1. Sünnet (in
Mahiyeti) Hakkında Açıklama
Muhkem Ve Müteşabih
Konusunda Âlimlerin Görüşleri
Nefsani Arzularının
Peşinde Koşan Kimselerden Uzak Kalmak Ve Onlara Buğz Etmek
Kendi Nefsani
Arzularına Göre Hareket Eden Sapık Kimselere Selam Vermemek Caizdir
4. Kur'ân-ı Kerim
Hakkında Münakaşa Etmenin Yasaklanışı
6 - (İyi Yada Kötü)
Bir Yola Çağırman (ın Ve O Yollardan Birini Tutmanın) Hükmü
7. (Sahabeler
Arasında) Faziletler (İn) E (Dair Yapılan) Derecelendirme
8. Halifeler
(Hakkında Gelen Hadisler)
9. Allah Rasûlünün
Sahabilerinin Fazileti
10. Rasûlullah
(S.A.)'In Sahabilerine Sövmenin Yasak Olduğu
11. Ebu Bekir
(R.A.)'İn Halife Seçilmesi
12. Fitne Zamanında
(Fitneyi Körükleyecek) Söz Söylemekten Kaçınmak Gerekir 46
13. Peygamberin Biri
Diğerine Tercih Edilemez
14. Mürcie'yi Redd
(Eden Hadisler)
15. İmânın Artıp
Eksildiğinin Delili
İmanda Artma Ve
Eksilmeyi Reddedenler
17. Müşrik Çocukları
(Nın Ahiretteki Durumu)
19. (Âhirette
Allah'ı) Görmeye Dair
Cehmiyye Fırkasının Görüşlerini Red (Eden Hadisler)
19-20 Kurân-I
Kerim'in Allah Sözü Olduğu Hakkında (Gelen Hadisler)
Öldükten Sonra Dirilme Ve Sur(Un Üfürülmesi)
21, 22. Cennet Ve
Cehennemin Yaratılması
22,23. Havz
Mevzuunda (Gelen Hadisler)
24, 25. Mizan
(Amellerin Tartılması)
25, 26 Deccal
(Konusunda Gelen Hadisler)
26, 27. İslam
Toplumundan Ayrılanlarla Savaşmanın Hükmü
27,28. (Sahabilerin)
Haricilere Karşı (Yaptıkları) Savaş
28, 29. Hırsızlara
Karşı Mücadele (Nin Hükmü)
SÜNNET: Sünnet,
lugatta, iyi olsun kötü olsun (yani ister övülmeye, ister kötülenmeye layık
olsun) tarîk (yol) ve sîre müstemirre (devamlı gidiş) manasına gelir. Bu
mananın kolaylıkla dökülen suyun gidişinden alındığı söylenir ki, "senne
aleyhi'1-mâe: (suyu yavaşça döktü)" manası anlaşılır. Araplar, takip
edilen yolu ve devamlı gidişi, dökülmüş bir suyun bütün katrelerinin, sanki tek
ve aynı şeymiş gibi, belirli bir yol üzerinde gidişine benzetmişlerdir.
Kur'an-ı Kerim'de sünnetin, zikrettiğimiz bu lügat manasında kullanıldığını
gösteren ayetler vardır: "Kendilerine hidayet geldiği zaman insanları
inanmaktan ve Rablarından mağfiret dilemekten alıkoyan, sadece evvelkilerin
sünnetinin (gidişatının ve başlarına gelenlerin) kendilerine gelmelerini
beklemeleridir." (Kehf (18), 55)
Aynı lügat manası,
Hazret-i Peygamberin bir hadisinde de görülür: "Men senne sünneten
haseneten kâne lehû ecruhâ ve ecru men amile bi-hâ; ve men senne sünneten
seyyieten...: Her kim iyi bir sünnet (yol-adet) ortaya koyarsa, onun ve onunla
amel edecek olanların sevabı o kimseye ait olur. Her kim kötü bir yol ortaya
koyarsa, ederse, onun ve onunla amel edecek olanların günahı o kimseye ait
olur."[1]
Lugatta yukarıda
zikredilen manalarda kullanılmış olan sünnet kelimesi, İslâmın başlangıcından
itibaren hususi bir mana kazanmış, yine tarik (yol) ve sîret (gidiş) manalarını
muhafaza etmiş olmakla beraber, bu manalar sadece Hazret-i Peygamberin tarîk
ve sîretine tahsis olunmuştur. Ancak Hazret-i Peygamberin tarîk ve sîretinin,
Allah'ın tebliğine memur ettiği "din" ile ilgili olması dolayısıyla,
kelimenin lugatta görülen "kötü" veya "mezmum yol" manası,
ıstılahta kaldırılmıştır; çünkü Hazret-i Peygamberin sünneti sözkonusu olduğu
zaman, bu sünnetin zemme layık yol ve gidiş olması mümkün değildir; aksine bu
yol ve gidiş övülmeye ve örnek alınmaya layıktır. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de
yer alan bazı ayetlerde sünnetin bu manasını görmek mümkündür: "Allah'ın
Rasulünde sizin için bir numune-i imtisal vardır." (el-Ahzâb (33) 21);
"Sen (insanları) dosdoğru yola, Allah'ın yoluna hidayet edersin."
(Şura, (42), 52)
Aynı mana, Hazret-i
Peygamberin şu hadisinde de görülebilir: "Size iki şey bıraktım; bunlara
sarıldığınız müddetçe asla dalâlete düşmeyeceksiniz: Biri Allah'ın, Kitabı,
diğeri Rasulünün sünneti."
İslam'ın başlangıcında
sünnet, yukarıda açıkladığımız şekilde, Hazret-i Peygamberin tarîk ve siretine
tahsis olunmakla beraber, tedvîn devrinin başlamasından ve çeşitli ilimlerin
ortaya çıkıp tedvin edilmesinden sonra her ilmin konusu ile ilgili olması
yönünden değişik tarifleri yapılmış ve böylece farklı ıstılah manaları
kazanmıştır.
Fıkıh usulü alimleri,
sünneti şer'î deliller içinde incelerken, fakihler onu farz, vacib, mendub,
haram, mekruh gibi şer'î ahkâmın bir çeşidi olarak mütâlâa etmişlerdir. Kelam
ehli arasında ise, sünnet, bid'atın karşıtı olarak görülür ve bazı kimseler
bid'at ehlinden sayılırken, hakkında bir nass bulunsun veya bulunmasın
umumiyetle Hz. Peygamberin düşünce ve davranışlarına uygun bir hayat yolu takip
edenlerin sünnet ehlinden oldukları söylenir.
Hadisçilere göre ise
sünnet, Hz. Peygamberin söz, fiil ve takrirlerinden ibarettir. Keza onun ahlaki
sıfatları, sîreti, meğazisi ve kendisine vahiy gelmeden önce ibadet için
çekildiği Hıra mağarasındaki yaşayışı da sünnetten ayrılır. Bu manası ile
sünnet hadisin müradifi (eş anlamlısı) dir.
Söz, fiil ve takrirden
ibaret olan sünnet, aynı zamanda, ilahî vahyin iki kısmından birini teşkil
eder; diğer kısmı Kur'an-ı Kerim'dir. Çünkü Allah Teâlâ Hz. Peygamberin:
"Kendi hevâ ve hevesinden konuşmadığını, her ne konuşmuş ise onun,
kendisine vahyedilen bir vahiy olduğunu" beyan buyurmuştur. Bu manayı
teyid eden Hazret-i Peygamberin bir hadisinde de: "Bana Kur'ân verildi;
bir de onunla birlikte onun gibisi" denilmiştir[2].
Kur'ân'la birlikte Hz. Peygambere verilen Kur1 an gibi vahye müstenid olan
şeyin, sünnetten başka birşey olabileceğini düşünmek mümkün değildir.
Kur'ân ve sünnetin
vahye müstenid olmalarına rağmen her ikisi arasında fark olduğunda şüphe
yoktur. Kur'ân, mana ve lafız olarak vahyedil-miştir. Bu sebeple onun manen
rivayeti veya nakli caiz değildir. Hazret-i Peygambere gönderilişinden bugüne
kadar, nasıl tebdil, tağyir ve tahriften korunmuş ise, kıyamete kadar da
korunacaktır. Çünkü onun korunmasını Allah Teâlâ tekeffül etmiş ve: "O
zikri (Kur'an'ı) biz indirdik, biz; onun koruyucusu da elbette biziz"
buyurmuştur.[3] Lafzı ve manası ile mu'ciz
olan Kur'ân beşer kelamı ile kıyaslanamayacak kadar üstün vasfa sahiptir. Hiç
kimse onun bir benzerini getirmeye muktedir olamaz. Allah Teâlâ bu gerçeği açık
ve kesin bir ifade ile şöyle açıklamıştır: "De ki: Andolsun, insanlar ve
cinler şu Kur'an'ın bir benzerini ortaya koymak için bir araya gelseler;
birbirlerine arka olup yardım etseler bile bunu yapamazlar."[4] İşte
bu vasıfları ile Kur’an'-.ı Kerim'in namazda ve namaz dışında okunması ibadet
hükmündedir.
Vahye müstenid
olduğuna işaret ettiğimiz söz, fiil ve takrirlerinden ibaret olan sünnete
gelince, onu Kur'an-ı Kerim'den ayıran en büyük özellik, lafzen vahyedilmiş
olmamasıdır. Bu sebepledir ki sünnetin lafızları Kur'an'ın lafızları gibi
muciz değildir, bu lafızlara ve manalarına hakkı ile vakıf olanlarca manen
rivayet edilmesi caizdir, okunması ibadet hükmünde sayılmaz.
Şu var ki, İslam uleması,
Hazret-i Peygamberin, ilahi vahyin gelmediği bazı meselelerde ietihadda
bulunduğunu ve kendi görüşü ile hüküm verdiğini ittifakla kabul etmişlerdir. Bu
husus, ilk anda sünnetin vahye müstenid olduğu görüşüne aykırı görünür. Fakat
bazı meselelerde, Hz. Peygamberin ictihadlannda yanılması halinde bu yanılgının
ilahi vahiyle tashih edildiği gözönünde bulundurulursa, Hz. Peygamberin
ictihadlannda da tamamıyla yalnız bırakılmadığı, Rabbi tarafından daima
kontrol edildiği, yanıldığı ietih adi arının düzeltildiği, yapılmadıklarının
ise tasvib gördüğü anlaşılır ki, bu da sünnetin vahye müstenid olduğunu leyid
eder. Keza Kur'an-ı Kerim'de yer alan Hz. Peygambere itaati emreden ayetler de
bu teyidin diğer örnekleridir:
"Allah'a ve
peygamberine itaat ediniz; ola ki rahmet olunursunuz.”[5]
"Kim Peygambere
itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur.”[6]
"Ey Peygamber de ki: Allah'ı seviyorsanız bana ittiba ediniz ki Allah da
sizi sevsin ve günahlarınızı affetsin."[7]
"Ey Peygamber de
ki: Allaha ve Peygambere itaat ediniz, eğer yüz çevirirseniz biliniz ki Allah
kâfirleri sevmez.”[8]
"Peygamber size
neyi getirmiş ise onu alınız; neden sizi nehyetmiş ise ondan da
sakınınız."[9]
Zikrettiğimiz bu ayet
meallerinde Hz. Peygambere itaat, Allah Teâlâ'ya itaatla birlikte zikredilmiş, bu
itaatlar arasında hiçbir ayırım yapılmamış, hatta Peygambere itaatin Allah'a
itaat etmek olduğu, bir ayette apaçık belirtilmiştir. Peygambere itaatla ilgili
olan bu emrin, onun sünnetine raci olduğu, ona itaatin onun sünnetine itaat
manasına geldiği hiç bir şekilde inkâr edilemez. Bu mütalaa bizi şu neticeye
ulaştırır: Allah'a itaatla peygambere itaat arasında hiçbir fark mevcut
değildir. Şu var ki insan yegane halik ve hakim-i mutlak olan Rabbına bir kul
olarak ibadet eder; fakat onun yine kendisi gibi kulu olan Peygamberine ibadet
etmekle mükellef değildir. Yahut bir başka ifade ile Peygamber ibadet olunan
bir varlık değil, fakat insan olarak o da Allah'ın bir kuludur. Öyle bir kul
ki, Allah diğer insanlar arasından seçip çıkarmış, elçisi, peygamberi yapmış
ve böylece şereflendirip yüceltmiş, sonra da diğer insanlara ona itaat
etmelerini emretmiş ve bu itaatin kendisine itaattan farkı olmadığını bildirmiştir.
Tıpkı bunun gibi, Kur'an-ı Kerim Hz. Peygambere vahyedilmiş bir "Allah
Kelamı"dır. Sünnet ise yine Hz. Peygambere vahyedümiştir; fakat Kur'an
gibi "Allah Kelamı" değil, "Peygamber kelami"dır. Bu bakımdan
sünnete itaat, Kur'an'a itaat gibidir; şu farkla ki yukarıda da işaret
ettiğimiz gibi "Peygamber Kelamı" olması dolayısıyla, kıraati, Kur'an
kıraati gibi ibadet sayılmaz.
İşte sünnet,
açıkladığımız bu manası ile Kur'an'la birlikte dinin temeli ve teşriin kaynağı
olmuştur. İster Hz. Peygamberin söz (kavl)ü, ister fiili, ister takriri olsun,
her üç şekilde Hz. Peygamber'den nakledildiği zaman nakledilen bu sünnet
İstılahta hadis adını almış, Kur'an-ı Kerim'le birlikte dinin bir aslı kabul
edilerek, Hz. Peygamberin haJyatta bulunduğu devirden itibaren müslümanlar
tarafından toplanmaya ve öğrenilmeye başlanmıştır. Çeşitli dallan ile sünnet veya
hadis, bir ilim hüviyeti kazanıp hakkında kütüphaneler dolduran eserler
meydana getirilmiş ise, bu sünnetin İslam dininde sahip olduğu büyük öneminden
başka bir şeyle ifade edilemez.[10]
4596... Ebu
Hureyre (r.a.)'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) (şöyle)
buyurmuştur: "Yahudiler ve hiristiyanlar yetmiş bir, yahut yetmiş iki
fırkaya aynl(rmşlar)dı. Hıristiyanlar da yetmiş bir, yahut yetmiş iki fırkaya
ayrılmışlardı. Benim ümmetim ise yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır."[11]
4597... Ebû
Âmir el-Hevzenî'den (rivayet edilmiştir), dedi ki: (Bugün) Muaviye İbn Ebi
Süfyan, aramızda (ayağa) kalkarak dedi ki: Şunu iyi bilin ki Rasûlullah (s.a.)
(birgün) bize bir hutbe okumak üzere aramızda (ayağa) kalkıp (şöyle) buyurdu:
"Dikkat ediniz!
Sizden önceki kitap ehli yetmiş iki dini fırkaya ayrılmışlardı. Bu (İslam)
ümmet (i) de yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır (Bunlardan) yetmişiki fırka
cehennemlik bir tanesi de cennetliktir. Bu (cennetlik olan fırka) ehl-i sünnet
ve'I-cemaattir."
(Bu hadisin
ravilerinden) İbn Yahya ile Amr b. Osman rivayetlerine (şu sözleri de)
eklemişlerdir. "Benim ümmetimden bir takım cemaatlar zuhur edecektir ki
onlara bu bidatlar, kuduz hastalığının sahibin (in için)e, işlediği gibi
işleyecek, işlemediği bir damar ve eklem kalmayacak."[12]
Hadis-i şerifte
kasdedilen ve yerilen ayrılıklar inançta meydana gelen ayrılıklar ve
bölünmelerdir. Amelde ve teferruatta meydana gelen ayrılıklar ve bölünmeler
değildir. Çünkü amelde meydana gelen farklılıklar İslamiyyette yerilmemiş, bilakis
övülmüştür. Esasen İslamî manada yapılan ictihadlar neticesinde meydana gelen
amelî ayrılıklar asılda değil, sadece ayrıntılarda meydan gelmiş olmaları
cihetiyle bunlar kökte yine bir olduklarından amelî ayrılıkları gerçek manada
bir ayrılık veya bölünme olarak kabul etmek doğru değildir. Zira zahirde ayrı
gibi görünen bu ayrılıklar asılda birleşmektedirler.
Bir başka ifadeyle
İslamiyeün yapısında bulunan fikrî hareketliliğin doğurduğu ve sadece
ayrıntılarda kendini gösteren bölünmeleri bir asılda birleştirmek mümkündür.
Dolayısıyla bu nevi fırkalar arasında herhangi bir münaferet ve tekfir
sözkonusu değildir.
Ama inanç sahasında
ortaya çıkan fırkalar genellikle münaferet, asıldan kopma va karşılıklı tekfir
ile neticelendiğinden mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifte Hz. Peygamberin
diliyle verilmiştir.
Bu nedenle dini
ihtilafları değerlendirirken bu ihtilafların dinin usulü veya fürûunu alakadar
edişinin gözönünde bulundurulması ayrı bir ehemmiyet arzeder. Ümmet-i
Muhammed'in furii-ı dinde, yani fıkhı meselelerde ihtilaf etmesi en
muhafazakâr zümreler tarafından bile müsamaha ile karşılanmış, hatta rahmet
telakki edilerek tevsik edilmiştir. Çünkü fıkhı meselelerin hükmünü tayin
etmekteki fikri hareket daima İslam hukukunu işlemekle ve onu her zaman ve her
yerde kabil-i tatbik bir hukuk istemi haline getirmektedir. Bunun aksi, birçok
dini hükmün meçhul kalmasını ve dolayısıyla tatbikat ve hayat sahnesinden
çekilmesini doğurur ki Kur'an-ı KerimMe bunun için "küfür, zulüm ve
fisk" tabiri kullanılmıştır.[13]
Nitekim Rasul-i zişan efendimiz: "Hakim, hükmünü vereceği sırada ictihad
eder de doğru olanı bulabilirce iki sevap alır."[14]
buyurarak müctehidlerin hayatın her dalında, şu'belerinde bütün ayrıntılara
inerek ictihadda bulunmalarını teşvik etmiştir.
Akaid dalında ise
fırka ve mezheblere ayrılmak asla caiz değildir. Zira "cemaat" hak
ve isabetli olan yegane yoldur. Bu babdaki tefrika ise dalâlet ve azab
vesilesidir.
Mevzumuzu teşkil eden
hadis-i şerifte, akaid sahasında cemaat ehli dışında meydana gelecek fırka ve
mezheblerin tümünün cehennemlik oldukları bildirilirken, cemaat ehlinden
kopmamanın, cemaat ehli dışında oluşan fırkalardan da kaçınmanın lüzum ve önemi
çok veciz bir şekilde vurgulanmıştır.
Cemaat ehlinden maksat
"ehl-i sünnet ve'I-cemaat" dediğimiz, gerçek müslümanlardır. Bu
mevzuda İslam ulemasının açıklaması şöyledir: "Ehl-i sünnet ve'1-cemaat
kelimesi Rasûlullah (s.a.) ile ashabının akaid sahasında takib ettikleri yolu
izleyenler[15] manasına gelen; "ehlü
sünneti rasûlillah ve ve cemaati'1-ashâb fî bâbi'l-itikad" teriminin
kısaltılmış şeklidir. Bazan bu mefhumu ifade etmek üzere" ehl-i
hakk" terimi de kullanılır.
İslam tarihi boyunca
olduğu gibi bugün de akaid sahasında isabetli yolu takibettiği kabul edilen ve
müslümanların büyük çoğunluğunu sinesinde toplayan ehl-i sünnet, Abdülkadir
el-Bağdadî'ye (vef. 429/1037) göre şu sekiz zümreden teşekkül eder:
1- Ehl-i
bid'atın hatalarına düşmeyen kelam alimleri
2- Sevrî, Evzaî,
Davud-i Zahirî dahil büyük fakihler ve mensubları.
3- Muhaddisler.
4- Ehl-i
bid'ate meyletmeyen sarf-nahiv, lügat ve edebiyat alimleri.
5- Ehl-i
sünnet görüşlerine sadık kalan kıraat imamları ile müfessirler.
6- Müteşerri
Sûfiyye
7- Ehl-i
sünnet yolundan ayrılmayan müslüman mücahitler.
8- Ehl-i
sünnet akidesinin yayıldığı memleket ahalisi.
Ümmet-i Muhammed'in
fırkalara ayrılacağı hususunda nakledilen hadisin bazı rivayetlerine göre
Rasûlullah (s.a.) Efendimize kurtuluşa erecek fırkanın (fırka-i nâciye'nin)
hangisi olduğu sorulmuş, o da: "Benim ve ashabımın yolunu
takibedenler" buyurmuştur. Hakikaten kelam mezheplerinin prensip ve
görüşleri incelendiği takdirde görülecektir ki itikad sahasında kitab ve
sünnete bağlı kalan, bu iki kaynakta mevcud, akaide ait delilleri îslamın ana
prensiplerine ve ruhuna uygun bir şekilde yorumlayan bilhassa sem'iyyat
bahislerinde nassa teslimiyet gösteren zümreler ehl-i sünnet cemaatleridir.
Ehl-i sünnet ayrıca Mu'tezile, Havaric, Şia ve diğer bid'aî fırkaları hilafına
ashab-i kiramın (Allah cümlesinden razı olsun) hepsine hürmet ve muhabbetle
bağlı kalmış, onları hayırda önder bilmiş, rivayetlerini kabul etmiş, dinin
diğer sahalarında olduğu gibi akaid mevzuunda da Rasulullah'tan sonra onların
yolunu takibetmiştir. Binaenaleyh hadis-i şerifte: "Benim ve ashabımın
yolunu takibedenler" ifadesine en çok yaklaşan, bu payeye en çok yakışan
ehl-i sünnet olmuştur.[16]
Metinde geçen;
"Benim ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır"
mealindeki cümlenin
anlamı üzerinde ulema ihtilaf etmişlerdir.
1- Ulemâdan
bir kısmına göre burada "yetmişüç" kelimesiyle kasdedi-len yetmişüç
kelimesinin ifade ettiği gerçek mana değildir. Bu sayıyla "çokluk"
kasdedilmiştir. Bir başka ifadeyle "ümmetim birçok fırkalara
ayrılacak" denmek istenmiştir. Yetmişüç kelimesinin ifade ettiği sayı kastedilmmiştir.
2- Bu kelime
ile kasdedilen "yetmişüç" sayısıdır.
Meseleye hem fıkhî,
hem de itikadi mezhepler açısından baktığımız zaman birinci görüş doğrudur.
Çünkü fıkhî ve itikadi mezheblerin toplam sayısı yüzü aşkın olduğundan, onları
yetmişüç fırka içerisine sığdırmak mümkün değildir. Esasen hadis-i şerifte
kasdedilen ve kotüîenen bölünmenin itikadi bölünme olup, ameli bölünme
olmadığı da düşünülürse meseleyi hem nkhi hem de ameli mezhepler açısından ele
almanın doğru olmadığı yine kolayca anlaşılır.
Meseleyi ikinci görüş
açısından ele aldığımız zaman yetmiş üç sayısıyla kasdedilen yetmişüç itikadi
fırkadır. Binaenaleyh, mevzumuzu teşkil eden bu babdaki hadis-i şeriflere göre
Muhammed (s.a.)'in ümmeti yetmişüç fırkaya ayrılacaktır. Yani bu ümmet
arasında meydana gelen itikadi fırkaların sayısı- mutlak yetmişüçe
ulaşacaktır. Yetmişüçten aşağıda kalmayacaktır. Bu fırkaların zamanla yetmişüçü
geçmesi bu gerçeğe aykırı değildir. Çünkü hadis-i şerifte bildirilen bu
fırkaların sayısının yetmişüçü geçmemesi değil, yetmişüçe ulaşmasıdır.
Bilindiği gibi ümmet-i
Muhammed, ümmet-i davet, ümmet-i icabet olmak üzere iki kısımdır. Ümmct-i
davet, Hz. Muhammed'in kendilerine İslamı tebliğ ile gönderildiği insanların
tümüdür. Ümmet-i icabet ise bu daveti kabul edenlerdir. Hanefi ulemasından
Aliyyü'1-Kari hadis-i şerifte kasdedilen ümmetin "Ümmet-i icabet"
olduğunu söylemiştir. Ulemadan bazılarına göre ümmet-i Muhammed arasında
görülen itikadi bölünmeler sonucu ortaya çıkan itikadi fırkaların sayısı ehl-i
sünnetle birlikte yetmişüçe ulaşmıştır. Ehl-i sünnetin dışındaki sapık
fırkaları anahatlarıyla ve kısaca vermeye çalışacağız:
Sözü geçen sapık
fırkaların aslı yedi fırkadır:
I. Mu'tezile,
II. Şia, III. Hariciler, IV. Mürcie,
V. Neccariyye, VI. Cebriyye, VII. Müşebbihe
I) Mutezile
kendi arasında ve aşağıda görüldüğü şekilde yirmi fırkaya ayrılmıştır:
1. Vâsiliyye,
2. Hüzeyliyye, 3. Nazzâmiyye, 4. Hâıtiyye,
5. Büşriyye, 6. Ma'meriyye, 7. Müzdariyye,
8. Semamiyye,
9. Hişamiyye 10. Câhzıyye, 11. Hayatıyye,
12. Ka'biyye, 13. Cübâiyye, 14. Behşemiyye,
15. Amriyye,
16. Esvariyye, 17. Eskafiyye, 18. Caferiyye,
19. Salihiyye, 20. Hudbiyye
II- Şîa:
Şianın aslı üç fırkadır:
a) Gulat-ı
şia, b) Zeydiyye, c) İmamiyye
Bunlardan Gulat-ı Şia
kendi arasında şu şekilde onsekiz fırkaya ayrılmıştır:
1. Sebeiyye,
2. Kâmiliyye, 3. Ulyâiyye, 4. Muğayriyye,
5. Mansuriyye, 6. Hattabiyye, 7. Hişamiyye,
8. Nu'maniyye,
9. Yunusiyye, 10. Nusayriyye, 11. Cenahiyye,
12. Gurabiyye, 13. Rezzamiyye 14. Zerariyye
15. Müfavvize,
16. Bedaiyye, 17. Benaniyye, 18. İsmailiyye
Ayrıca Zeydiyye de
kendi arasında üç fırkaya ayrılmıştır: 1-
Carûdiyye, 2- Süleymaniyye, 3- Salihiyye
Gulat-ı Şia'ya ait
bütün bu fırkaların toplam sayısı İmamiyye ile birlikte yirmi ikiye ulaşmaktadır.[17]
III -
Hariciler
Bu fırkanın;
1. Muhakkime-i
ûlâ, 2. Ezarıka, 3. Acaride 4. Yezidiyye, 5. Sufriyye
gibi kollan vardır.[18]
Hariciler de kendi
aralarında çok fırkalara ayrılmışlardır. Hatta bazı tarihçiler onlardan yirmi kadar
fırka saymışlardır.[19]
IV- Murcie:
Bu mezhebin salikleri de Hariciyyenin tam zıddı bir iti-kad taşırlar,
"insan hakkıyla inandıktan sonra ona ma'siyet (büyük ve küçük günah)
zarar vermez" der ve amellere, hareketlere hiç önem vermezler.[20]
V- Cebriyye:
Bu mezhebin taraftarları kullardan fiilleri selbedip bütün fiilleri Allah'a
isnad ederler.[21]
VI- Neccariyye:
Bunlar Hasan İbn Muhammed İbn en-Neccar'm tabileridirler.
VII- Müşebbihe;
Bunlar cenab-ı hakkı mahlükata benzetirler.
Buraya kadar
zikrettiğimiz batıl mezheplerin toplam sayısı tam yetmiş iki eder. Bunların
düşünceleri hakkında geniş malumat Şehristani'nin "el-Milel
ve'n-Nihal" isimli eserinde mevcuttur.[22]
İşte mevzumuzu teşkil
eden hadis-i şeriflerde çıkacaklarından bahsedilen batıl mezheplerin günümüze
kadar zuhur etmiş olanlarının isimleri bunlardır. Bunlara ilaveten ve bunlardan
tamamen farklı olan bir de ehl-i sünnet ve'1-cemaat ismiyle bilinen bir fırka
daha vardır ki, hadis-i şerifte efendimizin "fırka-i naciye" ismini
verdiği ve kendilerini "Benim ve ashabımın yolunu takib edenler"[23] diye
nitelendirdiği bu fırka ile üm-met-i Muhammed'in ayrıldığı fırka sayısı
yetmişüçe ulaşmıştır.
Binaenaleyh, mevzumuzu
teşkil eden hadis-i şerifler, Hz. Peygamberin istikbale ait hadiselerden haber
vererek ortaya koyduğu mucizelerden birini teşkil etmektedir.
Şimdi de yine kısaca
İslamin gerçek mümessillerinin ve çoğunluğunun mensub olduğu ehl-i sünnet
hakkında kısaca bilgi vermekte fayda ümid ediyoruz:
"Ehl-i sünnet
(Mütekaddimîn-öncekiier) ve (Müteahhirîn-sonrakiler) diye iki kısma ayrılır.
I- Mütekaddimûn
-ki bunlara selef de denir- takriben hicri 300 yılına kadar yaşayan, sırayla,:
Ashab, tabiin, etbaııttabiin ile onların izinden giden bilginler, fakih ve
miictehidler, muhaddisler çoğunluğudur.
Bunlar, Allah'ı kemal
sıfatlarıyla muttasif, noksan sıfatlardan münezzeh bilmişler, kitap ve
sünnette varid olan müteşabih nakilleri tevil etmeden gerçek manalarını
Allah'a ısmarlayarak kabul etmişlerdir.
II-
Müteahhirûne gelince;, bunlar da iki kısma ayrılmıştır: Matüridi-ler,
Eş'ariler. [24]
Matüridiler:
Fıkıh ve füruat
bakımından Tmam-ı A'zam'a tabi, i'tikadi konularda ise, onun görüş ve
delillerini, kendi zamanındaki icaba göre düzenleyip genişleterek, i'tikadi
mezheb meydana getirmiş bulunan Türkistanlı Ebu Mansur-i Matüridî'ye tabi
olanlardır ki, başlıca salikleri Hanefî mezhebinin salikîeridir. Bu zat
(H.333)te vefat etmiştir. Matüridi onun doğduğu köyün adı olup Semerkand'a
bağlıdır.[25]
Eş'ariler:
İmam Şafii mezhebinde
yetişerek, onun fıkıh esaslarından mülhem bir itikadı mezhep meydana getiren ve
(H. 330 veya 320)de vefat eden EbVl-Hasen'il-Eş'arî'ye mensup olanlardır. Bu
zat da, ashabdan meşhur Ebu Mus'se'I-Eşari'nin soyundandır.
Matüridî mezhebi, daha
ziyade Türkistan taraflarında ve hanefiler arasında yayılmış olduğu halde,
Eş'ari mezhebi, Mısır, Afrika ve Endülüs taraflarında yayılmıştır. Salikleri
arasında Şafiilerden başka bir kısım Maliki ve Hanbeliler de vardır. Sayıca
Eş'ariler, Matüridilerden çoktur. Tağ-lib yoluyla her ikisine
"Eşâire" dendiği de olur.
İki mezheb arasında
tabii olarak bazı görüş ve anlayış farkları vardır. Fakat ana meselelerde
ittifak halinde olduklarından birbirlerini ehl-i sünnet haricinde telakki
etmezler. Öncekilerle sonrakiler de böyledir.
Biz bu mezhepler
arasındaki talî farkları kelam tarihi derslerine bırakarak, bilhassa fıkıh
usulü bakımından, bid'at mezheplere karşı bulunan esaslarını (ki bu meselelerde
üçü de ittifak halindedir) görelim:
Ehl-i Sünnet
Prensipleri:
1- Bütün
kainat ve olaylar hadis (sonradan olma) dir.
2- Onların
yaratıcısı tek yaratıcı olan Allah'tır.
3- Allah
birdir, kadimdir, vacibü'l-vücııttur (varlığı gerekli ve zaruridir), kendinden
başka yaratıcı yoktur, ortağı benzeri ve hiç bir vecihle eşi yoktur. Doğmamış
doğurmanuştır. Zaman, mekan, cisim ve her nevi cis-maniyetten münezzehtir.
Kemal sıfatlarıyla muttasıf, eksik sıfatlardan münezzeh ve beridir. Ondan başka
tanrı, ibadete layık ma'bud ve yaratmada müessir yoktur...
4- Sebepleri
ve sebeplerin meydana getirdiği olayları (müsebbebat) tabiata ait müessirlerle
(tesir ve etki yapan) bu tesirlerin meydana getirdiği eserleri yaratan, bütün
kainat ve olaylar arasındaki münasebet ve irtibatı, takdir, tayin ve tesbit
eden ancak Allah'tır.
5- Hiç bir
şeye ve -isterse peygamber ve veli olsun- hiç bir kimseye hulul (içine girme)
etmemiştir. Bütün peygamber ve veliler bizim gibi birer beşer ve insandırlar.
Hiç birinde zerrece ulûhiyyet (tanrılık) eseri yoktur.
6- Her kim
ve her ne olursa olsun birine ulûhiyyet hükmü yüklemek şirk ve küfürdür. Kimin
kabri olursa olsun ondan, hastalar için şifa, fakirler için servet, kısırlar
için çocuk gibi şeyler istemek haram, hatta tehlikelidir. (Çünkü bunları
vermek yaratığın değil, yaratanın işidir).
7- İnsanları
yaratan Allah olduğu gibi, onların işlerini de (irade-i cü-ziyyelerine ve
kesblerine uygun olarak) yaratan Allah'tır. Onun kudret ve iradesi herşeyi
kaplar.
8- Amel
imandan cüz (rükün veya kısım) değildir. Buna göre müslü-man helal ve caiz
i'tikad etmemek ve böyle dememek üzre büyük bir günah işlemekle İslamdan çıkıp
küfre girmez. O yine mü'mindir, fakat artık salih mü'min değil, fasik
mü'mindir.
9- Bir
başkan tayin ve tesbiti (ki bu başkana imam denir) müslüman-lar üzerine
farzdır. Tayin ve tesbitin yolu istişare (şûra), seçme ve bey'at-tır, Nass
(daha önceki imamın açık veya kapalı sözü) değildir. İmamın ma'sum (günah
işlemekten beri olması) şart değildir. Rasûlullah (s.a.)den sonra, layık imam
(devlet başkanı) ve en üstün insan Hz. Ebu Bekir, sonra Ömer, sonra Osman
sonra Ali (r.anhuma) dir.
10- İslam'ı
kabul etmiş, ibadetinde kıbleye yönelen (ehl-i kıble) kimseler, ancak
şunlardan birini yapmakla tekfir olunur (dinden çıktıklarına hükmolunur)lar:
a) Allahu
zülcelâli inkâr
b) O'na
ortak ve eş tanımak
c)
Peygamberliği ve peygamberi inkâr
d) Tevatür
yoluyla sabit olmuş,.herkes tarafından bilinen (veya bilinmesi gereken)
-zarurat-ı diniyye-den birini inkâr.
e) Haramlığı
veya helalliği kat'i nasla sabit ve üzerinde icma vaki olmuş helala haram veya
harama helal demek ve böyle inanmak.
İşte bir müslüman
bunlardan birini yapmakla tekfir olunursa da bunlar haricinde bir hareket onu
dinden çıkarmaz. Fakat yerine göre bid'at ve dalâlet ehlinden kılar.
11- İyiler,
Allah'ın va'dettiği mükâfatlara nail olacakları gibi, kötülük edenler de, ilahî
cezaya çarpılacaklardır. Ancak, Allah dilediği mü'min kulunun günahlarını
affedebilir.
İşte nurlu çehresini
bu çizgilerin meydana getirdiği ehl-i sünnet, Allah'ın kendilerinden razı
olduğunu bildirdiği bahtiyar zümredir, her Fatiha okunduğunda Cenab-i Bariden,
iletmesi niyaz edilen yol (sırat-i müstakim) bunların yoludur. İslam
kardeşliği ve îslamda birlik ancak bu esas ve prensiplerde birlik ve ittifakla
meydana gelebilir.[26]
Her fırkanın
kendisinin ehl-i sünnet ve'1-cemaat kendi dışındakilerin de ehi-i dalâlet
olduğunu idda etmesi önemli değildir. Önemli olan bu iddianın gerçeğe uyup
uymamasıdır.
Bu iddialar ayrı ayrı
değerlendirildiği zaman gerçekten "ehl-i sünnet vel-cemaat" ismini
almaya layık olan fırkanın, selefle birlikte asılda birleşen Maturidiyye ile Eş*ariyye fırkası olduğu
görülür.[27] Hz. Ali (r.a.)'nin şöyle dediği rivayet
olunmuştur:
"Bir kimse (Hz.
Peygamberin) sünneti ile onun sahabileri ve tabiinden meydana gelen cemaati
severse, Allah da onu sever, duasını kabul eder, ihtiyaçlarım karşılar,
günahlarını bağışlar, kendisine cehennemden ve münafıklıktan (kurtulduğuna
dair) beraet yazılır."[28]
Abdullah İbn Ömer'den
rivayet edilen bir haberde açıklandığı üzere Peygamber (s.a.): 'Kim ehl-i
sünnet ve'1-cemaat (yolu) üzerinde olursa, Allah onun her adımına on sevap
verir, derecesini de on kat arttırır."
buyurmuştur.[29] Bu
konuyu (4607) numaralı hadisin sonunda tekrar ele alacağız inşaallah.[30]
4598... Aişe
(r.a.)'den (rivayet olunmuştur:) Dedi ki: Rasûlullah (s.a.) "Kitabı sana o
indirdi. Onun bazı âyetleri açık anlamlıdır"[31]
(mealindeki) ayeti, "Akl-i selim sahibleri (nden başkası düşünüp
anlamaz)"[32] sözüne kadar okudu ve:
Kur'an-ı Kerinı'den, müteşabih olan ayetlere sarılanları gördüğünüz zaman (şunu
unutmayınız ki); onlar Allah'ın, (Al-i İmran suresinin yedinci ayetinde
kendilerini "kalplerinde eğrilik olanlar" diye) isimlendirdiği
kimselerdir. Binaenaleyh, onlar (la oturup konuşmak)dan kaçınınız."
buyurdu.[33]
Muhkem kelimesinin
aslı olan "ihkâm" sözlükte bir şeyi kuvvetli dayanıklı ve metanetli
yapmak anlamındadır. "Muhkem" de "ihkâm" masdanndan
türetilmiş bir ism-i mef'ul olup, güzelleştirilmiş, sağlamlaştırılmış, metin kılınmış,
yerli yerince yapılmış anlamına gelir. "Teşabûh" ve
"İştibâh" ise, iki şeyin birbirinden ayrılamayacak şekilde birbirine
benzemesidir. Terim olarak bu iki kelimenin anlamı, kısa ve özlü olarak şöyle
ifade edilebilir: Muhkem, manası kolaylıkla anlaşılan, harici bir tesire
ihtiyaç göstermeyen ve tek manası olan ayetlerdir. Müteşabih ise, bir çok
manaya ihtimali olup bu manalardan birini tayin veya tercih edebilmek için
harici bir delile ihtiyacı olan âyetlerdir.[34]
Görüldüğü gibi bu iki
kelimenin sözlük manalarında bir zıtlık bahis konusu değilken, Al-i İmran
süresindeki ayette bu iki kelime terim manasında birbirinin karşıtı olarak
kullanılmaktadır. Bu iki kelimenin tarifinde çeşitli görüşler ileri
sürülmüştür. Genel olarak, manası açık olan ayetlere muhkem, manasını Allah'tan
başka kimsenin bilemeyeceği ayetlere de müteşabih demişlerdir. Biz burada her
iki kelimenin sözlük manalarından ziyade, terim manası üzerinde duracağız.
Muhkem terimi de açık ve vazıh manasını ifade ettiğinden daha fazla
miiteşabihat üzerinde durulacaktır.
Müteşabih olan ayetler
hakkında alimler iki kısma ayrılmışlardır:
a) Selef
mezhebi: Genellikle müteşabih ayetler, Allah'ın sıfatları üzerinde cereyan
eder. Bu mezhebe göre Allah'ın müteşabih sıfatları bilinir (ma'lum) gibi
görünürse de, bu sıfatların Allah'a verilmesini (isnadını) mümkün
görmediklerinden, bunların tayini hususunu Allah'a havale (tefviz)
etmişlerdir. Onlara sadece inanmak gerekir. Bu konuda imam Malik b. Enes (öl.
179/795)'in şu sözü, selef mezhebi görüşünün bir formülü olmuştur. İmam Malik
"Allah Arşa istiva etti"[35]
ayetindeki "istiva" kelimesi hakkında soru soran kimseye:
"İstiva
ma'lumdur, onun nasıl olduğu (keyfiyeti) bilinemez, buna dair som sormak bid'attir.
Senin kötü bir insan olduğunu zannederim. Onu benim yanımdan çıkarın"
demiştir. İlk devirde bu müteşabih ayetler olduğu gibi kabul edilir, onlara
inanılır, fakat onların bilinmesi Allah'a bırakılır, onlar üzerinde durulmazdı.
Çünkü Kur'an bu gibi ayetleri kurcalayanların kalblerinin hasta olduğunu beyan
etmektedir.[36]
Bu işi Hz. Ömer de
sıkı tutmuştur. Sabiğ adında biri, bir gün Medine'ye gelmiş ve Kur'an'ın
müteşabihatı hakkında sorular soruyormus. Bunu haber alan Hz. Ömer, onu
çağırtıp yaş hurma dallarıyla başını ka-natıncaya kadar dövmüş ve onu
Medine'den memleketine göndermiş, bu şahısla kimsenin görüşmemesini Ebu Musa
El-Eş'ari (Öl. 44/664)'ye emretmiş.[37]
b) Halef
mezhebine göre ise müteşabih ayetleri, Allah'ın zatına sıfatlarına ve Kur'an-ı
Kerim'iri genel mevzuatına yakışır bir şekilde te'vil etmek caizdir. Halef
ulemasından bazılarının bu mevzudaki görüşleri şöyledir:
İmam-! Maturidî
(v.333/944): Şeriata muhalif olmayan noktalarda aklın hükmünü esas kabul eder.
Fakat Şeriata muhalif düşerse elbette Şeriatın hükmüne boyun eğmek
gerekeceğini söyler. İşte bu yol yani nass-lardan yardım istemekle beraber aklî
düşüncenin şart oluşu hususu, onun Kur'an'ı tefsir konusundaki, ilkesidir.
Bunun içindir ki, Kur'an'ı tefsir ederken müteşabih ayetleri muhkem ayetlere
hamletmekte ve böylece müteşabihleri muhkemlerin delaletiyle te'vil etmektedir.
Nazari mevzularda
te'vile en çok yönelen mezhep Mıf tezile olmuştur. Eş'ariler de bazı konularda
te'vil yolunu tutmuşlardır. Mesela "Amellerin terazi ile tartılması"
hakkındaki nasları te'vil eden İmam el-Eş'arî (v. 324/936) "Ameller değil
amellerin yazıldığı kağıtlar tartılacak ve Allah bu kağıtlar üzerinde amellerin
derecesine ve miktarına göre ağırlık yaratacaktır” demiştir. Mu'tezile ise
terazinin kendisini te'vil ederek "Terazi, herkese amelinin miktarının
bildirilmesinden ibarettir." demiştir.
İmam el-Gazzali
(v.505/11 ll)'de aklın imkansız olarak gödüğü meselelerde varid olan nassları
te'vil etmenin gereğine inanır. Çünkü "nas-sın akla uygun olmayan hükümler
ihtiva etmesi düşünülemez." der.
Müteahhir, selef
ulemasından İbn Teynıiyye (v. 738/1328) ise reddo-lunan ve kötülenen te'vilin,
sözün zahiri manasından, zahirine muhalif bir başka manaya aktarılması
şeklindeki te'vil olduğunu söyler.
Rumeli kazaskerlerinden
Kemaleddîn el- Beyâdî (v. 1098/1687) ise ehl-i sünnetin hem akla, hem de diğer
naklî delillere kat'iyyetle zıt gibi görünen nassları zaruri olarak te'vil
yoluna gittiğini kaydederek, Allah'ın hüccetleri arasında zıtlık ve çelişkinin
bulunmadığını zikreder.
Te'vile aklen zaruret
vardır. Kur'an ve hadislerde zahirleri itibariyla birbirleriyle çelişkili
görünen nasslar vardır. Allah'ı yarattıklarına benzetmeye götüren lafızlar
bulunmaktadır. Bu lafızlarda zahiren görülen çelişkinin te'vil yoluyla uzlaş
tın İmasın a duyulan ihtiyaç ortadadır. Te'vilin gereğine inanan Ebu Zehra
şöyle der: "Kur'an'da geçen "eli", kudret ve nimet; yüzü, zat;
hadiste geçen dünya semasına inmeyi, hesabın yaklaşması veya Allah'ın
kullarına yakın olması manasında tefsir ve te'vil etmek doğru olur. Nitekim
Kelam alimlerinden, fukaha ve muhaddislerden pek çoğu böyle yapmıştır. Bu tip
bir davranış onların keyfiyetini bilememekten, harfi harfine zahiri mana
vermekten daha uygundur. Mesela "Allah'ın eli vardır. Fakat biz onu bilemeyiz.
O el mahlukatmki gibi değildir" demek ve bu tip bir anlayışta olmak, işi
nereden nereye gidecğim kestiremediğimiz meçhuller alemine aktarmaktır.
Selef görüşünün
kuvvetli ve çilekeş müdafılerinden ve te'vil yapmaktan en uzak kalmış bir zat
olan Ahmed b. Hanbel (v. 241/855) bile Allah'ın insanlara yakın ve onlarla
beraber olduğunu ifade eden ayetleri "ilm" ile te'vil etmeye mecbur
kalmıştır. Aynı şekilde İmam Es-Sevri (v. 161/778) de "nerede olursanız o
sizinle beraberdir." ayetindeki 'maiy-yeti' "onun ilmi" diye
te'vil etmiştir.[38]
Metinde geçen ayet-i
kerimenin tamamı meâlen şöyledir: "Sana kitabı indiren O'dur. Ondan bir
kısım ayetler muhkemdir ki bunlar kitabın anası (temeli) dir. Diğer bir kısmı
da müteşabihdirler. İşte kalplerinde eğrilik bulunanlar sırf fitne aramak ve
onun te'viline yeltenmek için onun müteşabih olanına tabi olurlar. Halbuki
onun te'vilini Allah'dan başkası bilmez. İlimde yüksek payeye erenler ise - Biz
ona inandık. Hepsi rabbimiz katındandır- derler. (Bunları) salim akıllılardan
başkası iyice düşünmez."[39]
Müteşabih ayetlerin
tevilini caiz gören ulema "er-Rasihun" kelimesini
"İlla]lah"daki lafza-i celale.atf ederek bu ayete, "onun
te'vilini Allah'dan ve bir de ilimde râsıh olanlardan başkası bilmez."
diye mana vermişlerdir. Müteşabih ayetlerin tevilini caiz görmeyen ulema ise
sözko-nusu ayette bulunan lafza-i celal üzerinde durmuşlar ve lafza-i celali
taki-beden vav'i istinafiyye kabul ederek âyete; "...müteşabihin manasını
Allah'dan başkası bilmez. İlimde rusuh sahibi olanlar da -biz ona inandık hepsi
Rabbimiz katındadır derler" diye mana vermişlerdir.[40]
Mevzuumuzu teşkil eden
Hadis-i şerif, kalblerinde bozukluk olan sapık insanların, sahih akide
sahiplerinin inançlarını bozmak için her zaman Kur'an-i Kerim'in müteşabih ayetlerinden
yararlanmak isteyeceklerini haber vermekte ve bu gibi kimselerden uzak durmayı
emretmektedir.[41]
4599... Ebu
Zeri (r.a.)'den (rivayet edildiğine
göre) Rasûlullah (s.a) "Amellerin (Allah'a) en sevimli olariı Allah için
sevmek ve Allah için öfkelenmektir." buyurmuştur.[43]
4600... Abdurrahman
İbn Abdullah İbn Ka'b İbn Malik dedi ki: -(Aynı zamanda) Ka'b kör olduğu zaman
Ka'b'ın bakıcısı oğullarından Abdullah idi- (Abdullah şöyle) dedi. (Musannif
Ebu Davııd burada şu açık' lamayı yaptı): Hz. Ka'b'ın (Tebuk savaşında
Peygamber (s.a.) den geri kah (p) savaşa katılmayışı hadisesini bana İbn Şerh
(uzun uzadıya) anlattı) (Hz. Ka'b sözlerine devam ederek) dedi ki: Rasûlullah
(s.a.) müslü-manlara bizimle -ki iki üç kişiydik- konuşmayı yasaklamıştı.
Nihayet (bu durum) bana çok uzun gelmeye başlamıştı. (Bunun üzerine) amcamın oğlu
olan Ebu Katade'nin avlusunun duvarına tırmanıp kendisine selam verdim.
Vallahi selamı (mı) almadı. (Hadisin bundan sonraki kısmında İbn Şerh, (Hz.
Ka'b'ın) tevbesinin kabulü hakkında ayet indirilmesiyle ilgili haberi rivayet
etti.[44]
İbn Raslan
"Şerhu's-Sünen" isimli eserinde mevzumuzu teşkil eden (4599) numaralı
hadis-i şerifi açıklarken şöyle diyor: "Bu Hadis-i Şerif bir kimsenin
Allah için sevdiği dostları olduğu gibi, Allah için kin beslediği düşmanları
olması gerektiğinide ortaya koymaktadır. Şöyle ki: Birisini Allah'a itaat
ettiği ya da Allah'ın dostu olduğu için seven bir kimsenin, Allah'a isyan eden
Allah düşmanlarına da kin beslemesi kaçınılmazdır. Çünkü bir sebepten dolayı
seven kimsenin o sebebin zıddındaıı dolayı da düşmanlık beslemesi tabii ve
zaruridir. Bu şaşmaz bir kaidedir."
Bu sebeple İbn
Abbas'dan merfuan rivayet edilen bir hadis-i şerifte: "İmanın en sağlam
kulpu Allah için dostluk ve Allah için düşmanlıktır" Duyurulmuştur.[45]
Rivayet edilir ki:
Cenab-ı Hak Musa (a.s.)'ya vahyedip "Ey kulum Musa, benim için acaba hangi
ameli yaptın?" diye sordu. Musa (a.s.)da "Ya rab, senin için namaz
kıldım, oruç tuttum, zekat verdim" der. Bunun üzerine Yüce Allah:
"Namaz senin için
delildir, oruç senin için bir kalkan, sadaka ise senin için (kıyamet gününde)
bir gölge, zekat ise senin için bir nurdur. O halde bütün bunlar senindir,
benim için hangi ameli yaptın?" buyurur. Musa (a.s.): "Ya Rab, sırf
senin için olan bir ameli bana öğret" der. Yüce Allah da: "Ey Musa!
Acaba benim bir dostuma hiç dost oldun mu? Acaba benim için bir düşmana hiç düşman
oldun mu?" buyurur. Bunun üzerine Hz. Musa, amellerin en faziletlisinin
Allah için sevmek ve Allah için buğzet-mek olduğunu anlar.[46]
Bu mevzuda Hasan-1
Basri (r.a.)'de şöyle buyurmuştur:
"Ey Ademoğlu kişi
sevdiğiyle beraberdir,[47] sözü
sakın seni aldatmasın. Çünkü sen iyiler zümresine ancak onlar gibi amel
edersen katılırsın. Zira yahudi ve hırisiiyanlar da Allah'ın peygamberlerini
severlerdi. Halbuki onlarla beraber değillerdir,"[48]
Allah için buğz
konusunda yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bir de zulmedenlere
meyletmeyin. Sonra size ateş çarpar. Zaten sizin Al-lah'dan başka yardımcınız
yoktur. Sonra (ondan da) yardım göremezsiniz."[49]
Allahü Teâlâ
Hazretlerinin, Yuşa Aleyhisselamın kavminden kırkbin salih kişiyi zalimlere
buğz beslemedikleri için kahr-ü helak ettiği rivayet edilir.[50]
Fasıklar üç kısımdır:
1- Büyük
günah işlemenin çirkinliğine inanarak onu ara sıra işleyenler
2- Kötülüğü,
üzerinde hiçbir fikir sahibi olmaksızın onu devamlı işleyenler
3- Kötülüğünü
inkâr edip, büyük günahları savunarak işleyenler. Bu üçüncü maddede yer alanlar
zaten kafir olduklarından onların dostluğu hiçbir zaman sözkonusu değildir.
Binaenaleyh bir müslüman bu üç grubun hiç birisini sevemez.[51]
Allah için buğz
beslemek, konuşmayı kesmek ve buğz beslenecek kişinin yaptıklarına karşı
koymakla olur.[52]
İşte mevzuumuzu teşkil
eden 4599 numaralı Hadis-i Şerif Allah'a en sevimli amelin Allah için muhabbet
ve Allah için buğz beslemek olduğunu ifade etmektedir. Her ne kadar
el-Mtinziri'nin dediği gibi hadisin senedinde hadisleri delil olarak
alınamayan Yezid b. Ebi Ziyad varsa da yukarıda bu mevzuda zikrettiğimiz
haberler ve benzerleri bu hadisin sıhhatini te'yid etmektedir.
Mevzuumuzu teşkil eden
ve Hz. Ka'b b. Ma'lik ile diğer iki arkadaşının ihmalkârlık sebebiyle Tebuk
Savaşından geri kalmaîarıyla ilgili tev-belerinin kabul edildiğini müjdeleyen
Tevbe Suresinin 117-118. ayetleri ininceye kadar müslümanlann onlarla selamı ve
konuşmayı kestiklerini bildiren 4600 numaralı Hadis-i Şerif ise Allah'a ve
rasulüne açıktan isyan eden kimselerle tevbeleri görülene kadar ilgiyi kesmenin
caizliğine delalet etmektedir. Fasik kimseler hakkında durum böyle olunca
kafirlerle ilgiyi tamamen kesmenin lüzumu kolayca anlaşılır.
Hafız İbn Kesir'in
açıklamasına göre Tebuk savaşma katılmadıkları için müslümanlann selamı
kestikleri üç kişinin isimleri şöyledir: "Ka'b b. Malik, Mürare b. Rebi,
Hilal b. Ümeyye"[53]
1. 4600,
Hadis-i Şerif, yöneticinin raiyyesine küsmesinin aralanndaki biati bozmadığına
delâlet eder. Nitekim Vahşi (r.a.)'in herkesçe malum olan durumu da jpunu ifade
eder.
2. Bid'at ve
fısk sahiplerinin tevbe etmedikleri sürece selamlarını almamak caizdir.
3. Bir
kimse, bir başkası ile konuşmamaya yemin ettikten sonra o kimse ile konuşacak
olursa yeminini bozmuş olur. 4600 numaralı hadis daha Önce 2202 numarada
geçmişti.[54]
4601...
Ammâr b. Yâsir'den dedi ki: "Ellerim yarılmış olarak ailemin yanına
gelmiştim. Ellerime zaferan sürdüler. (Ertesi gün) sabahleyin, Peygamber
(s.a.)'e vardım ve kendisine selam verdim, selamımı almadı ve: "Git,
bunları yıka" buyurdu.[55]
4602... Âişe
(r.anhâ)'den rivayet edildiğine gör;) (hac yolculuğu esnasında, Hz.
Peygamberin hanımı) Safiyye bintü Huyey'in devesi hastalanmış ve (Hz.
Peygamberin diğer hanımı) Zeyneb'in yanında da fazladan (yedek) bir
deve^varmış. Rasûlullah (s.a.) de Hz. Zeyneb'e: (Bu) deveyi Safiyye'ye ver;
diye emretmiş (Hz. Zeyneb ise) "Ben (Bu deveyi) şu Yahudiye mi
vereceğim?" karşılığını vermiş. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) öfkelenmiş
ve Zilhicce ile Muharrem aylarında ve biraz da saf er ayında Hz. Zeyneb'e küs
durmuş.[56]
Bu hadis-i Şerifler,
Allah'ın Rasulünün emirlerine uymayan
kimselerden selamı ve ilişkiyi kesmenin caizliğine açıkça delâlet
ettiklerinden. Sünnet çizgisinden sapan bid'at ehliyle ilişkiyi kesip onların
selâmını bile almamanın caizliğine evleviyyet-le delâlet eder.
Rasul-i Zişan
efendimiz, diğer bir hadis-i şeriflerinde de: "Yahudi ve hıristiyanlara
selam vermeyiniz" buyurmuştur.[57]
İmam-ı Nevevi'nin açıklamasına göre: "Şafii alimlerinden bazıları gayr-i
müslimlere selam vermenin haram değil mekruh olduğunu savunmuşlardır."
Kadı îyaz da zaruret karşısında onlara selam vermenin caiz olduğu görüşündedir.[58]
4603... Ebu
Hureyre (r.a.)'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.):
"Kur'ân-ı Kerim
hakkında (şahsi kanaate dayanarak) münakaşa etmek küfürdür." buyurmuştur.[59]
Bu hadis-i şerif
hakkında Hattabi (r.a.) şu açıklamayı yapıyor: İslam alimleri bu hadisin
açıklanmasında farklı görüşler ileri sürmüşlerdir.
Bazılarına göre
metinde geçen "el-Mirâü" kelimesi "... Bu (Kur'ân)dan hiç kuşkun
olmasın..."[60] âyet-i kerimesinde olduğu
gibi, şüphe, kuşku manasında kullanılmıştır. Bu ihtimale göre hadisin manası
şöyle otur: "Kur'ân-ı Kerim'den şüphe etmek küfürdür."
Bu kelime münakaşa,
tartışma anlamına da gelir. Bu ihtimale göre hadisin manası şöyle olur:
"Kur'ân-ı Kerim hakkında münakaşaya girmek küfürdür." Söz konusu
kelimenin münakaşa anlamıyla kullanıldığı kabul edilirse, burada yasaklanan
münakaşanın nasıl olduğu hususu da ihtilaf konusu olmuştur. Bazılarına göre
hadis-i şerifte yasaklanan münakaşadan maksat Kur'an-ı Kerimin kıraat şekilleri
üzerinde keyfi olarak bilgisizce girişilip de Hz. Peygamberden gelen rivayet
şekillerini inkâra varan münakaşalardır. Oysa, Hz. Peygamberin haber verdiğine
göre Kur'arı-ı Kerim yedi kıraat şekli üzerine inmiştir. Hepsi de haktır. Safi
ve kâfidir. Bunlardan birini inkar etmek küfürdür.
Bazılarına göre de
hadis-i şerifte yasaklanan münakaşadan maksat, kelam ulemasının üzerinde
durduğu kaza ve kader gibi mahiyeti bir sır olmaktan çıkmayan mevzuları ihtiva
eden ayetler üzerinde yapılan münakaşalardır. Helal, haram, emir, nehy gibi
hususları ihtiva eden ayetler üzerinde yapılan münakaşalar değildir. Çünkü
sahabe-i kiram bu gibi mevzulara dalmışlar ve bu araştırmaları neticesinde
aralarında çıkan 'fikir ayrılıklarım da Kur'an-ı Kerim ve sünnetin ışığında
çözmeye çalışmışlardır.
Nitekim Allahü Teâlâ
Hazretleri de: "... Eğer herhangi bîr şeyde anlaşmazlığa düşerseniz onu
AİJah'a ve rasülüne götürünüz..."[61] buyurarak,
bu mevzuda çıkan ihtilafları Kur'an-ı Kerim ve sünnetin rehberliğinde çözmeyi
emir buyurmuştur."[62]
Fakat Kur'an-ı
Kerim'in ve sünnetin rehberliğine ihtiyaç duyulmaksı-zın yapılan Kur'an-ı Kerim
hakkındaki münakaşalar sahibi her zaman İs-lamın bir rüknünü küfre
götürebileceği için yasaklanmıştır.
Nitekim diğer bir
hadis-i şerifte de "Kur'ân-ı Kerim hakkında kendi şahsi görüşü ile
konuşan kimse bu cehennemden yerini hazırlasın.”[63]
buyurulmuştur.
Bir gün Hz. Ebu
Bekir'e Abese suresinin 31. ayetinin manası sorulduğunda "Allah'ın
Kitabına dair birşeyi kendi fikrime göre tefsir edersem veya bilmediğim halde
konuşursam hangi yer beni üzerinde taşır ve hangi sema beni
gölgelendirir" demiştir.[64]
Bu mevzuda Hafız İbn
Kayyım de şöyle diyor: Rasûlullah (s.a.) bu mevzuda "Kalpleriniz, Kur'an-ı
Kerimle kaynaştığı sürece onu okuyunuz. Fakat onun hakkında ihtilâfa
düştüğünüz zaman kalk (ip dağıl)ınız."[65]
buyurmuştur. Bir başka hadis-i şerifinde ise "İnsanların Allah'a en
sevimsiz olanı hasımlıkta en ileri gidendir."[66]
buyurmuştur. Diğer bir rivayette açıklandığına göre Peygamber (s.a.)
"Hiçbir kavim, hidayete erdikten sonra (batılı hak ve hakkı batıl
göstermek üzere) münakaşaya girerek sapıklığa düşmemiştir." buyurmuş ve
sonra (Zuh-ruf suresinin) "Bunu sadece tartışma için ortaya attılar.
Doğrusu onlar kavgacı bir toplumdur" (mealindeki 58.), ayeti (ni)
okumuştur.[67]
4604... El-Mikdam
İbn Ma'dikerib'den (rivayet edildiğine göre) Rasû-lullah (s.a.) (şöyle)
buyurmuştur: "Şunu iyi biliniz ki bana Kur'an-ı Kerim ile birlikte (onun
bir) benzeri de verilmiştir. Dikkatli olun koltuğuna kurulan tok bir adamın
size: (Sadece) şu Kur'an lazımdır onda bulduğunuz helali helal, haramı da haram
kabul ediniz (yeter), diyeceği (günler) yakındır. Şunu iyi biliniz ki ehli
eşek eti, yırtıcı (hayvanlar) dan köpek dişli olanlar, (bir süre kalmak üzere
İslam topraklarına pasaportlu olarak giren) anlaşmalı (kafir)Ierin kaybettiği
mallar size hela? değildir. Ancak sahibinin kendisine ihtiyaç duymadığı (için
almadığı) yitik mallar bu hükmün dışındadır. Kim bir kavme misafir olursa o
kavmin onu ağırlaması gerekir. Eğer ağırlamazlarsa, o misafir ağırlama hakkını
alarak onları cezalandırabilir."[68]
Bu Hadis-i Şerif, Hz.
Peygambere melek aracılığı ile ve meleğin okumasıyla gelen vahy-i metluv(okunmuş
vahy yani Kur'ân âyetleri) kadar Önemi haiz olan bir de melek aracılığı veya
okunması olmaksızın gelen vahy-i gayr-i metluv bulunduğunu^ İslam'ın teşriinde
her ikisinin de aynı önemi haiz olduklarını, binaenaleyh, sünnetin ortaya
koyduğu yasakların da Kur'an-ı Kerim'in ortaya koyduğu yasaklar derecesinde
önemli olduğunu ifade etmektedir. Çünkü Hz. Peygamber dini mevzularda
konuşurken, kafasından konuşmaz. Rab-bisinden aldığı ilhamla konuşur.
Nitekim Cenab-ı Hak da
Kur'an-ı Kerim'inde "O (Peygamber) kafasından konuşmaz. O'(na inen Kur'an
veya onun söylediği sözler) kendisine vahyedilen vahiyden başka bir şey
değildir."[69] buyurarak bu gerçeği
bizlere açıklamıştır.
Hadis alimlerinin
açıklamasına göre bir vahy eseri olan sünnetin üç görevi tesbit edilmiştir:
1. Kur'ân-i
Kerim âyetlerini açıklamak.
Bu da iki şekilde
olur:
a) Kur'ân-ı
Kerim âyetlerine uygun olarak gelip onları te'yid eder. Örnek:
Âyet: "Ey iman
edenler, aranızda birbirinizin mallarını meşru olmayan yoldan elde edip
yemeyiniz."[70]
Hadis "Kendisi
razı olmadıkça bir nıüslümanın malı başkasına helal olmaz."
b) Ayetten
ne kasdedildiğini açıklar, örnekler:
I. Namaz,
oruç, hacc ve zekat gibi dini vazifelerle ilgili ayetleri açıklayan (bunların
mücmel durumlarını gideren), nasıl yapılacaklarını gösteren hadisler.
II. Kayıtsız
(mutlak) olan ayetleri, şart ve kayda bağlayan hadisler. Hırsızlığın cezasıyla
ilgili ayeti[71] "Sağ el ve
bilekten" kayıtlarına bağlayan sünnet buna örnektir.
III. Genel
(âmm) bir ayeti tahsis eden (özelleştiren) hadisler:
Örnek:
Ayet: "Onlar ki
iman edip, imanlarını zulm ile karıştırmazlar, emniyete layık olan onlardır ve
onlar doğru yol üzerindedirler."[72]
Ashab buradaki zulmü
genel manasıyla (haksızlık) diye anlayarak Ra-sul-i ekreme: "Hangimiz
zulmetmez ki?" dediler.
Efendimiz cevap verdi:
"Maksat o (zulüm) değildir. Burada kasdedilen şirktir."[73]
IV. Müşkil
(maksud olan mana kapalı) olan âyetleri açıklayan hadisler.
Örnek: Âyet:
"Fecrden (ibaret olan) beyaz iplik (gecenin) siyah ipinden ayırd
olununcaya kadar yiyin ve için,.”[74]
Buradaki "beyaz
ve siyah iplik" tabirlerini bazıları gerçek iplik sanmışlardı. Rasul-i
Ekrem: "Onlar gecenin karanlığı ile gündüzün aydınlığıdır" diyerek
durumu aydınlattılar.
2. Kur'an-ı Kerim'de
bulunan bazı ayetlerin hükümlerini nesheder.[75]
Örnek:
Nisa suresinin 2.
ayeti mirasla ilgilidir. Buna göre din farkı sözkonusu olmadan belli akraba
birbirinin varisi olur.
"Müslüman kafire,
kafir de müslümana varis olamaz."[76]
hadisiyle ayrı dinde olanların birbirine varis olmaları neshediimiştir.[77]
3. Kur'an-ı
Kerim'in ihtiva etmediği bir bilgi ve hükmü getirir. Sünnetin getirdiği ve
Kur'an-ı Kerim'de bulunmayan hükümlerden bazıları:
1. Kadını
halası veya teyzesi üstüne nikahlamanın haram olması.
2. Soy
akrabalığından haram olanlar derecesinde, süt akrabalığından da nikahın haram
olması.
3. Alış-verişte
şart koşma muhayyerliği
4. Şuf'â
kaideleri ve müessesesi.
5. Seferde
olmadan rehin.
6. Büyük
annenin varis olması.
7. Hayız görenin
oruç tutmaması ve namaz kılmaması.
8. Ramazanda
oruçlu iken münasebette bulunana keffaret gerekmesi.
9. Vitir
namazının vacib olması.
10. Oğuldan
olan kız turunun - ölenin kızıyla- altıda bir hisse alması.
11. En aşağı
nıehrin on dirhem olması.
12. Oğul
katili babanın kısas edilmemesi.
13. Mecusilerden
de cizye vergisinin alınması.[78]
Kısaca özetlersek
şunları söyleyebiliriz: "Kur'an bir iskelet yapı verir.
Yerine göre et, kemik,
kas, sinir vb. hep hadisten teşekkül eder. Tenasüb hadisin görevleri arasındadır.[79]
Mekhûl bu hususu şu
sözleriyle dile getirmiştir: "Kur'ân'ın sünnete olan ihtiyacı sünnetin
Kur'ân'a olan ihtiyacından fazladır."[80]
Hattâbi (r.a.)'nin de
ifade ettiği gibi bazıları: "Si/e bir hadis geldiği zaman onu Kur'an-ı
Kerimle karşılaştırınız. Eğer Kur'an-ı Kcrim'e uyarsa onu alınız. Eğer uyma/sa
bırakınız" mealinde bir hadis rivayet etmişlerse de bu hadisin aslı
yoktur. Hatta Zekeriyya İbn Yahya es Sâcî, Yahya İbn Mam'in sözü geçen hadis
hakkında "Onu zındıklar uydurdular" dediğini rivayet etmiştir.
Hattabi (r.a.)'nin
beyanına göre o hadisi, Şam'lılar, Yezid b. Rabia'dan rivayet etmişlerdir.
Yezid b. Rabia'nın kimliği meçhuldür. Ayrıca Ye-zid'in bu hadisi
Ebu'l-Eş'as'dan, Ebu'l-Eş'as'ın da Sevban'dan aldığı söylenir. Halbuki Yezid'in
Ebu'l-Eş'as'dan hadis rivayet ettiği sabit olmadığı gibi Ebu'l - Eş'as'ın da
Sevban'dan hadis rivayet ettiği sabit değildir.[81]
Ancak şurasını da
ifade edelim ki Kur'an sünnet ilişkisi işlenirken şu
noktalardan kesinlikle
kaçınmak gerekir:
a)
Peygamberimizi güçsüz bir tebliğci olarak görüp dinimizdeki otoritesini
sınırlı saymak; hatta bazan, bir cami görevlisine tanıdığımız dini otoriteyi
ondan esirgemek, Kıır'anı üstün göstereceğiz zannıyla yanlış yollara sapmak.
b) Kur'anı
ve hadisleri karşılıklı kuvvet denemesine tabi tutmak.
c) Bu iki
kudsî kaynağı, yerine göre karşılıklı muarız ve yerine göre kademeli salahiyet
sahibi görmek, bu onun altında o onun üstünde gibi sıralamak.
Yukarıda saydığımız
noktalarda yapılan yanlışlar, bazı bilginlerin "sünneti üstün gösterir
beyanları"nın yanlış anlaşılmasına bile vesile olmuştur. "Sünnetin
Kitaba olan ihtiyacı, Kur'an'ın sünnete olan ihtiyacından daha azdır"
sözü, bu yönden yanlış anlaşılmış, bu bir nevi cür'et olarak bile tavsif
edilmiştir. Bu sözün sahibi Kur'an'Ia hadisi elbette güç yarışması içine koyan
bir kişi değildir. Onun kasdı şudur: Kur'an'ın ana esasları verdiği için özdür,
kısadır. Sünnetin varlığı lüzumludur.[82]
Sadece Kur'an-ı
Kerim'le yetinmek İslamdan sapmadır. Çünkü bu tutum: "... Peygamber size ne
verdiyse onu alın, size neyi yasakladrysa ondan sakının..."[83]
"O havadan konuşmaz, o kendisine vahyedilen vahiyden başka birşey
değil."[84] mealindeki ayet-i
kerimelere aykırıdır.[85] Hz.
Peygamberin bu mevzudaki ihbarı zamanla aynen haber verildiği şekilde ortaya
çıktığından mevzumuzu teşkil eden hadis, Hz. Peygamberin
mucizelerindendir. ..
Bu mevzuya şu hadis-i
şerifle son vermek istiyoruz:
"Rasûlullah
(s.a.) Veda haccmda, orada toplananlara bir hitabede bulunarak ezcümle
buyurdular ki: "Şeytan artık sizin toprağınızda tapınıl-maktan ümidini
kesmiştir. Bundan başka, amellerinizden küçüm-sedikleriniz şeylerde kendisine
itaat olunmasına ise çoktan razı olmuştur. O halde şeytana uymaktan sakınınız.
Zira ben size öyle bir şey bıraktım ki ona sımsıkı yapışırsanız ebediyyen
sapmazsınız. O şey, Allah'ın kitabı ve peygamberin sünnetidir."[86]
Sünnete sarılmanın lüzumunu 4607 numaralı hadisin şerhinde tekrar ele alacağız,
inşaallah.
Mevzumuzu teşkil eden
Hadis-i Şerifte geçen "Ağırlanmayan bir misafirin, ev sahibini dava etme
hakkına sahip olması" meselesi 3751-3752 numaralı hadislerin şerhinde
geçtiğinden burada tekrara lüzum görmüyoruz.[87]
4605... (Ebu Rafi'in) babasından (rivayet olunduğuna
göre Peygamber (s.a.) (şöyle) buyurmuştur:
"Sakın sizden
birini, emrettiğim ya da nehyettiğim bir husus kendisine ulaşınca koltuğuna
yaslanmış bir halde "Benim aklım ermez. Biz Allah'ın Kitabında ne bulursak
ona uyarız" derken bulmayayım."[88]
Bir önceki hadisle
ilgili açıklama bv. hadis için de geçerlidir.[89]
4606... Âişe
(r.a.)'den (rivayet olunduğuna göre) Rasûlullah (s.a.) "Kim bizim
dinimizde, onda olmayan bir şey ortaya atarsa, (onun ortaya attığı) o şey
batıldır." İbn İsa (bu hadisi) Peygamber (s.a.); "Kim bizim dinimizin
dışında bir iş yaparsa (o iş) batıldır" buyurdu, (şeklinde) rivayet etti.[90]
Bu hadis-i şerifin
zahiri Hz. Peygamberin vefatından sonr3) fcilap ve sünnetin ruhuna aykırı
olarak din adına ortaya atılan bütün yeniliklerin batıl ve İslam dışı olduğunu
ifade etmektedir.
Bilindiği gibi Hz.
Peygamberin irtihalinden sonra din adına ortaya atılan şeylere bid'at duıir.
Bid'at kelimesi
"bir şeyi örneği ve benzeri olmaksızın meydana getirmek, yeniden icad
etmek, anlamına gelen bed' kökünden gelir. Buna göre bid'at eskiden olmadığı
halde sonradan icad edilen şey demektir.
Kur'an-ı Kerim'de de
beyan edildiği üzere İslam dini Hz. Peygamber (s.a.) hayatta iken kemale
ermiştir.[91] Binaenaleyh,
Rasülullah'dan sonra dinde ihdas edilen herşey bid'at mefhumuna girer. Böyle
bir şeyi meydana çıkarmaya ve ona uymaya "ibtida"' denildiği gibi o
şeyin vasıf ve şekline ve bir de o tarzda işlenen amele de "bid'at"
denilir.[92] İslam uleması bid'atın
tarifinde birleşmemiş, çeşitli tarifler ileri sürmüşlerdir. Bir grup bid'atı
dar manada ele almış ve "Hz. Peygamber (s.a.)'den sonra ortaya çıkan, din
ile alakalı olup bir ilave veya eksiltme mahiyetinde olan şey" diye tarif
etmişlerdir. Bu tarife göre her bid'at kötüdür, sapıklıktır, dini bozacağı,
değiştireceği için onunla mücadele etmek gerekir.
Diğer gruba göre bid'at,
Hz. Peygamberden sonra icad edilen, ortaya çıkan, moda haline gelen herşeydir.
Bu tarif çok geniş olduğu için tek yönlü bir değerlendirmeye tabi tutulamamış
"mezmume" ve "hasene" yani kötü ve iyi olarak iki kısma
ayrılmıştır. Bu arada Şer'î delillere aykırı her şey ve her davranışa bid'at
diyenler de olmuştur.
Birinci tarife göre,
herhangi bir adet, alet ve davranışın bid'at olabilmesi için, dine katılması,
dinî telakki edilmesi, iman ve ibadet manzumesine dahil bulunması gerekir.
Mesela, bir kimsenin bedenini geliştirmek için her sabah bir müddet koşması,
sonra bir yerde durup belli hareketler yapması, caizdir, bunlar, Hz. Peygamber
zamanında yapılmamış olsa dahi bid'at değildir. Aynı hareketler, ibadet olsun
diye yapılır veya ibadet sayılırsa bid'at olur ve caiz olmaktan çıkar. Çünkü
İslam'da ibadetin yeri, zamanı ve şekli, Allah ve Rasulü tarafından kesin
çizgilerle açıklanmıştır. Hiçbir kimsenin bunları, değiştirme, arttırma ve
eksiltme selahiye-ti yoktur.
