bakara
sûresinin 140. âyet-i kerîmesinin Tâif
ten Medine'ye göç edip orada vefat eden Hâkim b. el-Haris isimli bir adam
hakkında indiği rivayet edilir. Bu zâtın yanında hanımından başka çocukları,
anne ve babası vardı. Bu zât Medine'de vefat edince Hz. Peygamber onun
terekesinden çocuklarıyla anne ve babasına miras verdiği halde hanımına miras
olarak hiçbir şey vermemiş ancak ona kocasının mirasından bir senelik nafaka
verilmesini ölünün çocuklarıyla anne ve babasına emretmişti. Bu tatbikat
islâmın ilk yıllarında uygulanmaya kondu. Bu yıllarda kadın kocasının
mirasından bir pay alamıyordu ve kadım bir senelik iddet süresi içinde
dışarıya çıkarmak kocanın vârisleri için haramdı. Bu süre içerisinde kadının
nafakasını ve meskenini te'mîn etmekte kocanın vârisleri üzerine vâcibti. Eğer
kadın bu süre içerisinde kendiliğinden dışarı çıkacak olursa nafaka ve mesken
hakkını kaybederdi. Bu sebepten erkeklere ölürken arkalarında bıraktıkları
kadınlara bir yıllık geçimlerinin kendi bırakacakları terekeden verilmesini
vasiyyet etmeleri emredilmişti. Bu uygulama devam ederken, "...sizin de
çocuğunuz yoksa yapacağınız vasiyyet ve borçtan sonra bıraktığınızın dörtte
biri onlarındır. Çocuğunuz varsa, bıraktığınızın sekizde biri
onlarındır..."[600]
âyeti indiği için bu tatbikat yürürlükten kaldırıldı. Kadının bir sene iddet
beklemesi hükmü de; "İçinizden ölenlerin bıraktıkları eşleri dört ay on
gün bekleyip kendilerini gözetlerler"[601]
âyet-i kerîmesi ile neshedilerek yeni iddet şekli belirlenmiş oldu.[602]
1. İslâmın
ilk yıllarında kocanın ölümünden önce, gende bıraktığı karısının bir senelik
nafakasını terekesinden ona verilmek üzere vasiyyet etmesi vacipti. Sonra
Allah Teâlâ miras âyetiyle bu hükmü yürürlükten kaldırdı. Bu meselede ulemâ
ittifak etmiştir.
2. îslâmın
ilk yıllarında kocası ölen bir kadın tam bir sene iddet beklerdi. Sonra bu
hüküm yürürlükten kaldırılarak dört ay on gün iddet bekleme hükmü getirildi.
Bu meselede de icmâ' vardır. Ancak kocası ölen bir kadının iddetini beklerken
hiç dışarı çıkmaması hükmünün nesh edilip edilmediği ulemâ arasında
ihtilaflıdır. Ulemânın büyük çoğunluğuna göre bu hüküm de nesh edilmiştir.[603]
2299.
...Humeyd b. Nâfi'den rivayet edildiğine göre, Zeyneb bint Ebî Seleme ona şu üç
hadîsi şöyle anlatmıştır;
Ben, babası Ebû Süfyan
öldüğü zaman Ümmü Habibe'nin yanına girdim. İçinde halûk sarısı bulunan bir
koku yahut da başka bir şey istedi; ve onu önce bir cariyeye sürdü, sonra kendi
yanaklarına sürdü ve şunları söyledi:
Vallahi benim kokuya
hiçbir ihtiyacım yoktur fakat ben Rasûlullah (s.a.)'i minber üzerinde:
"Allah'a ve âhiret gününe imân eden bir kadına, ölü için (üç gün ve) üç
geceden fazla yas tutmak helâl değildir. Yalnız koca için dört ay on gün yas
müstesna!" derken işittim.
Zeyneb bint Ebi
Seleme, ikinci hadîsi de şöyle anlatmıştır; Erkek kardeşi öldüğü zaman Zeyneb
bint-i Cahş'ın yanına girdim. Bir koku isteyip ondan süründü sonra şöyle dedi;
Vallahi kokuya hiçbir
ihtiyacım yok; ancak ben Rasûlullah (s.a.)'i minber üzerinde; "Allah'a ve
ahiret gününe imân eden bir kadına ölü için üç gün ve geceden fazla yas tutmak
helâl değildir.Ancak koca için tutulan dört ay ongun yas müstesna!" derken
işittim.
Üçüncü hadîsi
anlatırken Hz. Zeyneb dedi ki; Annem Ümmü Seleme'yi Şöyle derken işittim; Bir
kadın Rasûlullah'a geldi ve;
Ey Allah'ın Rasûlü!
Kızımın kocası vefat etti. Kendisinin de gözü ağrıyor. Ona sürme çekebilir
miyim? diye sordu. Rasûlullah (s.a.) iki veya üç defa;
"Hayır
olmaz", cevabını verdi. Sonra Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu:
"Bu iddet topu
topu dört ay on gündür. Halbuki sizden biriniz câhiliyye döneminde tezeği
senenin sonunda atardı." (Bu hadisi Zey-neb'den nakleden) Humeyd dedi kî;
Zeyneb'e;
"Tezeği senettin
sonunda atardı" ne demektir? diye sordum. Zeyneb şu cevâbı verdi;
Kadın kocası öldüğü
zaman küçük bir eve girer, en kötü elbisesini giyer, bir sene geçinceye kadar,
koku ve hiçbir şey sürünmez-di. Sonra kendisine bir hayvan; eşek veya koyun
yahut kuş getirilir de onunla silinirdi. Silindiği şey ekseriya Ölürdü. Sonra
dışarıya çıkar, kendisine bir hayvan tezeği verilerek onu atardı. Ondan sonra
dilediği koku ve saireye avdet ederdi.
Ebû Dâvud dedi ki:
Metinde geçen el-Hıfş kelimesi "küçük bir ev" demektir.[604]
Halûk karışık
maddelerden yapılan sarı renkli bir nev'i esanstır. Ümm-ü Habibe (r.anha)
bundan ellerine sürmüş; çok olduğunu görünce bir kısmını yanındaki bir cariyeye
sürmüş; kalanını da kendisi sürünmüştür. Bunu kokuyu sevdiği için değil, yaslı
kılığında görünmemek için yapmıştır. İhdâd veya hidâd: Men' etmek manasına
gelen hadd'den alınmıştır. Zinetlenip kokulanmayı terk etmek, matem tutmak
demektir. Bu hususta fıkıh kitâblarında tafsilât vardır. Hanefîlere göre İhdâd:
Kocası ölen yahud talâk-ı bâinle boşanan âkil, balîğ, müslüman, hür veya câriye
bir kadına ihdâd vâcibdir. İhdâd: Nikâh ni'meti elden gitmekle kadının başına
gelen musibete üzüldüğünü ifâde İçin iddeti içinde zîneti, kokuyu terk
etmesidir. İhdâd halinde kadın koku sürünemez; sürme çekinemez; kına yakmamaz.
Bunlara ancak özür halinde ruhsat verilir.. Usfur ve safran gibi kokulu
şeylerle boyanmış elbise dahi giyemez. İhdâd bir ibâdet olduğu için âkil baliğ
ve müslüman olmayan kadınlara vâcib değildir. İmâmı Azam, evli cariyeye de
ihdâd lâzım gelmediğine kail olmuştur. Annesi veya babası yahut evlâdı vefat
eden kadın bunlara kocasını kaybetmekten daha çok üzüldüğü halde üç günden
fazla yas tutamaz. Çünkü hadîs-i şerîf sarihtir. Hatta İmâm Muhammed;
"Kadının babası, oğlu, amcası veya kardeşi ölürse yas tutması helâl değildir.
Bu iş hassaten koca hakkında meşru olmuştur" demiştir. Hazret-i îmâm bu
sözü ile üç günden fazlayı kast etmiştir, deniliyor.
Şâfiîlerle diğer
birçok ulemâ: "Vefat iddeti bekleyen büyük, küçük, bakire, seyyibe, hurre,
câriye, müslime, veya kafire her kadına ihdâd vâ-cibdir. Bu husûsda cimâin
vâki' olup olmaması da müsavidir" demişlerdir.. Ebû Sevr ile bazı
Malikîlere göre müslüman olmayan zevceye ihdâd vâcib değildir. İmâm Mâlik,
Şafiî, Leys, Atâ, Rabiâ ve İbn Münzir, üç talâkla boşanan kadına ihdâd vâcib
değildir. Sahihleri ölen Ümm-ü Veled ve Cariyelere ve keza talâk-ı ric'î ile
boşanan kadınlara bi'1-ittifak ihdâd yoktur demişlerdir. Küfe ulemâsı ile Ebû
Sevr ve Ebû Ubeyd ise, böyle bir kadına ihdâd'ın vâcib olduğunu söylemişlerdir.
Bu kavil İmâm Şafiî'den de rivayet olunmuşsa da zayıf görülmüştür.
Kaadî Iyâz, Hasan
el-Basri'den şâzz ve garîb bir kavi rivayet etmiştir. Mezkûr kavle göre kocası
ölen kadınlara ve boşananlara ihdâd vâcib değildir. Sâhibleri ölen Ümm-ü Veled
ve cariyelere ve keza talâk-ı ric'î ile boşanan kadınlara bi'1-ittifâk ihdâd
yoktur. Kaadî Iyâz diyorki: "Kocası ölen kadına ihdâdın vâcib olması
ulemânın ittifâken bu hadîsi vücûb manasına hamletmelerinden çıkarılmıştır.
Hadîsin lâfzında vücûba delâlet eden bir şey yoktur, ama ulemâ bi'1-ittifâk
vücûba hamletmişlerdir..."
"Dört ay on
gün" ifâdesi hadîste,, "dört ay on gece" şeklindedir. Ancak
bütün ulemâ buna gündüzlerin de dahil olduğunu söylemişlerdir. Onlara göre
kadın, on birinci gece girmeden iddetten çıkamaz. Yahya b. Ebî Kesîr ile
el-Evzâî, hadisten yalnız gecelerin murad edildiğine kail olmuşlardır.
Araplarca gece gündüzden evvel geldiği için onlar kadının onuncu gün iddetten
çıkacağını söylemişlerdir. Ancak ceninin 120 günde tekâmül etmesi ve kendisine
ondan sonra ruh verilmesi ve hilâl hesabı ile dört ay, tam 120 gün olamadığı
için aradaki noksanlık ihtiyaten on gün ilavesiyle kapatılmıştır. Hadisin muhtelif
rivayetlerinden anlaşıldığına göre kızının göz ağrısını şikâyet için Peygamber
(s.a.)'e gelen kadının ismi Âtike bint-i Nuaym b. Abdillah olup, Kureyş
kabîlesine mensûbdur. Âtike (r.anha) vefat iddeti bekleyen kızının gözüne sürme
çekip çekemeyeceğini sormuş; Rasûlullah (s.a.) iki veya üç defa "Hayır;
çekemezsin!" buyurmuşlardır.
Kirmanı bu nehyin
tahrim için vârid olmadığını söyleyenler bulunduğuna işaret ettikten sonra,
"tahrim için vârid olduğunu kabul etsek bile zaruret bulundu mu Allah'ın
dini kolaylıktır." diyerek sürme çekmenin caiz olduğunu anlatmak
istemiştir. Ona göre hadîsin;
"Zinet olacak
şekilde sürme çekinmesin" manasına gelmesi de ihtimal dahilindedir.
Nevevî: "bu
hadîste yas tutan bir kadına ihtiyacı olsun veya olmasın sürme çekinmenin haram
olduğuna dâir delîl vardır" demişse de onun bu mutlak sözü kabul
edilmemiş; şeriatta zaruret halinin müstesna olduğu hatırlatılmıştır.
"el-Muvatta"
da Rasûlullah (s.a.)'ın kadına; "Sürmeyi geceleyin çek, gündüzün sil!'*
buyurduğu rivayet edilmiştir. Bu iki rivayetin arası şöyle bulunur: Kadının
ihtiyacı yoksa, sürme çekinmesi helâl değildir. İhtiyacı olduğu zaman da ancak
geceleyin sürebilir. Bu bâbda bir hayli sözler söylenmiş, ezcümle bâzıları,
sürmenin içinde koku bulunsa bile çekinebileceğine kail olmuş, hadîsteki nehyi
kerâhat-i tenzihiyyeye hamletmişlerdir. Bir takımları nehyin süs için
kullanılan sürmeye mahsûs olduğunu söylemişlerdir.
Rasûlullah (s.a.):
"Bu iddel topu topu
dört ay on gündür. Halbuki sizden biriniz Cahiliyye Devrinde tezeği senenin
sonunda atardı" buyurmakla; "Siz bu iddeti çok görmeyin; çünkü bu
müddet azdır; eskiden bir sene beklerdiniz; Allah size rahmet olmak üzere onu
dört ay on güne indirdi/' demek istemiştir.
Nevevî kocası ölen
kadının bîr sene iddet bekleyeceğini bildiren Bakara Sûresi âyetinin bu
hadîsle sarahaten neshedildiğini söylüyor.
Sene sonunda tezek
atmaktan muradın ne olduğunu Hz. Zeyneb izah etmiştir. Mamafih ulemâ bu
izahatın üzerinde durmuş; onu muhtelif şekillerde manalandırmışlardır.Hıfş
kelimesini Ebû Dâvud "Küçük ev" diye tefsîr etmiş, Nesâî'nin
rivayetinde bu kelimenin "Kamış veya ağaçtan yapılan ev" manasına
geldiği bildirilmiştir. Bu hususta bir çok sözler söylenmişse de netice
itibariyle bunların hepsi "küçük ve dar ev" manasında birleşirler.
WjÜ&) tâ'biri
Hattabî'ye göre:
"Kadın içinde
bulunduğu matem halini bu hayvanla kırardı," demektir; zîrâ kelimenin adı
olan "fadd" kırmak, dağıtmak manasına da gelir. Ah-feş bunun: "O
hayvanla temizlenirdi," manasına kullanıldığını söylemiştir. Ona göre
kelime "gümüş" demek olan "fidda"dan alınmış ve temizlik;
beyaz renk ve safiyet hususunda gümüşe benzetilmiştir.
İbn Kuteybe diyor ki;
"Ben bu meseleyi Hicazhlar'a sordum da şu cevâbı verdiler: Cahiliyye
Devrinde iddet bekleyen kadın yıkanmaz, su yüzü görmez, tırnak kesmez, bir
sene sonra, olanca çirkinliği ile meydana çıkar ve içinde bulunduğu iddet
halini bir kuş ile kırar, onunla önünü silerek atardı. Bir daha o hayvan hemen
hemen yaşamazdı." İmâm Mâlik mezkûr tâbiri; "O hayvanla cildini
silerdi," manasına tefsir etmiş, îbn Vehb ise; "Kadın eliyle hayvana
ve onun sırtına dokunurdu," şeklinde izah etmiştir. Aynı tâbir bâzılarına
göre: "Kadın hayvana dokunur, sonra tatlı su ile gümüş gibi bembeyaz
oluncaya kadar yıkanırdı," manasını ifâde eder. Bu hususta daha başka
sözler de vardır.