İkinci gruba göre,
Rasûlullah'ın ahirete intikalinden sonra ortaya çıkan herşey, bid'attir; ancak
her bid'at sapıklık olmadığı gibi günah ve kötü de değildir. Kabîh (kötü)
bid'at vardır, hasen (iyi) bid'at vardır. Birincisi: Caiz olmadığı ve delile
dayanmadığı halde dinde ilave veya eksiltme ifade eden bid'atlerdir. İkincisi:
Sonradan ortaya çıkmakla beraber, ya din ile alakası olan veya caiz olduğuna
delil bulunan, bid'atlerdir. Dikkat edilirse bu tarifin "kötü
bid'at" diye tavsif edilen kısmının, birinci grubun bid'at anlayışı içine
girdiği görülecektir, "iyi ve güzel bid'at" denilen kısmına ise
onlar bid'at dememiş, bunları bid'at mefhumu içine almamışlardır. Bid'atı iyi
ve kötü diye ikiye ayıranlara göre horozu kurban olarak kesmek kötü bid'attir;
caiz değildir; çünkü bu adet sonradan çıkmıştır, islam'ın kurban nizamına
aykırıdır. Aynı adet birinci grubun tarifine göre bid'attir. Kur'an-ı Kerim'i,
bir mushaf içinde toplamak, hadis kitapları yazmak, teravih namazını cemaatle
kılmak da sonradan olmuş şeylerdir; fakat bunlar iyi bid'attir, caizdir, caiz
olduğuna deliller vardır. Unu elekten geçirmek, yemekte; çatal, kaşık, masa
kullanmak; otomobile binmek de sonradan çıkmış şeylerdir; fakat bunlar dünya
hayatı ile alakalı mubah bid'atlerdir, din ile (iman ve ibadet, günah ve sevap
mefhumu ile) alakası yoktur.[93]
Hulasa, İslam dininin,
itikad ve ibadet sahasında Rasülulullah (s.a.) ile ashab-ı kiramdan
nakledilenlerin dışında kalan ve ehl-i sünnetin mütehassıs alimlerince zaruri
görülmeyen her yenilik, maksatlı bir şekilde "olanı terk etmek" veya
"olmayanı icad etmek" gayr-i meşrudur, dalalettir ve bidattir.
İbadetle ilgili olmadığı halde, kendisine ibadet rengi verilen her adet te
böyledir. Bunların dışında kalan yenilik ve icadlarsa meşrudur.[94]
4607... İbn
Amr es-Sülemî ile Hucr (un şöyle) dedi (k)ler (i rivayet edilmiştir): Hakkında:
"Sen, sizi bindirecek birşey bulamıyorum deyince, harcayacak birşey
bulamadıklarından dolayı üzüntüden gözlerinden yaş akarak dönen kimselerin
aleyhine de bir yol yoktur."[95]
(âyeti) inen el-Irbaz b.
Sâriye'nin yanına varmıştık. Selam verdik ve "Seni ziyarete, hastalığın
için geçmiş olsun demeye ve (senden) ilim almaya geldik" dedik. Bunun
üzerine Irbaz (şöyle) dedi:
"Birgün
Rasûlullah (s.a.) bize namaz kıldırdı. Sonra bize dönüp çok tesirli bir va'z
etti. Bu va'zdan dolayı gözler yaşarıp kalpler ürperdi. Derken bir konuşmacı:
"Ey Allah'ın rasulü (senin) bu (va'zm yolculuğa çıkacağı için kalanlara)
veda eâ&n bir kimsenin va'zana benziyor. Binaenaleyh bize neyi tavsiye
edersiniz?" (söyleyin de bilelim), dedi. (Fahr-i kainat efendimiz de):
"Size Allah'dan
korkmanızı (başınızdaki idareciler) Habeşli bir köle olsa bile (onlan)
dinleyip, itaat etmenizi tavsiye ederim. Çünkü benden sonra sizden kim yaşarsa
o, pek çok (dini) ihtilaflara şahid olacaktır. Binaenaleyh size gereken,
sünnetime ve doğru yolum üzerinde bulunan halifelerimin sünnetine sarılınız.
Bu sünnetlere (adeta) dişlerinizi (bir daha çıkmamak üzere iyice) hatırınız.
Sizi (din adına) sonradan ortaya atılan işlerden sakındırırım. Çünkü sonradan
ortaya atılan her iş bid'attır ve her bid'at sapıklıktır" buyurdu.[96]
Metinde geçen "Bu
sünnetlere dişlerinizi batırıniz>, sözü oıan]ara bütün varlığınızla, olanca
gücünüzle ciddi bir şekilde sarılınız" anlamında kullanılmıştır.
Bu hadis-i şerif,
ümmet-i Muhammed'in mü'min ve müslüman olarak kalmalarının ancak sünnet
çizgisinden ayrılmamaları ile mümkün olacağını, Hz. Peygamber'in vefatından
sonra (4596 numaralı hadis-i şerifte de ifade edildiği gibi) müslümanlar
arasında pek çok dini ihtilaflar doğacağını ve bu fitnelerden korunmanın ancak
Hz. Peygamberin ve dört halifenin sünnetine sarılmakla mümkün olacağını haber
vermektedir. Sözü geçen hadis-i şerifin şerhinde de açıkladığımız gibi, bir
kimsenin veya toplumun sünnet üzerinde yürüdüğünü iddia edip kendisinin
dışındaki kimselerin sünnetin dışında olduklarını söylemesi Önemli değildir.
Önemli olan, Allah'ın ve rasulünün bu hususta koymuş oldukları ölçülere uymaktır,
bu ölçüleri bir düstur olarak almak ve onları eksiksiz uygulamaktır.
"Çünkü sürinet-i
seniyye gemilerde hatt-i hareketi gösteren kıble nümali bir pusula, hadsiz,
zararlı, zulümatlı yollar içinde birer düğme hükmündedir."[97] Hz.
Peygamberin sünnetine sarılmanın nasıl olacağını yüce Allah şöyle açıklıyor:
"Hayır, rabbına
andolsun ki aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tayin edip sonra
haklarında verdiğin hükümden dolayı içlerinde bir sıkıntı duymadan,
kendilerini tamamen teslim etmedikçe iman etmiş olmazlar."[98]
Bu âyet-i kerime'ye
göre bir kimsenin mü'min sayılabilmesi için onun bütün ihtilaflarının çözümünde
Hz. Peygamberi hakem tayin etmesi yani Hz. Peygamberin sağlığında ortaya çıkan
tüm anlaşmazlıkların hall-ü faslında bizzat onun hakemliğine başvurması,
vefatından sonra da bu ihtilafın çözümünü onun sünnetinde ve dolayısıyla
Allah'ın Kitabında araması ve Hz. Peygamberin verdiği hükümden ya da sünnetinin
getirdiği çözüm şeklinden dolayı kalbinde en ufak bir sıkıntı veya bir itiraz
hissinin doğmaması şarttır.[99]
Cenab-ı vacibu'l-vücud
hazretleri diğer bir ayet-i kerimesinde de şöyle buyurmuştur. "Kim
Allah'a ve Rasul(ün)e itaat ederse işte onlar Allah'ın kendilerine nimet
bahşettiği peygamberlerle, siddıklarla, şe-hidlerle ve iyi kimselerle
beraberdirler. Arkadaş olarak bunlar ne güzeldir!"[100]
Bu mevzuda şu iki
ayet-i kerimeyi de hatırlamak gerekir: "Kim peygambere itaat ederse o,
gerçekten Allah'a itaat etmiş olur..."[101]
"Rahmetim her
şeyi kuşatmıştır. Onu (bilhassa) sakınanlara, zekât verenlere ve âyetlerimize inananlara
yazacağım. Onlar öyle kimselerdir ki, yanlarındaki Tevrat'ta ve İncil'de
yazılı buldukları ümmi Nebi olan Peygambere uyarlar ki o Peygamber, onlara
iyilikle emreder, onları kötülükten meneder, iyi ve temiz olan şeyleri helal,
kötü ve zararlı şeyleri haram kılar, onların ağır yüklerini, sırtlarında olan
zincirleri indirir.
İşte ona iman edenler,
ona saygı gösterip onu İ'zaz edenler, ona yardım edenler ve onunla indirilen
nura uyanlar yok mu, onlar felâ-ha kavuşanların ta kendileridir."[102]
Metinde geçen
"Raşid halifeler" den maksad, Hz. Ebu Bekir Sıddık (r.a.) ile Hz.
Ömer İbn Hattab, Hz. Osman ve Hz. Ali (r.anhüm) dür. Hadis-i şerifte bu raşid
halifelerin yoluna uymak emredilmiştir. Çünkü bunların hepsi de Hz.
Peygamberin yolundadırlar.
Fıkıh ve usul alimleri
4657 numaralı hadis-i şerif ve benzerlerine bakarak Hz. Peygamberin
sahabilerinin tümünün sünnetinin de raşid halifelerin sünnetleri gibi bir
delil olduğunu söylemişlerdir.[103]
1. İnsanın
saadeti takva üzere hareketmesiyle kaimdir.Çünkü «Allah yalnız takva sahiplerinin amelini
kabul eder."[104]
2. İdareciler,
dinin emirlerine uygun hareket ettikleri sürece kendilerine itaat etmek
vacibdir. Fakat, dine aykırı hareket edip emirler vermeye başlanınca bakılır,
eğer onları İşbaşından uzaklaştırmak mümkün ise isyan edilip iş başından
indirilirler. Fakat onlara isyan, daha büyük bir fesada ve yıkıma sebep
olacaksa, buna tevessül edilmez. Çünkü "İki kötülükten birini tercih
etmekle karşı karşıya gelindiği zaman, büyüğünden kurtulmak için hafif olana
katlanılır"[105]
sözü umumi bi; fıkıh kaidesidir.[106]
3. Devlet
başkam, Kureyş'in dışında herhangi bir kabileden de olabilir. İsterse
Habeşli bir köle
olsun. Ancak bazıları
"İmamlar Kn-reyş'dendir...”[107] hadis-i şerifine dayanarak devlet başkanının
mutlaka Kureyş'den olacağını savunmuşlar ve hadisi şerifte geçen: "Habeşli
bir köle de olsa" sözünün "olmaz ya farz-i muhal Habeşli bir köle
bile olsa" manasında kullanıldığını söylemişler ve bu cümlenin kendi
anladıkları manada kullanıldığını isbat için şu hadisleri delil
getirmişlerdir.
1. "Her
kim Allah için bağırtlak kuşu yuvası gibi bir mescid yaparsa, Allah da onun
için cennette bir ev yapar."[108]
2. "Eğer
kızım Fatıma hırsızlık yapsaydı, onun da elini keserdim."[109]
3. "Allah
hırsıza lanet etsin. Bir yumurtayı çalar da eli kesilir, ipi çalar yine eli
kesilir."[110]
Çünkü bu hadislerde Hz. Fatima'nın hırsızlık yapmasından, bağırtlak kuşu yuvası
kadar büyüklükteki mescidderi söz ediliyor ki aslında bunlar olağan değildir.
Farazi olarak söylenmiştir.
Keza bir yumurtadan
dolayı da el kesilmez, ancak yumurta çalan kimse hırsızlığa alışır. Zamanla el
kesilmesini gerektirecek çapta büyük hırsızlık yapar. (Biz bu emirlik konusunu
(2928) riö'İu hadis-i şerifin şerhinde açıklamıştık.)
4. Her bidat
sapıklıktır. (Nitekim 4609 numaralı hadisin şerhinde açıklamıştık.)
5. Hz.
Peygamberin vefatından sonra çok büyük dini ihtilâflar olacaktır. Bunların
tahribatından kurtulmanın tek çaresi Kitaba ve sünnete sarılmaktır.
6. Raşid
halifelerin sözü diğer sahabilerin sözlerine tercih edilir.[111]
4608...
Abdullah İbn Mes'ud'dan (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) üç defa:
"Taşkınlar helak oldular" buyurmuştur.[112]
Bu hadisten murad,
kavillerinde, fiillerinde haddi aşan,
taşkınlık yapan kimselerdir. Ne söylediğini bilmeyen, ölçüsüz konuşan ve aşırı
fillerde bulunan bu gibi kimseler insanlar tarafından sevilmedikleri ve çok
defa yaptıklarının cezası olarak hapislerde çürüdükleri gibi, âhiretlerinin de
harab olacağına bu hadis~i şerif delâlet etmektedir.[113]
4609... Ebu
Hureyre (r.a.)'den (rivayet olunduğuna göre) Rasûlullah (s.a.): "Kim
(insanları) doğru yola çağırırsa, kendisine uyanların sevabı
kadar ona da sevap
yazılır. Bu (kendisine) uyanların sevabından bir-şey eksiltmez. Kim de bir
sapıklığa çağırırsa kendisine uyanların günahı kadar ona da günah yazılır. Bu
(kendisine) uyanların günahından bir şey eksiltmez" buyurmuştur.[114]
Bu hadis-i şerif,
hayırlı işler yapmanın teşvik edildiğini, kötü çığır açmanın da haram olduğunu
ifade eden açık bir delildir. Hayırlı bir çığır açıp diğer insanların o
çığırdan gitmesine sebep olan kimse, kıyamet gününe kadar o yoldan gidenlerin
sevabına nail olacağı gibi, kötü çığır açan da kıyamet gününe kadar o yoldan
gidenlerin kazandığı günahlar kadar günah kazanmakta devam edecektir."[115]
Davet edildikleri
hayrı işleyenlerin sevabının, onu işleyenler kadar, aynen davet eden kişiye de
yazılması, onu işleyelerin bu hayırdan kazandıkları sevabı eksiltmediği gibi;
şerri işleyenlerin günahının, aynen ona davet eden kişiye de yazılması, o
şerri işleyenlerin bu serden kazandıkları günahı eksiltmez. Ancak bu konuyu:
"Herkesin kazandığı yalnız kendisine aittir. Kendi (günah) yükünü taşıyan
hiçbir kimse bir başkasının (günah) yükünü taşımaz..."[116]
ayet-i kerimesi ile karıştırmamak lazım. Çünkü, burada, bir kimsenin, diğer bir
kimsenin günahını çekeceği ifade edilmiyor. Sadece bir kimsenin, işleyeceği
günahtan kazandığı vebal kadar, vebal yükleneceği ifade edilmektedir ki ayet-i
kerimede kasdedilen mesele ile bu mesele birbirlerinden tamamen farklıdırlar.[117]
4610... Amir
İbn Sa'd'ın babasından rivayet edildiğine göre Rasûlul-lah (s.a.):
"Şüphesiz ki müslümanlar arasında en büyük günahkâr müslüman, haram
kılınmamış bir hususa dair soru sorup da, (sırf) kendisi soru sorduğu için o
hususun insanlara haram kılınmasına sebep olan kişidir" buyurdu.[118]
Bu hadis-i şeriften
maksat çok sual sormayı, bilhassa vuku bulmamış şeylerin sorulmasını,
yasaklamaktır.
Çok sual sormak, şu
sebeplerden dolayı kerih görülmüştür:
1. Müslümanlara
o şeyin haram kılınmasına sebep olabilir. Bu surette onlara meşakkat celbetmiş
olur.
2. Verilen
cevapta, soran için, hoşlanmayacağı bir şey olabilir.
3. Ashab-ı Kiram
tekrar tekrar sual sormakta ısrar ederlerdi. Bu ise Peygamber (s.a.)'e eziyet
verirdi. Helâklarına sebep olabilirdi. Bundan dolayıdır ki, Zât-i Bari
Hazretleri: "Ey iman edenler, çok soru sormayın. Çünkü size açıklanırsa
hoşunuza gitmeyebilir" (Maide, (5), 10i) buyurarak lüzumlu lüzumsuz olmuş
veya olmamış her şeyi sormayı yasak ettiği gibi,
"Şüphesiz ki
Allah ve Rasulüne eziyet verenlere, Allah, hem dünyada, hem âhirette lanet
eder, onlar için dehşetli azab hazırlanmıştır." (Ahzab (33), 85) buyurarak
Rasulüne eziyeti de haram kılmıştır.
Kaadi Iyaz hadisteki
"cürmü" müslümanlara meşakkat vermek diye tefsir etmişse de Nevevi
bunu beğenmemiş, hatta batıl olduğunu söylemiş, sonra sözüne şöyle devam
etmiştir: ''Doğrusu bu hadisin şerhinde Hattâbî ile Tahrir sahibinin ve cumhur
ulemanın söyledikleridir ki şudur: Burada cürümden murad suç ve günahtır. Bu
hadis lüzumsuz yere tekel-lüf ve ısrar göstererek sual soranlar hakkındadır.
Bir zaruretten dolayı mesela bir şey vuku bulduğu için sual sormak günah değildir.
Bu hususta muaheze yoktur. Hadis-i şerifte başkasına zarar verecek bir şey
yapmanın günah olduğuna delil vardır."[119]
4611...
(Muaz b. Cebel'in arkadaşlarından olan Yezid îbn Amira) dedi ki: (Muaz b.
Cebel) vaaz etmek için her oturuşunda "Allah adaletli bir hakimdir.
(Bundan) şüphe edenler helak olurlar" derdi. Bir gün de (şöyle) dedi:
"Muhakkak ki sizin önünüzde (birtakım) fitneler vardır. O zamanda mal
çoğalır (her yerde insanlar tarafından) Kur'an (ı-Kerim) açıl (ip okun)ur.
Hatta Kur'an'ı mü'min, münafık, erkek, kadın, küçük, büyük, hür, köle (herkes)
al(ıp ok)ur. Bir sözcünün (herkesin böyle Kur'an okuyup ta onu anlamadıklarını
ve şeytana uyup çeşitli bidatlere saptıklarını görerek kendi kendine): Bu
insanlara ne oluyor da ben Kur'an okuduğum halde bana uymuyorlar? Ben (din
adına) kur'an'a aykırı olan şeyler ortaya atmadıkça onlar bana uyacak değildir,
diyeceği günler yakındır. Sizi (dine aykırı olarak, din adına) ortaya atılan
yeniliklere karşı uyarıyorum. Çünkü din adına ortaya atılan (bu tür)
yenilikler, batıldır. Sizi alim bir kimsenin sapıklığından da sakındırırım.
Çünkü şeytan bazan batıl sözü alim kişinin diline söyletir. Bazan da doğru
sözü münafık söyler."
(Yezid b. Amira) dedi
ki: Ben (burada) Muaz İbn Cebel'e: "Allah sana rahmet etsin (iyi ama),
ben alim kimsenin bazan batıl söylediğini, münafığın da bazan doğruyu
söylediğini nasıl anlayabileceğim?" dedim. (Hz. Muaz şöyle) cevap verdi:
"Evet, sen (bu
hususta şöyle hareket et): Alimin herkesin gözüne batan ve hakkında (insanlar
tarafından): Bu da nedir böyle? de (yip tepki göster) dikleri sözünden sakın.
(İşte bu söz alimin ağzından kaçırdığı sapık sözlerdendir.) Fakat alimin bazan
böyle yanılması seni on(un sözlerini dinlemek)den vazgeçirmesin. Çünkü onun (o
sözünden hakka) dönmesi (her zaman için) mümkündür. Ve sen hakkı işittiğin
zaman (onu kimin ağzından çıktığına bakmadan mutlaka) al. Çünkü hakkın
üzerinde nur vardır.
Ebu Davud der ki: Bu
hadisi Zührî'den Ma'mer'de rivayet etmiştir. (Ancak Ma'mer:) "Seni
vazgeçirmesin anlamına gelen: "La yüsniyenne-ke" kelimesi yerine
("seni ondan uzaklaştırmasın" anlamına gelen) "yurt
iyenneke" sözünü rivayet etmiştir. Salih îbn Keysan da Zühri'den (rivayet
ettiği) bu hadiste "herkesin gözüne batan" anlamına gelen
"el-müş-tehirât sözü yerine ("şüpheli" anlamına
gelen)=el-müştehihat" sözünü rivayet etmiş ve "la yüsniyenneke"
sözünü de îbn Akil gibi "la yüsniyen-neke" diye rivayet etmiştir.
İbn İshak da Zühri'nin
(bu hadisi) şöyle rivayet ettiğini söyledi: Evet (alim insanın hatıl olan sözü)
sana şüpheli gelen ve hatta senin (bu adamcağız) bu sözle neyi kasdediyor,
diye (kendi kendine) sorduğun (sözü)dür.
îbn İshak da Zühri'nin
(bu hadisi) şöyle rivayet ettiğini söyledi: Evet (alim insanın hatıl olan sözü)
sana şüpheli gelen ve hatta senin (bu adamcağız) hu sözle neyi kasdediyor,
diye (kendi kendine) sorduğun (sözü)dür.[120]
Hadis-i şerif asr-ı
saadetten sonra müslümanlar arasında malın ve Kur'an-ı Kerim nüshalarının çoğalacağını
fakat Kur'an-ı Kerim'i hakkıyla anlayanlar azalacağı için fitnelerin ve
bid'atlerin de artacağını, bu bid'atlere öncülük etmek hevesinin
yaygınlaşacağını haber vermektedir. İstikbale dair verdiği haberlerin aynıyla
gerçekleştiği için bu hadisin Hz. Peygamberin mucizelerinden biri olduğunda
şüphe yoktur.
Hadis-i şerifin ihtiva
ettiği uyanlardan biri de alimlerin bazan şeytanın ağına düşerek batıl sözleri,
münafıkların da bazan hak sözleri söyleyebileceklerine dair olan uyarıdır.
Gerçekten bu iki
husus, mtislümanların son derece uyanık ve hassas olmaları gereken
hususlardır.
Bir alimin herhangi
bir meselede yanılması, artık bir daha ondan yüz çevirip sözlerine kulak
vermemeyi gerektirmez.
İlim adamlarının
yandan bir alimden yüz çevirmeyip ona yakın durarak onu uyarmaları, onun hakka
dönmesine yardımcı olmaları gerekir. Esasen yaralan bir alimin hatasını anlayıp
hakka dönmesi her zaman için mümkündür. Bu bakımdan insanların alimin bir
hatasına bakarak ondan yüz çevirmeleri asla doğru değildir.
Hele ilimden behresi
olmayan kimselerin ondan yüz çevirip sözlerini dinlememeleri büsbütün
tehlikelidir. Esasen ilimden nasibi olmayan kimselerin ilim adamlarının
sözlerini kendi kafalarına ve bilgilerine göre eleştiriye tabi tutmaları son
derece büyük bir cinayettir. Bu çok tehlikeli bir tutumdur. Böylesi bir kimse
alimin bir sözünün yanlışlığını kendi şahsi bilgisine ve Ölçülerine göre tayin
ve tesbit edemez. Olsa olsa gerçekten ilmi irfanı herkes tarafından tasdik ve
teslim edilen kişilerin verdikleri hükümle ya da o sözün gerçekten İslami
kültürün canlı ve yaygın olduğu bir toplumun fertleri tarafından yadırganıp
kabul edilmediğini görmekle anlayabilir.
Fakat İslami kültürün
ortadan kalkıp yerini cehalete ve bidatlara terket-tiği toplumlarda fertlerin
bir alimin fetvası hakkındaki eleştiri ve yargılarının hiçbir değer ve önemi
yoktur.
Müslümanların uyanık
olmaları gereken ikinci husus da, münafıkların, sözleri arasında bulunan bazı
doğrulara bakıp da onların, her sözünün doğru olduğu kanaatine varmanın,
doğuracağı vahim neticelerdir.
Esasen en tehlikeli
yalan doğruyla karışık olan yalandır. Müslüman bunun şuurunda olup, hakkı ve
hakikati İslamî ölçüler çerçevesinde tereyağından kıl çekercesine dikkatle
tesbit ettikten sonra, hak ve hakikati (şöyle) dediği kimin ağzından çıktığına
bakmadan almalıdır.
Bu hadis-i şerif
mevkuftur. Yani sahabi sözüdür. Ancak, bilindiği gibi, sahabilerin sözlerinin,
Hz. Peygamberden işittikleri bir sözden veya gördükleri bir fiilden
kaynaklanmış olması kuvvetle muhtemeldir.[121]
4612... Süfyan
(es-Sevri) (r.a.)'den (rivayet edilmiştir:) Demiştir: Bir adam kaderi
(mânâsını) sormak üzere Ömer İbn Abdiî-Aziz'e bir mektup /azdı. (Hz. Ömer İbn
Abdil-Aziz de bu adama bir mektup yaz (arak şu cevâbı ver)di... "Gelelim
mevzûmuza (ey mektub sahibi!) Sana AUah'dan torkmayı, Allah'ın emrin(i yerine
getirme)de orta yolu (tutmanı) Peygamberinin (s.a.) sünnetine uymayı ve (Hz.
Peygamberin) sünneti yürür-üğe girdikten sonra bidatçilerin (bid'atlerine Allah
tarafından) bırakılmadığı halde (din adına) ortaya attıkları bidatleri
terketmeni tavsi-tt ediyorum. Sana gereken sünnete sarılmaktır. Çünkü sünnet,
Allah'ın zniyle senin için bir güvencedir.
Şunu bil ki;
İnsanların ortaya attığı ne kadar b.vl'at varsa mutlaka bu »id'at (ortaya
atılmaz)dan önce onun kötülüğüne dair (Kur'an ya da sün-tette) bir delil,
yahutta onun hakkında bir söz geçmiştir. Çünkü (bir yol olarak) sünneti, -hatâ,
sürçme, budalalık, zorluk çıkarma gibi- sünnetin ksini de bilen bir zât, ortaya
koymuştur. -Ancak İbn Kesîr: "bilen" anlamındaki) lafzı
kullanmamıştır.- (İbn Kesir'in rivayetine göre Hz.Ömer İbn.Abdu! Aziz'in
mektubu şöyle devam ediyor: Ey mektup sahibi) sahâbe-t kiramın (kendileri
için) seçtikleri yolu sen de kendin seç. Çünkü onlar (oldukları) bir bilgiye
sahiplerdi. (Meselelerin aslına) nüfuz eden bir görüşle (dine aykırı olan
davranışlardan) uzak kalırlar ve muhakkak ki onlar, (dini) işleri (n
hakikatini) kavramakta (başkalarından) daha kuvvetlidirler. (Binaenaleyh
Sahâbe-i Kiram) sahip oldukları (bu) faziletler) sebebiyle dini meselelerde
(örnek alınmaya) daha layıktırlar.
(Ey, bidatçiler)! Eğer
(sizce) hidâyet, üzerinde bulunduğunuz bid'atler ise o zaman siz, onlardan önce
ona (hidayete) erişmişsiniz demek olur. (Halbuki bu düşüncenizin tamamen yanlış
ve asılsız olduğu açıkça bellidir).
Şayet: Onlardan sonra
yeni bir takım şeyler ortaya çıktı (bunun için biz de bid'atleri çıkardık),
diyorsanız; şunu bilin ki, onlardan sonra ortaya çıkan (bu bid'at) lan, onların
yolundan başka bir yolu takip eden ve onlardan yüzçeviren bir kimse ortaya
koymuştur. Çünkü sahabe-i kiram din konusunda (gelecek nesillerin ihtiyacına)
yeterli olan hususları söylemişler ve (onlara) şifa verecek açıklamayı
yapmışlardır. Onlar(m daraltmalarının altında bir daraltma, onlar(ın getirdiği
genişliğin üstünde bir genişlik (yapmak, doğru) olamaz. Bir topluluk, onların
(kısıntılarmın) aşağısında bir kısıntı yaptılar da bir daha i'tidal sınırına
erişemediler. Bir takım topluluklar da onlar(m ölçülerinin üstüne çıktılar
(bunlar da) sınırı aşmış oldular. Oysa ashab-ı kiram, bu iki ölçüsüzlüğün
arasında doğru bir yol üzerindedirler. (Ey mektup sahibi) mektubunda kadere
imânı soruyorsun. Allah'ın izniyle (bu hususu) tam bilene sordum. İnsanların
(din adına) ortaya attığı hiçbir yeniliğin ve bidatçilerin geliştirdiği hiçbir
bidatin (dini bir) eser ve mesele olarak kadere imandan daha açık olduğuna
inanmıyorum. '
Câhiliyye döneminde
câhiller nesirlerinde ve şiirlerinde kadere imanı dile getirirler, ellerinden
kaçan nimetlere karşı kendilerini onunla teselli ederlerdi.
Sonra İslâm geldi ve
kaza ve kader(e iman) ancak (ona inanmayı farz kılarak) pekiştirdi. Gerçekten
Rasûlullah (s.a.v), bir iki hadisinde değil pek çok hadisinde kaderden
bahsetti. Müslümanlar kadere dair açıklamaları kendisinden işittiler ve (Hz.
Peygamberin) sağlığında ve vefatından sonra da kuvvetle inanarak ve Allah'a
teslim olarak kaderden bahsettiler. Bir şeyin Allah'ın ilminin dışında
olmasını, (Allah'ın ezeldeki) yazgısının onu tesbit etmemiş olmasını ve o şey
hakkında Allah'ın (ezeli) bir takdirinin bulunmamış olmasını (düşünmekte)
kendilerini yetkisiz ve hatali görerek, kaderden bahsettiler.
Bununla beraber, kader
Allah'ın, manası apaçık olan Kur'an'mda da mevcuttur. fSahabe-i kiram) kader
inancını Kur'an'dan almışlar ve ona imanı Kur'an'dan öğrenmişlerdir. (Ey
bidatçiler)! Eğer siz: (Madem öyle de) Allah niçin (kader inancına aykırı
görünen) falan ayeti indirdi ve niçin (bu inanca aykırı düşen) şöyle sözler
söyledi? derseniz (ben de size şöyle derim):
Sizin Kur'an'dan
okuduğunuzu (sahâbe-i kiram da) okudular ve onlar (ondan) sizin bilmediğiniz
(bazı) manalar sezinlediler. Sonra da: "Şu (kainatta vukua gelen
hadiselerin) hepsi de (ezeli olan) bir yazgi ve takdir ile (meydana gelmekte)
dir, takdir edilen olur. Allah'ın dilediği olmuştur, dilemediği de olmamıştır.
Biz kendimize fayda ve zarar verme gücüne sahip değiliz" dediler. Bu
(hükme vardikta)n sonra (Allah'a ibadet etmeye) rağbet ettiler ve (kötü
amellerden de) olanca güçleriyle kaçındılar."[122]
Mevzûmuzu teşkil eden
bu hadis-i şerifte sırasıyla şu
meseleler işlenmekte ve hükme bağlanmaktadır:
1. Allah
korkusu (=takvâ)
2. Orta yolu
tutma, ifrat ve tefridden sakınma
3. Sünnete
sarılmak.
4. Bidatlerden
kaçınmak.
5. Sahabilerin
yolundan ayrılmamak
6. Kaza ve
kadere iman etmek.
Bunlardan sünnete
sarılmanın önemini, bu bölümün giriş kısmında, (4604-4605) numaralı hadislerin
şerhinde, bidatlerden sakınmanın lüzum ve ehemmiyetini ise (4596-4597) numaralı
hadis-i şeriflerin şerhinde açıklamıştık. Bu bakımdan yukarıda işlediğimiz sözü
geçen maddelerden sarf-ı nazar ederek şimdi diğer maddelerin izahına geçelim.
a) Takva:
Korkmak ve sakınmak demektir. Istılahta, Allah korkusundan dolayı, günahlardan
uzak kalmaya, takva denir. Takva, imsak ve per-hizkârlık, yani mutlak olarak
zevk ve haz veren şeylerden nefsi mahrum bırakarak onu terbiye etmek, demektir.
Takva sahibi kimseye muttakî denir.
İslâm, insanlar
arasında eşitlik kurma gayesini gütmüş bunun için tek üstünlük vesilesi olarak
takvayı görmüştür: "Ey insanlar! Biz, sizi gerçekten bir erkek ile bir
dişiden yarattık ve tanışasıniz diye sizi kabile ve kavimlere ayırdık. Allah
katında en değerliniz en çok takva sahibi
olamnızdir" (Hucurat (49), 13).
Takva, bütün
iyilikleri ve faziletleri kendisinde toplayan bir haslettir. Takvanın aslı,
önce şirkten, sonra kötü ve günah olan fiillerden, daha sonra da günah olması
muhtemel olan şüpheli amellerden sakınmaktır. En son olarak takva, mubah
olmakla birlikte lüzumsuz olan şeyleri de terketmektir. Bir başka ifadeyle
takva, insanın kendisini Allah'tan uzaklaştıran şeylerden uzak kalmasıdır.
Avamın takvası şirkten
korunmakla, havassın takvası günahtan sakınmakla, evliyanın takvası fiil ve
iyi amelleri vesile bilmekle olur. Enbiyanın takvası ise fiilleri kendilerine
nisbet etmemekle ilgilidir. Çünkü nebilerin takvaları Allah'tan gelir ve Allah
rızası içindir.[123]
b) Orta yolu
tutma: İnsan iyiliğe kabiliyetli olduğu kadar, kötülüğe de kabil iyy etli dir.
Bu iki kabiliyet onun tabiatına yabancı veya ona hâricden yüklenmiş değildir.
İnsanın tabiatında
mevcut olan bu iki cevheri, nazarı itibara almayan düşünce ve inanç sistemleri
insanın fıtratına uygun olmadıkları için asla gerçekçi ve tatminkâr olamazlar.
Yüce bir hayatın
tahakkuku ise ancak bu iki zıt kutup arasında bir muvâzene kurmakla mümkündür.
Dengenin bu iki kutuptan biri lehine bozulması fertlerin ve toplumların
hayatında bir takım buhranlara sebep olur. İnsanoğlunun ferdî ve içtimaî
hayatında, bu dengeyi kuran, yegâne din ve inanç sistemi, İslâmiyettir. İslama
aykırı düşen, düşünce ve inanç sistemlerinin hepsi bu dengeden mahrumdur.[124]
Bu itibarla yahudilik
enâniyet, hırs ve şehevî hislere ağır gemler vur-masıyla beşeriyetin çocukluk
devrini, Hıristiyanlık, hayal ve rüya aleminde dolaşmasıyla beşeriyetin
gençlik çağını temsil eder. Müslümanlık ise bu devreden sonra gelen kemal
devrini, temsil eder ki, o herşeyi kendi aslî yerine koyar. Ne tamamiyle
dünyaya bağlanır ne de dünyadan tamamen
kopup âhirete yönelir.
Bilakis bir ölçü ve
ahenk içerisinde dünyadan da ahiretten de nasibini alır. Bu bakımdan
beşeriyetin çocukluk ve gençlik çağını temsil eden Yahudilikle hiristiyanlık
olgunluk çağını yaşayan insanlığı temsil edemezler.
Beşeriyetin çocukluk
çağını temsil eden yahudilikte, kendi döneminin çocukça istek ve arzularım gemlemek
üzere indirilen ağır hükümlerden bazıları şöyledir: "... İşledikleri büyük
günahlardan tevbe etmiş sayılmaları için intihar etmeleri gerekirdi.
Üzerlerine bulaşan bir pislikten temiz-lenebilmeleri için o pisliğin bulaştığı
yeri kesip atmaları icab ederdi. Günde elli vakit namaz kılmakla
mükelleflerdi. Büyük günah işledikleri zaman, kendilerine helâl kılınan bazı
nimetler, haram kılınırdı. Yine büyük günahları işledikleri zaman kılıklarının
maymun ya da domuz kılığına çevrilmesi, gibi cezalarla cezalandırılırlardı."[125]
İslâmın tuttuğu bu
orta yol, cimrilikle israfın yasaklanıp tutumlu olmanın teşvik edilmesi gibi
kaidelerle İslamın muamelât bölümünde kendini gösterdiği gibi[126]
menkûl şeriatla ma'kul gerçek arasında bir zıddiyet olmadığını kabul etmek ve
cebriye ile mutezile arasındaki orta yolu tutmakla da itikad sahasında[127]
insandaki gazab, şehvet, muhayyile gibi kuvvetlerin değerlendirilmesinde ise o
şecaat, iffet ve hikmet gibi mu'tedil kuvvetleri tasvib etmekle de ahlâk
sahasında kendini göterir.
Yüce Allah şu ayet-i
kelimesiyle bu gerçeği bizlere bildirmiştir. "... Böylece sizi orta bir
ümmet yaptık ki insanlara şâhid olasınız..."[128]
Binâenaleyh İslâm,
fıtrata ve akl-ı selime istinâd eden bir din olduğu içindir ki, dinde tefrite
düşmeyi ne derece takbih etmişse ifratı da o nis-bette nehyetmiştir. İslâmın
kendi sâliklerinden istediği şey, din nâmına bir sürü ahkâm ile birçok
ibadetlerle nefislerini ta'zib etmek, yıpratmak yahut güzel ve nefis şeylerden
kendilerini mahrum etmek değildir. Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle
buyrüluyor:
"Bu din metindir,
ona yumuşaklıkla, tekellüfsüz gir (takat getiremeyeceğin şeylerle kendini
yorup da) Allah'a ibâdetten büsbütün ürkütme. Muhakkak ki: Varacağı yere çabuk
gitmek için arkadaşlarından ayrılıp hayvanım takatinden fazla koşturan ne
istediği yolu alabilir, ne de hayvanın sırtını sağlam bırakır."[129]
Diğer bir hadis-i
şerifte de şöyle buyrüluyor: "Sakın dinde gulüv ve ifrat yapmayın. Çünkü
sizden evvelkilerin helakine sebep, ancak dinde aşırı gitmiş
olmalarıdır."[130]
Bütün bu yoldaki
naslar bize şunu gösteriyor ki dinde ifrat ve tefrit yoktur.[131]
Şüphe yok ki itidalin
ölçüsü yine Hz. Peygamberin sünnetidir. Onun sünnetine uyan itidal çizgisi
üzerinde yürümüş olur. Nitekim Hz. Peygamber bir hadis-i şeriflerinde bu gerçeği
şöyle ifâde buyurmuşlardır. "... Andolsun ki ben AHah'dan sizden fazla
korkarım. Takva yönünden O'na daha bağlıyım, fakat bununla beraber ben Oruç da
tutarım, iftar da ederim, gece namaz da kılarım, uyku da uyurum. Kadınlarla da
evlenirim. Bilmiş olun ki benim sünnetimi terkeden benden değildir."[132]
c)
Sahâbilcrin yolundan ayrılmamak: Sahabîler, Hz. Peygamberi gözleriyle görmüşler
ve O'nun tebliğlerini bizzat kendisinden almışlar ve İslâm'ı açıklayışını
kulaklarıyla işitnıişlerdir. Bu itibarla fakihlerin cumhuruna göre sahabîlerin
görüş ve fetvaları nasslardan sonra yer alan şer'î bir hüccettir. Cumhur, bu
hususta aklî ve naklî olmak üzere iki türlü delil serd eder. Naklî delilleri
şunlardır:
1. "Birinci
dereceyi kazanan muhacirler ve ansar ile onlara güzelce uyanlardan Allah razı
olmuştur; onlar da O'ndan razı olmuşlardır."[133]
Burada Allah, sahabîlere uyanları Övmüştür. Demek ki onların yolundan gitmek,
övülmeyi icab ediyor. Görüşlerini hüccet olarak kabul etmek de bir nevi onlara
uymaktır.
2. Peygamber
(s.a.) şöyle buyurmuştur. "Ben ashabım için emânım. Ashabım da ümmetim
için emândır."[134]
Sahabîlerin ümmet için eman oluşu, ancak ümmetin onların görüşlerine uymasıyla
olur. Nasıl ki. Hz. Peygamber'in onlar için eman oluşu, onların Peygamber
(s.a.)'in hidayetine uymalarıyla olmuştur.
Aklî delilleri de
şöyle sıralanabilir:
1. Sahabîler,
Hz. Peygamber'e diğer insanlardan daha yakındırlar. Onlar, hakkında vahiy nazil
olan konulara şâhid olmuşlardır. Hz. Pey-gamber'in hidayetine uymak hususunda
ihlas dereceleri ve idrak seviyeleri üstün idi. Böylece şeriatin maksatlarını
iyi kavrıyorlardı. Çünkü nasslann inmiş
olduğu şart ve durumları bizzat görmüşlerdi. Dolayısıyla onların nasslan
anlayışları, başkalarınınkinden daha kuvvetli ve nasslar üzerindeki sözleri uyulmaya
daha elverişlidir.
2. Sahabilere
ait görüşlerin sünnet olma ihtimali vardır; çünkü onlar, çoğu zaman Hz.
Peygamber'in açıkladığı hükümleri anlatırken, O'na nisbet etmiyorlardı. Esasen
onlardan bunu isteyen de yoktu. Böyle bir ihtimalle birlikte, şarabîlerin
görüşleri kıyas ve içtihada dayansa bile, onlara uymak daha iyidir. Çünkü bu,
hem nakle yakın, hem de akla muvafık olur.
3. Eğer
sahabîlerden kıyas mahsulü bir görüş- bize intikal etmişse, bizim de, onlara
muhalif bir kıyasta bulunmamız mümkündür; ancak onların görüşlerine uymamız
ihtiyat bakımından daha iyidir; çünkü Peygamber (sav); "Ümmetimin en
hayırlısı, benim gönderilmiş bulunduğum çağdakilerdir" buyurmuştur.[135]
Sahabîlerden birine ait bir görüş üzerinde icma da edilmiş olabilir; çünkü
onun görüşü ötekilerine aykırı olursa, sahabîlerden intikal eden şeyleri
araştıran bilginler buna da vâkıf olurlar. Eğer bazı sahabîden rivayet edilen
görüşe aykırı başka bir görüş, diğer sahabîlerden intikal etmişse, bu
görüşlerin ikisinin de dışına çıkmak, saha-bîlerin hepsinden ayrılmak demektir.
Bu ise, kabul edilemeyecek ve sahibine ait bir saçmalıktır.[136]
d) Kaza ve
kader.[137]
İmânın esaslarından
biri de "Kadere imâıV'dır. Allahu Teâlâ Hazretlerinin, ezelden ebede
kadar olacak şeylerin zaman ve mekânını, evsâfını, havâssını, elhâsıl ne şekil
ve ne zamanda olacaklarsa onların hepsini ezelde daha onlar meydanda yok iken-
bilip o suretle tahdîd ve takdir buyurmuş olmasına Kader denir ki, ilim
sıfatına râci'dir.[138]
Cenâb-ı Allah'ın,
ezelde irâde ve takdir buyurmuş olduğu şeyleri za-mânı gelince herbirisini
ezeldeki ilim, irâde ve takdirine uygun bir suretle icâd ve halk buyurması da
Kazadır ki, Tekvin sıfatına râci'dir. İşte Mâ-turîdî'den menkul olan asıl
ta'rif bunlardır.
Şöyle de ta'rif
edilir: Kaza ezelen bütün eşyanın vücûduna taallûk eden ilm-i ilâhi
(Mâturîdî'ye göre), yâhud ilmine mutabık bur surette kâinatta ezelen taallûk
eden irade-i îlâhiyye (Eş'ârî'ye göre)dir. Yâni Allahu Te-âla'nın sonradan
olacak şeylerin hepsini, nasıl olacaklarsa öylece, ezelde bilmiş verimine
mutabık bir surette dilemiş olması Kazâ'dır. Vakti gelince herşeyi ilim ve
irade-i ezelliyyesine mutabık bir surette îcâd buyurması da Kader'dir.[139]
4613... Nâfi
(r.a.)'den demiştir ki: (Hz. Abdullah) İbn Ömer'in kendisiyle mektuplaştığı
Şamlı bir arkadaşı vardı (onun kader inancını kabul etmediğini öğrenen)
Abdullah İbn Ömer, O'na (şu mealde bir) mektup yazdı. "Senin kader
hakkında birtakım (inkarcı) sözler söylediğin (haberi) bana ulaştı. (Binaenaleyh)
sakın bir daha bana mektup yazma. Çünkü ben Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellemi: 'Benim ümmetim içerisinde kaderi inkar eden bir takım kavimler ortaya
çıkacaktır' derken işittim."[140]
Bu hadisi şerif, Hz,
Peygamber'in gaybe dair verdiği
haberlerdendir. Hadis-i şerifte çıkacağı haber verilen, kaderi inkâr edecek
kavim, haber verildiği şekilde çıkmıştır. İslâm tarihinde kaderi ilk inkâr eden
Vâsıl b. Atâ olmuştur. Vâsıl b. A'tâ ile başlayan ve Me'mun devrinden itibaren
Abbâsilerin resmi mezhebi haline gelen bu inkarcı mezheb, İslâm mezhebler
tarihinde "mutezile" ve "kaderiyye" ismi ile şöhret
bulmuştur.
Kelâm ulemasının
tesbitine göre bunlar kendi aralarında yirmi fırkaya ayrılırlar. İsimleri
şöyledir:
1. Vâsılıyye,
2. Amriyye, 3. Hüzeyliyye, 4. Nazzâmiyye,
5. İsvâriyye, 6. îskâfiyye, 7. Ca'feriyye,
8. Bişriyye,
9. Müzdâriyye,
10. Haşimiyye, 11. Sâlihiyye, 12. Habitiyye,
13. Hudbiyye, 14. Ma'meriyye, 15. Sümâmiyye,
16. Hayyâtiyye,
17. Cahiziyye, 18. Ka'biyye, 19. Cubâiyye,
20. Behşemiyye.[141]
1. Mektuplaşmak
müstehabdir.
2. Kaderi
inRar etmeR sapıklıktır.Çünkü kader inancı İslâm inancının esaslarındandır.
3.Sapık
insanlarla dostluk kurmak caiz değildir.
Burada şunu ifâde
etmek isteriz ki sapık bir insanı islâh etmek için kurulan ilişki ile onu dost
edinmeyi karıştırmamak lâzımdır. "Ey İnananlar, yahudileri ve
lııristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim
onları dost tutarsa O, onlardandır..."[142]
âyet-i kerimesinde kafirleri dost edinmek kesinlikle yasaklanmıştır. Fakat
onlara gönül vermeksizin, onların gönlünü kazanmakta bir sakınca yoktur.[143]
4614... Hâlid
İbn el-Hazzâ'dan demiştir ki: Hasen (-i.Basrî'y)e "Adem (a.s.) gök(te
yaşamak) için mi yoksa (daha sonra gökten yere inip te)yer(de yaşamak) için mi
yaratıldı, bana haber ver" dedim.
"Hayır, o yer(de
yaşamak ve üremek) için (yaratılmıştır)" dedi. (Peki): "Eğer (bu
ağaçtan yemekten) kendini korusaydı (yine de onu yemeye mecbur edilir miydi?)
Bu husustaki görüşün nedir?" dedim.
(Tabii) "O
ağaçtan yemeye mecbur değildi" karşılığını verdi. Ben de: (Öyleyse) bana
(insanların fiilerinde mecbur olduğu izlenimini uyandıran): "Ona karşı
hiç kimseyi fitneye sürükleyebilecek değilsiniz. Tabii ki cehenneme girecek
olan(lar) müstesna"[144]
âyetlerini açıkla, dedim. O da (bu ayetleri): "Şeytanlar Allah'ın
cehenneme girmesini takdir ettiği kimselerden başkasını saptırarak fitneye
düşüremezler" diye tefsir etti.[145]
Hz. Halid İbn
el-Hezzâ, kaderle ilgili bazı sözlerin
tarafından yarmş anlaşıldığı için Hasen-ı Basri'den kader hakkında
ayrıntılı malumat almak istemiş. Bu maksatla ona:
"Hz. Adem
Cennetteki işlediği hatayı işlemeye mecbur mu idi? Yoksa fiillerinde hür bir
irâde sahibi miydi?" diye sormuş. Ve Hasan-ı Basrî hazretlerinden
"Hz. Adem, o suçu işlemeye mecbur değildi. İradesini kullan-saydı o suçu
istemeyebilirdi" cevabını almış. Bunun üzerine Halid, Hz. Hasan-ı Basri'ye
"İnsanların fiillerinde hür olmayıp, mecbur oldukları ve ezelde
cehennemlik olmayı gerektiren amelleri işleyerek oraya geçekleri"
intibaını uyandıran Saffât suresinin (62-63) ayetlerini hatırlatmış. Hasan-ı
Basri hazretleri de: "Allah ezelde herkesin hangi ameli işleyeceğini
bilip, ona göre herkesin cennetlik mi yoksa cehennemlik mi olduğunu takdir
eder. İşte buna kader denir. Herkes hür iradesiyle hareket ederek cennetlik ya
da cehennemlik olur" anlamına gelen şu cevabı vermiştir:
"Şeytanlar,
Allah'ın cehenneme girmesini takdir ettiği kimselerden başkasını saptırarak
fitneye düşüremez."
Görülüyor ki, Hasan-ı
Basri (r.a.) insanların fiillerinde hür olduğu görüşündedir. Hasan-ı Basri'ye
göre Allah insanları irâde ve fiillerinde hür bırakmıştır. Fakat ezeli ilmiyle
daha onlar dünyaya gelmeden Önce onların dünya hayatında yapacakları bütün
işleri en küçük ayrıntılarına kadar bilip ona göre takdir ve tesbit etmiştir.
Ancak insanların hareketleri bu tes-bite bağlı değil, bilâkis bu tesbit
insanların hareketlerine bağlıdır. Ehl-i sünnet'in bu mevzudaki görüşü de aynen
Hasan-ı Basrî hazretlerinin görüşü gibidir.
İnsanın fiillerinde
mecbur olduğunu iddia eden bâtıl bir mezheb vardır ki; bu mezhebe
"cebriyye" mezhebi denir. Bu görüşü ilk defa ortaya atan kimsenin
genellikle 745 yılında idam edilen Cehm İbn Safvân olduğu kabul edilir.
Bu görüşe göre;
insanın hiçbir iş yapma kudreti, irâdesi yoktur. Rüzgâr önünde uçan tüy gibi
her işinde Allah'ın mutlak irâdesine bağlıdır. Aslında yapmış, işlemiş gibi
göründüğü işler gerçekte insana isnat edilemez. Filân insan şunu yaptı
dediğimiz zaman gerçekten değil mecazen, o işi o insana atfetmiş oluruz.
Bu görüşün kısa
ifadesi "alın yazisfdır. Allah, daha insanları yaratmadan, hayatı boyunca
o insanın yapacaklarını en küçük teferruatına kadar tespit etmiştir. İnsan
istesin istemesin bu tespit edilenler teker teker başına gelecektir.[146]
4615... Halici
el-Hazzâ, Hasan(ı Basrî'nin) "zaten (Allah) onları bunun
yaratmıştır."[147]
ayet-i kerimesini "şunlar (yani müminler) şunun için (cennet için), şunlar
da (yani kâfirler de) şunun için (cehennem için yaratıldı (lar)" şeklinde
açıkladığını söylemiştir.[148]
Bu hadis-i şerif, daha
insanlar yaratılmadan önce insanların dünyada işleyecekleri bütün işlerin Allah
tarafından bilinip, tesbit ve tayin edildiği ve dolayısıyle daha insanlar
yaratılmadan önce kimlerin Allah'ın rızasına uygun işler yaparak cennetlik
olacakları, kimlerin de Allah'ın rızasına aykırı ve gazabını gerektiren işler
yapıp cehennemlik olacakları takdir edildiği ifâde edilmektedir.
Ancak bir önceki
hadis-i şerifin şerhinde de açıkladığımız gibi insanların hareketleri bu ezeli
takdir ve tesbite bağlı değildir. Bilakis tesbit, insanların yapacakları
hareketlere bağlıdır. Bir başka ifâdeyle ilim ma'lu-mata tabidir. Bir astronomi
alimi bir sene önceden ayın ya da güneşin tutulacağını bildiği için bu tesbiti
yapmıştır. Bu tesbit hiçbir zaman ayın veya güneşin hareketini etkilemez. İşte
bu tesbite kader diyoruz. Nitekim (4612) numaralı hadis-i şerifin şerhinde
açıklamıştık.[149]
4616...
Halid el-Hazzâ dedi ki: Hasan-ı Basrî (r.a.)'e "Ona karşı cehenneme
girecek olanlardan başka hiç kimseyi fitneye sürükleyebilecek
değilsiniz."[150]
ayetlerini sordum da (şeytanlar) "Ancak Allah'ın cehenneme girmesini
takdir ettiği kimseyi (saptırabilirler)" cevabını verdi.[151]
(4616) numaralı
hadis-i şerif üzerinde yaptığımız açıklama bu hadis-i şerif için de geçerlidir.[152]
4617...
Hammâd (İbn Zeyd), Humeyd (İbn Ebi Humeyd) in (şöyle) dedi (ğini) söyledi:
Hasan-ı Basrî (r.a.): "Gökten yere düşmek bana -iş, kendi elimdedir-
demekten daha iyidir" derdi.[153]
Metinde geçen
"el-emru biyedî= iş(im) kendi elimdedir" sözü "ben kendi işimi
kendim yaratırım. Çünkü insanlar, kendi işlerini kendileri yaratırlar,
İnsanların işlerinde, Allah'ın hiçbir müdâhalesi yoktur. Dolayısıyla ben kader
diye birşey tanımıyorum" anlamına gelir.
Bu ise İslâm inancının
bir rüknü olan kaderi inkâr demek olduğundan tâbiûnun büyüklerinden olan
Hasan-ı Basrî gökten yere düşüp hayatını kaybetmeyi bu sözü söylemeye tercih
etmiştir.
(4613) numaralı
hadis-i şerifin şerhinde de açıkladığımız gibi kaderi inkâr etmek, büyük bir
sapıklıktır. Bu sapık görüşün temsilcisi mutezile
mezhebi mensuplarıdır.
Bu mezhebe göre kul
fiilinin halikıdır. Kulun fiillerinde Allah'ın hiç bir müdahalesi yoktur. Naklî
delilleri ise şu âyet-i kerimelerdir:
1. "Kim
kötülük yaparsa onunla cezalanır"[154]
2. “Her şahıs
kazandığına (mukabil) bir nevi rehinedir."[155]
3. "Ey
Rabbimiz! Biz nefislerimize zulm ettik."[156]
4- "Dileyen imân
etsin. Dileyen inkâr etsin,"[157]
Mutezileye göre, bu
âyet-i kelimelerdeki fiiller kullara isnâd edilmektedirler. Bu durum fiillerin
tamamen insan tarafından yaratıldığına delâlet eder.
Hakkın Ve hakikatin
temsilcisi olan ehl-i sünnete göre ise bu âyet-i kerimelerde geçen fiillerin
kula isnâd edilmesi bu fiillerin yaratıcısının kullar olduğuna delâlet etmez.
Çünkü herhangi bir fiil sâdır olduğu mahalle isnad edilir. O fiili yaratana
değil, mesela beyazlık herhangi bir cisme is-nad edilir. Fakat beyazlığı
yaratan o cisim değil Hak Teâlâdır. İnsanlara isnâd olunan her fiil de
böyledir.
Mutezile'nin nakli
delillerinden biri de "... yaratanların (suret yapanların) en güzeli olan
Allah'ın sânı ne yücedir."[158]
ayet-i kerimesidiı. Mutezileye göre; bu âyet-i kerimede: Hak Teâlâ'nın en güzel
halik olduğu beyan olunduğuna göre; Allah'dan başka halik bulunduğu, fakat
onların mahlûkâtının noksan ve kusurlu olduğu mânası anlaşılmaktadır.
Ehl-i sünnet uleması,
bu âyet-i kerimede zikredilen "halk" kelimesinin, yaratmak mânasında
olmayıp, "takdir", yani mümkini tahdid ve tasvir mânasına olduğunu
söylemişlerdir. Zira: "Allah herşeyin yaratıcısıdır."[159]
"Allah'dan başka yaratıcı var mıdır?"[160]
gibi âyet-i kerimeler, Hak Teâla'mn her şeyin yaratıcısı olduğunu ve O'ndan
başka yaratıcı bulunmadığını çok açık olarak ifade etmektedir.
Kulun, mükellef ve
yaptığı işten sorumlu olması için; mutlaka onu yaratması gerekmez. Kulun
sorumlu olabilmesi için, o işi yapmayı irade etmesi, ona yönelmesi ve onu
kesbetmesi kâfidir. Kul kâsib değil, hâlikdir demekle, kulu hâlikıyyet
mertebesine ulaştırmış, bazı mümkinâtm Allah'dan başka hâliki olduğunu iddia
etmiş ve Allah'a hâlikıyyet sıfatında şerik koşmuş oluruz. Bu ise asla caiz
değildir.[161]
4618...
Humeyd dedi ki: Hasan-ı (Basrî , birgün) Mekke'de bizim yanımıza geldi. Mekke
halkının fıkıh alimleri bana, birgün Mekke'li fıkıh alimleriyle oturup onlara
nasihat etmesi hususunda kendisiyle konuş(up ricada bulun)mamı söylediler.
(Bunun üzerine ben kendisiyle bu hususu konuştum. O da ricamı kabul ederek):
Evet (olur) cevâbını verdi. Bunun üzerine (Mekke'li âlimler bir yerde)
toplandılar (Hasan-ı Basrî Hazretleri de onlara bir konuşma yaptı. Doğrusu)
ondan daha hatip bir insan görmedim. (Orada bulunanlardan) birisi (Hz. Hasan-ı
Basrî'ye hitaben): "Ey Ebû Saîd şeytanı kim yarattı?" diye sordu.
(Hasan-ı Basrî de): "Sübhanallah! Allah'dan başka yaratıcı mı var? Şeytanı
da Allah yarattı. Hayrı da (Allah) yarattı, şerri de!" cevabını verdi.
(Soruyu soran) adam (bu cevâbı alınca), "Allah onları kahretsin; bu şeyh
hakkında nasıl da yalan uyduruyorlar" dedi.[162]
Bu hadis-i şerif
"kul fiilinin halikıdır" diyen mutezile'nin aleyhine, "kul
kâsibdir (kazanıcıdır) Allah da yaratıcıdır" diyen ehl-i sünnetin lehine
bir delildir.
(4621- 4622) numaralı
hadis-i şeriflerde de geleceği üzere Mutezile taraftarları kendi fikirlerini
Hz. Hasan-ı Basrî'ye isnad ederek, halkı bu fikirlere davet ederlerdi. Oysa
Hasan-ı Basrî hazretlerinin bu mevzûdaki görüşü Mutezileye taban tabana zıt
idi.
Hz. Hasan-ı Basrî,
Mekke'de yaptığı söz konusu konuşmasında bu mevzûdaki görüşlerini açıklayınca
Mutezile taraftarlarının Hz. Hasan-ı Basri'nin de kendilerinden olduğuna dâir
yaptıkları propagandaların tesiri altında kalarak Hasan-ı Basrî hazretlerine
"şeytanı kim yarattı?" diye soru soran kimse de bu propagandaların
tamamen asılsız, kuru bir idda ve iftira olduğunu anlayarak; "Allah onları
kahretsin bu şeyhin hakkında nasıl da yalan harcıyorlar" demekten kendini
alamamıştır. Mutezile ile ehl-i sünnet arasında ihtilaflı olan "kulların
fiilleri" mevzuunu bir önceki hadisin şerhinde açıkladığımızdan burada
tekrara lüzum görmüyoruz.[163]
4619...
Humeyd'den (rivayet olunduğuna göre) Hasan-ı basrı; "işıe biz onu
suçluların kalbine böyle sokarız."[164]
(ayet-i kerîmesinde geçen) , "onu" kelimesini "şirki" diye
tefsir etmiştir[165]
Hz. Hasan-ı Basri
ayet-i kerimede geçen "onu" kelimesini "şirki" diye tefsir etmiştir.[166]
Ancak bu tefsiri Cebriyecilerin anladığı manada kuldan iradeyi kaldıran onu
iradesiz ve ihtiyatsız, rüzgâr önünde sürüklenen bir yaprak durumuna düşüren
mümin ya da müşrik olma tercihini ortadan kaldıran bir tefsir değildir.
Hasan-ı Basrî'nin bu
tefsirine göre Allah ezelde, ilm-i ezelisi ile irâdesini iman yolunda mı yoksa
şirk yolunda mı kullanacağını bilir ve bunu takdir eder. Günü gelince iradesini
şirk yolunda sarfedeceği takdir edilen insan gerçekten Allah'ın bildiği ve
takdir ettiği şekilde irâdesini o yolda kullanır. İradesini bu yolda kullanmak
suretiyle şirki kazanmış olur. Allah da bu yüzden onun kalbinde şirki yaratır.
Görülüyor ki, Hasan-ı
Basrî'nin bu sözü Cebriye'yi değil "kul kâsib, Allah haliktır" diyen
ehl-i sünneti desteklemektedir. Cebriyye mezhebinin bu konudaki görüşlerini
(4614) numaralı hadis-i şerifin şerhinde açıkladığımızdan burada tekrara lüzum
görmüyoruz.
Kalplerin ve
kulakların mühürlenmesi mevzuuna da temas ederek bu konuya son vermek
istiyoruz.
Bilindiği gibi Yüce
Allah: "Allah da onların kalplerini ve kulaklarını mühüıiemiş, gözlerine
de perde çekmiştir. Onlar için büyük azap vardır." (Bakara (2) 7)
mealindeki âyet-i kerimede kalp ve kulakların mühürlenmesinden bahsetmektedir.
Bu durum, Cebriyyenin anladığı gibi değildir. Yani sırf Allah ezelde bazı
kimselerin kalplerinin ve kulaklarının mühürlenmesini istediği için, onların
kalbi ve kulakları mühürlenmiş değildir. Bilâkis, Allah onların hakka ve
hakikata kalp ve kulaklarını tıkayacaklarını bildiği için ezelde böyle takdir
etmiş, onlar da gerçekten bu dünyaya gelince Allah'ın ilmine uygun olarak,
kalplerini ve kulaklarını hakka tıkayıp onları rnühürlemişlerdir. Nitekim yüce
Allah Saff suresinin beşinci âyetinde bu hususu şöyle açıklamıştır: "Onlar
(haktan) ayrılıp, uzaklaştıkları zaman, Allah da onların kalplerini
(hidâyetten) uzaklaştırdı."[167]
4620...
Ubeyd es-Sayd'dan; demiştir ki: Hasan (el Basrî hazretleri) Yüce Allah'ın:
"Ve kendileriyle arzu ettikleri şey arasına perde çekılmistir"[168]
ayeti hakkında şu açıklamayı yapmıştır: "(Yâni) onlarla iman arasına perde
çekilmiştir."[169]
Bu hâdis-i şerif,
kaderi inkâr eden Mutezilenin aleyhine
ve kadere imanı İslâm inanç sisteminin
bir rüknü sayan ehl-i sünnetin lehine bir delildir.
Bir önceki hadis-i şerifin
şerhinde açıkladığımız gibi Hasan-ı Basrî hazretlerinin bu sözünden Cebriye'nin
anladığı manada bir kader inancı çıkarmak da asla doğru olmaz. Çünkü bu cümlede
o manaya gelen bir ifade yoktur.
Metinde geçen âyet-i
kerimede anlatılmak istenen, öldükten sonra dirilme ile başlayan âhiret
alemindeki kâfirlerin durumudur. Söz konusu ayet-i kerime kendinden önceki
ayetlerle birlikte okununca bu durum kolayca anlaşılır: Mevzumuzu teşkil eden
bu âyet-i kerime ile kendisinden önceki âyetlerin meali şöyledir: "-Ey
Muhammed -telaşa düştükleri zaman (onları) bir görsen: Hiç kaçamak yoktur. Ona
yakın yerden yakalanmışlardır. Ona inandık demektedirler, ama uzak yerden (tâ
dünyadan imanı almak) nasıl mümkün olur? Halbuki daha önce onu inkâr
etmişlerdi. Uzak yerden görünmeyene taş atıyorlardı. Artık kendileriyle arzu
ettikleri şey arasına perde çekilmiştir. Tıpkı bundan önce benzerlerine
yapıldığı gibi. Çünkü onları endişeye düşüren bir kuşku idi."[170]
4621... İbn
Avn'dan demiştir ki: "Ben Şam (sokaklann)da yürüyordum. Birisi arkamdan
bana seslendi. Dönüp baktım. Meğer Recâ İbn Hayve imiş. (Bana hitaben):
"Ey Ebû Avn (bu halkın) Hasan-ı Basrî hakkında söyleyip durdukları
şeyler(in aslı) nedir?" dedi. (Ben de): "Gerçekten onlar Hasan adına
çok yalan üretiyorlar" cevabını verdim.[171]
4622...
Hammâd dedi ki: Ben Eyyûb es-Sahtiyânî'yi (şöyle) derken işittim: "Hasen
(el-Basri) adına yalan üreten insanlar iki kısımdır. (Birinci kısmı teşkil
eden) insanlar kader(in olmadığı) görüşünde olanlardır. Bunlar (Hz. Hasan adına
ürettikleri) bu yalanlarla kendi görüşlerini yaygınlaştırmak istiyorlar.
(İkinci kısmı teşkil eden) diğer insanlar ise kalplerinde Hasan-ı Basrî için
kin ve Öfke bulunan insanlardır. (Bunlar da onun hakkında); -O böyle demedi mi,
o şöyle demedi mi?-di(yerek onun adına yalan üretiyorlar.[172]
4623... Yahya
İbn Kesir'den demiştir ki: Kurre b. Hâlid bize şöyle derdi: "Ey gençler,
Hasan-ı Basri aleyhine (çıkartılan onun kaderiyye mezhebinden olduğuna dair
iddialara) kendinizi kaptırmayınız. (Şunu iyi bilin ki iddiaların tam tersine)
onun görüşü sünnetin ve doğrunun ta kendisi idi."[173]
4624... İbn
Avn'dan demiştir ki: Eğer biz Hasn-ı Basrî'nin (kaderle ilgili) sözlerinin
(halk arasında böyle yanlış bir şekilde) yayılacağını bilseydik, onun bu
sözlerden döndüğüne dair bir kitap yazar ve buna şâhidler tutardık. Fakat biz
(bu sözlerin böyle ters anlaşılacağını bilemediğimiz için; bunlar Hz. Hasan'ın
ağzından) çıkmış birtakım kelimelerdir bunlar, kendileriyle hiç te ilgisi
olmayan manalara) çekilemezler; demiştik.[174]
4625...
Eyyûb (es-Sahtiyânî)'den demiştir ki: Hasan(-ı Basrî) bana: "Bir daha ben
o hususta(kaderle ilgili olarak yanlış anlaşılmaya müsait söylediğim sözlerin)
bir benzerini bir daha asla ağzına almayacağım" dedi.[175]
4626... Osman
- el-Bettî'den demiştir ki: "Hasan (-1 Basrî tefsir ettiği) her âyeti
kaderin varlığına dair tefsir etti."[176]
Mevzûmuzu teşkil eden,
hadis-i şerifler; Hasan-ı Basrî hazretleri, aslında sünnetten kupayı sapmayan
ve dolayısıyla kaza ve kadere inanan dini bütün bir müslüman olduğu halde, onu
kendilerinden göstermeye çalışan istismarcı kaderiyeciler ile kendisine özel
kinleri olan bazı sapık kimselerin kaza ve kaderi inkâr eden bir kimse olarak
gösterme gayretine düştüklerini ve bu uğurda onun te'vile müsait bazı sözlerini
malzeme yapmaya yeltendiklerini ifade etmektedirler.
İslâmin bu güzide
âliminin vefatından sonra bu gibi sözlerinin, sözü geçen kötü niyetli kimseler
tarafından malzeme yapılmak istendiğini farkeden bazı müslümanlar bu durumdan
çok rahatsız olmuşlar. "Keşke onun sözlerinin bu şekilde sû-i te'vile
uğrayacağını tahmin edebilseydik de bu sözlerle böyle bir mana kasdetmediğine
dair bir belge hazırlasay-dik" demekten kendilerini alamamışlardır.
(6425) numaralı
hadis-i şeriften anlaşıldığı üzere, Hasan-ı Basrî kendisinin, kaderi kabul
etmediği izlenimini uyandıran sözlerini söyledikten sonra, bu sözleri bilerek
ve şuurla söylediğini, binâenaleyh doğruluğuna inandığı bu sözlerden dönmesinin
asla sözkonusu olamayacağını yeri geldikçe ifade etmekten geri durmamıştır.
Bezl-ül-Mechûd
yazarının "Tehzibu't-Tehzib"den naklettiğine göre Hasan-ı Basri
(r.a.)'in bu sözlerinden birisi "Hayır kader iledir ama, şerr kader ile
değildir" sözüymüş ve Eyyüb-es-Sahtiyânî bu hususta onunla
münazara yapmış ta
kendisine "Ben bu sözümden asla dönmem" cevabını vermiş."[177]
Ancak Hasan-ı Basrî
Hazretlerinin bu sözünden kaderi kabul etmediğini anlamı çıkarılamaz. Hatta
"Hayır kader iledir" sözü onun kadere inandığını açıkça ortaya
koymaktadır.
Fakat onun kader
konusunda şerri hayırdan ayrı mütalaa etmesi, sadece Allah'ın şerre rızası
olmadığı noktasından ileri gelebilir.
Çünkü her ne kadar
şerri de Allah yaratırsa da ona rızâsı yoktur. Bununla beraber Allah kulun
kesbi ve iradesi sebebiyle yine kulun elinde şerri yaratır.
Hayra gelince;
Allah'ın ona rızâsı olduğu için onu kulun kesbi ve iradesine bağlı olarak
yarattığı gibi, bazan kulun kesbi olmadığı halde sırf kendi lütuf ve ihsanı ile
de yaratır. Binaenaleyh Yüce Allah'ın "...De ki: Hepsi de Allah
tarafındandır...."[178] ayetinde
açıklandığı üzere herşeyi bir kader planında yaratan AH ah tır. Fakat hayra
rızası var şerre ise yoktur. Hayır ile şerr arasında yaratılış bakımından
böyle bir fark vardır. Bu bakımdan Hasan-ı Basrî Hazretlerinin: "Şer kader
ile değildir" sözünü "Allah'ın şerre rızası yoktur" şeklinde
anlamak gerekir. Çünkü bunca âyât-ı beyyinât ve onun kaderi kabul ettiğine dair
(4621, 4622, 4623, 4624, 4626) numaralı hadis-i şerifler varken bu ümmetin
hüccet meselesindeki tüm alimlerinin lehine şâhidlik ettiği Hasan-ı Basrî
(r.a.) gibi bir zâtın kaderi inkâr ettiğini söylemek büyük bir haksızlık ve
zulüm olur.
İslâm tarihinde kaderi
inkâr edenler bellidirler. (4613) numaralı hadisin şerhinde de açıkladığımız
gibi bunlara "kaderiyeciler" denir.
Mezheb imanımız Ebu
Mansûr Mâtûrîdi'nin buyurduğu gibi kaderiyeciler kader konusundaki inkarcı
görüşlerinden dolayı Allah'ın açık beyanlarını, Nuh Aleyhisselami, Cennet ve
Cehennem ehlinin sözlerini ve hatta şeytanların bile itiraf ettiği bir gerçeği
yalanlamışlardır. Şöyle ki kade-riyyeciler bu sözleriyle:
1. Allah'ın:
"...Allah dilediğini sapıklık içinde bırakır, dilediğini de doğru yola
iletir..."[179]
mealindeki beyanına,
2. Nuh
aleyhisselâm'ın: "Eğer Allah sizi azdırmak dilemişse ben, size nasihat
etmek istesem de nasihatim size fayda vermez"[180]
mealindeki sözüne,
3. Cennet
ehlinin: "Lütfedip bizi buraya getiren Allah'a hamdol-sun. Allah, bizi
getirmeseydi, biz bunu (bu nimeti) bulamazdık”[181] mealindeki sözlerine,
4. Cehennem
ehlinin: "Allah bize yol gösterseydi, biz de size yol gösterirdik"[182]
mealindeki sözlerine,
5. Şeytanın
dile getirdiği: "Beni azdırdın..."[183]
mealindeki gerçeğe ters düşmüşlerdir.[184]
Hasan-ı Basrî gibi bir
alim-i yektanın böyle bir hataya düştüğünü söylemek gerçekten hakka ve
hakikate aykırılığın ötesinde büyük bir gaflet ve hamakat olur.[185]
4627... İbn
Ömer'den demiştir ki: Biz peygamber (s.a.) zamanında: "Sahâbilerden hiçbir
kimseyi Ebû Bekir'e denk tutmayız, (bilâkis onu hepsinden üstün görürüz. Ondan)
sonra aynı şekilde Ömer'e (kimseyi denk tutmayız) sonra da aynı şekilde Osman'a
(kimseyi denk tutmayız). Peygamber (s.a.) in (diğer) sahâbilerini ise (kendi
hallerine) bırakırız; aralarında bir derecelendirme yapmayız (bir diğer
rivayete göre: diğerlerinin arasında fazilet farkı gözetilmez)" derdik.[186]
4628... Salim İbn Abdullah , (Abdullah) İbn Ömer'in şöyle
dediğini rivayet etmiştir.
"Biz Rasûlullah
(s.a.) hayatta iken: Peygamber (s.a.) in ümmetinin en faziletlisi Hz.
Peygamberden sonra Ebû Bekir'dir. Sonra Ömer, sonra da Osman'dır. Allah
hepsinden razı olsun, derdik"[187]
4629... (Hz.
Ali'nin oğullarından olan) Muhammed İbn el Hanefiy-ye'den (şöyle) dedi (ği
rivayet edilmiştir):
"Babama,
Rasûlullah (s.a.)den sonra insanların en hayırlısı kimdir? diye sordum. Ebû
Bekir'dir, dedi.
Sonra kimdir? dedim.
Sonra Ömer'dir,
cevabını verdi.
Sonra kimdir, derim de
, Osmandır, cevabını verir diye korktum. (Bu soruyu soramadım). Bunun üzerine:
Sonra sensin ey babacığım! dedim.
Ben sadece
müslüfhafılardan birisiyim, karşılığını verdi.[188]
4630...
Muhammed el-Firyâbî, Süfyân-es-Sevrî'nin şöyle dediğini rivayet etti:
"Kim Ali
Aleyhisselâm'ın halifeliğe Ebû Bekir ile Ömer (r.a.)'dan daha lâyık olduğunu
iddia ederse, o kimse, hem Ebû Bekir'e, hem Ömer'e, hem de muhacirlerle ensara
hatâ isnâd etmiş olur. Böyle bir kimsenin böyle bir tutum ile amelinin semâya
yüksel(ip kabul gör)eceğine ihtimal vermiyorum."[189]
4631...
Abbâd es-Semmâk (şöyle) dedi: Ben Süfyân es-Sevrî'yi: "Halifeler beştir:
Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali ve Ömer İbn Abdi'1-Azîz. Allah onlardan razı
olsun" derken işittim.[190]
Hattâbi (r.a.)'in
açıklamasına göre (4627) numaralı hadis-i şerifte, geçen: "Biz peygamber
zamanında Hz. Ebu Bekir'e kimseyi denk tutmazdık" mealindeki cümlede Hz.
Ebû Bekr'e denk olamayacakları söylenen kimselerden maksat haklarında:
"onlara danış..."[191]
âyet-i kerimesi nazil olan kimselerdir. Bir başka ifadeyle bu kimselerden
maksat şûra üyeleridir. Bunların, tavsiye ve görüşlerine müracâat edilebilen
kimseler oldukları âyet-i kerime ile sabit olduğundan, faziletleri herkes
tarafından kabul edilen kimselerdir. Bu sebeple sahabe-i kiram arasında
faziletlerine göre bir sıralama söz konusu olunca, şûra üyelerinin akla
gelmemesi mümkün değildir. Hz. Abdullah İbn Ömer, Hz. Ebu Bekr'in sâhabiler
arasındaki yerini belirtmek isteyince, tabiatiyle. aklına ilk gelen husus,
faziletlerinde şüphe olmayan şûra üyeleriyle mukayese etmek olmuştur. Çünkü
ümmetin en faziletlileri, Hz. Peygamber dönemindeki şûra ehli olduğuna göre,
Hz. Ebû Bekr'in onlardan üstün olduğunu söylemek, onun Hz. Peygamberin
ümmetinin tüm fertlerinden üstün olduğunu söylemek anlamına gelir.
İslâm tarihinden
anlaşıldığı gibi, Hz. Peygamber zaman zaman değişik cemaatlerle bir şûra
oluşturup onlarla istişare etmiştir. Bunlardan birisi Uhut savaşına katılan
mücahidlerdir.[192]
Nitekim "bir peygamber, zırhını giydikten sonra (harpten vazgeçerek) onu
çıkarması kendisine yakışmaz"[193]
mealindeki hadis-i şerifte bunu ifade etmektedir.
Sözü geçen şurayı
oluşturan diğer bir cemaat büyük Bedir savaşına katılan mücahidlerdir. Hz.
Peygamber, Bedir savaşına çıkarken onlarla istişare etmiştir.[194]
Üçüncüsü ise Habbâb İbn Münzir, Ebu Bekir ve Ömer gibi akıl ve görüşlerine
güvenilen sahabilerdir.
Nitekim Hz. Peygamber,
Bedir Savaşma giderken ordunun karargahını nerede kuracağı konusunda, Habbâb
İbn Münzir'le Bedir'de ele geçen esirlerin, fidye karşılığında salınıp
salmmayacağı konusunu da Abdullah İbn Mes'ud, Ebıı Bekir, Ömer fr.a.) gibi
sahâbileıie görüşmüş ve bir karara bağlamıştır.
Hendek savaşında,
Gatâfanlılarla yapılan sulh müzakeresi esnasında da Sa'd ibn Mûaz ve Sa'd İbn
Ubade ile istişare etmiştir.[195]
Yine Hattâbî (r.a.)'in
açıklamasına göre, Hz. Abdullah, Hz. Ali'nin faziletini bildiği halde bu
hadiste O'ndan hiç bahsetmemiştir. Çünkü, Hz. Ali, Hz. Peygamber devrinde daha
çocuktu. O devirde çocukluk devrinden çıkmış yaşlı başlı kimseleri söz konusu
ettiği için Hz. Ali'den bahsetmesi uygun düşmemiştir.