Mutarrıf ile îbn
Mâcişûn'un tmâm Mâlik'ten naklettikleri rivayette, "Kadın bir koyun veya
deve tezeği atardı. Tezeği önüne atar; bu onun iddetten çıkışı olurdu,"
deniliyor. îbn Vehb'in rivayetinde ise: "Bir koyun tezeğini arkasına
atardı." denilmiştir.
Bâzılarına göre bunun
mânâsı; îddeti hayvan tezeği atar gibi attığına işarettir. Bir takım ulemâ;
"Bundan murâd; kadının bunca zaman beklemesi ve çektiği belâya karşı
gösterdiği sabr-u tahammülü sona erince bu çileleri tahkir, kocasının hakkını
ta'zîm için; çektiği bunca sıkıntının kendi nazarında o attığı tezek
mesabesinde ehemmiyetsiz şeyler olduğunu göstermek istemesidir."
demişlerdir. Kadının tezeği tefe'ül için yâni başımdan ırak olsun; bir daha
böyle hâl görmeyeyim, maksadıyla attığını söyleyenler de olmuştur.[605]
2300. ...Ebû
Said el-Hudrî'nin kızkardeşi el-Fürey'a bint Mâlik b. Sinan'ın haber verdiğine
göre; kendisi Rasûlullah (s.a.)'e gelip, Hudre oğullanndaki ailesine dönüp
dönemeyeceğini sormuş. O günlerde kocası kaçan kölelerini aramaya çıkmış,
nihayet Kaddûm tarafında onlara yetişince köleler onu öldürmüşler. Bunun
üzeririe Fürey'a Rasûlullah (s.a.)'e;
Ben aileme gideceğim
çünkü kocam bana sahîb olduğu bir ev ve sadaka bırakmadı, diye izin istedi. Hz.
Fürey'a (hadîsin bundan sonraki kısmında şunları söyledi) Rasûlullah (s.a.);
"Evet" diye
cevâp verdi. Ben de çıktım gittim. Odama, yahut da mescide varmış idim ki,
Rasûl-i Ekrem bana seslendi, yahut da benim
çağrılmamı emretti ve çağrıldım.
Bunun üzerine bana;
"Nasıl
demiştin?" buyurdu. Ben de kocam hakkında anlattığım hikâyeyi kendisine
tekrarladım. (Rasûlullah (s.a.); “Farz olan iddet müddeti doluncaya kadar
evinde kal" buyurdu. Dört ay on gün orada iddete girdim. Osman b. Affan
Halife olunca bana adam göndererek benden bunu(n hükmünü) sordu ve kendisine
bildirdim.
O da bu hükme, uydu ve
ona göre hüküm verdi.[606]
Metinde geçen,
"Kaçan köleleri aramaya çıkmıştı" sözü İbn Mâce ile İmâm Ahmed'in
rivayetinde; "Kocam kendisine ait acem kâfirlerinden birtakım kaba
adamları aramaya çıkmıştı," şeklindedir ki sözü geçen rivayetteki kaba
adamlardan maksad yine kölelerdir.
Kölelerin sâhiblerini
öldürdükleri Kaddûm denilen yer; Kadûm ismiyle de anılan Medîne-i Münevvere'ye
altı mil uzaklıkta bir mevkî'dir.
"Odama yahut da
mescîde varmıştım" cümlesi ile "Bana seslendi -yahutta- Benim
çağrılmamı istedi" cümlesindeki geçen ve tereddüt ifâde eden yahut da
kelimesi râvîlerden birine aittir. Râvî iki kelimeden hangisini işittiğini
iyice hatırlayamadığını ifâde etmek maksadıyla bu kelimeyi kullanmıştır. Ayrıca
odama yahut da mescîde varmıştım." cümlesindeki "oda"
kelimesiyle evin giriş kısmının kastedilmiş olması muhtemeldir. Yine metinde
geçen "iddet bitinceye kadar evinde kal" cümlesi "...ve farz
olan bekleme süresi dolmadan nikâh bağını bağlamaya kalkmayın..."[607]
âyet-i kerîmesinin ışığında söylenmiştir.
Rasûl-i Ekrem'in Hz.
Fürey'a'ya, önce ailesinin yanına gitme izni verdiği halde sonra bundan vaz
geçerek, iddetini yine kocasının mülkünde olmayan eski bir evde geçirmesini
emretmesinin sebebini bu şekilde açıklamak mümkündür. Kadın durumunu arzettiği
zaman Rasûl-i Ekrem onun sözü geçen evden taşınmasını zarurî görmüş, bu yüzden
ailesinin evine taşınmasına izin vermiştir. Fakat daha sonra onun halini daha
yakından inceleyince ailesinin evine taşınmasını zarurî kılan bir durumun
olmadığını görmüş ve bu hükmünden vaz geçerek, eski evinde iddetini geçirmesini
emretmiş olabilir.[608]
Kocası ölen bir kadın iddetini kocasının ölüm haberini aldığı
evde bekler. Dört mezheb imamı ile Evzâî, İshâk, ve Tabiîn ile Ashâb-ı
Kirâm'dan bir cemaat bu görüştedirler. Hz. Ömer ile Hz. Osman, tbn Ömer, tbn
Mesûd, el-Kâsım b. Mu-hammed, Salim b. Abdillah ve Sâid b. el-Müseyyeb de bu
görüşü benimseyenlerdendir. Hattâbî'nin beyânına göre bu hadîs, kocası ölen
bir kadının iddet süresi içerisinde kalacağı evin, kocasının mallarından
te'mîn edileceğine ve iddetini bu evin dışında bir yerde geçiremeyeceğine
delâlet etmektedir.
imâm Ebû Hanife'ye
göre bu durumda olan bir kadının, içerisinde iddet bekleyeceği evin kendisine te'mîn
edilmesini isteme hakkı vardır. Kadın artık geceleri bu evde kalmak
zorundadır. Fakat isterse gündüzleri dışarı çıkabilir. İmâm Malîk ile es-Sevrî,
eş-Şâfiî ve Ahmed de bu görüştedirler. Hanefî İmamlarından Muhammed b. Hasen'e
göre, kocası ölen bir kadın iddeti süresince evinden dışarı çıkamaz. Atâ ile
Câbir, el-Hasen, AH, İbn Abbas ve Hz. Aişe (r.anha)'ye göre ise, istediği yerde
İddetini bekler.[609]
2301. ...İbn
Abbas (r.a.) demiştir ki: Şu (..."şayet kendileri çıkarlarsa, kendi
haklarında uygun olanı yapmalarında sizin için bir günah yoktur...")[610]
âyeti (kocası ölen) bir kadının, iddetini kocasının ailesi yanında geçirmesini
emreden âyet-i kerîmeyi[611]
neshetti. Binâenaleyh, kocası vefat eden bir kadın istediği yerde iddetini
bekler. O, (hükmü neshedilen âyet-i kerîme) ise, azîz ve celîl olan Allah'ın;
"(dışarıya) çıkanlmaksızın"[612]
mealindeki sözüdür. (Âyetin baş kısmı son kısmıyla neshedilmiş olmaktadır. Bu
hadîs-i şerîf üzerinde) Atâ da şunları söyledi; (Bu kadın) isterse kocasının
ailesi yanında iddet bekler. İsterse, ("İçinizden ölüp geriye eşler bırakan
erkekler eşlerinin evlerinden çıkanlmaksızın bir yıla kadar geçimlerinin
sağlanmasını vasiyyet etsinler")[613]
(âyeti gereğince) kocası tarafından kendisine vasiyyet edilen evde ikâmet
eder, isterse, aziz ve celîl olan Allah'ın "...Şayet kendileri çıkarlarsa,
kendi haklarında uygun olanı yapmalarında sizin için bir günah yoktur..."
âyet-i kerîmesi icâbı kocasının evinden çıkar, istediği yerde iddetini bekler.
Atâ sözlerine devamla dedi ki; Daha sonra mîras âyeti indi de, süknâ (bir
erkeğin ölmeden önce geride bıraktığı karısına iddet süresince içinde ikâmet
edeceği bir mesken vasiyyet etme mecbûriye-ti)tneshedildi. (Artık kadın
muhayyer bırakıldığı için) dilediği yerde iddetini bekler.[614]
2298 numaralı hadîs-i
şerifin şerhinde de ifâde ettiğimiz gibi islâmın ilk yıllarında erkekler,
ölmeden önce kendilerinden sonra arkalarında bırakacakları kadınlar için bir senelik
iddet-lerini içerisinde geçirecekleri bir evle birlikte bir senelik
nafakalarını vasiyyet etmekle mükellef idiler. Sonra bu; "...Sizin de
çocuğunuz yoksa, yapacağınız borçtan sonra bıraktığınızın dörtte biri
onlarındır..."[615] mealindeki
mîras âyetiyle bu mecburiyet neshedildi. Kocası vefat eden hanımların bir sene
iddet beklemeleri mecburiyeti de, "İçinizden ölenlerin, geriye
bıraktıkları eşleri dört ay on gün bekleyip kendilerini gözetlerler..."[616]
âyet-i kerîmesiyle neshedilmiştir. Bu hususlarda ulemâ ittifak etmişlerdir.
Ancak İbn Kesîr'e göre Bakara sûresinin 240. âyetinde cumhuru ulemânın iddia
ettiği gibi, kocası ölen bir kadının tam bir sene iddet beklemesi gerektiğine
delâlet eden bir mânâ yoktur. Sözü geçen âyet-i kerîme bu durumda olan bir
kadının istediği takdirde kocasının evinde kalabileceğini ifâde etmektedir.
Binâenaleyh yukarıda tercümesini sunduğumuz, Bakara sûresinin 234. âyeti dul
kadının kocasının evinde dört ay on gün beklemesi gerektiğini, 240. âyet ise,
kocasının evinden çıkmak istemeyen dul kadına bir yıl süre ile evde kalma
hakkının verilmesini ve geçiminin sağlanmasını emretmektedir. Binâenaleyh iki
âyetin hükmü birbirine zıt olmadığından birinin diğerini nsehetmesî söz konusu
değildir. Çünkü iki âyetin hükmü birbirine aykırı değil, birbirini tamamlar
niteliktedir.[617]
1. Bakara
sûresinin 240. âyetinin "içinizden ölüp geriye eşler bırakan erkekler
eşlerinin, evlerinden çıkarılmaksızın bir yıla kadar geçimlerinin sağlanmasını
vasiyyet etsinler..." mealindeki âyetin baş tarafı "...şayet
kendileri çıkarlarsa kendi haklarında uygun olanı yapmalarında sizin için bir
günah yoktur..." mealindeki son tarafı ile neshedilmiştir. Binâenaleyh
kadın iddetini dilerse, kendi ailesinin yanında, dilerse kocasının evinde bekleyebilir.
2. İslâmın
ilk yıllarında, kocası ölen bir kadının bir yıllık iddet süresi içerisinde
nafakasını te'mîn etmek kocanın vârisleri üzerine düşen bir görevdi. Fakat bu
hüküm "...çocuğunuz varsa bıraktığınızın sekizde biri onlarındır..."[618]
âyetiyle neshedilmiştir. Binâenaleyh kadının kocasının vârislerinden ev taleb
etmek hakkı kalkmıştır. Kadın kocasının mirasından payını aldıktan sonra
iddetini dilediği yerde geçirir. Hz. Ibn Abbas ile Hz. Ali, Câbir, Aişe, Tavus,
Atâ, Hasan el-Basrî ve Ömer b. Abdülaziz bu görüştedirler. Delilleri ise
mevzûmuzu teşkil eden bu hadîs-i şeriftir. Bu görüşte olan ilim adamlarına
göre, kocası ölen bir kadının iddetini kocasının evinde geçirmesi gerektiğini
ifâde eden ve cumhuru ulemânın delilini teşkîl eden 2300 numaralı hadîs-i şerîf
zayıftır. Çünkü bu hadîsin râvîlerinden Zeyneb bint-i Ka'b'ın kimliği
meçhuldür. Fakat bu iddia cûm-hûru ulemâ tarafından tenkîd edilerek Zeyneb
bint-i Ka'b'ın sika bir râvî olduğu isbatlanmıştır.
2300 numaralı hadîsin
râvîlerinden Sa'd b. İshâk da tenkîd edilmişse de bu râvînin hadîs ulemâsı
tarafından güvenilir bir râvî olarak bilindiği ortaya konularak bu tenkîdler
cevaplandırılmıştır.[619]
2302.
...Ummu Atiyye (r.anha)dan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.) şöyle
buyurmuştur; "Kadın, kocasından başka hiçbir ölü için üç günden fazla yas
tutamaz. Kocası içinse dört ay on gün yas tutar. Bu süre içerisinde boyalı
elbise giyemez, fakat (boyalı bir yemen kumaşı olan) asb kumaşını giyebilir.
Sürme çekinemez ve koku sürünemez. Ancak hayızhyken temizlik yaklaşınca, kust
veya azfar denilen buhurlardan biraz sürünebilir.
Bu hadîsi Ebû Davud'a
nakleden iki râvîden biri olan Yakub hadîste geçen, "Asb kumaşı"
yerine "yıkanmış kumaş" kelimesini rivayet etmiş ve hadise,
"kına yakmama/"
cümlesini de eklemiştir.[620]
Bilindiği gibi
"ihdâd" veya hidâd menetmek manasına gelen hadd'dan alınmıştır.
Zînetlenip kokulanmayı terketmek,
matem tutmak demektir.
Metinde geçen
"asb" bir çeşit yemen kumaşıdır. Bunun ipliği bir/araya toplanarak
bağlanır, sonra boyanır ve yayılır. Bu suretle bağlanan yerlere boya
işlemediğinden kumaş alacalı kalır.
"Kust" ise,
bir nevi güzel buhur veya öd ağacıdır; "Ezfâr" da onun başka bir çeşididir.
Hayızdan yıkandıktan sonra pis kokuyu gidermek bazı yerlerde âdettir.
Hadîs-i şerîfte
kocasından boşanan bir kadının iddetini beklerken temizlik haline girmesi
yaklaşırken bu kokuyu sürünebileceği ifâde edilmektedir. İmâm Ahmed'in
Müsned'in ile Nesâî'nin Sünen'inde ise, temizlik haline girince sürünebileceği
ifâde edilmektedir. Nesâî'nin ifâdesinde ayrıca taran a m az ifâdesi de
vardır.
Metinde geçen
"sürme çekinemez" sözüyle kocası ölen bir kadının gözde süs teşkîl eden
ve süs için bulunan sürme çeşitlerini kullanamayacağı fakat göz ağrılarını
kesmek için kullanılan sürme çeşitlerini kullanabileceği ifâde edilmek
istenmiştir.[621]
1. Kadın, anne
veya babasının veya başkalarının
olumu dolayısıyla uç günden fazla yas tutamaz. Ancak kocasının ölümünden
dolayı dört ay on gün yas tutabilir. Nitekim bu mes'eleyi 2299 numaralı hadîs-i
şerifin şerhinde açıkladık.
2. Kocasının
ölümü sebebiyle yas tutan bir kadının, bu yas süresi zaferan, aspur gibi zînet
teşkîl eden boyalarla boyanmış elbiseler giymesi caiz değildir. Fakat süs
teşkîl etmeyen bazı alacalı Yemen kumaşlarını ve benzerlerini giymesinde
herhangi bir sakınca yoktur. Siyahla boyanan veya boyası solmuş olan kumaşları
giymesinde de bir sakınca yoktur,
Îbnü'l-Münzir'in
beyânına göre ulemâ, kocasının ölümünden dolayı yas tutan bir kadının aspur ile
boyanmış bir elbiseyi giymesinin caiz olmadığında ittifak etmişlerse de İmâm
Mâlik ile tmâm Şafiî böyle bir kadının siyah renkte boyanmış bir elbiseyi
giyebileceğine cevaz vermişlerdir. Çünkü o yas elbisesidir. Cumhuru ulemaya
göre ise, yas tutarken beyaz elbise giymesinde de bir sakınca yoktur.
Mâlikîlerden bazı müteahhirîn ulemâsı, süs teşkil eden siyah veya beyaz ipten
dokunmuş kumaşları giyemeyeceğini, Şafiî ulemâsı da zînet teşkil etmeyen
boyalı elbiselerin tümünü giyebileceğini söylemişlerdir.
Yas tutarken kadının
ipek giymesi ihtilaflıdır. Şâfülerden nakledilen en sahih rivayete göre, ipek
elbise giymesi caizdir. Altın ve gümüşten ma'-mûl zînetleri takınması haramdır.[622]
3. Kocası
vefat eden bir kadın yas süresince sürme çekinemez. Hadîs-i şerifin mutlak olan
ifâdesinden, yas tutan bir kadının ihtiyaç halinde bile olsa sürme
çekinemeyeceği anlaşıhyorsa da 2305 numaralı hadîs-i şerifte Rasûlullah
(s.a.)'ın; "geceleyin sürme çekersin, fakat gündüzleri gözünden sürmeni
silersin" buyurması şu sonucu ortaya çıkarıyor: Kadın ihtiyaç duyduğu
zaman geceleri sürme çekinmesinde bir sakınca yoktur. Gündüzleri ise, ihtiyaç
duysa bile çekinemez. Ancak ihtiyâç ânında geceleri sürme çekinmesi caiz
olmakla beraber geceleyin bile sürme çekinmeyi ter-ketmesi evlâdır. Binâenaleyh
bu mevzuda gelen yasaklayıcı hadîsler ihtiyaç duyulmadığı hallerle ilgilidir.
2299 numaralı hadîs-i şerîfte gözü ağrıyan bir kadını, yas tuttuğu için
Rasûl-i Ekrem'in sürme çekinmekten men' etmesi ise, ihtiyaç anında sürmeyi
geceleri bile terk-etmesinin evlâ olduğunu ifâde eder. Bâzılarına göre ise,
Rasûl-i Ekrem'in 2299 numaralı hadîsteki nehyi, gözüne sürme çekmek için izin
isteyen o kadının aslında sürme çekmeye muhtaç olmaması ve sürme çekinmediği
takdirde gözüne bir zarar gelme tehlikesi bulunmaması ile ilgilidir.
4. Yakın
akraba için azâmi yas üç gündür.
5. Kocası
ölen balîğ olmamış kızlar bu hükmün dışındadır. Metindeki kadın tâbirinden
anlaşılan budur.[623]
2303. ...Bir
önceki hadîsi Musannif Ebû Davud'a bir de Harun b. Abdullah ile Mâlik b.
Abdilvâhid, Yezid b. Harun, Hişâm, Hafsa, Ümm-ü Atiyye zinciriyle Peygamber
(s.a.)'den nakletmişlerdir. Ancak bu hadîs Yakub ile Abdullah'ın rivayet ettikleri
bir önceki hadîsin tamamını içine almış değildir. (Bu hadîsin râvîlerinden)
el-Mismaî'nin dediğine göre, (hadîsi kendisine rivayet eden) Yezid şöyle
demiştir; Hişam'ın bu hadîste ancak (kocası ölen bir kadın yas tutarken)
"kına yakınamaz" dediğini biliyorum.
Harun b. Abdillah bir
önceki hadîse şu cümleyi de ilâve etti: "Boyalı elbise giyemez ancak
(Yemen'in bir nev'i boyalı kumaşı olan) asb kumaşını giyebilir."[624]
Bu hadîs bir önceki
hadîsten kısadır. Bir önceki hadîs-işerîf tam olduğu halde bu hadîs tam
değildir. Ahmed b. Haribel de bu hadîsi Yezîd b. Harun -Muhammed b. Abdirrahman
zinciriyle tam olarak rivayet etmiştir. Bu hadîs Musannif Ebû Davud'a bir defa
Şeyhi Harun b. Abdillah yoluyla bir defa da Mâlik b. Abdillah yoluyla erişmiştir.
Fakat rivayetlerin lâfızları biribirinden farklıdır. Şöyle ki: Mâlik'in
rivayetinde "kınalanamaz" cümlesi, Harun'un rivayetinde de "Asb
kumaşından başka boyalı bir elbise giyemez'*, ibaresi bulunmaktadır. Musannif
Ebû Davud'un burada bu hadîsi rivayet etmekten maksadı bu konuda kendisine
ulaşan metinlerin arasındaki farka işaret etmektir.[625]
2304.
...Peygamber (s.a.)'in hanımı Ümm-ü Seleme'den rivayet edildiğine göre,
Peygamber (s.a.);"Kocası vefat eden bir kadın aspurla ve kırmızı çamurla
boyanmış elbise giyemez. (Altın ve gümüş) zînet takınamaz ve sürme
çekemez." buyurmuştur.[626]
1.
Kocası vefat eden bir kadın dört ay on
gün iddet bekler ve iddet süresi içerisinde zinet takınmayı, süslü boyalı yeni elbiseler giymeyi, güzel
kokular sürünmeyi, makyaj yapmayı terketmek suretiyle mu'tedil bir yas tutar.
Bu süre içerisinde kına yakına-madığı gibi zînet teşkil edecek sürme
çeşitlerini de kullanamaz. Eğer gözünün tedavisi için sürme çekmek zorunda
kalırsa geceleri sürünüp gündüzleri siler. Zînet teşkîl etmeyen sürme
çeşitlerini kullanmakta bir sakınca yoktur.
2. Hasan
el-Basrî ile Şa'bî'ye göre üç talâkla boşanan veya kocası ölen kadınlar iddet
süresi içerisinde sürme çekinebildiği gibi taranıp, koku sürünebilir, gerdanlık
takınıp boyalı elbise giyebilirler. Delîlleri ise, İmâm Ahmed'in tahrîc ettiği
İbn Hibban'm da sahîh bulduğu Esma bint-i Umeys hadîsidir. Mezkûr hadîste Hz.
Esma (r.anha), "Ca'fer b. Ebî Tâlib'in katlinin üçüncü günü Rasûlullah
(s.a.) benim yanıma geldi ve "Bugünden sonra yas tutma" buyurdu.[627]
demiştir. Bu görüşte olan ulemâya göre bu hadîs-i şerîf mevzûmuzu teşkîl eden
Ümm-ü Seleme hadîsini neshetmiştir. Çünkü Ümm-ü Seleme'nin kocası Hz. Ca'fer'in
katliden önce ölmüştür.120 Cumhuru ulemâ Esma hadîsim çeşitli yönlerden tenkîd
etmiştir.
3. Bu hadîs
kocası ölen bir kadının iddet süresi içinde yas vâcib olduğuna delâlet
etmektedir. İddet süresinin dört ay on gün olarak ta'ym edilmesindeki hikmet
hakkında bazıları şu mütalâayı yürütürler: "Ana rahmindeki çocuğun
yaratılması ve kendisine ruh verilmesi[628] gün
geçtikten sonra olur. Bu müddet, ayların noksan oluşu sebebiyle dört aydan
fazladır. Binâenaleyh ihtiyaten kesir ondalıkla tamamlanmıştır.[629]
4. Metinde
geçen "kocası ölen bir kadın" tabiri boşanan kadınları bu hükmün
dışında bırakmaktadır. Bu sebeple ulemâ kocasından ric'î talâkla boşanan bir
kadının yas tutması gerekmediği hususunda ittifak etmişlerse de, talâk-ı
bâinle boşanan bir kadının yas tutup tutmaması konusunda ihtilâfa
düşmüşlerdir. Hanefilerle diğer birtakım ulemâ bâin talâkla boşanan kadına dahî
iddet süresince ihdâd yas lâzım geldiğini söylemişlerdir.
5. Hattâbî
mevzûmuzu teşkîl eden hadîsle ilgili görüşleri şöyle açıklıyor: "Kocası
ölen bir kadının hangi elbiseleri giyip hangilerini giyemeyeceği mevzûsunda ulemâ
ihtilâf etmişlerdir. İmam Şafiî'ye göre süslü veya süs teşkîl eden boyalarla
boyanmış olan alacalı ve çizgili yemen kumaşlarından dikilmiş elbiseleri
kocası ölen bir kadın yas süresi içerisinde giyemez. Bu elbisenin kalın veya
ince olması bu hükmü değiştirmez.
İmâm Mâlik'e göre ise,
alaçehre, aspur, ya da za'ferân ile boyanmış olan bir elbiseyi bu süre
içerisinde giyemez.
Ulemânın büyük
çoğunluğuna göre alacalı ve çizgili yemen kumaşlarından dikilen elbiseleri
giymesinde bir kerâhat yoktur. Hadîs-i şerife en uygun düşen görüş de budur.
Yine ulemânın büyük çoğunluğuna göre söz konusu kadın anılan süre içerisinde
altın ve gümüşten zînetler takınamaz.
İmâm Mâlik'e göre
yüzük takınamaz ve yeni elbise giyinemez. Ulemânın ekserisine göre kına
yakınması mekruhtur.
6. Hafız ibn
Kesîr "Bu hadîsin isnadı iyidir" demişse de, Beyhâkî onu Ümm-ü
Seleme'den mevkuf olarak rivayet etmiştir.[630]
2305.
...Ümm-ü Hakîm bint-i Esîd'in annesinden rivayet olunduğuna göre, kocası vefat
ettiği zaman gözünden rahatsız olmuş da ismid denilen sürme taşıyla sürmelenmiş
Ahmed b. Sahîh'e göre doğru olan ifâde ismid sürmesiyle sürmelendi ifadesidir.
-Bunun üzerine kendi kölesini Ümm-ü Seleme'ye gönderip ona ismid sürmesi çekinmenin
hükmünü sormuş, o da; "senin için kaçınılmaz bir durumun dışında
kesinlikle ismid taşından sürme çekinme, kaçınılmaz bir durum ortaya çıkarsa o
zaman gece çeker, gündüz silersin" diye cevap vermiş, sonra sözlerine
devamla şöyle demiştir; "Kocam Ebû Seleme vefat ettiği zaman Rasûlullah
(s.a.) yanıma girdi. Bense gözlerime sarı sabır denilen bir ilâç koymuştum.
Rasûlullah (s.a.).
"Ey Ümmü Seleme
bu nedir? diye sordu. Ben de:
Ey Allah'ın Rasûlü o
san sabırdır, içinde esans yoktur! diye cevap verdim.
"Gerçekten san
sabır yüze renk verir ama sen onu yalnız geceleyin sürün gündüzün çıkar. Koku
ve kına ile de taranma çünkü kına boyadır." buyurdu. Ben:
Neyle taranayım ey
Allah'ın Rasûlü? diye sordum.
"Başının her
tarafını kaplarcasına başına koyacağın sidr yaprağı ile." buyurdu.[631]
2299 ve 2303 numaralı
hadîs-i şerîflerin şerhinde ifâde ettiğimiz gibi kocası ölen bir kadın yas
tutma süresi içerisinde süs teşkil eden sürme çeşitlerini gözüne çekemez,
zaruret halinde ise ilaç vazifesi gören sürme çeşitlerim geceleri çekinip
gündüzleri gözünden siler.
Mevzûmuzu teşkil eden
bu hadîs yas tutmakta olan kadına koku sürünmenin yasak olduğuna delîldir.
Bütün kokular bu hükmün kapsamı içerisine girmektedir. Fakat 2302 numaralı
hadîste kadının temizlik hali yaklaşınca küst ve ezfâr denilen kokuları
kullanmasında bir sakınca olmadığı ifâde edilmişti. Şu halde hadîsin bütün
kokulara şamil olan hükmünü bu istisnaya göre mütâlâa edip küst ve ezfârı bu
hükümden istisna etmek icâb eder.
Başı kaplarcasına
sidrle sarıp taranmak, başa sidr yapraklarının çokça ve bütün başı
kaplarcasına koyup yeteri kadar beklettikten sonra suyla yıkayıp ondan sonra
saçları taramakla olur. Sidr Arabistan kirazı denilen bir ağaçtır. Yemişi hoş
ve lezzetli olur. Yaprağı ile de yıkanılır. Sabun yerine kullanılır.[632]
1. Kocası
ölen bir kadın yas tutarken zaruret karşısında kaldığında gecelen sürme
çekinebilir. Fakat gündüzleri onu silmesi gerekir. Bunun dışında gözlerine
sürme çekemez.
2. Kocası
ölen bir kadın yas tutarken gündüzleri silmek şartıyla geceleri yüzüne sarı
sabır sürebilir.
3. Kocası
ölen bir kadın yas tutarken başının tuvaleti için sidr yapraklarından başka
bir madde kullanamaz.[633]
2306. ...Ubeydullah
b. Abdülah b. Utbe'nin haber verdiğine göre, babası Abdullah b. Utbe, Ömer b.
Abdülah b. el-Erkâm ez-Zührî'ye mektup yazarak ondan Sübey'a bint-i Haris
el-Eslemiyye’nin yanına varıp ona kendi macerasını ve Rasûlullah (s.a.)'e fetva
sorduğu vakit kendisine Rasûlullah'ın ne cevap verdiğini sormasını istemiş.
Ömer b. Abdülah da, Abdullah b. Utbe'ye mektup yazarak; Sübey'â'nın kendisine
şunları haber verdiğini bildirmiş;
Sübey'a, Amr b. Lüey
oğulları kabilesinden Sa'd b. Havle ile evliymiş. Bedir gazasına iştirak
edenlerden biri olan bu zât veda haccında vefat etmiş. Onun vefatından sonra
çok geçmeden Sübey'a doğurmuş. Nifâsından temizlendiği vakit kendisini
isteyecekler için süslenmiş. Bu sırada yanına Abdüddâr oğulları kabilesinden
Ebu's-Senâbil b. Ba'kek isminde bir adam girerek; "Hayret doğrusu! seni
neden giyinmiş kuşanmış görüyorum? Galiba evlenmek istiyorsun. Allah'a yemin
olsun ki senin üzerinden dört ay on gün geçmedikçe sen evlenemezsin"
demiş. Sübey'a diyor ki: "O kimse bana bunları söyleyince, geceleyin
elbiselerimi giyerek Rasûlullah (s.a.)'e varıp bu meseleyi kendisine sordum.
Bana doğurduğum andan itibaren evlenmemin helâl olduğunu söyledi ve bana
evlenme imkânı çıktığı zaman evlenmemi tavsiye etti.