Hz. Ali'nin,
faziletçe, Hz. Ebu Bekir ve Ömer'den sonra gelen sahabi-lerden biri olduğu
bilinmekle beraber ulema Hz. Ömer'den sonra Hz. Osman'ın mı yoksa Ali'nin mi
daha faziletli olduğu konusunda ihtilâf etmişlerdir. Selef ulemâsının
Cumhuruna göre Hz.'Osman, Hz. Ali'den daha faziletlidir. Küfe ulemasının
Cumhuruna göre ise Hz. Ali, Hz. Osman'dan daha faziletlidir.
Nitekim Süfyân-ı Sevri
(r.a.); "Kûfe'nin ehl-i sünnet ulemasına göre, Hz. Ali Hz. Osman'dan daha
faziletlidir. Basralı ehl-i sünnet ulemasına göre ise Hz. Osman daha faziletlidir1'
demiştir.
Müteahhirin ulemâsı
ise bu hususta çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Bazıları sahabe olarak Hz.
Ebu Bekir'in bütün sahabilerden üstün olduğunu söylerken bazıları da Hz.
Peygambere yakınlık cihetinden Hz. Ali'nin bütün sahabelerden üstün olduğunu
söylemişlerdir.
"Hiçbir sahabenin
diğerinden daha üstün veya aşağı olduğu söylenemez" diyenler olduğu gibi,
Ebu Bekir (r.a.)'in Hz. Ali'den daha hayırlı, Hz. Ali'nin ise Hz. Ebû Bekir'den
daha faziletli olduğunu söyleyenler de vardır. Bu görüşte olanlara göre hayırlı
olmak başka faziletli olmaksa başkadır. Çünkü hayır geçişlidir (yani kişinin
kendisini aşarak başkasına da ulaşır), fazilet ise geçişsizdir.
BezIu'I-Mechûd
yazarının dediği gibi sahabeler arasında faziletçe en üstün olanlar dört halifedir.
Bunların kendi aralarındaki derecelendirme ise hilafet sırasına göre en başta
Hz. Ebû Bekir, sonra Hz. Ömer, sonra Hz. Osman, sonra Hz. Ali gelir.
(4629) numaralı
hadis-i şerifteki: "Ben sadece müslürnânlardan biriyim" mealindeki
Hz. Ali'ye ait söz, Hz. Ali'nin faziletsiz olduğuna değil, onun tevâzuuna
delalet eder.
Binâenaleyh bu hususta
en isabetli görüş ehl-i sünnetin görüşü olduğundan Hz. Süfyan-ı Sevrî aksini
iddia eden bir kimsenin bir anlamda muhacirleri de ensan da suçlamış
olacağından onun amellerinin Allah katında makbul olmayacağını söylemiştir.
Çünkü yüce Allah: "Güzel soz ona çıkar, iyi amel onu yükseltir"[196]
buyurmuştur.
(4631) numaralı hadis
ise ayrıca Ömer İbni Abdil-Aziz'ın sünnet çizgisinde icrây-ı hükümet eden
İslam halifelerinden biri olduğunu açıkça ifade etmektedir.[197]
4632... İbn
Abbâs (r.a.)'dan (rivayet edildiğine göre) Ebu Hureyre (radiyallahü anh) şöyle
demiştir: Adamın biri Rasûlullah (s.a.)'e gelip: "(Ey Allah'ın Rasulü!)
Ben bu gece (rüyamda) kendisinden yağ ve bal yağan bir bulut gördüm. Halkı da
(yağan yağ ve baldan) elleriyle avuçlarken gördüm. Kimisi çok avuçluyordu,
kimisi de az. Bir de gökten yere ulaşan bir ip gördüm. Ey Allah'ın Rasülü,
senin de o ipi tutup yükseldiğini gördüm. Sonra onu başka bir adam tutup o
iple o da yükseldi. Sonra başkası onu tutup onunla o da yükseldi. Sonra onu
başka bir adam tuttu. Fakat (ip) koptu. Sonra (ip koptuğu yerden) ulandı.
Onunla (o adam da) yükseldi."
(Bu rüyayı Hz.
Peygamberle birlikte dinleyen) Hz. Ebu Bekir (söz alarak: "Ey Allah'ın
rasulü!) İzin ver de ben onu yorumlay ayım "dedi. (Hz. Peygamber de:
"Haydi) onu yorumla!" buyurdu. Bunun üzerine (Hz. Ebû Bekir şöyle)
dedi: "Buluta gelince. (O) İslâmın bulutudur. (Ondan) yağan yağ ve bala
gelince o da Kur'andır. (Yani Kurân'ın) yumuşaklığı ve tadıdır. (Yağ ve baldan)
çok ve az avuçlaym(lar)a gelince o Kur'an'dan az ve çok alan (lar) dır.
Gökten yere ulaşan ip,
senin üzerinde bulunduğun hakk (yol) dur. Sen onu tutuyorsun (o da) seni Allah'a
yükseltiyor. Senden sonra onu bir adam daha tutuyor. O iple (o adam da)
yükseliyor. Sonra onu başka bir adam tutuyor, (fakat ip) kopuyor. Sonra O adam
için (ip) ulanıyor ve onunla o adam da yükseliyor. Ey Allah'ın Rasulü! Bana
kesinlikle söyle! (yorumumda) isabet mi ettim hata mı ettim?
(Hz. Peygamber de):
"Bazısında isabet ettin, bazısında hatâ ettin"
buyurdu. Bunun üzerine
(Hz. Ebû Bekir) "Ey Allah'ın rasulü yemin verdim hatamın ne olduğunu bana
söyle!" dedi. Peygamber (s.a.) de, "Yemin verme!" buyurdu.[198]
4633...
Ubeydullah b. Abdullah'dan (rivayet edildiğine göre) İbn Abbâs (r.a.) da şu
(bir önceki hadis-i şerifte anlatılan) olayı Peygamber (s.a.)'den (şu farkla)
rivayet etmiştir: "Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem, Hz. Ebû Bekir'e
(bu tabirinde yanılıp yanılmadığı yerleri) açıklamayı kabul etmedi."[199]
Tamamı Eymân bölümünde
(3298) numaralı hadiste geçen bu nadis_j şerifler, başta Hz. Ebû Bekir olmak
üzere dört halifenin dördünün de Hz. Peygamberin gerçek halifeleri olduklarını,
dördünün de Hz. Peygamberin tuttuğu İslamın nurlu ve feyizli yolunda yürüyerek
Allah'ın rızâsına erdiklerini söyleyen ehl-i sünnetin lehine, Hz. Ebu Bekir
ile Hz. Ömer, Osman ve Ali (r.a.)'e dil uzatmak isteyen sapık mezheb
mensuplarının da aleyhine delildir.
Bazı müfessirlere
göre; ".... takva sahiplerine söz verilen cennetin durumu şudur: 1. İçinde bozulmayan sudan ırmaklar, 2. Tadı değişmeyen sütten ırmaklar, 3. İçenlere lezzet veren şaraptan
ırmaklar, 4. Ve süzme baldan
ırmaklar..."[200]
ayet-i kerimesinde zikredilen dört ırmaktan maksat, dört halifedir. Âyet-i
kerimedeki sıraya göre ikinci halife olarak sütten ırmağı Hz. Ömer teşkil
etmektedir. Nitekim bu hikmete mebnî olarak Hz. Ömer rüyada kendisini kana kana
süt içerken görmüş ve Hz. Peygamber de bunu Hz. Ömer'in ilmine yormuştur.[201]
Avnu'I-Ma'bud
yazarının açıklamasına göre, hadis-i şeriflerde elinde ipin önce kopup ta
sonradan ipin ulanmasiyla ona yapışıp Allah'ın rızasına kavuşmaya muvaffak
olduğundan bahsedilen zâttan maksat, Hz. Osman'dır. Onun elinde ipin kopması,
kendi hilâfet döneminde meydana gelen bazı nahoş hadiseler sebebiyle,
hizmetinin ve dolayısıyla Allah'ın rızasına erme imkânın, tehlikeye girmesini,
sonra ipin ulanmasıyla ona yapışıp yükselmesi de şehidlik mertebesine ermek
suretiyle, Allah katında büyük bir mertebeye ermesini simgeler.
Merhum Ahmed Davudoğlu
bu hadis-i şerifleri açıklarken şu görüşlere yer verir:
"Metinde geçen
'bazısında isabet ettin, bazısında yanıldın' sözünden muradın ne olduğu ulema
arasında ihtilaflıdır. İbni Kuteybe ile başkalarına göre, bunun mânâsı:
"Tefsirinde isabet ettin, hakiki te'vîlini buldun, ama ben emretmeden
tefsirine şitab etmekte yanıldın" demektir. Bâzıları bu te'vîli fasit
bulmuşlardır. Çünkü Peygamber (s.a.v.) rü'yayı te'vîî hususunda Ebû Bekr'e izin
vermişti. Onlara göre, Ebû Bekr, ancak rÜ'yanın bazı yerlerini ta'bir etmeden
bıraktığı için hatâ etmiştir. Çünkü rü'yayı gören: "Ben yağ ve bal
yağdıran bulut gördüm" demişti. Ebu Bekr bunu Kur'an'la onun lezzeti ve
yumuşaklığı ile tefsir etmiştir. Halbuki bu yalnız balın tefsiridir. Yağın
tefsirini bırakmıştır. O sünnet diye tefsir edilir. Ebû Bekr'e yaraşan:
"Kur'an ve Sünnet" demekti. Tahâvî de bu kavle işaret etmiştir.
Diğerlerine göre hata,
Hz. Osman'ın hal'inde olmuştur. Çünkü rü'ya-da zikredildiğine göre, Hz. Osman,
ipten tutunmuş, ip kopmuştur. Bu da Osman (r.a.)'m kendiliğinden hilâfetten
hal' edildiğini gösterir. Ebû Bekr ise bunu: "Osman zorla hal edilmiş ve
öldürülmüş ve hilâfete başkası geçmiştir." şeklinde tefsir etmiştir. Cümlenin
doğru tefsin ipin eklenmesini, Osman'ın kavminden başka birinin iş başına
geçmesine hamletmektir. Bir takımları da, hatânın, ta'bir için Peygamber
(s.a.v.)'den izin istemesinde olduğunu söylemişlerdir.
Peygamber (s.a.v.)'ın
Hz. Ebû Bekr'e:
"Yemin verme!"
demesi yeminini tekrarlama, çünkü söylemiyeceğim, manasınadır. Bazıları bunu
düşünürsen hatânı anlarsın, mânâsına almışlardır.[202]
1. Rü'ya
tâbiri, caizdir. Rü'yayı tabir eden
kimse, bazan isabet, bazan- hatâ edebilir.Rü'ya aleP ıtlak ilk ta'bir
edenin dediği gibi çıkmaz. İsabet ettiği zaman, onun dediği gibi çıkar.
2. Yemin
eden kimsenin, yemininde durması, bir mefsedeti veya meşakkati icâb ederse, o
yemini bozmamak, müstehab değildir.
3. Kaadî
İyâz'in beyânına göre, kasem kelimesiyle yapılan yeminde, keffâret yoktur.
Çünkü Hz. Ebû Bekr sadece kasem ederim demiş; fazla bir şey söylememiştir.
Nevevî, Kaadî'nin sözüne şaşmakta ve Hz. Ebû Bekr'in vallahi diyerek yemin
ettiğini bütün Müslim nüshalarının sarahaten naklettiğini hatırlatmaktadır.
Yine Kaadî'nin beyânına göre, İmam Mâlik'e: Bir adam rü'yayı içinden şerre
yorduğu halde, ağzından hayra yorabilir mi? diye sorulmuş, İmam Malik:
Maazallah peygamberlikle oynanıyor mu? Rü'ya peygamberliğin cüzlerindendir, de
mistir.
4. Hadis-i
Şerif, rü'ya ilmini öğrenmeye ve rü'yayı sorup te'vil etmeye teşvik
mahiyetindedir.[203]
4634... Ebû
Bekre'den {rivayet edildiğine göre) peygamber (s.a.) bir-gün (halka)
"İçinizden (bu gece) kim rüya gördü?" diye sormuş. (Orada
bulunanlardan) birisi de: "Ben gördüm" cevabını vermiş (ve sözlerine
şöyle devam etmiş:
Gökten sanki terazi
gibi birşey indi. Sen, Ebû Bekir'le birlikte tartıldın ve Ebu Bekir'den ağır
geldin. Ömer de, Ebû Bekir'le tartıldı. (Bu sefer) Ebû Bekir, ağır geldi. Ömer,
bir de Osman'la tartıldı (bu sefer de) Ömer ağır geldi. Sonra terazi (göğe)
kaldırıldı (Ravî Ebû Bekre bu rivayetini şöyle bitirdi:)
Bunun üzerine
Rasûlullah (s.a.)'in yüzünde memnuniyetsizlik (alâmetleri) sorduk.[204]
4635... (Ebû
Bekre'nin) babasından (rivayet edildiğine göre) Peygamber sallailâhü aleyhi ve
sellem bir gün (sahâbilerine: "Bu gece) hanginiz rü'yâ gördü?" diye
sormuş (ravi, hadisin bundan sonraki kısmında bir önceki hadisin) manasını
rivayet etmiş, (fakat bir önceki hadiste, Hz. Peygamberin yüzünde görüldüğünden
bahsedilen) memnuniyetsizliği zikret-memiştir. (Ancak sözü geçen
memnuniyetsizlik yerine şu sözleri) söylemiştir:
Rasûlullah (s.a.) buna
üzüldü. Yani bu (rüya) onu üzdü. Bunun üzerine (şöyle) buyurdu: (Anlatılan
rüyanın delâlet ettiği mana) Peygamber halifeliğidir. (Bu halifelik bir gün
sona erecek) sonra (yerine sultanlık gelecektir. İşte o zaman) Allah (bu)
mülkü (n idaresini) istediği kimseye verir."[205]
Bu hadis-i şerifler,
Hazret-i Peygamberden sonra ümmeti Muhammed
içerisinde en faziletli kimsenin, Hz. Ebu Bekir olduğuna, Hz. Ömer'in de Hz.
Osman (r.a.)'dan daha faziletli olduğuna delâlet etmektedir.
Hz. Peygamberin, söz
konusu rü'ya üzerinde yaptığı yoruma göre, rüyada gökten indiği görülen
terazi, Hz. Peygamberin sünneti üzerinde devam eden halifelik idaresidir. Bu
idare Hz. Osman devrine kadar başarıyla hedefine doğru ilerleyecek, fakat
Allah'ın takdir ettiği bir süre sonra kaldırılacak ve yerine saltanat
gelecektir.
Bezlu'l-Mechûd
yazarının da açıkladığı gibi (4635) numaralı hadisin son cümlesinde geçen
"sonra" kelimesi, terâhî ifâde ettiğinden bu cümleyi hemen Hz.
Ömer'den sonra hilâfet kalkacakmış şeklinde anlamak doğru değildir. Zira
bilindiği üzere "sümrne: sonra" kelimesi, "fâ-i
ta'kı-biyye" gibi değildir. Yani hemen Hz. Ömer'in hilafetinden sonra
halifelik kalkacak manasına, gelmemektedir. Bilakis "Sümme"
kelimesinin ifade ettiği süre sınırsızdır.
Bu sebeple, cümleyi,
tercümede de parantez içerisinde belirttiğimiz gibi, "Halifelik dönemi
birgün sona erecek ve halifelik saltanata dönüşecek" şeklinde anlamak
hadisin zahirine daha uygun düşer.
Hz. Peygamberin, bu
rüyayı dinledikten sonra, yüzünde beliren memnuniyetsizlik hususunda, bazı
görüşler ileri sürülmüştür. Bazılarına göre Hz. Peygamberin bu üzüntüsü, bu
rüyadan, Hz. Ömer'den sonra birtakım fitnelerin ortaya çıkacağını ve daha sonra
bunu büyük fitnelerin ta'kib edeceğini, anlamasından ileri gelmiştir.
Bazılarına göre ise bu
üzüntü birçok hakikatlere ışık tutacak mâhiyetteki bu rüyanın, böyle kısaca
sona erip, sayesinde birçok hakikatleri öğrenme fırsatının kaçmış olmasından
ileri gelmiştir.
Daha önce de
açıkladığımız gibi hakkı temsil eden ehl-i sünnet ulemasına göre, dört
halifenin fazilet itibariyle sıralandırılması, halifelik makamına
gelişlerindeki sıraya göredir ve halifelik Hz. Osman'la değil, Hz. Ali ile sona
ermektedir. Buna göre, Hz. Ebû Bekir'in hilâfeti iki buçuk yıl, Hz. Ömer'inki
dokuz yıla yakın, Hz. Osman'ınki oniki yıl ve Hz. Ali'ninki altı yıldır.[206]
"Benden sonra
halifelik otuz senedir" mealindeki (4646) numaralı hadis-i şerif de buna
delalet etmektedir.
Çünkü, Hz. Ali, Hz.
Peygamber'in dâr-ı bakaya irtihallerinin, tam otuzuncu senesi dâr-ı bakaya
irtihâl etmiştir.[207]
Ancak, halifeliği
sadece bu dört zata hasredip ondan sonra gelenlerin hiçbirini halifeliğe lâyık
görmemek doğru değildir. Çünkü ulema, Hz. Hasan, Ömer îbn Abdülaziz gibi pek
çok kimselerin de Hz. Peygamberin halifeliğine hakkıyle layık olduklarında
ittifak etmişlerdir. Nitekim 4631 numaralı hadis, Hz. Ömer İbn Abdulaziz'in de,
bu halifelerden biri olduğunu açıkça ifade etmektedir. Ancak, bunların, dört
halifeden farkları, halifeliği, onlar kadar mükemmel temsil edememiş olmaları,
onlar kadar kabul görmemiş olmalarıdır.[208]
Hafız Sûyütî'nin
talebesi Alkamî'ye göre, hadis-i şerifte belirtilen otuz sene, Hz. Hasan'ın
yaklaşık yedi ay süren halifeliği ile tamamlanmaktadır.[209]
(4646) numaralı
hadiste tekrar karşımıza çıkacak olan bu mevzuya şimdilik şu hadisle son
veriyoruz:
"Dinimizin evveli
nübüvvet ve rahmettir. Bu, yüce Allah'ın dilediği zamana kadar devam ettikten
sonra kalkacaktır. Daha sonra nübüvvet yolu üzerinde gidecek olan halifelik
olacaktır. Bu da yüce Allah'ın dilediği zamana kadar devam edecek ve sonra
kalkacaktır. Daha sonra uzunca bir krallık olacaktır. Bu da Vüce Allah'ın
dilediği zamana kadar devam ettikten sonra kalkacaktır. Bundan sonra tekrar
nübüvvet yolu üzerine gidecek olan halifelik olacaktır. Peygamberin sünneti
üzerine kurulan bu halifelik, yer ve gök halkına rahmet vesilesi olacaktır. Bu
devrin yüzü suyu rahmetine gök yağmurunu, yer yüzü de bitkisini
esirgemeyecektir. Her taraf, bolluk ve bereket içinde kalacaktır."[210]
Hattâbi (r.a.)'in açıkladığı gibi mevzumuzu teşkil eden bu (4635) numaralı
hadisin senedinde, rivayetleri delil sayılmayan Ali b. Zeyd b. Ced'ân el-Kureşi
vardır.[211]
4636...
Câbir b. Abdillâh'dan, dedi ki: Rasûlullah sallallahü aleyhi ve sellem (birgün
bize): "Bu gece salih bir zâta (rüyasında) Ebû Bekir'in, RasûiuUah
(s.a.)'e, Ömer'in Ebu Bekir'e, Osman'ın da Ömer'e tutunduğu gösterildi"
dedi. Câbir sözlerine devamla şöyle) dedi:
Biz Rasûlullah
(s.a.)Mn yanından kalkınca (kendi kendimize şöyle) dedik:
(Hz. Peygamberdin rüya
gördüğünden bahsettiği) sâlih zata gelince, (o) Rasûlullah (s.a.)'clir.
Birbirlerine tutunan kimseler ise Allah(ü teâlâ hazretlerin) in peygamberini
(yürütmekle görevli olarak) gönderdiği şu iş (in, yani yönetimin) başına
geçecek kimselerdir.
Ebû Davud der ki: Bu
hadisi Yunusla Şuâyb da rivayet etti(ler.Fakat) Amfi zikretmediler.[212]
4637...
Semûre b. Cündüb'den (rivayet edildiğine göre) Bir adam: "Ey Allah'ın
rasûlü. Ben (bu gece rüyamda) gökten sarkıtılmış kova gibi bir-şey gördüm. Ebu
Bekir geldi. (Onun) sapından tutup biraz içti. Sonra Ömer geldi (kovanın)
sapından tuttu, karnı şişinceye kadar içti. Sonra Osman geldi, o da sapından
tuttu karnı şişinceye kadar içti. Sonra Ali geldi (kovanın) sapından tuttu.
(Fakat kova sallandı) ondan üzerine birazcık (su) sıçradı" dedi.[213]
Tercümemizden de
anlaşılacağı üzere, (4636) numaralı hadiste, Hz. Peygamberin rüyasında
gördüğünden bahsettiği sâlih zattan maksat kendisidir. Bir başka ifadeyle, Hz.
Peygamber kendisinden bahsederken "ben" sözü yerine o "sâlih bir
zât" sözünü kullanmıştır.
Mevzuumuzu teşkil eden
bu (4636) ve (4637) numaralı hadis-i şerifler, İslam tarihinde "hulefâ-i
râşdin" diye anılan dört halifenin dördünün de hadis-i şeriflerde
anlatılan sıraya uygun olarak, Hz. Peygamberin sünneti doğrultusunda, halifelik
yapacaklarına, fakat Hz. Ali devrinde bu hizmetin çeşitli fitneler sebebiyle
sarsılıp hizmetin biraz zayıflayarak inkıtaa uğrayacağına ve Hz. Ebu Bekir'in
halifeliğinin de az süreceğine delâlet etmektedirler. Gerçekten de (4635)
numaralı hadis-i şerifin şerhinde de açıkladığımız gibi, Hz. Ebu Bekir'in
halifelik devri, iki buçuk yıl sürmüştür.
Musannif Ebu Davud,
(4636) numaralı hadisi, Yunus ile Şuayb'ın da rivayet ettiklerini fakat
rivayetlerinde senedde bulunması gereken Amr b. Ebân'ı, atladıklarından
bunların rivayetlerinin munkatı' olduğunu söylenmiştir.[214]
4638... Mekhûl'den
(rivayet edildiğine göre) demiştir ki: Rum (askerleri) kırk gün (önünü) yara
yara Şam bölgesinde ilerleyeceklerdir. Bu bölgede Dımeşk ile Amman'dan başka
(hiçbir şehir, onlara) karşı duramayacaktır.[215]
4639... Ebu'l-A'yes
Abdurrahmân ibn Selmân (şöyle) demiştir: "Acem krallarından bir kral
gelip, Dımeşk'ın dışında, (Şam bölgesindeki) bütün şehirleri ele geçirecektir."[216]
Bilindiği
gibi"Şam" Eski Suriye ülkesinin bulunduğu topraklara verilen
isimdir. Bu topraklar "Filistin, Ürdün, Humus, Dımeşk, Kınnesrîn, Avâsım,
Şuğûr" olmak üzere yedi kısımdan oluşur.
Bugün Şam deyince
bugünkü Suriye'nin başşehri anlaşılmaktadır. Oysa aslında Suriye'nin
başşehrinin esas ismi Dımeşk'tır. Şâm ise sözü geçen yedi kısımdan oluşan
bölgedir.
(4639) numaralı
hadis-i şerifte sözü geçen Amman'dan maksat, bugünkü Ürdün şehrinin
başkentidir. Bir de Hint denizi kıyılarında halkının ekserisi Abaza
Haricilerinden olan Umman vardır ki burada kasdedilen o değildir.
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerifler, dört halifeden sonra fitnelerin başlayıp, kafirlerin
İslâm ülkelerinin Şam bölgesi gibi önemli yerlerini ele geçireceklerini ve
Dımeşk'in dışındaki müslümanların düşman karşısında dize düşeceklerini haber
vermektedir.
Her ne kadar, bugüne
kadar sözü geçen yerlerde çeşitli fitne ve istilâlar görülmüşse de mevzuumuzu
teşkil eden bu hadis-i şeriflerde söz konusu edilen olayların, hangi tarihte
ve hangi krallar zamanında vukua geleceği açıklanmadığından kesin bir şey
söylemek doğru değildir. Ahir zamanda çıkacak savaşlarda, Şam halkının işgal
edeceği yeri (2483) numaralı hadisin şerhinde açıklamıştık.[217]
4640...
Mekhûl'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"(Son zamanlarda Deccal'in ordusu ile müslümanlar arasında çıkacak)
savaşlarda müslümanların çadır yerleri "el-Ğûta" denilen
yerdir."[218]
Bezlu'l-Mechûd
yazarının ifade etiği gibi, bu hadis-i şerifte söz konusu edilen savaştan
maksat, Hz. Mehdî zamanında müslümanlarla Deccâl arasında çıkacak savaşlar
olabilir.
Hadis-i şeriften
anlaşıldığına göre, o zaman müslümanlar ellerinde bulunan toprakları
savaşlarda kaybedecekleri için "el-Ğûta" denilen yerde sıkışıp
kalacaklar. Karargâhlarını orada kurup orada mevzileneceklerdir.
"EL-ĞÛTA"
Dünyanın dört cenneti diye bilinen dört harika yerden biri ve en güzelidir.
Dımeşk 'ı da içerisine
alan bu beldenin etrafı fevkalade güzel manzaralarla süslü yüksek dağlarla
çevrilidir. Bu dağlardan fışkıran serin ve tatlı sular ise, beldeye ayrı bir
özellik ve güzellik kazandırmaktadır.
(4298) numaralı
muttasıl ve merfû' hadis de bu beldenin Şam bölgesinin en güzel beldesi olduğu
ifâde ediliyor.[219]
4641... Avf (b. Ebî Cemile el-A'râbî'den rivayet
edildiğine göre) demiştir ki:
Ben el-Haccâc'ı:
"Gerçekten Osman (b. Affâıı)ın durumu, îsâ İbn Meryem'in durumu
gibidir" derken işittim. (Haccâc bu sözü söyledikten)sonra şu: "...
Ey İsâ ben seni öldüreceğim, bana yükselteceğim, seni inkâr edenlerden
temizleyeceğim..."[220]
âyetini okudu. Onu okuyup tefsir ederken eliyle de bize ve Şam'lılara işaret
ediyordu.[221]
Bu haber, son
zamanlarda Deccâla ve ordusuna karşı
savaşacakları birçok hadislerden öğrenilen Şam halkının tarihte uzun süre
İslama hizmetin bayraktarlığını yapacaklarını ifade etmektedir. Bilindiği gibi
bu haberin râvisi, Hicretin 661 yılında Tâif'te doğup 714 yılında ölen Haccâc
İbn Yusuf'tur.
Sakîftan çıkacağı
haber verilen hunhar[222] in da bu adam olduğu rivayet edilir.[223]
Her ne kadar Haccâc'ın
kan dökücülüğü ma'lum ise de onun hadis uydurduğu görülmemiştir. Bu bakımdan
Musannif Ebû Dâvud, onun Şam'lıların istikbâli ile ilgili olan bu sözünü
"sünen" ine almakta bir sakınca görmemiştir. Esasen Haccâc'ın bu
sözü bu mevzuda gelen haberlere de muvafık düşmektedir.
Haccâc'ın kendi
kafasından istikbâle dair vereceği bir haberin hiç bir kıymeti yoktur. Böyle
bir haberin kıymeti sadece onun kendi tecrübesine dayanarak yaptığı bir
tahminin kıymeti kadardır. Ancak Haccâc, bu sözü sohbetinde bulunduğu
tabiilerden duyduğu hadislere dayanarak söylemiş de olabilir.
Haccâc'ın bu sözüne
göre "Allah-ü Teâlâ hazretleri mealini sunduğumuz, âyet-i kerimesinde
haber verdiği şekilde nasıl Hz. İsa'yı yanına yükselterek, onu düşmanlarının
üzerine yüceltmiş ve böylece onu ve tabileri-ni düşmanlarına galip getirmişse,
Hz. Osman'ı da, şehid olarak yanına kaldırmak suretiyle düşmanlarının üzerine
çıkarmıştır. Ve onun taraftarları da Şanı ve Irak'da halifeliği ellerine
geçirerek rakiplerine galib geleceklerdir. Bu bakımdan Hz. Osman'ın durumu Hz.
İsa'ya benzemektedir."
Gerçekten de Hz. Osman
adına ortaya çıkan Ümeyye oğulları Hz. Osman'ın şehâdetinden sonra halifeliği
ellerine geçirerek uzun süre icrây-ı hükümet etmişlerdir.
Bu haberin bab başlığı
ile ilgisi de burasıdır.[224]
4642...
Er-Rabî' b. Hâlid ed-Dabî'den (rivayet edilmiştir); demiştir ki: Ben Haccâc'ı
bir hutbesinde: "Birinizin, kendi ihtiyacı için görevlendirdiği elçisi mi
kendisine daha iyidir, yoksa ailesi içerisinde (onların) ihtiyaçlarını
karşılamak üzere görevlendirdiği halifesi mi?" derken işittim.
Bunun üzerine kendi
kendime: "Allah için (bir daha) senin arkanda hiçbir zaman namaz kılmamak
ve seninle savaşan bir cemaat bulursam onlarla beraber sana karşı savaşmak
üzerime borç olsun" dedim. (Ravi) İshâk (ibn İsmail) rivayetinde (bu
habere şu sözleri de) ekledi: (Cerîr) dedi ki: (Gerçekten Er-Rabî) Cemâcim
(savaşın) da şehid edilinceye kadar(Haccâc'a karşı) savaştı.[225]
Er-Rabî' b. Hâlid,
Haccâc'ın sözlerinden kendisini V£ Meıvânileri Hz. Peygamberden üstün tuttuğu
ve dolayısıyle Hz. Peygambere dil uzattığı manasını çıkarmış ve onun arkasında
namaz kılmamaya ve fırsatını bulunca ona karşı savaşacağına yemin etmişse de,
aslında Haccâc bu sözleriyle asla böyle bir mana kasdet-memiştir.Çünkü ondan ve
onun tâbi olduğu Ümeyye oğullarından, Hz. Peygambere, Hz. Ebu Bekir'le Hz.
Ömer'e karşı herhangi bir saygısızlık ifade eden bir söz ve tavır
görülmemiştir. Ancak onlar olanca güçleriyle Hz. Osman'ın Hz. Ali'ye
üstünlüğünü savunmuşlar ve her fırsatta bunu isbatlamaya çalışmışlardır.
İşte Haccâc-ı Zalim ,
bu sözüyle yine Hz. Osman'ın Hz. Ali'ye üstünlüğünü ifade ve isbât etmek
istemiştir. Onun iddiasına göre, Bedir savaşında, Hz. Rukiyye'nin hastalığı
sebebiyle, Hz. Peygamberin, onun harbe çıkmsına izin vermeyip, Hz. Rukiyye'nin
tedavisi ile meşgul olmak üzere evde kalmasını emrettiği halde, Hz. Ali'yi
Tebük savaşında, sonra inen Beraet
(Tevbe) suresinin ayetlerini hacılara tebliğ etmek üzere elçi olarak
göndermesi,[226] bu iki sahabi arasındaki
farkı göstermek için kâfidir.
Çünkü bu iki hadisede,
Hz. Osman, Hz. Peygmberin halifeliğini, Hz. Ali ise elçiliğini üstlenmiştir ve
halifelik makamı ise elçilik makamından üstündür. İşte Haccâc'in iddiası ve
söylemek istediği budur.
Oysa, bu iddia tamamen
yersiz ve yanlıştır. Çünkü Hz. Peygamber, Hudeybiye savaşında Hz. Osman'ı
Kureyş'e elçi olarak gönderdiği halde[227] Hz.
Ali'yi bazı gazalarda yerine halife olarak bırakmıştı. Bu durum Haccâc'in
yanlışlığını ortaya koymak için yeterli olduğu gibi aynı zamanda kendi
mantığına göre Hz. Osman'ın Hz. Ali'den daha faziletli olmasını gerektirir.
Nefsâni duygularla hareket eden kimselerin bu gibi tezatlara düşmesi
kaçınılmaz bir sonuçtur.
Daha önce de ifade
ettiğimiz gibi en isabetli hareket, Hz. Peygamberin halifelerinin dördünün de
faziletine inanıp, hangisinin daha faziletli olduğunu münakaşa mevzuu etmekten
kaçınmaktır.
Râvi Er-Rabi'in
Haccâc-ı Zâlime karşı şehid oluncaya kadar savaştığı Cemâcim Savaşı Irak'ta
Abdurrahman İbn-el-Eş'as ile Haccâc arasında olmuştur. Bu savaşta o kadar çok
kurrâ şehid olmuştur ki Talha b. Musarrif gülen bir adamı görünce; "Belli
ki bu adam Cemâcim savaşım görmemiş. Eğer bu savaşı ve bu savaşta şehid olan
Kurcanın çokluğunu görmüş olsaydı, asla gülemezdi" demiştir.[228]
4643...
Âsım'dan demiştir ki: - Ben Haccâc'ı minber üzerinde (şöyle) derken işittim:
"Hepiniz gücünüz yettiğince Allah'dan korkunuz. Bu hususta (hiçbir kimse
için) ayrıcalık (istisna) yoktur. (Hepiniz) müs-lümanların başkanı (olan)
Abd-ül-Melik (ibn Mervân)i dinleyiniz ve itaat ediniz. Bu hususta da (hiçbir
kimse için) ayrıcalık yoktur.
Allah'a yemin olsun ki
ben, halka mescidin bir kapısından çıkmalarını emr etsem de onlar başka bir
kapıdan çıksalar onların kanları ve malları bana helâl olur. Vallahi ben Mudar
(kabilesin)in (malları) karşılığında Rabia kabilesinin maİIarı)nı alsam Allah'dan
bu bana helâl olur.
Ya (şu) Hüzeyl'in
kölesinden dolayı beni kim mazur görür? (Bilemiyorum). O kendi kıraatinin
Allah'dan olduğunu iddia ediyor. Vallahi O'nun kıraati bedevi arapların recez
kalıbından başka birşey değildir. Allah (c.c.) Peygamberine (s.a.) bu kalıbı
indirmemiştir.
(Ya) şu acemlerden
dolayı beni kim affeder? (Onlar, içlerinden) birinin (havaya) attığı taş
düşünceye kadar (kısa bir zamanda muhakkak) bir fitne meydana gelmekte olduğunu
iddia ediyorlar.
Allah'a yemin olsun ki:
Onları geçen gün gibi (yok olmuş bir halde) bırakacağım. (Ravi Asım sözlerine
devamla şöyle) dedi: Ben bu sözü A'meş'e sordum da (bana)"Vallahi bu sözü
Haccâc'dan kendim de duydum" cevabını verdi.[229]
Metinde geçen,
Haccâc-ı Zâlim'e ait sözlerin bir kısmı
İslâm ile tabana
zıttır.
Bu sözlerden biri.
Devlet başkanına mutlak surette itaatin farz olduğunu ifade eden
"Abdülmelik'i dinleyiniz ve ona mutlak surette itaat ediniz"
mealindeki sözdür. Oysa, Devlet Başkanına itaat onun emirlerinin, Allah ve
rasûlünün emrine uygun olması ile kayıtlıdır. Devlet başkanının Allah ve
rasûlünün emrine aykırı olan emirlerine itaat edilemez. Nitekim: "Allah'a
isyan olan bir hususta itaat olamaz"[230]
mealindeki hadîs-i şerif de bunu açıkça ifade etmektedir.
Haccâc'ın sözündeki
yanlışlardan biri de, Devlet başkanlarının istedikleri gibi hüküm koyma ve bu
hükümleri uygulama hakkına sahip olduklarını ifade eden sözleridir. Oysa haram
ve helâl hakkında hüküm koyma yetkisi ancak Allah'ındır. Nitekim Allâhü Teâlâ
hazretleri bu mevzuda şöyle buyurmaktadır. "... Diliniz yalana alışmış
olarak herşeye şu haram, bu helaldir demeyiniz. Zira Allah'a karşı yalan
uydurmuş olursunuz..."[231]
Allah'ı bırakıp ta hahamlarını, rahiplerini, Meryem oğlu Mesih'i Rabbler
edindiler..."[232] âyet-i
kerimeleri de bunu ifade etmektedir.
Diğer bir yanlışı da
Hz. İbn Mes'ud'un Mushafina ve kıraatına dil uzatmasıdır. "Huzeyl'in
kölesi" sözüyle kasdettiği Hz. Abdullah İbn Mes'ud'dur. Oysa Hz. Abdullah
bu kıraati bizzat Hz. Peygamberden almış ve Hz. Peygamberin takdirine mazhar
olmuştur.[233]
Haccâc'ın kendi
devrinde, kendi ülkesinde son derece çoğalan ve kesintisiz devam eden fitnenin
arap olmayan milletler tarafından yerilmesini tehditlerle karşılaması ise onun
zulümler zincirinin sadece küçük bir halkasıdır.
Recez: Müstef İlün,
müstef'ilün, müstef ilün vezninden oluşan bir aruz kalıbıdır.[234]
4644...
A'meş'den demiştir ki: Ben Haccâc'ı minber üzerinde: "Şu Arapların
dışındaki müslüman halk vurulup parça parça edilmeye rnüste-haktırlar. Sopayı
sopaya vurduğum zaman onları giden dün gibi (yok olmuş bir vaziyette)
bırakacağım" derken işittim (Haccâc bu sözüyle) arap-ların dışındaki
müslüman halkı kasdediyordu.[235]
Bu haber de Haccâc'ın
zulm ve kindarlığının ulaştığı ölçülerin boyutlarını gösteren ve hakkındaki
"Cellâda 130.000 mağdur teslim ettiğine, öldüğü zaman zindanlarda 50.000
erkek, 30.000 kadın bulunduğuna dair" rivayetleri[236] te'yid eden bir haberdir.
Her ne kadar onun
hakkında verilen bu rakamların yalan olduğunu savunanlar varsa da[237] mevzuumuzu
teşkil eden bu haber ve Özellikle Sa-kıftan bir hunharın çıkacağını haber veren
hadis[238] onun hunharlığında en
küçük bir şüpheye dahi yer bırakmamaktadır.
Aslında bu haberin
sünnetle ilgisi olmadığından "sünnet bölümü"ne yerleştirilmemesi
gerekirdi. Fakat Musannif Ebu Davud (r.a.) Ümmeyye oğullarının halifelik
makamını zorla gasbettiklerini ve hakkıyla temsil etmedikleri için sünnetten
ayrıldıklarını ifade ettiğinden bu haberi olumsuz yönden sünnetle ilgili
görerek burada zikretmiştir.[239]
4645... Süleyman
el-A'meş'den (rivayet edilmiştir:) Dedi ki: Haccâc-la birlikte bir Cuma namazı
kılmıştım. Bir hutbe okudu.
Musannif Ebu Davud
haberin burasında şöyle dedi:
Bu haberi hana
nakleden Şeyhim, Kain h. Nüseyr haberin bundan sonraki kısmında (4643
numaralı) Ebu Bekir h. Ayyaş hadisini (aynen) zikretti ve bu hutbede
Haccâc(tn) "Allah'ın halifesi ve seçkin kulu Abdülme-lik h. Mervanı
dinleyiniz ve itaat ediniz" dedi(ğini söyledi ve 4643 numaralı hadisin
son tarafını ise) "Eğer ben Rabia kabilesinin bütün toprakların)! Mudarr
kabilesi(nin topraklan) karşılığında alsam" (bana helâl olur seklinde)
rivayet etti. (Orada geçen) Acemlerle ilgili sözü rivayet etmedi.”[240]
Bu hadisle ilgili
açıklama (4643) numaralı hadisin şerhinde geçmiştir.[241]
4646... Sefine'den
(rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) (şöyle) buyurmuştur:
"Peygamber
halifeliği otuz sene (sürecek) dir. Sonra Allah mülkü veya (kendi) mülkünü(n
idaresini) dilediği kimseye verir."
(Râvi) Sâid ibn Cümhan
dedi ki: (Bu hadisi rivayet eden) Sefine bana: (şunu) kafanda (iyi) tut. Ebu
Bekir(in halifeliği) iki senedir. Ömer(inki) on, Osman'(inki) onikidir. Ali de
aynı şekilde (Hz. Peygamberin halifele-rinden)dir, dedi. Ben de kendisine
(Mervan oğullarına işaret ederek:) "Ama şunlar Hz. Ali'nin halife
olmadığını iddia ediyorlar?" dedim."
Mervân oğullarını
kasdederek "Zerkâ oğullarının kıçları yalan söylemiştir" dedi.[242]
Hz. Peygamberin
sünneti üzerinde yürüyecek olan halifelik süresinin otuz sene süreceğini ve Hz.
Ebu Bekir, Ömer, Osman gibi Hz. Ali'nin de Hz. Peygamberin halifelerinden biri
olduğunu açıkça ifade eden bu hadis-i şerifte, Hz. Ebû Bekir, Ömer ve Osman'ın
halifelik süreleri küsuratı teşkil eden ay ve günlerden söz edilmeden yuvarlak
hesap olarak verilmiştir. Ancak hadis-i şerifte Hz. Ali'nin halifelik
süresinden söz edilmemiştir.
Metinde geçen
"Zerka oğulları"ndan maksat, Mervan oğullarıdır. Çünkü Zerkâ,
Emevîlerin büyük annelerinden biridir. "Zerka oğullarının kıçları yalan
söylemiştir" sözü ile "Hz. Ali'nin halife olmadığına dair sözlerin
Mervan oğullarının uydurdukları yalanlardan ibaret olduğu" anlatılmak
istenmiştir.
(4635) numaralı
hadis-i şerifte yapmış olduğumuz açıklama bu hadis-i şerif için de geçerli
olduğundan biz burada otuz yıllık halifelik süresi ile ilgili görüşleri
özetlemekle yetineceğiz.
Bezlu'l-Mechûd üzerine
bir ta'lik yazan Muhammed Zekeriyya-el Kândehlevî bu mevzuda şöyle diyor:
"Hz. Peygamberin
vefatından sonra hicretin onbirinci yılında Hz. Ebû Bekir'e biat edilmiştir.
Hz. Ebu Bekir hicretin onüçüncü senesinde vefat edinceye kadar toplam 2 sene
halifelik yapmıştır. Nitekim "Takrib" isimli eserde de böyle
denilmektedir.
Süyûti'nin
"Târihu'I-Hulefâ" isimli eserinde de ifâde edildiği üzere, Hz. Ebû
Bekir'in, hicretin on üçüncü yılının Cemâde'l-ûlâsında vefat etmesiyle yerine
Hz. Ömer geçti ve hicretin 23. yılının Zilhiccesinde şehi-den vefat edene kadar
tam on buçuk yıl halifelik yaptı.
Yerine geçen Hz. Osman
ise Hicrî 35. yılının Zilhiccesinde şehid oluncaya kadar tam 12 (oniki) sene
halifelik makamında kaldı. Onun yerine geçen Hz. Ali ise hicretin 40.
(kırkıncı) yılının Ramazan ayına kadar beş sene halifelik yaptı. Oğlu Hz.
Hasan'a, Kufe'de biat edilmek suretiyle halifelik makamına Hz. Hasan geldi ve
bu makamda halife olarak yedi ay kaldı. Hz. Hasan'ın yedi aylık bu halifelik
görevi ile otuz yıllık halifelik süresi tamamlanmış oldu."[243]
Avnu'l-Ma'bud
yazarının tesbitine göre "Hz. Ebû Bekir iki sene üç ay on gün halifelik
yapmıştır. Hz. Ömer'in halifelik süresi on sene altı ay ve sekiz gündür. Hz.
Osman'ın onbir sene, onbir ay ve dokuz gündür. Hz. AH'ninki ise dört sene dokuz
ay ve yedi gündür. Bu hususta en doğru tesbit budur."[244]
İmâm-ı Nevevi'ye göre Hz. Ebu Bekir 2 yıl, Hz. Ömer on sene beş ay onbir gün,
Hz. Osman 12 yıldan altı gün eksik, Hz. Ali beş sene, Hz. Hasan da 7 ay
halifelik yapmıştır.[245]
Bu mevzuyu merhum
Ahmed Cevdet Paşa'nın şu sözleriyle kapatıyoruz: "Hal ve zamanın gidişi
dahi bu hadis-i şerifin ifâdesine muvafık görünmüştür ki, dört halifenin
müddet-i hilâfetleri yirmidokuz buçuk sene olup Hz. Hasan'ın altı ay kadar
müddet-i hilâfetiyle otuz seneye baliğ olmuştur."[246]
4647... Sefine'den
(rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.): "Peygamber halifeliği otuz
senedir. (Otuz seneden) sonra Allah mülkü - veya mülkünü- dilediği kimseye
verif' buyurmuştur.[247]
Bu hadisle ilgili
açıklama bir önceki hadisin şerhid geçmiştir[248]
4648... Said
b. Zeyd İbn Amr İbn Nüfeyl (in şöyle) dedi (ği rivayet edilmiştir): Falan kimse
(yani Hz. Muâviye) Kûfe'ye gelince, falan şahıs (yani Muğîre b. Şu'be) kalkıp
bir hutbe okudu. (Bu hutbesinde Hz. Mâviye'yi övüp, Hz. Ali'yi yerdi). Bunun
üzerine (cennetle müjdelenmiş on kişiden biri olan) Saîd İbn Zeyd elimden tuttu
(ve hatibe işaret ederek):
"Şu zâlimi
görüyor musun? Ben (sana) dokuz kişinin cennetlik olduğuna şahitlik ederim.
Eğer onuncu kişinin cennetlik olduğuna da şahitlik etsem günaha girmiş olmam.
(Kavilerden) İbn İdris dedi ki: (Bu hadisteki " günâha girmiş olmam'
anlamına gelen "iem eysim" kelimesini Araplar "(lem) âsem"
şeklinde okurlar.
(Bu hadisi Said b.
Zeyd'den rivayet eden Abdullah b. Zâlim, hadisin burasında dedi ki): Ben (Said
b. Zeyd'den bu sözleri işitince kendisine, o cennetlik olan) "dokuz (kişi)
kimdir?" dedim.,(Bana şöyle) cevap verdi: Rasûlullah (s.a.) Hıra (dağı)
üzerinde iken (dağ bir ara zelzele ile sarsılmaya başlayınca dağa hitaben:
"Ey hıra dağı, sakin ol. Çünkü (şu anda) senin üzerinde bir peygamber, bir
sıddık, bir de şehid vardır" dedi. Bunun üzerine dağın sarsılması sona
erdi. (Ben tekrar bu cennetlik olan): "Dokuz (kişi) kimdir?" dedim.
Rasûlullah (s.a.):
"(Bu cennetlikler) Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali, Talha, Ezzûbeyr, Said İbn
Ebî Vakkâs, Abdurrahmân b. Avf'dir" buyurdu cevâbını verdi.
"Onuncu
kimdir?" dedim. Biraz durakladı, sonra "Benim" dedi.
Ebu Davııd der ki: Bu hadisi
aynı şekilde, Said h. Zeyd, Abdullah ibn Zalim, ibn Hayyan, Hilal b. Yesa'f,
Mansûr, Süfyân yoluyla el-Escaî' den rivayet etmiştir.[249]
Bu hadis-i şerif, İbn
Mâce'nin Sünen'inde şu mânâya gelen lâfızlarla rivayet edilmiştir:
"Rasûlullah (s.a.)
arkadaşları ile birlikte (Hıra dağında) bulunduğu bir sırada dağ deprenmeye
başladı. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) dağa hitaben: "Ey Hıra dağı
yerinde dur! Senin üzerinde ya bir peygamber ya bir sıddîk ya da bir şehid
bulunur" buyurdu ve sonra dağın üstünde bulunanları şöyle saydı: "Ebû
Bekir, Ömer, Osman, Ali, Talha, Ziibeyr, Sa'd, İbn Avf, Said İbn Zeyd."
Buharî'nin Sahih'inde
rivayet edilen bir hadis-i şerif ise şu mealdedir:
"Peygamber (s.a.)
bir ara Ebû Bekir, Ömer ve Osman ile birlikte Uhud dağına çıkmıştı. Orada iken
Uhud'da bir zelzele oldu. Bunun üzerine Hz. Peygamber:
"Ey Uhud, dur!
Çünkü (şu anda) senin üstünde bir peygamber ile bir sıddîk ve bir de şehid
bulunmaktadır" buyurdu.[250]
Emri üzerine dağın sallanması sona ermişti.
Bu iki hadis-i şeriften
anlaşılıyor ki zelzele hadisesi, biri Hıra dağında diğeri Uhud dağında olmak
üzere iki defa vuku bulmuştur. Ve bu iki hadise münasebetiyle Hz. Peygamber
Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer, Osman, Ali, Talha, Zübeyr, Sa'd b. Ebî Vakkâs,
Abdurrahmân b. Avf ve Said b. Zeyd*in faziletine ve Allah katındaki değerine
işaret etmiştir.
Sindî'nin açıklamasına
göre, metinde sözü geçen sahahilerden Ebû Bekir Sıddık ile Sa'd b. Ebî
Vakkas'ın dışındakiler tamamen Hıra dağında şehid olarak vefat etmişlerdir.
Sa'd b. Vakkas ise Medine yakınlarındaki Akik köyünde vefat etmiş ve Medine
mezarlığına defnedilmiştir. Bu suretle diğerleri metinde geçen şehid kavramı
şümulüne girerken, Hz. Sa'd b. Ebi Vakkâs da Hz. Ebu Bekir'le birlikte
"Sıddık" kavramı şümulüne girmiştir.
Her ne kadar bu
hadis-1 şeriflerde cennetliklerden olan Hz. Ebu Ubey-de b. el-Cerrah'ın ismi
zikredilmiyorsa da Tirmizî'nin şu rivayetinde onun ismi de aşere-i
mübeşşere'nin ismiyle bir arada zikredilmektedir.
"Ebû Bekir
cennettedir, Ömer Cennettedir, Osman Cennettedir, Ali Cennettedir, Talha
cennettedir, Ez-Zübeyr cennettedir, Abdur-rahman bin Avf cennettedir, Sa'd bin
Ebî Vakkas Cennettedir, Said b. Zeyd Cennettedir ve Ebu Ubeyde b. el-Cerrrah
Cennettedir."[251]
Bunlardan Hz. Talha,
Siffın savaşında Hz. Muaviye saflarında bulunuyordu. Suyutî (r.a.)'nin
açıklamasına göre "onlardan kimi de adağını yerine getirdi" (yani
şehid oluncaya kadar çarpışacağını adadı ve bu adağını yerine getirdi),
mealindeki Ahzab 23 ayet-i kerimesi onun hakkında inmiştir.
Metinde kendisinden
falanca diye bahsedilen ve Küfe*ye geldiğinden söz edilen zat Hz. Muaviye'dir,
yine kendisinden falanca diye bahsedilerek hutbe okuduğu bildirilen zat da
Muğire İbn Şu'bedir. Bezlü'1-Mec-hud yazarının da açıkladığı gibi, Muğire İbn
Şu'be bu hutbesinde Hz. Ali'den saygısızca bahsettiği için Musannif Ebu Davud
onların isimlerini açıklamamıştır. Gerçekten müslümana yakışan da sahabe
arasında geçen bu gibi nahoş hadiseleri sözkonusu etmekten kaçınmaktır. Çünkü
onlar kılıçlarını kana bulamaktan kendilerini koruyanlamışlardır. Ama bizler
dillerimizi günaha batmaktan kolayca koruyabiliriz.
Bu hadis-i şerifin bab
başlığı ilgisi Hz. Ali'nin de Hz. Peygamberin yolunu izleyen dört halifeden
biri olduğuna delâlet etmesidir.[252]
4649...
Abduırahman b. Ahnes'den (rivayet edildiğine): Kendisi (bir gün) mescidde iken
adamın biri kalkıp Hz. Ali'ye dil uzatmış. Bunun üzerine Said b. Zeyd ayağa
kalkıp:
Ben Rasûlullah
(s.a.)'i: "On kişi cennettedir: Peygamber (s.a.) cennettedir, Ebu Bekir
Cennettedir, Ömer Cennettedir, Osman Cennettedir, Ali Cennettedir, Talha
Cennettedir, Zübeyr b. Avvam Cennettedir, Sa'd b. Malik cennettedir,
Abdurrahman b. Avf cennettedir." derken işittiğime şahitlik ederim. Eğer
dikseydim (cennetliklerden) onuncunun ismini de verirdim." demiş. (Abdurrahman
rivayetine devam ederek şöyle) dedi; (Orada bulunanlar bu hadisi nakleden
zata): "O kimdir?" dediler. Cevap vermedi. (Sonra tekrar):
"Kimdir o?" dediler "Said b. Zeyd'1 cevabını verdi.[253]
4650... Riyah
b. Haris (in şöyle) dediği (rivayet edilmiştir): "Küfe mescidinde falan
kimsenin (Muğire'nin) yanına oturuyordum. Yanında Kûfe-li (bazı kimse)ler de
vardı. Derken Said İbn Amr İbn Nüfeyl geldi. (Mu-ğire) ona: "Merhaba"
dedi ve kendisini selamladı, ayağının yanına koltuk üzerine oturttu. O sırada
Küfe halkından, Kays İbn Alkame denilen bir adam daha geldi ve yönünü Muğire'ye
dönüp söğmeye başladı. Said, (Mugire'ye dönerek): "Bu adam kime
soğuyor?" dedi. (O da): "Ali'ye sö-ğiiyor" cevabını verdi.
(Bunun üzerine Said): Görüyorum ki Rasûlullah (s.a.)'ın sahabüerine senin
yanında soğuluyor da sen bunu kötü görmüyor ve engel de olmuyorsun. Ben
Rasûlullah (s.a.)'ı (şöyle) derken işittim - ve ben onun söylemediği bir şeyi
onun adına söylemeye de ihtiyaç duymam. Çünkü yarın (kıyamet gününde) kendisiyi
karşılaştığım zaman bun(un hesabın)! benden sorar: "Ebu Bekir cennettedir.
Ömer cennettedir..." (Said) hadisi rivayete devam edip, bir önceki
(hadisin) manasını (eksiksiz)
rivayet etti. Sonra
"Muhakkak ki: Onlardan
birinin Rasûlullah (s.a.)'la
birlikte savaşta bulunup orada yüzünün tozlanması birinizin ömür boyu (yaptığı)
amelinden daha hayırlıdır. İstersen kendisine Nuh'un ömrü kadar ömür verilmiş
olsun" dedi.[254]
Bu iki hadisle ilgili
açıklama 4648 numaralı hadisin şerhinde geçmiştir.[255]
4651... Enes
b. Malik'den (rivayet edildiğine göre) Allah'ın rasulii (s.a.) Uhud (dağın)a
çıkmış arkasından Hz. Ebu Bekir'le Ömer ve Osman da çıkmış. Derken (dağ
deprenip) onları sallamaya başlamış. Bunun üzerine Allah'ın rasulii dağa
ayağıyla vurup:
Ey Uhud sakin ol!
(Senin üzerinde) bir peygamber ile bir Siddik ve iki şehid
(bulunmaktadır)" buyurmuş.[256]
Bu hadis-i şerif
Peygamber efendimizin iki mucizesini haber vermektedir. Birincisi Hz. Peygamberin
sallanmakla olan Uhud'a: "Sakin ol" diye emretmesiyle dağın sakin
olması, ikincisi de yanında bulunan zatların şehiden vefat etmeleridir. Nitekim
(4648) numaralı hadisin şerhinde açıklamıştık. Bu hadisin bab başlığıyla
ilgili kısmı Hz. Ebu Bekir'le Ömer ve Osman (r.a.)'in de Peygamber halifeliği
çizgisinden ayrılmayan halifelerden olduklarına delâlet etmesidir.[257]
4652... Ebu
Hureyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.): ''Bana Cebrail (a.s.)
geldi. Elimden tutup ümmetimin kendisinden (cennete) gireceği cennet kapısını
gösterdi." buyurmuş. Bunun üzerine Ebu Bekir: "Ey Allah'ın Rasulii,
ben de (o sırada) seninle beraber olup o kapıyı görmeyi çok isterdim"
demiş.
Rasûlullah (s.a.) de:
"Ey Ebu Bekir şunu iyi bil ki ümmetimden Cennete ilk girecek olan
sensin" cevabını vermiş.[258]
Bu hadis-i şerif te
Hz. Ebu Bekir'in Hz.Peygambe-rin sünnetinden ayrılmayan halifelerden olduğuna
delalet etmektedir. Hadisin bab başlığıyla ilgisi budur.
Bezlü'l-Mcchûd yazan
bu hadisi açıklarken şu bilgileri vermektedir: "Cennet kapılarının sayısı
hakkında çeşitli rivayetler vardır. Meşhur olan rivayete göre cennetin sekiz
kapısı olduğu söyleniyorsa da bu mevzuda gelen rivayetler cennetin kapılarının
daha çok olduğunu ifade etmektedir. İnfak kapısı, namaz kapısı, oruç titanlara
mahsus olan reyyan kapısı, hacc kapısı, Öfkesini yutanlar kapısı, mütevekiller
kapısı, ilim ya da zikir kapısı, Duhâ kapısı, tevbe kapısı, razı olanlar
kapısı...
Dckaiku'l-Ahbar isimli
eserde açıklandığı üzere İbn Abbas'a göre cennetin 8 kapısı vardır. Suyûtî de
bu görüştedir.[259]
4653... Cabîr'den
(rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) "Ağacın altında bana biat
edenlerden hiçbir kimse cehenneme girmeyecektir." buyurmuştur.[260]
Bu hadis-i şerifte
"Muhakkak ki sana biat edenler ancak Allah'a biat etmektedirler. Allah'ın
eli onların ellerinin üstündedir..."[261]
ayet-i kerimesinde medh edilen, Hudeybiye sulhunda, ağaç altında Hz. Peygambere
biat eden ashab-ı kiram kasdedilmekte ve onlardan hiçbirinin cehenneme
girmeyecekleri müjdelenmektedir.
İslam tarihinde Rıdvan
Biati diye anılan bu biat hicretin altıncı senesinde müslümanlarla Mekkeli
müşrikler arasında Mekke'nin varoşlarındaki "Hudcybiye"de
yapılmıştır.[262]
Müslümanlar orada
savaştan asla kaçmamaya veya Ölüme söz vererek Hz. Peygambere biat etmişlerdir.[263]
Bu biatta bulunan
sahabi sayısının 1400 ve 1500 olduğuna dair rivayetler varsa da Hafız İbn
Kesir'in tahkikine göre 1400 dür.[264]
Bilindiği gibi biat
"mübadele akdi" anlamına gelir. Fakat sonraları devlet başkanına
itaat ve sadakat bildiren ve el sıkma suretiyle yapılan ahitleşme anlamında
kullanılır olmuştur.
İslam tarihinde ilk
biat hadisesi, Akabe denilen yerde yapılmıştı. Yüce Allah Rıdvan biatında
bulunanları Kur'an-ı Kerim'inde şöyle övmüştür: "Allah inananlardan, ağaç
altında sana baş eğerek biat edenlerden andolsun ki razı olmuştur. Gönüllerinde
olanı da bilmiş, onlara güvenlik vermiş, onlara yakın bir zafer ve ele
geçirecekleri bol ganimetlerden bahsetmiştir."[265]
Dört halife devrinde
ve sonraki İslam devletlerinde halkın ileri gelenlerinin halifeye itaatlerini
bildirmesine de biat denmiştir.
Biat halifenin tesbit
edilmesinde kullanılan usullerden biridir. Bunda esas, seçme ehliyetine sahip
alim, hakim, idareci ve halk biraraya gelmeleri mümkün olanların seçilme ehliyetini
taşıyan bir kimseyi seçip ona biat etmeleridir. Hz. Ebu Bekir'in seçimi bu
yolla olmuştur. Biata bütün halkın iştiraki şart olmadığı gibi birkaç kişinin
biati da yeterli değildir.[266]
4654... Ebu
Hureyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.): "Umulur ki Allah
Bedir (savaşı) mücahidlerine rahmetle bakıp (ta onlara): İstediğinizi yapın
muhakkak ki ben sizi affettim, buyurmuştur" dedi.
Metinde geçen ve
"umulur ki" anlamına gelen "lealle" sözünü Musa rivayet
etti. İbn Sinan ise (bu hadisi, "lealle" kelimesini zikretmeden) rivayet
etti.[267]
Bu hadis-i şerifte.
Bedir savaşına katılanların her türlu
gUnanı işleyebileceklerine dair bir izin olduğunu zannetmek yanlıştır.
Burada Allahu Teâla'mn
onlardan kamil manada razı olduğu ve onlardan devamlı hayır sudur edeceği,
şerrin ise yok denecek kadar nadir görüleceği ifade edilmek istenmektedir.
Nevevi, Bedir
mücahidlerinin işleyecekleri bir suçtan dolayı, kendilerine hadd uygulanacağı
huşunda, ulemanın ittifakı olduğu noktasından hareket ederek, Allah'ın Bedir
mücahidlerine olan bu af ve merhamet vadinin kıyamet gününe ait olduğunu
söylemiştir.
Bu hadisin daha uzun
bir metni ve izahı cihad bölümündeki 2650 numaralı hadiste geçtiğinden
muhterem okuyucularımızın oraya da müracaat etmelerini tavsiye ederiz.[268]
4655...
el-Misver b. Mahrcme'den (rivayete göre) dedi ki: "Peygamber (s.a)
Hudeybiye (sulhu) yılında (Ka'be'yi tavaf etmek üzere yoia) çıkmıştı.,"
(el-Misver sözlerine devam ederek Hudeybiye sulhu ile ilgili) hadisi rivayet
etti (ve şöyle) dedi: (Müslüman askerler Hudeybiye'de Hz. Peygamberle birlikte
bulundukları sırada) Urve İbn Mes'ud Hz. Peygambere gelip onunla konuşmaya
başladı. Konuşurken Hz. Peygamberin sakalını tutuyordu. el-Muğire b. Şu'be'de
(o sırada muhafız olarak Hz. Peygamberin) başında kılıcı ve miğferiyle
birlikte dikiliyordu. (Urve'nin Hz. Peygamberin sakalını tuttuğunu görünce)
kılıcının (kınının) alt tarafını (alt ucunu) onun eline vurup: "Elini onun
sakalından çek!" dedi. Bunun üzerine Urve başını kaldırıp "Bu da
kim?" dedi. "Mıığire İbn Şif be'dir." dediler.[269]
Bu hadisin tamamı
(2765) numaralı hadiste geçtiği halde burada tekrar zikredilmesinin sebebi
46484650 numaralı hadislerde Hz. Muğire'nin, Hz. Ali'ye söğmek gibi bir hatasından
bahsedilmesidir.
Sözü geçen hadis-i
şeriflerde, Hz. Muğire'nin, bu hatası zikredilince, merhum Musannif Ebu Davud,
bu hadisleri okuyan kimselerin Hz. Muğire'ye buğzederek günaha girmelerini
önlemek üzere bu hadisi rivayet edip, aslında onun bu hatasını kapatacak çok
şerefli hizmetleri ve büyük faziletleri olduğunu hatırlatmak istemiştir.
Nitekim 4653 numaralı
hadisin şerhinde, meallerini sunduğumuz fetih sûresinin 18. ve 19. âyetleri de
Hudeybiye sulhunda Rıdvan biatında bulunan sahabüerin Allah katındaki
derecelerinin büyüklüğüne delalet etmektedir. Binaenaleyh bizler bu büyük
sahabiler arasında geçen üzücü olayları dilimizi dolayarak dillerimizle günaha
girmekten kaçınmalıyız.
Urve İbn Mes'ud'un
yaptığı gibi bir kimsenin konuşurken muhatabının sakalından tutması, cahiüyye
arapları arasında bir saygı ve samimiyet ifadesi sayılırdı. Fakat Hz. Muğire
bir müşrikin Hz. Peygamber'in sakalından alalede bir insanın sakalını tutar
gibi tutmasından rahatsız olmuş ve. kılıcıyla dürterek buna engel olmuştu.
Bir kumandanın başında
silahlı olarak nöbet tutmanın caiz olduğuna da delalet eden bu hadisin tamamını
görmek için 2765 numaralı hadise ve şerhine müracaat edilmesini tavsiye ederiz.[270]
4656... Ömer
İbn Hattab (r.a.)'ın müezzini el-Akra (r.a.)'dan; demiştir ki: "Ömer
(r.a.), beni (huzuruna çağırmam için) yahudilerin din alimine gönderdi. (Ben de
varıp) onu çağırdım. (Sözü geçen yahudi alimi gelince) Hz. Ömer, ona:
Kitabınız da (hiç)
beni (mle ilgili olan sözler) buluyor musunuz? diye sordu. O da: Evet, cevabını
verdi. (Hz. Ömer):
Nasıl buldun? dedi
(Yahudi alimi de):
Seni (orada) bir kale
olarak buluyorum, cevabını verdi. (Hz. Ömer gayr-i ihtiyari olarak elindeki)
kamçıyı onun üzerine kaldırıp:
O kale de ne demek?
diye sordu. (Yahudi alimi de):
Muhkem ve güvenilir, demirden
bir kale: dedi. (Hz. Ömer),
Benden sonra
(halifeliğe) gelecek olan kimseyi nasıl buluyorsunuz? dedi (Yahudi alimi de):
Onu salih, fakat
yakınlarını (diğer müslümanlara) tercih eden bir halife olarak buluyorum,
cevabını verdi. (Bunun üzerine) Hz. Ömer; üç defa:
Allah Osman'a merhamet
etsin, dedi, sonra:
(Peki) ondan sonrakini
nasıl buluyorsun? dedi. (Yahudi alimi de):
Onu da demir pası
olarak buluyorum, dedi.
Bunun üzerine Ömer
eliyle hemen onun ağzını kapadı ve: Ey kerceğizim, ey pasçağızım, diye feryad
etti. (Yahudi alimi de):
Ey mü'minlerin emîri
(aslında) o iyi bir halifedir, fakat o kılıcın kınının sıyrıldığı ve kanın da
akıtıl (maya başla)dığı bir zamanda halifeliğe seçilecek, dedi."[271]
Ebu Davııd der ki:
(Hadiste geçen:) "eddefnt" lafzı, "kir" demektir.[272]
Bu hadis-i şerif, Hz.
Ömer'in kendinden sonra kimlerin halife
olacağını bildirdiğine delâlet etmektedir.
Bunu kendiliğinden
bilmesine imkan olmadığından, Hz. Peygamberden öğrenmiş olması gerekir.
Kendisinden sonra halifeliğe kimerin seçilebileceğini kesinlikle bildiği
halde, bu hususu yahudi alimlerinden Ka'b-u'1-Ahbar'a sorarak bir de onun bu
mevzudaki düşüncesini öğrenmek istemiştir.
Ka'bu'l-Ahbar, Ebu
İshak Ka'b b. Mati b. Haysu, araplarda îsrailî ve İslamî rivayetlerin en eski
ravisidir. Yemen yahudilerinden olup, Ebu Bekir veya Ömer'in halifeliği
zamanında müslümanlığı kabul etmiştir.
İlahiyat sahasında ve
bilhassa Kitab-ı Mukaddes üzerindeki malumatı dolayısıyla kendisine
Ka'bu'l-Ahbar veya Ka'bu'1-Habr, ismi verilmiştir.[273]
4657... İmran
b. Husayn'dan (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) (şöyle) buyurmuştur:
"Ümmetimin en hayırlısı kendilerine gönderildiğim asır (da olanlar) dır.
Sonra onlardan sonrakiler, sonra da onlardan sonrakilerdir."
(İmran dedi ki): Hz.
Peygamber; "sonra onlardan sonrakiler" sözünü "üçüncü bir defa
daha tekrarladı mı yoksa tekrarlamadı mı (iyice hatırlamıyorum), Allah daha
iyi bilir.
(Hz. Peygamber
sözlerine şöyle devam etti): "Sonra kendilerinden şahitlik istenmediği
halde şahitlik yapan bir kavim zuhur edecek. Söz verecekler, sözlerini yerine
getirmeyecekler. Hıyanet edecekler, kendilerine güvenilmeyecek. (Allah
korkusundan yoksunlukları ve oburlukları sebebiyle) aralarında şişmanlık
yaygınlaşacaktır."[274]
Bilindiği gibi, Hz.
Peygamberin, peygamber olarak
gönderildiği asırda yaşayanlar sahabilerdi. Mevzunıuzu teşkil eâcn bu
hadis-i şerifte, ümmet-i Muhammedin en hayırlısının sözü geçen devirde yaşayan
sahabiler olduğu ifade edilmektedir.
Ümmeti Muhammed,
içerisinde hayırlıhkta ikinci dereceyi sahabeden sonra gelen müslümanların
üçüncü dereceyi de onları takibeden müslümanlann aldığı ifade edilmektedir.
Hatırlanacağı üzere sahabeden sonra gelen kimselere tabiim; taibûndan sonra
gelen kimselere ctbau't-tabiîn denilir. Terim olarak bir sahabi ile mti'min
olarak görüşen konuşan ve ondan ilim alan kimselere "tabiûn", tabiim
ile görüşüp onlardan hadis rivayet edenlere de "ctbau't-tabiîn"
denir.
Metinde geçen birinci:
"sonra onları (yani sahabileri) takibedenler" cümlesiyle tabiiler,
ikinci "Sonra onları (yani tabileri) takibedenler" cümlesiyle de
ctbau't-tabiîn kaydedilmektedir.
Ravi. Hz. Peygamberin,
bu cümleyi iki defa tekrarlayarak sahabiden sonra gelen tabiim ve etbau
l-tabiîn nesillerini Övdüğünden emin olmakla beraber bu kelimeyi üçüncü defa
tekrarlayarak eibâu tebe i't-tabiîn denilen ve etbâu'(-tabiinden sonra gelen
nesli de övdüğünden emin değildir. Ancak İbn Kayyim'in Sünen-i Ebi Davud
üzerine yazdığı "Tchzîb" isimli eserinde açıkladığına göre şu hadis-i
şerifte bu dördüncü nesil de Hz. Peygamberin diliyle övülmektedir.
"İnsanlar üzerine zaman gelecek, kendilerine bir ordu gönderilecek de;
"Bakın aranızda Peygamber (s.a.)'in ashabından bir kimse bulabilecek misiniz?"
denilecek. Böyle bir zat bulunacak ve kendilerine onların sayesinde fetih müyesser
olacak. Sonra ikinci bir ordu gönderilecek yine:
Acaba bunların
arasında Peygamber (s.a.)'in sahabilerini görenler var mı? diyecekler ve onun
sebebiyle kendilerine fetih müyesser olacak. Sonra üçüncü bir ordu gönderilecek
ve: "Bakın aralarında peygamberin ashabını görenleri gören var mı?"
denilecek. Sonra dördüncü ordu gönderilecek ve yine; "Bakın içlerinde
Peygamber (s.a.)Jın ashabını göreni gören birini gören var mı?" denilecek.
Böyle birisi de bulunacak ve onun sayesinde kendilerine fetih müyesser olacak.”[275]
Yine Müslim'in Ebu
Said el-Hudri'den rivayet etliği başka bir hadisi şerif[276] te
de bu dördüncü nesil övülmüştür.
Muhammed Zekeriyya İbn
Yahya el-Kândehlevî'nin İzâletü'l-hafâ'dan naklettiğine göre;
Birinci neslin (yani
sahabenin) devri, hicretle başlar. Peygamber (s.a.)'ın vefatı ile sona erer.
İkinci neslin devri,
Hz. Ebu Bekir'in hilafeti ile başlar, Hz. Ömer'in şe-hid edilmesiyle sona erer.
Üçüncü neslin devri
ise. Hz. Osman'ın hilafeti zamanıdır. Fcthu'1-Vedûd isimli eserde verilen
bilgiye göre ise sahabe dönemi Hz. Peygamberin bi'setiyle başlar. Dünyada
sahabilerden hiç bir kimse kalmayıncaya kadar yani hicretin yüzonuncu senesine
kadar devam eder. Tabiûn dönemi ise sahabe döneminin sona ermesiyle başlar
yetmiş sene devam eder.
Tebeuttabiîn devri ise
hicretin 220. senesine kadar sürer. Bu dönemden sonra bidatlar çoğalır.
Ulemanın bidatçılarla başları derde girer. Mevzuumuzu teşkil eden hadis-i
şerifte zuhur edeceği haber verilen menli zümreler bu dönemden sonra yavaş
yavaş artma gösterir. İmanı Nevevi'niıı açıklamasına göre metinde geçen
"sirhen" kelimesi "şişmanlık" anlamına gelmektedir. Cumhuru
ulema bu görüştedir. Binaenaleyh tebe-ü tabiin ya da etbeü tebei tabiin
döneminden sonra halk arasında şişman insanlar çoğalmaya başlayacaktır.
Bazılarına göre burada bu kelimeyle şeref ve fazilet taslayan, şeref ve
fazilet yoksunu kimseler, kasdedilmektedir. İnsanların aşın mal toplama
gayretleri anlamına geldiğini söyleyenler de vardır.
Her ne kadar metinde
geçen: ".... Kendilerinden sahicilik istenmediği halde şahitlik
yapacaklar..." mealindeki cümle ile: "şahidlcrin en hayırlısı
kendisinden şahitlik istenmeden gelip şahitlik edendir."[277] mealindeki
hadis arasında zahiren bir çelişki varmış gibi görünmüyorsa da aslında böyle
bir çelişki yoklur.
Çünkü mevzuumuzu
teşkil eden hadis-i şerifte yerilen şahid dava sahibi onun şahitliğini bildiği
ve bilerek şahitliğe çağırmadığı halde davetsiz olarak şahitlik yapmak üzere
mahkemeye gelen kimsedir. Diğer hadis-i şerifte övülen şahit ise, dava sahibi
bir şahide muhtaç iken ve bu hususta şahitlik yapacak bir kişinin bulunduğunu
bilmezken kendiliğinden gelip hakkın ortaya çıkması için şahitlik yapan kimsedir.
Yine mevzumuzu teşkil
eden ve etbâu't-tabiin ya da etbeu tebeittabiin devrinden sonraki nesiller
arasında bidatlerin ve bidatçilerin artacağını ifade eden hadisle "ümmetim
bir yağmura benzer, başı mı sonu mu hayırlı bilinmez."[278]
hadisi arasında da bir çelişki sözkonusu değildir. Çünkü sahabenin ve onu
takibeden üç neslin daha faziletli olmasından maksat, bu nesiller içerisinde
hayırlı insanların sayıca daha fazla olmasıdır. Yani ümmetin sonunu teşkil
eden nesillerde de sayıca çok iyi insan vardır. Ancak; ilk nesiller kadar
değildir. Yahut da son nesiller içerisinde fert fert öyle insanlar vardır ki
neredeyse onlar çok az da olsalar iyilikte ilk nesillere yaklaşırlar. Cumhur-u
ulemanın görüşü de bu ikinci tevil doğrultusundadır.
Bu mevzuda İbn Kuteybe
de, şöyle diyor: "Ümmetim yağmura benzer, başı mı hayırlıdır, yoksa sonu
mu bilinmez" hadisini, onların derecesinin ashabına yakın olduğunu ifade
etmek için söylemiştir. Nitekim "Bu elbisenin önü mü daha güzel, arkası
mı?" denilir. Önü daha güzeldir, ancak sen bununla (güzellik bakımından)
elbisenin önü ile arkasını birbirine yaklaştırmayı kasdetmiş olursun. Keza
"Bu kadının yüzü mü güzel yoksa boynu mu?" demen de buna benzer. Yüzü
daha güzeldir, fakat sen güzellikte yüz ile boynu birbirine yaklaştırmak
istiyorsun.
Rasûlullah'ın, Tihame
hakkında: "O (Tihame) bal tulumuna benzer, başı mı daha iyidir, yoksa sonu
mu bilinmez" buyurması da bunun gibidir.
Bal, tulumda; sütün
kapta kesilip bozulduğu gibi bozulmaz ki, başı sonundan iyi olsun. Başı da
sonu da hemen hemen birdir. Başının sonundan bir üstünlüğü yoktur."[279]
4658... Ebu
Said (r.a.)'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.): "Sahabilerime
sövmeyiniz! Varlığı elinde olan zata yemin ederim ki eğer biriniz, sadaka
olarak Uhud Dağı kadar altın dağıtsa bu onlardan birinin bir müdd (lüka
sadakasının sevab)ına erişmez ve (hatta bunun) yarısına da ulaşamaz"
buyurmuştur.[280]
Bu hadis-i şerif
ashab-ı kiramın ümmeti Muhammed
içerisinde işgal ettiği üstün mevkiyi ve amellerinin Allah katındaki değerinin ümmetin diğer
fertlerinin amelleıiyle kıyas kabul etmeyecek kadar yüksek olduğunu ifade
etmektedir.