İbn Şihâb (ez-Zührî),
"Doğurduğu vakit evlenmesinde bir sakınca görmüyorum, isterse nifâs
halinde olsun. Ancak temizlenmedikçe kocası ona yaklaşamaz." demiş.[634]
Hz. Sübay'a'nm kocası
Sa'd b. Havle (r.a.) bâzılarına göre Benî Âmr b. Lüey kabîlesindendir. İbn
Hişâm onun Yemenli olduğunu, Benî Âmr'ın müttefiki bulunduğunu söylemiştir. Aslen
İranlı olduğunu söyleyenler de vardır. Vâkıdî'nin beyânına göre kendisi
Habeşistan'a hicret eden ikinci kafiledendir. İbn Cerîr et-Taberî, Sa'd
(r.a.)'ın yedinci hicrî yılda vefat ettiğini bildiriyorsa da doğrusu bu hadîste
beyân edildiği veçhile veda haccında vefat etmiştir. Bâzıları Sübey'a'mn
kocasının vefatından bir ay, birtakımları yirmi beş gün sonra doğurduğunu
söylemişlerdir. Bu müddetin daha az olduğunu iddia edenler de vardır.
Hz. Sübey'a'mn,
Hüdeybiye anlaşmasından sonra müslümanlığı kabul eden ilk kadın olduğu
söylenir.
Ebu's-Senâbîl'in ismi
Amr'dır. İbn Abdilberr bu zâtın künyesi ile meşhur olduğunu, isminin Habbe b.
Ba'kek el-Kureşi el-Amirî olduğunu kaydetmektedir. Rivayete göre şâir bir zât
imiş.[635]
1. Hamile
iken kocası ölen bir kadının iddeti çocugunu
doğurunca sona erer. Hanefî ulemasıyla İmâm Mâlik, Şafiî, Ahmed,
Süfyân es-Sevrî, Ömer, Abdullah b. Ömer ve İbn Mes'ûd (r.a.) bu görüştedirler.
Delîlleri ise mevzûmuzu teşkîl eden Ebû Dâvud hadîsidir. Bu hadîs aynı zamanda
"Sizlerden vefat edip de geride karılarını bırakanlar yok mu? O kadınlar
bizzat dört ay on gün iddet beklerler."[636]
âyet-i kerîmesinin hükmünü tahsîs ederek, hamile kadınların iddet süresini bu
âyet-i kerîmenin kapsamının dışında bırakmakta ve hamile iken kocası ölen
kadınların hükmünün "Hamile kadınların bekleme süresi, yüklerini
bırakmalarına kadardır."[637]
âyetinin şümulü içerisine girdiğini açıklamaktadır.
Görülüyor ki
-tercümesini, sunduğumuz bu iki âyet-i kerîmenin genel olan ifâdeleri arasında
zahirde bir tearuz vardır. Usûl-ı fıkıh ve usûl-ı tefsîrde açıklandığı üzere bu
gibi durumlarda iki âyetten birinin hükmünü tahsis edecek bir muhassıs aranır.
Burada muhassıs Sübey'a hadîsidir. Çünkü bu hadîs boşanan kadınların iddet
süresinin yüklerini bırakmalarına kadar devam ettiğini ifâde eden âyet-i
kerîmenin hamile kadınlara mahsûs olduğunu ortaya koymaktadır.[638]
Hz. Ali ile Hz. îbn
Abbâs (r.a.) iki âyetten birini diğerine tahsis etme yoluna gitmeden önce iki
âyetin arasını te'Iîf etme gerektiği esâsından hareket ederek ve her iki
âyette birden amel etmiş olmak için "Hamile iken kocası ölen bir kadının
kendisi için iki iddet süresinden en uzunu hangisi ise ona göre iddet beklemesi
gerektiğini, binâenaleyh söz konusu kadının, kocası öldüğü andan itibaren
çocuğunu doğurması için geçecek olan zaman dört ay on günden fazla ise
doğuruncaya kadar, kısa ise dört ay on gün iddet bekleyeceğini"
söylemişlerdir. Fakat bu görüş, Talak sûresinin dördüncü âyeti Bakara
sûresinin 234. âyetinden sonra indiği için ve mevzûmuzu teşkîl eden hadîsin,
kocası ölen kadınların dört ay on gün iddet beklemesi gerektiğini ifâde eden
Bakara sûresinin 234. âyetinden sonra vukua gelen bir hadîse ile ilgili
bulunduğu[639] ve icma'dan sonra
meydana gelmiş bir hılâf olduğu[640]
gerekçesiyle reddedilmiştir. Nitekim 2307 numaralı hadîs-i şerîf de bu görüşü
desteklemektedir.
2. Hamile
iken kocası ölen bir kadın çocuğunu dünyaya getirdiği andan i'tibâren nifâs
kanı henüz kesilmemiş bile olsa evlenebilir. Fakat nifâs kanından
temizlenmedikçe kocasıyla cinsî münasebette bulunamaz. Halef ve seleften
cumhuru ulemâ bu görüştedirler.
Metinde geçen,
"Bana doğurduğum andan i'tibâren evlenmemin helâl olduğunu söyledi"
cümlesi, "hamile iken kocası ölen bir kadın nifâs-tan temizlenmedikçe
evlenemez" diyen eş-Şa'bî, en-Nehaî ve Hasan el-Basrî aleyhine bir
delildir.[641]
3. Sahâbe-i
kiram, Rasûl-i Ekrem hayatta iken fevtâ verirlerdi.
4. Bir müfti
kendi arzusu istikâmetinde fetva vermekten son derece sakınmalıdır.
5. Kocası
ölen bir hamile kadın çocuğunu, organları tam ve diri olarak dünyaya getirirse
evlenmesi caizdir. Çocuğunu, organları belirmemiş, et veya kan pıhtısı halinde
dünyaya getirmiş olmasıyla da evlenmesi caiz olur. Çünkü Rasûl-i £krem söz
konusu kadının evlenebilmesi için çocuğunu organları tam olarak dünyaya
getirmiş olmasını şart koşmamıştır. Zaten iddetten maksat da kadının rahminin
temizlenmesidir. Kadının yükünü canlı veya ölü olarak bırakmasıyla bu maksada
erişilmiş olur.[642]
2307.
...Abdullah İbn Mes'üd'dan; demiştir ki; Kim isterse onun
Metinde geçen
"kısa Nisa sûresi" ifâdesinden maksat "gebe kadınların bekleme
süresi yüklerini bırakmalarına kadardır."[645]
âyet-i kerîmesinin dahil olduğu Talâk Suresi'dir. İbn Mes'ûd (r.a.) bu âyetin
"içinizden ölenlerin geriye bıraktıkları eşleri dört ay on gün bekleyip
kendilerini gözetirler..."[646]
âyetinden sonra geldiğini ve bu hususta tartışmaya hazır olduğunu söylemekle,
"iki âyetin arasını te'lif ederek her ikisiyle de amel etmek gerekir.
Bunun için kocası ölen hâmile bir kadın iddet beklerken iki âyetin belirttiği
iki sürede kendisi için en uzun süreyi beklemesi gerekir" diyen Hz. Ali'ye
cevâp vermek istemiştir.
Hz. İbn Mes'ûd'un bu
sözünden onun, kocası ölen kadınların çocuklarını dünyaya getirmekle
iddetlerinin sona erdiği görüşünde olduğu anlaşılır. Cumhuru ulemâ da bu
görüştedirler. Nitekim bir önceki hadîs-i şerîfin şerhinde de açıklamıştık.
Ayrıca bu hadîs-i
şerîf Talâk sûresinin dördüncü âyetinin Bakara sûresinin 234. âyetinin genel
olan hükmünü tahsis ettiğini ifâde etmektedir.[647]
2308. ...Amr
b. el-As'dan; demiştir ki: "Peygamber (s.a.)'in sünnetinde bize karışıklık
çıkarmayınız." İbmVl-Müsennâ bu hadîsi şöyle nakletti: "Peygamberimiz
(s.a.)'in sünnetinde bize karışıklık çıkarmayınız. Kocası ölen bir kadının
iddeti dört ay on gündür." (Bu hadîsin râvîlerinden biri şu açıklamayı
yaptı); Yani kocası ölen kadından maksad Ümmü Veled'dir.[648]
Ümmü Veled,
efendisinden çocuk dünyaya getiren câriye demektir. Hattâbî'nin beyânına göre metinde geçen
sünnet kelimesiyle şu iki manadan biri kasdedilmiş olabilir;
1. Bu kelime
bizzat Rasûl-i Ekrem'den nakledilen hadîsler anlamında kullanılmış olabilir.
Fakat Amr b. el-As, eğer sünnet kelimesiyle bu mânâyı kastetmiş olsaydı, kocası
ölen ümmü veledin iddetinin dört ay on gün olduğuna dâir Rasûl-i Ekrem'den bir
hadîs-i şerif naklederdi oysa burada böyle bir hadîs-i şerif nakletmemiş,
sadece kendi fikrini ifâde etmekle yetinmiştir. Binâenaleyh sünnet kelimesinin
bu manada kullanılmış olması ihtimali zayıftır.
2. Kocası
ölen hür kadınların dört ay on gün iddet bekleyeceklerini ifâde eden hadîslere
kıyas edilerek yapılan ictihad anlamında kullanılmış olabilir. Nitekim metinde
geçen karışıklık kelimesi de buna delâlet eder. Çünkü hadîslerin metninde bir
karışıklık söz konusu olamayacağına göre, metinde geçen karışıklık kelimesiyle
ancak hadîsler üzerinde yapılan ictihadlarda meydana gelen karışıklıkların
kastedildiği, dolayısıyla metinde geçen sünnet kelimesinin de sünnet üzerinde
yapılan kıyaslar ve ictihâdlar mânâsında kullanıldığı anlaşılır.[649]
1. Efendisinden
çocuk dünyaya getiren bir câriye, efendisinin ölümüyle hur kadınlar gibi dört
ay on gün iddet bekler. Said b. el-Müseyyeb ile îbn
Cübeyr, İbn Şirin,
Mücâhid, el-Evzâî, tshâk b. Rahûye bu görüştedirler. Bu görüş tmâm Ahmed'den de
rivayet edilmiştir. Delîlleri ise, mevzûmuzu teşkîl eden bu hadîs-i şeriftir.
Çünkü ümmü veled, kocası Ölünce hürriyetine kavuşacağından "sizlerden
vefat ederek zevcelerini bırakanların zevceleri, bizzat dört ay on gün iddet
beklerler."[650]
âyet-i kerîmesinin hükmü içerisine girerler.
2. îmâm
Mâlik ile İmâm Şafiî'ye göre ise, efendisinden çocuk doğuran bir câriye,
efendisinin ölmesiyle bir hayız süresi iddet beklerler. Hz. Osman ile İbn Ömer,
Aişe ve el-Hasan (r.a.)'da bu görüştedirler. Bu görüş imâm Ahmed'den de
rivayet edilmiştir. Delîlleri ise, "Ümmü Veled'in iddeti bir
hayızdır."[651]
mealindeki hadîs-i şeriftir. Çünkü ümmü veled efendisinin ölmesiyle, diğer hür
kadınlar sınıfına girmiş olur.
3. Hanefî
ulemâsıyla, Atâ, Sevrî ve en-Nehâî'ye göre ise, Ümmü Veled efendisi tarafından
âzâd edilmekle veya efendisinin ölmesiyle üç hayız süresi iddet bekler. Eğer
hayız görmüyorsa üç ay iddet bekler.[652]
Çünkü Hz. Ömer ve diğer bazı sahâbîler "ümmü veledin iddeti üç
hayızdır" demişler.dir.[653]
2309.
...Âişe (r.a.)'den; demiştir ki: Rasûlullah (s.a.)'e;
Bir adamın üç talâkla
boşadığı karası başka bir kocayla evlenir de kadının yeni kocası onunla gerdeğe
girip cinsî münâsebette bulunmadan onu boşarsa bu kadının ilk kocasıyla
evlenmesi helâl olur mu? diye soruldu da, Peygamber (s.a.);
"Kadın öbür
(yeni) kocanın balcağızından o da kadının balca-ğızından (atmadıkça birinci
kocaya helâl olmaz," buyurdu.[654]
Karısını boşayan kişi
Rifâa b. Semûel el-kurâzî'dir. Ni-tekim Buhârî'nin rivayetinde bu-ıftihr açıkça
belirtiliyor. Karısının ismi ise Temîme el-Kurazîyye'dir. Kadının evlendiği ikinci
erkek, Abdurrahman b. Ez-Zûbeyr (r.a.)'dir. Abdurrahman b.ez-Zûbeyr (r.a.) bu
kadınla evlendikten sonra onunla gerdeğe girip kimsenin kendilerini rahatsız
etmesine imkân kalmayacak şekilde onunla baş başa kaldıktan sonra cinsî
münâsebette bulunmadan onu boşamıştır. Ancak Rasûl-i Ekrem Efendimiz "sen
onun balcağızından o da senin balcağızından tatmadıkça ilk kocana helâl
olmazsın" buyurarak kocasından üç talâkla boşanan bir kadının başka bir
kocayla evlenip de onunla cinsî münâsebette bulunmadıkça ilk kocasına
dönemeyeceğini veciz bir şekilde ifâde etmiştir. Binâenaleyh bu durumda olan
bir kadının ilk kocasıyla tekrar evlenebilmesi için hiç bir art niyet
olmaksızın ikinci bir kocayla evlenmesi ve onunla cinsî münasebette bulunması
gerekir. Böyle bir evlilik gerçekleştikten sonra eşler normal olarak
boşanırlarsa o zaman kadın ilk kocasıyla evlenebilir.
İslâm dini bu şartları
koymakla ilk kocanın karısını boşarken iyi düşünmesini ve birdenbire boşamaya
karar vermesini önlemeyi hedeflemiştir.[655]
1. Üç
talâkla boşanmış olan bir kadın sahîh bir nikahla başka bir kocayla evlenip,
onunla cinsi münâsebette bulunmadıkça ilk kocasına dönemez.
2. Bu
mevzuda Kurtubî şunları söylüyor: Bizim Mâlîki ulemâsına göre bu hadîste geçen
"ikiniz de birbirinizin balçağızınızdan tatmadıkça"
anlamına gelen
ifâdelerden erkeğin kadına uyurken yaklaşmasıyla bu şartın yerine gelmediği
anlaşılır. Çünkü uyuyan kimse uyanık olan kimse kadar cimâın tadını alamaz.
Oysa bu cümle karı kocadan her ikisinin de bu birleşmenin tadını eşit şekilde
almaları gerektiğini ifâde etmektedir.[656]
3. Hafız İbn
Hacer, "Bu hadîs üç talâkla boşanan bir kadının ikinci kocasıyla cinsî
münasebette bulunduktan sonra ondan da boşanmak suretiyle birinci kocasına
dönebileceğine ifâde etmektedir" derken Mâliki ulemâsı kadının ikinci
kocasıyla evlenirken onunla ilk kocasına dönebilmek için bir pazarlığa girmemiş
olmasını, binâenaleyh bu durumda olan bir kadının ilk kocasına dönebilmesi
için, ikinci bir kocayla, ileride boşanıp ilk kocasına dönmesini sağlamak
gayesi olmadan evlenip cinsî münâsebette bulunduktan sonra yine anlaşmasız
olarak boşanmış olmasını şart kılmışlardır. Bu konuda Hanefî ulemâsı da,
"üç talâk ile boşanan bir kadın sahîh bir nikâh ile bir başka erkekle
evlenip onunla cinsî ilişkide bulunmadıkça ve ondan ayrılıp iddeti bitmedikçe
eski kocasına varamaz,[657] demişlerdir.