Nitekim, bu hususu
yüce Allah: "... Elbette içinizden (Mekke'nin) Feth(in)den önce (hak
yolunda) harcayan ve savaşanflar ötekilerle) bir olmaz. Onların derecesi
sonradan infak eden ve savaşanlardan daha büyüktür..."[281]
mealindeki âyet-i kerimesinde de açıklanmıştır.
Hz. Peygamberin
sahabelere sövmeyi yasaklayan bu sözlerindeki muhatabları, o anda orada hazır
bulunan sahabileıie, onların şahsında orada hazır bulunmayan tüm sahabiler ve
sahabilerin dışında kalan tüm miislü-manlardır.
Hadis-i şerif sahabe-i
kiramdan birine sövmenin haram olduğuna delâlet etmektedir. Sahabe arasındaki
ihtilaflar bir ietihad neticesidir. İsabet eden on, hata eden ise bir sevap
almıştır. Meseleye bu açıdan bakmak gerekir. Sahabeye söven bir kimsenin kafir
olacağını söyleyenler de vardır.
Nitekim Hanefi
ulemasından İbn Abidin (r.a.) "Kitabü Tcnbihi'I-Vülat vc'1-Hukkâm"
isimli özel bir risale hazırlayarak bu mevzudaki görüşlerin tümünü nakletmiş
ve aynı zamanda kendi görüşünü de belirtmiştir.[282]
Netice olarak onlara
sövmenin fasıklık ve büyük günahlardan olduğunda ittifak olduğu gibi, onlara sövmeyi
helal sayarak sövmenin küfür olduğunda da ittifak vardır. Bu suçu işleyen
kimseler siyaseten öldürülürler.[283]
İmam Nevevi'nin
açıklamasına göre "Şafii uleması ve Cumhuru ulemâ bu suçu işleyen
kimsenin tazir cezasıyla cezalandırılması gerektiği görüşündedirler.
Malikilerdcn bazılarına göre ise bu suçu irtikab eden kimseler
öldürülür."
Sahabilerin verdikleri
sadakanın değerinin Allah katında başkalarının verdiği sadakaların
değerlerinden daha üstün olmasının sebebi ise şüphesiz ki onların bu sadakayı
fakr-ü zaruretin getirdiği çok ağır şanlar altında vermiş, olmalarının yanında
büyük bir ihlas duygusu içerisinde vermiş olmalarıdır.
Hanefi mezhebine göre
bir müdd 1/4 sa'dır.
Bir sa
4659... Amr
b. Ebî Kurre'den (rivayet olunmuştur); dedi ki: Huzeyfe Medayin'de idi ve
Rasûlullah (s.a.)'ın öfke halinde sahabilerinden bazı kimseler için sarfetmiş
olduğu sözleri (halka) aktardı. Bunları Hıızeyfe'den dinleyenlerden bazıları da
gider Selman'a haber verir ve Huzeyfe'den duyduklarını ona anlatırlardı. Selman
da "Huzeyfe söylediği (sözün doğruluk derecesi) ni (benden) daha iyi
bilir" derdi. Sonra da Huzeyfe'ye gelip:
"Senin sözlerini
Selman'a anlattık. Seni ne tasdik etti ne de tekzib etti." derlerdi. Huzeyfe
(bir gün) sebze tarlasında bulunan Selman'a varıp; "Ey Selman benim
Rasûlullah (s.a.)'dan duyduklarımı tasdik etmekten seni engelleyen (sebep)
nedir? dedi. Hz. Selman da (ona şöyle) cevap verdi:
"Gerçekten
Rasûlullah (s.a.) (bazan) öfkelenirdi ve öfkeli iken sahabilerinden bazıları
hakkında (bazı ağır) sözler söylerdi. Bazan da hoşnut olur ve hoşnutluk halinde
sahabilerinden bazıları hakkında (sitayiş-kâr)sözler söylerdi. Artık sen (Hz.
Peygamberden her duyduğun sözü nakletmeye) bir son vermiyor musun? (Eğer sen bu
rivayetlerine devam edersen) Bazı kimseler (in kalbin)e bazı kimselerin
sevgisini, bazı kimseler (in kalbin) de bazılarının nefretini aşılarsın ve
neticede bazı anlaşmazlıkların ve bölünmelerin meydana gelmesine sebep
olursun. Oysa sen Rasûlullah (s.a.)'m bir hutbesinde:
"Ben, öfkeli iken
Ümmetimden herhangi bir kimseye sitem ya da beddua edersem (bu bir insanlık
halidir); çünkü ben de Adem oğullarından biriyim. (Binaenaleyh) onların
öfkelendiği gibi (bazan) ben de öfkelenirim (fakat, Allah) beni alemlere sadece
rahmet için göndermiştir. (Bu sebeple ben rabbime: Ey Allah'ım, ben ancak bir
beşerim, Müslümanlardan herhangi birisine, hakketmediği halde beddua ya da sitem
edersem) kıyamet gününde bunu onun için bir rahmet kıl (diye dua ettim. Rabbim
de bu duamı kabul etti)" dediğini bilmektesin. Allah'a yemin olsun ki ya
bu sözlerine son verirsin ya da (bunu) Ömer'e mektupla bildireceğim."[285]
Bu hadis-i şerif
Peygamber (s.a.)'in ümmetine gösterdiği dikkat ve şefkati beyan etmektedir. Bu
mevzuda gelen rivayetlerin umumundan anlaşılıyor ki, Peygamber (s.a.)'in
bedduası ve sitemi bunları haketmeyen birine yapılmışsa o kimse için rahmet ve
keffaret olur. Yoksa hak edenler için böyle bir şey mevzu bahis olamaz.
Peygamber (s.a.), kafirlerle münafıklara beddua etmiş, fakat bu onlara rahmet
olmamıştır. Burada şu sual hatıra gelebilir: Bedduayı hak etmeyen kimseye
Peygamber (s.a.) nasıl beddua eder? Bu suale ulema iki
207. vecihle cevap
vermişlerdir. Birinci veçhe göre bedduayı haketmemekten murad, kulun batında
yani Allah indinde onu haketmemiş olmasıdır. Zahire göre o kul bedduayı hak
etmiştir. Peygamber (s.a.) şer'i bir emareye göre onun bedduayı hak ettiğine
hüküm vermişir. Çünkü o zahirle hüküm vermeye memurdur. Sırlan bilen yalnız
AIlarTdır. İkinci veçhe göre Ra-sûlullah (s.a.)'ın beddua etmesi, sitemde
bulunması ve emsali şeyler kasten söylenmiş olmayıp, Arabların adetine göre
niyyetsiz olarak dile gelen sözleridir. Muaviye hakkında:
"Allah onun
karnını doyurmasın!"[286]
"Allah senin
yaşını büyütmesin."[287]
demesi hep bu kabildendir. Bunlardan duanın hakikati kastedilmemişfir. Maamafîh
Peygamber (s.a.) bu sözlerden birinin icabet saatine rastlayarak kabul
edileceğinden endişe duymuş ve Hak Teâlâ hazretlerine niyaz ederek bu sözlerin
nuıhatabları hakkında rahmet, keffaret ve sevab olmasını dilemiştir. Şu da
muhakkaktır ki Rasûlullah (s.a.) bu gibi sözleri pek nadir söylemiştir.
Kendisi kötü söz söylemez, kimseye lanet etmez, şahsı için kimseden intikam
almazdı. Nitekim ashab Devs kabilesine beddua etmesini istedikleri halde, O:
"Ya Rab, Devs'e
hidayet ver" diye dua etmiş. Kavmi kendisine nice eza ve cefalarda
bulundukları halde:
"Allahim, kavmimi
af buyur. Çünkü onlar bilmiyorlar." diye niyazda bulunmuştu.[288]
4660... Abdullah
b. Zem'a'dan rivayet edilmiştir, dedi ki: Rasülullah (s.a.; (vefatına sebep
olan) hastalığın iyice şiddetlendiği sırada ben müslii-manlardan bir cemaatle
birlikte (kendisinin) yanında bulunuyordum. Bilal (r.a.j kendisini namaza çağırdı
(Hz. Peygamber de): "Namazı cemaate kim kıldıracaksa (ona) emredin (de
namazı kıldırsın)" buyurdu.
Bunun üzerine Abdullah
İbn Zem'a (dışarıya) çıktı. Bir de baktım ki Hz. Ömer cemaatin içerisinde
bulunuyor. Fakat Ebu Bekir ortalıkta yok. Hencn (Hz. Ömer'e): "Ey Ömer,
kalk halka namazı kıldır' dedim (Hz. Örrur de) öne geçip (namaza başlamak
üzere) tekbir gelirdi. RasCıkıllah (s.a.; de onun sesini duydu. Hz. Ömer yüksek
sesli bir adamdı. (Bu sebeple H:i. Peygamber onun sesini uzaktan duyabilmişti.
Hz,Peygamber onun sesir.i duyunca)" Ebu Bekir nerede? (Ebu Bekir hayatta
iken) Ebu Bekir'den başka birisinin öne geçmesini Allah da kabul etmez
müslümanlar da kabul etmedi. Bunu Allah'da kabul etmez, müslümanlar da kabul
etmez" dedi ve (mescide gelip halka namaz kıldırması için) Ebu Bekir'e
(haber) gönderdi. Ömer bu namazı kıldırdıktan sonra Ebu Bekir geldi ve halka
namazı kıldırdı.[289]
4661... Ubeydullah
b. Abdullah b. Atabe den (rivayet edildiğine göre) Abdullah b. ZcnVa şu (bir
önceki) hadisi rivayet etmiş ve (şöyle) demiştir:
Peygamber (s.a.)
Ömer'in sesini duyunca (yatağından) çıkıp b=aşını odasından dışarı çıkardı.
Sonra: "Hayır, hayır, hayır, halka namazı Ebu Kuhafe'nin oğlu (Ebu Bekir)
kıldırsın" dedi. (Hz. Peygamber) bu sözü öfkeli olarak söyledi.[290]
Bu hadis-i şerif
"İlk halifelik Hz. Ebu Bekir'in
hakkı idj ve Hz.Ebu Bekir haklı olarak
ilk halifeliğe seçildi"
diyen ehl-i sünnetin lehine ve aksini iddia eden şiilerin de aleyhine bir
delildir.
Çünkü "Bunu Allah
da, müslümanlar da kabul etmez" sözüyle reddedilmek istenen, Hz. Ömer'in
arkasında namaz kılmak değil, Hz. Ebu Bekir varken, Hz. Ömer'in öne
geçmesidir.
"Her salih ve
facir kişinin arkasında namaz kılınız."[291]
hadisi şerifi buna açıkça delâlet etmektedir. Zira herkesin arkasında namaz
kıhna-bildiğine göre mevzuumuzu teşkil eden hadis-i şerifte Allah ve müslümanlar
tarafından kabul edilmeyen şeyin Hz. Ömer'in arkasında namaz kılmak değil, Hz.
Ebu Bekir varken Hz. Ömer'in öne geçmiş olması olsa gerektir. Öyleyse Hz. Ebu
Bekir hayatta iken, başka birisinin müslüman-lann önüne geçmesi bir başka
ifadeyle halife olması caiz değildir.
Bu bakımdan, Hz. Ali,
Hz. Ebu Bekir'e: "Rasûlullah (s.a.) seni din işlerimizde bizim Önümüze
geçirdiğine göre senin dünya işlerimizde önümüze geçmene kim engel
olabilir?" demiştir.
Her ne kadar (4660)
numaralı hadisin sonunda bulunan "Ömer bu namazı kıldırdıktan sonra Ebu
Bekir gelip halka namazı kıldırdı" mealindeki cümleden hadiste reddedilen
hususun Hz. Ömer'in arkasında namaz kılmak olduğu ve bu sebeple onun arkasında
kılınan namazın iade edildiği gibi bir mana sezilebilirse de cümleyi bu
şekilde anlamak yanlış olur. Çünkü Hz. Ömer namazın tamamını kıldırdıktan sonra
değil de bir kısmını kıldırdıktan sonra Hz. Peygamberin, kendi imamlığına razı
olmadığını anlayıp namazı bozmuş olması ve biraz sonra da Hz. Ebu Bekir'in
gelip yarım kalan namazı tamamlamış olması mümkündür. Kaldı ki bu cümle hadisin
diğer yollardan gelen rivayetlerinde bulunmamaktadır. Esasen bu cümleyi rivayet
eden ravilerden Muhammed İbn İshak, her bakımdan güvenilir bir ravi değildir.[292]
4662...
Muhammed ibn Abdullah el-Ensari ile Ebu Bekre'den (rivayet edildiğine göre):
Rasûlullah (s.a.)
Hasen İbn Ali için: "Benim şu oğlum Seyyiddir. Onun vasıtasıyla Allah'ın
ümmetimden iki cemaatin arasını düzelteceğini ümid ediyorum" demiştir.
Hamm'ad hadisinde
(bulunan ifadeye göre Hz. Peygamber Hz. Hasan için şöyle) demiştir:
"Umarım Allah onun vasıtasıyla, müslümanlar-dan iki büyük topluluğun
arasını düzeltir."[293]
Hattabî'ye göre
"seyyid" kelimesi "Halkın çoğunluğu" anlamına gelen
"sevad" kökünden gelir. Halkın büyük çoğunluğunun idaresini elinde
tutan ve onları idare eden başkan anlamına gelir. Mevzumuzu teşkil eden bu
hadis-i şerif, özellikle fitne dönemlerinde her sözün kötüye yorumlanması ve
dolayısıyla fitnenin körüklenmesine sebep olması tehlikesi kuvvetle muhtemel
olduğundan, bu dönemlerde münakaşalara girmekten ve münakaşayı devam ettirmekten
kaçınmanın lüzum ve ehemmiyetini ifade ettiği gibi, Hz. Hasan İbn Ali'nin
ileride iki müslüman cemaatin arasında çıkacak olan ihtilafları önleyeceğini
haber vermesi bakımından da Hz. Peygamberin istikbale ait verdiği haberlerle
ilgili bir mucizesini teşkil etmektedir.
Gerçekten de, Hz.
Hasan (r.a.), Hz. Peygamberin vefatından sonra, Iraklılar'la Şam'lilar arasında
anlaşmazlıkta, bir fitnenin çıkmasını önlemek amacıyla hakkı olan halifelik
davasından vazgeçmiş bu suretle iki büyük müslüman topluluğun arasını düzeltmiştir.
Bu iki topluluğun aralarında anlaştıkları sene, Larihe "ittifak
senesi" olarak geçmiştir.
Hadis-i şerifte Hz.
Peygamberin her iki topluluktan "İslam topluluğu" diye bahsetmesi
ise, Muaviye taraftarı olan Şam halkının da, Hz. Ali taraftarı olan Irak halkının
da, gerek Hz. Ali ile Hz. Muaviye arasında cereym eden savaşlara, gerekse
onların uzantısı olan daha sonraki savaşlara, katıldıkları için, dinden
çıkmamış olduklarına delâlet etmektedir.[294]
1. Fitne
dönemlerinde sükût etmek teşvik edilmiştir.
2. Hz. Ali
taraftarı ile Muaviye taraftarları aralarında çıkan nahoş hadiselerden dolayı
islam dairesinden çıkmış değillerdir.
3. Bu iki
topluluktan herhangi birine dil uzatmak caiz değildir.[295]
4663...
Muhammed b. Şirin'den (rivayet edildiğine göre) Huzeyfc (şöyle) demiştir:
Halktan, kendisine
erişen fitneden korkmadığını hiçbir kimse yoktur. Muhammed b. Mesleme müstesna.
Çünkü ben Rasûlullah
(s.a.)'ı (Muhammed b. Mesicme'yc): "Sana fitne zarar vermez" derken
işittim.[296]
Hz. Peygamber'in Hz.
İbn Mesleme için söylemiş olduğu bu sözü,
yahudilerin ileri gelenlerinden Ka'b b. Eşref i öldürdüğü zaman
söylemiştir.
Muhammed b. Mesleme
sahabenin ileri gelenle/indendir. Hz.Peygamberin, peygamber olarak gönderilmesinden
22 sene önce dünyaya gelmiştir. Cahiliyye döneminde de ismi Muhammed
olanlardandır. Künyesi ise Ebu Abdullah Mır. Tebuk gazvesinin dışında bütün
savaşlara katılmıştır. Hz. Peygamberin izniyle Tebük gazvesine çıkmamış ve Hz.
Peygamberin tavsiyesine uyarak fitne zamanlarında köşesinden çıkmamış ve Hz.
Peygamberin tavsiyesine uyarak fitne zamanlarında köşesine çekilmiş. Cemel ve
Sıffîn vakaları gibi ilelebed müslümanların içini sızlatacak
olan'kanli olaylardan
uzak kalmıştır.[297] Hz.
ibn Mesleme ile mevzumuzu teşkil eden bu hadisin bab başlığıyla ilgili olan
tarafı rası olması gerekir.[298]
4664...
Sa'lebe b. Dubay'a'dan (rivayet olunmuştur) dem Ki: kız ıiı gün) Huzeyfe'nin
yanına girmiştik. Bize: Ben kendisine fitnenin zarar vermediği bir kimse tanıyorum,
dedi. Bunun üzerine (oradan) çıktık. Bir de baktık ki kurulmuş bir çadır var.
Hemen (içerisine) girdik. Bir de ne görc-'üm! Muhammed İbn Mesleme orada.
Kendisine hayatını böyle halktan lyrı olarak geçirmesinin sebebini sorduk.
(Şöyle) cevap verdi. ''Sizin şehirlerinizden bana bir fitne gelmesini
istemiyorum (da onun için böyle halktan ayrı yaşıyorum). Ortaya çıkan (bunca
fitne) ortadan kalkıncaya kadar (da böyle yaşamaya devam edeceğim.)"[299]
4665...
Müsedded, Ebu Avane, Eş'as b. Suleyın,
Ebu Bürde, Dubey'i b. Husayn es-Sa'lebî yoluyla (da bir Önceki hadisin)
manası (rivayet edilmiştir.)[300]
4666... Kays
İbn Ubad'dan (rivayet edildiğine göre) dedi ki: Ali (r.a.)'ye "Bu seferini
bize açıkla! (Bu seferin) Rasûlullah (s.a.)'m senden aldığı bir söz(ün neticesi)
midir, yoksa kendi görüşün(ün neticesi) midir?" diye sordum da:
"Rasûlullah
(s.a.) bu hususta benden hiç bir söz almadı. Fakat bu sadece benim şahsi
görüşümdür" cevabını verdi.[301]
4667... Ebu
Said'den (rivayet edildiğine göre), Rasûlullah (s.a.) (şöyle) buyurmuştur:
"Müslümanların (kendi aralarında meydana gelen ihtilaflar sebebiyle
ikiye) bölünmeleri sırasında (içlerinden) bir (başka) fırka da ortaya çıkacak
ve (müslümanların kendi aralarında bölünmesiyle meydana gelen) iki cemaatten
hakka en yakın olanı onu öldürecektir."[302]
4664 ve 4665 numaralı
hadis-i şerifler 4663 numaralı hadis-i şerifin şerhinde açıkladığımız gibi,
Hz. Muhammed İbn Mesleme'nin miislümanlar arasında ihtilaflar ve savaşlar
ortaya çıkmaya başladığı sıralarda bu fitnelere bulaşmamak için Hz. Peygamberin
tavsiyesine uyarak eline ve diline sahip olup, kendini kurtarmaya muvaffak
olduğunu ifade etmektedirler.
4666 numaralı hadis-i
şerif ise Hz. Ali'nin Sıffîn ve Cemel vakalarına Hz. Peygamber'in emri ya da
isteği üzerine çıkmayıp kendi içtihadına dayanarak çıktığını ifade etmektedir.
Hz. Ali bu savaşlara
bir ietihad neticesinde çıktığına göre, bu içtihadında yanılmışsa bir, isabet
etmişse on sevap almış olduğundan Allah katında makbul bir iş yapmıştır.
Kaldı ki Haricileri
katleden Hz. Ali olduğuna göre 4667 numaralı hadis-i şerif Sıffîn ve Cemel
savaşlarında Hz. Ali'nin içtihadında hakka isabet ettiğini açıkça ifade
etmektedir.
Hz. Muaviye ise bu
savaşlara katılırken yaptığı içtihadında yanılmış olmakla beraber, ietihad
ehliyetini haiz olduğundan dolayı yine ecir almıştır. Öyleyse fikri atalete
razı olmayarak karşılaştıkları müşkülen halletmek için Islamın emrettiği
ietihad yoluna gidip İslam fikir hayatının inkişafına hizmet eden müctehidlere
bu hareketlerinden dolayı dil uzatmak doğru değildir ve bu gibi hareketlerin
ortaya çıktığı dönemlerde müslü-mana yakışan, müslümanlar aleyhine olacak
davranışlardan sakınmak,
eline ve diline sahip
olmaktır.
Bu hadislerin bab başlığı
ile ilgili tarafı da burasıdır. 4667 numaralı hadis-i şerifte Hz. Ali
taraftarlarının mağlub edeceği Haricilerin katli meselesi 4758 numaralı
hadisle onu takibeden hadislerde etraflıca açıklanacaktır, inşaallah.[303]
4668... Ebu
Said el-Hudri'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.)
"Peygamberlerin birini diğerinden üstün görmeyiniz" buyurmuştur.[304]
İlk Peygamber Adem
(a.s.) ile son peygamber Muhammed (s.a.) arasında binlerce asırlık bir zaman
geçtiği gibi, geçen bu süre içerisinde sayısını ancak Allah'ın bildiği birçok
da peygamber gönderilmiştir. Bu peygamberler arasında gerek Allah'a itaat
yönünden ve gerekse tebliğ ettikleri dinlerin, insanları dünya ve ahiret
saadetine yöneltmesi yönünden hiçbir fark yoktur. Bu sebeple yaptıkları
peygamberlik görevi yönünden bu peygamberlerden herhangi birini veya birkaçını
üstün görüp diğerini küçük görmek doğru değildir. "Allah'ın peygamberlerinden hiçbirini
(diğerinden) ayrı tutmayız..."[305] ayet-i
kerimesi de bu gerçeği ifade etmektedir. Mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifte
kastedilen de bu husustur.
Bununla beraber yüce
Allah bu peygamberlerden dilediklerini, dilediği bazı meziyetlerle bezemiştir.
Bu meziyetler yönünden onlardan kimini kiminden üstün yapmıştır. Mesela, Adem
(a.s.) e melekler secde etmiştir.
İbrahim (a.s.) ı ateş
yakmamıştir. Musa (a.s.) Allah ile konuşmak şerefine erişmiştir. Hz.
Süleyman'a insanlar, cinler, kuşlar, vahşi hayvanlar ve rüzgarlar boyun
cğdirilmiştir. Peygamber olmaları bakımından hepsi de çok yüce bir şerefe
haizdir. Ancak her biri, bir meziyette ve sıfatta diğerinden üstün
kılınmıştır.
Nitekim Allahu Teâlâ
hazretleri "İşte bu peygamberler... Onlardan bazılarını üstün
kılmışızdır..." (Bakara (2), 253) ayet-i kerimesiyle de bu hususu bizlere
açıkça bildirmiştir. Bu mevzu için 4670 ve 4673 numaralı hadislerin şerhine de
bakılabilir.[306]
4669... İbn
Abbas (r.a.)'den (şöyle) dedi (ği) (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a):
"Hiçbir kula benim Yunus İbn Metta'dan dahıı hayırlı olduğumu söylemek
yaraşmaz." buyurmuştur.[307]
4670... Abdullah b. Muhammed'den (rivayet
edilmiştir): Rasûlullah (s.a): "Hiçbir peygambere benim, Yunus İbn
Metta'dan daha hayırlı olduğumu söylemek gerekmez" buyurdu.[308]
Metta, Yunus (a.s.) in
babasının ya da annesi ismidir. Bir
önceki hadıs-i serttin şerhinde de açık ildiğimiz gibi peygamberlikleri ve
tebliğ ettikleri dinlerin hak olması yönünde peygamberler arasında bir ayırım
yapmak ya da birini diğerine tercih etmek doğru değildir.
E ı.ı husus, bütün hak
peygamberler için böyle olmakla beraber Hz. Peygamberin bu hususta sadece
kendisinin Hz. Yunus*tan üstün görülmesinden endişe ederek ümmetini Özellikle
Hz. Yunus üzerinde uyarmak istemesi, ümmetinin: "Sen Rabbinin hükmüne
sabret, balık sahibi (Yunus gibi olma! Hani o sıkıntıdan yutkunarak (Allah'a)
seslenmiştir... '[309]
ayet-i kerimesine bakarak kendisini Hz. Yunus'tan daha üstün .görü:) Hz.
Yunus'a da bir hata isnad etmelerinden korkmasından kaynaklannaktadır.
Âshnca yüce Allah, son
peygamber Hz. Muhammed'i, diğer peygamberlerde olmayan, pek çok meziyetlerle
bezeyerek, onu, diğer peygamberlerden üstün kılmıştır. Çünkü o son
peygamberdir. Yüce Allah Ahzab suresinin 40. ayetinde onun peygamberlerin
sonuncusu olduğunu, Sebe suresinin yirmisekizinci ayetinde de onun bütün
insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderildiğini haber vermiştir.
Böyle iken, Hz.
Peygamber, tabiatında bulunan eşsiz tevazu icabı kendisinden bahsederken
devamlı olarak tevazu göstermiş, yüksek meziyetlerin ifade etmekten kaçınmıştır.
İşte mevzumuzu teşkil
eden hadis-i şerif te bu tevazünün eseri olarak söylenmiştir.
Bij nevi hadis-i
şeriflerden biri de şu mealdedir: 'İîenimle, benden önce gelen peygamberlerin
durumu, tıpkı şu bina ynpan adamın durumu gibidir ki bu adam güzelce bir bina
yaptı onu süsledi, tamamladı. Yalnız köşelerinden birinde bir kerpiçlik ver
eksik kaldı. İnsanlar binanın çevresini dolaşmaya başladılar. Onu çok
beğendiler ama: Keşke şu kerpiç tc yerinde olsaydı, dediler. İşte o kerpiç benim,
ben peygamberlerin sonLncusuyum."[310]
Fakat gerçeği de
saklamaktan korktuğu için kendisinin diğer peygamberler arasındaki yerini
açıklamaktan geri durmamıştır. Bu maksatla söylemi.1, olduğu hadislerden
bazıları şu mealdedir:
"Ken kıyamet günü
Adenıoğlunun efendisiyim. Kabri ilk yarılan ben olacağım. İlk şefaat eden ve
şefaati kabul edilen de benim."[311]
"Ben kıyamet
günü, Ademoğlunun, en hayırlısıyım, ama övünmen, Hamd bayrağı benim elimdedir,
yine övünmem. O gün gerek Adem gerek ondan başka bütün peygamberler, hep benim
bayrağım altındadırlar. İlk şefaat eden ve şefaati kabul edilecek olan benim,
fakat yine övünmem.[312]
Binaenaleyh, nasıl ki,
bir insanın bazan kendisi hakkında bilgi verirken gerçeği söylemesi ve yanlış
bilgi vermekten korktuğu için bazı meziyetlerini söylemek zorunda kalarak,
sözkonusu meziyetlerini ifade ettikten sonra özel hayatında devamlı surette
kendisinden tevazu ile bahsetmesi bir çelişki sayılmazsa, Hz. Peygamberin de,
peygamberlik görevini yaparken, kıyamet ahvalini açıklamak ve kendisinin orada
diğer peygamberler arasındaki yerini belirtmek mecburiyetinde kalınca gerçeği
söylemiş olmak için, bazı üstünlüklerini dile getirdikten sonra, özel hayatı
da kendi üstünlüklerini belirtmekten kaçınması da bir çelişki sayılamaz. Bu
mev-zuyu 4673 numaralı hadisin şerhinde açıklayacağız inşallah.
Bu mevzuda İbn Kuteybe
(r.a.) şöyle diyor:
"Demek ki
Rasülullah (s.a.) beni ondan üstün tutmayınız, sözüyle tevazu yolunu
kasdetmiştir.
Beni amel bakımından
ondan üstün tutmayın. Onun amelinin benden çok olması mümkündür. Beni bela ve
imtihan bakımından da üstün tutmayın. Şüphesiz o benden daha çok bela ve
musibetlere maruz kalmıştır demek istemiş olması da mümkündür."[313] Bu
mevzuyu 4673 numaralı hadisin şerhinde tekrar ele alacağız inşallah.[314]
4671... Ebu
Hureyre'den (şöyle) dedi(ği rivayet edilmiştir): Yahudilerden bir adam
"Musa'yı (bütün insanlardan) üstün kılan (Allah)'a yemin olsun" dedi.
(Orada bulunan bir) müslüman da elini kaldırıp yahudinin yüzüne vurdu. Bunun
üzerine yahudi varıp (durumu) Rasülullah (s.a.)'a haber verdi. Hz. Peygamber
de:
"Beni Musa'dan
üstün tutmayınız. Çünkü bütün insanlar ölü iken ilk dinlen ben olurum. Bir de
bakarım ki Musa, Arş (in kenarından) tutmuş... Artık Ölenler arasındaydı da
benden önce mi dirildi, yoksa Aziz ve Celil olan Allah'ın istisna ettiklerinden
miydi? Bilmiyorum" buyurdu.[315]
"(Birinci defa)
Sura üflendi, göklerde ve yerde olanıar (korkudan) düşüp bayıldı (lar, yahut öldüler).
Ancak Allah'ın dilediği kaldı. Sonra ona bir daha üflendi, birden onlar ayağa
kalktılar,bakıyorlar (ne olacağını bekliyorlar)"[316]
âyet-i kerimesinde de açıklandığı üzere, İsrafil aleyhisselamm Sura birinci
üflemesiyle yerde ve gökte Allah'ın yaşamasını dilediği kimselerin dışında
herkes can vermiş olacak. Sura ikinci defa üfürülmesiyle ilk dirileri Hz. Musa
olacak. Arkasından Hz. Muhammed (a.s.) dirilecek ve Hz. Musa'yı arşın bir
kenarından tutmuş olarak ayakta bekler vaziyette görecektir.
Şüphesiz kıyamet gününde
herkesten önce dirilme büyük bir fazilettir ve üstünlük sebebidir. Ancak bu
kısmi bir üstünlüktür. Umumi üstünlük ise Hz. Fahr-i Kainat efendimize aittir.
Nasıl ki bir insanın
herhangi bir vasıfta, mesela cömertlikte diğer insanlardan üstün olması, onun
insanlara her hususta üstün olmasını gerektirmezse, Hz. Musa'nın da kıyamet
gününde herkesten önce dirilmiş olması onun her hususta diğer peygamberlerden
üstün olmasını gerektirmez. Bu hususta itibar, genel vasıflaradır. Genel
vasıflar itibariyle, üstünlük ondadır. Bir önceki hadis-i şerifin şerhinde de
açıkladığımız gibi meseleye bu açıdan bakınca, gerçek üstünlük fahr-i kainat
efendimizdedir. Fakat tevazu icabı kendi üstünlüğünü dile getirmekten
kaçınmıştır.[317]
4672... Enes'den (şöyle) dediği rivayet edilmiştir:
Bir adam Rasûluilah (s.a.)'a: "Ey yarattıkların en hayırlısı" diye
hilabettidi
Rasûluilah (s.a.)
"O, İbrahim'dir" buyurdu.[318]
Gerçeklen Hz. İbrahim,
kendi zamanının ve Hz.Peygamberden Önceki tüm devirlerin en hayırlısı olmada
beraber, Hz. Peygamberin dünyaya gelmesiyle bu üstünlük ona geçmiştir.
Her ne kadar Hz.
İbrahim'in bazı noktalarda bütün peygamberlerden üstü ı olduğu söylenebilirse
de genel manada, yani tüm vasıflar ortaya konduğu zaman üstünlüğün Hz.
Muhammed'de olduğu görülür ki, hakiki üstünlük de budur. Fakat 4670 numaralı
hadis-i şerifin şerhinde de açıkladığınız Hz. Peygamber, tevazuundan dolayı
kendi üstünlüğünden bahsetmemiştir.[319]
4673... Ebu
Hureyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûluilah (s.a.): "İten (kıyamet
günü) Ademoğlunun en hayırlısıyım. Kabri ilk açılacak, ilk şefaat edecek ve
şefaati ilk kabul edilecek olan da benim."
buyurmuştur.[320]
İmam Nevevi bu hadis-i
şerifi açıklarken şu görüşlerc yer vermektedir; "el-Herevî'ye göre Scyyid,
kavminin en üstünü demektir. Başkalarına göre ise halkın bütün sıkıntısı ve
çaresizliklerinde kendisine başvurdukları ve onları bu sıkıntılardan kurtaran
kimse demektir."
Bı hadis-i şerif, Hz.
Muhammed'in insanların tümünden daha üstün ve faziletli olduğuna delâlet
etmektedir.
Ehl-i sünnet inancına
göre, insanlar, meleklerden üstündür. Hz. Mu-hamnıed de tüm insanların ve diğer
yaratıkların en faziletlisidir. "Beni diğer peygamberlerden üstün
tutmayınız." anlamına gelen 4668 numaralı hadis-i şerif ve benzerleri ile
mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerif arasında bir çelişki olduğu söylenemez.
Çünkü:
1. Hz.
Peygamber, kendisinin diğer peygamberlerden üstün olmadığını Mİylediği
sıralarda, aslında kendisinin diğer peygamberlerden daha faziletli olduğunu
bilmiyordu. Onun için böyle konuşmuştu. Fakat sonra kendisinin daha faziletli
olduğunu öğrenince görevi icabı bunu açıkladı.
2. Bu sözü,
terbiye, nezaket ve tevazu yoluyla söylemiştir.
3. Yasak
olan üstün çıkarma, birinin diğerinden noksan olduğunu ileri sürecek noktaya
vardırandır.
4. Yasak
edilen fark, gözetme, fitne ve düşmanlığa vardırandır.
5. Yasak
edilen fark gözetme, peygamberlik hususudur. Peygamber olma msusunda,
aralarında fark yoktur. Fark yalnız özellik ve diğer faziletler huşu şundadır.
Ve fark itikadı lazımdır. Çünkü Allahü Teâlâ Hazretleri:
"Hu peygamberler
yok mu? Biz onların bazısını bazısı üzerine faziletli kıldık"[321]
buyurmuştur.[322]
4674... Ebu
Hureyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûluilah (s.a.) "Tübba (Allah'ın
rahmetinden mahrum kalmış) bir mel'un mudur, değil midir bilmiyorum ve Uzeyr
peygamber midir, değil midir (bunu da) bilmiyorum" demiştir.[323]
Bilindiği gibi, Yemen
krallarına "Tübba" denir. İklil,.risimli tefsjrde açıklandığına göre
"Tübba" kelimesi metbu "kendisine tabi olunan kimse"
anlamına gelir. Cahiliy-ye döneminde tübbalar, İslamiyet dönemindeki halifeler
gibiydiler. Halk onlara uyardı. Diğer bir görüşe göre de tübba kelimesi tabi
(uyan, tabi olan) anlamına gelir. Yemen kralları mutlak surette babalarının
yoluna uydukları için kendilerine bu isim verilmiştir.
Fadis sarihlerinin
açıklamalarına göre mevzuumuzu teşkil eden bu ha-dis-i şerifte sözkonusu edilen
Tübba'dan maksat tübbaiann en büyüğü ve en ünlüsü olan Esad Ebu Kureyb'dir.
Ka'be'ye ilk Örtü geçiren kimse budur. Hz. Peygamber, gönderilmeden bin sene
önce onun varlığından ve peygamber olarak gönderileceğinden haberdar olup,
kendisine iman etmiştir. Fakat, Hz. Peygambere, onun kendisine iman edip
dünyadan mümin olarak gittiği önceleri bildirilmemişti. İşte bu sıralarda sözü
geçen Tübba'dan bahsedildiği bir sırada onun gerçekten iman şerefiyle şereflenmiş
bir kimse mi yoksa iman şerefinden ve dolayısıyla Allah'ın rahmetinden mahrum
melun bir insan mı olduğunu bilmediğini ifade etmişti. Aynı şekilde Hz.
Uzeyr'in bir peygamber olup olmadığını henüz bilmediği için onun hakkında da
kesin bir bilgiye sahip olmadığını açıklamıştı. İşte konumuzu teşkil eden bu
hadis, Hz. Peygamberin Tübba ve Hz. Uzeyr hakkında Hz. Peygamberin kesin bir
bilgiye sahip olmadığı bir sırada onları iyice tanımadığını ifade ettiğini
açıklamaktadır. Ama daha sonra, Allahu Teâlâ hazretleri Tübba'nın müslüman
olduğunu ve dünyadan mümin olarak gittiğini, Hz. Uzeyr'in de Allah'ın
peygamberlerinden bir peygamber olduğunu ümmetine açıklamıştır. Nitekim bir
hadis-i şerifte, Hz. Peygamberin: "Tübba'ya sövmeyiniz. Çünkü, o müslüman
olmuştur" dediği rivayet edilmektedir.[324]
4675... Ebu
Hureyre (r.a.)'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: Ben Ra-sûlullah (s.a.)'ı:
"Meryem'in oğluna insanların en yakın olanı benim (Çünkü) Peygamberler
baba bir kardeşler gibidirler ve benimle onun arasında (başka) bir peygamber de
yoktur" derken işittim.[325]
Hz. İsa'ya en yakın
insanın Peygamber (s.a.) olmasından maksat İncil'de İsa'dan sonra Ahmed isminde
bir âhir zaman peygamberi geleceğinin müjdelenmesidir. Bazıları aralarında
başka peygamber olmadığı için, ikisinin bir zamanda gönderilmişler gibi
biribirine yakın olduklarını söylemişlerse de bu söze itiraz edenler olmuştur.
Burada şöyle bir sual hatıra gelebilir: Bu hadiste Rasûlullah (s.a.) kendisinin
Hz. İsa'nın en yakım olduğunu bildiriyor. Halbuki Kur'an-ı Kerim'de Allahû
Teâlâ hazretleri onun Hz. İbrahim'in en yakını olduğunu haber vermiştir.
Cevap: Bu iki yakınlık
arasında bir olumsuzluk ve çelişki yoktur. Peygamber (s.a.), Hz. İbrahim'in
yolundan gitmesi itibariyle Hz. İbrahim'in en yakını olduğu gibi, yukarıda
belirttiğimiz şekilde Hz. İsa'nın da en yakınıdır. Bu iki yakınlığın biri
diğerine mani değildir.
Evladu'l-allat yahut
benu'I-allat: Baba bir anne ayrı kardeşler demektir. Anne bir kardeşlere
evlad-ı ahyaf, anne - baba bir kardeşlere de evlad-ı a'yan denir.
Cumhuru ulemaya göre,
hadisten murad: Bütün peygamberlerin iman esasları bir, şeriatları muhteliftir.
Bir Allah'a inanmakta hepsi müttefiktirler. Yanhz şeriatlerinin fürûunda
ihtilaf vaki olmuştur. Yani bütün peygamberlerin getirdikleri dinlerin aslı
birdir. O da tevhiddir. Ulemadan bazıları:
"Benimle İsa
arasında Peygamber yoktur." sözüyle istidlal ederek Hz. İsa ile Peygamberimiz
(s.a.) arasında başka bir peygamber gelmediğine kail olmuşlarsa da istidlal
kuvvetli görülmemiş, aralarında Cer-cis ile Halid b. Sinan'ın bulunduğunu,
bunların da birer peygamber olduğunu söylemişlerdir.
Bu takdirde hadisin manası:
Benim ile İsa'nın arasında müstakil bir şeriat sahibi peygamber yoktur, demek
olur. Mamafih Cercis'le Halid hakkındaki hadisin sabit olmadığım sahih hadisin
bunu reddettiğini söyleyenler de olmuştur.[326]
4676... Ebu
Hureyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) (şöyle) buyurmuştur:
"İman yetmiş küsur şu'bedir. Bunların en faziletlisi Allah'dan başka ilah
yoktur, demektir. En aşağısı da (atılmış bir) kemiği (yada bir engeli) yoldan
kaldırmaktır. Haya da imanın bir şu'besidir,"[327]
İrca, lugatta te'hir
etmek anlamına gelir. Tevhid ilminde,
irca, imanı esas alıp ameli geri plana bırakmak demektir.
Hu düşünce ve inanç
üzerine kurulmuş olan itikadi mezhebe "Mürcic" denir.
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerif, şer'î imanın amellerden teşekkül eden bir takım şu'beleri ve
dalları olduğunu, bu dallardan ve şubelerden lecrid edilmiş bir imanın kamil
bir iman olmayacağını ifade ettiği için Mü-'oie mezhebi mensuplarının aleyhine
bir delildir.
Mezhepler tarihinde
açıklandığı üzere "mürcie" Ebu's Salti's-Sâm isimli şahsa tabi olan
kimselerdir. Bu mezhebi Ebu's-Salt te'sis etmiş. Hasan b. Bilal isimli şahıs da
Basra havalisinde neşre çalışmıştır.
Mürcie Fırkası:
Müricc-i havaric, müriee-i şia, mürcie-i cebriyyc, mürcie-i halisa namıyla dört
şu'beye ayrılır.
Mürcie-î halisa:
Yunus, isimli şahsa ittiba eden kimselerdir ki bunlara Yunusiyye denir.
Bunların itikadınca iman ancak marifetullah ile zat-ı bâriye hudu ve kalben
muhabbetten ve cenab-ı hakka karşı istikban ter-ketmekten ibarettir. Kendisinde
bu hasletleri toplayan kimse mü'min-i kâimidir. Velevki ma'siyetleri irtikabde
bulunsun.[328]
Bütün bu
açıklamalardan da anlaşılacağı gibi, irca' "hakkıyle inandıktan sonra
ma'siyetin (büyük ve küçük günahların) insana hiçbir zaman zarar
-/ermeyeceğine inanmak, amellere hiç önem vermemek" anlamına gelmekledir.
Hadis-i şerifte,
imanın yetmiş küsur şubeden meydana geldiği ve imanın lıaya gibi dışa vuran
alametleri olduğu ifade edilerek, imanın dışa vuran alameti demek olan
amellerin önemi vurgulanmak suretiyle mürcie temel görüşü reddedilerek, aynı
zamanda imanı teşkil eden şubelerin sayısı jzerînde de durulmakta ve bu sayı
yetmiş küsur olarak belirlenmektedir.
Ancak, bazı
rivayetlerde bu sayı altmış küsur olarak verilirken, bazılarında da tereddütlü
olarak "altmış küsur ya da yetmiş küsur" ifadeleriyle
açıklanmaktadır.
İbn Salah; bu sayının
kendi memleketinde bulunan Buhari nüshalarında altmış olarak belirlendiğini
söylüyor. Tirmizi'nin bir rivayetinde ise "altmış dört" kaydı
bulunmaktadır.
Bu rivayetlerin
hangisinin tercih edilebileceği meselesi ihtilaflıdır. Kadı Iyaz (r.a.)'a göre
yetmiş küsur rivayeti tercihe layıktır. İmam-i Neve-vi ile ulemadan bir
cemaatte bu görüştedir. Çünkü, sika raviden gelen ziyade rivayet, makbuldür.
İbn Salah'a göre az
adedi bildiren rivayeti tercih etmek daha muvafıktır. Çünkü rivayetlerin
üzerinde ittifak ettiği adet olması itibariyle ihtiyata daha uygundur. Hz.
Peygamberin daha önceleri imanın altmış küsur olduğunu zannettiği ve sonradan
yetmiş küsur olduğunu öğrendiği ve ihtilafın buradan doğduğunu söyleyenler de
vardır. Meseleye bu açıdan bakınca rivayetler arasındaki ihtilaf kalkmış olur.
Bu sayıların çokluk ifade ettiği de söylenebilir.[329]
Metinde geçen bid'un kelimesi küsur manasına gelmektedir. Merhum A. Davudoğlu
bu hadisi açıklarken şöyle diyor: "Bid'un kelimesi Kadı Iyaz'ın beyanına
göre, sayılarda bad'un bid'atun ve bad'atün şekillerinde okunabilir. Et parçası
manasında kullanılırsa yalnız bad'atün okunur. Sayıda bid'atun kelimesi üç ile
on adet arasındaki adetlerde kullanılır. Üçten dokuza kadar diyenler de vardır.
İmam Halil b. Ahmed'e göre bu kelimenin manası yedidir. Bazıları:
"İki ile on arası
ve oniki ile yirmi arasıdır" demişlerdir. Onbir ve oniki adetlerinde
kullanılamaz. En meşhur kavil budur. Üçten yediye ve beşten yediye kadar
manalarına geldiğini iddia edenler de vardır. Zeccâc, bu kelimenin adet parçası
manasına geldiğini söylemiştir. Daha başka kaviller de vardır:
Neyyif: Birden üçe
kadar olan adeddir.
Şu'be: Bir şeyin
parçası, fırka ve dal manalarına gelir. Şu halde hadisin ma'naşi:
"İman yetmiş
küsur haslettir" yahut "İman yetmiş küsur daldır" demek olur.
Dal manası verildiği takdirde iman dallı budaklı bir ağaca benzetilmiş olur.
Kaadi Iyaz , şöyle
diyor: Yukarıda gördük ki lügatta imanın aslı tasdik, şeriatte ise kalple
dilin tasdikidir. Şeriatın zahiri olan amellere de iman adı verilir. Nitekim
burada da;
"Mezkûr
şu'belerin en makbulü Allah'tan başka ilah yoktur, demektir. Sonuncusu ise
yoldan eziyet veren şeyleri gidermektir" buyurulmaktadır.
Yine yukarıda arzettik
ki; imanın kemali ameller ve tamamı ise taatler-ledir. Taatleri benimseyerek bu
şu'belere katmak, tasdik cümlesinden olup tasdike delil sayılır. Bunlar ehl-i
tasdikin ahlakıdır. Binaenaleyh ne şer'î ne de lügavi iman isminden hariç
değillerdir. İşte Peygamber (s.a.) bu şu'belerin, herkese aletta'yin lazım olan
en makbulünün tevhid olduğuna, o sahih olmadıkça hiç bir şu'benin sahih
olmayacağına, en aşağısının da müslümanlara zararı dokunması melhuz olan
şeyleri, onların yollarından gidermek olduğuna, tenbih buyurmuşlardır. Bu iki
tarafın arasında bir takım adedler kalıyor ki bir müctehid bunları galebe-i
zan ve sıkı bir tetebbu ile tahsile çalışsa imkan bulur. Geçmiş ulemadan
bazıları bunu yapmıştır. Yalnız Peygamber (s.a.)'in muradı bu olduğuna hüküm
vermek ve bu hükmü kabul etmek güçtür. Sonra mezkûr şubeleri, adıyla şanıyla
bilmek; lazım değildir. Bunian bilmemek imana zarar vermez. Çünkü imanın usul
ve füru'u malum ve muhakkaktır. İmanın bu kadar şubesi olduğuna inanmak
bilcümle vaciptir.
Hattabi de buna benzer
şeyler söylemiştir. İmanın şu'belerini tayin hususunda bir çok ulema, kitap
te'hf etmişlerdir. Şafiilerden EbuBekrel-Beyhakî ile AbdülcehTin
"Şuabü'1-îmait" isimdeki eserleri, İshak İb-ni'1-Kurtubî'nin
"Kitabu'n-Nasâih"i Ebu Hatim'in "Vasfu'l-İmanı ve Şuabuh"
adlı kitabı bunlardandır. Buhari sarihi Bedrüddin Aynî bunların içinde, sadra
şifa veren göremediğini söyledikten sonra, iman şu'belerini yeniden şöyle hülasa
etmiştir.
İmanın aslı kalple
tasdik, dille ikrardır. Lakin iman-ı kamil kalple tasdik, dille ikrar ve aza
ile amelin mecmuudur, Yani iman üç kısımdır:
Birinci kısım:
İt'ikadiyata aiddir ve otuz şu'bedir:
1. Allah'a
iman; zatına, sıfatlarına ve birliğine inanmak buna dahildir.
2. Allah'dan
başka herşeyin hadis olduğuna inanmak
3. Allah'ın
meleklerine iman
4.
KitapIarına iman.
5.
Peygamberine iman.
6. Kadere;
hayrına, şerrine iman.
7. Ahiret
gününe iman; Kabirde sual, kabir azabı, dirilmek, mahşer yerine gitmek, hesap
vermek, amellerin tartılması ve sırat gibi şeylere inanmak, bu şu'beye
dahildir.
8. Allah'ın
cennet va'dine ve cennetteki ebedi hayata iman
9. Cehennem
ateşiyle tehdide, cehennem azabına ve o azabın kafirler hakkında sonu
olmadığına iman.
10. Allah'ı
sevmek
11. Allah
için bir birini sevmek ve Allah için bir birine buğzetmek. Allah için bir
sevmeye, gerek muhacirin gerekse ensar, bütün ashab-ı kira-miyle peygamber
(s.a.)'in akraba ve sülale-i tahiresini sevmek de dahildir.
12. Peygamber
(s.a.)'i sevmek, ona salavat getirmek ve sünnetine tabi olmak buna dahildir.
13. İhlas ve
samimiyet. Riya ve nifakı terketmek buna dahildir.
14. Günahlarına
pişman olup tevbe etmek.
15. Allah'tan
korkmak.
16. Rahmetini
ümit etmek.
17. Rahmetinden
ümidi kesmemek.
18. Aîlah'a
şükretmek.
19. Vefakâr
olmak.
20. Belâya
sabretmek.
21. Mütevazi
olmak; büyüklere hürmet göstermek buna dahildir.
22. Şefkatli
ve merhametli olmak; küçüklere şefkat buna dahildir.
23. Allah'ın
kazasına razı olmak.
24. Allah'a
tevekkül etmek.
25. Kendini
beğenmemek. Kendini medhetmemek de bunda dahildir.
26. Kin ve
garezi terketmek.
27. Hasedi
terketmek.
28. Gadablanmamak.
29. Hıyanet
etmemek. Hile ve su-i zannı terketmek buna dahildir.
30. Dünyaya dalmamak.
Mal ve makam sevgisini terketmek, buna dahildir. Hasılı fazilet veya rezalet
namına burada zikredilmeyen bir kalp ameli bulunursa bilmeli ki bu ziyade
zahire göredir. Hakikatte ziyade sanılan şey, zikredilen fasıllardan birine
racidir. İyi düşünülünce anlaşılır.
İkinci kısım:
Dilin amellerine raci olup yedi nevidir:
1- Kelime-i
tevhidi diliyle söylemek,
2- Kur'an
okumak
3- İlim
öğrenmek
4- İlmi
öğretmek
5- Dua
etmek
6- Zikirde
bulunmak. İstiğfar buna dahildir.
7- Lağv yani
batıl sözlerden sakınmak.
Üçüncü kısım:
Bedenin amellerine aiddir ve kırk şubeye ayrılır. Bu şubeler üç nevidir:
Birinci nevi: Muayyen
şeylere mahsus olup onaltı şubedir.
1-
Temizlenmek, abdest almak, cünüplükten, hayız ve nifastan temizlenmek gibi.
Bedene aid temizliklerle elbise ve yer temizliği buna dahildir.
2- Namazı
dosdoğru kılmak; farz ve nafile namazlarla, kaza namazları buna dahildir.
3- Sadaka
vermek. Farz olan zekatla, sadaka-i fıtır ve misafirperverlik, cömertlik gibi
şeyler buna dahildir.
4- Farz ve
nafile oruç tutmak.
5-
Haccetmek. Umre denilen küçük hacc buna dahildir.
6- İ'tikafa
girmek. Kadir gecesini aramak buna dahildir.
7- Din
aşkına başka yere kaçmak. Müşrikler diyarından İslam beldesine hicret etmek
buna dahildir.
8- Nezri,
yani adadığı şeyi ifa etmek.
9-
Yeminlerde teharri (doğruyu araştırıp ancak doğru olana yemin etmek)
10- Namazda
ve namaz dışında avret yerini örtmek.
11- Kurban
kesmeyi adamışsa, onu kesmek.
12- Cenaze
işlerine bakmak.
13- Borcunu
ödemek.
14-
Muamelatta doğru hareket ederek ribadan kaçınmak
15- Doğruya
şehadeti gizlemeyerek eda etmek.
İkinci nevi: Kendisine
tabi olanlara mahsus olup altı şu'bedir.
1-
Nikahlanmak suretiyle iffet ve namusu korumak.
2- Çoluk
çocuğun haklarını ifa etmek. Hizmetçiye hoş muamele buna dahildir.
3- Anne
babaya iyi muamele etmek. Onlara asi olmaktan kaçınmak buna dahildir.
4-
Çocuklarına dinî terbiye vermek.
5- Sıla-i
rahim
6- Büyüklere
itaat
Üçüncü nevi: Âmmeye
taallûk eden şeylerdir ki onsekiz şu'bedir:
1-
Hükümdarlığı, adaletle icra etmek.
2- Cemaate
devam etmek.
3-
Ulü'1-emre itaat
4-
İnsanların aralarını ıslah etmek. Asi ve bağilerle harb etmek buna dahildir.
5- İyilik
hususunda başkasına yardım etmek
6- Münkeri
yasaklayıp maruf olanı emretmek.
7- Şer'î
hadleri uygulamak.
8- Cihad
etmek. Kışlalarda asker bulundurmak.
9- Emaneti
eda etmek. Ganimetlerin beşte birini gizlemeyip vermek buna dahildir.
10- Ödünç
vermek.
11- Komşuya
ikram ve iyi muamelede bulunmak.
12- Herkese
iyi muamele etmek. Helâl ından mal toplamak buna dahildir.
13- Malı
yerinde harcamak. İsraf ve tebzirde bulunmaktan kaçınmak buna dahildir.
14- Selam
almak.
15- Aksırana
teşmit eylemek. (Yani yerhanıükallah demek)
16-
Başkalarına zarar vermemek
17- Boş
şeylerden kaçınmak
18- Yoldan,
eziyet veren şeyleri atmak.
Yukarıdaki şu'belerin
mecmuu yetmişyedi eder ki (yetmiş küsur)
ifadesinden murad da budur.
İmam Ebu Hatim b.
Hibban diyor ki:
"Ben bir müddet
bu hadisin manasını tedkik ettim ve bütün taatı saydım. Baktım ki taat bu
adedden bir hayli ziyade çıkıyor. Bu sefer sünnetlere döndüm, ve Rasûlallah
(s.a.)'in iman namına serdetliği, bütün taatlan saydım. Baktım ki bunlar da
yetmiş küsurdan azdır. Bir de kitabullaha müracaat ederek onu dikkatle okudum
ve Allah Teâlâ'nın iman namına saydığı bütün taatları sıraladım. Onları da
yetmiş küsurdan noksan çıktı. Bunun üzerine kitabı sünnete kattım. Ahireti
bundan çıkardım. Bir de baktım: Allah ile Rasulünün imandan olmak üzere
saydıkları şeyler yetmişdokuz şu'be olup bundan ziyade ve noksanı yoktur ve
anladım ki Peygamber (s.a.)'in muradı kitab ve sünnetteki bu adetmiş."
Ebu Hatim (r.a.) bu
malumatı "Vasfu'I-İman ve Şuabihi" adlı eserinde vermektedir. O:
"İman altmış küsur şubedir" rivayetini de sahih bulmakta ve arapların
birşey için bir adet göstermekle o adedden maadasını nefy etmek istemediklerini
kaydetmektedir.[330]
1- Hadisin
(Altmış küsur) şeklindeki rivayetjnin hikmet şudur: Bir sayı ya zâidı ya nakıs
yahut tam olur.
Zâid:Kesirsiz olan cüzleri,
toplandığı zaman kendinden fazla olan addedir. Mesela 12 adeti böyledir. Çünkü
12'nin yarısı, üçte biri, dörtte biri, altıda biri ve altıda birinin yarısı
vardır. Bunlar toplanırsa yarısı 6, üçte biri 4, dörtte biri 3, altıda biri 2,
onun yarısı da 1 eder ki, toplam, 16 olur.
Nakıs: Cüzleri
kendinden az olan sayıdır. Mesela 4'ün yalnız yarısı ile dörtte biri vardır.
Yarısı 2, dörtte biri de 1 eder ki toplamı 3 olur.
Tam: Cüzleri kendine
müsavi olan sayıdır. 6 gibi; 6'nın yarısı, üçte biri ve altıda biri vardır.
Yansı 3, üçte biri 2, altıda biri de 1 olup bunların toplamı yine 6 eder.
Bu üç nevi sayının en
mu'teberi tam olanıdır. Tam olan 6 adedi üzerinde mübalağa göstermek
istenilince birlikleri onar defa büyütülmüş ve 6 adedi 60 olmuştur.
Yetmiş küsur
rivayetine gelince: Bunun ta'yinindeki hikmet de şudur: Yedi sayısı, adedin
birçok kısımlarına şamildir. Çünkü aded çift, tek, basit, mürekkeb gibi
kısımlara ayrılır. Binaenaleyh 7 üzerinde mübalağa göstermek istenince onun
birlikleri de onar defa büyütülerek 70 olmuştur.
Küsur manasını
Verdiğimiz "Bid"' kelimesinin 6 ve 7 ma'nalarma gelebileceğini zira
bunun bir ile on arasındaki sayılara ıtlak edildiğini az yukarıda mezkur
kelimeyi izah ederken gördük. Hasılı, altmış küsur rivayetinde, altmışın aslı,
altı, yetmiş küsur rivayetin de yetmişin aslı, yedidir. Aded ta'yininin vechi
budur.
2-
Rivayetierdeki altmış ve yetmiş adedlerinin hakikat mı yoksa mübalağa yolu ile
mi zikredildikleri ulema arasında ihtilafladır. Bazılarına göre, bunlardan
murad. çokluk ifade etmektedir, adedlerin hakikatları mak-sud değildir.
3- Utanmak
niçin imandan sayılmıştır? denilirse şöyle cevap verilir: Haya namı verilen
utanma, iyi şeyleri yapmaya, kötü olanları yapmamaya, sevkeden bir saiktır ki,
kimi zaman sair iyi ameller gibi kesbi bir ahlak, kimi zaman da bir tabiat ve
haslet olur. Ancak onu şeriat kanununa göre kullanmanın iktisab ve niyyete
muhtaç olduğuna bakarak haya da imandan sayılmıştır.[331]
Bu hadiste geçen iman
kelimesiyle, kalb ile tasdik, dil ile ikrar ve amelden oluşan "inıan-ı
kâmil" kasdedilmektedir. Hadis-i şerifte iman, istiare yoluyla bir çok dal
ve budakları olan bir ağaca benzetilmiştir. Kendisine benzetilen ağacın bir
cüzü zikredilmiştir. Bu ise mecazen imanın teferruatına delalet eder. Yani
kalb ile tasdikin asıl dil, ile ikrar ve amelin de teferruat olduğuna,
dolayısıyla dil ile ikrar ve amel bulunması bile, imanın bulunabileceğine,
fakat bu imanın kamil bir iman olmayacağına delalet edeı\ Yahut da burada, iman
kelimesi hakiki manasında kullanılmıştır. Fakat kendisinden önce mahzııf bir
müzaf vardır. Yani aslı "mü-kemmilâtu'l-iman-imani kemale erdiren
şeyleredir. Bu takdirde cümle "imanı kemale erdiren yetmiş küsur şube
vardır" anlamına gelmektedir.
İman kelimesiyle,
mecazen imandan doğan taatîer de kasdedilmiş olabilir. Yani, imanın semeresi,
yetmiş küsurdur, demek istenmiş olabilir.[332]
Binaenaleyh bu hadis mürcienin aleyhine bir delil olmakla beraber, amelin
imandan bir cüz olduğunu söyleyen mutezilenin lehine bir delil olmaktan da
uzaktır. Esasen böyle ahad yoluyla gelen rivayetler, itikadı konularda delil
olamazlar.[333]
4677... İbn
Abbas (r.a.) (şöyle) demiştir: Abdülkays heyeti Rasûlullah (s.a.)'e geldiği
zaman (Hz. Peygamber) onlara (önce) Allah'a imanı emretti ve: "Allah'a
iman nedir biliyor musunuz?"dedi.
"Allah ve Rasülli
daha iyi bilir" dediler. (Hz. Peygamber de):
"AHah'dan başka
(hakiki) bir ilah olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın elçisi olduğuna şahidlik
etmek, namazı kılmak, zekatı vermek, Ramazan orucunu tutmak, ganimet
mallarının beşte birini vermeniz" buyurdu.[334]
Vefd: Mühim şeyler
görüşmek üzere, büyüklerin huzuruna gönderilen seçkin -cemaattir. Müfredi
Vâfid'dir. Bazılarına göre, böyle bir cemaate, vefd denilebilmesi için
uzaklardan gelmiş olması şarttır. Yakından gelenlere vefd denmez.
Abdülkays kabileleri
arasında Hz. Peygambere ilk gelen heyet budur ve Mekke'nin fethedildiği sene
gelmiştir. Heyetin başında "el - Eşeccü'l-Aşari" lakabını taşıyan
el-Münzir b. Âiz bulunuyordu. Bunların kaç kişi oldukları ihtilaflıdır. Bir rivayette
ondört, diğer bir rivayete göre de onüç süvari imişler, kırk kişi oldukları
dahi rivayet olunmaktadır. Hatta, hadisin muhtelif rivayetleri, bir araya
getirilince, aynı heyete dahil olanların sayısı, kırkbeşe yükselmektedir.
Binaenaleyh muayyen bir adet üzerinde durmak sahih görülmemektedir...
Bu heyetin, (s.a.)'e
gelmesinin sebebi şudur: "Münkiz b. Hayvan namında bir zat, cahiliyyet
devrinde, Medine'ye ticaret malları getirirdi. Bu işe hicret-i nebiy (s.a.)'den
sonra da devam etti. Bir gün Münkız, bir yerde otururken yanında Rasûlullah
(s.a.) geçti. Münkız onu görünce hemen ayağa kalktı. Peygamber (s.a.) kendisine
iltifatta bulundu ve kavminin hal-Ü şanını sordu. Sonra eşraf takımının birer
birer isimlerini söyleyerek ne vaziyette olduklarını sordu. Bunun üzerine
Münkız (r.a.) müslüman oldu ve Fatiha ile Alak surelerini öğrendi. Bilahare
Hecer tarafına gitti. Rasûlullah (s.a.), onunla Abdülkays kabilelerine bir
mektup gönderdi. Münkız (r.a.), mektubu götürdü ve birkaç zaman yanında
gizledi ise de sonra karısı onu buldu. Münkız'in karısı, el-Münzir b. Aiz'in,
yani Peygamber (s.a.)'e gelen heyetin reisi el-Eşecc'in kızı idi. Hz. Münkız
(r.a.) namaz kılar, Kur'an okurdu. Karısı bundan kuşkulanmıştı. Keyfiyeti babasına
açıklayarak "Kocam, Medine'den geleli esrarengiz bir hal aldı. Ellerini,
ayaklarını yıkıyor, -kıbleyi göstererek-şu tarafa dönüyor ve kah belini eğiyor,
kah yere kapanıyor. Oradan geleli adeti budur" dedi. Bunun üzerine babası
Hz. Münkız (r.a.) ile buluştu ve bu meseleyi görüştüler. Neticede Eşecc'in
kalbine İslamiyet yerleşti. Sonra Rasûlullah (s.a.)'ın mektubunu kavmine
götürdü. Mektubu kendilerine okuyunca hepsi müslüman oldular ve Rasûlullah
(s.a.)'ın yanma gitmeye ittifak ettiler."[335]
Bu hadis-i şerifte,
Allah'a iman açıklanırken imanla birlikte namaz, zekat, oruç ve humus
vergisinden bahsedilmesi amelin imanın kemalinden olduğuna delalet etmekte,
sadece imana önem verip, amele hiç diğer vermeyen Mürcie mezhebinin aleyhine
bir delil teşkil etmektedir. Hadisin bab başlığıyla ilgili yönü de burasıdır.[336]
4678...
Cabir'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) "Kul ile küfür
arasında (bulunan yol) namazı terktir" buyurmuştur.[337]
Hadisin zahirinden
insanla küfür arasındaki ulaşım vasıtasının namazı terk etmek olduğu ifade edilmektedir.
Bu ifadeye göre namazı terkeden bir insan, küfür dairesine ulaşmış olur.
Hadisin bu zahiri ifadesi "masiyetin imana işlenen sevaplarında küfrüne
bir zarar vermeyeceğini savunan Mürcie mezhebi[338] nin
aleyhine bir delildir. Fakat amellerin, imanın bir cüzü olmayıp, sadece kemalinin
şartı olduğunu söyleyen ehl-i sünnet uleması, bu hadisi te'viî ederek, onu
namazı inkar ederek terkeden kişinin kafir olacağını, fakat kalbinde imanı olan
bir kimsenin, namazın farz olduğunu kabul eden bir kimsenin kafir olmadığını
söylemişlerdir. Ehl-i sünnet alimlerinin, namazı kasden terkeden kimse
hakkındaki görüşlerini, şu şekilde özetleyebiliriz.
"Ahmed b. Hanbel
(v.241/855) ile tabileri, tembellik sebebiyle bile olsa, özürsüz namazı terk
edenin kafir olduğunu söylemişlerdir." Ahmed b. Hanbel ve ona tabi olan
Hanbeliler, nakle mutlak bağlılıkları sebebiyle namaz kılmayanı tekfir ederken
Peygamber efendimizin şu hadisine dayanırlar: "Kim kasden namazı
terkederse kafir olur." Dinde naklin ve aklın yeri konusundaki görüşleri
sebebiyle, Hanbeliler hakkında nakli delil bulunan bir meselede akla değer
vermezler, nakli delil ile amel ederler. Bu alimler, namaz dışındaki ibadetleri
terkedenin kafir olduğuna dair bir nassa rastlamadıkları için, oruç, zekat, hac
gibi farzları mazeretsiz terkedenin kafir olmadığım söylemişler, fakat namazı
terkedenin kafir olduğuna dair hadis bulunduğundan, hadis ile amel etmişler,
namaz kılmayanı kafir saymışlardır.
Namaz kılmayan kimseye
uygulanacak hükümlere geince; Ahmed b. Hanbel ve tabilerine göre, üç gün namaz
kılmaya davet edilir. Kılarsa af-fediler, kılmazsa öldürülür. Hanbelilere göre
namazı terkedenin öldürülmesi kafir olduğu içindir.
İmam Malik (v.
179/795) ve eş-Şâfiî (v.204-819) ye göre namaz kılmayan kişiye namaz kılması
emrolunur. Kılmazsa kafir olduğu için hadden (şer'î ceza olarak) öldürülür.
Böyle bir kimse kafir olmadığı için cenaze namazı kılınır.
İmam Ebu Hanife'ye (v.
150/767) göre, namazı terkeden kafir olmaz. Namaz kılmadığı için de öldürümez.
Fakat namaz kılıncaya kadar hapsedilerek uyeun telkinat ve cezalarla tedib
edilir ve namaz kılması sağlanır.[339]
4679...
Abdullah b. Ömer'den (rivayet edildiğine göre) Rasûullah (s.a.) kadınlara hitaben):
"Dini ve aklı noksan olup akıllı bir erkeğe sizden daha çok galebe çalan
görmedim" buyurmuş, (orada bulunan kadınlardan biri): "Ey Alah'ın
rasulü, akıl ve din noksanlığı (mız) ne demektir?" demiş, (Hz. Peygamber
de): "Akıl noksanlığı iki kadının şahidliği (nin) bir erkeğin şalıidliği
(ne denk sayılması) dır. Din noksanlığı ise birinizin (hayızh ve nifaslı iken)
ramazanda oruç yemesi ve (o) günleri namazsız geçirmesidir" demiş.[340]
Akıl: Lugatta
ahmaklığın zıddıdır. Asmaî'ye göre masdar bir kelimedir. İbn Düreyd,
"IkaF'den türemiş olduğunu söylüyor. Ikal devenin bacağını bağladıkları
iptir. Bu ip deveyi nasıl zapt ederse akıl da insanı cehaletten öylece koruduğu
için ona bu isim verilmiştir.... Aklın "hilm, hıcr, lübb, maht ve zihn
gibi bir çok müteradifleri vardır. Aklın yeri bazılarına göre dimağdır. İmam-ı
Ebu Hanife (r.a.)'nin görüşü de budur. İmam-ı Şafii ile diğer bazı alimlere
göre ise aklın yeri kalptir. Bazıları da "Aklın yeri dimağdır. Ancak onu
kalp tedbir eder" demişlerdir. Bundan dolayıdır ki "Akıl bir cevherdir.
Allah onu dimağda yaratmış, nurunu kalbe vermiştir. Onun sayesinde muğayyebât
vasıta ile, mahsusât ise müşahede suretiyle anlaşılır" denilmiştir.
Kadınların akıllarının
noksanlığını açıklarken İmam-ı Nevevi şöyle diyor: "Rasûlullah (s.a.)'in
namaz ve orucu terkettikleri için kadınları din noksanlığı ile vasıflandırması,
müşkil görünüyorsa da aslında bu müşkil bir mesele değildir. Çünkü din iman ve
İslam kelimeleri aynı manada müşterektir. Kimin ibadeti çok olursa din ve imanı
da artar, ibadeti noksan olanın dini de noksanlaşir."
Fakat Buharı sarihi
Bedrüddin Aynî, İmam-ı NevevPnin bu sözüne itiraz etmiş ve;
"Bu üç şeyin,
manada müşterek olduğu iddasi müsellem değildir. Çünkü aralarında lügaten ve
şer'an fark vardır. îman arttı veya azaldı, demek imanın zatına değil sıfatına
racidir" demiştir.
Akıl ve din noksanlığı
bu hadiste bütün kadınlara şamil görünüyor, Halbuki Hz. Peygamber diğer bir
hadisinde "Cihan kadınlarının dört tanesi sana kafidir. (Bunların kadın
oluşu, bütün hanımlara şeref olarak yeter). Meryem bint İmran, Firavun'un
karısı Âsiye, Hatice bint Huveylid, Fatıma bint Muhammed"[341]
buyurarak sözü geçen hanımların akıl ve dinlerinin kemaline işaret etmiştir.
Bazıları bu iki
hadisin arasını bulmak için: "Umum ifade eden 'kadınlar' sözünden bazı
ferdier hariç kalmıştır. Çünkü bunlar azdır" demişlerdir. Badrüddin Aynî
(r.a.) bu cevabı beğenmemiş ve cüz'üne "Bu hususta doğru cevap şudur:
Bireyin bütününe hükmetmek, onun her ferdine hükmetmek anlamına gelmez."
demiştir.
İmanı-i Nevevi dinde
noksanlığın yalnız günah icabeden şekle münhasır kalmadığını beyanla şunları
söylemiştir:
"Din noksanlığı
bazen günah icab edecek şekilde olur. Özürsüz namazı terk etmek gibi. Bazan
günah icabetmeyecek şekilde olur. Bir özürden dolayı cuma namazını terketmek
gibi. Bazan da mükellef iken olur. Ha-yizlı kadının, namaz ve orucu terketmesi
gibi. Fakat bu kadın mazur olduğuna göre acaba hayız namazında kazasız olarak
terkettiği namazlardan kendisine sevab verilir mi? Nitekim hastaya sevab
verilir ve sağlamken kıldığı nafile namazlar, hastalığında da kılmış gibi
yazılır, denilirse cevab şudur: Hadisin zahirine göre bu kadına sevap yoktur.
Aralarındaki farka gelince, hasla o namazları devam niyeti ile kılardı ve
kılmaya da ehil idi. Hayızlının hali öyle değildir. Onun niyeti hayız zamanında
namazını terketmektir. Hem nasıl terkelmesin ki? O halde namaz kılmak kendisine
zaten haramdır."[342]
Mevzuumuzu teşkil eden
hadisi şerif, imanın ziyade ve noksan kabul ettiğine, yani mü'minden mümine farklı
olduğuna delâlet etmektedir. Ancak yukarıda açıkladığımız bu farklılık,
kemmiyet (nicelik) bakımından değil, keyfiyet (nitelik) bakımındandır. İslam
alimleri "İman ziyadelik ve noksanlık kabul eder mi?" sorusuna cevap
aramışlar ve bu hususta çeşitli görüşler ortaya koymuşlardır.
İman mefhumu üzerinde,
farklı kanaatlere sahip olan İslam alimleri, aynı zamanda da, iman artar mı
eksilir mi? sorusuna cevap aramışlardır. Hakikatte bu soru imanın tasdik mi
veya tasdikle beraber ikrar mı yahut da tasdik ve ikrarla beraber amel mi
olduğu şeklindeki ihtilafın neticesidir.
Çünkü imanı, tek bir
haslet olarak nitelendiren, onu sadece kalbin tasdiki, sadece dilin ikrarı
veya hem kalbin dasdiki hem de dilin ikrarı diye tarif edenler, imanın
artmasının ve eksilmesinin sözkonusu edilemeyeceğini söylemişler, ameli imanın
bîr parçası olarak kabul edenler ise imanda artma ve eksilmenin olabileceğini
iddia etmişlerdir. İmanın artmasının ve eksilmesinin mümkün olmadığı görünüşünü
Ebu Hanife (v. 150/767) ile ona tabi olan Hanefiler, Matüridi kalemcıları,
Eş'arilerden el-Cüveynî (v.478/1085) ile bazı Eş'ari kelâmcılan ileri
sürmüşlerdir.
İmanın hem artıp hem
de eksilebileceğini söyleyenler arasında Eş'ari-lerin çoğunluğu ile başla
Mu'tezile kelâmcılan olmak üzere diğer kelamcılar, selef, müteahhir selef
alimlerinden İbn Teymiyye (v. 728/1328) ile Zahirilerden İbn Hazm (v. 456/1064)
vardır. İmam el-Buhari de (v. 256/870) aym görüştedir.[343]
İmanın artma ve
eksilmesini kabul etmeyen hanefi alimlerinden "Ali el-Kari (v. 1014/1606),
İmam Ebu Hanife'nin "el-Fıkhu'I-Ekber" adlı akaid risalesine yazdığı
şerhte, bu mevzuya geniş yer ayırır. Ona göre iman, mü'minen bih (iman edilen
şeyler) açısından artmaz, eksilmez. Çünkü tasdik gerçekleşmemiş olursa zan ve
tereddüt ifade eder. Zan da itikadi konularda delil olmaz. İmam, Ebu Hanife'ye
göre ise imanın artması, inanılacak hususların artması ile mümkün olur. Bu
durum ise Hz. Peygamberin zamanından başka zamanlarda düşünülmez. Zira o
devirde miislümanlar önce Allah'ın varlığına inandılar, sonraları ayetler
indikçe diğer hususlara da iman ettiler. İşte imanın artması diye yapılan tevil
bu olsa gerekir.
İmanın artmadığına ve
eksilmediğine dair imanı Ebu Hanife "el-Vasiyye" adlı risalesinde şu
mantıklı izahı yapar: "İman artmaz, eksilmez. Çünkü imanın artması ancak
küfrün noksanlaşması ile, imanın eksilmesi de ancak küfrün artması ile
düşünülebilir. Bir şahsın aynı anda hem mü'min hem de kâfir olması batıl bir
düşünce şeklidir."
Bu açıklamalardan
anlaşılacağı gibi imanın kemiyyet olarak, yani tasdik edilen şeylerin ve
tasdikin hakikati itibariyle artması ve eksilmesinin imkansız olduğu
anlaşılmaktadır. Zira iman esaslarından birini kabul etmeme durumunda, iman
gerçekleşmemektedir. Fakat imanın keyfiyyet olarak yani kuvvetli, zayıf ve
kamil olması, ifade ettiği yakîn derecelerinin "ilme'l-yakîn,
hakka'l-yakîn" gibi değişik olması neticesi farklılık arzettiği bir
gerçektir. Ali el-Kari'nin (v. 1014/1606) dediği gibi inananların imanlarının
farklı oluşu, aynı varlığa bakan değişik gözlerin o varlık hakkındaki
görüşlerinin farklı oluşu gibidir.
İman, yakîn ifade etme
yönüyle de farklılık gösterir. Çünkü yakın ehlinin derecelen muhteliftir.