Hz. Osman'la Zeyd b.
Sabit de bu görüştedirler. Ulemânın ekseriyetine göre eğer kadının ikinci
evliliğinde birinci kocasına dönmesi şart kıh-nırsa bu nikâh fâsid olur. Böyle
bir şart ileri sürülmeden kıyılan nikâh ise, geçerlidir. Söz konusu kadının ilk
kocasına dönebilmesi için fasit bir nikâhla yapacağı ikinci evliliğin, birinci
kocasına dönmesini helâl kılmayacağı mevzuunda ulemâ ittifak etmişlerdir.
Ayrıca ulemâ, bir câriye ile evlendikten sonra onu boşayan bir kimsenin,
ileride ona tekrar sahip olması halinde câriye ikinci bir kocayla normal olarak
evlenip boşanmadıkça onunla cinsî münasebette bulunamayacağında da ittifak
etmişlerdir. Ancak Hz. İbn Abbâs ile Hasan el-Basrî o kimsenin bu cariyeye
sahib olmasıyla câriye ile cinsî münâsebette bulunmasının helâl olacağını
söylemişlerdir.[658]
2310.
...Abdullah b. Mes'ûd (r.a.)'dan; demiştir ki: Ey Allah'ın Rasûlü, en büyük
günah hangisidir? diye sordum da Rasûl-i Ekrem;
"Seni yaratmış
olduğu halde Allah'a şirk koşmalıdır," buyurdu.
Sonra hangisidir?
dedim. (O);
"Seninle beraber
yemesinden korkarak çocuğunu öldürmendir," diye cevâp verdi.
Sonra hangisidir?
dedim.
"Komşunun
helâliyle zina etmendir," buyurdu. Abdullah b. Mes'ûd dedi ki, Yüce Allah
Peygamber (s.a.)'in bu sözünü doğrulamak için şu âyet-i kerîmeyi indirdi;
"Allah'ın hâlis kullan o kimselerdir ki, Allah'la beraber başka bir
tanrıya dua etmezler, Allah'ın (öldürülmesini) haram kıldığı nefsi haksız yere
öldürmezler. Zînâ da etmezler. Her kim de bunları yaparsa ağır cezaya
çarpar."[659]
Günah, faili şer'an
zemme müstehâk olan ma'siyete denir. Dört çeşit günah vardır:
1. Tevbe
etmedikçe afvedilmeyen günah. Bu şirktir.
2. İstiğfar
etmekle ve diğer hasenat ile bağışlanması umulan günahtır. Bunlar küçük
günahlardır.
3. Tevbe ile
de tevbe etmeden de bağışlanması umulan günahlar. Bunlar namaz veya zekât gibi
farizaları terketmekle ve sadece Allah hakkıyla ilgili günahlardır.
4. Sadece
kul hakkıyla ilgili günahlar. Bunlar ya hakkı sahibine iade etmekle veya onunla
helâlleşmekle bağışlanmış olur.
Eğer mazluma hakkı
dünyada verilmezse hak sahibi öbür dünyada Allah huzurunda zâlimden davacı
olacaktır.[660] Nitekim şu hadîs-i şerifte
bu gerçek açıkça ifâde edilmektedir. Rasûlullah (s.a.);
"Müflis kimdir
bilir misiniz?" buyurdu. Ashâb;
Bizce müflis hiçbir
dirhemi ve eşyası olmayan kimsedir, dediler. Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem
Efendimiz şöyle buyurdu;
"Gerçekten benim
ümmetimden müflis, kıyamet gününde namaz, oruç, ve zekâtla gelecek olan
kimsedir. Ama şuna sövmüş, buna zînâ isnadında bulunmuş, şunun malını yemiş,
bunun kanını dökmüş, diğerini de dövmüş olarak gelecek ve buna hasenatından
şunla hasenatından verilecektir. Şayet davası görülmeden hasenatı biterse,
onların günahlarından alınarak bunun üzerine yüklenecek, sonra cehenneme
atılacaktır.”[661]
Mevzûmuzu teşkil eden
Ebû Dâvud hadîsinden anlaşılıyor ki rızık endişesiyle çocuk öldürmek büyük
günâhlar içerisinde şirkten sonra ikinci sırayı almaktadır. Çocuğu rızık
endişesiyle öldürmekse ayrı bir günâhtır. Rızkın Allah'dan geldiğinden gaflet
etmektir.
Bilindiği gibi bir
mü'mini haksızca öldürmek büyük günâhlardandır. Mü'mini öldürmekten doğan
günâhlar içerisinde en ağır olan mü'min bir akrabayı öldürmektir. Mü'min
akrabalardan öldürülmesi en büyük günâh olan da babayı ve anneyi öldürmektir.
Ondan sonra çocuğu öldürmenin günâhı gelir. Bir başka ifâdeyle bir kimsenin
kendi babasını öldürmesinin günâhı çocuğunu öldürmenin günâhından daha
büyüktür. Nasıl ki Allah Teâlâ Hazretleri, "Anne ve babaya öf bile
demeyin."[662]
âyetinin delaletiyle anne ve babayı dövmenin de haram olduğunu ifâde
buyurmuşsa, Rasûl-i Ekrem Efendimiz de, bir kimsenin çocuğunu öldürmesinin en
büyük günâhlardan olduğunu söylemekle babanın da bu hükmün içerisine girdiğini
delâlet yoluyla ifâde buyurmuştur. Çünkü çocuğu öldürmek büyük günâhlardan
olduğu sabit olunca, günâhı ondan daha büyük olan baba katlinin de bu hükme
evleviyetle girdiği rahatça anlaşılır.
"Komşunun
helâlinden murad, karışıdır. Zînâ mutlak surette haram ve büyük günâh olmakla
beraber burada, "komşunun karısı ile" diye kayıtlanması, onunla zînâ
etmenin daha da çirkin ve büyük suç olduğunu göstermek içindir. Bir de komşunun
karısını hassaten zikretmesi, ekseriyetle zînâ, komşular arasında
yapıldığındandır. Zira evlerinin biribirine yakın olması görüşüp buluşmayı
kolaylaştırır.
Hadîs-i şerîfte
komşunun karısı ile yapılan zinanın büyük günâh olarak gösterilmesi komşu
kızı, gelini ve nikâhlısı olmayan herhangi bir komşu kadını ile zina etmenin
hükümden hariç kaldığına delâlet etmez. Çünkü burada "kansı" tâbiri
bir kayd-ı ihtirazı değil, kayd-ı eksendir. Yâni ekseriyetle komşu kadınları
hükümde müsavidirler. Fakat "komşu" ta'bîri bir kayd-ı ihtirâzidir.
Binâenaleyh komşu kadınla yapılan zina komşu olmayan kadınla yapılan zinadan
daha çirkin ve daha büyük suçtur. Çünkü kişi, komşudan sadâkat bekler. O, evde
yokken komşusu onun malını ve ailesini koruyacak, ona her nev'i zararın
gelmesine mâni' olacak, onun gözlerini ardında bırakmayacaktır. Zîrâ komşuya
ikramda ve ihsanda bulunmak hem Allah teâlânın hem de Rasûl-i Zîşânın
emirlerindendir. Bu cihet nazar-ı i'tibâre alınarak bir de kçmşunun karısı ile
zînâ meselesi düşünülürse, onun ne derece çirkin bir fiîl ve büyük bir günâh
olduğu kendiliğinden meydana çıkar.[663]
1. En büyük
günâh Allah'a şirk koşmaktır. Ulema bu görüşte ittifak etmişlerdir. Nitekim;
Lokman oğluna öğüt vererek demişti ki: Yavrum Allah'a ortak koşmak büyük bir
zulümdür."[664] âyet-i
kerîmesi de bu gerçeği ifâde eder. Allah teâlâ ve tekaddes hazretleri diğer bir
âyet-i kerîmesinde de bu gerçeği şöyle ifâde buyuruyor: "Allah kendisine
ortak koşulmasını bağışlamaz. Bundan başkasını dilediğine bağışlar. Allah'a c
lak koşan da gerçekten büyük bir günâh işlemiştir"[665]
2. Fakirlik
korkusuyla çocuğu Öldürmek en büyük günâhlardandır. Büyüklükte küfürden daha
sonra İkinci sırayı aLf. Nitekim Yüce Allah Kur'ân-ı Kerîm'inde şöyle
buyuruyor; "Her kim bir mü'mini kasden öldürürse onun cezası, içinde
ebedî kalmak üzere gideceği cehennemdir. Allah ona gazâb etmiş, la'net etmiş
ve onun için büyük bir azâb hazırlamıştır."[666]
Bu sebeple Hz. tbn
Abbâs bu âyet-i kerîmenin bir mü'mini öldüren kimsenin ebediyyen cehennemde
kalacağına delil teşkil ettiğim söylemiştir. Fakat cumhuru ulemâ ise,
"Allah kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Bundan başkasını
dilediğine bağışlar..."[667]
âyet-i kerîmesine bakarak "Bir müslümanı öldürdüğü için ebedî olarak
cehennemde kalacak olan katilden maksat, onu öldürmenin helâl olduğuna inanarak
bu katli işleyen kimselerdir. Yahut da mü'mini öldüren kimsenin cehennemde
ebediyyen kalması, onun uzun süre cehennemde kalmasından kinayedir,"
demişlerdir.
3.
Komşusunun karısıyla zina etmek en büyük günâhlardandır. Nitekim Rasûl-i Ekrem
Efendimiz; "Bir kimsenin komşu olmayan on kadınla zina etmesi bir komşunun
karısıyla bir defa zina etmesinden günâh i'tibâ-riyle daha hafiftir."
buyurmuştur.[668]
2311. ...Ebu'z-Zûbeyr,
Câbir b. Abdullah’ı şöyle derken işittiğini söylemiştir: "Ensârdan
birisine ait bir câriye olan Müseyke Hz. Peygamber'e gelerek;
Efendim beni zinaya
zorluyor diye şikâyette bulundu. Bunun üzerine Yüce Allah; "...Dünya
hayatının geçici menfaatini elde etmek için, namuslu cariyelerinizi fuhşa
zorlamayın..."[669]
âyet-i kerîmesini indirdi.[670]
Bu hadîs-i şerîf
Müslim'in sahihinde şu manaya gelen lafızlarla rivayet edilmiştir: Abdullah b.
Übey b. Selûl'ün Müseyke denilen bir cariyesi vardı. Ümeyme denilen başka bir
cariyesi daha vardı. İbn Selûl bunları zinaya zorladı. Onlar da bunu Peygamber
(s.a.)'e şikâyet ettiler, bunun üzerine Allah:
"Cariyelerinizi
fuhşa zorlamayın." âyet-i kerimesini "gafurdur, rahîmdir" Kavl-i
kerîmine kadar inzal buyurdu.
Âyet-i kerîmede geçen
"namuslu cariyeleriniz" kaydı ihtirazı değildir. Bu bakımdan âyet-i
kerîmeden namuslu olmayan cariyeleri fuhşa zorlamakta bir sakmca bulunmadığı
manası çıkarılamaz. Buradaki kayıt kayd-ı vukûîdir. Binâenaleyh bu kayıt
cariyelerin ekseriyyetinin iffetli oluşundan dolayı getirilmiştir. Binâenaleyh
âyet-i kerîmeden maksat "kadın iffetli olsun, olmasın zorla zina
ettirilmesinin haram olduğunu beyândır."[671]
2312.
...Mu'temir b. Süleyman'ın babası (Süleyman)'dan; demiştir ki: Sâd b.
Ebi'l-Hasen, "Kim onlan (fuhşa) zorlarsa, şüphesiz (Allah) fuhşa zorlanmalarından
sonra (o kadınlara karşı) bağışlayıcı, esirgeyicidir."[672]
âyet-i kerîmesini, "Allah o, (fuhşa) zorlanan cariyeleri
bağışlayıcıdır" diye açıkladı.[673]
Sâid b. Ebi'l-Hasen Hasen
el-Basrî'nin kardeşidir ve Hz.Ali, İbn Abbâs, Ebû Hureyre, Abdurrahman b.
Semûre ve daha pekçok sahâbiden hadîs rivayet etmiş, kendisinden de, kardeşi
Hasen el-Basrî, Katâde ve mevzûmuzu teşkil eden hadîsin râvilerinden Süleyman
et-teymî, Hâlid el-Hazzâ ve İbn Avn gibi kimseler hadîs rivayet etmiştir. Nesâî
ve Ebu Zür'â onun güvenilir bir râvî olduğunu söylemiştir, îbn Hıbbân da onu
es-Sıkat (güvenilir râvîler) arasında zikretmiştir, el-Iclî'ye göre bu zât
tabiînden güvenilir bir râvîdir. Nevevî Takrîb isimli eserinde onun güvenilir
bir râvi olduğunu söylemiştir. Fâris'te hicretin yüzüncü senesinde vefat
etmiştir. Sâid b. Ebi'l-Hasen'e göre Nûr suresinin 33. âyeti dünyalık menfâat
te'mîni için cariyelerini zinaya zorlayan kimselerin bu zinanın günâhını
yükleneceği ifâde edilmektedir. Çünkü cariyeler bu günâhı irâdeleri dışında
işlemişlerdir.[674]
[1] el-Bakara (2) 229.
[2] Muvatta, talak 80; Tirmizi, talak 16.
[3] Karaman H., Mukayeseli İslam Hukuku, I, 292.
[4] bk. en-Nisa (4), 19.
[5] bk. en-Nisa (4), 35.
[6] en-Nisa (4), 34.
[7] Aclûnî, Keşfu'1-Hafâ, I, 304.
[8] bk. 2178 no'lu hadis.
[9] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/333-336.
[10] Ahmet b. Hanbel, II, 397; V, 352, 355; Ebû Dâvud, edeb
126; Hakim, Müstedrek, II, 196.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/336.
[11] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/336-337.
[12] Buharî, nikâh 53, buyu' 58, şurût 8; Müslim, nikâh 38,
39, 51, 52; Muvatta, Kader 7; Ahmed b. Hanbel, II, 238, 311, 410, 489, 508,
516; Tirmizî, talâk 14; Nesâî, nikâh 20, buyu’ 19, 21.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/337.
[13] İbn Hacer, Fethu’l-Bâri, XI, 127.
[14] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/337-338.
[15] Beyhaki, es-Sünenü'1-kübrâ, VII, 322; Hâkim,
Müstedrek, II, 196.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/338-339.
[16] Ibn Mâce, nikâh 1; beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, VII,
322; Hakim, Müstedrek, II, 196.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/339.
[17] bk. İbnu'l-Hümâm, Fethü'l-Kâdir, III, 22.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/339.