"Ayne'l-yakîn" mertebesi "ilme'l-yakîn" mertebesinden üstün
olduğundan, görerek inanan kişinin imanı, düşünerek ve haber alarak bilgi
edinen ve bu bilgi ile iman eden kişinin imanından daha kuvvetlidir. Bunun
içindir ki, Hz. İbrahim (a.s.) Ölüleri nasıl dirilttiğini göstermesini
Allah'tan istemiştir. Ayet-i kerimede buyurulduğu gibi Allah Teâla'mn:
"İnanmadın mı?" sorusuna Hz. İbrahim: "(Gözümle de görerek)
kalbim mutmain olsun diye"[344]
cevabını vermiştir. Aynca "Haber gözle görmeye benzemez."[345]
Yine güneşin doğuşunu tasdik etmekle, ahirete ait bir esası tasdik etmek
arasında da fark olduğu aşikardır. Görüldüğü gibi, iman kuvvet ve zayıf olma
yönünden artmakta ve eksilmektedir.
Ameller, insandan bir
parça kabul edilecek olursa, imanın artması ve eksilmesi düşünülebilir. Eğer
tasdik manasında ele alınırsa iman bu durumda artmaz, eksilmez. Bu şuna
benzer: İnsan başıyla artar denilemez. Çünkü baş, insanın parçasıdır. Onsuz
insan düşünülemez. Fakat sakalın uzamasıyla artar denilebilir. Çünkü sakal,
insan için bir rükün değildir. Yine namaz rükû ve secde ile artar denilemez. Çünkü
bunlar namazın as-lındandır. Ama namazın sevabı, sünnetle artar, denilebilir.
İmanın ziyadeleşmesi,
sözüyle kalpte meydana gelen aydınlığın ve nurun, yani imanın semerelerinin
artması da kasdedilmiş olabilir. Nitekim iki ayrı kişinin imanının kalpteki pırıltısının
farklı oluşu, aynı cins iki ağacın meyvelerinin farklı oluşu gibidir....
İmanın artmasının ve
eksilmesinin imkânsızlığını söyleyenlerce Kur'ân-ı Kerim'deki "Bir sûre
indirildiği zaman, içlerinden kimisi ,Bu (sûre) hangimizin imanını arttırdı? derler.
İman etmiş olanlara gelince, (her inen sûre) daima onların imanını
artırmıştır."[346]
"O müminlerin yüreklerine imanlarını katmerli bir iman ile artırmaları
için kuvvet indirendir"[347]
mealindeki ayetler imanın kuvveti ile te'vil edilmiştir.[348]
4680... İbn
Abbas'dan (rivayet edilmiştir) dedi ki: Peygamber (s.a.) (namazda) Ka'be'ye
yönelmeye başlayınca (sahabeden bazıları):
"Ey Allah'ın
Rasulü (şimdi içimizden daha önce hep) Beytü'1-Makdis'e doğru namaz kılarken
vefat etmiş olan kimselerin hali ne olacaktır?" dediler. Bunun üzerine
yüce Allah: "Allah, sizin imanınızı (daha önce kılmış olduğunuz
namazlarınızı) boşa çıkarıcı değildir"[349]
âyet-i kerimesini indirdi.[350]
Metinde geçen
"iman'1 kelimesi namaz anlamında kullanılmıştır. Namazdan "iman"
diye bahsedilme-sinin sebebi namazın imanın kemalinden olmasıdır. İmanın kemali
söz konusu olunca, akla kemale ermeyen iman gelir. Öyleyse kişilerde iman
farklıdır. Bir önceki hadis-i şerifte de açıkladığımız gibi, iman keyfiyet
yönünden artar da eksilir de. İşte bu hadisin bab başlığıyla ilgisi burasıdır.
4676 ve 4677 numaralı
hadis-i şeriflerin şerhinde açıkladığımız gibi ehl-i sünnet uleması namazı ve
diğer amelleri imanın semeresi ve kemali ile ilgili görmektedirler. Biz de
hadisin izahını bu görüşe göre yaptık.
Namazı ve diğer
amelleri imanın bir cüzü, gören Haricilerle Mutezililere göre ise burada
namazdan, iman diye bahsedilmesi namazın imanın bir cüzü olmasındandır ve bu
durum imanın kemmiyet yönünden artıp ek-silebileceğine delalet eder.
Bir önceki hadisin
şerhinde de açıkladığımız gibi bu görüşün isabetsizliği son derece açıktır.[351]
4681... Ebu
Ümame'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) (şöyle) buyurmuştur:
"Kim (sevdiğini)
Allah (rızası) için sever, (verdiğini) Allah (rızası İçin ) verir, (vermediğini
de) Allah (rızası için) vermezse, imanı (m) kemale erdirmiş olur."[352]
Bu hadis-i şerif
"ameller imanın bir cüzü değil îmanı kemale erdiren sebeplerdir. Ve iman
bu gibi sebepler sayesinde artar, bu gibi sebepler bulunmayınca da
zayıflar" diyen ehl-i sünnet alimlerinin delilidir.[353]
4682... Ebu
Hureyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) (şöyle) buyurmuştur:
"Müminlerin iman
bakımından en olgun olanları ahlâk bakımından en güzel olanlarıdır."[354]
Ahlâk, huy demektir. Ahlâk-ı
hamide (iyi huy) ve "ahlâk-ı zemime" (kötü huy) olmak üzere iki kısma
ayrılır. Ahlak-ı hamîde sıkıntı ve musibetlere sabretmek, eza ve cefalara
tahammül etmek, insanlara iyilik etmek, sevgi beslemek şefkat ve merhametli
olmak gibi enbiyâ, evliya ve sahillerin huylarıdır.
Ahlâk-ı zemîme, ise bu
huyların tersi olan huylardır. Hasan-ı Basri (r.a.)'nin açıklamasına göre;
güzel ahlakın aslı insanlara iyi muamele etmek, insanların sıkıntılarım
gidermeye çalışmak ve güler yüzlü olmaktır. Mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerif
güzel ahlakın kuvvetli bir imanın mahsulü olduğunu ve ahlak güzelliğinin imanın
derece ve kuvveti nisbetinde arttığını ifade etmektedir ki, bu imanın
derecesinin de insandan insana değiştiği, hatta her şahısta zaman zaman artıp
eksilmeler olabileceği anlamına gelir. Hadisin bab başlığıyla ilgisi de
burasıdır.[355]
4683... (Âmir)
babası Sa'd İbn b. Vakkas'dan (rivayetle) dedi ki: Peygamber (s.a.)
(müellefe-i külûbden) bazı kimselere (ganimet mallarından bir şeyler) verdi
(müellefe-i kulübden olmayan) bazı kimselere ise, (bu mallardan hiç) birşey
vermedi. Bunun üzerine Sa'd: "Ey Allah'ın rasulü (ganimet mallarından)
falana, falna (bir şeyler) verdin. Falana ise (hiç) bir şey vermedin. Oysa, o
(vermediğin kimse diğerlerine nisbetle daha olgun) bir mü'mindir" dedi.
(Hz. Peygamber de) "Yahut da müslümandır (diyebilirsin)" dedi.
(Sa'd) bu soruyu üç defa tekrarladı. Peygamber (s.a.) de (her defasında):
"Yahut da müslümandır (diyebilirsin)" dedi. Sonra da" "Ben
(verilmediği takdirde) yüzleri üstüne ateşe düşecekleri korkusuyla (bu
mallardan) bazı kimselere veriyorum. Bana onlardan daha sevimli olan kimseleri
de (haklarında böyle bir tehlike sezmediğim için) bırakıyorum, onlara hiç bir
şey vermiyorum" buyurdu.[356]
Bu hadis-i şerif
"amel imandan cüz değildir, ancak imanı kuvvetlendiren sebeplerdendir.
Binaenaleyh iman amellerle artmaya devam eder" diyen ehl-i sünnet
mezhebinin delilidir.
Hadisin bab başlığıyla
ilgili olan tarafı burasıdır. Hadis-i şerifte geçen (ev=veya) kelimesi kendinden
önce geçen "mümindir" cümlesinin yanlış olduğunu ifade için değil,
kendinden önceki cümleden ve mevzudan yeni bir cümleye ve konuya geçildiğini
ifade için (yani idrab için) gelmiştir. Bu bakımdan bu cümleden, mü'min olan
bir kimseye "müslüman", müslüman olan bir kimseye de
"mümin", demlemeyeceği anlamı çıkarılmaz. Çünkü hadis-i şerif,
zahiren müslüman olduğu bilinen bir kimseye mümin denmesinin yanlış olduğunu
değil, onlara muslini de denilebileceğini ifade etmekte ve muslini demenin
daha uygun olacağına işaret etmektedir. Çünkü kalpteki iman gizli, ameller de
aşikârdır.
İşle bu hadis-i şerife
dayanarak, Hanefi-Maturidi ekolü mensupları, iman ile Islamin biribirini
tamamladıklarını savunuyorlar. Bu gruba göre. iman içten bağlanış, İslam ise
teslimiyet, itaat ve boyun eğiştir. Bu da emir ve yasaklara dikkat etmekle
gerçekleşir, bu durumda iman ile İslam birbiriyle yakın alakası olan iki
kavram olup biri diğerinin tamamlayıcısı durumundadır. Bu anlayış tarzı ile
"iman Islamin aynıdır" diyen Mutezilenin anlayış tarzı arasında fark
vardır. Zira Mu'tezileye göre iman ile İslam bir tek kavramdır. Maturidilere
göre ise iman ve İslamın biri birlerini bütünledikleri ve hüküm yönünden
ayrılmaz oldukları kabul edilir.
İman ile İslam
kavramlarının biribirinden farklı kavramlar olduğunu kabul eden ehl-i sünnet
kelamcılan ise Eşarilerdir. Maturidilerden en-Ne-sefi (v, 508/1115) ile Ali
el-Kari (v. 1014/1606) de iman ile İslardın farklı iki mefhum olduğunu, çünkü
imanın içten boyun eğme, İslamın da dışta boyun eğme manasına geldiğini,
imanın kalbin, İslamın da organların işi olduğunu söylemişlerdir.[357]
Hadis-i şerifin bab
başlığıyla ilgisi, Hz. Peygamberin müellefe-i kulübün kalplerini kazanmak ve
imanlarını arttırmak için onlara diğer müslümanlardan daha fazla ganimet
vermesidir. Çünkü bu hareket, imanın artma ve eksilme kabul ettiğine bir
delildir.[358]
4684...
ez-Zührî "De ki: Siz inanmadınız. Fakat İslam olduk deyin."[359]
ayet-i kerimesi hakkında şöyle dedi: "Biz (bu ayetin) İslamın kelime-i
şehadet (getirmek) olduğu, imanın da bununla amel etmek olduğu anlamına
geldiğine inanırdık."[360]
Bu hadis-i şerif,
şehadet kelimelerini okumanın. yani dil ile ikrarın “İslam” demek, kalblc diğer
organların da bu ikrara muvafık bir hal ve davranış içerisinde saJih ameller
işlemelerinin de iman demek olduğunu ifade etmektedir. Bu bakımdan da bu hadis,
iman ile amel ayrı ayrı şeylerdir, diyenlerin delilidir. Zührî de bu
görüştedir.
Ancak; "Musa dedi
ki: "Ey kavmim eğer siz Allah'a iman ettiyseniz (O'na ihlas) ile teslim
olmuş müslümanlar iseniz, artık ancak Allah'a güvenip dayanın" (Yunus
(10), 84);
"Siz ayetlerimize
iman edecek kimselerden başkasına (söz) dinletemezsiniz. İşte müslüman
olanlar, onlardır."[361] ve;
"Derken orada
nıü'minlerden kim varsa çıkardık. Fakat orada müslümanlardan bir ev halkından
başkasını bulamadık."[362]
ayet-i kerimelerinde aynı grup insanlardan bazan mü'min, bazan da müslim diye
bahsedilmesi iman ile İslamın farklı şeyler olmadıklarını ortaya koymaktadır.
Bir önceki hadisin şerhinde de açıkladığımız gibi Maturidi alimlerinin büyük
bir kısmı da bu görüştedir.
Fakat her iki halde de
İslamın, yani amellerin kuvvet bakımından imanın artmasına yardımcı olması söz
konusudur. Ki bu hadisin bab başlığıyla ilgili tarafı burasıdır. Çünkü
amellerin imanı takviye etmesi, imanın kuvvet bakımından artma ve eksilme kabul
etmesi demektir.[363]
4685...
(Âmir b. Sa'd'ın) babasından (yani Sa'd b. Ebî Vakkas'dan rivayet edilmiştir):
Peygamber (s.a.) ganimet mallarını halka bölüştürmüş-tü. (Bazı kimselere çok
mal verdiği halde bir müslümana hiç vermemişti) Bunun üzerine ben, (Ey Allah'ın
rasulü)! Falan kimseye de versen. Çünkü o mü'rnindir, dedim. "Yahut ta
muslinidir, Ben bir adama başkası bana ondan daha sevimli olduğu halde,
(cehenneme) yüz üstü düşeceği korkusuyla bağışta bulunurum (Bu sayede onun
kalpteki imanının artmasına yardımcı olurum. Diğerinin imanına güvendiğim için
ona bağışta bulunma ihtiyacı duymam)
Bu hadisle ilgili
açıklama 4683 numaralı hadisin şerhinde geçti.[365]
4686... (İbn
Ömer'den rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) (şöyle) buyurmuştur:
"Benden sonra
dönüp birbirinizin boyunlarını vuran kâfirler olmayınız."[366]
Hattabi (r.a.)'nin
açıklamasına göre metinde geçen "küffâr" kelimesi iki manaya
gelebilir:
a) "Setr=
örtmek" anlamında kullanılmış olabilir. Bu manaya göre hadisin meali
şöyledir:
Baştan ayağa silahla
örtülmüş, yani donatılmış, kişiler haline gelip birbirinizin boynunu vurmayınız.
b) Çeşitli
fırkalara ayrılıp da birbirlerinin boyunlarım vuran kâfirler haline gelmeyiniz.
Kâfirler, dünya için biri birleri ne saldırıp, birbirlerinin boyunlarını
vururlar.
Mü'minlerse, kardeş
olduklarından birbirlerinin kanlarını korumakla mükelleftirler.
Fakat çeşitli
fırkalara bölünüp birikirinize düşerseniz kafirlere benzemiş olursunuz.
Hadisin bab başlığıyla
ilgisini sağlayan bu ikinci manadır. Çünkü bu ikinci manaya göre, müslümanların
imanları artıp ekşitebilir. İmanları zayıfladıkça aralarında buğz, kin. haset
ve kavga artar, halleri kafirlerin haletine benzer.[367]
4687... İbn
Ömer (r.a.)'den (rivayet edildiğine göre) Rasülullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Bir müslüman
diğer bir müslünıanin kâfir olduğunu söylerse (bakılır); eğer (kafir dediği
kimse gerçekten) kâfirse (bu sözün vebalinden kurtulur. Fakat kâfir) değilse
kendisi kâfir olmuştur."[368]
Bir takım müslüman
kişi ve grupların mezhep, görüş ve meşrebleri farklı olduğu veya belli konularda
kendi görüşlerini benimsedikleri için diğer müslüman kişi ve grupları tekfir
ettikleri bir gerçektir.
Böyle bir hüküm
verildiğinde durum ne olacaktır. Alimlerin çoğunluğu, mevzuumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerife dayarak "müslüman olduğu bilinen bir kimseye te'vilsiz
ve mutlak olarak kafir diyen bir kimse küfre düşer" demişlerdir. Çünkü bir
müslümana kafir diyen kimse, İslamı küfürle isimlendirmiş, hak dini küfür ve
batıl görülmüştür.[369]
Ayrıca bir müslümana "kafir" diyen kimse mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i
şerifte de açıklandığı gibi ya doğru söylemiştir veya yalan söylemiştir. Doğru
söylemişse tekfir ettiği şahıs kafir olur. Eğer yalan söylemişse müslüman olan
kardeşini tekfir ettiğinden küfür kendisine döner ve kendisi kafir olur.[370]
Buharı ile Müslim'in
rivayet ettikleri diğer bir hadis-i şerifte de: "Kim bir insanı
"kafir" diye çağırır veya öyle olmadığı halde; Ey Allah düşmanı!'*
derse bu sözü kendi aleyhine döner"[371]
yani kendisi kafir olur, Duyurulmaktadır.
Her ne kadar, bu- ve
bunun gibi hadisler, müslümanı tekfir edenin kafir olacağını belirtiyorlarsa
da kelam alimleri zikrettiğimiz hadislerin ahad oldukları için mütevalir
haberler gibi kesinlik ifade etmediklerini ileri sürmüşler, bu sebeple bu
hadislerin kişileri tekfir edenin tekfir edilmesinde delil olarak
kullanılamayacağı görüşünü benimsemişlerdir.
Yukarıdaki hükümler,
taklid ve taassubla herhangi bir ietihad ve te'vi-le dayanmaksızın müslümanı
tekfir eden içindir. Herhangi bir kasıt olmaksızın ietihad ederek müslüman
kardeşinin Hz. Peygamberi yalanladığını söyleyip onu tekfir etmesi ise küfür
değil hatadır.[372]
Aralarındaki bir
geçimsizlik sebebiyle kan kocadan biri, diğerine "kâfir" dese
çoğunluğa göre kafir olmaz, kadın da kocasından ayrılmaz.[373]
Bu tip meselelerde
tercih edilen görüş "Kızgınlık, hırçınlık, sövme gibi sebeplerle,
eşlerden biri diğerine kâfir demişse, kâfir olmaz." şeklindedir. Çünkü
gadap halindeki şahsın psikolojik durumu, bu sözü mantığı ile düşünerek
söylemediğinin bir delilidir. Yani deli ve sarhoş gibidir. Ayrıca kalben de
eşinin kafir olduğuna inanmamaktadır. Eğer aklı başında iken, eşinin kafir
olduğuna inanır ve bu inancını dile getirirse hanefi fetva kitaplarından
ez-Zâhiriyye'de belirtildiği gibi kafir olur.[374]
Yukarıdaki misalde
olduğu gibi bir kimse çocuğuna: "Ey kafiroğlu, ey mecıısi oğlu" vb.
gibi sözler söylese bir kısım alimlere göre bu kimse kafir olursa da çoğunluk
kafir olmadığı görüşündedir. Tercih edilen görüş de budur.[375]
Çünkü bunu söyleyen düşünmeden ağzına geleni söylemiş, bu sözün sonucunu
düşünmemiştir.[376] Bu
sebeple hadis sarihleri, mevzumuzu teşkil eden bu hadisi "bir müslümanı
tekfir eden kimse hakkında, bu tekfirinin kendisine dönmesinden korkulur"
diye te'vil etmişlerdir. Bu hadis-i şerif, imanın artıp eksiîebileceğini
söyleyen Maturidi ulemasının lehine bir delildir. Bu hadisin bab başlığıyla
ilgili yönü de burasıdır.[377]
4688... Abdullah
b. Amr'dan (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) (şöyle) buyurmuştur;
"(Şu) dört şey
kimde bulunursa o (kimse) an duru münafıktır.
Kimde de bunlardan bir
nesne varsa onu bırakincaya kadar kendisinde münafıklıktın huy var demektir:
1- Konuşunca
yalan söylemek
2- Verilen
sözü tutmamak
3- Va'dinden
dönmek
4- Ara
açılınca (eski dostunun hakkında) fena sözler sarf etmektir.[378]
Hadis-i şerif, sözü
geçen dört huydan biri, kimde bulunursa, o kimsenin, bir tane nifak alameti
taşıdığına dördünü birden haiz olanın ise münafık sayılabileceğine delalet
ediyor. Zahirine bakılırsa bu hasletlerin dördü de kendisinde bulunan bir kimse
müslüman bile olsa münafık sayılmak icabeder. Halbuki bunların bir tanesi olsun
kendisinde bulunmayan müslüman azdır.
Bu sebeple, ulema
hadisin manasında ihtilaf etmişlerdir. İmam-ı NevevFnin açıklamasına göre
ulemanın ekserisi ve müdekkık ilim adamları şöyle açıklamışlardır: Bu
hasletler, münafıkların hasletleridir. Binaenaleyh, bunlardan biri ile
vasıflanan bir müslüman onlara benzediği için kendisine mecazen münafık
denmiştir. Çünkü nifak, içindekinin aksini meydana çıkarmaktır. Bu hal sözü
geçen huyların sahibinde de vardır. Yalnız onun nifakı kendisi ile konuşan
ondan va'd alan, ona emniyet eden ve kavgaya girişen kimse hakkındadır. Yoksa
İslamda münafık sayılan, içi kafir dışı müslüman olan kimselerden değildir.[379]
Münafık lafzı,
nifaktan alınmıştır. İbn Side'nin beyanına göre, nifak, bir vecihten İslama
girip, bir vecihten çıkmaktır. Bu kelime "Nafikatü'l-yerbu= Ova sıçanının
deliği" tabirinden alınmıştır. Ova sıçanının yer altında iki deliği
olurmuş, Bunların biri yeryüzüne tamamıyla açık, diğeri kapalı fakat kafasıyla
vurunca açılıverecek kadar bulımurmuş. Bu deliğe "nafikaa"
denilirmiş. Hayvan onu daima gizler; ötekinden girip çıkarmış. Avcı
"kaasia" denilen açık deliğe gelirse, o nafikayı açarak kaçarmış. İşte
ova sıçanı nasıl naafikayı gizleyip, kaasıayı meydanda tutarsa münafığa da
küfürünü gizleyip imanını gösterdiğinden, yahut şeriatın bir kapısından girip
öteki kapısından çıktığından kendisine bu isim verilmiştir.
Bazıları münafık
kelimesinin "Nefak"dan alındığını söylerler. Nefak yer altındaki
kanal (tünel) demektir. Böyle bir kanalın sahibi onda nasıl gizlenirse münafık
ta İslam perdesi arkasında gizlendiği için ona bu isim
verilmiştir.
Hasılı münafık
başkalarına içindekinin aksini gösteren kimsedir. Istılahta münafık içinden
kâfir olup dışından müslüman görünen kimsedir. Eğer bu renkli görünüş iman
hususunda ise nifakı küfürdür. İman hususunda değilse amel nifakıdır. Bunda
fiil ve terk dahildir. Bugün zmdikı da aynı şekilde izah ediyorlar. İmam-ı
Malik'ten rivayet olunduğuna göre Peygamber (s.a.) devrindeki nifak bugünkü
zındıklıktır.
Nifakın hakikatini
anlayabilmek için onun taksimatını bilmek şöyle ki: Kalbin dört hali vardır:
1- Delile dayanan mutlak itikad. Bu ilimdir.
2- Delile dayanmayan mutlak i'tikad, Mukallidin
itikadı gibi.
3- Gayr-i
mutabık itikad (Gerçekle ilgisi olmayan inanç).
4- Kalbin itikaddan hâli oluşu Dilin ise üç hali
vardır:
1- İkrar
2- İnkâr
3- Sükût
Bunların toplamından
aşağıda sıralayacağımız oniki kısım meydana gelir:
1- Kalble bilerek
dille ikrar. Eğer bu ikrarı, sahibi kendi ihtiyarıyla yaparsa o kimse hakiki
mirinindir. Cebren yaparsa zahire göre kafirdir.
2- Kalble
bilerek, dille inkar. Bu inkar cebri ise sahbi müslüman, İhtiyarî olursa
kafir-i muaniddir.
3- Kalble bilgi hasıl, fakat dille ikrar veya
inkârdan hali olmak. Eğer bu sükût istikrahı ise o kimse hakiki mü'mindir,
ihtiyari olarak susarsa ihtilaflıdır. Mesela bir kimse Allah'ı delili ile
bildikten sonra diliyle ikrara vakit bulumadan ansızın ölse. o kimse kesin olarak
mü'mindir. Fakat Allah'ı delil ile bildikten sonra kendi ihtiyarı ile ikrar
etmezse İmam Gazali onun da mü'min olduğunu söylemiştir.
4- Mukallidin i'tıkadı ya ikrar ya inkar yahud
da sükut ile olur. Şayet kendi ihtiyarıyla ikrarda bulunursa bu ikrar
mukallidin imamdır ve bazı muhaliflere rağmen sahihtir.
5- Eğer mukallidin ikrarı, izdirarî olursa,
mesele birinci surete teferru eder. Orada böylesi için zahire göre kafirdir
dediğimize göre; buradakine de münafık hükmünü vermek icabeder.
6- Mukallidin sükut etmesi, ihtiyari ve izlırari
hailenle aynen üçüncü kısım hükmündedir.
7- Mukallid kalbden inkar eder de diliyle
ikrarda bulunur, fakat bu ikrarı cebri olursa kendisine münafık hükmü verilir.
8- Kalbden
inkar ettiği halde, kendi ihtiyariyle ikrarda bulunursa buna küfr-i inadî
derler ki, nifakın bir kısmıdır.
9- Hem
kalbden hem de diliyle Allah'ın inkar eden kafir olur.
10- Kalbi
hali olan bir kimse kendi ihtiyariyle ikrarda bulunursa küfürden kurtulur.
Mecburen ikrar ederse küfretmiş sayılmaz.
11- Kalbi hali olup diliyle inkar eden kimsenin
hükmü onuncu kısmın aksinedir.
12- Hem kalbi hem dili hali bir kimse tetkik,
te'emmül müddetini geçirmişse tekfiri vacib olur. Münafıklığına hükmedilmez.
Bu taksimden anlaşılır
ki münafık dışı içine uymayan kimsedir.[380]
4689... Ebu
Hureyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.): "Zina eden kimse
zina ederken mü'min olarak zina edemez. (Hırsızlık yapan kimse) hırsızlık
yaparken mü'min olarak hırsızlık yap (a)maz (Şarap içen de) şarabı içerken
mü'min olarak içmez ve Tevbe (kapısı) ona açıktır" buyurmuştur."[381]
Bu hadis-i şerif, zina
hırsızlık ve şarap içmek gibi büyük günahlardan birini işleyen kimsenin dinden
çıktığını söyleyen Haricilerin delilidir.
Hattabi (r.a.)'nin açıklamasına
göre. Hariciler bu hadisi, kendi inançları doğrultusunda te'vil ederek, bu
hadisin kendilerini te'yid ettiğini iddia etmişlerdir. Helal olduğuna itikat
etmedikçe, büyük günahlardan birini işleyen kimsenin, dinden çıkmadığını
söyleyen ehl-i sünnet ulemasından bazılarına göre bu hadiste geçen:
"Mü'min olarak zina etmez, hırsızlık etmez, şarap içme/" cümleleri
haber cümlesi şeklinde gelmiş "inşa" cümleleridir. Yani "mü'min
olarak zina etmesin, hırsızlık etmesin, şarap içmesin. Çünkü bu fiilleri
işlemek müslümanlnra yaraşmaz."
anlamında
kullanılmıştır.
Yine ehl-i sünnet
ulemasından bazılarına göre de bu hadis-i şerifte geçen: "Mü'min olarak
bu suçu işlemez" anlamındaki cümleler "Müslim, müslümanlarin elinden
ve dilinden salim kaldığı kimsedir" mealindeki 2481 numaralı hadis-i
şerifle, "emanete riayet etmeyenin imanı yoktur"[382]
hadisinde ve; "komşusu, serinden emin olmayan kimse, mü'inin
değildir"[383]
hadisinde olduğu gibi.
Yahut da bu hadis-i
şerifte büyük günah işlenirken kalmadığından bahsedilen, imanın kendisi değil
kemali ve faziletidir. Yani kişi bu günahları işlerken imanın kemali kalmadığı
ifade edilmek istenmektedir.
Bir başka ifadeyle
"Bu suçlan işleyen kişinin imanı onları işlerken kamil değildir. Böyle
bir mü'minin durumu eli, ayağı, burnu ve kulağı olmayan aciz insan gibidir.[384]
Eş'ariler ise hadisi;
"Bu günahları işleyen kimse bu işi helal görerek yaparsa imandan çıkmış
olur" diye te'vil etmişler ve bu te'vilin gerekli olduğunu, aksi takdirde
Hz. Peygamberin: "Allah'dan başka hiçbir ilah olmadığını söyleyip te bu
sözü üzere ölen herkes cennete girer. Zina ve hırsızlık yapmış bile Olsa"[385]
hadisi ile telifinin imkansızlığını söylemişlerdir.[386]
EI-Amidi, Mutezile ve Haricilerin mevzumuzu teşkil eden hadis hakkın da yapmış
oldukları te'vil için şu cevabı vermiştir:
"Bu hadisteki
mü'min kelimesi, "iman"dan değil "eran" kelimesinden
alınmıştır. Bu durumda hadisteki mana "zina eden kişi Allah'ın azabından
emin değildir" şeklindedir. Aynı hadisi zina yapan kişi bu işi yaparken
mü'min olma vasfını kaybeder, fiilden sonra mümin vasfı geri döner, şeklinde
de te'vili yapılmıştır.[387]
Nitekim bir numara sonra gelecek olan hadis-i şerif bu görüşü
desteklemektedir.[388]
1- Büyük
günahları işleyen kimse, bu günahlardan dolayı imandan çıkmaz.
2- Büyük
günahlar için tevbe kapısı, ölünceye kadar açıktır. Nevevî'nin açıklamasına
göre bu mevzuda icma vardır.[389]
4690... Ebu
Hureyre (r.a.) Rasûlullah (s.a.)'ın şöyle buyurdu(ğunu) söylemiştir:
"İnsan zina
edince iman kendisinden çıkarak (başının) üstünde bir bulut gibi olur (orada
bekler durur). Zinadan çekilince iman da ona döner."[390]
Bir önceki hadisin
şerhinde de açıkladığımız gibi zina eden kimseden, zina yapmakta olduğu sırada
imanın çıkıp uzaklaşmasından maksat, ehl-i sünnete göre imanın kendisi değil,
kemali ve nurudur. Haricilere göre ise imanın kendisidir. Nitekim bir önceki
hadisin şerhinde ayrıntılı olarak açıklamıştık. Bu durum imanın keyfiyet
bakımından eksilip artabildiğini göstermektedir ki, hadisin bab başlığıyla
ilgisi de buradadır.[391]
4691... İbn
Ömer (r.a.)'dan (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.): "Kaderiyye
(fırkası mensupları) bu ümmetin nıecusileridir. Eğer (onlar) hastalanırlarsa
ziyaret etmeyiniz, ölürlerse cenazelerinde bulunmayınız" buyurmuştur.[392]
Kader: Allah Teâla
hazretlerinin ezelden ebede kadar olacak şeylerin, zaman ve mekânını
vasıflarını, özelliklerini, kısaca ne şekil ve ne zaman olacaklarsa, onların
hepsini ezele, daha onlar meydanda yokken bilip, o şekilde takdir etmesine denir.
Bu takdir, Allah'ın İlim sıfatıyla ilgilidir.
Kaderle ilgili diğer
bir terim de kazadır. Kaza, Cenab-ı Allah'ın ezelde irade ve takdir buyurmuş
olduğu şeylerin, zamanı gelince, her birini ezeldeki ilim, irade ve takdirine
uygun olarak yaratmasıdır. Bu da Allah'ın Tekvin (yaratma) sıfatı ile
ilgilidir.
Kısaca, herhangi bir
şeyin belirli bir şekilde meydana gelmesini Allah'ın dilemiş olmasına kader,
bu dilemiş olduğu şeyi zamanı gelince meydana getirmesine de kaza denir.
Bu tarifler Maturidilere
göredir. Eşariler, Maturidilere nisbetle, kadere kaza, kazaya da kader manası
verirler.
Kaderiyyc (kaderi
inkâr edenler) olmuş-olacak bütün hadise ve eşyanın ezelî olan ilm-i ilahide
mevcud olup, yazılı bulunduğunu kabul etmeyenler, kullara ait fillerin
Allah'ın yaratmasıyla değil, kulun icadıyla meydana geldiğini kabul
edenlerdir. Çoğu zaman Mu'tezile ile birleşirler. Fakat Kaderiyye Mutezileden
önce zuhur etmiştir.[393]
Kaderiyye mensupları Mu'bed el-Ciihcni'nin ve Gaylan ed-Dimeşkî'nin tabileridir.
Ez-Zehebı'nin de dediği gibi Ma'bed el-Cüheni doğru ve güvenilir bir tabii idi.
Lakin kötü bir yol açmıştır. O kader inancı hakkında ilk konuşandır.[394]
Basra'da Hasan-ı Basri'nin meclisine devam ederdi.
İbn Ebî Hatim onun
hakkında şöyle demektedir: "Ma'bed, Medine'ye gelmiş ve orada halkı ifsad
etmiştir" İbn IVlace, Sünen'inde onun hakkında şöyle rivayet etmiştir:
"Ma'bed el
-Cüheni ve Ata İbn Yesar, Hasan el-Basri'ye gelmişler ve şöyle demişlerdir:
"Ey Ebu Said, o melikler müslümanların kanını akıtıyorlar. Mallarını
alıyorlar ve bizim fiillerimiz Allah'ın kaderi üzerine cereyan ediyor diyorlar
ne dersin?" Hasan el-Basri de cevabında: "Allah'ın düşmanları yalan
söylemiştir" demiştir. Basra'da fitne büyüyünce Haccac Ma'bed el-Cühenî'ye
işkence yapmış ve Abdulmelik b. Mervan'ın emri ile 80 senesinde asılarak idam
edilmiştir. Zehebi'nin rivayetine göre onun öldürülmesi Abdurrahman b.
cI-Eş'as ihtilaline katıldığı için siyasi sebeplerle olmuştur.[395]
Netice itibariyle
irade ve ihtiyar hürriyetine kail olanlar zıddindan türetilmiş isim kabilinden
"Kaderiyye" adıyla tanınırlar. Bunların "Kaderiyye" diye
isimlendirilmesinin sebebi, ilahi kaderi inkar etmeleridir. Bu şu manaya gelir:
Onlar, kulun Allah Teâlâ'nm dahil olmaksızın başlı basma ve müstakilleri fiil
yaratacak bir kudrete sahip olduğunu kabul ederler.
Mutezile de Kaderiyye
diye isimlendir ilmeye başlanmıştır. Çünkü onlar da kulların fiillerini
kulların kendi kudretlerine bağlamışlar ve o fiillerdeki ilahî kudreti inkâr
etmişlerdir.
Mutezile bu ismi kabul
etmemektedir. Onlara göre bu ismin kadere, hayır ve şerrin Allah'dan olduğuna
inananlara verilmesi daha uygundur.
Bunun içindir ki
Mutezile ve Eşariyye birbirlerini Kaderiyye diye isimlendirmişlerdir. Çünkü
biri kaderi kula nisbet ettiği için, diğeri ise kaderi nefyettiği için bu isme
hak kazanmışlardır. Bazıları da bu mevzuda şöyle demişlerdir:
"Kaderiyye'nin bu isimle anılmasının sebebi şudur: Çünkü onlar ilk olarak
araştırmalarına ve tetkiklerine mevzu olarak bu konuyu almışlardır."[396]
Ümmet: Din, millet,
yol gibi manalara gelir. Bütün müslümanlan içine aian bir kavramdır. Ümmet
müslüman kavimlerden meydana gelir.
İslam, insanı kendi
kavmine daha çok bağlanmasından dolayı kmamamıştır. Bununla birlikte bütün
müslümanlar arasındaki derecelendirmeyi kavim, ırk, kan bağı vs. değil, takva
belirler.[397]
Akraba, aile ve
menfaat bağlan, Allah ve peygamberden ve Allah yolunda cihaddan üstün
değildir.[398]
"Ancak ınü'minlcr
kardeştirler,"[399]
Bu esaslardan hareketle,
İslam, bütün müslümanlan tek bir ümmet saymıştır. Vatan, renk, dil, ırk
farklılıkları ümmetin teşekkülüne engel değildir. Nitekim. "Şüphesiz bu
sizin ümmetiniz bir tek ümmettir. Ben de sizin rabbiniziın. O halde bana ibadet
edin"[400] Duyurulmuştur.
Mevzumuzu teşkil eden
hadis-i şerif, Kaderiyye mezhebinin aleyhine ve onların sapık bir yolda
olduklarına dair en büyük delillerden biridir.
Her ne kadar
"Kaderiyye" bu ismin kendilerine ait olamayacağını iddia etmişlerse
de, ümmet arasında bu isim onlara layık görülmüş ve onlara verilmiştir. Ayrıca
Hz. Peygamberin Kaderiyye*yi Mecusilere benzetmesi de bu ismin gerçek
sahibinin onlar olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Şöyle ki mecusiler
(ateşperestler) birisi nur, diğeri zulmet olmak üzere iki yaratıcı bulunduğuna
hayırları nurun, serleri de zulmetin yarattığına inanırlar. Hayrı Allah'ın
şeni de kulların yarattığına inanmaları sebebiyle bu ümmet içerisinde Hz.
Peygamberin teşbihine uygun düşenler, "Kaderiyye"diye anılan mezheb
mensuplarıdır. Kendilerinin bunun aksini iddia etmeleri gerçeği değiştirmez,
Binaenaleyh bu fırkaya
mensup olan kimselerin hastalarını ziyaret etmek ve cenaze merasimlerine
katılmak caiz değildir. Sirac'üd-din el-Kaz-vînî bu hadisin mevzuu olduğunu
söylemişse de bu doğru değildir. Çünkü Tirmizi onun hasen olduğunu, Hakim de
sahih olduğunu söylemişlerdir.
Bu konuda ileri
sürülen diğer iddialar da çürütülmüştür.[401]
4692...
Huzeyfe (r.a.)'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) (şöyle)
buyurmuştur: "Her ümmetin bir mecusisi vardır. Bu ümmetin mecusisi de
"kader yoktur" diyenlerdir. (Binaenaleyh) onlardan kim ölürse
cenazelerinde bulunmayın, onlardan kim hastalanırsa onu ziyaret etmeyin.
(Çünkü) o (nlar) Deccalin ordularıdır. Allah kesinlikle onları Deccale
kavuşturacaktır."[402]
Bilindiği gibi Deccal
yalancı demektir. Kıyamet alametlerinden
olarak ortaya çıkacak yalancının adıdır. Hadis-i şeriflerde Deccalden
sık sık bahsedilir.
Deccal kıyamet günü yaklaştığında
Mehdi'den önce zuhur edecek ve yeryüzünde fesat çıkaracaktır. Hıristiyanlar ona
"Yalancı Mesih" derler. İslam'da Müseylime gibi peygamberlik iddia
eden otuz kadar deccalden bahsedilmiş, en büyük fitneye sebep olarak deccalin
ise ahir zamanda çıkacağı haber verilmiştir. Hadis-i şeriflere göre Deccal
doğudan çıkacaktır.[403]
Mesih'ten önce otuz tane yalancı peygamber çıkacaktır.[404]
"Deccal çıktığı zaman yanında su ve ateş bulunacaktır.[405]
İnsanlar deccalden korkarak dağlara kaçacaklardır.[406]
Sonunda Hz. İsa, Deccali öldürecektir.[407]
Görüldüğü gibi bu
hadis, "kaderiyye" isminin kaderi inkâr eden fırka mensuplarına ait
olduğunu ve bu fırkanın da sapık olduğunu, binaenaleyh hastalarını ziyaret
etmenin, cenaze merasimlerine katılmanın caiz olmadığını ve âhir zamanda
Deccalin ordusunu bunların teşkil edeceğini açıkça ifade etmektedir.
Ancak Hafız el-Münziri
bu hadisin senedinde bulunan Ömer'in, güvenilen bir ravi olmadığı ve ensardan
bir adam olduğu söylenen diğer ra-vinin de kimliğinin meçhul olduğu ve her ne
kadar bu hadisin başka bir kanaldan da rivayet edildiği söylenmişse de bu
rivayetin sabit görülmediği gerekçesiyle, bu hadisi tenkid ederek
"munkatı"' denilen hadis çeşitlerinden olduğunu söylemiştir.[408]
4693... Ebu
Musa el-Eş'arî(nin) haber verdi (ğine göre) Rasûlullah (s.a.) (şöyle)
buyurmuştur:
"Allah, Adem'i
yeryüzünün her tarafından avuçladığı bir avuç topraktan yarattı. Bu sebeple
Ademoğulları (dünyaya, renk ve tabiat cihetiyle) yeryüzü (nün renkleri ve
karakterleri) kadar (değişik şekillerde vücuda) geldiler. Onlardan kimisi
kızıl, kimisi beyaz, kimisi siyah, kimisi de bunların karışımı, kimisi yumuşak,
kimisi sert, kimisi kötü kimisi de iyi (huylu olarak dünyaya) geldi."[409]
(Ebu Davud der ki):
Yahya (b. Said)in rivayetinde "(Kimisi de) yumuşak ile sert ve kötü ile
iyi arası" ilavesi (vardır). Yezidin rivayetinde de bu hadis
"ihbar" lafzıyla nakledilmiştir.[410]
Yüce Allah, Adem
(a.s.)'ı yeryüzünün her tarafından alınmış olan ve dolayısıyla yeryüzünün bütün
karakterlerini taşıyan bir avuçluk topraktan yaratmıştır.
Bu toprağı yeryüzünün
her tarafından seçip alan. bu hususta emir almış olan bir melektir. Fakat,
melek bu işi Allah'ın emri ile aldığı için alma işi Allah'a nisbet edilmiştir.
Hadis-i şerifte
özellikle kırmızı, siyah ve beyaz renklerden açıkça bahsedilirken diğer
renklerden kapalı olarak bahsedilmesi, insanlarda ve toprakta bulunan renkler
içerisinde bu üç rengin asıl renk, diğer renklerin de bu renklerin karışımından ibaret olmasındandır.
İşte metinde geçen
"bunların karışımı" sözüyle kasdedilen de bu karışımdır.
Tîbî'nin açıklamasına
göre, bu renkler insanların ve toprağın dış görünüşleriyle ilgili olduğu gibi
metinde geçen diğer dört özellikle de yine insanların iç karakterleriyle
ilgilidir. Şöyle ki "sehl" kelimesi insanın yumuşak huylu, toprağın
da engebesiz düz arazi halinde olması anlamına gelmektedir.
"Hazen"
kelimesi insan için sert mizaçlı, toprak için de engebeli ve sarp anlamında
kullanılmıştır.Tayyib kelimesi de imanlı insan ve faydalı, verimli toprak
manasına gelirken, Habis kelimesi, kâfir insan ve verimsiz, zararlı toprak
manasına gelmektedir.[411]
Bütün bu
açıklamalardan da anlaşılacağı gibi, Allah daha kâinat yaratılmadan önce,
herşeyin bütün inceliklerini bütün ayrıntılarıyla bilmiş ve kendi katında
olacak olan şeyleri olacağı şekilde tesbit etmiştir. Bilindiği gibi Allah'ın
herşeyi daha dünyaya gelmeden önce bilip bu şekilde tesbit etmesine kader
diyoruz. Binaenaleyh bu hadis-i şerif herşeyin bir kader planına uygun olarak
yaratıldığını söyleyen ehl-i sünnet ulemasının lehine, aksini iddia eden
Mutezililerin de aleyhine bir delildir.
Ancak şurasını
unutmamalıdır ki insanlar, Allah'ın bu tespitinden dolayı mecburen iyi ya da
kötü olmuş değillerdir. Bilakis Allah insanların hür iradelerini kullanarak,
iyi veya kötü olacaklarını bildiği için onların durumunu, onlar yaratılmadan
önce, kendi katında iyi veya kötü olarak tesbil ve tayin etmiştir ve Allah'ın
iyiliğe rızası vardır, kötülüğe rızası yoktur. İyiliğin kadir kıymeti, ancak
kötülüğün bulunmasıyla anlaşabileceği için iyiliğin yanında kötülüğü de
yaratmıştır.[412]
4694... Ali
(u.s.)'m (şöyle) dedi(ği rivayet edilmiştir):
"Biz
"Bakiu'i-Garkad" (denilen mezarhk)da Rasûlullah (s.a.)'in de
bulunduğu bir cenazede idik. Rasûlullah (s.a.) (yanımıza) gelip oturdu.
Yanında bi; de baston
vardı. Bastonla yeri çizmeye başladı. Sonra başını kaldırıp:
"Sizden hiçbir
kimse ve dünyaya gelen hiçbir nefis yoktur ki: Allah onun cehennemden, ya da
cennetten yerini yazmamış olsun; şaki ya da said olarak yazılmamış olsun"
buyurdu.
Bunun üzerine (orada
bulunan) cemaatten bir adam:
"Ey Allah'ın
peygamberi, yazgımız üzerinde durup ameli (mizi) bırakıvermeyelim mi? (Çünkü
nasıl olsa yazgısında) saadet ehlinden olan cennete gidecek, şekavet ehlinden
olan da cehenneme gidecek" dedi. Rasûlullah (s.a.)'de: "Çalışınız,
herkes (ne için yaratıldı ise ona) kolayca eriştirilecektir. Saadet ehline
saadet ehlinin ameli, şekavet ehline de şekavet (ehlinin ameli)
kolaylaştıracaktır" buyurdu. Sonra (şu ayet-i kerimeyi) okudu:
"Bundan dolayı
kim (fakirlere) verir (günahlarından) korunursa ve en güzel (söz) ü doğrularsa,
ona en kolay (en rahat şeylerin yolun) u kolaylaştınnz.
Fakat kim cimrilik
eder, kendini zengin görüp (Allah'a kulluğa) tenezzül etmezse ve en güzel sözü
de yalanlarsa, ona en güç şeylerin yolunu kolaylaştırırız."[413]
Gerkad üç metre kadar
boyu olan kökü ve dallan beyaz böğürtlen ağacına benzer, kaim yapraklı, dalları
dikenli, çiçeklerinin boynu uzun bir ağaçtır. Koni şeklinde olan meyvesi
vardır. Medine'de içerisinde bu ağacın bol miktarda yetiştiği bir mezarlık
vardır ki bu mezarlığa "Bakîû'l-Garkad" denir. Bugün bu mezarlık
"Cennetu'1-Baki" ismiyle anılmaktadır.
Said: İman saadetine
eren cennetlik kimsedir. Şaki ise, onun zıddı, yani kendisine iman nasib
olmayan bedbaht cehennemlik kişidir.
Hadis-i şerif,
herkesin cennetlik ya da cehennemlik olacağı, Allah tarafından ezelde bilinip
tesbit edildiğine ve dünyaya gelen her insanın hür iradesini kullanarak bu iki
yoldan birini tutup Allah'ın kader dediğimiz ezelî bilgi ve tesbitini
doğruladığına ve herkesin kaderine uygun şekilde amel etmeye muvafak olacağına
delâlet etmektedir.
Bu da gösteriyor ki,
Allah'ın ilm-i ezelisi, ezelden ebede kadar olacak şeylerin hepsini
kuşatmıştır. Her hadiseyi daha olmadan Önce nasıl olacaksa öylece tesbit
etmiştir. Ancak hadiselerin vukua gelmesi, bu ilim ve tesbite tabi değil,
bilakis bu ilim ve tesbit, hadiselere bağlıdır. Bir başka ifadeyle ilim maluma
tabidir. Kişi iradesini hangi fiile sarfederse, Allah onun elinde o fiili
yaratır.
Binaenaleyh, Allah'ın
bir şeyi ezelde bilmesi, bizi onu yapmaya mecbur etmez. Fakat biz yapacağımız
için onu bilir. Allah'ın hayra rızası vardır. Şerre ise rızası yoktur. Kim
iradesini hayra yöneltirse hayrı ona kolaylaştırıp onun elinde hayrı yaratır.
Kim de iradesini şerre sarf ederse onun elinde şerri yaratır. Kul, kâsib, Allah
ise haliktır ve kaderle ihticâc edilemez.
Bu bakımdan kişiye
düşen, iradesini cennetliklerin amelini işleme yoluna sarfedip,
cehennemliklerin amelini işlemekten kaçınmaktır. Çünkü önemli olan son
amelimizin iman ve İslam üzere olmasıdır.[414]
4695...
Yalıya İbn Ya'mer'den (rivayet edildiğine göre) demiştir ki: Kader hakkında ilk
konuşan Basra'da Ma'bed el-Cühenî (isimli bir kimse) dili. (Bir gün) Humeyd b.
Abdurrahman el-Hımyerî ile birlikte hacc ya da umre için yola koyulduk. (Kendi
kendimize): "Allah rasulunün sahabilerinden biriyle karşılaşsak da bu
(türedi) kimselerin kader hakkında söylediklerini ona sorsak" dedik. Yüce
Allah bizi mescide girmekte olan Abdullah b. Ömer'i denk düşürdü. Arkadaşımla
ben hemen onun etrafını çevirdik. Arkadaşımın sözcülüğü bana vereceğini anladım
ve: "Ey Abdurrahman'm babası bizim (o) tarafta birtakım insanlar türedi.
Kur'ân okuyorlar, ilim okumaya çalışıyorlar ve: Kader (diye birşey) yoktur, her
iş (hiç bir şeye bağımlı olmadan) başlı başına müstakil olarak meydana gelir,
diyorlar" dedim.
"Sen onlarla
karşılaştığın zaman onlara benim kendilerinden uzak olduğumu onların da benden
uzak olduklarını söyle. Allah'a yemin olsun ki eğer onlardan birinin Uhud dağı
kadar altını olsa da (Allah yolunda) har-casa, kadere iman etmedikçe Allah bunu
ondan kabul etmez." dedi.
Sonra babası Ömer b.
Hattab (r.a.)'in şöyle dediğini rivayet etti: "Biz (bir gün) Rasûlullah
(s.a.)'ın yanında otururken birdenbire yanımıza bir adam geliverdi. Elbisesi
bembeyaz, saçları simsiyahtı. Üzerinde yorgunluk ve perişanlık gibi bir
yolculuk alameti göze çarpmıyordu ve kendisini (asla) tanımıyorduk. Nihayet
Peygamber (s.a.)'in yanına varıp oturdu ve dizlerini dizlerine dayadı, ellerini
(kendi) uylukları üzerine koydu ve: "Ey Muhammed bana islamı anlat"
dedi.
Rasûlullah (s.a.):
"İslam, Allah'dan başka (hakiki) bir ilah olmadığına ve Muhammed'in
Allah'ın Rasulü olduğuna şahitlik etmen, namazı kılman, zekatı vermen,
Ramazan'ı tutman ve eğer gitmeye gücün yeterse haccetmendir" buyurdu.
Adam: "Doğru
söyledin" dedi. Biz kendisine hayret ettik. (Çünkü bilmiyormuş gibi)
soruyor, (biliyormuş gibi de) tasdik ediyor (du. Sonra) "Bana imam
anlat" dedi.
(Fâhr-i kainat efendimiz
de): "Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ahiret gününe
inanmandır. Ve bir de haynyla, şerriyle kadere inanmandır" cevabını verdi.
Adam: "Doğru söyledin" dedi ve: Bana (şimdi de) ihsandan haber
ver" dedi. (Hz. Peygamber de):
"Allah'a görüyormuşsun
gibi ibadet etmendir. Çünkü sen onu göremezsen de o seni görür" buyurdu.
(Adam bu sefer de):
"Bana kıyametin
zamanından bahset" dedi. (Hz. Peygamber de:)
"Bu konuda
sorulan sorandan daha bilgili değildir" cevabını verdi. (Adam:
"Öyleyse) Kıyametin alâmetlerinden bahset" dedi.
(Hz. Peygamber de):
"Cariyenin hanımefendisini doğurması ve yalınayak, çıplak deve
çobanlarının, bina yükselmekte yarışa girmeleridir" buyurdu.
(Hz. Ömer rivayetine
devamla şöyle) dedi: Sonra (bu adam aramızdan çıkıp) gitti. Üç (gün) sonra (Hz.
Peygamber bana):
"Ey Ömer (soru)
soranı biliyor musun?" diye sordu. Ben de "Allah ve Rasulü daha iyi
bilir" dedim.
"O Cebrail idi.
Size dininizi öğretmeye gelmişti" buyurdu.[415]
Bu hadis, hadis alimleri
tarafından (Hadis-i Cibril) diye adlandırılmıştır. Bir kısım ayet ve hadislere
İslam ulemasının hususi isimler verme adeti vardır. Miras ayeti, teyemmüm
ayeti, şefaat hadisi, Ümfnü Zer' hadisi gibi.
Bu hadisenin
Efendimizin vefatına yakın zamanlarda olduğu anlaşılıyor. Hiç değilse son iki
sene içinde vaki olduğu rahatlıkla söylenebilir. Çünkü İslamın şartlarından
hacc ibadetinin farz oluşu, hicretin sekizinci senesinde ve Mekke'nin fethinden
sonradır. Hadiste haçcın İslamın şartlarından biri olarak anlatılması bu
hususu göstermektedir.
Hadisenin cereyan
şekli. Efendimize vaki olan vahiy şekillerinden biridir: Cibril (a.s.)'in bir
insan şeklinde gelmesi... Buhari'nin naklettiği bir hadiste, efendimiz
kendisine vahyin nasıl geldiğini soran sahabeye vahiy hakkında bilgi verirken:
"Bazen bana çan sesine benzer bir uğultu biçiminde gelir. Bana en ağır
geleni budur. Vahiy hali benden sıyrılmakla birlikte, ben de vahyedileni
ezberlemiş olurum. Bazan ise melek, insan şeklinde gelir, benimle konuşur, söylediğini
hemen ezberlerim" buyurmuştur. Hadisi nakleden Hz. Âişe diyor ki:
Rasûlullah (s.a.) a çok soğuk günde, kendisine vahyin nazil olduğunu gördüğüm
olmuştur. Vahiy hali ondan sıyrıldığında Rasûlullah (s.a.)'ın mübarek alnı
tere batmış olurdu."[416]
Cibril-i Emin çoğu
zaman, Kelb kabilesinden Dihye b. Halife isimli yakışıklı, güzel, bir sahabinin
kıyafetinde gelmiştir. Ümm Seleme validemizin başından geçen bir hadise
şöyledir: Diyor ki: "Bir kerre Dihye'yi Rasulu Ekremin karşısına oturmuş,
onunla konuşurken gördüm. Biraz sonra Rasulu Ekrem'i mescidde mev'iza irad
ederken: "Şimdi Cibril ile konuştum" dediğini duydum. Bunu müteakip,
Cibril'in Dihye suretinde göründüğünü, Hz. Peygamberle konuşan zatın Dihye olmayıp
Cibril olduğunu anladım."
Cibril (a.s.)'in,
kimsenin bilmediği bir insan suretinde gelmesi, bilmezmiş gibi sorup,
biliyormuş gibi tasdik etmesi, sualler bitince, mescid-den çıkar çıkmaz
kaybolması gibi haller, mevzuyu orada bulunanların zihnine daha iyi
yerleştirmek içindir. Buhari ve Müslim'in daha başka yollardan yaptıkları
nakillerde efendimiz:
-Onu geri çağırın,
buyurmuş, fakat, ardından çıkanlar onu görmemişlerdir. Peygamberimizin
maksadı, ashabın bu hadiseye daha fazla alaka duymasını sağlamaktı, yoksa hemen
ardından çıkanların onu göremeyeceklerini ve bulamayacaklarını biliyordu.-
Hadis-i şerifte,
sorular oldukça düzenli bir şekilde sorulmuştur. Önce zahir yönleri de bulunan
amellerin ifadesi olan İslam, sonra tamamen kalb işi olan iman, daha sonra da
imanın en son kemali olan ihsan sorulmuş, efendimiz bu sorulara dinleyenleri
tatmin edecek kısa, özlü cevaplar vermiştir.
Bu arada kıyametin
zamanı hakkında sorulan sual oldukça dikkate değer. Soru soran Cibril (a.s.),
ilk soruların cevabını biliyor, fakat bu sefer sorduğunun cevabını kendi de
bilmiyor.[417]
Efendimiz bu hadis-i
şerifte, kıyametin küçük alametlerinden ikisini zikretmiş bulunmaktadır.
1. Cariye'nin
hanımefendisini doğurması
a. Hattabî'ye
göre bundan murad; İslamiyetin yayılması ve müslü-manların küfür diyarını
istila ederek ahalisini esir almalarıdır. Bir adam bir cariyeye malik olur da
ondan bir çocuğu doğarsa, çocuk hür doğacağı için annesinin sahibi mesabesinde
olur. Çünkü çocuk cariyenin sahibinin oğludur. Nevevi ile diğer bazı ulema
bunun, ekseri ulemanın kavli olduğunu söylemişlerdir.
b. ibrahim
Harbi'ye göre murad: Cariyelerin hükümdarları doğurmasıdır. Bu suretle
hükümdarın annesi olan cariye de sair ahali gibi o hükümdarın tebasından biri
olur.
c. Bazılarına
göre mana ahir zamanda mal çoğalarak ümmü veled (yani efendisinden çocuk
doğurmuş) cariyelerin -satılmaları yasak olmakla birlikte- çok satılmasıdır.
Böylelikle cariye satıla satıla günün birinde bilmeden oğlunun eline geçer ve
oğlu annesinin sahibi olur. Fakat bu kavil yalnız ümmü velede mahsus değil her
nevi cariyelere şamildir. Zira, caizdir ki bir cariye nikâh şüphesiyle, meselâ,
sahibinin izniyle bir başkasıyla nikahlanarak ondan hür bir çocuk dünyaya
getirir. Sonra cariye elden ele satıla satıla doğurduğu çocuğun eline
düşebilir. Bu takdirde meselenin kıyamet alameti sayılan tarafı, ümmü veled
cariyelerin satıla-madığını bilen kimsenin kalmamış olmasıdır.
d. Bir kavle
göre bu cümleden maksat: Ümmü veled cariyenin çocuğu doğurmakla azad
olmasıdır. Doğurmak sebebiyle azad olduğu için onu adeta doğuracağı çocuk azat
etmiş gibi olur. Ancak bu tevil mecaz yolu iledir; mecazın alakası da sebebiyet
müsebbebiyet (sebep-sonuç ilişkisi) dir.
e. Diğer bir
kavle göre murad: Anneye babaya itaatsizliğin çoğalma-sıdir. Bu sebeple evlad
annesine bir kimsenin cariyesine reva gördüğü muameleyi yapacaktır. Bu te'vilde
dahi cariyenin oğluna mecazen "sa-hib" denilmiştir. Bazıları
hadisteki (Rabb) kelimesini mürebbi manasına alarak, hakikî manada kullanmak
istemişlerse de bu vecih pek zayıf görülmüştür.[418]
2. Fakir,
yalınayak, baldırı çıplak deve çobanlarının yüksek bina yapımında
yarışmaları... Buhari ve Müslim'in diğer rivayetlerinde bu çobanların sıfatlan
sayılırken (itibarsız, ne idüğü belirsiz) tabiri de geçmektedir. Bu söz ise;
servetin git gide, ahlaksız, bütün itibarı servetine ait olan hiçbir faziletin
sahibi olmayan kişilerde toplanacağını, bunların söz ve itibar sahibi olacağını
anlatıyor.
Yüzyıllarca önce
yapılan ve bugün hala ayakta duran binaların ekseriyyeti umumun menfaatine ait
olanlarıdır. Şahsı için nihayet bir insanın rahatça oturabileceği bir ev
yaptıranlar, İslam cemaati için çok daha fazla harcamalarla sayıya hesaba
gelmez, Ölmez unutulmaz eserler bırakmasını bilmişlerdir. Dün cami, medrese,
han, hamam, kervansaray... yaptırıp gidenlerin ihtimal ki yüzde onunun bile
kendi evi ayakta değildir. Halbuki bugün servetler tamamen şahısların
arzularına hizmet yoluna girmiştir. Bir hayır müessesesine yardım için
başvurulan nice zenginler, şahıslarına harcadıklarının milyonda birini
verirken, titreyen elleriyle de olsa sadakayı gönül rızasıyla vermediklerini
anlatmak istiyorlar. Gitgide ahlaksız kimselerin oyuncağı haline gelen servet,
insanlığın saadeti uğrunda kaç adımlık mesafeye şeref bayrağını dikebilecektir?
Ne idüğit belirsiz
deve çobanları tarafından, yüksek bina yarışına girilmesinin kıyamet alameti
olarak gösterilmesini, beldelerin imarı ile aynı manada anlamamak gerekir.
Ancak bir kısım şehirlerin anormal derecede gelişmesi, pek çok çeşitten insanı
bir araya getirmektedir. Birbirini tanımayan bu geniş kitlenin maddi
menfaatten başka hiçbir bağla birbirine bağlanmamış olması, menfaatin de insanı
nerelere kadar sürüklediğini pek acı misalleriyle her gün görmemiz acı
düşüncelerin gönüllere yerleşmesine sebep olmaktadır.[419]
1. İslam:
Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed (s.a.)'in onun Rasulü olduğuna
şehadet getirmek, beş vakit namazı kılmak, farz olan zekâtı vermek, ramazan
orucunu tutmak, mali kudreti olursa haccetmektir.
2. İman:
Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe ve kadere
inanmaktır.
3. İmanla
İslamın başka başka şeyler olduğunu söyleyenler bu hadisle istidlal
etmişlerdir.
4. İhsan:
Allah'a, onu görür gibi ibadet etmektir.
5. Yukarıda
zikredilen şeylere iman etmek farzdır.
6. îslâmın
tarifinde zikri geçen erkânın mertebeleri pek büyüktür.
7. İhlas ve
murakabenin mevkileri pek büyüktür.
8. İnsanın
bilmediği bir şey için "bilmiyorum" demesi ilimdir. Bu onun kıymetini
düşürmez; bilakis ilim ve takvasına delildir.
9. Melekler diledikleri
şekle girebilirler. Cibril (a.s.) ekseriye Dihye-tü'1-Kelbi (r.a.) suretinde
görünürdü. Kendi suretinde Peygamber (s.a.)'e yalnız iki defa görünmüştür.
10. Allahü
Teâlâ'yı dünya gözü ile gören olmamıştır. Sahih rivayete göre Hz. İmran b.
Husayn (r.a.) meleklerin seslerini işitirmiş. Rasulü Ekrem (s.a.)'in görmesi
dünyada değil, melekût âleminde vaki olmuştur.
11. Hz.
Cibril'in kıyameti sorması, dinleyenleri sormaktan men etmek içindir.
12. Güzel
bir şeyi sormaya ilim ve ta'lim denilebilir.
13. Bir
alimin yanında bulunanlar, kendilerine lazım olan bir meseleyi ona sormazlarsa
başka birisinin sorması gerekir. Böylelikle sevapla müşterek olurlar.
14. Sual
soranın nezaketi, alimin de sorana karşı lütufkâ davranması gerekir.[420]
15. Kader
inancı İslam inancının rükünlerinden biridir, bunu inkar eden imandan çıkmış
olur.
16- Bir anlamda içe doğru derinleşmek ve nefs
tezkiyesi demek olan "ihsan" dinin rükünlerinden biridir.[421]
4696...
Yahya b. Ya'mer ile Humeyd b. Abdurrahman'dan, şöyle dedikleri rivayet
edilmiştir:
"Biz Abdullah b.
Ömer'le karşılaş (mış) tık, kendisine kaderden söz açtı (ve kaderi inkar eden
türedilerin) bu mevzuda söyledikleri sözleri anlattık..." (Bu hadisi
Ya'mer ile Humeyd'den nakleden Abdullah b. Büreyde bu rivayetine devam ederek,
hadisin bundan sonraki kısmında bir önceki hadisin) benzerini nakletti.
(Hadisin ravilerinden
Osman b. Gıyas ise bu rivayete bazı cümleler daha) ilave ederek (şöyle) dedi:
Müzeyne yahut Cüheyne
kabilesinden biri (Hz. Peygambere): "Ey Allah'ın rasulü o halde ne diye
amel ediyoruz? (Kendisini bir yazgı) geçmiş olan bir iş için mi yoksa (hakkında
hiç bir yazgı bulunmayan ve) şimdi yeni başlayacak bir iş için mi?" diye
sordu. (Hz. Peygamber de: "Kendisini bir yazgı) geçen bir iş için
(çalışacaksınız)" buyurdu. (Orada bulunan) bir adam yahut da bazı
kimseler: "Öyleyse amel niçin?" diye sordu. (Hz. Peygamber de):
"Cennetlik
olanlar (dünyada) Cennet halkının amelin (i işlemey)e, cehennemlikler de
(dünyada) cehennem halkının amelin (i işlemey)e muvaffak edilecektir."
buyurdu.[422]
Bu hadisle ilgili
açıklama bir önceki hadisin şerhinde geçtiğinden tekrara lüzum görmüyoruz.[423]
4697... Şu
(bir önceki) hadisi (bazı yerlerine) ilave ederek (bazı yerlerini de)
kısaltarak Alkame de Süleyman İbn Büreyde aracılığıyla Ya'mer'den rivayet
etmiştir. (Bu rivayet şöyledir: Yabancı bir yolcu sıfatıyla gelen bir adam Hz.
Peygambere): "İslam nedir" diye sordu. (Hz. Peygamber de):
"Namaz kılmak, zekat vermek haccetmek, ramazan orucunu tutmak ve
cünüblükten dolayı gusetmek" cevabını verdi.
Ebu Davud der ki: Ravi
Alkame Mürciecidir.[424]
4695 Numaralı hadisle
ilgili açıklama bu hadis için de geçerlidir.. Bu hadis-i şerifte sözü geçen
hadisten fazla olarak, "cünüblükten dolayı yıkanma" nın da îslamın
esaslarından olduğu ifade edilmektedir. Nitekim: "Eğer cünüb iseniz boy
abdesti alınız"[425]
ayet-i kerimesi de bunu ifade eder. Her ne kadar musannif Ebu Davud, Alkame'nin
Mürcie olduğunu söylemişse de Buhari ile Müslim onun rivayet edilen hadislere
güvenilebileceğini söylemişlerdir.[426]
4698... Ebu
Zer (r.a.) ve Ebu Hureyre (r.a.)'den rivayet edilmiştir, dediler ki: (Bir gün)
Rasûlullah (s.a.), sahabileri arasında otururken, ansızın yabancı bir adam
çıkageldi. (Hz. Peygamberin kim olduğunu orada bulunanlara) soruncaya kadar Hz.
Peygamberin (orada bulunanların) hangisi olduğunu bilmiyordu.
Bu olaydan sonra biz
Rasûlullah (s.a.)'den kendisine bir yabancının geldiği zaman, kolayca
tanıyabileceği (özel) bir oturma yeri tahsis etmesini istedik. (Bu isteğimizi
kabul etti). Bunun üzerine kendisine çamurdan bir oturacak yer yaptık ta
(toplantılarda) oraya oturur, biz de onun etrafına otururduk. (Hadisin
ravisi), hadisin bundan sonraki kısmında: "Bir adam çıka geldi"
(diyerek sözlerine devam edip) şu (bir önceki hadisin) bir benzerini rivayet
etti ve (gelen adamın) halini anlattı. (Daha sonra rivayetine şöyle devam
etti. Adam:) ... Cemaatin (en alt) tarafından: "Esselamü aleyküm ya
Muhammed, diyerek selam verdi. Peygamber (s.a.) onun selamını adı..."[427]
Bu hadisle ilgili
açıklama 4695 numaralı hadisin şerhinde geçmiştir.[428]
4699... İbn
Deylemî'den (rivayet edilmiştir): Ubeyy b. Ka'b'in yanma varmıştım. Kendisine:
"İçimde kaderle igili bazı şüpheler belirdi. Bana (bu mevzuda) birşey
(ler) anlat. Umulur ki Allah (bu sayede) kalbimden bu şüpheyi giderir"
dedim.
"Eğer Allah
göklerinde ve yerlerinde bulunan halka azab etseydi onlara zulmetmiş
sayılmazdı. Eğer onlara rahmetle muamele etseydi bu (onlar için) amellerin (in
karşılığın) dan daha hayırlı olurdu. Eğer sen Allah yolunda Uhud (dağı) kadar
altın harcasan, kadere iman etmedikçe (kaderde) sana isabet eden şeyin sana
(mutlaka) erişeceğini, (kaderde) sana isabet etmeyen şeyin de sana
erişemeyeceğini bilmedikçe, Allah bunu senden kabul etmez.
Eğer bundan başka bir
inanç üzerinde ölürsen cehenneme girersin" dedi.
Sonra Abdullah b.
Mes'ûd'un yanına vardım. O da (bana) buna benzer sözler söyledi. Sonra Huzeyfe
b. el-Yâman'ın yanına vardım. O da aynı şeyleri söyledi. Sonra Zeyd b. Sabit'e
vardım. O da bana Peygamber (s.a.) den buna benzer sözler nakletti.[429]
İnsanların, kendi
tecrübe ve gayretleriyle bilmeleri mümkün olmayan, ancak Allah'ın ve rasûlünün
bildirmesiyle bilinebilen ibadetler, âhiret ahvali, kaza ve kader gibi mevzularda
sahâbilerin verdikleri bilgiler asla kendi şahsi bilgileri değildir. Mutlaka bu
bilgileri Hz. Peygamberden almışlardır. Binâenaleyh, metinde geçen Übeyy b.
Ka'b'la, Abdullah b. Mesûd ve Huzeyfe b. el-ye-mârTin kader mevzuundaki sözleri
asla kendi şahsî görüşlerini yansıtan sözler değildir. Nitekim Zeyd b. Sabit'in
aynı sözleri, Hz. Peygamberden nakletmesi de bu sözlerin hepsinin kaynağının
Hz. Peygamber olduğunu gösterir.
Bilindiği gibi zulüm,
bir insanın başka birinin hakkına tecavüz etmesidir.
Yerlerde ve göklerde
ne varsa hepsi de Allah'ın olduğundan, hiçbir kimsenin ne kendi varlığı
üzerinde ne de bu varlıklar üzerinde hak iddia etmesi söz konusu
olamayacağından, Yüce Allah'ın varlıklar üzerinde yaptığı tasarruflardan
hiçbirisi zulüm olarak nitelendirilemez. İsterse Öldürür, isterse güldürür,
nârı da nuru da haktır, bize düşen O'nun hükmüne teslim olmaktır. Rahmetle
muamele etmeye hakkı olduğu gibi, ta'zib etmeye de hakkı vardır, Binaenaleyh
haksızlık ve zulüm, başkalarının mülkü ve hakkı üzerinde yapılan tasarruflar
için söz konusudur.
Nasıl ki başkasının
yaptığı bir resmi yırtan veya tahrib eden bir ressam, haksız sayıldığı halde,
kendi yaptığı resmi tahrib eden bir ressam haksız sayılmazsa Allah da kendi
eserleri üzerindeki tasarruflarından dolayı haksız ya da zalim sayılamaz.
İşte metinde geçen:
"Eğer Allah göklerinde ve yerlerinde bulunan halka azâb etseydi onlara
zulmetmiş sayılmazdı" cümlesinin anlamı budur.
Allah mahlukat
üzerinde istediği tasarrufta bulunmak hakkına sahip ve yaptıklarından hiç
kimseye hesap vermek zorunda değilken, kulların menfaatına olanı yapmaya mecbur
olmadığı halde, kimseye zulmetmez ve "kullarına olan rahmeti öfkesinden
fazladır."[430]
Herşeyi daha olmadan
önce bilmiş, nasıl olacaksa öylece tesbit ve takdir etmiştir. Bu ilmi şaşmaz.
Aynı şekilde insanların da dünyaya gelince hür iradeleriyle nasıl hareket
edeceklerini bilip tesbit ve takdir etmiştir. Ancak bu ilim ve tesbit işi
insanların iradesine tâbidir. Yoksa insanlar, bu tesbite tâbi değillerdir. Bir
başka ifadeyle Allah'ın ezelde bilmiş olması insanların onları yapmasını icab
ettirmez. Kul hür iradesiyle yaptığı fiillerden mesul, izdırâri olarak
(mecburen ve iradesi dışında) yaptığı işlerden mes'ül değildir.[431]
4700... Ebû
Hafsa'dan (rivayet edildiğine göre); Ubâde İbn Sâmit (kendi) oğluna: "Ey
oğulcuğum. (Kaderinde) sana isabet eden şeyin (sana ulaşmakta) şaşmayacağını,
(kaderinde) sana isabet etmeyen şeyin de sana erişemeyeceğini (iyice)
bilmedikçe hakiki imânın tadını bulamazsın. (Nitekim, ben) Rasûlullah (s.a.)'ın
(şöyle) derken işittim:
"Allah'ın ilk yarattığı
şey kalemdir. (Yüce Allah kalemi yaratınca) ona: Yaz! emrini verdi. (Kalem):
Ey Rabbim neyi
yazayım, dedi (Yüce Allah'da:)
Kıyamet kopuncaya
kadar (olacak) herşeyin kaderini yaz! buyurdu."
Ey Oğulcuğum! Ben
Rasûlullah (s.a.)'i; "Bundan başka (bir inanç) üzerinde ölen kimse benden
değildir" derken (de) işittim.[432]
Metinde geçen
"Kalem" den maksat, "Onun aslı Leyh . Mahfuzdadır"[433]
âyet-i kerimesinde bahsedilen ve bütün mahlukatın kaderlerini ihtiva eden
levhayı yazan kalemdir.[434]
".„. Kalemler
kaldırılmış, salıifelerin mürekkebi kurumuştur..."[435]
hadis-i şerifinden anlaşıldığı üzere insanların kaderini yazan kalem, bir ya da
iki kalemden ibaret değildir.
Sünnetin delâletinden
anlaşıldığı üzere dört türlü kalem vardır:
1. Bütün
mahlukatın yaratılmasıyla ilgili olan, yani onların kaderini yazan kalem.
Mevzumuzu teşkil eden
hadis-i şerifte kasdedilen kalem, bu olduğu gibi müfessirlerin büyük
çoğunluğuna göre kalem sûresinde geçen "kalem" kelimesiyle kasdedilen
kalem de budur.
2. Adem
(a.s.)'ın ve Âdemoğullarınin kaderini yazan kalem.
3. Anne
karnında bulunan çocuğa ruh üfürüldükten sonra bir meleğin gelip kendisiyle
rızkını, ecelini, amelini, şaki (bedbaht) yahut (bahtiyar) saîd yahut saîd
olacağını yazdığı[436]
kalem.
4. Kişi
bulûğ çağına erdiği andan itibaren, onun amellerini yazmak üzere "Kirâmen
Kâtibin" meleklerinin eline verilen kalem.[437]
Her ne kadar bu
hadis-i şerifte, ilk yaratılan şeyin bütün yaratıkların kaderlerinin kendisiyle
Levh-i Mahfuza yazıldığı kalem, olduğu ifade ediliyorsa da bu Öncelik nisbîdir.
Yani Arş ve suyun dışındaki yaratıklara nisbetledir.
Arş ve su bu kalemden
daha önce yaratılmıştır.[438]
Hatta rüzgarlar da bu kalemden önce yaratılmıştır. Gerçekte ilk yaratılan nûr-i
Muhammedîdir.[439]
4701... Ebu Hureyre
(r.a.). Peygamber (s.a.)'in (şöyle) dediğini haber vermiştir: "Âdem (a.s.)
ile Mûsâ (a.s.) münakaşa etti(ler). Hz. Mûsâ (a.s., H.z Adem'e):
"Ey Adem sen
babamız Ademsin. Bizi zarara uğrattın ve cennetten çıkardın" dedi. Hz.
Âdem de:
"Sen de Musa'sın.
Allah (seninle özel olarak) konuşmasıyla seni seçkin kıldı ve (içerisinde
kadere iman etmenin lüzumunu öğreten) Tevrâtı senin için (kendi) eliyle yazdı.
(Böylelikle Allah'ın) beni yaratmadan kırk yıl önce benim hakkımda takdir
ettiği bir işten dolayı beni kınıyor (mu)sun?" dedi. Bunun üzerine Âdem
(a.s.) Hz. Musa'ya galib geldi."
Ahmed b. Salih (bu
hadisi) Amr yoluyla Tâvus'dan (naklen rivayet etmiştir). Tavus da Ebu
Hureyre'den işitmiştir.[440]
4702... Ömer
İbn Hattâb (r.a.)'dan (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) (şöyle)
buyurmuştur:
"Musa (a.s. Yüce
Allah'a): "Ey rabbim! Bize bizi ve kendisini cennetten çıkaran Âdem'i
göster" diye niyaz etti de yüce Allah Adem'i O'na gösterdi. (Hz. Musa,
Adem a.s.):
"Sen bizim
babamız (olan) Âdem misin?" dedi. Âdem de:
"-Evet!"
cevabını verdi (bunun üzerine Hz. Musa):
"Sen, Allah'ın
kendi ruhundan üfürdüğü ve isimlerin hepsini öğrettiği, meleklere (secde
etmelerini) emredip de onların secde ettiği Âdem (değil mi)sin?" dedi.
(Hz. Âdem de):
"Evet"
cevabını verdi. (Bu sefer Hz. Mûsâ):
"Bizi ve kendini
Cennetten çıkarmana seni zorlayan (sebep) ne idi?" diye sordu. Hz. Âdem
de:
"Sen
kimsin?" dedi. (Hz. Mûsâ): "-Ben Musa'yım" dedi. (Bunun üzerine
Hz. Âdem):
"Sen İsrailoğuIIarımn
peygamberlerinden, Allah'ın araya kendi yaratıklarından, bir elçi koymaksızın
kendisiyle perde arkasından konuştuğu peygamber (değil mi)sin?" dedi.