[18] Buhari, talak 1, 3, 44, 45, tefsir, ahkam 13; Müslim,
talak 1,14; Nesâî, talak .13, 15, 19; tbn Mace, talak 1,3; Darimî, talak 1, 2; Muvatta,
talak 53; Ahmed b. Hanbel, I, 4; II, 26, 43, 51, 54, 58, 61, 63, 64, 74, 78,
80, 128, 130, 146; III, 386.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/340.
[19] bk. îbn Mace, talak 2; Nesaî, talak 2.
[20] A. Davudoğlu, tbn Abidin tercüme ve şerhi, VI, 153.
[21] Nesâî, talak 3.
[22] İbn Abidin tercüme ve şerhi, VI, 158.
[23] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/340-342.
[24] Aynî, el-Binâye, IV, 384.
[25] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/342-343.
[26] Müslim, talak 1.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/343.
[27] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/344.
[28] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/344.
[29] Buharî, talak 1, 3, 44, 45; ahkam 13; Müslim, talak,
I, 14; Nesâî, talak 13, 5, 19; İbn Mâce, talak 1,3; Dârimî, talak, 1, 2;
Muvatta', talak 53; Ahmed b. Hanbel, I, 4; II, 26, 43, 51. 54, 58, 61, 63, 64,
74, 78, 80, 128, 130, 146; III, 386.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/344-345.
[30] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/345.
[31] et-Talak (66),
1.
[32] A. Davudoglu, Sahih-İ Müslim Tercüme ve Şerhi, VII,
437.
[33] A. Davudoğlu, Sahih-i Müslim tercüme ve şerhi, IV,
439.
[34] el-Bakara (2), 228.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/345-346.
[35] Buharî, talak 1, 3; 44, 45; ahkâm 13; Müslim, talak 1,
14; Nesâî, talak 1, 3, 5, 19; ibn Mâce, talak 1, 3; Darimî, talak, 1, 2;
Muvatta', talak, 53; Ahmed b. Hanbe% I, 4; II, 26, 43, 51, 54, 58, 61, 63, 64,
74, 78, 80, 128, 130, 146; III, 386.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/346-347.
[36] İbn Hacer, FethuM-Bâri, XI, 262.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/347.
[37] Sadece Ebû Dâvud rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/347-348.
[38] Müslim, talak 1.
[39] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/348.
[40] Buharı, talak 2,3, 45; Müslim, redâ' 74, 76, 78, talak
9, 11, 12; Tirmizî, talak 1; Nesaî, talak 5, 76; İbn Mâce, talak 2; Ahmed b.
Hanbel, I, 44.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/348-349.
[41] Müslim, reda' 78, talak 11; Ahmed b. Hanbel, I, 44.
[42] A. Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, VII,
435.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/349.
[43] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/349-350.
[44] et-Talak (66), 1.
[45] Müslim, talak 14; nesaî, talak 1; el-Fethü'r-rabbanî,
XVII, 6.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/350-352.
[46] İbn Hacer, Fethü'1-Bârî XI, 269; (Hadisi Said b.
Mansur Sünen'inde de rivayet etmiştir.)
[47] İbn Hazm, el-Muhalla X, 163.
[48] et-Talak (66), 1.
[49] el-Bakara (2), 229.
[50] Bu hadisin tahkiki İçin bk. Müslim, talak 14; Nesaî,
talak 1.
[51] İbn Kudame, Mugnî, VII, 97.
[52] Müslim, talak 11.
[53] Buharî, talak 2.
[54] Beyhakî, es-Sünenü'l-Kübra, VII, 331.
[55] Beyhakî, es-Sünenü'l-Kübra, VII, 326.
[56] Beyhakî, es-Şünenü'l-Kübra, VII, 330.
[57] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/352-354.
[58] Ibn Mâce, talak 5.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/354-355.
[59] et-Talak (66), 2.
[60] el-Bakara (2), 228.
[61] et-Talak (66), 2.
[62] el-Bakara (2), 228.
[63] bk. 2088 numaralı hadis.
[64] bk. İbn Rüsd, Bidâyetü'l-Müctehid, II, 113, 114 (trc.
A. Meylânî).
[65] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/355-358.
[66] Nesâî, talak 19: İbn Mâce, talak 32;
el-Fethü'r-rabbânî, XVII, 12.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/358-359.
[67] Hattâbî, Meâlimü’s-Sünen, III, 23.
[68] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/359.
[69] Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
[70] bk. Nesâî, talak 19; îbn Mâce, talak 32.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/359-360.
[71] Bidâyetü'l-Müctehid, II, 82-83 (Trc. A. Meylanî).
[72] İbn Mâce, talak 32; Nesâî talak 19.
[73] Neylü-1-evtar VII, 25.
[74] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/360-362.
[75] Tirmizî, talak 7; İbn Mâce, talak 30; Dârimî, talak
17-18; Muvatta talak 69, 91; Ahmed b. Hanbel VI, 117.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/362.
[76] Tirmizî, talak 7.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/362-363.
[77] Fethü'l-Kadir III, 43.
[78] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/363.
[79] Tirmizî, talak 6; îbn Mace, talak 17; Ahmed b. Hanbel,
II, 190; Beyhaki, es-Simenü'l-kiibra, VII, 318; Hakim, Müstedrek, II, 205.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/364.
[80] el-Fethü'r-rabbânî, XVII, 11.
[81] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/364.
[82] Zeylaî, Nasbu'r-râye, II, 233.
[83] Darekutnî, Sünen, IV, 16.
[84] Zeylâî, Nasbü'r-râye, III, 231.
[85] Darekutnî, Sünen, IV, 35-36.
[86] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/364-366.
[87] Tirmizî, talak 6; İbn Mâce, talak 17; Ahmed b. Hanbel
II, 190; Darekutnî, Sünen, IV, 15.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 8/366-367.
[88] Müriâvi, Feyzü'l-Kadir VI, 118, {hadis No: 8641).
[89] Hattabî, Meâlimü's-sünen, III, 242.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/367.
[90] el-Maide (5), 89.
[91] Münavî, Feyzü'l-Kadir, VI, 118.
[92] Kâsânî, Bedâyiü's-Sanâyi, III, 17.
[93] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/368.
[94] Tirmizî, talak 6; îbn Mâce, talak 17; Ahmed b. Hanbel,
II, 190.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 8/369.
[95] bk. 3289 no'lu hadis.
[96] M.Zihnî, Nimeti İslam 553.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 8/369.
[97] İbn Mace, talak 16; Ahmed b. Hanbel, II, 276; Beyhakî,
es-Sünenii'1-kübra, VII, 357; Hakim, Müstedrek, II, 198.
[98] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/370.
[99] İbn Hacer, Fethü'1-Bâri, XI, 306.
[100] İbnu'l-Kayyim, Zadü'1-meâd, IV, 42.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 8/370-371.
[101] Îbnu'l-Kayyim, Zâdül-meâd IV, 41; İbnu'l-Hümam,
Fethü'l-Kadir, III, 38; Kâmil Miras, Tecrid-i Sarih Tercümesi; XI, 465.
[102] İbn Mace, talak 16.
[103] en-Nahl (16), 106.
[104] et-Talak (66), 1.
[105] İbnu'l-Hümam, Fethü'l-Kadir, II, 39, Zeylaî,
Nasbü'r-râye, II, 222.
[106] İbn Kudame Muğnî, VII, 120.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 8/371-372.
[107] Tirmizîğ, talak 9; İbn Mâce, mukaddime 7, talak 13.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 8/373.
[108] Mecmeu'z-zevâid, IV, 335.
[109] el-Bakara (2), 227.
[110] Seharenfuri, Bezlü'l-mechud, X, 285.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 8/373-374.
[111] el-Bakara (2), 228.
[112] el-Bakara (2), 229.
[113] Nesâî, talak 75.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 8/374-375.
[114] el-Ahzâb (33), 49.
[115] Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmil Kur'an, III, 118.
[116] el-Bakara (2), 229.
[117] Tirmizî, talak 16; Taberî, Cami'ül-beyan, II, 456.
[118] îbn Kesir, Tefsir, I, 371.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 8/375-376.
[119] Ahmed b. Hanbel, I, 265; Beyhakî, es-Sünenü'1-kübra, VII, 339.
[120] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/376-378.
[121] el-Bakara (2) 229-230.
[122] bk. 2199 numaralı hadis.
[123] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/378-380.
[124] et-Talak (66), 2.
[125] et-Talak (66), 1.
[126] Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
[127] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/380-382.
[128] et-Talak (66), 1.
[129] M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, VII, 5051.
[130] îkinci haber için bk. Darekutnî, Sünen, IV, 13-14,
430; Beyhakî, es-Sünenü'1-kübra, VII, 337;
Üçüncü haber için bk.
Darekutnî, Sünen, IV, 13-14.
Dördüncü haber için bk.
Beyhakî, es-Sünenü'1-kübra, VII, 337.
Beşinci ve altıncı haberler için bk. Beyhakî, es-Sünenü'1-kübra, VII, 337.
[131] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/383-384.
[132] Muvatta, talak 37.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/384-385.
[133] Muvatta, talak 37.
[134] Muvatta, talak 38.
[135] Tekmiletu’l-Menhel, IV, 133.
[136] Buhari, büyü' 79; Müslim, müsâkât 86, 102, 105; Nesâî,
buyu' 50; îbn Mace, ticâret 49; Darimî, buyu' 43; Ahmed b. Hanbel, V, 200-202,
204, 206, 208, 209.
[137] Müslim, müsâkâk 103.
[138] Selamet yollan, III 77 (Trc. A.. Davudoğlu)
[139] a.g.e. s. 78.
[140] Hakim, Müstedrek, II, 42-43.
[141] Avnü'l-mâbud, VI, 272.
[142] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/385-388.
[143] Sadece Ebû Dâvud rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/388-389.
[144] el-Fethü'r-rabbânî, XVII, 7.
[145] bk. 2200 numaralı hadis-i şerif.
[146] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/389.
[147] Nevevî, Şerhü Müslim, X, 70-71.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/389.
[148] Müslim, talak 16; Nesâî, talak 8.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/390.
[149] Müslim, talak 15; el-Fethü'r-rabbâni, XVII, 336.
[150] İbnu'l-Kayim, I'lamü'l-muvakkiîn, III, 49.
[151] el-Bakara (2), 229.
[152] Mecmeü'z-zevâ'id, IV, 339; Beyhakî, es-Sünenü'1-kübra,
VII, 257.
[153] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/390-393.
[154] Buhârî, Bedüt-vahyl, iman 41, nikah 5, talak 11;
menakîbü'I-ensar 45, ıtk 6, hiyell 1; Müslim, imâre 155; Tirmizî, cihad 16;
Nesâî, tahâre 59, talak 24, eymân 19; İbn Mâce, zühd 26; Ahmed b. Hanbel, I,
25, 43.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 8/393.
[155] Nevevî, Şerhü'l-Müslim, XIII, 54.
[156] bk. 2481 numaralı hadis.
[157] Aynı, Umdetu'1-Kâri, I, 28.
[158] Mecmeu'z-zevâid, I, 61.
[159] Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, IX, 118.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 8/394-395.
[160] el-Bakara (2), 228.
[161] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/396-398.
[162] Buhârî, meğâzî 79; Müslim, tevbe 53; Tirmizî, tefsir
sûre (9), 17; Nesaî, talak 18, 33; Ahmed b. Hanbel, III, 458.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/398.
[163] Müslim, tevbe 53.
[164] et-Tevbe, (9), 117.
[165] Tirmizî, tefsir sure (9), 17.
[166] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/399-400.
[167] Ö.Nasuhî Bilmen, Hukuk-i Islamiyye, II, 188-189.
[168] es-Şuara (26), 4.
[169] er-Rahman (55), 27.
[170] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/400-402.
[171] Buharî, talak 5; Müslim, talak 26-30, reda 91, 95;
Tirmizî, talak 4; Nesaî, nikah 2,22; İbn Mâce, talak 20; Dârimî, talak 5; Ahmed
b. Hanbel, VI, 45, 47, 48, 153, 171, 173,
185, 202, 205, 239, 240, 248, 264, 274.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 8/402.
[172] Müslim, talak 27.
[173] eI-Fethü'r-rabbânî, XVII, 8.
[174] el-Ahzâb (33), 28-29.
[175] Müslim, talak 29.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 8/403-404.
[176] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/404-405.
[177] Tirmizî, talak 3; Nesaî, talak II, Beyhakî,
es-Sünenü’I-kübra, VII, 349.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 8/405-406.
[178] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/406-407.
[179] Tirmizî, talak 3.
[180] ÖN. Bilmen, Hukuku İslamiye ve Istılahat-ı Fıkhıyye
Kamusu, XXV, 258-260.
[181] Muvatta, talak 12.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 8/407-408.
[182] Sadece Ebû Dâvud rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 8/409.
[183] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/409.
[184] Tirmizî, talak 2; İbn Mâce, talak 19.
[185] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/410-411.
[186] Dârekutnî, Sünen, IV, 33; Hâkim, el-Müstedrek, II,
199; Dârekutnî, Sünen, IV, 33.
[187] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/411.
[188] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/411-412.
[189] Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, VII, 342.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 8/412.
[190] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/412.
[191] Tirmizî, talak 2; ibn Mâce, talak 19.
[192] bk. 2196 no'lu hadis.
[193] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/412-413.
[194] Hakîm, el-Müstedrek, II, 199.
[195] Tekmiletu'l-Menhel, IV, 157.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 8/413-414.
[196] Nesâî, talak
10.
[197] el-Münteka Şerhü'l-Muvatta Ii'l-Bâci, IV, 6-7.
[198] Tirmizî, talak 2.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 8/414-415.
[199] Buharı, eymân 15, talak II; Müslim, iman 201, 202;
rü'ya 15; Tirmizî, talak 8, tefsir sure (2) 37; İbn Mâce, talak 14; Ahmed b.
Hanbel, I, 255, 393, 425, 474, 481, 491.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 8/416.
[200] A. Hamdi Aksekili, Ahlak Dersleri, 53.
[201] Hasan Hüsnü Erdem, İlâhi hadisler, 33.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 8/416-417.
[202] el-Bakara (2), 286.
[203] İbn Kudame, el-Muğni, VII, 241.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 8/417-418.
[204] Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, VII, 366.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 8/419.
[205] İbn Hacer, Fethül-Bari XI, 305.
[206] Bilmen Ö. N., Hukuku İslâmiyye, II, 310.
[207] İbn Hacer, Fethü'l-Bâri, XI, 305.
[208] İbn Hacer, Fethü'l-Bâri, XI, 305.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 8/419-420.
[209] Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/420.
[210] Beyhakî, es-Sünenü'1-kübrâ, VII, 366.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/421.
[211] İbn Hacer, Fethü'1-Bâri, XI, 305.
[212] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/421.
[213] Buharî, enbiya 8, nikâh 12; Müslim, fedail 154;
Tirmizî, tefsir sure (21); Ahmed b. Hanbel, II, 403.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/422-423.
[214] el-Enbiya (21), 51.
[215] el-En'âm (6), 76-79.
[216] el-En'âm (6), 80-86.
[217] Meryem (19) 42, 49.
[218] es-Şuara (26), 75,77.
[219] es-Şuâra (26), 78, 81.
[220] el-Bakara (2), 258.
[221] el-Enbiya
(21), 57.
[222] el-Enbiya
(21), 58.
[223] el-Enbiya
(21), 66.
[224] el-Enbiya (21), 68, 70.
[225] Buharî, buyu'
100; Tecrid-i Sarih Tercemesi, Hadis no: 1017.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/423-429.
[226] Nevevî, Şerhu Müslim, XV, 124.
[227] Nahl (14), 106.
[228] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/429-430.
[229] İbn Mâce, talak 25; Tirmizî, talak 20; Ahmed b.
Hanbel, VI, 411; Darimî, talak 9.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 8/431-433.
[230] Ö.N.Bilmen, Hukuk-i Islamiyye ve Istılahat-i Fıkhıyye
Kamusu, II, 310, 312.
[231] el-Mücâdele (58), 3,4.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 8/433.
[232] en-Nisâ (4), 92.
[233] Tirmizî, talak 20.
[234] İbn Kudame, Mugnl, III, 58.
[235] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/433-435.
[236] el-Mücadele (58),
1.
[237] Ahmed b. Hanbel, VI, 410; Beyhaki es-Sünenü'1-kübrâ,
VII, 391.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/435-436.
[238] el-Mücadele (58), 1,4.
[239] bk. 2215 numaralı hadis.
[240] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/436-438.
[241] Ahmed b. Hanbei, VI, 410; Beyhaki, es-Sünenü'1-kübrâ, VII, 392.
[242] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/438.
[243] Tirmizî, talak 20.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/438.
[244] Tirmizî, talak 20.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/439.
[245] Tirmizî, talak 20.
[246] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/439.
[247] Beyhaki, es-Sünenü'1-kübrâ, VII, 391.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/439-440.
[248] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/440.
[249] Beyhakî, es-Sünenü'1-kübrâ, VII, 392.
[250] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/440-441.
[251] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/441.
[252] Beyhakî, es-Sünenii'1-kübrâ, VII, 382; Hakîm,
el-Müstedrek, II, 481.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/441-442.
[253] el-Mücâdele (58), 3-4.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/442.
[254] Hakim, el-Müstedrek, II, 481; Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ,
VII, 382.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/442.
[255] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/443.
[256] Nesâî, talak 33.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/443.
[257] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/443-444.
[258] Tirmizî, talak 19.
[259] Tirmizî, talak 19.
[260] el-Mücâdele (58), 3.
[261] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/444.
[262] Sadece Ebû Dâvud rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/445.
[263] Sadece Ebû Dâvud rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/445.
[264] Sadece Ebû Dâvud rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/445.
[265] Sadece Ebû Dâvud rivayet etmiştir.
[266] Nesaî, talak 33; Tirmizî, talak 19; Îbn Mâce, talak
26, Hâkim el-Müstedrek, II, 204.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/446.
[267] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/446-447.
[268] et-Tahrim (66) 1-2.
[269] İbn Kudame, Muğnî, VII, 342, 344.
[270] el-Mücâdele (58), 3-4.
[271] Tirmizî, talak 19; Nesaî, talak 33; İbn Mâce, talak
26.
[272] el-Mücâdele (58), 2.
[273] et-Tahrim (66), 1-2.
[274] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/447-450.
[275] İbn Mâce, talak 21; Tirmizî, talak 11; Dârimî, talak
6; Beyhakî, es-Sünenü'1-kübrâ, VII, 316; Hakim, el-Müstedrek, II, 200.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/451.
[276] Ö.N. Bilmen, Istılâhat-ı Fıkhiyye, II, 270.
[277] el-Bakara (2), 229.
[278] Buharî, talak 12; Nesâî, talak 34.
[279] en-Nisâ (4), 35.
[280] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/451-452.
[281] Nesâî, talak 34; Ibn Mâce, talak 22; Muvatta, talak
31; Beyhakî, es-Sünenü'1-kübrâ, VII, 312.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/453.
[282] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/454.
[283] el-Bakara (2), 229.
[284] en-Nisa (4), 4.
[285] Muvatta, talak 32.
[286] Zeyâî, Nasbu’r-râye, III, 344.
[287] en-Nisa (4), 20.
[288] Zeylaî, Nasbu'r-râye, III, 344.
[289] el-Bakara (2), 229.
[290] el-Bakara (2), 229.
[291] el-Bakara (2), 230.
[292] Darekutnî, Sünen, IV, 46; Beyhakî, es-Sünenü'1-kübrâ, VII, 316.
[293] Zeyiaî, Nasbu'r-râye, III, 243.
[294] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/454-456.
[295] Beyhakî, es-Sünenü'1-kübrâ, VII, 315.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/456-457.
[296] Buharı, talak
12; Nesaî, talak 34; îbn Mace, talak 22.
[297] İbn Mace, talak 22.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/457-458.
[298] el-Bakara (2), 229.
[299] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/458-459.
[300] Tirmizi, talak 10; Muvatta, talak 32-33; Hakim,
el-Müstedrek, II, 206.
[301] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/459-460.
[302] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/460.
[303] el-Bakara (2), 229.
[304] el-Bakara (2), 229.
[305] el-Bakara (2), 229.
[306] Buhari, talak
12.
[307] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/460-461.
[308] Sadece Ebû Dâvud rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/461.
[309] İbnu'ly-Kayyim,
İ'lâmü'l-muvakkiîn, III, 218-219.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 8/461.
[310] Hatib Bağdâdî'nin tertibine göre Sünen-i Ebü Davud'un
14. cüzti buradan başlanmaktadır.
[311] Buhârî, talak 16; Tirmizî, reda 7; İbn Mâce, talak 29.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/462-463.
[312] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/463.
[313] Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/463.
[314] Buharı, talak 16; Tirmizî, reda' 7; İbn Mâce, talak
29; Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, VII, 451.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/464.
[315] İbn Mâce, talak 29.
[316] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/464.
[317] Müslim, ıtk 9: Tirmizî, redâ 7; Nesaî, talak 31.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/464-465.
[318] Nesâî, talak 31.
[319] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/465-466.
[320] Müslüm, ıtk 9; Nesaî, talak 31.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/466.
[321] İbn Hacer, Fethii'1-Bâri, XI, 329.
[322] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/466.
[323] Buhari, ta lak 16; Tirmizî, reda' 7; Nesaî, talak 30;
İbn Mâce, talak 29.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/467.
[324] Beyhakî, es-Sünenü'I-kübra, VII, 223.
[325] Aynî, Umdetu'l-Kâri, II, 267.
[326] Nevevî, Şerhü'l-Müslim, X, 141.
[327] İbn Hacer, Fethü'1-Bâri, XI, 331.
[328] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/467-468.
[329] Tirmizî, reda' 7: Muvatta, talak 26; Ahmed b. Hanbel IV, 65; V, 78.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/469.
[330] İbn Hacer, Fethü'l-Bâri, XI, 330.
[331] Tirmizî, reda' 7; Muvatta, talak 26; Ahmed b. Hanbel, IV, 65; V, 78.
[332] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/469-470.
[333] Nesâî, talak 28, İbn Mâce, ıtk 10.
[334] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/470-471.
[335] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/471.
[336] Tirmizî, nikah 43.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/472.
[337] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/472.
[338] İbn Mâce, nikâh 60.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/472-473.
[339] Mübârekfurî, Tuhfetu'l-ahvezi, IV, 296.
[340] el-Fethü'r-rabbânî, XVI, 202. Hattabî'den naklen.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/473-474.
[341] Tirmizî, nikah 43; Ibn Mâce, nikah 60.
[342] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/475.
[343] el-Mümtehine (60), 10.
[344] Mecmeu'z-zevaid, IX, 213.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/476.
[345] el-Bakara (2), 221.
[346] Tirmizî, reda' 43; el-Fethu'r-rabbanî, XVI, 201.
[347] el-Fethu'r-rabbanî, XVI, 202.
[348] tirmizî, reda' 43.
[349] İbn Hacer, Fethü'1-Bâri, XI, 343.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/476-477.
[350] Ibn Mâce, nikah 40; Beyhakî, es-Sünenü'I-kübra, VII,
183.
[351] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/478.
[352] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/479.
[353] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/479.
[354] Beyhakî, es-Sünenü'1-kübra, VII, 183.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/479-480.
[355] el-Fethu’r-rabbanî, XVI, 199; Hakim, Müstedrek, II,
193; Beyhakî, es-Siinenü'1-kübra, VII,
181.
[356] en-Nisâ (4), 3.
[357] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/480.
[358] İbn Mâce, nikah 39; Tirmizî, nikah 34; Ahmed b.
Hanbel, IV, 232.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 8/480-481.
[359] en-Nisâ (4), 23.
[360] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/481.
[361] Nesâî, talak 52; İbn Mâce, ahkâm 22.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 8/482-483.
[362] en-Nisa (4),
141.
[363] İbn Mâce, ahkam 22.
[364] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/483.
[365] Sâd (38), 78.
[366] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/484.
[367] Buharı, Salât 44, tefsir sûre 24 talak 29, ahkâm 18;
Müslim, liân 1, 3; Nesâî, talâk 7; İbn Mâce, talâk 27; Dârimî, nikâh 39;
Muvatta, talâk 34; Ahmed b. Hanbel, I, 265; V, 331.
[368] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/484-486.
[369] en-Nûr (24), 6-9.
[370] Davudoğlu, A. Sahîh-i Müslim Tercüme ve Şerhi, VII,
517-518.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 8/486-487.
[371] Nevevî, Şerhu Müslim, X, 21.
[372] Bk. Davudoğlu, A. Sahîh-i Müslim Tercüme ve Şerhi,
VII, 523-524.
[373] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/487-490.
[374] Ahmed b. Hanbel, V, 335.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/490.
[375] Nesâî, talâk 36.
[376] el-Fethu'r-rabbanî, XVII, 31.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/490-491.
[377] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/491.
[378] bk. İbn Hacer, Fethü'1-Bâri, XI, 370.
[379] bk. 2273 numaralı hadîs.
[380] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/491-492.
[381] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/492.
[382] Buharı, tefsir sûre (24), talâk 30, hudûd 43, i'tisam
5; Ibn Mâce, talâk 27; Ahmed b. Hanbel, V, 334.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/492.
[383] bk. Nesâî, talâk 37.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/492-493.
[384] Buhârî, tefsir sûre (24).
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/492-493.
[385] Beyhakî, es-Sünenü'l-kübra, VII, 401.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/493-494.
[386] bk. Miras Kâmil, Tecrid-i Sarili Tercümesi, XI, 159-160.
[387] bk. İbn Hacer, Fethü'l-Bâri, XI, 369.
[388] İbn Kudâme, Muğni, VII, 412.
[389] Aynî, el-Binâye, IV, 740-743.
[390] İ'lâü's-sünen, II, 240.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/494-496.
[391] Beyhakî, es-Sünenü'l-kübra, VII, 401.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/496-497.
[392] bk. Dârekutnî, Sünen, III, 275.
[393] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/497.
[394] Buhârî, tefsîr sûre (23), 2.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/497-498.
[395] bk. Aynî, Umdet-ül-kârî, XIX, 77.
[396] bk. Nevevî, Şerhu Sahîh-i Müslim, X, 123.
[397] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/498-499.
[398] en-Nûr (24), 6.
[399] Müslim, liân
10; İbn Mâce, talâk 27.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/499-501.
[400] en-Nûr, (24),
4.
[401] en-Nûr, (24),
8-9.
[402] en-Nûr, (24),
8-9.
[403] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/501-502.
[404] en-Nûr, (24), 6.
[405] Buhârî, tefsîr Sûre (24), 1, 3; Tirmizî, tefsîr Sûre
(24), 3; îbn Mâce, talâk 27; Ahmec b. Hanbel, I, 239; V, 294.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/502-504.
[406] en-Nûr (24), 4-5.
[407] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/504-505.
[408] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/505.
[409] Nesâî, talâk 40.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/505.
[410] bk. el-thtiyâr Tercümesi, s. 233.
[411] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/506.
[412] en-Nûr, (24), 6-7.
[413] Ahmed b. Hanbel, I, 239; Beyhakî, es-Sünenü'1-kübra,
VII, 409; Tayalisi, Müsned, s. 347; Hakim, el-Müstedrek, II, 202.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/506-509.
[414] et-Tevbe (9),
118.
[415] bk. İbn Hacer, Fethü'1-Bâri, XI, 378.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/509-510.
[416] en-Nûr, (24), 8.
[417] en-Nûr, (24), 2.
[418] M. Zihnî Efendi, Nî'met-i İslâm, II, 223.
[419] Buhârî, talâk 31.
[420] bk. Eş-Şeyh Ahmed, eş-Şerhu'l-kebîr, II, 459.
[421] en-Nûr (24), 6.
[422] İbn Kayyim, Zadu'i-Meâd, IV, 95.
[423] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/511-514.
[424] Bühârî, talâk, 3, 53; Müslim, liân 5; Nesâî, talâk 44;
Ahmed b. Hanbel, II, 11.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 8/514-515.
[425] en-Nûr, (24), 6.
[426] bk. Nevevî, Şerh-u Müslim, II, 105-126.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 8/515.
[427] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/515.
[428] Buhârî, talâk 33, 53; Nesâî, talâk 41; Ahmed b.
Hanbel, II, 11.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/516.
[429] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/516.
[430] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/516-517.
[431] Buhârî, nikâh 36, talâk 35, ferâiz 17; Müslim, liân 8:
Tirmizî, talâk 22; Nesâî, talâk 45; Ibn Mâce, talâk 47; Dârimî, nikâh 39;
Muvatta, talâk 35; akdiye 21; Ahmed b. Hanbel, II, 38, 64, 71, 126.
[432] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/517.
[433] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/518-519.
[434] Buhârî, talâk 26, hudûd 41, I'tisâm 12; Müslim, Hân
18, 20; Tirmizî, velâ 4; Nesâî; talâk 46; îbn Mâce, nikâh 58; Ahmed b. Hanbel,
II, 233, 237, 239, 279.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/519-520.
[435] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/520.
[436] Ta'riz hakkında bilgi için bir numara sonra gelecek
olan hadîsin şerhine bakılabilir.
[437] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/520-521.
[438] Müslim, Hân 19.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/521.
[439] bk. Tâhir Olgun, Edebiyat Lügati, 161.
[440] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/521-522.
[441] Müslim, Hân 20.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/522.
[442] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/522-523.
[443] Nesâî, talâk 47; İbn.Mâce, ferâiz 13.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/523.
[444] Mecmeu'z-zevâid, V, 15; el-Fethu'r-rabbanî, XVII, 42,
Ahmed b. Hanbel, III, 440.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/524.
[445] Ahmed b. Hanbel, I, 362.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/524-525.
[446] bk.el-Fethu'r-rabbanî, XVII, 18.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/525.
[447] İbn Mâce, ferâiz 14; Dârimî, ferâiz 45; Ahmed b.
Hanbel, III, 181, 219.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/525-527.
[448] el-Azîmâbâdî, Avhü'I-Ma'bûd, VI, 357.
[449] el-İhtiyâf Tercümesi, 255.
[450] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/527.
[451] Sadece Ebû Dâvud rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/527-528.
[452] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/528.