(Mûsâ aleyhisselâm da):
"Evet!"
cevabını verdi.
(Âdem): Sen bunun ben
yaratılmadan önce Allah'ın Kitabında daha önceden takdir edilmiş olduğuna dair
(bir bilgiyi sana gelen vahiyler arasında) bulmadın mı? dedi.
(Musa:) Evet, dedi.
(Bunun üzerine Hz. Âdem: Öyleyse) hakkımda daha önceden Yüce Allah'ın takdir
edilmiş hükmü bulunan birşey hususunda beni nasıl kınarsın?" dedi.
(Rasûllullah (s.a.)
sözlerine devam ederek):
"Adem, Musa'ya
galib geldi. Adem Musa'ya galib geldi. Allah'ın selâmı ikisinin de üzerine
olsun" buyurdu.[441]
Hz. Mûsâ ile Hz.
Âdem'in bu münakaşası, semâda olmuştur. Ruhları semada karşılaşmış ve
aralarında bu münakaşa cereyan etmiştir.
Münakaşa konusu ise,
Hz. Âdem'in Cennette iken yenmesi kendisine yasaklanmış olan buğdaydan yiyerek.
Cennetten kovulmaya ve dolayısıyla bütün insanların cennetten uzak kalmasına
sebep olmasıdır.[442]
Hz. Mûsâ, Hz. Adem'e
bunun hesabını sormuştur. Hz. Âdem de bunun, kendi yaratılmasından kırk sene
Önce Levh-ı Mahfuza yazıldığını, binâenaleyh işlenmesi, kendi yaratılışından
kırk sene evvel yazılmış olan bir hadiseyi, işlemiş olmaktan dolayı kullar tarafından
hesaba çekilmesinin doğru olamayacağını söyleyerek kendisini savunmaktadır.
Bu münakaşanın Hz.
Musa'nın sağlığında yapılmış olması da mümkündür. Nitekim Kâdi Iyâz'in
açıklamasına göre Hz. Muhammed'in sağlığında İsrâ gecesinde Beyt-i Makdis'de bir
araya gelip onlara namaz kıldırdığı gibi Hz. Musa'nın da Hz. Adem'le bu
münakaşayı sağlığında yapmış olması mümkündür.
Görüldüğü gibi Hz.
Adem bu münakaşada Cennetten çıkmasına sebep olan hatanın kendi yaratılışından
kırk sene önce takdir edildiğini söylemiştir. Hz. Adem'in söylediği bu
takdirden maksad, kader değildir. Söz konusu hadisenin Levh-ı Mahfuza yazılması
olayıdır. Çünkü Allah'ın'7 takdiri, ezelî olduğundan kader için "kırk sene
önce" gibi bir başlangıç göstermek mümkün değildir. Bütün ravilerin
ittifakiyle bu münakaşada davayı kazanan Âdem aleyhisselâm olmuştur.
Hattâbî'ye göre
"Hz. Âdem'in, Hz. Musa'ya galebesi Hz. Musa'nın onu kınamaya hakkı
olmaması noktasındadır. Çünkü hiç kimsenin bir rabb tavrıyla diğer bir kulu
günahından dolayı kınamaya hakkı yoktur. Bu hakk Allah'a aiddir".
Aliyyu'l-Kâri'ye göre
"Hz. Adem'in galip geldiği nokta Allah'ın ezeli ilminin şaşmayacağı
noktasıdır"[443]
Binâenaleyh her ne
kadar insanlar, kaderlerini göstererek Allah'a karşı kendilerini
savunamazlarsa da insanların biribiıierini Allah'a karşı olan günahından dolayı
muahezeye de haklan yoktur.
Bu bakımdan;
"kulların günahına bir rabb bakışıyla bakmayınız, ancak onlara bir kul
tavrıyla bakınız" buyurulmuştur.[444]
Ayrıca Âdem (a.s.)'ın
bu münakaşada haklı olmasının bir yönü de Musa (a.s.)'ırı O'nu Allah
tarafından affedilmiş olan bir günahından dolayı hesaba çekmiş olmasıdır.
Elbette Allah'ın affettiği bir günahtan dolayı, bir kulu hesaba çekmeye ya da
kınamaya kimsenin hakkı ve saîahiyyeti yoktur.
Bu konuda İbn Teymiyye
de şunu söylemiştir: Kader, ayıplarda değil, musibetlerde delil getirilir. (İbn
Kayyım, Şifâu'1-Alîl, s. 185) Yani kul, kendisine isabet eden bir musibet
neticesinde (meselâ) organlarından birini kaybetmek gibi bir arıza ile
karşılaştığı zaman, kaderi delil getirerek, "benim yazgım bu"
diyebilirse de, kendi iradesiyle şirk koşması, Allah'a isyan etmesi gibi
hallerde kadere sığınamaz.
Netice olarak şunu
söyleyebiliriz ki; insanlar kaderlerini ileri sürerek kendilerinin Allah
katında günahlarından sorumlu olmamaları gerektiğini iddia edemezler.
Ehl-i sünnet
ulemasının görüşü budur.
Metinde geçen
"Allah'ın eli" kelimesi izaha muhtaçtır. Bütün sıfat hadislerinde
olduğu gibi, burada da iki vecih vardır. Birinci veçhe göre, bu kelime
müteşabihtir. Allah Teâlâ'nın bizim gibi eli yoktur. Yed'i vardır. Biz ancak bu
kadarına iman eder, keyfiyetini Allah'a havale eyleriz. İkinci veçhe göre
buradaki "yed" kelimesi kudret diye te'vil olunur.[445]
Metinde geçen
"Allah konuşmasıyla seni seçkin kıldı" sözüyle "Ve Allah Mûsâ
ile konuşmuştu"[446]
ayeti kerimesine, "kendi ruhunu üfürdüğü" cümlesiyle de "... Ona
ruhumdan üflediğim zaman"[447]
ayetine; "Bizi Cennetten çıkardın..." cümlesiyle, "Biribirinize
düşman olarak inin, sizin yeryüzünde kalıp bir süre orada yaşamanız lazımdır..."[448]
âyeti kerimesine, "İsimlerin hepsini öğrettiği ve meleklerin secde
ettiği..." cümlesiyle de "Âdeme isimlerin tümünü öğretti"[449]
ayetiyle "Meleklere: Âdem'e secde edin"[450]
ayetine işaret vardır. Bu ayetlerin geniş açıklaması için tefsir kitaplarına
müracaat edilebilir.[451]
4703...
Müslim b. Yesâr el-Cüiıenî'den (rivayet edildiğine göre) Ömer b. Hattab'a şu:
"Hani rabbin Âdemoğullarının sulbünden (soylarını) çıkarmıştı.,."[452]
(mealindeki) ayeti sorulmuş ta Ömer (r.a.) şöyle demiş:
"Ben bu ayetin Rasûlullah
(s.a.)'e de sorulduğunu işittim. Rasûlullah (s.a.).(bu soruya şöyle) cevap
verdi:
"Muhakkak ki Azız
ve Celîl olan Allah, Adem'i yarattı. Sonra sağ (el)iyle sırtını sıvazlayıp
ondan zürriyeti(ni) çıkardı ve Şunları Cennet için yarattım; cennet ehlinin
amelini işleyecekler, buyurdu. Sonra (tekrar) Âdem'in sırtını sıvazlayıp ondan
zürriyeti(ni) çıkardı ve: Bunları cehennem için yarattım, cehennem halkının
işlerini yapacaklar, buyurdu" (Orada bulunan) bir adam:
"Ey Allah'ın
elçisi! (O halde) amel niçin?" diye sordu. Allah rasûlü (s.a.) (şöyle)
buyurdu:
"Aziz ve Celil
olan Allah, kulu cennet için yaratınca ona cennet halkının amelini işletir ve
nihayet (o kul) cennet halkının amellerinden bir amel üzerinde ölür de onu
bununla cennete sokar.
Kulu cehennem için
yaratınca ona da cehennem halkının amelini işletir. Nihayet kul, cehennem
halkının amellerinden bir amel üzerinde ölür. Bununla onu cehenneme
koyar."[453]
4704...
Nuaym b. Rabia'dan demiştir ki: "Ömer b. el-Hattâb (r.a.)'nın yanında
idim.." (Nuaym sözlerine devam ederek) Şu (bir önceki) hadisi rivayet
etmiştir. Ancak (bir önceki) Malik hadisi bundan daha ayrıntılıdır.[454]
Hadis-i şerifte,
cehennemliklerden önce cennetliklerden bahsedilmesi Allah'ın rahmetinin
gazabına gâlib olduğunu ifade eden hadis-i şerife[455]
işaret vardır.
Allah'ın Adem
aleyhisselâmın sulbünden cennetlikleri sağ eliyle çıkardığı ifade edildiği
halde cehennemlikleri hangi elle çıkardığı belirtilmemiştir. Çünkü sağ el,
hayırlı işler için kullanılır. Sol el ise, hayırdan uzak işler için kullanılır.
Bu sebeple Hz. Peygamber, cennetliklerin Hz. Adem'in sulbünden sağ elle
çıkarıldığından bahsetmiş, fakat kâfirlerin sol elle çıkarıldığını teeddüben
zikretmemiştir.[456]
Hadis-i şeriften
anlaşıldığı üzere Allah, kimlerin cennetlik, kimlerin cehennemlik olacağını
ilm-i ezelîsiyle bilmiş ve takdir etmiştir. Bu ilim ve tesbit, şaşmaz, aynısı
çıkar. Ancak kulların, cennetlik ya da cehennemlik olmaya sebep olacak
amelleri işlemeleri kendi iradeleri dışında değildir. Allahü Teâlâ kimin cennet
ehlinin amelini işlemek niyyetinde olduğunu, kimin de cehennem ehlinin amelini
işlemek niyyetinde olduğunu, bildiği için onların yapmak niyyetinde oldukları
ameleri kendilerine kolaylaştırır ve ellerinde halkeder. Neticede cennet
ehlinin ameli üzerinde ölen cennetlik ve cehennem halkının ameli üzerinde Ölen
de cehennemlik olur. Şurasını da unutmamak lazımdır ki cennete girenleri,
cennete sokan, sadece amelleri değildir. Bir başka ifadeyle, bu amelleri
cennete girmeleri için yeteri değidir. Allah'ın lütfü olmadıkça amelleriyle
cennete giremezler. Öyleyse cennete girmeleri Allah'ın lütfü sayesinde olur.
Amelleri sayesinde cennetteki dereceleri artar, devamlı olarak Allah'a kul
olma niyetini taşıdıkları için de cennette ebedi olarak kalma hakkını kazanırlar.
Cehennemliklere
gelince, bunlar oraya Allah'ın zorlaması, mecbur etmesi ile girmezler. Ancak
iradelerini kötü yolda kullandıkları ve kötü ameller işledikleri için Allah'ın
onların elinde kötü ameller yaratması ile girerler. Öyleyse kafirler cehenneme
girerken lütfuyla değil de adaletle muamele görerek girerler. Cehennemin en alt
ve en üst derecelerine atılmaları ise, yine dünyadaki amellerine bağlıdır.
Cehennemde ebedi olarak kalmalarının sebebi de ebedi olarak isyan etme
niyyetini taşımalarıdır. Öyleyse kafirler cehenneme girerken lütfuyla değil de
adaletle muamele görerek girerler. Cehennemin en alt ve en üst derecelerine
atılmaları ise, yine dünyadaki amellerine bağlıdır. Cehennemde ebedi olarak
kalmalarının sebebi de ebedi olarak isyan etme niyyetini taşımalarıdır.
Öyleyse önemli olan kişinin cennet ehlinin ameli üzere ölmesidir.[457]
Hadis-i şerifte
sözkonusu edilen Allah'ın Adem (a.s.)'m zürriyetini sulbünden çıkarıp onlarla
konuşması konusunda iki görüş vardır:
1- Aslında
Allah, züniyetleri, Âdem Aleyhisselamın sulbünden çıkarıp onlarla konuşmuş ve
ahid almış değildir. Fakat Allah'ın dünyada hidayete vesile olacak dalâletten
koruyacak bütün delilleri yaratıp onların gözünün önüne sermesi, delalet
bakımından onlarla konuşması gibi kuvvetli olduğundan böyle tasavvur ve ifade
edilmiştir. Ancak bu görüş zayıftır. Zemahşeri ile Ebu Hayyan ve Ebu's-Suud
efendi bu görüştedirler.
2- Gerçekten
Allah bu nesilleri metinde anlatıldığı şekilde çıkarıp kendilerinden:
"Ben sizin rabbiniz değil miyim?" demiş. Onlar da: "Evet
Rab-bimizsin" demişler, Allah'a kul olarak yaşayacaklarına söz vermişler.
Hepsi de verdikleri bu söze şahid olmuşlardır. Kuvvetli olan görüş de budur.[458]
4705...
Übeyy b. Ka'b'dan (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) (şöyle) buyurmuştur:
"Hızır'ın
öldürdüğü çocuk (yaşarsa) kafir olarak (yaşamayı tercih edecek diye)
yaratıl(mış)tı. Eğer yaşasaydı, azarak ve küfr ederek anne ve babasının kanını
dökecekti."[459]
4706...
Übeyy b. Ka'b (şöyle) dedi: Ben Rasûlulullah (s.a.)'ı: "Oğlana gelince,
onun anne ve babası mü'min idi..."[460]
ayeti hakkında: ("Bu çocuk) yaratıldığı^gün (eğer yaşarsa) kafir olarak
(yaşamayı tercih edecektir, diye)yaratılmışti" derken işittim.[461]
4707... Übeyy
b. Ka'b, Rasûlullah (s.a.)'ın (şöyle) buyurduğunu söylemiştir; "Hızır;
çocuklarla oynayan bir oğlan
gördü ve (tutup)
başını kopardı. Bunun üzerine Musa; "Temiz bir canı öldürdün ha?"[462] dedi."[463]
Bu hadis-i şerifler,
Hızır aleyhisselamın, öldürdüğü çocuğun kaderinin ilm-i ezelide belirlenip Levh-i
Rfrahfuza kaydedildiğini bu kadere göre çocuğun yaşadığı takdirde, kafir olup
anne ve babasını da küfre zorlayıp onların da kanma gireceğini, Allah'ın bu
durumu bir sır olarak Hızır aleyhisselama bildirdiği için Hızır aleyhisselamın
bu çocuğu öldürdüğünü ifade etmektedirler.
Binaenaleyh, her
insanın, hayatı boyunca yapacağı bütün işler, Allah tarafından ezelde bilinip
tesbit edilmiştir. Bu tesbite "kader" denir. Hadis-i şerif, kaderin
İslam inancının rükünlerinden olduğuna açıkça delâlet etmektedir. Hadisin bab
başlığı ile ilgili olan kısımları da burasıdır.
Ancak burada, akla
şöyle bir itiraz gelebilir. Henüz günahı sabit olmamış bir çocuk Ledün ilmine
mazhar bir kimse tarafından katledilmesini mubah kılan bir günahı işleyeceği
bilindiği için öldürülebilir mi?
Büyük müfessir
Fahrüddîn-i Razi'nin beyanına göre; Eğer böyle bir bilgi veya zann-ı galib
Allah'ın vahyi ile te'yid edilmişse öldürülebilir." Nitekim: "isjg$k
ki rableri onun yerine kendilerine daha temiz, daha merhamet|[fcirini
versin."[464] âyet-i kerimesi
Allah'ın, o çocuğun kötü alabetini Hızır (a.s.)'a bildirdiğine ve bu çocuğu
öldürdüğü takdirde yerine hayıjroir evlat vereceğini vahyettiğine delalet
etmektedir.[465]
BuAırum Hızır
Aîeyhisselamm da Hz. Musa gibi vahye ve Ledün il-mip#'mazhar bir peygamber
olduğunu gösterir.
Mxx hadis-i şerif ile
"Her çocuk fıtrat üzere doğar..." mealindeki '14 numaralı hadis
arasında bir çelişki yoktur. Çünkü bu ikinci hadis, ıer çocukta İslamı kabul
etme kabiliyyetinin bulunduğunu ifade etmektedir. Fakat, harici sebepler bu
kabiliyyeti zamanla köreltebilir. Hızır (a.s.)'ın öldürdüğü çocuğun bu duruma
düşeceği onun tarafından kesin olarak biliniyordu.
Hızır Aleyhisselama
lütfedilmiş olan Ledünn ilminden maksat "ilmül-guyub ve esrar-i ulum-i
hafiyyedir."
Bir başka ifadeyle:
"Hz. Musa'nın ilmi marifet-i ahkam ve zahir ile if-ta. Hızır'ın ilmi ise
bevâtın-ı umura marifet idi.
Hasılı ilm-i ledünni,
cehd-i fikrî ile istihsal olunamayıp taraf-i haktan mevhibe-i mahza olan bir
kuvve-i kudsiyyenin tecellisidir. Eserden müessire, vicdandan vücuda doğru
giden bir ilim değil, müessirden esere, vü-cuddan vicdana gelen evveli bir
ilimdir..."[466]
Birçok ulema bazı
hadislerle ve; "senden önce hiç bir insana ebedîlik vermedik."[467]
ayet-i kerimesiyle ve diğer aklî ve naklî delillerle istidlal ederek Hızırın
vefat ettiğini söylemişlerdir. Ebu Hayyan ise, bunun cumhurun görüşü olduğunu
kaydetmiştir. İbn Salah ve Nevevî gibi, zevat-i kiram ise Hızır'ın hayatı
hakkında meşayihin icmaını nakletmişler, fakat ta'kib (görüşleri tenkid ve red)
olunmuşlardır.[468]
Tacüddin İbn Ataullah
el-İskenderi ise bu konuda şöyle diyor: Hızır'ın hayatta olduğuna dair tasavvuf
ulemasının icmai vardır ve evliyanın Hizırla kavuşup görüştüklerine dair olan
rivayetler tevatür derecesine ulaşmıştır.[469]
Bediuzzeman hazretleri
bu hususta şunları söylemiştir:
“Hz. Hızır ve İlyas
aleyhimesselam hayattadırlar. Yani bir vakitte pek çok yerlerde bulunabilirler.
Bizim gibi beşeriyet levazimatıyla daimi mukayyet değillerdir. Bazan
istedikleri vakit bizim gibi yerler içerler, fakat bizim gibi mecbur
değillerdir.
Tevatür derecesinde
ehl-i şühud ve keşif olan evliya'nın Hz. Hızır ile maceraları bu tabakatı
hayatı tenvir ve isbat eder. Hatta makamat-ı velayette bir makam vardır ki
"Makam-Hızır" ta'bir edilir. O makama gelen veli, Hızır'dan ders alır
ve Hızır ile görüşür, fakat bazan o makam sahibi yanlış olarak ayn-ı hizır
telakki olunur."[470]
Ancak hem delillerinin
kuvveti, hem bu kanaatte olan ilim adamlarının tahkik ehli oluşu dolayısıyla
Cumhurun kanaati daha kuvvetlidir.[471]
4708... Abdullah
İbn Mes'ud'dan rivayet edildiğine göre; doğru olan ve doğruluğu (Allah
tarafından) tasdik edilmiş olan Rasûlullah (s.a.) (şöyle) buyurmuştur:
"Birinizin yaratılış (maddesi) annesinin karnında kırk günde tamamlanır.
Sonra (yaratılış maddesi olan bu nutfe yine) bu şekilde (bu kırk günlük süre
içerisinde) kan pıhtısı halini alır. Sonra (yine) bu şekilde bir çiğnem (et)
haline gelir (Bu kırkar günlük üç merhaleden) sonra ona bir melek gönderilir.
(Bu meleğe) dört cümle (yi yazması) emredilir. Bunun üzerine (melek bu
çocuğun) rızkını, ecelini, amelini, bedbaht mı, bahtiyar mı olacağını yazar.
Sonra ona ruh üfürür... Muhakkak ki biriniz cennet ehline ait emelleri işler, o
kadar ki cennetle kendi arasında nihayet bir arşın yahut da bir arşın kadar (bir
mesafe) kalır. Fakat (hakkındaki) yazgı önüne geçer de cehennem ehlinin amelini
işler ve cehenneme girer.
Yine biriniz cehennem
ehline ait amelleri işler, o kadar ki cehennemle kendi arasında bir arşın ya
da bir arşın kadar (bir mesafe) kalır. Fakat (hakkındaki) yazgı önüne geçer.
Bunun üzerine cennet ehlinin amelini işler ve cennete girer."[472]
Nutfe: Meni demektir.
Saîd . jman saadetine
eren bahtiyar kişidir.
Şaki: Aksine İman
saadetini tatmayan bedbaht kimsedir.
Hadisin zahiri gösteriyor
ki insan, anne karnında kırkar günlük üç devre kaldıktan sonra Allah, ona ruh
üfürmek için bir melek gönderir. Bu devrelerin toplamı dört ay eder. Dört aydan
sonra anne karnındaki cenine melek tarafından ruh üfürülür. Doğduğu zaman yiyip
içeceği rızkı, eceli, ameli, şaki mi yoksa said mi olacağı yazılır. İşte
mukadderat denilen şeyler bunlardır. Hadis-i şerif sarahaten kaderi isbat
etmektedir.
Yalnız Rasûlullah
(s.a.) bu hadiste nadiren meydana gelen halleri beyan etmektedir. Bu haller
ömür boyunca cennete girmeye sebep olan amelleri işleyip, sonunda cehennemlik
olmak ve ömrü boyunca cehenneme girmeyi mucib ameller işleyip sonunda cennete
girmektir. Teâlâ Hazretlerinin lutf-u keremine nihayet olmadığı için birçok
insanlar ölümlerine yakın serden hayra dönerler. Hayırdan şerre dönenler ise,
pek nadir görülür. Rasûlullah (s.a.) bu halleri arşınla temsil buyurmuştur.
Yani ölümüyle ahiret arasında o kadar az zaman kalmıştır ki, bu kimse ile
varacağı yer arasında sadece bir arşın mesafe kalmasına benzer. Ekseri
hallerde ise insanlar, amellerine göre dünyadan giderler.[473]
İnsanoğlunun yaradılış
safhaları Kur'an-i Kerim'de meâlen şöyle beyan buyuruluyor:
"Andolsun ki biz
insanı (Adem'i) çamurun özünden yarattık. Sonra Âdem'in neslini muhkem ve sağlam
bir yerde (rahimde) az bir su yaptık. Daha sonra o suyu kan pıhtısı haline
getirdik. Bundan sonra da kan pıhtısını bir parça et durumuna koyduk. Bunun
sonunda et parçasını insan iskeleti haline soktuk. Bunun ardından da kemiklere
et giydirdik. Daha sonra ona başka bir yaratılış (ruh) verdik. Bu sebeple bak!
Şekil verenlerin en güzeli olan Allah'ın şanı ne yücedir!"[474]
4700 numaralı hadisin
şerhinde de açıkladığımız gibi insanın dört türlü yazgısı vardır, Bu hadis-i
şerifte sözkonusu edilen bunlardan sadece birisidir.[475]
4709... İmran
b. Husayn'dan rivayet olunmuştur, dedi ki: Rasûlullah (s.a.)'a: "Ey
Allah'ın Rasulü, cennetliklerin cehennemliklerden ayrılacağı belirlenmiş
midir?" denildi. (Rasulü Ekrem):
"Evet"
cevabını Verdi. (Soruyu soran kimse bu defa şöyle) dedi: "Öyleyse amel
edenler neye amel ediyorlar?"
(Fahr-i kâinat
Efendimiz bu soruya da şöyle) cevap verdi: "Herkes yaratıldığı şeye
erişmeye muvaffak edilir,”[476]
Bu hadisi şerifle
ilgili açıklama 4694 numaralı hadisin şerhinde geçmiştir.[477]
4710... Ömer
ibn el-Hattab (r.a.)'dan (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
"Kaderiyyecilerle
birlikte oturmayınız ve (adaletin tecellisi için davanızı) onlara götürmeyiniz.
(Yahut da onlarla münakaşaya önce siz başlamayınız)."[478]
Alkame'nin
açıklamasına göre metinde geçen "La tüfatihûhum" kelimesi iki manaya
gelmektedir:
1- Davanızı
onların mahkemelerine götürmeyiniz. Nitekim "Feteha" kelimesi şu
ayet-i kerimede de bu manada kullanılmıştır: "... Ey Rabbimiz, bizimle kavmimizin
arasın (daki iş) i gerçekle açığa çıkar...”[479]
2- Onlarla
münakaşaya siz başlamayınız.
Bu cümlenin
"onlarla selamlaşmaya siz başlamayınız." anlamına geldiğini
söyleyenler de vardır. Bu hadis-i şerife bakarak ehî~i sünnet uleması kadere
imanın İslam inancının bir rüknü olduğunda ve kader konusunda münakaşaya
girişmenin haram olduğunda icma etmişlerdir.[480]
Kaderriyyeciler
hakkında 4691 numaralı hadisin şerhinde gereken açıklama yapıldığından burada
tekrara lüzum görmüyoruz.
Bu hadisin bir benzeri
4720 numarada tekrar gelecektir, inşaallah.[481]
4711... İbn
Abbas'dan (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.)'e hü'şrik çocukları (nın
âhiretteki durumu) sorulmuş ta: "Allah onların dünyada yaşadıkları takdirde)
ne yapacak olduklarını en iyi bilendir" buyurmuş.[482]
4712... Aişe
(r.a.)'den (rivayet edilmiştir): Dedi ki: Ben (Hz. Peygambere) i "Ey
Allah'ın rasulü mü'minlerin çocukları (nın âhiretteki durumu nedir; onlar
cennetlik midirler yoksa cehennemlik midirler)? diye sordum da: "Onlar
babalanndandır" buyurdu.
"Ey Allah'ın
rasulü amelsiz olarak mı (babalarıyla birlikte cennete ya da cehenneme
gidecekler)?" dedim.
"Allah onların
(dünyada yaşadıkları takdirde) nasıl amel edeceklerini en iyi bilendir"
buyurdu. Bunun üzerine: "Ey Allah'ın rasulü, müşrik çocuklarının
âhiretteki durumu nedir)?" dedim.
"Onlar
babalarındandır" cevabını verdi.
"Amelsiz
oldukları halde mi?" dedim.
"Allah onların
(dünyada yaşadıkları takdirde) nasıl amel edeceklerini en iyi bilendir"
buyurdu.[483]
Hattabi (r.a.)'in
açıklamasına göre (4711) numara hadis-i şerifte Hz. Peygamber, müşrik çocuklarının
âhiretteki durumunu Allah'dan başka kimsenin bilemediğini söylemek istememiş
ve bu hususta kendisine yöneltilen soruya da cevap vermekten de kaçınmamıştır.
Bilakis Hz. Peygamber
bu sözleriyle; "Allah küçükken ölen kafir çocukları, babalan gibi
cehennemliktirler. Çünkü Allah, yaşadıkları takdirde babaları gibi amel
edeceklerini bildiğinden onları cehennemine koyacaktır" demek istemiştir.
Hattabi (r.a.) bu sözleriyle müşrik çocuklarının babalan gibi cehennemlik
olduklarını ve bu hadis-i şerifin bunu ifade ettiğini, söylemek istemiş, sonra
sözlerine devam ederek 4712 numaralı hadis-i şerifin de bu manayı te'yid
ettiğini ifade etmiştir.
İmam-ı Nevevi'nin
açıklamasına göre: İslam ulemasının çoğunluğu müslüman çocuklarının cennetlik
olduklarına ve orada ebediyyen çocuk olarak kalacaklarına hükmetmişlerse de,
bazıları Hz. Aişe'nin rivayet ettiği: "Bir çocuk öldü de ben Ne mutlu
ona, cennet serçelerinden bir serçe, dedim. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.):
Bilmez misin ki Allah cennetle cehennemi yaratmış, ona da buna da girecek
kimseler yaratmıştır, buyurdu" mealindeki 4713 numaralı hadise bakarak bu
konuda hiçbir hüküm vermeden susmayı tercih etmişlerdir. Kurtubi ile İbn
EbiZeyd de bu görüştedirler. Ancak Peygamber çocuklarının cennetlik
olduklarında ittifak yardır.
Müşrik çocuklarının
babaları gibi cehenneme gideceklerini kabul edenlere göre. Hz. Peygamberin, Hz.
Aişe'yi ölen çocukların cennetlik olduğunu söylemesini nehyetmekten maksadı,
Hz. Aişe'nin sözünün yanlış olduğunu ifade etmek değil, ona bu hususta sağlam
bir delile dayanmadan konuşmakta acele etmesinin doğru olmadığını ihtar
etmektir.
Bu görüşte olanların
diğer bir delilleri de Abdullah İbn Ahmed'in, Müsned üzerine yazdığı
"Ziyâdât" isimli eserinde Hz. Ali'den merfu olarak rivayet ettiği
Peygamberin: "Müslüman çocukları cennette, müşrik çocukları da
cehennemdedir" buyurup sonra: "Onlar ki inandılar, zürriyetleri de
imanda kendilerine uydu...." (Tûr (2), 21) mealindeki âyeti okuduğunu
ifade eden hadis-i şeriftir.[484]
İbn Hacer
el-Askalânî'nin açıklamasına göre İslam uleması müşrik çocuklarının âhiretteki
durumları hakkında ihtilâf etmişlerdir. Bu mevzuda-ki görüşleri şu şekilde
özetlemek mümkündür:
1- Bu
çocukların durumu Allah'ın iradesine bağlıdır. İsterse onları cehenneme atar,
isterse cennetine koyar. İki Hammad ile İbnü'l-Mubarek ve îshak bu
görüştedirler. Beyhaki, İmam-ı Şafii'nin de bu görüşte olduğunu söylemiştir.
Delilleri ise mevzuumuzu teşkil eden hadiste geçen: "Allah onlrın nasıl
amel edeceğini en iyi bilendir" mealindeki hadistir. (Cebriyeciler de bu
görüştedir).
2-
Babalarının durumuna tabidirler. Binaenaleyh müslümanların çocukları,
cennetlik, kafirlerin çocukları da cehennemliktir. Haricilerden
"Erakiyye" kolu bu görüştedir. Delilleri ise; "Rabbim yeryüzünde
kâfirlerden tek bir kişi bırakma"[485]
ayet-i kelimesidir.
Fakat bu ayetin sadece
Nuh aleyhisselamın kavmine ait olduğu, Hz. Nuh, kavminin kalanlarından hiçbirinin
kendisine iman etmeyeceğine dair vahy aldığı için çoluk çocuk ayrımı yapmadan,
böyle kavminden kendine tabi olmayanların tümüne beddua ettiği gerekçesiyle bu
görüş tenkid edilmiştir. "Onlar babalarındandır."[486]
hadisi ise harbilerin çocukları hakkında olduğundan bu hadis-i şerifle de
Ezrakiyye'nin görüşünü destekleyen bir mana yoktur.
3- Onlar
cennet ile cehennem arasında bir yerde kalırlar.
4- Cennet
ehline hizmet ederler. Gerçekten Ebu Davud et-Tayalisî bu mealde bir hadis
rivayet etmişse de bu hadis zayıftır.
5- Toprak
olup giderler. Sumame İbn Eşres bu görüştedir.
6-
Cehennemdedirler. Kadı Iyaz bu görüşün İmam-ı Ahmed'e ait olduğunu söylemişse
de, İbn-i Teymiye, Kadı Iyaz'i tenkid ederek bu görüşün İmam-t Ahmed'e ait
olmayıp, onun bazı arkadaşlarına ait olduğunu söylemiştir. (Bu görüşte
olanların delili ise 4717 numaralı hadis-i şeriftir)
7- Onlar
önlerinde yakılan bir ateşe atlamakla imtihan edilirler. Ateşe atlayanları ateş
yakmaz. Cennete giderler. Atlamayanlar da cehennemlik olurlar.
Bezzar'ın Enes ve Ebu
Said'den Taberânî'nin de Muaz İbn Cebel'den rivayet ettiği bir hadis-i şerif bu
görüşü teyid etmektedir.
"Her ne kadar
ahirette imtihan yoktur" diyerek bu görüşü tenkid edenler olmuşsa da
kendilerine: "Sizin dediğiniz husus cennete ya da cehenneme girmiş
olanlar için geçerlidir, girmemiş olanlar için değil" diye cevap
verilmiştir.
Nitekim;
"Baldırların açıldığı ve secdeye davet edildikleri gün (secde)
edemezler." (Kalem (68), 42) ayeti de buna delalet eder.[487]
8-
Cennetliktirler. (Delilleri ise İsra suresinin onbeşinci âyetidir) İmam-ı Ebu
Hanife de müşriklerin çocukları hakkında bir şey diyemeyip tevakkuf etmiştir.[488]
Delili ise 4713 numaralı hadis-i şeriftir. İbn Ha-cer'in açıklamasına göre , en
sıhhatli görüş onların da cennetlik olduğunu kabul eden görüştür.[489]
4713...
Müminlerin annesi Hz. Aişe'den rivayet edilmiştir: Dedi ki: Peygamber (s.a.)e
(cenaze) namazını kılması için ensardan bir çocuk getirildi. Ben de (çocuğun
cenazesini görünce) "Ey Allah'ın Rasulü! Ne mutlu! Bu çocuğa bir kötülük
işlemedi. Kötülükten haberi de olmadı" dedim. Bunun üzerine (RasûluUah
(s.a.):
"Ey Âişe (belki
gerçek) böyle değildir. Muhakkak ki Allah cenneti yarattığı gibi cennetlikleri
de yarattı. Cenneti onlar babalarının bellerinde iken onlar için yarattı.
Cehennemi yarattı, cehennemlikleri de yarattı, cehennemi onlar (daha)
babalarının bellerinde iken onlar için yarattı" buyurdu.[490]
Bu Hadis Müslim'in
Sahih'inde: "Ya Rasûlullah, ne mutlu bu çocuğa! Sanki cennet serçelerinden
bir serçe" anlamına gelen lafızlarla rivayet edilmiştir.
Hz. Aişe, bu çocuğu,
günahsız olduğu için ve bir de cennete girerek kuş gibi cennetten istediği yere
uçup konabileceğine inandığı için serçeye benzeterek onun hakkında
"cennet serçelerinden bir serçe" tabirini kullanmıştır.
Aliyyu'1-Kari
(r.a.)'ye göre bu teşbih bir "teşbih-i beliğdir"
Her ne kadar bazıları
"cennette kuş yoktur" diyerek Aliyyü'1-Kari (r.a)'nin bu görüşünü
reddetmişlerse de bu itiraz, "Cennette deve kuşları gibi kuşlar
vardır."[491] hadis-i şerifleri ve
"canlarının çektiği kuş etleri..."[492]
ayet-i kerimesiyle reddedilmiştir.[493]
Binaenaleyh çocuklar dünyada istedikleri yere girmekte serbest oldukları gibi,
ahirette de istedikleri yere girip çıkarlar. Yeşil cennet bahçelerinde
eğleşirler. Kadı Iyaz'm açıklamasına göre, mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i
şerif, insanın cennete girmesinin kendi amelleriyle mümkün olmadığına, cennete
girebilmek için Allah'ın lütfunun bulunmasının şart olduğuna delâlet
etmektedir.
Bu bakımdan kafir
çocuklarının cennetlik mi cehennemlik mi oldukları konusunda kesin bir şey
söylemek doğru değildir. Evla olan bu konuda sükût etmektir. Nitekim İmam Ebu
Hanife (r.a.) de bu hadis-i şerife bakarak bu konuda susmayı tercih etmiştir.
Nevevi'nin
açıklamasına göre, Hz. Peygamberin bu konuda mütereddid davranması, müslüman
çocuklarının âhiretteki durumları hakkında kendisine bir vahy gelmediği
dönemlere rastlamaktadır.
İbn Hacer'e göre buluğ
çağına ermeden ölen müslüman çocukları da kâfir çocukları da cennettedir.[494]
4714... Ebu
Hureyre'den (rivayet edildiğine göre); Rasûlullah (s.a.) "Her çocuk
(İslam) fıtrat(ı) üzere doğar. Sonra anne ve babası onu yahudileştirir ve (ya)
hristiyanlaştırır. Tıpkı devenin, bütün organları tam bir yavru dünyaya
getirdiği gibi (devenin dünyaya getirdiği bu yavrunun) vücudunda kesik bir
organ görebiliyor musunuz?" buyurmuş, (orada bulunanlar):
"Ey Allah'ın
rasulü küçükken ölenler hakkında ne buyurursunuz?" demişler (Hz.
Peygamber de:)
"Allah
(yaşadıkları takdirde onların) ne işleyeceklerini en iyi bilendir"
cevabını vermiş.[495]
4715... Ebu
Davud der ki (bir önceki hadis) Haris b. Miskin'e okundu. Ben de dinliyordum.
Kendisine "Yusuf b. Vehb rivayet etti." (ve şöyle) dedi: "Ben,
Malik' e nevalarına tabi olan kimseler (yahudîleştirmeyi ve
hıristiyanlaştırmayı anne-babaya nisbet eden) şu (bir önceki) hadisi bizim
aleyhimize delil getiriyorlar, dendiğini ve Malik'in de (sözkonusu hadiste
geçen): "Küçükken ölenler hakkında ne buyurursunuz? dediler. Allah onların
ne isleyeceklerini en iyi bilendir" (cümlelerini kasdederek hadisin) son
tarafı da onların aleyhine delil getir, dediğini işittim."[496]
Fıtrat: İlk yaratılış
tarzı ve heyeti anlamına gelir.[497]
Mevzumuzu teşkil eden bu hadisler üzerinde Hattabi (r.a.) şöyle diyor:
"Hammad İbn
Seleme ye göre metinde geçen "fıtrat" tan maksat: "Rabbin,
AdemoğuIIanndan, onların bellerinden zürriyetlerini almış ve onları kendilerine
şahit tutarak: Ben sizin Rabbiniz değil mi-yim?(demişti). Evet (buna) şahidiz,
dediler"[498] âyet-i kerimesinde ifade
edilen Allah'ın, insanlar daha babalarının sulblerinde iken kendilerinden
aldığı ezelî ahddir.
Bu ahde göre, insanlar
Allah'ı ezelde "rabb" kendilerini kul olarak tanımışlar ve bunu ikrar
etmişlerdir. Binaenaleyh insanların hepsinde müşterek olan Fitrat-ı külliye,
kendisini kul, Allah'ın da Rabb olduğunu kabul etme meleke ve
istidadıdır."
Hattabi'ye göre Hammad
b. Seleme'nin fıtrat hakkındaki bu anlayış ve izahı çok doğru ve isabetlidir.
Çünkü Hammad bu açıklamasıyla "Birisi, fıtrî iman diğeri de kesbî iman
olmak üzere insanda iki türlü iman olduğunu, dünyevi hükümlerde fıtrî imana
itibar edilmeyip, ancak kesbi imana itibar edildiğini" söylemek
istemiştir. Nitekim metinde bulunan: "Sonra anne ve babası onu
yahudileştirir ya da hristiyanlaştmr" cümlesi de dünyaya gelen bir çocukta
fıtri iman bulunmakla beraber anne ve babasının tesiriyle başka bir inanç
sistemini benimseyebileceğim, böyle bir durumda, çocuğun inancına göre
değerlendirileceğini ifade etmektedir.
Abdullah b. Mübarek de
metinde geçen "Allah onların ne işleyecek olduklarını en iyi
bilendir" cümlesine bakarak; "Her çocuk fıtrat üzere doğar"
cümlesini "Çocuk dünyada kazanacağı saadet veya şekavet fıtratı üzere
doğar, bir başka ifadeyle, Allah'ın müslüman olacağını bildiği çocuk, müslüman
fıtratı üzere; kafir olacağını bildiği çocuk da kafir fıtratı üzere dünyaya
gelir" şeklinde tefsir etmiştir. Ki netice itibarıyla iki tefsir arasında
bir fark yoktur.
Binaenaleyh bir çocuğun
şakîlik (İslam inancını tadamama talihsizliği) alameti, onun müşrik bir aile
içerisinde doğup müşriklik telkinleriyle yetişmesi ve İslama girmeden ölüp
gitmesidir. İşte bu çocuk, bu haliyle dünyada anne ve babasının hükmüne
tabidir. 4703 numaralı hadis-i şerifle 4706 numaralı hadis-i şerif te buna
delâlet eder. Çünkü Hz. Musa, çocuğun anne ve babasının müslüman olduğunu
nazar-ı itibara alarak onun mü'minli-ğine hükmedip, Hızır'ın o çocuğu
Öldürmesine karşı çıktı. Şurasına dikkat etmek gerekir ki; bütün bu
söylediklerimiz çocuklar hakkında verilecek ve uyulacak dünyevi hükümlerle
ilgilidir. Ahirette cennetlik mi yoksa cehennemlik mi oldukları konusu ayrı
bir konudur. Biz konuyu 4712 numaralı hadisin şerhinde açıkladık. Diğer bir
görüşe göre bu hadisin manası şudur: "Her çocuk ilk yaratılışında İslam
akidesini kabul edecek kabiliyette yaratılır. Eğer bu çocuk harici tesirlerden
muhafaza edilirse İslam inancı üzerinde gelişir ve yetişir. Çünkü İslam inancı,
akla ve mantığa uygun olduğundan akıl'İslamın güzelliklerini kendiliğinden ve
kolayca kavrar. Fakat harici tesirler onun dikkatini başka taraflara çekerek
gerçeği onun gözünden gizleyip, diğer inanç sistemleri içerisine itilir."[499]
İbn Kayyim
el-Cevziyye'nin açıklamasına göre, ulemânın bu "fıtrat" kelimesi
üzerinde ihtilaf etmelerinin sebebi, Kaderiyye mezhebi mensuplarının küfrü ve
isyanı Allah'ın yaratmayıp kulların yarattığı inancından kaynaklanmaktadır.
Kaderiyyecilere göre, Allah, insanları İslam yaratılışı üzere yaratmış, onlar
için küfrü ve ma'siyeti asla yaratmamıştır. Küfrü ve ma'siyeti insanlar
kendileri yaratarak kâfir ve asi olmuşlardır.
Ehl-i sünnet
ulemasından bazıları Kaderiyyecilerin bu itirazından kurtulmak için bu
"fitrat'ın İslam fıtratı olmadığını söylemişlerse de Kaderiyyecilerin
fikri tutarsızlıklarını isbat için böyle bir tevile hiç te ihtiyaç yoktur.
Çünkü seleften gelen rivayetlerin hepsi de buradaki fıtrattan maksadın İslam
fıtratı olduğuna delâlet etmektedir. Bu fıtratın İslam fıtratı olduğunu kabul
etmek Kaderiyyecileri tasdik etmek anlamına gelmez. Çünkü metinde geçen;
"annesi ve babası onu yahudi ve hristiyan yapar" cümlesi
"Allah'ın takdiri ve yaratmasıyla onu yahudi yada hiristiyan yapar"
demektir. Buna itiraz ettikleri takdirde hadisin sonunda geçen "Allah
yaşadıkları takdirde onların ne işleyeceklerini en iyi bilendir"
cümlesiyle kendilerine cevap verilir. Çünkü Allah'ın ezelde onların ne yapacaklarını
bilmesi onların hayır mı yoksa şer mi işleyeceklerini bilmesi demektir, ki bu
hayır ve şerrin Allah'ın dilemesi ve yaratmasıyla olduğunu açıkça ifade eder.
4715 numaralı hadis-i
şerifte ifade edilmek istenen de budur. Bilindiği gibi bu mevzu delilleriyle
ayrıntılı biçimde ilm-i kelâm ve ilm-i tevhid kitaplarında işlenmiştir. Bu
bakımdan teferruatlı bilgi için bu kitaplarda bulunan "ef âl-i ibâd"
bölümlerine bakılabilir.[500]
4716... Haccac
b. el-Minhâl (şöyle) demiştir: Ben Hammad b. Sele-me'yi: "Her çocuk fıtrat
üzere doğar" hadisini[501]
açıklarken işittim. (Hammad bu hadisi açıklarken şöyle) dedi: Bize göre (bu
fıtrat) Allah'ın (Âdemoğullarından) daha onlar babalarının bellerinde iken
(İslam üzere yaşayacaklarına dair) aldığı sözdür. (İşte o) zaman (Yüce Allah
onlara:) "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" dedi (onlar da) "Evet
Rabbimizsin" dediler.[502]
Bilindiği gibi, fıtrat
ilk yaratılış tarzı ve heyeti manasına gelir. Bir önceki hadis-i şerifin
şerhinde de açıkladığımız gibi, İslam ulemasının birçoğuna göre buradaki
fıtrattan maksat, İslam fıtratıdır. Bir başka ifadeyle, Yüce Allah daha
insanlar babalarının bellerinde iken onlardan Allah'ı rabb, kendilerini kul
bilip ona göre yaşayacaklarına dair söz almış ve hepsini bu ahde şahid
tutmuştur. Binaenaleyh, sözü geçen ah d sebebiyle her çocuk dünyaya müslüman
olarak ve İslamiyeti kabule kabiliyetli olarak gelir.
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerif Hammad İbn Seleme'nin de bu görüşte olduğunu ifade etmektedir.
Yüce Allah'ın
Âdemoğullarından bu sözü aldığı meclise "Bezm-i elest" (=Elest
toplantısı), "Belâ (evet) ahdi"; "kalu bela"; "bezm-i
ezel" gibi isimler verilir.
Biz, İslam ulemasının
"Fıtrat" kelimesi hakkındaki görüşlerini bir önceki hadisin
şerhinde; Yüce Allah'ın, Âdemoğullarından babalarının bellerinde iken söz
alması hakkındaki görüşlerini de 4704 numaralı hadisin şerhinde
açıkladığımızdan bu konuyu daha fazla uzatmaya lüzum görmeden burada
noktalıyoruz.[503]
4717... Amir
(eş-Şa'bî)'den (rivayet edildiğine göre); Rasûlullah (s.a.): "Çocuğu diri
diri mezara gömen kadın da, diri diri mezara gömülen çocuk (kendisine ait olan
ana) da cehennemdendir" buyurmuştur.
(Bu hadisin
ravilerinden) Yahya İbn Zekeriyya (İbn Ebi Zaide) dedi ki:
Babamın ifadesine göre
Ebu İshak (es-Sebî'î bu hadisi) kendisine Amir (eş-Şabî), Alkame ve İbn Mes'ud
zinciriyle Peygamber (s.a.)'den rivayet etmiştir.[504]
Ve'd: Çocuğu diri diri
mezara gömmek demektir. Bilindiği gibi cahiliyye çağı araplarından bazıları ar
meselesi yaparak ya da rızık endişesiyle kız ve erkek çocuklarını diri diri
mezara gömerlerdi.
Hadisin zahirine göre
çocuklarını bu şekilde mezara gömenler de, bu şekilde mezara gömülen çocuklar
da cehennemliklerdir. 4712 numaralı hadisin şerhinde de açıkladığımız gibi
hadisin bu zahirî manasına sarılan, bazı Hanbelî alimleri çocuklarını bu
şekilde mezara gömen kimselerin de, bu şekilde mezara gömülen çocukların da
cehennemlik olduklarını söylemişlerdir.
Bu görüşte olan
kimselere göre çocuğu bu şekilde gömen kimsenin cehennemlik olmasının sebebi,
çocuğa bu zulmü reva görüp katil olmasıdır. . Çocuğun cehennemlik olmasının
sebebi de çocukların âhirette cennetlik ya da cehennemlik olma hususunda anne
ve babalarına tabi olmalarıdır.
Bu görüşte olmayan
birçok ilim adamına göre ise metinde geçen "diri diri gömülen kız"
anlamındaki "mev'ûde" kelimesinin aslı "mevuda-tün
lehâ"dır. Yani bu kelimenin aslı böyledir ve "diri diri gömülen çocuk
kendisine ait olan anne" anlamına da gelmektedir. "Vâide"
kelimesi de çocuğun diri diri mezara gömülmesine razı olan ebe, ya da kürtajcı
doktordur. Bu açıklamaya göre annenin de. ebenin de cehennemlik olmasının
Sebebi cinayet suçunu işlemeleridir.
Nitekim, Aynü'l-Ma'hud yazarının
"es-Siracü'1-Münir" isimli eserden naklen yaptığı açıklamaya
göre bu hadisin sebeb-i vürudu fahr-i kainat efendimize çocuğunu gömen bir kadının
durumunun sorulmasıdir. Böyle bir soru üzerine bu hadis söylenmiştir.
Öyleyse burada
"mev'ûde" kelimesinin aslının "mevudetün lehâ" olduğunda
ve "diri diri gömülen çocuğun annesi anlamında" kullanıldığında en
küçük bir şüphe yoktur.
Biz de bu görüşü
tercih ettiğimiz için tercümemizde de bu kelimeyi böyle tercüme ettik.
Binaenaleyh bu hadisten sabiy iken ölen müşrik çocuklarının cehennemlik
oldukları hükmünü çıkarmak doğru değildir.[505]
4718... Enes
(r.a.)'den (rivayet edildiğine göre) bir adam (Hz. peygambere): "Ey
Allah'ın rasulü (şu anda) babam nerededir? (Cennette midir, yoksa cehennemde
midir?)" diye sormuş da (Hz. Peygamber): "Senin baban
cehennemdedir." buyurmuş. (Adam) sırtım dönüp gidince (kendisini
çağırarak): "Benim babam da senin baban da cehennemdedir" buyurmuş.[506]
Her ne kadar bazıları
Hz. Peygamberin sözü seçen adama: "Benim babam da senin baban da cehennemdir"
demesi, soran zatın musibetine iştirak ederek teselli vermek içindir, diyorsa
da Süheylî: Biz buna kail olamayız, çünkü Rasûlullah (s.a.): "Ölülere
söğerek dirilere eziyet vermeyin" buyurmuştur, diyerek bu görüşe itiraz
etmiştir.
Gerçekte Hz.
Peygamberin ebeveyninin cennette mi yoksa cehennemde mi olduğu meselesi kelâm
ulemâsı arasında ihtilaflıdır. Sahih olan kavle göre fahr-i kainat efendimizin
ebeveyni mü'mindirîer.[507]
Nitekim biz Hz.
Peygamberin ebeveyninin cennette olduklarını 3234 numaralı hadis-i şerifin
şerhinde delilleriyle açıkladık. Ancak aksi görüşte oîan Avnü'I-Ma'bud yazan
eserinde kendi görüşünde olan kişilerin görüşlerine ağırlık vermiştir. Bu
konuda söylenilen sözleri bir arada görme fırsatı verme bakımından bu görüşleri
de naklediyoruz: "Bu mevzuda İmam Nevevi şöyle diyor: Peygamber
gönderilmeyen dönemlerde yaşayıp da cahiliyye araplan gibi putlara tapan
kimseler bu inanç ve yaşayışları üzere öldükleri takdirde cehennemliktirler.
Cahiliyye araplanndan
bu şekilde ölenlerin cehennemlik olmaları kendilerine hiçbir peygamber
gelmeden hesaba çekilmeleri anlamına gelmez. Çünkü onlara, Hz. İbrahim'in ve
daha başka peygamberlerin tebligatı ulaşmıştı. Bu bakımdan Hz. Peygamberin
ebeveyni bu hükme tabidir. Onların, Hz. Peygamber, gönderildikten sonra tekrar
diriltip iman ettikten sonra ölerek cehennem azabından kurtarıldıklarına dair
rivayetlerin bir kısmı tamamen yalan ve uydurmadır. Diğer bir kısmı da son
derece zayıf olduklarından, delil olmaktan niteliğinden uzaktır. Darekutni,
el-Cevze-kâni, İbn Şahin, el-Hatib, İbn Asâkir, İbn Nasır, İbn el-Cevzî,
Süheylî, Kurtubî, Muhıbbü't-Taberi, Fethu?d-din İbn Seyyid'in-Nas, İbrahim
Ha-lebi gibi insanlar ve daha birçok ilim adamından oluşan bir cemaat bu görüştedir.
Nitekim İbrahim
Halebî, bu mevzuda müstakil bir risale yazarak Hz. Peygamberin ebeveyninin
cehennemlik olduğunu isbat etmiştir. Allame Aliyyü'1-Kari de;
"el-Fıkhü'I-Ekber ŞerhF'nde ve bu mevzuda hazırladığı özel risalesinde bu
görüşü savunmuştur. Gerçekten mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerif te bu görüşü
teyid etmektedir.
Ancak Celalüddin
es-Suyutt, bu mevzuda hazırlamış olduğu "Risale-tü't-Tâzim ve'I-Minne fi
enne Ebevey RasulHIah fi'1-Cenne" isimli özel risalesinde aksi görüşü
savunarak bu mevzuda müdakkik ve muhakkik ulemaya ters düşmüştür.
Gerçekten Suyutî bu
mevzuda çok dikkatsiz davranmış ve çok tutarsız görüşler ortaya sürmüştür. Bu
bakımdan onun bu görüşlerine itibar etmek doğru olamaz.
Sindî'nin açıklamasına
göre Hz. Peygamberin ebeveyninin cennetlik olduğu görüşünde olanlara göre bu
hadis-i şerifte geçen "ebî" kelimesi "babam" anlamında
değil "amcam" anlamında kullanılmıştır. Çünkü "eb" kelimesi
arapçada "baba" anlamına geldiği gibi, "amca" anlamına da
gelmektedir. Fakat bu görüş de çok zayıfıtır. Ruhul-Beyan tefsirinde bulunan
bu mevzuyu isbat için yazılmış sözler ise tamamen asılsızdır.
Ulemadan bazıları da
bu mevzuda susmayı tercih etmişlerdir. En güzeli de budur.[508]
Bu mevzûyu,
müteahhirin ulemasının en güzidelerinden biri olan İbn Abidin'in şu sözleriyle
noktalıyoruz: "Rasûlullah (s.a.) ebeveyni dirilmiş-lerdir, demek İmam-ı
A'zam'ın Fıkh-i Ekber'inde onların kafir olarak Öldüklerini söylemesine münafi
olmadığı gibi, Sahih-i Müslim'deki:
"Rabbimden anneme
afv talebi için izin istedim, vermedi" ve "benim babam da senin baban
da cehennemdedir" hadislerine aykırı değildir. Zira dirilme hadisesi
bundan sonra olmuş olabilir."[509]
4719... Enes
İbn Malik'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.): "Muhakkak ki şeytan
insan oğlunda kanın dolaştığı yerlerde dolaşır, durur." buyurmuştur.[510]
Bu hadisin zahiri
Allahu teala'nin, şeytanı en şerli mahluk olarak yaratıp ona insanın içine
işlemek suretiyle damarlarında kan gibi akarak düşünce duygularına girebilme
güç ve kuvvetini verdiğine delalet etmektedir.
Şeytanın, insanın
damarlarında kan gibi akmasından maksadın, onun, insana son derece yaklaşıp pek
çok vesvese verme gücüne sahip olması ve insanın kandan uzak kalması nasıl
imkansızsa, şeytanın vesvesesinden kurtulmasının da aynı şekilde
imkansızlığıdır, diyenler de olmuştur.[511]
4720... Ömer
İbn el-Hattab'dan (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.):
"Kaderiyyecilerle
birlikte oturmayınız ve (adaletin tecellisi için davanızı) onlara götürmeyiniz.
(Yahut da onlarla münakaşayı siz başlatmayınız)" buyurmuştur.[512]
Bu hadis-i şerifle
ilgili açıklama 4710 numaralı hadisin şerhinde geçmiştir.[513]
4721... Ebu
Hureyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) (şöyle) buyurmuşur:
"insanlar
(Allah'ın varlığı hakkında) soru sormaya devam edecekler; hatta şu soru da
sorulacak:
Yaratıkları Allah
yarattı. (Pekala) Allah'ı kim yarattı? Böyle bir soruyla karşılaşan kimse, Ben
Allah'a iman ettim, desin.”[514]
Cehmiyye, Cehm İbn
Safvân'ın kurduğu bir mezhebdir Cehni; Semerkantlı.katıksız bir Cebriyecidir.
Fiillerin meydana
gelmesinde insanın hiçbir tesiri olmadığım savunur. Merv civarında yayılmış
olan bir mezhebe göre Allah'ın bazı sıfatlarını kabul etmek mümkün değildir.
Allah'a, diridir (Hayy), bilicidir (Alim) denemez, zira o zaman Onu insanlara
benzetmiş oluruz. Halbuki Allah'ın yaratıklarına benzemesi imkansızdır. Ancak
O'na yaratıcı (Halik), hayat verici (=muhyi) öldürücü (=mümit), yapıcı (= fail)
gibi sıfatlar izafe edebiliriz. Görülüyor ki insanların fiillerinin yaratılışı
mevzuunda cebriyeci-lere benzeyen bu mezheb, Allah'ın sıfatlan mevzuunda
Mutezilelere benzemektedir.
Bu mezhebe göre,
sonsuz olan bir hareket de düşünülemez. Bu sebeple tıpkı bu dünyanın bir sonu
olduğu gibi cennet ve cehennemin de bir sonu olması gerekil', insanların bû'
kısmı cennete bir kısmı da cehenneme girecekler burada bk süre kalacaklardır.
Fakat sonra her ikisi de yok olacaklardır.
Bu sapık görüşlerini
Tirmizî'de kısmen yaymaya muvaffak olan Cehm ibn Safvan, Emevilerin son
zamanlarında Merv'de, Seleme İbn Ahvez tarafından katledilmiştir.[515]
Cehmiyye'nin insan
fiilleri konusundaki görüşlerine varırken, çıkış noktası kaza ve kader inancını
inkâr etme durumuna düşmekten kurtulma çabasıdır. Fakat böyle bir çaba ile
yola çıkarken, maalesef, Allah'a hem kullara fiil işletme hem de onları
mecburen yaptıkları bu fiillerden dolayı sorumlu tutma gibi bir zulüm isnad etmekten
kurtulamamışlardır.
Oysa hem kaza ve
kaderi inkârdan kurtulmak, hem de Allah'a böyle bir zulüm isnadından kurtulmak
için Ehl-i sünnetin yaptığı gibi kaza ve kadere inanıp kulun kâsib, Allah'ın da
halik olduğunu kabul etmek gerekmektedir. Aksi takdirde bocalamaktan kurtulmak
mümkün değildir. Cehmiyye'nin Allah'ın bazı sıfatlarım inkâr ederken diğer bir
çıkış noktası da, Allah'ı yaratıklara benzetmiş olmaktan kurtulmaktır. Fakat
böyle bir yolu takibederkeıı Allah'ın Kitap ve sünnet ile sabit olan sıfatlarını
inkâr etme durumuna düşmek, gerçekten büyük bir gaflet, cehalet ve basiretsizliktir.
Bu hususta en isabetli hareket ehl-i sünnetin yaptığı gibi Allah'ın zatında,
sıfatında ve fiillerinde hiç bir yaratığa benzemediğini ve tek olduğunu kabul
etmektir. Her ne kadar mu'tezile, Allah'ın sıfatlanın kabul etmek, teaddüd-i kudemayı
(yani, kadim ve ezelî varlıkların birden çok olmasını) gerektir demişlerse de
kendilerine; "Hayat, ilim, semi gibi sıfatlar, aslında, masdardırlar. Bu
sebeple hariçte vücutları olmadığı gibi, üç zamandan biliyle de ilgileri
olmadığından bunları kabul etmek teaddüd-i kudemayı gerektirmez." diye
cevap verilmiştir.
Metinde geçen
"Yaratıkları Allah yarattı" anlamına gelen cümle Allah'ın yaratma
(=halk) sıfatının varlığına açıkça delâlet ettiğinden bu hadis, Allah'ın
sıfatlarını kabul eden ehl-i sünnetin lehine, bu sıfatlan inkâr eden Mu'tezile
ve Cehmiyye'nin aleyhine bir delildir. İmam-ı NevevFnin açıklamasına göre, bu
hadis-i şerif kalbe gelen batıl fikirlere iltifat etmeyip, onlardan yüz
çevirmenin ve onlardan kurtulmak için Allah'a sığınmanın lüzumunu ifade
etmektedir. 4732-4733 numaralı hadisler de Cehmiyye aleyhine olan
delillerdendir.[516]
4722... Ebu
Hureyre'nın: "Ben Rasûlullah (s.a.)'ı (şöyle) buyururken işittim"
dediği (ve sözlerine devamla bir Önceki hadisin) bir benzerini zikrettiği rivayet
edilmiştir. Hz, Ebu Hureyre'nin bu rivayetine göre Hz. Peygamber şöyle
buyurmuştur:
"Size böyle
(Allah'ı kim yarattı gibi) bir söz söyledikleri zaman (siz de) 'Allah birdir,
hiçbir şeye muhtaç değildir (fakat herşey var olabil^ mek ve varlığını devam
ettirebilmek için ona muhtaçtır) doğmamış, doğurmamıştır. Onun bir dengi de
yoktur.' deyiniz.
(Muhatab olduğu
böylesi batıl sözlere bu şekilde karşılık veren kimse bu hareketinden) sonra
sol tarafına üç defa tükürsün. Sonra da (eûzu billahi mine'ş şeytanirracim,
diyerek) şeytandan (Allah'a) sığınsın."[517]
Bu hadis-i şerif de
bir öncekinin aynısı olduğundan bir önceki hadis-i şerifteki hükümleri ihtiva
ettiği gibi ayrıca "Allah'ı kim yarattı?" gibi küfür şaibesi taşıyan sorular
karşısında kalan mü'minlerin İhlas suresini ve manasını hatırlayıp muhatabına
bu surenin ihtiva ettiği inanç hükümleriyle de cevap verebileceğini hatırlatmakta
ve bu cevaptan sonra da üç defa soluna tükürüp: "Euzu
billah-mineşşeytanirracîm" diyerek Allah'a sığınmasını tavsiye etmektedir.
Üç defa sol tarafa
tükürmenin hikmeti, şeytanın insana bu gibi vesvese verebilmek için ona sol
tarafından yaklaşması, bir başka ifadeyle şeytanın insanın sol tarafında
bulunmasıdır.
Tükürdükten sonra
şeytandan Allah'a sığınmanın hikmeti ise, onun şerrinden kurtulmak için
Allah'dan yardım istemektir.[518]
4723... Abdullah
bin Abbas'dan (rivayet edilmiştir); dedi ki: Ben Bat-hâ'da, aralarında Rasûlullah'ın
da bulunduğu bir cemaat içerisinde idim. O sırada yanlarından bir bulut geçti
de ona bak(maya baş) ladılar. (Derken Hz. Peygamber) "Bunun ismi
nedir?" diye sordu, onlar da: "Sehap (=bulut)tur." dediler.
"Müzn" de?" (der misiniz) diye sordu (Evet) dediler. "Anan
da" (der misiniz)?" diye sordu. "Anan da (deriz), cevabını verdiler.
(Ebû Davud der ki: Ben
bu hadisi bana rivayet eden (şeyhimden) Anan {kelimesin)i pek iyice sağlam
olarak tesbit edemedim.)
(Hz. Peygamber
somlarına devam ederek) "Yerle gök arasındaki uzaklığı biliyor
musunuz?" dedi. "(Hayır) bilmiyoruz, dediler. (Bunun üzerine):
"Bu ikisi arasındaki uzaklık yetmişbir, yetmiş iki yahut da yetmiş üç sene
(lik) tir. Sonra (bu göğün) üstünde aynen bunun gibi bir gök daha vardır."
buyurdu. (Onun üstünde bir daha onun üstünde bir daha diyerek) nihayet yedi
(kat) gök saydı ve: "Sonra yedincinin üstünde üstü ile altı arası(ndaki
mesafe) iki gök arası kadar (olan) bir deniz vardır. Sonra bu denizin üstünde
sekiz dağ keçisi (şeklinde sekiz melek) bulunmaktadır. (Onların her birinin)
tırnaklarıyla diz kapakları arası iki gök arasındaki (mesafe) kadardır. Sonra
onların sırtlarında altı ile üstü arası iki gök arası kadar olan Arş
bulunmaktadır. Sonra yüce Allah da onun üstündedir" (buyurdu)[519]
Sehab, müzn ve anan
kelimeleri "bulut" anlamına gejjr Ar§. tantj çatI tayan gibi
anlamlara gelir.
Kur'an-ı Kerim ve
hadislerde anlatıldığına göre arş, yedi semanın ve kürsinin üzerinde bulunur,
bunların hepsini kuşatır. Kur'ân'da Allah'ın Arşın sahibi ve rabbi olduğu
belirtilir. "Allah yüce Arşın sahibidir."[520]
"Allah gökleri ve
yeri altı günde yaratmış ve sonra onun emri Arş üzerinde hükümran
olmuştur."[521]
"Alem
yaratılmadan önce O'nun Arş'ı su üstünde idi."[522]
"Allah Arş üzerinde istiva etmiş."[523]
"O'nun emri ve hükmü Arşı kaplamıştır."[524]
Ehl-i sünnet alimleri
Allah'ın Arş ve üzerine istiva etmesinden orada oturmasının gerekmeyeceğini
söyleyerek bu gibi ifadeleri müteşabih saymışlar ve te'vili cihetine
gitmişlerdir. Buna göre Arş, Allah'ın mutlak hüküm verme ve yürütme gücünün
ifadesidir. Arş, Allah'ın kudret ve saltanatının tecelli yeridir. Müteahhirin
ulemâsı, "Allah Arş üzerine istiva etti"[525]
ayetinde Arş ve istiva kelimelerini Allah'ın şan ve uluhiyyetine yakışır bir
şekilde te'vil ederken, selef ulemâsı, Arş ve istivaya inanmakla yetinmişler,
hakkında bir tevile girişmekten kaçınıp mahiyyetlerinin bilgisini Allah'a
havale etmişlerdir.
İmam-i Malik'in
kendisine "Allah Arşa istiva etti"[526]
âyetindeki "istiva" kelimesini soran kimseye: "İstiva malumdur.
Onun nasıl olduğu (keyfiyyeti) bilinmez. Buna dâir soru sormak bid'attir. Senin
kötü bir insan olduğunu zannediyorum. Bunu benim yanımdan çıkarın"[527]
karşılığını vermesi selefin bu mevzudaki görüşünü çok güzel bir şekilde ortaya
koymaktadır.
Metinde geçen "yetmiş
bir veya yetmiş iki ya da yetmiş üç seneliktir" kelimeleri çokluk ifade
ettiklerinden uzun süre çalışmalar neticesinde göklerin Allah'ın fethine izin
verdiği kadarı fethedileceğine ancak bu fetihlerdeki süratin uzay gemilerinin
gücü ve hızı nisbetinde olacağına delalet etmektedir.
Ancak hiçbir ilmi
gelişme kendi devrinin peygamberinin mucizelerini geçemeyeceğinden ilmî
gelişmeler mucizelerin sınırıyla kayıtlıdır.
Binaenaleyh feza
fetihleri, hiç bir zaman Miraç olayı ile mukayese edilir hale gelemeyecektir.
Bu hadis-i Şerif Allah'ın Arş üstünde olduğunu reddeden Cehmiyye mezhebi
aleyhine bir delildir. Bab başlığı ile ilgili tarafı da burasıdır.[528]
4724... (Bir
önceki hadisin) manası (yine) oradaki isnadla (başka bir rivayet zinciriyle)
Simâk'dan (da rivayet edilmiştir).[529]
4725... Şu
(4723 numaralı) uzun hadisin manası (yine oradaki) isnatla (fakat farklı bir
rivayet zinciriyle) Simâk'dan da (rivayet edilmiştir).[530]
Bu hadislerle ilgili
açıklama 4723 numaralı hadisin şerhinde geçmiştir.[531]
4726...
(Cübeyr İbn Muhammed İbn Cübeyr İbn Mut'im'in) dedesinden (Cübeyr İbn
Mut'im'den) rivayet edilmiştir, dedi ki: Hz. Peygamberin huzuruna bir çöl
arabı gelip: "Ey Allah'ın Rasulü, canlar son derece sıkıntıya girdi,
çocuklar can verdi, mallar azaldı, hayvanlar helak oldu. Bizim için Allah'dan
yağmur iste. Biz (yağmurumuzun yağdırılması için) seni Allah'a şefaatçi
kılıyoruz. Allah'ı da sana şefaatçi kılıyoruz" dedi. Rasûlullah (s.a.) de!
"Vay, yazık sana! Sen ne dediğini biliyor musun?" buyurdu. Sonra:
"Sübhanallah" dedi ve "sübhanallah" demeye devam etti.
Nihayet (Hz. Peygamberin öfkesinin, gazab-ı ilahinin nüzulüne sebep
olabileceğinden endişe edildiği için) bu (öfkeden duyulan endişenin izleri
orada bulunan) sahabilerinin yüzünde de belirmeye başladı. Sonra (tekrar):
"vay sana!: (şunu iyi bil ki) Allah yarattıklarından hiçbirisi için aracı
kılınamaz. Allah'ın şanı bundan yücedir. Vay sana! Sen Allah kimdir biliyor
musun? Onun Arşı semâvâtı üzerinde şu şekildedir" buyurdu ve parmak
(lanyla) la (el boşluğu) üzerinde kubbe gibi bir şekil yaptı ve:
"Muhakkak ki Arş Allah'(in azametin) den (dolayı) semerin süvarifnin
ağırhğın)dan (dolayı) gıcırdadığı gibi gıcırdar" buyurdu. İbn Beşşar bu
hadisi "Allah Arşının üstündedir Arşı da göklerinin üstündedir"diye
rivayet etti (ve sonra hadisin geri kalan kısmını) nakletti.
Abdulla'Iâ, İbnu'l
Müsennâ ve İbn Beşşâr; "Ya'kub b. Utbe ile Cubeyr b. Muhammed b.
Cûbeyr'den, o babasından, o dedesinden" diyerek aynı hadisi naklettiler.
(Ebû Dâvûd dedi ki):
Hadisin Ahmed b. Said'in isnadı (ile gelen rivayeti) sahih olandır. Aralarında
Yahya h. Main ile Ali b. el-Medîm nin de bulunduğu bir topluluk, bu hususta
ona muvafakat etmişlerdir. Ayrıca bir başka topluluk, bunu, -yine Ahmed'in
dediği şekilde- "İbn İshak'tan" (diyerek) rivayet etmişlerdir. Bana
ulaştığına göre, Ahdula'lâ, İbnu 'l-Müsennâ ile İbn Beşşâr'in semalan
(hocalarından hadis dinlemeleri) aynı nüshadan imiş.[532]
Hadis-i şerif, Hz.
Peygamberin yüzü suyu hürmeti- ne Allah’dan bir şey istemenin caiz olduğunu, fakat
kullardan bir şey istemek için Allah'ı aracı kılmaya kalkmanın haram olduğunu
ifade etmektedir.
Nitekim Hanefi
ulemasından el-MevsıIî de bu mevzuda şöyle diyor: "Allah'tan, başkaları
hakkı için istekte bulunmak, dua etmek mekruhtur. Çünkü hiçbir yaratığın Allah
üzerinde hakkı yoktur. Allah'dan ancak Allah hakkı için istenir.[533]
Fakat salih bir kulu aracı kılarak Allah'dan onun yüzüsuyu hürmetine bir şey
istemek böyle değildir. Ehl-i sünnet ulemasının bu mevzudaki görüşü şöyledir:
Allah'dan istenecek bir şeyin ölü veya diri bir kimseden istenmesi caiz
değildir. Fakat hakkında Hüsn-ü zan beslenen, salih bilinen diri veya ölü bir
kimseyi aracı kılarak Allah'a yalvarmak, ondan arzuların ihsanını dinlemek,
bunun için peygamberlerin ve salih kulların kabirlerini ziyaret etmek caizdir.
Ayrıca bu ziyaretten manevi feyiz ve bereket de hasıl olur.
Cumhuru ulemânın bu
konudaki delillerini şöylece özetlemek mümkündür:
1- "Ey
iman edenler! Allah'a karşı vazifelerinize dikkat edin ve ona yaklaşmanın yolunu
arayın..." (el-Mâide, 5/35) âyetinde geçen "vesile", Allah'a
yaklaşma çare ve vasıtası" manasında olup tevessüle de şamildir.
Muhaliflere göre vesile" den maksad kulun ibadetleri hayırları iman ve
ahlakıdır.
2- Buharinin
rivayetine göre Hz. Ömer, bir kuraklık ve kıtlık yılında yağmur duası yaparken
Hz. Abbas'ı vasıta kılmış ve şöyle dua etmiştir: "Allah'ım, biz
peygamberimizi sana vasıta kılıyorduk (onunla tevessül ediyorduk) da bize
yağmur veriyordun; şimdi de peygamberimizin amcasını sana vesile kılıyoruz,
bize yağmur ver." Bu dua üzerine yağmur yağmıştır.[534]
Muhalifler bu hadisi
kabul ediyor ve: "hayatında Hz. Peygamber ile gene sağlıklarında Ehl-i
Beyti ile tevessül caizdir, diyorlar."
3- Hz.
Ömer'in hilafeti devrinde Malik b. Iyaz (ed-Dâr) Rasûlullah'm kabrine gelmiş
ve: "Ya Rasûlullah ümmetin mahvoluyor onlar için Allah'tan yağmur
iste" demiştir.
4- Osman b.
Huneyf kendisine Rasûlullah'm öğrettiği bir duada şöyle demiştir. "Allanın
rahmet peygamberi senin peygamberin Muhammed ile sana yöneliyor ve
istiyorum..."[535]
5- Fatıma
bint Esed hadisinde bizzat Rasûlullah: "Peygamberin hakkı için"
demişti.[536]
Bütün bu ve benzeri
nasslar hayatta ve vefattan sonra peygamberler ve salih kişiler ile tevessülün
caiz olduğuna delâlet etmektedir.
Kevserî, bu naklî deliller
dışında Allame Teftazani (v. 793/1391), Fahrüddin er-Razi (v.606/1209) ve
Seyyid Şerif el-Cürcani (v.816/1413)nin eserlerinden tevessülün cevazına,
enbiya ve evliyanın kabirlerini ziyaretten maddi manevi bir takım faydalar
hasıl olmasının mümkün ve vaki olduğuna dair ifadeler nakletmiştir.
Muhaliflere göre
nakledilen hadislerin bir kısmı zayıftır, diğerleri ise münakaşa mevzuu ile
alakalı değildir.
Netice:
İbn Teymiyye biraz da
muasırlarının davranışları sebebiyle bu meselede ifrata düşmüştür.
Tevhid inancını
korumak gibi iyi ve yüce bir niyyeti vardır. Bununla me'cur olabilir.
Onun karşısındakiler
de zaman zaman sert davranmışlar, neticede İslamın men ettiği tefrika
doğmuştur. Şu çizgide birleşmek mümkündür.
"Ölüler ile
tevessülün lüzum ve zaruretine dair bir nass yoktur. Bunu inkâr eden ehl-i
sünnet camiasından çıkmaz.
Allah'a ortak
koşmadan, onun sevdiği bilinen veya zannedilen, ölü yahut diri bir kul vasıta
kılınarak Allah'a dua etmek manasında bir tevessülü meneden nass da yoktur; şu
halde bunu yapanlar da kınanamaz.
Bu meseleyi bir
tefrika mevzuu yapmak ise kınanması gereken davranışların içinde yer alır.[537]
Hattabî'nin dediği
gibi Allah'ın Arş üzerinde bulunduğunu söylemek zahiren Allah'a mekân ve keyfiyet
isnat etmekse de, aslında Hz. Peygamberin sözüyle ve parmaklarıyla yaptığı
kubbe şekliyle maksadı, Allah'ın kudret ve saltanatının azametini biraz olsun
bedeviye anlatabilmek. Çünkü mücerred kavramlarla ona böyle muğlak bir
meseleyi kavratmak mümkün değildir. Arş kelimesinin ifade ettiği manaları 4723
numaralı hadisin şerhinde açıkladığımız için burada tekrara lüzum görmüyoruz.
Bu hadis, Allah'ın
saltanatının Arş üzerinde tecelli ettiğini inkâr eden Cehmiyye aleyhine bir
delildir.[538]
4727... Cabir
İbn Abdullah'dan (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Yüce Allah'ın Arşı taşıyan meleklerinden birini anlatmam için bana izin
verildi. (Bu meleklerden birinin) kulak memesi ile omuzu arasındaki mesafe)
yediyüz senelik bîr yoldur."[539]
Diğer bir haberde
açıklandığı üzere hadis-i şerifte bahsedilen yediyüz yıllık mesafe, rahvan atla
yapılan bir yolculukla bu kadar süren bir mesafedir.
Fakat "yediyüz
yıl" kelimesinden maksat, bu rakamın ifade ettiği malum miktar değildir,
çokluktur. Bu hadis-i şerif, Allah'ın saltanatının keyfiyeti bizce meçhul olan
bir Arş üstünde tecelli ettiğini söyleyen ehl-i sünnet ulemasının lehine, bunu
inkâr eden Cehmiyye'nin aleyhine bir delildir. Hadisin bab başlığıyla ilgili
yönü de burasıdır.[540]
4728... Ebu
Hureyre'nin azatlı kölesi Ebu Yunus Süleym İbn Cübeyr dedi ki: Ben Ebu
Hureyre'yi şu: "Şüphesiz ki Allah size emanetleri ehline vermenizi
emreder..."[541]
ayetini, yüce Allah'ın (bu ayetin sonunda yer alan) Semîan (=işitici) Basîran
(=görücü) sözüne kadar okurken gördüm. (Ayeti bitirince Hz. Ebu Hureyre):
"Ben Rasûlullah (s.a.)'ı baş parmağını kulağının üzerine, onu takibeden
(şehadet parmağını) da gözünün üzerine koyarken gördüm. Yani Ben Rasûlullah
(bu) iki parmağını (gözü ve kulağı üzerine) koyarak bu ayeti okurken
gördüm." dedi. İbn Yûnus, el Mükri(nin şöyle) dediğini söyledi:
Hz. Peygamber sözü
geçen parmaklarını bu şekilde gözünün ve kulağının üzerine koyarken:
"Allah işitici ve
görücüdür"
"Allah için
işitme ve görme (sıfatları) vardır" demek istemiştir.
Ehu Davud der ki: Bu
hadis Cehmiyye fırkasını (n Allah'ın sıfatları mevzuundaki görüşünü)
reddetmektedir.[542]
Hattabi (r.a.) bu
hadisle ilgili olarak yaptığı açıklamada şöyle diyor: "Hz. Peygamberin,
metinde zikredilen âyet-i kerimede geçen es-Semî ve el-Basîr kelimelerim
okurken parmağının birini gözünün, diğerini de kulağının üzerine koymaktan
maksadı, Cenab-ı vacibü'l-viicud hazretlerine göz ve kulak isnad etmek değil,
ona işitme ve görme sıfatlarını isnad etmektir. Çünkü göz ve kulak, mahdud bir
organdır. Cenab-ı hak ise görmek ve işitmek için böyle organlara muhtaç
değildir ve yaratıklara mahsus böylesi organlarla muttasıf olmaktan, onlara
benzemekten münezzehtir. Nitekim Cenab-ı Zülcelal hazretleri zat-ı bârisini:
"O'nun (Hak Teâlâ'nın) benzeri yoktur. O herşeyi işiticidir ve
görücüdür."[543]
mealindeki sözleriyle tavsif etmiştir.
Ancak bazı ilim
adamları ".... murakabem altında yetiştirilmen için..."[544] ve:
"Öyle ki muhafazamız altında akıp gidiyordu..."[545]
ayet-i kerimelerini delil getirerek Allanü Teâlâ'nın keyfiyyeti bizce meçhul
gözü ve kulağı olduğunu binaenaleyh, metinde geçen ayet-i kerimedeki göz ve
kulak kelimelerini te'vil etmenin Kitaba ve sünnete aykırı olduğunu ve selef-i
salihinden hiç bir alimin bu ve benzeri ayetleri bu şekilde te'vile
yeltenmediğini söylemişlerdir.
Nitekim İmam-ı Ebu
Hanife de bu gibi sıfatların keyfiyyeti erini ilm-i ilahiye havale etmiş ve
onları tevile yanaşmamıştır.[546]
4729...
Cerir İbn Abdullah'dan (rivayet edilmiştir) dedi ki: Biz Rasûlullah (s.a.) ile
birlikte oturuyorduk (ayın) ondördüncü gecesi olan dolunay gecesindeki aya
bakıp: "Siz (âhiret gününde) Rabbinizi şu ayı gördüğünüz gibi bir
izdihama düşmeden göreceksiniz. Binaenaleyh güneşin doğuşundan ve batışından
önceki namaz (lar)ı kılmaya gücünüz yetiyorsa (bunu) yapınız" buyurdu;
sonra şu ayeti okudu: "... Hem güneşin doğmasından önce hem de
batmasından önce Rabbini hamd ile teşbih et... (sabah ve ikindi namazlarını
kıl)..."[547]
Hadis-ı şerifte,
kıyamet gününde mü'minlerin, kameri
ayların başında hilali görmek için çekilen zahmeti çekmeden, kamerî ayların
ondördünde dolunayı görmenin rahatlığı içerisinde bulundukları yerden Rablerini
rahatça görebileceklerini ifade etmektedir. Bu bakımdan mevzuumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerif, mü'minlerin âhirette Allah'ı görebileceklerini söyleyen
ehl-i sünnetin ve cumhuru ümmetin lehine ve aksini iddia eden Haricilerle
Mutezilelerin ve bazı Mürcilerin aleyhine delildir.
İbn Battal'in da
açıklandığı gibi Allah'ı âhirette görmenin mümkün olamayacağını savunan bu
ehl-i bidat mezheplerine göre; "görülen bir şeyin yaratılmış olması,
boşlukta bir mekan işgal etmesi, bir başka ifadeyle sınırlı bir mekan ile
kuşatılmış olması gerekir ki, bu hususlar fânilik alâmetidir. Şanı yüce
mekandan münezzeh ezelî ve bedî olan Allah, bu gibi noksanlıklardan
beridir..."
İşte bu mezhep
sahipleri, bu gibi düşüncelerden yola çıkarak Allah'ın âhirette görülmesinin
mümkün olamayacağını söylerler ve Allah'ın âhirette görüleceğini açıkça ifade
eden, "Nice yüzler vardır ki o gün (kıyamette) güzejliği ile parıldar; (O
yüzler) rablerine bakarlar."[548]
gibi ayet-i kerimeleri te'vil yoluna saparlar ve; "Hiçbir göz onu
(dünyada) ihata ve idrak edemez..."[549]
"... Beni hiçbir zaman göremeyeceksin..."[550]
ayet-i kerimelerini de bu iddialarının doğruluğuna delil getirirler.
Halbuki, Avnü'l-Mabud
yazarının da belirttiği gibi bunların delilleri fasittir. Çünkü Allahü Teâlâ
mevcuddur, her mevcud gibi onun da görülmesi mümkündür. Onların zannettiği gibi
bir varlığın görülmesi onun mahluk olmasını gerektirmez. Çünkü, görmenin,
görülene tealluku, ilmin maluma tealluku kabilindendir.
Binaenaleyh Allahü
Teâlâ'nın bilinmesi, onun mahluk olmasını gerektirmediği gibi, görülmesi de
onun mahluk olmasını gerektirmez.Öyleyse bu kimselerin bu mevzudaki ayetleri
te'vile yeltenmeleri büyük bir yanlışlıktır.
Sözü geçen kimselerin
bu batıl görüşlerini temellendirmek için, delil olarak sarıldıkları En'am suresinin
yüzüçüncü ayet-i kelimesiyle A'raf suresinin yüzkırküçüncü ayet-i kerimesinde
de onların görüşlerini destekleyen bir mana yoktur. Çünkü bir şeyin İdrak
edilememesi onun görülememesini icabet-tirmez. Bazan birşey görüldüğü halde
künhü idrak ve ihata edilemeyebilir.
Keza A'raf suresinde
geçen: "Sen beni göremeyeceksin." mealindeki âyet-i kerimede Hz.
Musa'nın Allah-ı Zülcelal Hazretlerini dünyada göremeyeceği ifade
edilmektedir. Allah'ın ahirette görülmesi ile bir ilgisi yoktur. Ayrıca bunun
dünyada mümkün olacağını ifade eden âyet-i kerimelerin yanında pek çok hadis-i
şerif de vardır ki, sahabe ve tabiûndan pek çok kimseler bu hadisleri rivayet
etmişler, bu rivayetler de ümmetin tasvibine mazhar olmuştur. BezIü'I-Mechud
yazarının açıklamasına göre Hz. Peygamberin, miraç gecesinde, Allah'ı görüp
görmemesi mevzuunda üç görüş vardır; nitekim Cemel yazan ile Hazin, kendi
isimleriyle anılan tefsirlerinde[551] bu
mevzuya kısaca temas etmişlerdir:
1- Cenab-ı
Vacib'ül-vücud hazretlerini dünyada görmek mümkün değildir. Nitekim Hz.
Peygamber de miraç gecesinde Allah'ı görmemiştir. Sahabeden Hz. Aişe ile İbn
Mes'ud da bu görüştedirler.
2- Dünyada
Allah'ı başgözü ile görmek mümkündür. Hz. Enes ile Ha-san-ı Basri ve İkrime
(r.a.) hazretleri bu görüştedirler.
3- Bunların
dışında kalan selef ve ehl-i sünnet ulemasına göre ise Dünyada başgözü ile
görülemez, fakat kalb ile görülebilir, tercih edilen görüş te budur.
Nitekim Nesefî akaidi
sarihlerinden; "Taftazanî" de bu görüşü tercih etmiştir.[552]
Kadı Iyaz bu mevzuyu
meşhur Şifâ isimli eserinde teferruatlı bir şekilde incelemiş. Aliyyü'1-Kari
(r.a.)de Şifa şerhinde, dünyada Allah'ın zatını görmenin mümkün olmayıp ancak
sıfatlarını görmenin mümkün olabileceğini söylerken[553]
Fıkhü'l-Ekber Şerhi'nde Taftazanî'nin görüşünü tercih etmiştir.[554]
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerifte, Ahirette mü'minlerin Alah'ı kolayca ve rahatça
görebilecekleri ifade edilirken, bunun yanında sabah ve ikindi namazlarını
vaktinde kılmaya teşvik edilmekte ve bu hususta nefsin ve şeytanın çıkaracağı engellerin
mutlak surette aşılmaya çalışılması istenmektedir ki bu emir ve tavsiyeler,
mü'minlerin ahirette Allah'ı görmeye hak kazanmalarının namazla yakından ilgili
olduğunu gösterir. Aslında beş vakit namazın hepsinin de kendine göre ayrı bir
fazileti ve ehemmiyeti olduğu halde, burada sadece sabah ve ikindi
namazlarından bahsedilmesi, sabah namazı uyku vaktine, ikindi namazı da günlük
işlerin sıklaştığı ve arttığı bir zamana rastladığı için nefis ve şeytanın bu
namazları engellemede daha çok muvaffak olmalarındandır. Bu bakımdan burada
müslümanlar, bu iki vakitte daha uyanık olmaya teşvik edilmişlerdir.
"Ayrıca bu iki vakitte "hafazat'üî-leyl" denilen gece melekleri
ile "hafa-zatü'î-fecr" denilen gündüz melekleri gökten inerek
birbirlerinden nöbeti devr aîmak üzere camide cemaatle birlikte namazda hazır
bulunurlar, nöbeti devir alanlar, yerde kalırlarken nöbeti devr edenler de
semaya yükselirler. Bu nöbet teslimi her ikindi ve sabah namazlarında tekrar
edilir.[555] Nöbeti devredenler
tekrar semaya yükselip nöbetleri gelinceye kadar orada dururlar. Cemaatle
namaz kılan mü'minîerden rablerine övgüyle bahsederler.[556]
4730... Ebu
Hureyre (r.a.)'den (rivayet edilmiştir); dedi ki: Halk (Hz. Peygamber'e):
"Ey Allah'ın,
Rasulü, biz kıyamet gününde rabbimizi görecek miyiz?" diye sordular da
(Hz. Peygamber): "Siz bulutsuz bir öğle vaktinde güneşi görmekte izdihama
düşer misiniz?" buyurdu; (onlar da): "Hayır" cevabını verdiler.
(Hz. Peygamber bu defa): "Bulutsuz bir dolunay gecesinde ayı görmek için
izdihama düşer misiniz?" buyurdu (onlar da):
"Hayır"
cevabını verdiler. (Bunun üzerine Hz.o Peygamber): "Varlığım elinde olan
zata yemin olsun ki: Allah'ı görmek için sadece (bulutsuz bir havada) ayla
güneşten birini görmek için çektiğiniz sıkıntı kadar bir sıkıntı çekersiniz, (o
kadar)'1 buyurdu.[557]
Bu hadisle ilgili
açıklama bir önceki hadis-i şerifin şerhinde geçmiştir.[558]
4731... Ebu
Rezin el-Ukaylî'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: dedi ki: Ben (Hz.
Peygamber'e); "Ey Allah'ın rasulü, hepimiz ayrı ayrı rabbi-ni görecek
mi?" diye sordum.
(Musannif Ebu Davud'un
diğer şeyhi Ubeydullah) İbn Muaz (bu cümleyi:
"Ey Allah'ın
Rasulü)! Kıyamet gününde (hepimiz) Rabbini onunla tenhaca (başbaşa) kalarak görebilecek
mi? Bunun (bu şekilde olabileceğine dair) Allah'ın yaratıkları içerisinde bir
delili var mı?" şeklinde rivayet etti. (Musannifin şeyhi Musa îbn
İsmail'in naklettiğine göre Hz. Ebu Rezin rivayetine şöyle devam etmiştir: Hz.
Peygamber de bana): "Sizin hepiniz, ayı teker teker (biriniz diğerine
engel olmadan) görmüyor musunuz?" cevabını verdi: (Diğer şeyhi Ubeydullah
İbn Muaz da bu cümleyi Hz. Ebu Rezin'den şöyle rivayet etti:
Hz. Peygamber de:
"Kameri ayların ondördüncü gecesi olan dolunay gecesinde (herbiriniz ayı
izdiham olmadan) teker teker" (görmüyor musunuz?" buyurdu). (Ebu
Davud der ki: Bu hadisi bana rivayet eden Musa îbn İsmail ile Ubeydillah İbn
Muaz hadisin bundan sonraki kısmını) (Hz. Rezin dedi ki:) "Ben de evet
öyledir" cevabını verdim (şeklinde rivayet etmek suretiyle rivayetlerinde)
birleştiler.
İbn Muaz (bu cümleye
ilave olarak Hz. Rezin'den şunları da nakletti: Hz. Peygamber de):
"Ay Allah'ın
yaratıklarından biridir. Allah ise her şeyden daha ulu ve yücedir"
buyurdu.[559]
Bu hadisle ilgili
açıklama 1429 numaralı hadisin şerhinde geçtiğinden burada tekrara lüzum
görmüyoruz.[560]
4732...
Abdullah İbn Ömer, Rasûlullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu söylemiştir:
"Allah kıyamet gününde
gökleri dürer (sonra) sağ eline alır sonra: Mülkün yegane ve hakiki sahibi
benim nerede (o dünyadaki) zalimler ve Nerede (o mallan ve mülkleriyle)
büyüklük taslayanlar? buyurur. Sonra da yerleri dürüp eline alır."
(Hadisin bundan sonraki kısmını) İbniTl-Ala (şöyle) rivayet etti: (Yerleri de)
diğer eline (alır) sonra Mülkün hakiki sahibi benim. Nerede (o) zalimler,
nerede o büyüklük taslayanlar?" buyurur.[562]
Bu bab, Sünen-i Ebu
Davud'un nüshalarından sadece bir tanesinde yer almaktadır.
Aslında Allah'ın
sıfatlarını inkar eden Cehmiyye ve Mutezile'nin bu görüşlerini reddeden bu
babdaki hadislerin yeri bu mevzudaki hadislerin toplandığı 19 numaralı babdır.
Bu mevzu ile ilgili hadisler o babda toplandığı halde aynı mevzuu ile ile
ilgili bu iki hadisin burada ayrı bir bab halinde toplanması herhalde
katiplerin hatası sonucu olmuştur.
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadis, Buhari'nin Sahih'inde "Yüce Allah kıyamet gününde yerleri
parmağının üzerine alır, gökleri de sağ eline alır sonra Mülkün hakiki sahibi
benim buyurur" şeklinde; İmam-ı Ahmed'in Müsned'inde ise; Peygamber (s.a.)
bir gün minberde: "Allah'ı gereği gibi bilemediler. Halbuki kıyamet günü
yer tamamen onun avucu içindedir, gökler de sağ elinde durulmuştur. O, onların
ortak koştuklarından uzak ve yücedir."[563]
ayet-i kerimesini okudu ve elini bir iç tarafını bir dış tarafını göstermek
suretiyle hareket ettirerek şöyle diyordu: " (O gün) Cenab-ı hak kendi
şerefini ve yüceliğini dile getirerek yegâne büyük, yegâne mülk sahibi, yegâne
izzet ve kerem sahibi benim." buyurur. Mânâsına gelen lafızlarla rivayet
etmişlerdir.
Müslim'in Sahih'inde
ise bu hadis, şu manaya gelen lafızlarla rivayet edilmiştir:
"Allah (C.C.)
gökleriyle yerleri iki eliyle tutacak ve: Allah benim, mülkün gerçek sahibi
benim" (diyecek. Peygamber bunları) dedi ve parmaklarını yumup açtı. Hatta
minbere bir baktım ki kımıldıyordu. Kendi kendime: "Acaba Rasûlullah
(s.a.) minberden düşecek mi? dedim.
İmam-ı Nevevi*nin
açıklamasına göre, Hz. Peygamberin ellerini açıp kapaması kıyamet gününde
Allah'ın yaratıklarım huzurunda kolayca toplamasını temsili olarak anlatmak
için olabilir.
Minberin titremesine
gelince, Hz. Peygamberin bu konuşmayı yaparken şiddetli hareketinden
olabileceği gibi, minberin işittiği sözlerin şiddetiyle harekete geçmiş olması
da mümkündür. Bilindiği gibi hadis-i şerifte $cçtr\ "sağ eline alır,
dürer" gibi kelimeler hakiki manasını sadece Allah'ın bilip de kulların
anlamaktan aciz kaldığı müteşabih kelimelerdendir. 4729 numaralı hadisin
şerhinde de açıkladığımız gibi Selef-i Salih bu gibi kelimeleri te'vil etmekten
kaçınmış, bu kelimelerin ifade ettiği zahiri manalara inanmakla beraber
keyfiyyetini Allah'a havale etmekle yetinmişlerdir.
Ancak daha sonra
imanlara zaaf arız olduğundan bu gibi kelimeleri Kur'an'ın ruhuna uymayan fasit
tevillerle tevil ederek ümmetin saf akidesini bulandırmak isteyen kötü niyetli
kişilerin çıkacağından endişe eden halef uleması bu gibi kelimeleri Kur'an'ın
genel hükümlerine uygun olarak te'vil etmekte zaruret görmüşler ve bu şekilde
te'vil etmişlerdir.
Kadı lyaz'ın da ifade
ettiği bu hadiste geçen kelimeler; Allah bütün yaratıklarını huzurunda toplar,
anlamında kullanılmışlardır.
Kıymetli
müfessirierimizden Muhammed Hamdi efendiye göre, burada geçen
"yemin" "dürmek" "kabza" gibi kelimeler Allah'ın
kuvvet ve kudretinin temsil ve tasviri için getirilmişlerdir.[564]
Görülüyor ki bu
hadis-i şerifte Allah Melik, Cebbar, ve Mütekebbir gibi sıfatlarla
anılmaktadır. Bu bakımdan bu hadis-i şerif, "sıfatların vücudu teüddüd-i kudemayı
(ezeli varlıkların çoğalmasını) gerektirir." diyerek Allah'ın sıfatlarım
inkar eden Mutezile ve Cehmiyye'yi reddetmektedir.
Hadisin bu bab ile
ilgisi de burasıdır.
Hadisin bu bab ne
ngısı uc burasıdır.
Oysa Allah'ın ilim,
kibir, semî, basar gibi sıfatlarla muttasıf olması, asla teaddüd-i kudemâyı
gerektirmez. Çünkü bu kelimeler masdardırlar. Masdarın zamanla ilgisi olmadığı
gibi, hariçte de bir vücudu yoktur. Durum böyle olunca teaddüd-i kudema söz
konusu olamaz.[565]
4733... Ebu
Hureyre (r.a.)'den (rivayet edildiğine göre); Rasûlullah (s.a.), şöyle
buyurmuştur: 'uHer gece, gecenin (ilk üçte ikisi gidip de) son üçte biri
kalınca, Rabbimiz dünya semasına iner ve: Bana dua edecek kimse yok mu, duasını
kabul edeyim, benden bir isteği olan yok mu, ona (isteğini) vereyim, benden aff
dileyen yok mu kendisini bağışlayayım, buyurur."[566]
Yüce Allah'ın her
gecenin son üçte birinde dünya semasına inmesi meselesinde ulemâ ihtilâfa
düşmüşlerdir. Bazıları, buradaki: "Rabbimiz iner" cümlesinin hissi ve
cisrriani bir inişi anlattığını söylemişlerdir. Bunlar müşebbihe veya mücessime
fırkalarıdır ki Allahü Teâlâ ve tekaddes hazretleri onların bu iddialarından
münezzehidir. Bazıları ise Allahü Teâla hazretlerini cismanîlik gibi noksan
sıfatlardan tenzih etmek gayesiyle bu gibi hadislerin sıhhatini inkâr
etmişlerdir ki bunlar da hariciler ve mutezilelerdir.
Bazıları da bu gibi
hadisleri Allah'ın şanına zat ve sıfatlarına ve İslam'ın genel esaslarına
uygun olarak tevil etmişlerdir. Bunlar ehl-i sünnet ulemâsıdir.Bir kısmı da bu
ve bunun gibi hadislere geldikleri şekilde ve te'vile gitmeden icmalî olarak
iman etmekle beraber, teşbihlerden kaçınarak keyfiyyetini, ilm-i ilahiye
havale etmişlerdir ki bunlar da Selef-i sali-hinin cumhurudur. Beyhaki'nin ve
daha başkalarının rivayetine göre dört mezhep imamı ile iki Süafyan, iki
Hammad, el-Evzai ve el-Leys de bu görüştedirler[567]
doğru olan görüş de budur.
Bu mevzuda
Bezlü'l-Mechûd yazarı da şöyle diyor: "el Bacî'nin İmam-ı Malik'den
rivayet ettiğine göre Allah'a nüzul (inme) isnad eden bu gibi hadislerle
Allah'a gülme isnad eden hadisleri[568]
rivayet etmekte bir sakınca yoksa da Allah'ın Adem (a.s.)'ı kendi suretinde
yarattığını ifade eden hadis[569] ile
Hz. Sa'd'ın ölümüyle Arş sallandı[570]
mealindeki hadisi ve Allah'ın kıyamet gününde eteğini toplayarak müminlere
görüneceğini ifade eden hadisi[571]
rivayet etmek uygun olmaz. Çünkü bu ikinci konudaki hadislerin sıhhati, birinci
kısımdakiler kadar kuvvetli değildir ve tevilleri de birinci kısımdakilerin
te'vili kadar İslamın genel mevzuatına uygun değildir."
Ehl-i sünnetin
müteahhirin uleması metinde geçen "yenzilü Rabbu-na" cümlesini
"Allah'ın rahmeti iner, lütfü ziyadeleşir, dualara icabet eder,
mazeretleri kabul eder" diye te'vil etmişlerdir. Sözü geçen ulemâya göre,
bu cümle Allah'ın kerem ve rahmetinden kinayedir. Merhamet ve kerem sahipleri
fakir ve muhtaçların yakınlarına indikleri zaman, onları lütuf ve ihsanla
donattıkları için gerçek lutfun ve keremin sahibi olan Allah'ın dünya semasına
inmesinden bahsedilerek lütuf ve rahmet deryalarının coşup taştığı,
günahların, yunup yıkanma zamanının geldiği manaları kasdedilmiştir.
Binaenaleyh, Allahü Teâlâ için cismanî bir nüzul ve hareket aklen muhal
olduğundan metindeki inmeyi, bu şekilde manevi bir iniş şeklinde anlamak icabeder.
Eğer bu inişi zahiri
manasına uygun şekilde hissi bir iniş olarak ele alacak olursak, Allah'ın
emriyle bir müvekkel melek iner, diye te'vil etmek icabeder. Nitekim İbn
Fûvrek'in de ifade ettiği gibi bazı ilim adamları "yenzilü"
kelimesini "tefîl" babından "yünezzillu" şeklinde okumuşlardır
ki bu durumda bu fiile bir de mef'ul gerekir. Mahzuf olan bu meful de
"müvekkel melek" olarak takdir edilebilir. İmam-ı Kurtubi de bu
görüştedir. Nitekim Nesâi'nin rivayeti de böyledir.
Müslim'in Malik tariki
ile gelen rivayetinde de bu kelime "yetenezze-lü" şeklinde gelmiştir
ki, manevi nüzule en uygun olan rivayet budur.[572]
Metinde geçen dua,
sual (ismetek), istiğfar kelimelerinin hepsi de aynı manaya geldikleri halde, burada
peşi peşine ve ayrı ayrı zikredilmelerinin sebebi aralarında bazı ince
farkların bulunmasıdır. Şöyle ki burada dua kelimesiyle dünyevi nimetlerin
celbini, sual kelimesiyle uhrevi nimetlerin celbini, istiğfar ile de dünyevi
ve uhrevi zararların defini istemek kasdedilmiştir.[573]
Gecenin son üçte
birinde uyku çok tatlı olduğu için yüce Allah bu vakitte rızasını kazanmak
için tatlı uykusunu terk eden ihlaslı kullarına böyle engin bir lutufta
bulunmuştur. Bu kapı, isteyen her müslümana açıktır. Neselullahettevfik.
Bu hadis-i şerifi 1315
numaralı hadisin şerhinde de açıklamıştık.[574]
4734...
Câbir ibn Abdullah'dan (şöyle) dedi (ği rivayet edilmiştir): Rasûlulah (s.a.)
hac mevsiminde (Mekke'ye gelen) insanlara kendisini tanıtarak: "Beni
kendi kavmine götürecek bîr kimse yok mu? Çünkü Ku-reyş Rabbimin kelâmını
tebliğ etmekten alıkoymaya çalışıyor" buyururdu.[575]
İslâm tarihinde, Mekke
dönemi müslümanlara reva görülen korkunç işkencelerle doludur. Bu itibarla bu
döneme işkence dönemi dense yeridir.
Bilindiği gibi,
müslümanlarm maruz kaldıkları bu tehammül-fersâ işkenceler döneminde Fahr-i
kainat efendimiz müslümanları içerisinde bulundukları acıklı durumdan
kurtarmak için îslamın serbestçe yayılmasına imkân verecek müsait bir ortam ve
sığmak arıyordu. İşte bu maksatla, özellikle hac mevsiminde çeşitli
merkezlerden gelen cemaatlerin karşısına çıkıp davasını ve kendisini
tanıttıktan ve Kureyş'in zulmünü anlattıktan sonra kendisini memleketlerine
götürüp himayelerine alarak bu davaya sahip çıkmalarını telkin ediyordu.
Bilindiği gibi bu
mukaddes ve mübarek görevi yüklenme şerefine Medineliler nail oldular.
Metinde geçen
"Rabbimin kelâmı" sözüyle kasdedilen Kur'ân-ı Kerim'dir. Görüldüğü gibi
burada "kelâm" sözü Allah (C.C.) hazretlerine izafe edilmiştir.
Öyleyse Kur'ân-ı Kerîm Allah sözüdür.
Hadisin bab başlığıyla
ilgili olan kısmı da burasıdır. Binaenaleyh Kur'ân, Allah kelâmıdır. Her ne
kadar kelâm sıfatı Kelâm-ı nefsî ve Kelâm-ı lafzı kısımlarına ayrılırsa da
Kur'ân kelimesi kelâm-ı nefsi hakkında da kelâmı
lafzıda da hakikattir,
mecaz değildir.[576]
4735... Hz.
Aişe'den (rivayet edildiğine göre) demiştir ki: (Bana şu meşhur olan iftira
edilince) benim halim kendimce Allah'ın benim hakkımda okunan bir vahiyle
konuşacağı bir seviyede değildi."[577]
Hz.Âişe validemiz,
Kureyş müşrikleriyle münafıkların ortaklaşa başlatıp yürüttükleri meşhur iftira
kampanyasından, Allah'ın şehadetiyle kurtulmadan önce, kendisinin acizliğini
görerek, kendisi gibi aciz ve iftiraya maruz kalmış bir kul hakkında Allah'ın
bir ayet indireceğine hiç ihtimal vermiyormuş; "Allah böyle olaylar
hakkında bir vahy indirmez. Ama herhalde Hz. Peygambere rüyasında hakikati
gösterir de beni içinde bulunduğum dayanılmaz durumdan kurtarır."
diyormuş.
Hadis-i şerifte
anlatılmak istenen budur.
Görüldüğü gibi,
burada, Hz. Aişe Validemiz Allah'ın indirdiği Kur'ân âyetlerinden:
"Allah'ın konuşması" diye bahsetmektedir. Bu durum Kur'ân-i Kerim'in
Allah'ın kelâmı olduğuna delâlet eder ki; hadisin bab başlığıyla ilgili olan
kısım da burasıdır.[578]
4736... Âmir
İbn Şehr'den rivayet edilmiştir dedi ki: Ben (Habeşistan kralı) Necaşi'nin
yanında idim, Oğlu İncil'den bir ayet okudu da ben güldüm. Bunun üzerine
(Necaşi bana, 'Ne o!') Yüce Allah'ın sözüne gülüyor musun?" dedi.[579]
Bu hadis-i şerif,
Kur'an ayetleri gibi hakiki İncil ayetlerinin de Allah'ın sözü olduğunu ifade ve "âyetler Allah kelâmıdır"
diyen ehl-i sünnet alimlerini tasdik ve teyid etmektedir. İbn Hacer'in "el-isabe"de
açıkladığına göre, bu hadisin ravisi Amir İbn Şehr, Hz. Peygamberin
sahabilerindendir. Onun bu hadisini Ebu Ya'la buradakinden çok daha uzun bir
şekilde rivayet etmiştir. Hz. Peygamber, onu bir süre Yemen'e vali olarak
göndermişti. Orada kaldığı sürece vali olarak müslümanlara hizmet etti.[580]
4737... İbn
Abbas (r.a.)'dan (rivayet edilmiştir): "Peygamber (Sallalla-hü aleyhi ve
sellem torunları) Hasan ile Hüseyin'e: şeytanın, zararlı böceklerin ve zararlı
gözlerin zararlarından korunmaları için): "ikinizi de her şeytana ve
zehirli haşerelere ve değen her göze karşı Allah'ın mükemmel olan
kelimeleriyle afsunlarım" diye dua eder sonra; "Sizin (büyük) babanız
(İbrahim aleyhisselam da oğullan) İsmail ile İshak'ı bu kelimelerle
afsunlardı" buyururdu.[581]
Ebu Davud der ki:
"Bu (hadis) Kur'an in mahluk olmadığına bir delildir.[582]
Hâmme Yılan, akrep
gibi zehirli böcekler anlamına gelir.
Aynün Lâmnıe: Nazar
değen göz demektir.
Hattabî'nin
açıklamasına göre, İmam-ı Ahmed (r.a.) metinde geçen "Allah'ın mükemmel
kelimeleri" anlamına gelen "Kelimatil-lah-it-tâmme" kelimesine
dayanarak bu hadisin Kur'an-ı Kerim'in mahluk olmadığına delalet ettiğini
söylermiş ve: "Çünkü bu kelimeyle kasdedilen Kur'an-ı Kerim'dir. Kur'an-ı
Kerim'in mükemmel olmasından maksat, onun mahluk olmamasıdır. Ayrıca Rasûlullah
(s.a.)'ın bir mahluka sığındığı görülmemiştir. Eğer Kur'an mahluk olsa idi,
ona da sığımazdı" dermiş. Musannif Ebu Davud'un hadisin sonuna ilave
ettiği, cümleye bakılırsa onun da bu görüşte olduğu anlaşılır.
Hafız İbn Hacer'in
"Fethu'1-Bari" isimli eserindeki açıklamasına göre İmam-ı
Buhari"... Nihayet kalplerinden korku giderildiği zaman Rabbiniz ne
buyurdu? derler..."[583]
Ayet-i kerimesine dayanarak Allah'ın kelam sıfatının ezeli olan zatıyla
birlikte ebedi olduğunu ve zatının da ezeli ve ebedî olarak kemal sıfatlarıyla
kaim olduğunu ve Allah'ın sıfatlarının hiç bir zaman mahlukatın sıfatlarına
benzemediğini söylemiştir. Mutezile fırkası ise teaddüd-i kudamâ (kadîmlerin
birden çok olması) lazım geleceği gerekçesiyle Allah'ın sıfatları
olamayacağını iddia etmektedir. Oysa kelam, ilim, semi gibi sıfatlar mastar
oldukları ve zamanla ilgileri olmadığı için bunların varlığı teaddüd-i
kudemayı gerektirmez.
Nitekim 4732 numaralı
hadisin şerhinde açıklamıştık. İmam-ı Beyhaki'nin "Kitabü'l-İ'tikad"
isimli eserindeki açıklamasına göre:
"Kur'an-ı Kerim,
Allah kelmıdır. Allah kelamı ise, Allah'ın sıfatlarından bir sıfattır.
Allah'ın sıfatlarının ise, mahluk ve fani olmaları mümkün değildir. Yüce Allah,
Kur'an-ı Kerim'inde: "Biz bir şeyi dilediğimiz zaman ona sözümüz sadece
"ol!" dememizdir; o da hemen oluverir."[584]
buyurduğuna göre;
Eğer Kur'an-ı Kerim,
mahluk olsaydı, onun da "kün" sözüyle yaratılmış olması gerekirdi.
Allah'ın sözünün yine Allah'ın sözüyle yaratılmış olması ise aklen imkansızdır.
Çünkü teselsülü gerektirir. Teselsül ise batıldır. Ayrıca Yüce Allah Kur'an-ı
Kerimin'de: "Rahman (olan Allah) Kur'an-ı öğretti, insanı da
yarattı."[585]
buyurarak Kur'anı öğrettiğini insanı ise yarattığını ifade etmiştir ki; bu
durum Kur'an-ı Kerim'in mahluk olmayıp Allah'ın sıfatlarından bir sıfat,
insanın da Allah'ın yarattıklarından bir yaratık olduğunu gösterir. Eğer
Mutezile fırkasının iddia ettiği gibi Kur'ân-ı Kerim mahluk olsaydı, o zaman
Cenabı hak bu ayetinde "Kur'ân'ı öğretti" cümlesi yerine
"Kur'ân'ı yarattı" buyururdu.
Yine Cenabı Hak
Kur'an-ı Keriminde: "Ve Allah Musa ile konuştu."[586]
buyuruyor. Konuşanın sözü kendisinin dışında başka bir varlıkla kaim
olamayacağına göre, Allah'ın sözünün de kendisinden başka bir varlıkla kaim
olacağı düşünülemez. Öyleyse Allah'ın sözü de kendisiyle kaimdir. Allah ezelî
olduğuna göre Allah ile kaim olan sözü de ezelîdir, sonradan yaratılmış
değildir.
Yüce Allah bir başka
ayet-i kerimesinde de "Allah bir insanla ancak ya vahiy yoluyla konuşur ya
perde arkasından..."[587]
buyuruyor.
Eğer Allah'ın sözü
mahluk varlıklarla kaim bir mahluk olsaydı, Allah'ın kullarıyla konuşması için
bu ayet-i kerimede açıklamış olduğu şartları koymasının bir manası kalmazdı.
Çünkü bütün yaratıklar, Allah'dan gayrisini işitmede hemen hemen eşittirler.
Binaenaleyh Allah'ın vahyini bütün insanların işitmesi icabederdi.
Cehmiyye'nin:
"Allah ağaçta bir söz yarattı da Hz. Musa o söze muhatab oldu" demesi
ise çok daha büyük bir hatadir.Çünkü bu iddiaya göre,
"Gerçekten, ben
Allah'ım; benden başka hiçbir ilah yoktur.."[588]
ayet-i kerimesinin Hz. Musa ile konuştuğu iddia edilen ağacın sözü olması
gerekir. Bu ise ağacın haşa yegane mabud olmasını icabetti-rir ki bunun İslam
akidesine aykırı olduğunu söylemeye lüzum bile yoktur.
İbn Hazm'ın da
"el-Milel ve'n-nihal" isimli eserinde belirttiği gibi; "İslam
uleması Allah'ü teala'nın muşa Aleyhisselam ile konuştuğunda Kur?an-ı Kerim'le
diğer semavi kitapların ve sahifelerin Allah'ın sözü olduğunda ittifak
etmişlerdir."[589]
1- Göz
değmesi (nazar) haktır.
2- Göz
değmesinden ve zehirli böceklerin tehlikesinden korunmak için metinde geçen
duayı okumak tavsiye edilmiştir. Hz. Peygamber de sözü geçen tehlikelerden
korunmak için bu yolu takibetmiştir.
3- Kur'ân-ı
Kerim mahluk değildir.[590]
4738...
Abdullah (ibn Mes'ud) dan (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur: "Allahü Teâlâ vahyi söyleyince gök ehli semada kaya üzerinde
çekilen zincirin sesine benzer bir çan sesi işitirler de (kendilerinden
geçerek) yere kapanırlar. Kendilerine Cebrail gelinceye kadar bu halde
kalırlar. Nihayet kendilerine Cebrail gelince kalplerinden (bu baygınlık hali)
giderilmiş olur, (Kendilerinden bu hal gidince Cebrail aleyhisselam'a):
"Ey Cibril! Rabbin ne söyledi?" derler. O da: "Hakkı
söyledi" cevabını verir. Bunun üzerine diğer melekler de bizim rabbimiz
hakkı söy(ledi) "hakkı, hakkı.." diye nida ederler.”[591]
İbn Mes'ud (r.a.)'m bu
rivayetine göre "Allahü Teâlâ yahyi söyleyince bütün gök ehli onun kdamini
duyar. Korkudan titrerler ve nihayet kendilerine bir nevi baygınlık
gelir." İbn Kesir (r.a.) bu mevzuda şöyle diyor: "Onlar bu
durumdayken biribirlerine rabbiniz ne dedi? derler. Allahü Teâlâ'nm bu vahyi
onlardan sonrakilere haber verilir, sonra onlardan sonrakilere, sonra onlardan
sonrakilere bildirilir. Nihayet haber dünya göğüne gelir."[592]
Ahmed İbn Hanbel bu hadisi şu manaya gelen lafızlarla rivayet etmişir.
"Rabbimiz tebareke ve teala bir konuda hüküm verince, Arşı taşıyan
melekler teşbih» ederler, sonra onların altında bulunan melekler teşbih
ederler. Sonra onların altında bulunan gök ehli teşbih ederler. Nihayet bu
teşbih dünyamıza kadar ulaşır, sonra Arşı taşıyan meleklerin altında bulunan
gök ehli bu hallerin ne olduğunu soruşturarak Arşı taşıyan meleklere: Rabbimiz
ne dedi? derler, onlar da hükmü kendilerine haber verirler. Her gök ehli diğer
gök ehline durumu bildirir. Nihayet haber bu gök sakinlerine kadar ulaşır.
Cinler bu haberi kulak hırsızlığı ile çalarlar da bunun üzerine onlar
kovalanır.[593] İbn Kayyim el-Cevziyye,
Sünen-i Ebu Davud üzerine yazdığı şerhinde Beyhakî'den naklen şu hadisi
zikrediyor:
"Allahü Teâlâ bir
emrini vahyetmek istediği zaman önce o vahyi dile getirir. Bu vahyi dile
getirince gökler Allah'ın korkusundan dolayı titremeye başlar. Gök ehli
Allah'ın bu vahyini işitir işitmez kendilerinden geçerek secdeye kapanırlar.
Secdeden başını ilk kaldıran Cebrail olur, sonra Cenab-ı hak vahyetmek istediği
emirlerini vahye-der. Cebrail Aleyhisselam da bunu sıra ile bütün gök ehline ulaştırmak
üzere bütün gökleri dolaşır. Her vardığı yerde gök ehli ona: "Rabbimiz ne
buyurdu?" diye sorarlar. Cebrail aleyhisselam: "Hakkı söyledi"
der. Bu cevabı alan melekler de: "Hakkı (söyledi) hakkı" diye nida
ederler."
Bu hadis-i şerif
Allahü Teâlâ'nın Kelâm sıfatı ile muttasıf olduğuna bu kelâmın harfe ve sese
muhtaç olan insan kelâmına benzemediğine ve zatıyla kaim olup melekler
tarafından işitilebildiğine delâlet etmektedir[594] ki
bu Kur'an-ı Kerim*in mahlûk olmadığını gösterir. Hadisin bab başlığıyla ilgili
olan kısmı da burasıdır.[595]
4739... Enes
İbn Malik'den (rivayet edildiğine göre); Peygamber (s.a.): Şefaatim, ümmetimin
büyük günah işleyenleri içindir" buyurmuştur.[596]
Bu hadis-i şerif
"Büyük günahları işleyerek cehenneme atılmaya müstehak olan mü'minler,
Allah'ın izni ve inayeti ve Hz. Peygamberin şefaatiyle cehenneme atılmaktan ya
da cehenemde uzun süre kalmaktan kurtularak cennete gireceklerdir" diyen
ehl-i sünnet ulemasının lehine; "büyük günahları işleyenlerin, kâfir
olduklarını ve cehennemde ebediyyen kalacaklarını" söyleyen
Haricilerle,"büyük günahları işleyenler cehennemle cennet arasında bulunan
bir yerde kalırlar ve ne cennetlik ne de cehennemlik olurlar" diyen Mutezile-ninse
aleyhine bir delildir.
İbn Raslan'ın
açıklamasına göre; metinde geçen şefaat kelimesinin Hz. Peygambere izafet
edilmesiyle belli bir şefaat kasdedilmiştir ki; bu şefaat de yüce Allah'ın
Rasulüne vadetmiş olduğu Hz. Peygamoerin de kullanma hakkım kıyamet gününe
sakladığı şefaattir.[597]
Bazı ilim adamları
mevzumuzu teşkil eden bu hadise "ümmetimin büyük günah işlemiş olanlarına
şefaat etme hakkı peygamberlerden sadece bana verilmiştir. Diğer peygamberlere,
ümmetlerinin büyük günah işleyenlerine böyle bir şefaat hakkı verilmiş
değildir" manası verirken Tibî (r.a.) de bu hadise "benim helak
olanları kurtaracak olan şefaatim büyük günah işleyenler için yapacağım
şefaattir" şeklinde bir mana vermiştir.[598]
İmam Nevevi'nin açıklamasına
göm Kadı Iyaz bu hadis üzerinde yaptığı açıklamada şöyle demiştir:
Ehl-i sünnet uleması
şefaatin aklen caiz olduğuna ve; "O gün Rahman'ın izin verip sözünden
hoşlandığı kimseden başkasının şefaati fayda vermez"[599]
ayet-i kelimesiyle, bu mevzuda gelen sıhhatleri tevatür derecesine ulaşan
hadislerin buna inanmanın vücubuna delalet ettiğine ittifakla hükmetmişlerdir.
Haricilerle Mutezileden banları ise: "Artık onlara şefaatçilerin şefaati
fayda vermez."[600]
".... zalimlerin ne bir dostu ne de sözü tutulur bir aracıları
vardır"[601] ayet-i kerimelerini
te'vil ederek Şefaati inkâr etmişlerdir. Oysa bu ayet-i kerimeler kâfirler
hakkındadır.
Bu âyet-i kerimelerde
yerilen "zulüm" den maksat şirktir. Sözü geçen bu sapık mezheplerin
şefaat konusunda gelen hadislerdeki "şefaat" kelimelerini ehl-i cennetin
derecelerini arttırmak manasına te'vil etmeleri ise tamamen yersiz ve
asılsızdır. Çünkü bu onların bu düşüncelerine hiç meydana vermeyecek derecede
açıktır.
Bilindiği gibi Hz.
Peygamberin şefaati beş kısımdır:
1- İnsanların
kıyamet gününde arasatta kaldıkları ve akıbetlerinin ne olacağı hususunda son
derece endişeye ve dehşete düştükleri sırada onların hesaplarının acele olarak
görülmesi için yapacağı şefaat[602]
2- Kalabalık
bir mü'min kitlesinin hesapsız olarak cennete girmesi için yapacağı şefaat
3-
Müminlerden cehennemlik oldukları halde cehenneme girmemeleri için yapacağı
şefaat.
4-
Mü'minlerden cehenneme girenler hakkında, cehennemden çıkarılmaları içirt
yapacağı şefaat.[603]
5- Cennet
ehlinin makamlarının yükselmesi için yapacağı şefaat.[604]
4740...
İmran b. Husayn'dan (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) (şöyle)
buyurmuştur: "Ümmetimden büyük günah işlemiş olan bir topluluk
Muhammed'in şefââtı ile cehennemden çıkar, cennete girer. Bunlar (cehennemden
çıktıkları için); cehennemlikler diye anılırlar."[605]
Bu hadisle ilgili
açıklama bir önceki hadisin şerhinde geçmiştir.[606]
4741...
Cabir'den demiştir ki: Ben Rasûlullah (s.a.) (şöyle) buyururken işittim:
"Cennet halkı,
orada (diledikleri kadar) yerler ve içerler."[607]
Bu hadis-i şerifte
cennet halkının dünyada olduğu gibi cennette de yiyip içecekleri ifade
buyurulmaktadır.
Bilindiği gibi cennet,
çok sık ağaçlarla kaplı olduğu için zemini görülemeyen bahçe demektir.
Dini bir terim olarak cennet,
dünya gözüyle görülemeyen hakkın gaybında gizli mükâfat yurdunun adıdır. Bu
ebedi yurt öyle güzel bir yerdir ki köşklerinin altından, yani zeminin
üzerinden ırmaklar akar. Fakat orada, bol olan sadece su değildir. Bal
ırmakları, süt ırmakları sarhoş etmeyen şarap ırmakları da vardır. Herşey
öylesine boldur, orada. Nitekim "O cennetlikler (oradaki) herhangi bir
meyveden rızıklandıkça; bu daha önce de (dünyada) rızıklandığımiz şeydir,
derler..."[608]
Bu ayeti kerime
üzerinde müfessirler özellikle iki açıklama naklederler:
1- Ahirette
verilen rızıklar şekil ve renk bakımından birbirine benzer, fakat tat ve lezzet
bakımından bir sonra verilen bir öncekinden farklıdır.
2- Ahirette
verilecek rızıklar, meyveler şekil ve ad bakımından dünyadaki meyvelere benzerler.
Fakat tad ve lezzetleri farklı olacaktır.211 Ayetin muhtevasından bu ikinci
açıklamanın daha kuvvetli olduğu anlaşılmaktadır.[609]
İmam-ı Nevevi de bu
hususta şöyle diyor:
Ehl-i Sünnet velcemaat
mezhebine göre cennetlikler, cennetin hatır ve hayale gelmeyen nimetlerinden
yiyip içerler. Muhtelif nimetlerden, çeşitlerine göre daimi surette lezzet
alırlar. Onların bu hali dünya nimetleri şeklinde tecelli ederse de nimetler
arasındaki lezzet ve nefaset farkı, pek büyük olduğundan dünya nimetleri,
onlara sadece ismen uymuş olurlar. Cennetlikler abdest bozmamak, burun akmamak
gibi hususatla da dünyadaki hallerinden ayrılırlar.[610]
Bezi yazarının da
belirttiği gibi, aslında bu hadisin bu babla bir ilgisi yoktur, bir sonraki
babla ilgilidir. Bu bakımdan Musannif bu hadisi oraya yerleştirse idi, daha
uygun olurdu.[611]
4742...
Abdullah İbn Amr'dan (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle
buyurmuştur: "Sur boynuz (suretinde bir boru)dur. (Kıyamet gününde) ona
üfürülür.[612]
Sûr: Kelime olarak
boru, üfürülünce ses çıkaran boynuz manalarına gelir
Sûr: Kıyametin
kopuşunu belirtmek ve kıyamet koptuktan bir müddet sonra, bütün insanların
Mahşer meydanında toplanmak üzere dirilmelerini sağlamak için İsrafil'in üfürdüğü
boynuz şeklinde bir borudur. Birinci üfleyişe "Nefhâ-i ulâ", ikinci
üfleyişe "Nefhâ-i sâniye"denir.
Kur'an-ı Kerim'de bu
konuda şöyle buyurulur: "Sûra" üfürüleceği gün, Allah'ın diledikleri
hariç, artık göklerde kim var, yerde kim varsa hepsi dehşetle korkmuştur.
Herbiri hor ve hakir olarak ona gelmiştir." (Nemi, (27), 28)
Birinci ve ikinci
üfürüşte insanlar şu şekilde olacaklardır: Birinci defa Sûra üfürülünce artık
Allah'ın göklerde kim var, yerde kim varsa hepsi düşüp ölecektir. "Sonra
ona bir daha üfürülecektir. O anda görürsün ki: Ölüler dirilip ayakta bakınıp
duruyor."(Zümer (39), 68.)
Sûra ikinci defa
üflenince insanlar mahşerde toplanmak üzere rablerine doğru koşacaklardır.
"Sûra
üfürülmüştür artık; bakarsın ki onlar kabirlerinden kalkıp Rablerine doğru
koşup gidiyorlar." (Yasin (36), 51)[613]
4743... Ebu
Hureyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) (şöyle) buyurmuştur:
"Toprak, kuyruk kemiği hariç olmak üzere) her insanı tamamen yiyecektir.
(İnsan) kuyruk kemiğinden yaratılmıştır, (kıyamet gününde yine) ondan
yaratılacaktır."[614]
Hadis-i şerifte, her
insanın kuyruk kemiğinden başka bütün vücudunun çürüyüp toprak olacağı, bir
başka tabirle toprak tarafından yeneceği, bu çürümeden ancak
"acb-üz-zeneb'Menen kuyruk kemiğinin kurtulacağı, kıyamet gününde
insanların tekrar bu kemikten yaratılacağı, ifade edilmektedir. Ancak İmam-i
Nevevi'nin de belirttiği gibi peygamberler bu değişmez kanuna tabi değillerdir.
Çünkü onların vücudunu toprak yiyemez.
İbn Abdil Berr,
şehidlerin vücudunun da çürümeyeceğini söylemiştir.
Tîbî'ye göre metinde
geçen; "acb-üz-zeneb çürümez ve onu toprak yemez" sözünden maksat
"acbüz-zeneb insanın diğer organları gibi kısa zamanda çürümez, uzun süre
varlığını korur, ondan sonra çürür" demektir. "Hiç çürümez"
demek değildir.
Bu açıklamalardan
anlaşılıyor ki; peygamberlerden ve şehidlerden başka bütün insanların vücudu
çürüyüp toprak olmak suretiyle aslına döner. Toprak onu yer. Bilâhere zamanı
gelince tekrar topraktan yaratılacaktır.[615]
4744... Ebu
Hureyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) (şöyle) buyurmuştur:
"Allah (Teâlâ
hazretleri) cenneti yaratınca Hz. Cebrail'e: "Git de ona bir bak!"
buyurdu. Bunun üzerine (Hz. Cebrail) gidip ona baktı, sonra gelip: "Ey
Rabbim, senin izzetine andolsun ki onu işitip de oraya girmeyen bir kimse
kalmaz" dedi. Sonra Allah onu (n etrafını) zorluklarla kuşattı ve:
"Ey Cebrail, git ona (bir daha) bak" dedi. (Cebrail) gidip ona (bir
daha) bakıp geldi.
"Ey Rabbim, senin
izzetin hakkı için (söylüyorum ki) ben oraya (ikinci kez baktıktan sonra) oraya
hiç kimsenin giremeyeceğinden korkmaya başladım" dedi. Sonra Allah,
cehennemi yaratınca: "Ey Cebrail git de ona (bir) bak" buyurdu. Bunun
üzerine (Cebrail) gidip (bir de) ona baktı. Sonra gelSp: "Ey Rabbim, senin
izzetin hakkı için (söylüyorum ki), onu işiten hiç bîr kimse oraya
girmez." dedi. Bunun üzerine (yüce Allah) orayı şehvetlerle kuşattı. Sonra
da:
"Ey Cebrail git
de ona (bir daha) bak" buyurdu. Bunun üzerine (Cebrail) gidip oraya (bir
daha) baktı, sonra gelip: "Ey Rabbim izzetin hakkı için
(söylüyorum ki) ben (orayı tekrar görünce) bir
kimse dahi kalmadan herkesin oraya girmesinden korkmaya başladım" dedi.[616]
"Cennetin
zorluklarla kuşatılmış olması" demek, oraya girmenin ancak dini emirlere
uymak ve nehiylerden kaçınmakla, bu hususta nefsin baskılarına karşı koymakla
ve bu noktada karşılaşılacak bütün meşakkatlere katlanmakla mümkün olması
demektir.
Bunları hakkıyla
yerine getirmek o kadar kolay olmadığı için Cebrail aleyhisse-lam insanların
oraya giremeyeceğinden korkmuştur.
"Cehennemin,
nefsin istekleri ve şehvanî arzularla çevrili olması" demek ise insanların
cehenneme sürüklenmelerinin nefsin gayr-i meşru isteklerine uymasına bağlı
olması demektir. Nefsler devamlı surette şehvanî isteklere meylettikleri için,
Hz. Cebrail insanların büyük çoğunluğunun cehenneme sürüklenmekten kurtulamayacağından
korkmuştur.
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadisi şerif, cennet ve cehennemin el'ân yaratılmış ve mevcud olduğunu ifade
etmektedir.
İmam-ı Şar'ânî'nin de
ifade ettiği gibi her ne kadar cennet ve cehennem el'ân mevcut ve mahluk iseler
de binaları tamamlanmış değildir. Bunlar en son ve mükemmel şekillerini
âhirette alacaklardır.[617]
Nitekim bir hadis-i şerifte: "Cennet çıplak bir arazidir, onun fidanları
ise sübhanellah ve elhamdülillahdır."[618]
buyurulmuştur. Öyleyse herkes buradaki amelleriyle cenneti kazanacak ve
herkesin cenneti buradaki teşbih ve tahmîdleri nisbetinde güzellik ve kemal
kazanacaktır. Diğer bir hadisi şerifte de: "Kim (dünyada) bir mescid
yaptırırsa Allah da (âhirette) ona cennette bir ev hazırlar."[619]
buyurulmuştur. Mevzuumuzu teşkil eden bu hadis, cennet ve cehennemin elan
mevcud olduğunu söyleyen ehl-i sünnet ulemasının lehine, aksini iddia eden
Mutezile'nin aleyhine delildir.[620]
4745... İbn
Ömer'den demiştir ki: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Gerçekten önünüzde
bir havz vardır ki, onun iki ucunun arasındaki mesafe) Cerba ile Ezruh
arası(ndaki mesafe) kadardır."[621]
Bu hadis-i şerif,
Kevser havzmın hak olduğunu söyleyen
ehl-i sünnet ulemasının delillerindendir.
Ehl-i sünnet
ulemasının inancına göre Havz-ı Kevser yüce Allah'ın peygamber efendimize ihsan
buyuracağı büyük bir havuzdur. Mü'minler, bunun tatlı ve berrak suyundan içerek
Mahşerin dehşetinden ileri gelen hararetlerini gidereceklerdir.
Havz-ı Kevser, aynı
zamanda: "Şüphesiz biz sana Kevseri verdik."[622]
ayeti ile de sabittir. Zira ayette geçen Kevseri Hz. Peygamber çeşitli
hadislerinde bir havuz veya bir ırmak olarak açıklamıştır.
Umumiyetle kabul
edilen görüşe göre Havz-ı Kevser mahşerdedir, bununla birlikte onun cennette
bir nehir olduğu rivayetleri de vardır.[623]
Hattabî (r.a.)nin
açıklamasına göre "Cerba", Şam'ın şehirlerinden bir şehirdir.
"Ezruh" ise Şam'ın aşağı kısımlarında bulunan bir şehirdir.
AIiyyü'I-Kari'nin ifadesine göre Cerba, Ezruh yakınlarında bir şehirdir. Bu iki
şehrin arasındaki mesafenin üç günlük bir yol olduğunu söyleyenler yanılmışlardır.
Bu yanlışlığa sebep, bazı ravilerin Dârekutni'nin rivayet ettiği "Benim
havzumun kenarları arasındaki mesafe, Medine ile Cerba ve Ezruh arasındaki
mesafe kadardır" mealindeki hadisi rivayet ederken "el-Medine"
kelimesini rivayet etmeyi unutmuş olmalarıdır.[624]
Bu havuzun boyutları
hakkında gelen hadisler, birbirlerinden oldukça farklıdırlar. Aslında havuzun
boyutları ile ilgili olarak verilen bu ölçüler, havuzun hakiki ölçülerini
belirtmek için değil da havuzun büyüklüğünü belirten, yani çokluğa ve genişliğe
delalet eden ölçülerdir. İşte rivayetler arasındaki farklılık buradan
kaynaklanmaktadır.
Bu havuzun sıfatları
hakkında da bir çok hadis-i şerif varid olmuştur. Bunlardan biri şu mealdedir:
"... Benim
havuzum bir aylık yoldur. Onun suyu sütten daha beyazdır. Onun kokusu, miskten
daha güzeldir. Bardakları semanın yıldızları gibidir. Ondan içen kimse bir daha
ebediyyen susamaz."[625]
Bezi yazarının da
ifade ettiği gibi Haricilerle Mu'tezile Havzın varlığını inkar etmişler,
halbuki Hanefi ulemasından Aynî (r.a.)'in tahkikine göre, Havz'ın varlığına
dair hadis rivayet eden sahabilerin sayısı elliden fazladır. Aynî (r.a.)
Umdetü'1-Kari isimli eserinde, bunların hepsinin ismini zikretmiştir. İbn
Kayyım el-Cevziyye de "Muhtasarı Sünen-i Ebi Davud" adıyla Ebu Davud
üzerine yazdığı şerhte bu sahabilerin kırk tanesinin ismim zikretmiştir.[626]
4746... Zeyd
İbn Erkam'dan demiştir ki: (Bir gün) Rasûlullah (s.a.)'la birlikte (bir seferde
bulunuyor) idik. (Bir ara) bir yere indik. (Bunun üzerine bize): "Siz (ümmetimden)
Havza gelecek olanların yüzbinde biri değilsiniz."buyurdu.
Bu hadisi Hz. İbn
Erkam'dan rivayet eden Ebu Hamza dedi ki: Ben Hz. Zeyd'den bu hadisi işitince
kendisine: "O gün kaç kişiydiniz?" diye sordum da; "Yedi veya
sekiz yüz (kişiydik)." cevabını verdi.[627]
Aslında hadis-i
şerifin zahirine göre Havzı Kevserden içebilecek müminlerin sayısı, yetmiş veya
seksen milyondan daha fazladır.
Fakat bu rakam
Havuzdan içecek müminlerin gerçek sayısını belirtmek için verilen bir rakam
değildir. Oradan içecek müminlerin sayısının çokluğunu belirtmek için verilen,
yani çokluğu simgeleyen bir rakamdır. Binaenaleyh bu Havuzdan kana kana içecek
olan bahtiyarların sayısı,
224. sadece yetmiş
veya seksen milyondan ibaret değildir. Onların sayısı rakamlarla ifade
edilemeyecek kadar çoktur.[628]
4747... el -
Muhtar İbn Fiilfül'den demiştir ki: Ben Enes İbn Malik'i (şöyle) derken
işittim: Rasûlullah (s.a.) hafifçe uyuklamıştı. Tebessüm ederek onlara:
"Neye güldüğümü biliyor musunuz?" diye bir soru sordu ya da onlar:
"Ey Allah'ın rasulü, niçin güldün?" diye bir soru sordular da (şöyle)
cevap verdi: "Çünkü bana biraz önce bir sure indi" buyurdu ve:
"Bismillahirrahmanirrahim, innâ a'teynâ kelkevser" (diyerek) sureyi
sonuna kadar okudu (sonra orada bulunanlara): "Kevser nedir biliyor
musunuz?" buyurdu (onlar):
"Allah ve Rasulü
daha iyi bilir" dediler (Hz. Peygamber de): "Muhakkak ki o, aziz ve
celil Rabbimin bana cennette (vereceğini) va'dettiği bir nehirdir ki onda pek
çok hayır vardır. Onun üzerinde bir havuz vardır ki kıyamet gününde ümmetim
(ondan içerek hararetlerini gidermek üzere) ona gelirler; onun kapları (nın
sayısı gökteki) yıldızlar adedincedir" buyurdu.[629]
4748... Enes
İbn Malik'in şöyle dediği ya da buna benzer bir şey söylediği rivayet
edilmiştir. Allah'ın elçisi (Mi'rac gecesinde) cennete çıkarıldığı zaman
kendisine kenarları içi boş yakuttan olan bir nehir gösterildi, yanında
bulunan melek elini suya daldırıp (bir avuç) misk çıkardı. Muhammed (s.a.)
yanında bulunan bir meleğe "O nedir?" diye sordu, melek de:
"Aziz ve Celil
olan Allah'ın sana verdiği kevserdir" cevabını verdi.[630]
Bilindiği gibi Hz.
Peygambere vahyin gelme yollarından biri de uyku halidir. Uyku halinde kendisine
vahy gelirdi. Mevzumuzu teşkil eden (4747) numaralı hadis-i şerifin ifadesinden
Kevser suresinin de böyle uyku halinde indiği anlaşılmaktadır.
Aslında
"kevser" kelimesi lugatta ifrat derecesinde çokluk manasına gelirse
de dini bir terim olarak ne manaya geldiği mevzuunda müfessirler yirmi altı
kadar görüş ileri sürmüşlerdir ki; bunlardan en önemlileri şunlardır:
1- Cennette
bir nehirdir
2-
Peygamberlik makam ve şerefidir.
3- Ümmet-i
Muhammedin ulemasıdır.
4- Ümmet-i
Muhammedin çokluğudur.
5- Hz.
Peygamberin evladının çokluğudur.[631]
Bu hadisi şerifler
Havz ve Kevser'in hak olduğunu söyleyen ehl-i sünnet ulemasının
delillerindendir. Havz hakkındaki görüşleri 4745 numaralı hadisin şerhinde
açıklamıştık, kevser hakkındaki tafsilatlı malumat ise tefsir kitaplarındadır.[632]
4749...
Abdüsselam İbn Ebi Hazim (yani) Ebu Talut dedi ki: Ben Ebu Berze'yi (Yezid İbn
Muaviye'nin Kûfe'ye emir olarak tayin ettiği) Ubey-dullah İbn Ziyad'ın yanına
girerken gördüm. (Fakat onunla birlikte Ubey-dullah'ın yanına girmediğim için
aralarından geçen konuşmayı dinleyemedim. Ancak bu konuşmayı) bana falanca
(zat) nakletti...
Musannif Ebu Davud der
ki: Aslında bu hadisi bana nakleden şeyhim Müslim (ibn İbrahim) bu zatın ismini
açıklamıştı (ama ben onu unuttum) ve (bu zat Ubeydullah ibn Ziyad'ın
tabilerinden olan) cemaattendi (sözü geçn zat olayı söyle anlattı):
Ubeydullah, Ebu
Berze'yi görünce (etrafındakilere) onu göstererek "Sizin Muhammed'e mensub
olan sahabiniz işte şu kısa boylu ve şişman adamdır" dedi. Şeyh (Ebû
Berze, dolayısıyla Hz. Peygamberin sahabile-rine ve dolayısıyla Hz. Peygambere
hakaret etmek istediğini) derhal anladı ve: "Muhammed (s.a.)le olan
sohbetimden dolayı beni ayıplayan bir toplumun yanında kalacağımı (böyleleri
ile karşılaşacağımı) zannetmiyordum" dedi.
Bunun üzerine
Ubeydullah (sözü değiştirip): "Şüphesiz Muhammed (s.a.)'in sohbetinde
bulunmak senin için bir zînettir (asla) ayıp değildir. Ben seni havuz hakkında
(bildiklerini) sormak için (buraya) çağırmıştım. (Hakikaten) sen (hiç)
Rasûlullah (s.a.)'i bu mevzuda bir şeyler söylerken işittin mi?" dedi. Ebu
Berze (r.a.)'de; "Evet" (hem de pek çok defalar işittim, öyle) bir
defa, iki defa, üç Jefa, dört defa, beş defa değil. Havuzu (n varlığını ve bu
mevzudaki hadisleri) yalan sayan kimseyi Allah ondan içirmesin" dedi.
Sonra Öfkeli olarak çıkıp gitti.[633]
Hadis-i şerif, Yezid
İbn Muaviye tarafından Küfe emiri olarak tayin edilmiş olan Ubeydullah İbn Ziyad'ın,
Hz. Peygamberin sahabilerinin kadrini bilmekten mahrum ve onlara karşı
saygısız, Havz hakkında şüphesi olan fasık bir kimse olduğunu, oysa Hz.
Peygamberin Havz'ın varlığını pek çok defalar açıkladığını ifade etmektedir.
Hafız İbn Hacer'in açıklamasına göre, Ubeydullah, Havz'ın varlığını inkâr
ederdi. Bu sebeple Hz. Ebu Berze ona sert bir dille çıkıştı.
İmam-ı Ahmed'in
Müsned'inde bu hadisi Ebu Berze'ye rivayet eden zatın "el-Abbas
el-Ceriri"olabileceği ifade edilmektedir..
İslam ulemasının Havz
hakkındaki görüşlerini 4745 numaralı hadisin şerhinde açıkladığımızdan burada
tekrara lüzum görmüyoruz.[634]
4750...
el-3erâ İbn Âzib'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur.
"Şüphesiz ki
müslümana kabirde soru sorulduğu zaman Al-Iah'dan başka bir ilah olmadığına ve
Muhammed (s.a.)'in Allah'ın elçisi olduğuna şahidlik etmesi (var ya!). İşte
buyruğunda anlatılan hal odur." Aziz ve celil olan Allah'ın "Allah
inananları dünya hayatında da âhirette de sağlam sözle tesbit eder."[635]
buyurduğu odur."[636]
4753 numaralı hadiste de
açıklanacağı üzere kabirde ölüye şu üç soru sorulacaktır:
"Men rabbüke=
Rabbin kimdir?
"Ma dînüke= Dinin
nedir?
"Mâ
hâzerracülüllezi büise fiküm= size peygamber olarak gönderilen şu şahıs
kimdir?"
Gerçek müminler bu
sorulara kelime-i şehadet getirerek rahatça cevap vereceklerdir.
Hadis-i şerifte
açıklandığı üzere, yüce Allah, Kur'ân-i Keriminde bu kelime-i şehadetten
"sağlam söz" diye bahsetmiş ve insanları bu sözle sabit tutacağını
beyan buyurmuştur.
Her ne kadar hadiste
yüce Allah'ın "sabit söz" diye bahsettiği sözün sadece kabirde
sorulan sorulara cevap sadedinde getirilen kelime-i şehâ-detmiş gibi bir ifade
varsa da, aslında şehadetin kabirle kayıtlanması bir kayd-ı ihtirazi değildir,
kaydı ittifakidir. Binaenaleyh, Allah'ın bu "sabit söz" diye bahsettiği
kelime-i şehadete kabirde getirilen şehadet gibi dünyada getirilen
şehadetlerin cümlesi de dahildir.
Kâfirlerin ve
mü'minlerden bazı günahkârların kabir azabı görecekleri ve Münker ile Nekir'in
sual sorması haktır. Bütün bunlar Kitap ve sünnetle sabittir.
Kitapdan delili:
1-
"(Kabir azabından biri de) ateşdir ki onlar sabah akşam arz
olunacaklardır..."[637]
2- "Benim
kitabımdan yüz çeviren bilsin ki onun dar bir geçimi olur ve kıyamet gününde
onu kör olarak hasrederiz."[638]
Bazı müfes-sirler bu ayette geçen "dar geçim" tabirine şöyle bir
açıklama getirmişlerdir:
Bunun böyle olması
gerekir. Çünkü biz kâfirleri dünyada rahat bir yaşayış ve yüksek bir refah
içinde görüyoruz. Kâfirlerin kıyamet gününden önce dar ve sıkıntılı bir
yaşayışta olmaları icabeder. Bu da kabir azabıdır, kıyamet gününde kör olarak
haşr edilme bunun üzerine atıftır.[639]
Sünnetten delili:
"İdrardan sakınınız, zira kabirdekilerin çoğunun çektikleri azab bu
yüzdendir."[640]
hadis-i şerifidir.
Bilindiği kabirde soru
sormakla görevli iki melek vardır ki, bunlardan birinin ismi Münker diğerinin
ismi ise Nekir'dir. Bunlar ölen kişiye rabbini, dinini ve peygamberini
sorarlar. Bu hususta da pek çok hadis-i şerif vardır. Mümin kişi bu sorulara
cevap verir, ama kafir veremez. Sözkonusu iki melek ölünün kabrine gelir, Allah
ölüyü diriltir ve melekler sorularını yöneltirler. Mutezile ve bid'atçilerin
çoğunluğu Münker ve Nekir sualini inkâr etmişlerdir.[641]
Bu mevzuda gelen
hadislerden biri şu mealdedir:
"Ölü mezara
gömülünce birine Münker diğerine Nekir adı verilen siyah mavi iki melek gelir.
Ona derler ki:
Şu (Muhammed
Aleyhisselam denilen) zat hakkında ne dersin? O da şöyle cevap verir:
O Allah'ın kulu ve
rasûlüdür. Ben şehadette bulunurum ki, Al-lah'dan başka ilah yoktur. Muhammed
de onun kulu ve rasufüdür. Bunun üzerine melekler:
Biz senin böyle
diyeceğini zaten bilmekte idik, derler. Sonra onun mezarını yetmiş arşın
genişletirler. Daha sonra bu ölünün mezarı ışıklandırılır ve aydınlatılır. Daha
sonra melekler Ölüye:
Yat uyu, derler o da:
Aileme gidin de durumu
haber verin der..."[642]
Münker ve Nekire mezardaki ölüye hiç görmediği bir şekilde görünecekleri için
bu isim verilmiştir. Zira bu kelimelerin sözlükteki manası, bilinmeyen,
tanınmayan değişik kılık ve kıyafette olan demektir. (Seyyid Ebu Suca
"sabi çocuklar (mezarda) sorguya çekilir" demektedir. Bazılarına
göre Peygamber (s.a.) de onlar gibi hesaba çekilir.[643]
Bezlu'l-Mechud
yazarının açıklamasına göre Suyûtî (r.a.) "ed-Durru'1-Hisan" isimli
eserinde, ondört sınıf insanın kabirde sorguya çekilmeyeceğini söylemiştir. Bu
mevzuda İbn Âbidin (r.a.)'de şöyle demiştir: "Kabirde sekiz nevi müslüman
azab görmeyeceklerdir: Şehid, hudud bekçisi asker, taundan ölen, sabırlı olmak
ve sevap saymak şartıyla taun zamanında başka bir sebep ile ölen, sıddik,
çocuk, cuma günü veya gecesi ölen ve her gece Mülk suresini okuyanlardır.
Bazıları bunlara sure-i Secdeyi okuyanla Ölüm döşeğinde İhlas suresini okuyanı
da katmışlardır. Sarih peygamberlerin de ilave edileceğine işaret etmiştir.
Çünkü onlar sıddıklardandır.
"Esah olan kavle
göre peygamberle müminlerin çocuklarına kabirde sual yoktur" diyen Kemal
Ibn Hümamdır. Bunu «el Müsayere" isimli eserinde söylemiştir.[644]
Levâihü'l-Envâri'l-İlâhiyye
isimli eserde ise kabir azabının da âhıret azabını hafifletici sebeplerden
olduğu ifade edilmektedir.[645]
4751... Enes
İbn Malik'clen demiştir ki: "Allah'ın peygamberi bir gün Neccar
oğullarının hurmalığına girmişti (orada bulunan kabirlerden korkunç) bir ses
işitti de korktu. Bunun üzerine:
"Bu kabirlerde
yatanlar kimlerdir?" dedi.
"Ey Allah'ın
Rasulü, (onlar) cahiliyyc döneminde ölen bir takım insanlardır" dediler
(Peygamber efendimiz de): «Cehennem azabından ve Deccal'in Fitnesinden Allah'a
sığınınız" buyurdu. Bunun üzerine '"Bu da niçin (oluyor), Ey Allah'ın
rasulü?" dediler. (Hz. Peygamber de şöyle) buyurdu:
Muhakkak ki bir mü'min
kabrine konduğu zaman ona bir melek gelir ve ona: Sen (dünyada iken) kime
ibadet ediyordun? diye sorar.
Eğer Yüce Allah o
mü'mine hidayet vermişse;
"Allah'a ibadet
ediyordum" der, bunun üzerine kendisine:
"Sen şu
(peygamber olarak gönderildiği söylenen) kimse hakkında ne dersin?" diye
sorarlar. (O mü'min de): "O Allah'ın kulu ve rasulüdür" cevabını
verir. Artık bundan sonra kendisine başka bir soru sorulmaz. (Ruhen)
Cehennemde bulunan evine götürülür ve: "Bu (ev) senin evindir, cehennemde
senin için (hazırlanmış) idi. Fakat Allah seni korudu ve sana acıdı da onu
sana cennette bir evle değiştiriverdi." denir. (O mü'min de): "Beni
bırakınız gideyim de ailemi müjdeleyeyim" der. Kendisine: "Hayır
olmaz, sen burada kabrinde otur." cevabını verirler.
Muhakkak ki kafir
kabrine konduğu zaman kendisine bir melek gelip sertçe çıkışır da: "Sen
(dünyada) neye tapıyordun?" diye sorar. O da: "Bilmiyorum"
cevabını verir. (Melek de ona) "Bilmez ve hakka uymaz ol" der, sonra
ona: "Şu (Peygamber olduğunu söylenen) kimse hakkında ne dersiniz?"
denir. (O kafir de onun hakkında onu yalanlayan) "Halkın dediğini
derim" cevabını verir. Bunun üzerine (o melek) onun kulakları arasına
demirden bir tokmak vurur; (o adam) öyle bir bağırış bağırır ki, insan ve
cinnilerden başka onu bütün yaratıklar işitir."[646]
Bazı hadis-i
şeriflerde bir cenaze kabre konduğu zaman kendisine soru sormak üzere iki melek
geldiği ifade edilirken[647] mevzumuzu
teşkil eden bu hadis-i şerifte bir meleğin geldiğinden bahsedilmesi, bu hadis-i
şerifler arasında bir çelişki olduğu; anlamına gelmez. Çünkü bu durum şahıslara
göre değişir.
Allah, kabir sualinin
çetin geçmesini istediği kimselere defnedenler gittikten ve ölü yalnız başına
kaldıktan sonra, soru sormak üzere iki melek birden gelir ve ikisi birden soru
sorar. Allah'ın kabir sualinin biraz daha kolay geçmesini murad ettiği
kimseler, bu iki melek cenazeyi demeden kimseler, daha kabrin başından ayrılmadan
Önce gelirler. Daha da kolay geçmesini istediği kullara da som sormak; üzere
sadece bir melek gelir.
Meleğin ölüye, Hz.
Peygambere iman edip etmediğini sorarken açıkça:
Allah'ın rasulü
Muhammed (s.a.) hakkında ne diyorsun? demeyip de;
Şu adam hakkında ne
diyorsun? demesi imtihanın kuralına riayet etmek, Hz. Muhammed'in gerçekten
peygamber olduğunu ona sezdirmemek, bir başka ifadeyle soru içerisinde cevabı
da vermekten kaçınarak imtihandaki cevabın gizli kalması esasına uymak içindir.
Metinde kabir sualini
muvaffakiyetle atlatan bir mü'minin kabrinde kıyamete kadar kalacağı ifade
edilmektedir. Nitekim Tirmîzî'nin rivayetinde de: "... Sonra o iki melek
gelir güveği gibi uyu ki; onu (gelin ve güveyi) ailesinden elbet en çok sevdiği
kişi uyandırır, derler. O kişi Allah onu mahşerde yatağında uyandırıncaya kadar
(orada uyur)"[648]
Duyuruluyor.
Diğer bir hadis-i
şerifte ise; "Hiç şüphe yok ki sizden biriniz öldüğü vakit kendisine sabah
akşam varacağı yer gösterilir. Cennetlikler -dense cennetlik olacak, cehennenıliklerdense
cehennemlik olacaktır. Kendisine: İşte senin yerin burasıdır...
denilecektir."[649]
Muhammed Zekeriyya İbn
Yahya el-Kandehlevî'nin Bezi üzerine yazdığı tahkikte ve Bezi yazarının
Bezl'de ifade ettikleri gibi bütün bu hadis-i şeriflerden anlaşılan şudur: Ölü
kabrinde kıyamete kadar uyur. Orada kaldığı sürece, cennet ve cehennemde
bulunan makamı kendisine sabah akşam arz edilir.[650]
İmam-i Kurtubi'nin bu
mevzudaki açıklaması da şöyledir:
"Ölülerce cennet
ve cehennemin arz edilmesi, ruhendir. Bedenden bir cüzün de buna iştirak etmesi
mümkündür. Aslında kabirde kabir hayatında gündüz yoktur. Sadece geceden
ibarettir, ancak buradaki sabah ve akşamdan maksat, dünyadaki sabah ve akşam
vakitleridir.