[453] Buhari, feraiz 5; Nevevi, Şerhu Müslim, II, 52;
el-Mubarekfuri, Tuhfetü’l-ahvezi, III, 180.
[454] Bk. 2907 numaralı hadis.
[455] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/528-529.
[456] Buhârî, ferâiz, 31; Müslim, reda' 39; Tirmizî, velâ 5;
Nesâî, talâk 51; İbn Mâce, ahkâm 21; Ahmed b. Hanbel, VI, 86, 226.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/7-8.
[457] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/8.
[458] Buhâri, ferâiz 31; Müslim, redâ 38; Nesâî, nikâh 51.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 9/8-9.
[459] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/9-10.
[460] el-İsrâ (17), 36.
[461] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/10-11.
[462] Nesâî, talâk 50; el-Fethu'r-rabbani, XVII, 38.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/11-12.
[463] İbn Mâce, ahkâm 1.
[464] Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/12.
[465] Nesâî, talâk 50; İbn Mâce, ahkâm 20; Ahmed b. Hanbel,
IV, 373.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 9/13.
[466] Nesâî, talâk 50.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 9/13-14.
[467] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/14.
[468] Usûl hakkında ayrıntılı bilgi için 2267 numaralı
hadise bakılabilir.
[469] Günümüzde ilmî metodlarla çocuğun nesebini tayîn etmek
bir mesele olmaktan çıkmış ve dolayısıyla bu mesele kesin bir şekilde
halledilmiştir.
[470] Şevkânî, Neylu'l-evtâr, VI, 316-317.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 9/15-16.
[471] Buhârî, nikah 36.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 9/17-19.
[472] en-Nisa (4), 25.
[473] bk. Darekutnî, Sünen, III, 218.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 9/19.
[474] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/19-20.
[475] Buharı, vesâyâ 4; büyü 3, 10; meğâzî 53; ferâiz 18,
28; hudûd 23; ahkâm 29; Müslim, veda, 36, 38; Tirmizî, redâ 8; vesâya 5; Nesâî,
Talak 48; İbn Mâce, nikâh 59; vesâya 6: Darîmî, nikâh 41; ferâiz 45; Muvatta,
akdiye 20; Ahmed b. Hanbel I, 59, 65, 104; IV,
186, 187, 238, 239; V, 267, 326;
VI, 129, 200, 237, 247.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 9/20-21.
[476] Ahmet b. Hanbel, I, 193,
[477] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/21-22.
[478] Nevevî, Şerhu Müslim, X, 37.
[479] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/22-23.
[480] Sadece Ebû Dâvud rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/24.
[481] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/24.
[482] el-Fethu'r-rabbânî, XVII, 36.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 9/24-26.
[483] en-Nisâ (4) 25.
[484] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/26.
[485] Ahmed b. Hanbel, II, 182; Beyhakî, es-Sünenü'1-kübrâ',
VIII, 4; Hakim, el-Müstedrek, II, 207.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/26-27.
[486] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/27.
[487] Muvatta', vasiyye, 6.
[488] İbnu'l-Kayyım, Zadu'1-Meâd, IV, 123
[489] bk. İbnü'I-Kayyim, Zadu'1-Meâd, IV, 122.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/27-29.
[490] Nesâî, fey 1, talak 52; Dârimi, talak 16; Beyhakî,
es-Sünenü'l-kübrâ', VIII, 3.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/29-30.
[491] bk. TekmiIetu'l-Menhel, IV, 288.
[492] İbn Kudâme, el-muğnî, VII, 615.
[493] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/31-32.
[494] Beyhakî, es-Sünenü'1-kübrâ', VIII, 6.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/32-33.
[495] Buhârî, Meğâzî 43.
[496] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/34-35.
[497] bk. 2276 numaralı hadis.
[498] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/35-37.
[499] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/37.
[500] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/37.
[501] Ahmed b. Hanbel, I, 98.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/37-38.
[502] Sehârenfûrî
Bezlü'l-Mechûd, XI, 22.
[503] ez-Zeylâî, Nasbu'r-Râye, III, 266.
[504] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/38-39.
[505] Beyhakî, es-Sünenü'1-kübrâ', VII, 414.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/40.
[506] Bakara (2), 228.
[507] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/40-41.
[508] Talâk (65), 4.
[509] Bakara (2), 234.
[510] el-Bakara (2), 228.
[511] İbn Kayyım, Zâdu’I-Meâd, IV, 209-210.
[512] Meşâhir-u'n-nisâ I, 46-47.
[513] Tefsîru İbn Kesîr, I, 532.
[514] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/41-43.
[515] el-Bakara (2), 228.
[516] el-Talâk (65), 4.
[517] Nesâî, talak 75.
[518] el-Ahzab (33), 49.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/43-44.
[519] et-Talâk (65), 4.
[520] et-Talâk (65), 4.
[521] el-Ahzâb (33), 49.
[522] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/44-45.
[523] el-Bakara (2), 228.
[524] et-Talâk (65), 4.
[525] et-Talâk (65), 1.
[526] et-Talâk (65), 4.
[527] Ruhu'l-Meanî, IX, 88.
[528] el-Hâzîn, Lubâbu’l-te'vîl, IV, 300.
[529] İbn Rüşd, Bidâyetu'l-Müctefaîd, II, 75-76.
[530] el-Ahzâb (33), 49.
[531] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/45-48.
[532] Dârîmi, talâk 2.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/48-49.
[533] Haşiyetü's-Sâvî alâtefsîri'l-Celâleyn, IV, 219
[534] Tahrim (66), 3.
[535] Mecmeu'z-zevâid, IX, 245.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/49-50.
[536] Bakara (2), 228.
[537] bk. Kurtubî, el-Câmi'liahkâmi'1-Kurân, III, 120.
[538] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/50.
[539] Müslim, talâk 37-54; Nesâî, nikâh 22, talâk 15; Muvatta, talâk 67; Dârimî, nikâh 7; Ahmed
b. Hanbel V!, 412; Tirmizi, talâk 5; İbn Mâce, talâk 10.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/50-52.
[540] Nevevî, Şerhu Müslim, X, 95.
[541] et-tahavî, Şerh meâni'1-âsâr, II, 38.
[542] Müslim, talâk 48.
[543] Müslim, talâk 41.
[544] en-Nûr (24), 30.
[545] en-Nûr (24), 31.
[546] Buhârî, libâs 19; Ibn Mâce, libas 1.
[547] Davudoğlu, A., Sahîh-i Müslim Tercüme ve Şerhi, VII,
483.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/52-54.
[548] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/54.
[549] Müslim, talâk 38; Ahmed b. Hanbel, VI, 413.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/55.
[550] Müslim, talâk 48.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/55-56.
[551] el-Bakârâ (2), 235.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/56.
[552] Tahavî, Şerhu meâni'1-âsâr, II, 37.
[553] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/57.
[554] Müslim, talâk 39; Ahmed b. Hanbel, VI, 413.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/57-58.
[555] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/58.
[556] Müslim, talâk 44, İbn Mâce, talâk 10.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/58.
[557] et-Talak (66), 6.
[558] el-Bakara (2), 241.
[559] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/58-59.
[560] Müslim, talâk 40; Nesâî, talâk 70.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/59-60.
[561] Müslim, talâk 53; Nesâî, talâk 70; İbn Mâce, talâk 9.
[562] Müslim, talâk 40.
[563] Ahmed b. Hanbel IV, 416.
[564] Nesâî, talâk 70.
[565] bk. 2291 no'Iu hadis.
[566] et-Talâk (65), 1.
[567] Nesâî, talâk 70.
[568] Davudoglu, A., Selâmet Yolları, III, 426-427.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/60-61.
[569] et-Talâk (65),
1.
[570] Buhârî, talâk 41; Müslim, talâk 40, 41; Ahmed b.
Hanbel, VI, 415; Beyhakî, es-Sünenu'l-kübrâ, VII, 472.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/62-64.
[571] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/64.
[572] et-Talâk (65), 6.
[573] et-Talâk (65), 1.
[574] et-Talâk (65), 6.
[575] et-Talâk (65), 6.
[576] bk. Tirmizî, talâk 5.
[577] et-Talâk (65), 1; Ayrıca bk. Müslim, talâk 46.
[578] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/64-66.
[579] Müslim, talâk 46; Tirmizî, talâk 6; Nesâî, talâk 70;
Darimî, mukaddime 24; talâk 1; Muvatta, kader 3; Ahmed b. Hanbel, I, 75; III,
212, 286; IV, 206; V, 30.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 9/66-67.
[580] et-Talâk (65), 1.
[581] Nesâî, talâk 70.
[582] bk. Tahâvî, Şerhu Meâni'1-âsâr, HI, 65.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 9/67-68.
[583] Buhârî, talâk 42; Îbn Mâce, talâk 9.
[584] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/68.
[585] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/68-69.
[586] Müslim, talâk 54.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/69.
[587] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/69.
[588] Beyhakî, es-Sünenu'l-kübrâ, VII, 433.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/70.
[589] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/70.
[590] Müslim, talâk 52-54; Buhârî, talâk 41.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/70-71.
[591] ibn Hâcer; Fethu'I-Barî, XI, 403.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/71.
[592] Tahâvi, Şerhti Meâni'l-âsâr, II, 40. Beyhâkî,
es-Sünenu'1-kübrâ, VII, 433.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/72.
[593] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/72-73.
[594] İbn Mâce, talâk 9; Nesâî, talâk 71; Müslim, reda' 122,
talâk 57; Dârimî, talâk 14; Ahmed b. Hanbel, 111, 321.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/73-74.
[595] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/74.
[596] et-Talâk (65),
1.
[597] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/74-75.
[598] el-Bakârâ (2), 240.
[599] Nesâî, talâk 69.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/75-76.
[600] en-Nisâ (4), 12.
[601] el-Bakârâ (2), 234.
[602] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/76.
[603] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/76-77.
[604] Buharı, cenâiz 31, hayz 12, talâk 46-49; Müslim, talâk
58; Tirmizî, talâk 18; Nesâî, talâk 58-59; İbn Mâce, talâk 35; Dârimî, talâk
12, 13; Muvatta', talâk 101-102; Ah-med b. Hanbel, VI, 37, 184, 249, 281, 286,
287, 324, 325, 326, 408, 426.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/77-79.
[605] Davudoğlu, A. Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi,
7/506-509.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/79-82.
[606] Tirmizî, talâk
23; Nesâî, talâk 60; İbn Mâce, talâk 8; Dârimî, talâk 14; Muvatta,talâk 87;
Ahmed b. Hanbel, VI, 370.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/82-84.
[607] el-Bakârâ (2), 235.
[608] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/84.
[609] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/84-85.
[610] el-Bakârâ (2), 240.
[611] el-Bekârâ (2), 240.
[612] el-Bakârâ (2), 240.
[613] el-Bakârâ (2), 240.
[614] Nesâî; talâk 61; Buhârî, talâk 50.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/85-86.
[615] en-Nisâ (4),
12.
[616] el-Bakârâ (2), 234.
[617] Tefsîru tbn Kesîr, I, 588. Görülüyor ki İbn Kesîr bu
mevzuda Cumhuru ulemâdanfarklı bir görüşe sahiptir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/86-87.
[618] en-Nisâ (4), 12.
[619] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/87.
[620] Buharî, hayız 12, talâk 48, 49; Müslim, talâk 67;
Nesâî, talâk 64; tbn Mâce, talâk 35; Dârîmi, talâk 13; Ahmed b. Hanbel, V, 85;
VI. 408.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/88-89.
[621] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/89.
[622] Nevevî, Şerhu Müslim, X, 118.
[623] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/89-90.
[624] Ahmed b. Hanbel, V, 85.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/90-91.
[625] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/91.
[626] Nesâî, 64-65, Ahmed b. Hanbel, VI, 302.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/91-92.
[627] Ahmed b. Hanbel, VI, 369; Davudoğlu, Selâmet Yollan,
III, 430.
[628] DavudoğIu, Selâmet Yollan, III, 430.
[629] Davudoğlu, Selâmet Yollan, III, 430.
[630] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/92-93.
[631] Nesâî, talâk 66.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/93-94.
[632] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/94-95.
[633] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/95.
[634] Buhârî, talâk 39; Müslim, talâk 56; Nesâî, talâk 56.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 9/95-97.
[635] Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, VII,
501-502.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 9/97.
[636] el-Bakara (2), 234.
[637] et-Talâk (65), 4.
[638] Nevevî, Şerh-u Müslim, X, 109.
[639] Kurtubî, el-Câmi'li-ahkâmi'1-Kur'an, III, 175.
[640] Îbn Hacer, Fethu'l-Bâıi, XI, 399.
[641] Kurtûbî, el-Câmi'li-ahkâmi'1-Kur'an, III, 175.
[642] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/97-99.
[643] el-Bakara (2), 234.
[644] Nesâî, talâk 56; îbn Mâce, talâk 7.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/99.
[645] et-Talâk (65), 4.
[646] el-Bakara (2) 234.
[647] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/99-100.
[648] İbn Mâce, talâk 33; Ahmed b. Hanbel, IV, 203.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/100.
[649] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/100-101.
[650] el-Bakara (2), 234.
[651] Muvatta, talâk 92.
[652] el-Hidâye, II, 29; Aynî, el-Binâye, IV, 769.
[653] el-Bedâyî, III,
193; Zeylâî, Nasbu'r-râye, III, 258.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/101.
[654] Buhârî, şehâdet 3, talâk 4, libâs 6, 23, edeb, 68;
Müslim, talâk 1, 2, 4, 5; Tirmizî, nikâh 27; Nesâî, nikâh 43, talâk 9, 10, 12;
îbn Mâce, nikâh 32; Dârimî, talâk 4; Muvatta; nikâh 17, 18; Ahmed b. Hanbel, I,
214; II, 25, 62, 85, 279; III, 284; VI, 24, 37, 38, 42, 96, 193, 226, 229.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/102.
[655] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/102-103.
[656] bk. el-Câmi' li-ahkâm-H-Kur'ân III, 148.
[657] Aynî, el-Binâye, IV, 617.
[658] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/103-104.
[659] el-Furkan (25), 68; Buhârî, Tefsir sûre (2), 3; (25),
2, edeb 20, hudûd 20, diyat 1, tevhîd 40, 46; Müslim, imân 141, 142; Tirmizî,
tefsir sûre (25) 1, 2, Nesâî, eymân 6, tahrîm 4; Ahmed b. Hanbel, I, 280, 431, 434,
462, 464.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/104-105.
[660] Aliyyu'1-Kâri, Mirkâtu'l-Mefâtih, I, 102.
[661] Müslim, birr 60.
[662] el-İsrâ (17), 23.
[663] Davudoğlu, Sahîh-i Müslim Tercüme ve Şerhi, I,
366-367.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/105-107.
[664] Lokman (31), 13.
[665] en-Nisâ (4), 48.
[666] en-Nisâ (4), 93.
[667] en-Nisâ (4), 48.
[668] Ahmed b. Hanbel, VI, 8.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/107.
[669] en-Nûr (23), 33.
[670] Müslim, tefsir 27.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/108.
[671] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/108.
[672] en-Nûr (24), 33.
[673] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/109.
[674] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/109.