Ancak şehidlerin
ruhları için kabir hayatı sözkonusu değildir. Onlar doğrudan doğruya cennete
giderler."[651]
Bu mevzuda Buharı
şârihi Kamil Miras (r.a.) de şöyle diyor: "Sual melekleri meyyite
suallerini sorup gittikten sonra meyyitin vazifesi ne olur?
Cevap: Eğer Said kişi
ise onun ruhu cennete gider. Eğer şakî ve günahkar bir kişi ise onun ruhu da
cehennemin kenarında büyük bir taş üzerine gider. İbn Abbas'dan rivayet
edildiğine göre bir kısım insanlar da Berzah-'ta bulunurlar ki burası, ne
cennettir ne de cehennem. Ashab-ı A'raf kıssası da buna delalet eder.
Bazı ulemanın beyanına
göre ervah-ı suadâ cennette olmakla beraber kabirleriyle olan alakaları bile
kesilmez. Bu alaka, bilhassa cuma gece ve gündüzü ile cumartesi gecesi güneş
doğuncaya kadar pek canlı bir surette vuku bulur."[652]
1- Kabir Suali
haktır: Bu bakımdan mevzumuzu teşkil eden bu hadis kabir sualinin hak olduğunu
söyleyen Ehl-i sünnetin lehine, aksini iddia eden Rafîzîlerle Haricilerden ve
Mutezileden bazılarının aleyhine bir delildir.
2- Kabir
hayatı ve azabı haktır. Kabir azabından Allah'a sığınmak gerekir.
3- Deccal
çıkacaktır. Onun şerrinden Allah'a sığınmak gerekir. Rasulü ekrem efendimiz
sözü geçen hususlarda Allah'a şöyle sığınmıştır: "Ya Rab ben, kabir
azabından sana sığınırım, Mesih-i Deccal'in fitnesinden de sana sığınırım.
Hayat ve memat fitnesinden de sana sığınırım."[653]
Sünen-i Ebu Davud'da
bu mevzuda Hz. Peygamberin şöyle dua ettiği ifade ediliyor:
"Ey Allah'ım,
cehennem azabından, kabir azabından, Deccal'in fitnesinden, hayat ve ölümün
fitnesinden sana sığınırım."[654]
4752... (Şu
bir Önceki hadisin) bir benzerini de (yine) aynı senedle Ab-dulvehhab rivayet
etti; (Abdulvehhab) dedi ki:
"Bir kul kabrine
konup ta arkadaşları undan ayrılıp gittiği zaman, o, (kendisinden uzaklaşmakta
olan) arkadaşlarının ayak tıkıltılarını duyar. Hemen arkasından iki melek gelip
ona (şöyle) derler..." (Ab-dülvehhab aşağı yukarı bir) önceki hadise yakın
şeyler rivayet etti ve bu hadiste (şunları da) söyledi: "Kafirle münafık
meleğe (şöyle) derler." (Yani bu hadise bir Öncekinden farklı olarak)
"münafık" kelimesini de ilave etti (ve rivayetine devam ederek
şöyle) dedi: "(Onun çıkardığı) bu feryadı ins ve cinden başka ona yakın
olan herkes işitir."[655]
Bir önceki hadis-i
şerifte Münker - Nekir in sorularına doğru cevap veremeyen kimselere
meleklerin vurduğu tokmakların seslerinin, insanlar ve cinlerden başka herkes
tarafından işitildiği ifade edilirken burada insan ve cinlerin dışında sadece
ölüye yakın olan varlıkların işitilebileceğinden bahsedilmesi, bu iki hadisin
arasında bir çelişki olduğunu göstermez. Çünkü uzaklık konusunda âhiret
ölçüleriyle dünya ölçüleri birbirlerinden tamamen farklıdırlar. Dünyada en
büyük uzaklık olarak kullanılan "şark ile garp arası kadar" ifadesi
âhirette bir evin iki duvarı arasındaki mesafe kadar küçüktür. Binaenaleyh bu
hadiste âhiret ölçüleriyle verilen "Ölünün yakın çevresi" sözünde
dünyadaki "Şark ile garp arası kadar uzak" sözü gibi bir sonsuzluk
ölçüsü ifade ettiğinden bu iki ifade arasında bir çelişki sözkonusu değildir.
Binaenaleyh kabirde azab gören kimselerin feryadı insan ve cinlerin dışında
yakın olsun uzak olsun herkes tarafından işitilir. Bu hadisle ilgili açıklamayı
bir önceki hadisle (3230) numaralı hadisin şerhinde açıkladığımızdan burada
tekrara lüzum görmüyoruz.[656]
4753... Berâ
İbn Âzib'den demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) ile birlikte en-sardan bir adamın
cenazesinde bulunarak defnetmek üzere Bakî1 mezarlığına doğru yola çıktık.
Daha kabrin kazılması tamamlanmadan kabre vardık. Rasûlullah (s.a.) oturdu,
kabrin etrafına biz de oturduk. Sanki başlarımızın üzerinde birer kuş varmış
gibi (sakin duruyor) idik. (Hz. Peygamber) elindeki bir çöple yeri
karıştırıyordu. Derken başını kaldırıp iki ya da üç defa: "Kabir azabından
Allah'a sığınınız" buyurdu.
Cerir'in rivayetinde
burada (şu) ilave vardır:
Ve (Hz. Peygamber
şöyle) buyurdu:
"Muhakkak ki (ölü
kendisini defnedenler) dönüp giderlerken (soru meleği tarafından) kendisine:
"Ey adanı, Rabbin kimdir? Dinin nedir, peygamberin kimdir?" diye
sorulduğu sırada (onların) ayak seslerini duyar."
Hennâd (da hadisin
bundan sonraki kısmını şöyle) rivayet etti: (Hz. Peygamber sözlerine devam
ederek şöyle) dedi: "Ve ona iki melek gelir. Onu oturtarak ona
"Rabbin kimdir?" derler:
Rabbim Allandır, der
sonra ona:
Dinin nedir? derler:
Dinim İslam'dır, der,
sonra:
"Şu size
gönderilen adam da kimdir? diye sorarlar.
"Salat ve selam
üzerine olsun, O Allah'ın Rasûlüdür, cevabını verir. Sonra bunu: "Sana
öğreten nedir?" derler; (o da):
"Ben Allah'ın
Kitabım okudum, ona inandım ve (onu) tasdik ettim der." Cerir'in
rivayetinde (şu) ilave vardı: "Bu (nu bana öğreten şey) Aziz ve Celil olan
Allah'ın (şu) sözüdür: "Allah inananları dünya hayatında da ahirette de
sağlam bir sözle tesbit eder." (İbrahim (14) 27)
(Bu hadisin bundan)
sonra (ki kısmında hadisin ravileri olan Cerir ile
Ebu Muaviye
rivayetlerinde) birleşerek hadisin kalan kısmını şöyle rivayet ettiler: (Hz.
Peygamber sözlerine devamla şöyle) buyurdu: "Bunun üzerine gökten bir
münadî Kulum doğru söyledi. Ona cennetten bir yer hazırlayınız ve ona cennete (açılan)
bir kapı açınız. Hemen arkasından o kula (cennetin) esintisi ve hoş kokusu
gelmeye başlar ve daha kabrinde iken ufku gözünün alabildiği kadarınca açılıp
genişler. "Kafire gelince..." (Hz. Peygamber hadisin bu kısmında)
kafirin ölümünü anlattı. (Onun ölümün nasıl zor ve şiddetli olduğunu
açıkladıktan sonra şöyle) buyurdu:
"Muhakkak ki
kafirin ruhu da cesedine iade edilir. Sonra ona iki melek gelip onu oturtarak
kendisine:
Rabbin kimdir? derler
O (korkusundan): hık-mık edip:
Bilmiyorum, cevabını verir.
Bunun üzerine
Dinin nedir? derler
(yine) hık-mık ederek:
Bilmiyorum der, sonra:
Size gönderilen adam
da ne oluyor? derler, (yine) hık-mık edip:
Bilmiyorum cevabını
verir. Bunun üzerine gökten bir bir münadi:
Yalan söylüyor, ona
cehennemden bir yer hazırlayınız. Cehennem elbiselerinden bir elbise giydirin.
Ve ona Cehenneme (açılan kapılardan) bir kapı açınız." diye seslenir. O
sırada (cehennemin) sıcağı yakıcı havası kendisine gelmeye başlar. Kabri
kendisine (öyle bir) daraltılır (ki) kaburga kemikleri birbirine girer."
Cerir'in rivayetinde (şu) ilave vardır:
"Sonra ona
yanında demirden bir tokmak olan kör ve dilsiz (bir zebani) musallat edilir.
Eğer o (tokmak) dağa vurulsa (dağ) toz haline gelir. (Zebanı) o tokmağı o
kafire öyle bir vurur ki, o vuruşu (n sesini) insanla cinden başka şark ve
garb arası (nda bulunan tüm varlıklar) işitir. (O kafir de yediği bu darbe ile)
toz haline gelir, sonra (azabın devam etmesi için o kafirin) ruh(u tekrar)
kendisine iade edilir."[657]
4754... (Bir
önceki) hadisin bir benzeri Ebu Ömer Zazan'dan rivayet edilmiştir.[658]
Bu hadislerle açıklama
(4751) numaralı hadisin şerhinde yapıldığından burada tekrara lüzum görmüyoruz.[659]
4755...
Hasen (r.a.) den (rivayet edildiğine göre? Âişe (r. anhâ) cehennem (ateşini)
hatırlayıp da ağlamış, bunun üzerine Rasûlullah (s.a.):
"Seni ağlatan
nedir?" diye sormuş (Hz. Aişe de): (Cehennem ateşini) hatırladım da onun
iç;n ağlıyorum, demiş (sonra Peygamber Efendimize hitaben):
"Siz kıyamet
gününde aile halkınızı hatırlayacak mısınız?" demiş, bunun üzerine
Rasûllullah (s.a.):
"Üç yer var ki
orada kimse kimseyi hatırlamaz:
1- Ameller
tartiiırken terazisinin hafif mi yoksa ağır mı geldiğini öğreninceye kadar.
2- (Kendisine)
amel defterinin verileceği sırada (yani): "Alnı kitabımı okuyun" (el
- Hakka (69) 19) sözünü henüz söylemeden Önce; (yani kişi) kitabının sağından
soluna mı yoksa arkasına mı nereye konulacağını bilinceye kadar (geçen zaman
içerisinde);
3- Sırat
(tan geçme) esnasında (yani Sırat köprüsü) cehennemin üstüne kurulduğu (ve
kişiye haydi buradan geç denildiği) zamanda."
(Ebu Davud der ki: Bu
hadisi bana rivayet edenlerden) Yakub (hadisi bana) Yunusdan (diyerek
"an" harf-i cerriyle muaftan olarak) rivayet etti. Oysa diğer
.şeyhim Humeyd îbn Mes'ade daha güvenilir bir rivayet ifadesi olan
"ahbarani" kelimesiyle rivayet etti.) Şu yukarıda geçen metin onun
(Yakub'un) rivayetidir.[660]
Mevzumuzu teşkil eden bu
hadis, amellein tartılması haktır, diyen ehl-i sünnet ulemasının lehine,
amellerin tartılmasını inkar eden Mutezilenin ise aleyhine bir delildir.
Nitekim Cenab-ı Hakk:
"O gün vezn, (yani amellerin tartılması) haktır."[661]
buyurmuştur. "Mizan (amellerin tartılması ve terazi) amellerin miktarının
bilinmesini temin eden şeyden ibarettir." Akıl bu terazinin ve amellerin
tartılmasının keyfiyetini (ve mahiyetini) idrak etme gücüne sahip değildir.
Buradaki terazi sözünü ulemanın büyük çoğunluğu, iki kefesi, iki kolu ve bir
dili olan terazi, şeklinde anlamış hatta bu şekilde resimler bile yapılmıştır.
Fakat aslında bu terazinin şekil ve keyfiyeti meçhuldür. Bugün ses, hareket ve
elektrik gibi cisim ve araziarı ölçen aletler vardır. Amelleri ölçen terazi ve
bizce biçimi bilinmeyen, fakat insanların işledikleri fiilleri en iyi ve en
doğru biçimde tartmaya yarayan bir ölçü aletidir. Bu aleti tecessüm ettirmeye
ve tasvir etmeye ihtiyaç yoktur.
Mu'tezile,
"ameller arazdır (onun tartılması için iade edilmesi mümkün değildir)
iadesi mümkündür desek bile tartılması ve Ölçülmesi imkansızdır. Zira ameller,
Allah Teâlâ tarafından bilinmektedir. Onun için de (mikdarı malum olan bir
şeyin) tartılması abestir" diyerek amellerin-tartılmasını inkâr etmiş (ve
bu konudaki naslan da te'vil etmiş)tir.
Oysa hadiste de
geçtiği gibi tartılacak olan amel defteridir. Burada anlaşılması müşkil bir
şey yoktur. Allah Teâlâ'mn fiillerinin bir takım maksatlarla muallel olduğunu
(ve bazı hikmet ve maslahatları bulunduğunu) kabul etmemiz halinde, diyeceğimiz
şey şudur: Amellerin ölçülmesinde ve tartılmasında mahiyetini kavrayamadığımız
bazı hikmetlerin bulunması mümkün ve muhtemeldir. Bu nevi hikmetleri
bilemeyişimiz tartılma hikmetinin abes olmasını gerektirmez.[662]
Aslında kıyamet
gününde insanın etrafındaki insanlara seslenerek "Alın kitabımı
okuyun."[663] diyerek sevincini izhar
etmek anı, mevzumu'zu teşkil eden hadis-i şerifte söz konusu edilen kişinin:
"evladü ıvalini dahi düşünemeyeceği" üç dehşetli anından birisi
değil, bilakis en sevinçli olduğu anlarından bindir.
Binaenaleyh, her ne
kadar metinde geçen bu mevzuyla ilgili cümlenin zahiri "kişi amel
defterinin verildiği sırada evladü iyalini dahi düşünemeyecek derecede büyük
bir korkuya kapılacaktır" gibi bir mana ifade ediyorsa da biz bu gerçeği
gözönünde bulundurarak sözü geçen cümleyi "amel defterinin verileceği
sırada" diye tercüme ettik. Nitekim Bezlü'I Mechûd yazarı da bu cümlenin
bu manaya geldiğine dikkatleri çekmiştir.[664]
1- Amellerin
tartılması haktır.
2- Amd
Nite]dm yüce Allah "Kıyamet günü herkes için bîr kitap çıkaracağız ki,
açılmış olarak önüne konulacak."[665]
buyurmuştur. Müminlerin amel defterleri Kur'ân-ı Kerim'in haber verdiği üzere[666] sağ
tarafından, kafirlerinki ise sol ve arka taraflarından verilecektir.[667]
3- Kıyamet
gününde insan amelleri tartılırken, amel defteri verileceği sırada bir de Sırat
köprüsünü geçmeden önce korku ve telaşı kendisinden başka kimseyi düşünemeyecek
kadar büyüktür.
Her ne kadar hadisin
zahirinden peygamberlerin de bu telaşa kapılacakları anlaşılırsa da
peygamberlere Allah'ın bu hususta Özel bir te'mina-tı olduğundan, onlar için
böyle bir korku ve telaş sözkonusu değildir.[668]
4756... Ebu Ubeyde
İbn el-Cerrah'dan demiştir ki: Ben Rasûlullah (s.a.)'ı şöyle buyururken
işittim: "Nuh (a.s.)'dan sonra ümmetine Dec-cal'in tehlikesini haber
vermeyen bir peygamber yoktur. Ben size onun tehlikesini haber veriyorum."
Sonra Rasûlullah (s.a.) bize Dec-cal'in niteliklerini anlattı ve: "Belki
beni görüp dinleyen (bazı) kimse (ler) de ona yetişebilir" buyurdu. (Bunun
üzerine orada bulunanlar): "Ey Allah'ın rasulü, o gün kalplerimiz nasıl
olacak, bugünkü gibi mi (olacak)?" dediler. (Hz. Peygamber de): "Yahut
da daha hayırlı (olacak)" buyurdu.[669]
ed-Dâcil: Karıştırıcı
ve yalancı demektir. Bu isim, Deccal'a da bu manadan hareketle verilmiştir, ki
bunun Deccaîliği sihri ve yalanıdır. İbn Haleveyh, Deccal kelimesini, Ebu
Amr'dan daha güzel tefsir eden olmadı, demiştir. Dedi ki: Deccal yaldızlayıcı
demektir. "Decceltü's-seyf' gibi ki parlatmak ve altın suyuna batırmak
manasını ifade eder. Deccal de bâtılı yaldızlayıp hak gibi göstermek ister.
el-Ezherî her yalancının Deccal olduğunu söyler. Altın suyuna "ed-Dücal"
denir. Deccal de gizlediği şeyin aksini beyan edip izhar ettiği için ona
benzetilmiştir. Ebü'l-Abbas da Deccal olarak isimlendirilişi, haberleri halka
tahrif ederek söylemesi, gerçeği gizleyip batılı süslemesindendir, demiştir.[670]
Deccal, kıyamet günü
yaklaştığında, Mehdi'den önce zuhur edecek ve yeryüzünde fesat çıkartacaktır.
Hristiyanlar, ona "yalancı mesih" derler. İslam'da Müseyleme gibi
peygamberlik iddia eden otuz kadar Deccal'den bahsedilmiş, en büyük fitneye
sebep olacak Deccalin ise, ahir zamanda çıkacağı haber verilmiştir. Hadis-i
şeriflere göre Deccal, doğuda çıkacaktır.[671]
Mesih'ten önce otuz tane yalancı Deccal çıkacaktır.[672]
Deccal çıktığı zaman yanında su ve ateş bulunacaktır.[673]
İnsanlar Deccal'den korkarak dağlara kaçacaklardır.[674]
Sonunda Hz. İsa, Deccaî'i öldürecektir.[675]
4757 numaralı hadiste
Nuh (a.s.)'tp da kavmini Deccal'in tehlikesinden sakındırdığı ifade
edildiğinden metinde geçen, "Nuh (a.s.) dan sonra" mealindeki
cümleyi, Nuh (a.s.)'dan itibaren şeklinde anlamak icabeder. Aslında Hz.
Peygamberden önceki bütün peygamberlerin kendi sağlıklarında ve peygamberlik
dönemlerinde Deccal’in gelmeyeceğini bildikleri halde ümmetlerini onun
tehlikesinden sakındırmaya çalışmış olmaları, asıl sakındırmak istedikleri
şeyin Deccal'in kendisi olmayıp temsil ettiği batıl fikirler ve mü'minlerin
saf akidelerini bozan bozguncu görüş ve çabalar olduğuna delâlet eder.
Binaenaleyh, geçmiş
ümmetlerden olup da hak yoldan saparak dalâlet vadilerine düşen kimseler de
Deccal'in zamanına yetişememiş olsalar bile kabirlerinde yatarken yine
Deccal’in taraftarları olarak yatmaktadırlar ve onunla haşredileceklerdir.
Metinde geçen:
"Beni görüp dinleyen (bazı) kimseler de ona yetişebilir" cümlesine gelince;
Hz. Peygamberin sözlerini rivayetler vasıtasıyla, daha sonraki asırlarda ve
dolayısıyla Deccal’in çıktığı asırda yaşayan kimselerin de okuyup öğrenmeleri
ya da dinleyip işitmeleri mümkün olduğundan bu cümlenin anlaşılmasında bir
müşkil yoksa da söz konusu cümlede geçen "beni gören" cümlesini
anlamak oldukça müşkildir. Bu bakımdan ulema bu sözü açıklarken bazı görüşler
ileri sürmüşlerdir. Bunlardan bazıları şöyledir: Hem Hz. Peygamberin zamanına
hem de Deccalin zamanına yetişenler insanlara nisbetle çok daha uzun Ömürlü
olan cinniler olabilir. Yahut da bunlar Hz. Peygamberi gördükleri halde Hz. Osman'ın
öldürülmesine iştirak ederek İslam aleminde bitmez tükenmez fitnelerin
doğmasına sebep olanlarla bu fitneler içerisinde doğup gelişen ve mü'minlerin
saf inancını bozmaya yönelik olan "Kaderiyye" gibi akımlardır.
Meseleleri çoğu zaman materyalist bir yaklaşımla ele alan bu akım bir anlamda
kendi dönemlerinde materyalizmin de temsilcisi ve dolayısıyla Deccal’in temsil
ettiği fitnenin öncüsü olmuşlardır.
Öyleyse Hz.
Peygamberin Deccal diye vasıflandırdığı şahıs böyle bir fitnenin temsilcisidir
ve Hz. Peygamberi görüp işitenlerden de daha sonraki dönemlerde bu fitneye
karışanlar olmuştur ve Hz. Peygamberin verdiği haberler gerçekleşmiştir.
Musannif Ebu Davud'un
bu hadisi sünnet bölümüne yerleştirdiğine bakılırsa, onun da Deccalin belli bir
şahıs olmayıp fitne ve tefrikanın temsilciliğini yapan tüm batıl fikirler
olduğu görüşünü taşıdığı anlaşılmaktadır.
Cumhuru ulemaya göre
Deccal ile ilgili hadîslerin her biri mütevatir olmasa da manen mütevatir
hadislerle sabit olmuştur. Onun çıkacağını inkar etmek küfürdür. Yalnız Deccal
bir değil birkaç kişidir. Çıkış zamanlan belli değildir. Bir zamanda birkaç
Deccal bulunabileceği gibi ayrı ayrı zamanlarda da olabilirler. İlhad ve
zulmün durumuna göre Deccal küçük veya büyük olur.[676]
Nitekim; "Her biri Allah'ın Rasulü olduğunu iddia eden otuza yakın Deccal
çıkıncaya kadar kıyamet kopmaz."buyuruhnuştur.[677]
Hâsılı kelam, çeşitli
zamanlarda çeşitli Deccaller çıkarak mevzûmuzu teşkil eden hadis-i şerifte
kasdedilen ve kıyamete yakın çıkacak olan esas Deccalin çıkmasına zemin
hazırlayacaklardır. Her ne kadar metinde, Deccalin çıktığı günlerde bulunan
müslümanlann kalplerinin Hz. Peygamber günündeki müslümanlann kalplerinden daha
hayırlı olacağı ifade ediliyorsa da, esas Deccal çıktığı zamana erişen
kimselerin kalplerinin Hz. Peygamber devrinde yaşayan müslümanlann kalplerinden
daha hayırlı olması demek, her bakımdan temiz olması demek değil, mesela
Deccalin çıkışını görüp bu hususta daha da mutmain olmak gibi bazı cihetlerden
daha üstün olması demektir. Tirmîzî bu hadis hakkında "hasen-garib"
tabirini kullanmıştır.[678]
4757...
Salim (İbn Abdullah İbn Ömer')den demiştir ki: Peygamber (s.a.) bir gün halkın
arasında ayağa kalkıp Allah'a layık olduğu şekilde hamd-ü senada bulunduktan
sonra Deccal'den bahsetti de (şöyle) buyurdu:
"Muhakkak ki ben
sizi on (un şerrin) den sakındırıyorum, on(un şerrin)den ümmetini sakındırmamış
bir peygamber de yoktur. Hz. Nuh da kavmini on(un şenin) den sakındırmıştır.
Fakat ben size (şimdi) Deccal hakkında hiç bir peygamberin ümmetine
söylemediği bir söz söyleyeceğim:
Bilesiniz ki Deccal
(in bir gözü) kördür. Allah tek gözlü değildir."[679]
Deccal hakkındaki
rivayetlerde birbirine zıt tavsifler yapılmıştır. Mesela rivayetlerin birine
sağ gözünün, diğerinde sol gözünün kör olduğu, bir rivayette de gözünün
silinmiş gibi dümdüz olup üzerinde kaim bir derinin bulunduğu, başka bir
rivayette ise gözünün iri üzüm tanesi gibi yuvasından fırlamış olduğu bildirilmektedir.
Aynî bu rivayetlerin arasını şöyle bulmuştur. Deccal'in bir gözü tamamıyla kör
Ötekisi de sakattır. Bu itibarla her ikisi için de kör tabiri kullanılabilir.
Çünkü a'ver kelimesinin aslı kusurlu manasına gelir. Deccal, Allah'lık davasına
kalkışacağı için hadis-i şerifte: "Şüphesiz ki Allah tek gözlü
değildir" buyurularak hem Deccal’in bu davası tekzib edilmiş, hem de Hak
Teâlâ noksanlıklardan tenzih buyurulmuştur.[680]
4758... Ebu
Zer (r.a.)'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Her kim (İslam) cemaati (nden) bir karış kadar uzaklaşırsa (o kimse)
boynundan İslam boyunduruğunu çıkarmış olur."[681]
İslam toplumundan
alakayı kesmekjslam cemaatinin inancına ters düşmek ve İslam devlet başkanına
haksız yere isyan etmekle olur. Nitekim bir hadis-i şerifte: "Her kim
taatten çıkar ve cemaatten ayrılırsa cahilliyyet ölümü ile ölür..."[682] buyurulmuştur.
Binaenaleyh, fasik ve
zalim âmirler masiyeti emretmedikleri sürece onlara itaat vacibdir."[683]
Nitekim bir hadis-i
şerifte: "Dinler ve emrine itaat edersin. Sırtın dövülse ve malın alınsa
bile"[684] buyurulmuştur.
Binaenaleyh Kitap ve sünnete bağlı İslam müctehidlerinin yönlendirdiği İslam
toplumundan ayrılan kişi, aynı zamanda İslam ile ilgili olan bağlarını da
koparmış olacağından o inancını tehlikeye sokmuş demektir ki, her zaman için
İslam dairesinden çıkma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Musannif (Ebu Davud
r.a.) mevzuumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifte, Haricilerin İslamın dördüncü
halifesi olan Hz. Ali'ye karşı çıkmalarında Hz. Ali'nin yönlendirdiği İslam
toplumundan ve bu yüzden de İslam dairesinden çıktıklarına bir işaret
bulunduğuna inandığı için bu hadisi bu bölüme yerleştirmiştir.[685]
4759... Hz.
Ebu Zer (r.a.)'den demiştir ki: Rasûlullah (s.a.): "Benden sonra gelip de
şu ganimet (ler) i (n dağıtımında haktan ayrılıp kendi menfaatlerini) tercih
eden devlet başkanlarıyla haliniz nice olacaktır?" buyurdu.
Ben de: "Seni hak
(peygamber) olarak gönderen zata yemin ederim ki, o zaman ben de kılıcımı
boynuma koyar (ve imamın adaletle muamele etmesi için ya o) sana kavuşuncaya
ya da ben sana kavuşuncaya kadar onunla çarpışırım." dedim. "Sana
bundan daha hayırlısını haber vereyim mi? Bana kavuşuncaya kadar
sabredersin" buyurdu.[686]
Masiyetle emretmediği
sürece İslam devlet reisine itaat vacib olduğundan ve masiyetle emretmediği
halde İslam devlet reisine isyan etmenin, insanın İslam toplumundan ayrılmasına
ve bir önceki hadisin verdiği haber gereğince, İslamla olan bağlarının
kopmasına sebep olacağından devlet reisinin herhangi bir zulmünü veya fışkını
görünce hemen ona isyan etmek netice itibariyle çok tehlikelidir.
Bu bakımdan Rasulü
zişan efendimiz bu hadis-i şerifinde bizleri masiyet ile emretmeyen İslam
devlet başkanlarına isyan etmek s akı ndırm aktadır.
Nitekim İslam
tarihinde kendilerince İslam devlet başkanında bazı kusurlar görerek isyan
etmek suretiyle İslam cemaatine ters düşerek İslam dairesinden çıkan cemaatler
yok değildir. Bir önceki hadisin şerhinde de açıkladığımız gibi bunların
başında Hariciler gelir.
İşte musannif Ebu
Davud bu hadisi Haricilerle pek yakından ilgili gördüğü için bu baba
yerleştirmiştir.[687]
4760...
Peygamber (s.a.)'in hanımı Ümmü Seleme'den (rivayet edildiğine göre)
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"İleride sizin
başınıza bir takım devlet başkanları gelecektir. Bunlardan (göreceğiniz) bazı
işleri (Allah-m ve Rasûlü'nün emirlerine uygun olduğu için) iyi
karşılayacaksınız; Bazı işlerini de (Allah'ın ve Rasulünün emirlerine aykırı
olduğu için) reddedeceksiniz. (Allah'ın ve Rasûlünün emirlerine aykırı olan bu
davranışları) reddeden kimse (nin durumu ise, aşağıda açıklandığı gibidir:)
Ebu Davud der ki:
Hişarn (bu cümleyi) "dili ile reddeden kimse (bu mevzuda üzerine düşen
sorumluluklardan ve nifaktan) kurtulmuştur. Kalbiyle reddeden kimse ( o
başkanın günahına iştirak etmekten) kurtulmuştur. Fakat (o başkandan) razı
olan ve (kendisine) uyan kimse ise (onun günahına ortak olmuştur",
şeklinde) rivayet etti. (Lakin el-Mualla îbn Ziyad bu cümleyi naklederken
"dili ile reddeden kimse" sözünü rivayet etmedi). Bunun üzerine
(orada bulunanlar tarafından) "Ey Allah'ın rasulü onlarla savaşmayalım
mı?" diye soruldu da (Hz. Peygamber);
"Hayır, namaz
kıldıkları sürece (Onlarla savaşmayınız)" buyurdu.[688]
Bu hadisi şerif
gelecekten haber veren bir mucizedir yerilen nat,er olduğu gibi zuhur etmiştir.
Bir kötülüğü defetmekten âciz kalan insanın mücerred susmakla günaha
girmeyeceği, günaha ancak ona kalben razı olduğu zaman gireceği ve keza halife,
İslamın esaslarından bir şey değiştirmedikçe sırf zulmünden, ve fışkından
dolayı aleyhine ayaklanmanın caiz olmadığı, bu hadisin delalet ettiği
hükümlerdendir.[689]
4761... Ümmü
Selem (r.anhâ)'den (bir önceki hadisin bir de) manası (rivayet edilmiştir. Bu
rivayete göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "(O başkanın dine uymayan
işlerini) çirkin gören (sorumluluktan ve nifaktan) uzak kalır. Reddeden de
(onun günahına iştirak etmiş olmaktan) kurtulur."
Katade (bu cümleyi
açıklarken şöyle) dedi: Yani "kalbiyle reddeden ve çirkin gören."[690]
Bu hadisle ilgili
açıklama bir önceki hadisin şerhinde geçmiştir.[691]
4762...
Arfece (r.a.)'den demiştir ki: Rasulullah (s.a.v) ı şöyle buyururken dinledim:
"Hiç şüphesiz ki ileride birtakım fitneler olacaktır. Her kim müslümanlar
derli toplu bir halde iken onların işlerini dağıtmak isterse kim olursa olsun
o kimseye kılıçla vurunuz."[692]
Henât: Fitne ve fesat anlamlarına
gelir. Bu kelime hayır hakkında kullanılmaz. Mutlak şer için kullanılır.
İbnü'l-Esir'in "en-Nihâye"deki açıklamasına göre bu kelimenin müfredi
"Henef'tir. Çoğulu "Henevât" şeklinde de gelir.
İmam-i Nevevi de bu
kelimenin, yeni zuhur eden olay ve fitne anlamına geldiğini, hadis-i şerifte
kasdedilen mananın da bu olduğunu söylemiştir.
"Müslümanların
derli toplu olmasi"ndan maksat, birlik ve beraberlik içerisinde olup
aralarında duygu ve düşünce birliğini sağlayıp teşkilatlanmaları ve tek yumruk
ve tek ses haline gelmeleridir.
Müslümanlar böyle bir
durumda iken onların dirliğini ve birliğini bozmaya kalkan bir kimse, onların
kılıçlarına hedef olur ve vücudu ortadan kaldırılmayı hak eder. Bu fitneyi bu
şekilde önlemek müslümanlarm kaçınılmaz görevidir.
İsterse bu fitneyi
çıkarmak isteyen kendilerinin en ileri gelenlerinden olsun.[693]
4763...
Abîde (es-Selmanî) den (rivayet edildiğine göre) Ali (r.a.) Nehravan (da
karargah kuran Harici) cemaatinden bahsetmiş de (şöyle) demiş:
"Onların arasında
kolları doğuştan çok kısa olan bir adam vardır. Eğer şımarmayacağınızı
bilseydim Allah'ın onlara karşı savaşanlar için Mu-hammed (s.a.)'in diliyle
yaptığı va'di size haber verirdim."
(Abîde rivayetine devam
ederek) dedi ki: (Bunun üzerine) ben (Hz. Ali'ye): "Sen (gerçekten
Allah'ın verdiği) bu va'di Hz. Peygamberden (kulağınla) işittin mi?" dedim
de; "Kabe'nin Rabbine yemin olsun ki evet (işittim)" cevabını verdi.[694]
Nehrevân: Bağdad ile
Vâsit arasında bir yerin adı olup h 3g
(M 658) yılmda hahfe Ali ile Hariciler arasında vukua gelen muharebe sebebi ile
meşhur olmuştur.[695]
Hariciler: Sıffîn
savaşındaki Hakem olayından sonra, Hz. Ali'ye isyan ederek ondan ayrılan ve Abdullah
b. Vehb er-Rasbi'ye bey'at eden, onu imam tanıyan bir topluluktur. Bilindiği
gibi Haricilik İslam tarihinde tekfir mekanizmasını ilk işleten mezheb
olmuştur. Hariciler başta Hz. Osman ve Hz. Ali olmak üzere sahabenin ileri
gelen şahsiyetlerini tekfir etmişlerdir. Bu sebeple kelamcılardan bir grup,
ayet ve hadislerde Allah'ın ve peygamberin övgüsüne mazhar olmuş, hatta
hayatlarında iken cennetle müjdelenme şerefine erişmiş kişileri kâfir
saydıkları için Haricilerin küfre düştüklerini, çünkü sahabiyi tekfirin Allah
rasulünü yalanlamak olduğunu söylemişlerdir.[696]
Ancak, fıkıhçilarla hadisçilerin büyük çoğunluğu bu görüşte değildir. Bir
sonraki hadis ile 4770 no'lu hadisin açıklamasında bu hususa bir daha
değinilecektir.
Mevzûmuzu teşkil eden
bu hadis-i şeriften anlaşılıyor ki daha Hariciler çıkmadan önce, Hz. Ali, Hz.
Peygamberden; zamanla İslam aleminde okun fırlayıp yaydan çıktığı gibi dinden
çıkan bir toplumun zuhur edip fitne ateşini tutuşturacaklarını ve sabır ve
ihlasla onların karşısına çıkacak bir cemaatin onlara karşı verdikleri savaştan
dolayı çok büyük ecir ve makamlara erişeceklerini işittiğini, üstü kapalı bir
şekilde ifade etmiş, fakat onlarla savaşanlara, bu savaştan dolayı kazandıkları
mükâfatı ve fazileti haber vermenin kendilerini şımartacağından korktuğu için
bunu açıklamaktan kaçınmıştır.
Haricilere karşı
savaşan kimselerin Allah katındaki makamları ne kadar yüksek olursa olsun
faziletlerini duymaları neticesinde tekebbüre kapılmaları mümkün olduğundan,
Hz. Ali onların Haricilerle savaşmaları neticesinde Allah katında erişecekleri
makamı Hz. Peygamberden duyarak öğrendiği halde açıklamaktan kaçınmıştır.
Gerçekten de Hz. Peygamberin istikbale ait verdiği bu haber, aynen haber
verildiği şekilde çıkıyor. Bu bakımdan mevzûmuzu teşkil eden bu hadis, Hz.
Peygamberin mucizelerinden biridir.[697]
4764... Ebu
said el Hudrî'den; demiştir ki; Hz. Ali, Peygamber (s.a.)'e toprağı ile karışık
halde olan bir altın parçası göndermişti. (Hz. Peygamber de) onu dört kişi
arasında (yani önce) Hanzala kabilesinden iken sonra el Mecâşi' kabilesine
nisbet edilen, el-Akra' İbn Habis ile Uyeyne İbn Bedr el-Fezarî ve (önce)
et-Tay kabilesinden, sonra Nebhan oğullarından biri olan Zeydü'1-Hayl ve (önce)
Âmir oğullarından sonra Kilab oğullarından biri olan Alkame İbn Ulase arasında
paylaştırdı da bu yüzden Kureyş ve ensar (dan bazı kimseler) kızdılar ve:
"Necd halkının
ileri gelenlerine veriyor da bizi bırakıyor" dediler. Bunun üzerine (Hz.
Peygamber söz alıp; "Ben bu külçeyi onlara vermekle kalplerini İslama) ısındırmak
istiyorum" buyurdu.
(Ebu Said el-Hudri
rivayetine devam ederek şöyle) dedi: "Defken (Harkus İbn Züheyr
Zülhuvaysıra isimli) çukur gözlü, elmacıkları çıkık, çıkık alınlı, sık sakallı
(ve başı) tıraş edilmiş bir adam (ayağa) kalktı (ve): "Ey Muhammed
Allah'dan kork!" dedi. (Hz. Peygamber de): "Ben isyan edersem Allah'a
kim itaat eder? Allah bana yeryüzünde yaşayan insanlar hakkında güvenirken siz
nasıl olur da bana güvenmezsiniz?" buyurdu. Halid İbn Velid olduğunu
zannettiğim bir adam onu öldürmek için izin istedi. (Rasûlullah s.a.) izin
vermedi. O adam dönüp gidince (Peygamber efendimiz şöyle) buyurdu: "Bu
adamın soyundan bir kavim türeyecektir ki: (O kavim) Kur'an-i okurlar da
(okudukları Kur'an) gırtlaklarından aşağıya geçmez. İslamiyetten okun avı delip
geçtiği gibi çıkarlar. (Onlar) putperestleri bırakırlar da müslümanları
öldürmeğe çalışırlar. Ben onlara yetişmiş olsam kesinlikle kendilerini Ad
kavminin tepelendiği gibi tepelerim."[698]
Bu hadis, İslam
tarihinde tekfir mekanizmasını ilk defa harekete geçirdikten sonra
putperestleri bırakıp ehl-i kıbleyle mücadeleye tutuşan, Hz. Osman ve Hz. Ali
gibi haklarında cennetlik olduklarına dair Hz. Peygamberin şehadeti bulunan
kimseleri bile tekfirden çekinmeyen Haricilerin bu hareketleriyle din dairesinden
çıktıklarına ve kanlarının heder olduğuna delâlet etmektedir. Bu mevzuda Bezi
yazarı Şeyh Halil Ahmed şöyle diyor: "Bu hadis-i şerifle bazıları, Haricilerin
dinden çıktıklarına hükmetmişlerse de bize göre Hz. Peygamberin onları öldürmek
istemesi onların dinden çıktıklarını göstermez. Gerçekte onlar dinden
çıkmamışlardır. Hz. Peygamberin onları tepelemek istemesi devlet başkanına
isyan edeceklerini bilmesindendir." Nitekim 4770 numaralı hadis-i şerifin
açıklamasında da geleceği üzere fıkıhçıların ve ha-disçilerin büyük
çoğunluğunun görüşü de budur.[699]
4765... Ebu
Said el-Hudri ile Enes İbn Malik'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah
(s.a.): "İleride ümmetim içerisinde anlaşmazlıklar ve bölünmeler olacaktır.
(Bu bölünmeler neticesinde ortaya çıkacak olan) bir cemaat güzel laf edecek ama
işleri bozuk olacak, Kur'ân okuyacaklar da (okudukları Kur'ân) gırtlaklarını
geçmeyecek. (Onlar) İslâmiyetten okun avı delip geçtiği gibi çıkarlar, (atılan
ok yay üzerindeki) yerine gerisin geri dönmedikçe (onlar da dinlerine)
dönmezler. (Onlar) müsfümanların ve yaratıkların en şerlileridir. Onları
öldüren veya onlar tarafından öldürülen kimselere müjdeler olsun. (Sözü geçen
bu şerli kimseler öyle kimselerdir ki, insanları) Allah'ın kitabına çağırırlarsa
da o kitaptan (yanlarında bilgi adına hatırı sayılır) bir şey yoktur. (Ya da o
kitapla pek ilgileri yoktur.) Onlarla savaşan kimse Allah'a onlardan daha
yakın olur." buyurdu. (Bunun üzerine orada bulunanlar):
"Ey Allah'ın
Rasulü (onların) alâmetleri nedir?" diye sordular da; "Saçlarını
kökten tıraş etmeleridir" buyurdu.[700]
4766... Hz.
Enes, Rasûlullah (s.a.)'dan (bir önceki hadisin) bir benzerini daha (rivayet
etmiştir). (Hz. Enes'in bu rivayetine göre Hz. Peygamber bu hadisin sonunda):
"Onların alameti saçlarını kökten tıraş etmeleri ve saçlarını yıkamayı
terk etmeleridir. Gördüğünüz zaman onları öldürünüz" buyurmuştur.[701]
Mevzûmuzu teşkil eden
bu iki hadis-i şerifte, vasıflan belirtüen kimseîer Haricîlerdir. Nitekim Müslim'in
bir rivayetinde, bu kavmin, bu hadislerde belirtilen sıfatları sayıldıktan
sonra: "Bunlar, insanlar tefrikaya düştükleri zaman ortaya çıkarlar.
"278buyurulması da bu fırkanın Hariciler olduğunu açıkça isbat eder.
Çünkü Hâriciler Hz.
Ali ile Muaviye arasında çıkan tartışmalar sonunda zuhur etmiştir.[702]
1- Haricîler
ve bâeîlerle harbetmek farzdır.Bu hususta ittifak vardır.
Kadı Iyaz (r.a.)'nin
açıklamasına göre, Hariciler veya diğer bid'at fırkaları, müslümanların devlet
başkanlarına haksız yere karşı çıkarlar ve cumhurun re'yine muhalefette
bulunurlarsa önce kendileri tehdid edildik-' ten sonra söz dinlemedikleri
takdirde kendileriyle harb etmenin vacib olduğunda bütün ulemâ ittifak
halindedir.
Lakin yaralılarına
dokunulmaz, bozulan orduları takib olunmaz, esirleri öldürülmez, malları da
yağma edilmez. Böyleleri taatten çıkmadıkça ve fiilen harbe girmedikçe
kendilerine harb açılmaz va'z-u nasihatta bulunulur.
Fakat bütün bu izahat,
bâğîlerin bid'at sebebiyle dinden çıkmamış olanlarına göredir. Bid'atleri
sebebiyle dinden çıkarlarsa mürted hükmü icra olunur.
2- Mürted
hükmünde olan Haricîleri öldürenler sevap kazanırlar. Çünkü Haricîler,
müslümanları farz olan cihaddan alıkoyar, İslam birliğini yıkmak için fitne ve
fesat peşinde koşarlar.
3- Haricîler
yaratıkların en kötüsüdürler.
4- Başın
tümünü tıraş ettirmek Haricîlerin alâmetlerindendir. Bu mevzuda İmam-ı Nevevi
şöyle diyor.
"Her ne kadar
bazıları başın tümünü tıraş ettirmenin Hâricilerin alâmeti olması noktasından
hareket ederek böyle tıraş olmanın mekruh olduğunu sö/İernişlerse de aslında bu
söz doğru değildir.
Çünkü alametlerin
bazısı haram, bazısı da helal olur. Haricilerin bu alameti helal olan
alametlerdendir.
Nitekim Rasulü Zişan
efendimiz başının bir kısmı tıraş edilip de bir kısmı bırakılan bir çocuk
görmüş te; "Bunun ya tamamını tıraş ediniz ya da tümü
bırakınız."buyurmuş.[703]
Ulemânın açıklamasına
göre, başın tümünü tıraş ettirmek her halükârda caiz olmakla beraber,
kendisine saç bakımı zorlaşan kimsenin saçının tümünü tıraş ettirmesi
müstehabdır.[704]
4767... Siiveyd
İbn Gafale'den (rivayet edildiğine göre); Ali (r.a.) şöyle demiştir:
"Ben size,
Rasûlullah (s.a.) den bir hadis rivayet ettiğim zaman yemin olsun ki, gökten
düşmem benim için ona bir yalan isnad etmemden daha sevimli olur. Sizinle
aramızda geçen hususlarda konuştuğum zaman ise (durum böyle değildir). Çünkü
harp, bir hiledir. Ben, Rasûlullah (s.a.)'ı (şöyle) buyururken işitim;
"Ahir zamanda
yaşlan genç, akılları ermez bir kavim gelecek. Bunlar yaratıkların en güzel
sözünü söyleyecekler. (Fakat) İslamiyet-ten okun avı delip geçtiği gibi
çıkacaklar da imanları gırtlaklarından (aşağı) geçmeyecektir. Nerede
karşılaşırsanız onları öldürünüz. Çünkü onları öldürmek, öldüren kimse için
kıyamet gününde bir sevaptır.”[705]
Hz. Peygambere yalan
söz isnad etmenin gökten düşüp parça parça olmaktan daha tehlikeli olduğunu ve
harbin bir hileden ibaret olduğunu bildiren bu hadis-i şerif, rnüslümanlar arasından
aslında imandan çıkıp da bazı İslâmî sözleri inanmadan geveleyip duran bir
cemaatin zuhur edip, fitneyi körükleyeceklerini haber vermekte ve her
karşılaşılan yerde onları Öldürmeye teşvik etmektedir. Hâriciler hakkında 4761
ve 4765 numaralı hadislerin şerhinde açıklama geçtiğinden burada tekrara lüzum
görmedik.[706]
4768... Zeyd
İbn Vehb el-Cüheni (nin) haber verdi (ğine göre); kendisi Hariciler üzerine
yürüyen ve Ali (a.s.)'in maiyyetinde olan bir askeri birlik içinde bulunuyormuş
(da) Ali (a.s.) (şöyle) demiş:
"Ey İnsanlar ben
Rasûlullah (s.a.)'ı (şöyle) derken işittim: Ümmetimden öyle bir kavim zuhur
edecek ki Kur'ân okuyacaklar da sizin okuyuşunuz (zahiren) onlarmkine
(nisbetle) hiç kalacak. Namazınızda (zahiren) onların namazı yanında hiçbir şey
olmayacak. Orucunuz onların orucuna nispetle birşey olmayacak. Kur'âni kendi
lehlerine zanniyle okuyacaklar. Halbuki Kur'ân onların aleyhine olacak, namazları
gırtlaklarını geçmeyecek, İslamiyetten okun avı delip geçtiği gibi çıkacaklar.
Eğer onlarla harb edecek olan ordu, (onlarla yapacakları savaştan dolayı)
Peygamberleri diliyle kendilerine takdir edilen ecri bilselerdi, (yapacakları)
bu işe (Allah katındaki değerinin büyüklüğüne tam manasıyla) güvenirlerdi (de
bütün gayretlerini ona verirlerdi). Bu kavmin alameti içlerinde pazusu olup,
kolu olmayan ve üzerinde beyaz kıllar bulunan pazusunda meme uçları gibi bir
çıkıntısı bulunan bir adamın olmasıdır." (Bu durumda) siz (şimdi) çoluk
çocuğunuza ve mallarınıza sizin adınıza halef olacak olan bu kimseleri bırakıp
da Muaviye ve Şam halkı üzerine mi gideceksiniz?
Allah'a yemin olsun
ki: (Hazret-i Peygamberin çıkacaklarını haber verdiği) o (kötü) kavmin
(karşımızda bulunan ve Hariciler diye anılan) şu kavim olduğunu ümid ediyorum,
Çünkü onlar (dökülmesi) haram olan kanı döktüler, halkın merada yayılan
hayvanlarım gasbettiler. Öyleyse siz besmeleyle (onların üzerine) yürüyünüz.
Selemetü'bnu Küheyl
dedi ki: "Zeyd İbn Vehb bana (ordunun konakladığı) yerleri birer birer
anlattı (ve şöyle dedi): Nihayet bir köprünün üzerine vardık. (Onlarla)
Karşılaşınca (bir de baktık ki); Haricilerin başında (bulunan) Abdullah İbn
Vehb er-Râsibî'dir. (Abdullah İbn Verîb) Haricilere "Mızraklarınızı
bırakın da (onlarla daha yakından savaşmak üzere) kılıçlarınızı (kınlarından)
çekiniz. Çünkü ben (karşımızdakilerin) Harura gününde olduğu gibi size (Allah
adına) ant vererek sizi barışa davet edeceklerinden korkuyorum." dedi.
Onlar da mızraklarını atıp kılıçlarını sıyırdılar; derken (Hz. Ali safında
bulunan) halk onlara mızraklarını sapladılar ve Haricileri üst üste Öldürdüler.
Neticede o gün (Hz. Ali safındaki) cemaatten sadece iki kişi öldürüldü.
(Nihayet) Hz. Ali (harbin sonunda) "Öldürülenler arasında (alamet olarak
bulunan) sakat adamı arayınız, buyurdu. (Aradılar fakat) bulamadılar. Bunun
üzerine Hz. Ali bizza. (ayağa) kalkıp üstüste öldürülen insanların yanına geldi
ve onları bulundukları yerlerden çıkarınız dedi, sonra onu yere gelen cesetler
arasında buldular. Ali (r.a.) tekbir getirdi ve: "Allah doğru söyler,
Rasulü de doğruyu tebliğ eder." dedi, o sırada Abidetü's-Selmanî Hz.
Ali'nin yanına varıp: "Ey mü'minlerin emiri! Kendisinden başka ilah
olmayan Allah hakkı için (söyle)! Sen hakikaten bu hadisi Rasûlullah (s.a.)'den
işittin mi?" diye sordu. Hz. Ali'de: "Evet kendisinden başka ilah
olmayan Allah'a yemin olsun ki (ben bu hadisi bizzat Hz. Peygamberin ağzından
işittim)" dedi. Abîde, Hz. Ali'den üç defa yemin istedi. Hz. Ali de yemin
etti.[707]
4769...
Ebulvadî, Ali (a.s.) Haricilerle savaşı sona erdikten sonra): "Sakat
adamı arayınız" dediğini söyledi. Sonra (bir önceki) hadisi (sonuna kadar)
rivayet etti (ve şunları söyledi: Hz. Ali'nin bu emri üzerine) onu çamurda
(yatan) ölülerin altından çekip çıkardılar. Ben hala onu görür gibiyim. (O)
bir Habeşli (idi), üzerinde kerte denilen bir kaftan vardı. Ellerinin biri
kadın memesi gibi idi. (O elin) üzerinde de tarla faresinin kuyruğundaki
kıllar gibi kıllar vardı.[708]
4770... Ebu
Meryem'den demiştir ki; O sakat adam fakirdi de mescid-de bizimle beraberdi,
gece ve gündüz onunla beraber otururduk. Kendisini fakirler içerisinde halkla
birlikte Ali Aleyhisselamın sofrasında hazır bulunurken görmüş ve kendisine
bornozumu giydirmiştim. Ebu Meryem der ki: Bu sakat adam elinde kadın memesi
gibi (bir şey), başında da meme çıkıntısı gibi bir çıkıntı bulunduğu ve
üzerinde de samur bıyığı gibi kıllar olduğu için "küçük memeli Nâfi"
diye anılırdı. Ebu Davud der ki: Halk arasında onun adı "Harkus" idi.[709]
Bu hadis-i şeriflerde
Haricilerin birtakım batıl fikirlere saplanmaları sebebiyle İslam dairesinden
dışarı çıktıkları, her ne kadar zahirde çok güzel namaz kılıp, oruç tutup
Kurarı-ı Kerim okusalar da aslında inançlarında bozukluk olduğu için,
okudukları Kur'an'ın onların lehlerine değil aleyhlerine şahitlik edeceği ve kıraatlarının
gırtlaklarından aşağı geçmediği ifade edilmektedir.
Hz. Ali'nin bunlarla
yaptığı savaş neticesinde, Hz. Peygamberin onlar hakkında verdiği haberler,
birer birer ortaya çıkmış; Hz. Peygamberin, şerlerinden bahsedip kendileriyle
savaşa teşvik ettiği bu kavmin Hâriciler olduğu kesin bir şekilde
anlaşılmıştır.
Her ne kadar Sübkî ve
Kurtubî gibi bazı ilim adamları bu ve benzeri hadis-i şeriflere dayanarak
Haricilerin kâfir olduğunu söylemişlerse de fıkıhçıların ve hadisçilerin
cumhuruna göre, kafir değillerdir. Kendileriyle savaşmaya teşvik edilmesinin
sebebi kafir olmaları değil, devlet başkanına haksız olarak isyan edip
ayaklanmalarıdır.[710]
4771... Abdullah
İbn Ömer'den (rivayet^edildiğine göre) Peygamber (s.a.) (şöyle) buyurmuştur:
"Malı haksızlıkla elinden alınmak istenen bir kimse malını korumak için
mücadeleye girişir de (bu "yüzden) öldürülürse o kimse şehiddir."[711]
4772... Said
İbn Zeyd'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) (şöyle) buyurmuştur:
"Malı uğrunda
öldürülen şehiddir, ailesi uğrunda öldürülen şehiddir. Canı uğrunda yahutdim
uğrunda öldürülen şehiddir."[712]
Bu hadis-i şerifler
malı, canı, nesli, korumanın, meşru' müdafaa
sınırları içerisine girdiğini ve bu uğurda canını kaybeden kimselerin şehid
hükmünde olduğunu ifade etmektedir.
Şafii ulemasından
İmam-ı Nevevi de bu konuda şöyle diyor: "Bu hadis-i şerif, bir kimsenin az
veya çok bir malını gasbetmek isteyen kimseyi öldürmesinin caiz olduğuna
delâlet etmektedir. Her ne kadar bazıları bu hadislere dayanarak mal sahibinin
malını gasbetmek isteyen kişiyi öldürmesinin, vacib olduğu hükmünü
çıkarmışlarsa da bu görüş cumhuru ulemanın görüşüne aykırıdır. Malikilerden, gasbedilmek
istenen malın az olması halinde gasbetmek isteyen kişiyi öldürmenin caiz
olamayacağına hükmedenler de olmuştur. Bu mevzuda doğru olan cumhurun
görüşüdür.
Maliki ulemasından
İmam-ı Kurtubi bu mevzudaki ihtilafın sebebini şöyle açıklıyor:
"Bu meseleye iki
ayrı yönden yaklaşmak mümkündür:
1- Münkeri
önlemek yönünden yaklaşılabilir ki; bu durumda malın az olması ile çok olması
arasında bir fark düşünülemez.
2- Malı
korumak açısından yaklaşılabilir ki; bu durumda elbette malın azlığı ile
çokluğu arasında fark olması icabeder.
İbnü'l-Münzir'in
ifadesine göre bu mevzuda İmam-ı Sadi'nin görüşü şöyledir:
"Malına ya da
namusuna kasdedilen kimse, bu mevzuda serbesttir. İsterse saldırganla konuşmak
veya çevreden imdad taleb etmek suretiyle onun tehlikesini önlemek yoluna gider
ve çatışmaya girmeden malını ya da canını kurtarmış olur. Fakat bu yol
saldırıyı Önlemeye yetmezse saldırganı öldürme yoluna gidebilir. Ancak
saldırgana karşı saldırıya geçerken, hiçbir zaman öldürme niyeti taşımamalıdır.
Sadece müdafaa niyeti taşımalıdır.
Cumhuru ulemaya göre
ise mal veya can sahibinin bu meşru müdafaa hakkını kullanırken hırsızla
konuşmak ya da çevreden yardım istemek gibi saldırganı korkutarak onun da
zarara uğramasını önlemek yolunu denemesi sözkonusu değildir.[713]
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şeriflerde, müdafaaları meşru kılınan hususlar, tüm şeriatların
ruhunu teşkil eden şu beş esas arasında yer almaktadırlar:
1- Dini
muhafaza
2- Aklı
muhafaza
3- Malı
muhafaza
4- Canı
muhafaza
5- Nesli
muhafaza
Bu beş husus hayat
sahnesinden çekilince, yeryüzünde hiç bir şey yerinde kalmaz. Düzen bozulur,
ölçüler sarsılır. Dünün helali haram, haramı helal olur. Bugün kabul edilen
yarın reddedilir. Beşeri arzular çeşitli ve çelişkili nazariyelerle kendilerini
aldatma çabasına girerler.[714]
[1] Bak, Müslim, ilim 15; zekât 69; Nesaî, zekât 69; İbn
Mace, mukaddime 14; Darimi, mukaddime 44; Ahmed b. Hanbel, IV, 357.
[2] Bak. Sünen-i Ebu Davud, 4604 numaralı hadis.
[3] Hicr(5). 12.
[4] Bak. İsra (7). 88.
[5] Al-i İmran(3). 132.
[6] Nisa (4). 80.
[7] Bak Ali İmran (7). 31.
[8] Al-i Imran (3), 32.
[9] Haşr (59). 1.
[10] Prof. Dr. Koçyiğit. Talât. Hadis Istılahları, s.
399-403.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/331-334.
[11] Tirmizi. iman 18:İbn Mace, fiten 17; Ahmed b. Hanbel,
II. 332. III, 120. 145; Darimî. siyer 15.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/334-335.
[12] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/335-336.
[13] Bak. Topaloğlu Bekir. Kciâın ilmine Giriş. s. 101.
[14] Buhari, İ'tisam 21: Müslim, akdiye 6.
[15] Bak Taftazani, Şerhu'l-Akaid. s. 16-17;
Şerhu'l-Mekasıd, II. 199; Şaiıbî, el-Muvafakat, IV. 48-52.
[16] Topaloğlu Bekir. Kelam ilmine Giriş, s. 109-110.
[17] Bak Ali İbn Osman el-Uşi, Merahü'l-Meâli fi
Şerhi'l-Emâlî s. 10-13.
[18] Bak Kılavuz AhmedSaim, İman-Küfür Sınırı, 167-169.
[19] Bak. Subhî es-Salih, İslam Mezhobleri ve Müesseseleri
(Çeviren: Sarmış İbrahim), s. 102.
[20] Bak. Karaman Hayıcddin, Fıkıh Usulü, s. 19-20.
[21] Bak. Ali İbn Osman, ei-Ûşi. Merahü'l-Meali fi
Şerhi'l-Emâlî, s. 13.
[22] Bak. Ali İbn Osman el-Ûsi, Merahü'I-Meali, s. 13.
[23] Bak. Tirmizi, İman 18; İbn Mace. fiten 17 Darimi:
siyer 75.
[24] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/336-341.
[25] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/341.
[26] Karaman Hayreddin. Fıkıh Usulü, s. 20, 21. 22.
[27] Bak. el-Hâdımi Ebu Said, el-Berika
fi-şerhi't-Tarikati'l-Muhammediyye, 1. 103, 201.
[28] Bak. A.g.e. s. 201.
[29] Bak. A.g.y.
[30] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/341-343.
[31] Al-i İmran (3), 7.
[32] Al-i İmran (3). 7.
[33] Buhari, tefsir sure 3/1; Müslim, ilim I; Tirmizi,
tefsir 3/1; Daıimi, mukaddime 19.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/343-344.
[34] Lisanu'l-Arab, XII, 140-144: XII, 503-505; el-Burhan,
II, 67-71.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/344.
[35] Taha (20), 5.
[36] İlkan, II, 6; Mebahis fi Uhımi'l-Kur'ân, s. 284.
[37] İsabe, II. 191; İtkan, M, 4; Tefsiru'l-Kasımî, I.
99-100.
[38] Kılavuz Ahmed Sairiı, İıııan-Küfür Sınırı, s. 99,100.
[39] Al-i İmran (3), 7.
[40] Bk. Çantay, Kur'an-ı Hakim ve Meal-i Kerim. I, 83;
Yazır M. Hamdi, Hak Dini Kur'an Dili. II, 1045, İkinci Baskı, 1960
[41] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/344-347.
[42] Bu babın Concordance'da numarası yoktur.
[43] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/347-348.
[44] Buhari. megazi 79; Müslim, tevbe53; Ebudavud, cihat
161; Ahmed. III 458; Tirmizi, tefsir 10/9.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/348.
[45] Bak. Gazzali. İhya. II. 159.
[46] Bak. Age, II. 160.
[47] Bak, 5127 numaralı hadis.
[48] Bak. Gazzali. İhya, II/160.
[49] Hud (l). 113.
[50] Bak. Ebu Said
Muhammed el-Hadimi, Berika, III, 113.
[51] Bak. A.g.e. III, 110.
[52] Bak. Gazzali, İhyaü ulumiddin, II,166.
[53] Bak. Karlığa Dr. Bekir, Hadislerle Kur'an-ı Kerim
Tefsiri, VII, 3695.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/348-350.
[54] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/350-351.
[55] Ebu Davud, tereccül 18; Ahmed, IV, 329.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/351.
[56] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/351.
[57] Bak. Aliyyü’l-Kari. Mirkatü'l-Mcfatih. IV, 562.
[58] Bak. a.g.e, s. 556.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/352.
[59] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/352.
[60] Hûd (ll), 17.
[61] Nisa, (4), 59.
[62] Bak. Hattâbî, Meâüm-üs-Sünen, V. 9-10.
[63] Ahmed b. Hanbel. I. 269.
[64] Bak. Tefsîru't-Taberi, I, 78, Tefsiru İbn Kesir, 1,
99.
[65] Buhari, Fedâil-ül-Kıır'an 37; İ'tisain 26; Müslim,
ilim 3,4; Dârimî, fedüil-ül-Kur'ûn 7; Ahmed b. Hanbel, IV, 313.
[66] Bak. Buhaıi, tefsir 2/37; Mezalim 15; Ahkam 34;
Müslim, ilim 5; Tirmîzî, tefsir sure 2/23; Nesai, kadâ 34; Ahmed b. Hanbel, VI,
55.63.205.
[67] Tirmîzi, Tefsir Sure 43; İbn Mâce, Mukaddime 7.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/352-354.
[68] Ebu Davud, İmare 33; Tirmizi, İlim 10; İbn Mace,
mukaddime 2; Daıimi, mukaddime 49; Ahmed b. Hanbel, II. 367; IV, 131, 132; VI.
8.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/354.
[69] Necm (53). 3-4.
[70] Bakara (2), 188; Nisa (4), 29.
[71] Maide (5), 38.
[72] En'am (6), 82.
[73] Bak. el-Hadis ve'1-Muhaddisun, 38.
[74] Bakara (2). 187.
[75] Bak. Karaman Hayreddin, Hadis Usulü 5-6.
[76] Müslim, 3/1233.
[77] Bak. Karaman Hayreddin A.g.e, 142.
[78] Bak. A.g.e. 130.
[79] Bak. Koçkuzu Dr. Ali Osman, Hadis İlimleri ve Hadis
Tarihi, 45.
[80] Bak. Tefsir’ul-Kurtubi, I, 39.
[81] Bak. Hattabi. Meâlimu's-Sünen, V, 11.
[82] Koçkuzu Ali Osman, Hadis İlimleri ve Hadis Tarihi, s.
44. 45.
[83] Haşr (59), 7.
[84] Necm, (53). 3,4.
[85] Bak. es-Savvaf, Muhammed Mahmut), Fatihatü'l-Kur'ân,
25.
[86] Bak. Hadimi, Ebu Said Muhammed, Berîka, I. 67.
[87] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/355-358.
[88] Tirmîzî. ilim III; İbn Mace, mukaddime 2.
Sünen-i Ebu Davud Terceme
ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/358.
[89] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/359.
[90] Buhari, i'tisam 20; büyü' 60: sulh 5; Müslim, akdiye
17, 18; İbn Mace, mukaddime 2.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/359.
[91] Maide (5), 5.
[92] Bak. Topaloğlu Bekir, Kelam İlmine Giriş, 151.
[93] Karaman Hayreddin, İslam'ın Işığında Günün Meseleleri,
II, 248-250.
[94] Bak. Topaloğlu Bekir, Kelam İlmine Giriş, 153.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/359-361.
[95] Tevbe (9), 92.
[96] Tirmîzî, ilim 16; îbn Mâce, mukaddime 16; Ahmed b.
Hanbel, IV, 126, 127.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/361-362.
[97] Bak. Mirkâtü's-Sünne, 79.
[98] Nisa, (4). 65.
[99] Bak. Hadimi. Muhammed Ebu Said. Berika I. 74; Karlığa.
Dr. Bekir, Hadislerle Kur'ân-ı Kerim Tefsiri, IV, 1751.
[100] Nisa (4). 69.
[101] Nisa (4), 80.
[102] Araf (7), 156-157.
[103] Bak. Muhammed Ebu Said el-Hadimî, Berika, I, 84.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/362-363.
[104] Maide (5). 27.
[105] Bak. Mecelle. 28.
[106] Bak. Muhammed Ebu Said el-Hadimi. Berika I, 83.
[107] Bak. Âhmed b. Hanbel, III, 129. 183; IV, 421.
[108] Bak. İbn Mace. mesacid, I.
[109] Bak. Sünen-i Ebu Davud. 4373. numaralı hadis.
[110] Müslim, hudud 7; İbn Mâce, hudûd 22: Nesâi, sarık 1;
Ahmed b. Hanbel. II. 253.
[111] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/364-365.
[112] Müslim, ilm 7; Ahmed b. Hanbel, I, 386.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/365.
[113] Davudoğlu, Ahmcd. Salıih-i Müslim, Tercüme ve Şerhi,
X. 657, 658.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/365.
[114] Buhari, i'lisam 15; Müslim, ilim 16; Zikr 1; Tirmizi,
ilim 51; İbn Mâce, mukaddime 14; Muvattâ. Kur'an 41; Dârimi, fedâilu'I-Kur'an,
1.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/365-366.
[115] Bak. Davudoğlu A. Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi,
10/669.
[116] En'am. 164.
[117] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/366.
[118] Buhari. İ'tisam 3; Müslim. fedâil-üs-sahabe 132. 133:
Ahmed b. Hanbel. I, 176, 179.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/366.
[119] Davudoğlıı Ahmed, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, X,
150.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/367.
[120] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/367-369.
[121] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/369-370.
[122] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/371-374.
[123] Debbağoğlu Ahmet, Kara İsmail, Ansiklopedik Büyük
İslam İlmihali, s. 601.
[124] Bak. Muhammcd Kutub, İslam ve Materyalizme Göre İnsan,
(Çev. Kemâl Sandıkçı) .s. 124-126.
[125] Bk. el-Hadimî Ebu Sâid (Çev. Kemal lşık). el-Berika
1,12.
[126] Bak. a.g.e. 45.
[127] Bak. Gazalî, (Çcv. Kemal Işık), İtikadda Ortayol, 7.
[128] Bakara(2), 143.
[129] Ahmed b. Hanbel, III. 199.
[130] Nesâi. menâsik 217: İbn Mâce. menâsik 163; Ahmed b.
Hanbel. I, 215, 347.
[131] Bak. Gazzali, a.g.e., s. 10 v.d
[132] Buhâri, nikâh l, Müslim, nikâh 5, Nesâi, nikâh 14.
[133] Tevbe (9), 100.
[134] Müslim, fazâilüssahabe 307.
[135] Müslim, fezailüssahabe 213. 215, Ebu Dâvud. sünne 9.
[136] Muhammed Ebû Zehra, İslâm Hukuku Metadolojisi (Fıkıh
Usûlü), (Çcv. Abdulkadir Şener), s. 208, 209.
[137] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/374-378.
[138] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/378.
[139] Akseki Ahmed Hamdi, İslâm Dini, 96.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/378.
[140] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/379.
[141] Şerh-i Akaid tercemesi, s. 13-19, Kutluay Doç. Dr.
Yaşar, Tarihte ve Günümüzde is
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/379.
[142] Maide(5),51.
[143] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/379-380.
[144] Saffât(37), 162-163.
[145] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/380.
[146] Kutluay Yaşar, Tarihte ve Günümüzde İslâm Mezhepleri.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/380-381.
[147] Hud(ll). 119.
[148] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/382.
[149] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/382.
[150] Saffat (37). 162-163.
[151] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/382.
[152] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/382.
[153] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/383.
[154] Nisa (4). 123.
[155] Araf (7), 23.
[156] Tur (52}, 21.
[157] Kehf(18),29.
[158] Mü'minûn (23). 14.
[159] Zümer (39), 62.
[160] Fatır (35). 3.
[161] Aydın Dr. Ali Aslan, İslam İnançları ve Felsefesi, I,
184-186.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/383-384.
[162] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/384-385.
[163] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/385.
[164] Hicr (15), 12.
[165] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/385.
[166] Taberî. Camiu'I-Beyân, XIV, 9.
[167] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/385-386.
[168] Sebe' (34), 54.
[169] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/386-387.
[170] Sebe '(34), (52-54).
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/387.
[171] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/387.
[172] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/388.
[173] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/388.
[174] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/388-389.
[175] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/389.
[176] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/389.
[177] eş-Şeyh Halil Ahmed es-Seharenfûrî, Bezlu'l-Mechûd,
XVIII, 144.
[178] Nisa (4), 78.
[179] Fâtır(35), 8.
[180] Hûd (I I). 32.
[181] A'râf(7),43.
[182] İbrahim (14), 21.
[183] A'raf(7), 16.
[184] Bezlu'l-Mechûd. XVIII. 140.
[185] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/389-391.
[186] Buhârî, fedail 7. Tirmîzî, menâkıb 59.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/391.
[187] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/391-392.
[188] Buhârî, fedâil 5; İbn Mâce, mukaddime 11.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/392.
[189] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/392-393.
[190] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/393.
[191] Al-i İmran (3), 159.
[192] ed-Dûri, Kahtan Abdurrahman, Eş-Şûra, 146.
[193] Buharı, i'tisam 28.
[194] Müslim, cihâd 83, Ahmed b. Hanbel, III; 105, 188. 219,
220, 258, İbn Kesir, el-Bidaye ve'n-Nihâye, III, 262.
[195] ed-Dürî Kahlan, eş-Şûra. 148-151.
[196] Fatir(35), 10.
[197] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/393-395.
[198] Buharî, ta'bir 47; eymân 9; Müslim, ru'yâ 17; Ebû
Davud, eymân 10; Tirmizî. ru'yâ 10; İbn Mâce, ru'ya 10; Dârimî, ru'yâ 13; Ahmed
b. Hanbel, I, 236.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/395-396.
[199] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/397.
[200] Muhammed (47) 15.
[201] Buharı, fedâil 6; ilim 22, ta'bir 15, 16, 34; Müslim,
fedâil u's-sahabe 16; Darimî, ru'ya 13.
[202] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/397-398.
[203] Davudoğlu Ahmed, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi. X. 33,
34.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/398-399.
[204] Tirmizi ru’ya 10.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/399.
[205] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/399-400.
[206] Bak. Gölcük Doç. Dr. Şeraleddin, Ehl-i Sünnet Akaidi,
267.
[207] Giritli Sırrı Paşa, Şerh-i Akâid Tercemesi, II, 270.
[208] Bak. a.g.e.. s. 270-277, Uludağ Süleyman,
Şerhu'l-Akaid, 325-326.
[209] el-Mübarekfürî. Tuhfetu'l-Ahvezî. VI, 477.
[210] Ahmed b. Hanbel, IV. 273.
[211] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/400-402.
[212] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/402.
[213] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/402-403.
[214] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/403.
[215] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/403-404.
[216] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/404.
[217] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/404.
[218] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/405.
[219] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/405.
[220] Al-i İmrân(3), 55.
[221] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/405-406.
[222] Tirmizi. Fiten 44; Menâkib 73.
[223] A.g.y. ve el-Mübârekfûrî; Tuhfetu'l-Ahvezî, VI, 468.
[224] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/406.
[225]Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/407.
[226] Bak. Eşref Edip, Asr-i Saadet, 1. 350, Şâmil Yayınevi.
[227] Bak. Eşref Edip, Asr-ı Saadet, I, 333, Şâmil Yayınevi.
[228] Bk. îbnu'I-Esîr, en-Nihâye fî-Ğanbi'l-Hadisi
ve'l-Eser, I, 299.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/407-408.
[229] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/408-409.
[230] Müslim, imâre 39; Nesâi, beyat 34; İbn Mâce, cihâd 40;
Ahmed b. Hanbel, I, 129, 131; IV; 426, 427, 432. 436; V, 66-67, 70 ve Sünen-i
Ebû Davud'daki 2625 no'Iu hadis.
[231] Nahl (16). 16.
[232] Tevbe (9). 31.
[233] Bak Fedâil-üs-Sahabe, 116: Eşref Edib. Asr-ı Saadet,
2/113.
[234] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/409-410.
[235] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/410.
[236] Bak. İslâm Ansiklopedisi, V/1,19. (Haccâc maddesi).
[237] Bak. a.g.y.
[238] Bak. İslâm Ansiklopedisi, V/1,19, II, (Haccâc
maddesi).
[239] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/410-411.
[240] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/411.
[241] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/411.
[242] Tirmizi, fiten48; Ahmed b. Hanbel, V-220,221.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/411-412.
[243] Bezlu'l-Mechud, XVIII, 170.
[244] Bak, el-Azimâbâdi, Avnu'l-Ma'bud, XII, 398.
[245] Bk. a.g.y.
[246] Bk. A. Cevdet Paşa, Kısâs-ı Enbiya, II, 803, İstanbul,
1947.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/412-413.
[247] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/413.
[248] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/414.
[249] Tirmizi, menakıb 27; İbn Mace, mukaddime 11.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/414-415.
[250] Fedailu’s-Sahabe 5, fi, Ahmed b. Hanbel. V, 331, 346
ve Ebû Davud, 465 no'lu hadis.
[251] Molla Mehmetoğlu Osman Zeki. Sünen-i Tirmîzi
Tercemesi, VI, 288, 299.
[252] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/415-416.
[253] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/416-417.
[254] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/417-418.
[255] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/418.
[256] Buharı, Fedail'üs-sahabe 5, 6: Tirmizi, menakıb 27:
İbn Mace, mukaddime II; Ahmed b. Hanbel. V.331.346.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/418-419.
[257] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/419.
[258] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/419.
[259] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/419-420.
[260] Müslim. fedailu's-sahabe 163; tilmizi, menakıb 57. 58;
Ahmed b. Hanbel. III, 350; IV. IV, 83; V.433.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/420.
[261] Feth, (48) 10.
[262] Bak. Debbağolu Ahmed. Ansiklopedik Büyük İslam
İlmihali, 225.
[263] Bak. Yazır Muhammed Hamdi. Hak Dini Kur'an Dili, VI,
4413.
[264] Bak. "Karlığa Bekir ve Çetiner Bedreddin,
Hadislerle Kur'an-ı Kerîm Tefsiri, XIII, 7339. Çağrı Yayınları.
[265] Feth (48), 18-19.
[266] Debbağoğlu, Ahmet, Ansiklopedik Büyük İslam İlmihali,
s. 83.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/420-421.
[267] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/421.
[268] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/421-422.
[269] Buhari, cihad 59; şurût 15: Ahmed, b. Hanbel, IV.
323-329, 331.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/422.
[270] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/422-423.
[271] Ebu Davud der ki: (Hadisle geçen) "Eddelru",
"'kir" demektir.
[272] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/423-424.
[273] Bak. İslam Ansiklopedisi, VI, 2.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/424-425.
[274] Buharı, şehadât 9: fedâil I; rikak 7: eyman 10. 27;
Müslim. fedail 210. 214; Tirmizi, fiten 45; şehadet 4; menakıb 56; İbn Mace,
ahkâm 27; Ahmed b. Hanbel, I, 378. 417, 434,438, 444; II. 228. 410. 479: IV.
267. 276. 277 426. 436, 440; V, 350, 357.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/425-426.
[275] Bak. Müslim, fedailu's-sahabe 209; Ahmed b. Hanbel,
III, 7.
[276] Müslim, fedail 208.
[277] Bak. Suyuti. el-Camiu's-Sağîr, II, 9.
[278] Tirmizi, edeb 9l.
[279] İbn Kuteybe, Hadis Müdafaası, (Çeviren; M. H.
Kirbaşoğlu) I57-158.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/426-428.
[280] Buhari feadilu's-sahabe 5; Müslim, fedâil-u
ashâbi"n-Nebiyy 221. 222; Tirmizî, menakıb 58; Ahmed b. Hanbel, 111. 11.
İbn Mace. mukaddime 11.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/428-429.
[281] Hud (l). 10.
[282] Bk. Mecmuatü Risâili İbn Âbidîn, 344.
[283] Bak. A.g.e. 345.
[284] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/429-430.
[285] Buhari, davat 34: Müslim, birr, 88, 89,91,92,94; Darimi,
rikak 52; Ahmed b. Hanbel. II. 390. 488. 496; II. 333. 384. 391. 400; V. 294.
437. 439; VI. 45.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/430-431.
[286] Bak. Müslim, birr 96.
[287] Bk. Müslim, birr 95.
[288] Davudoğlu, Ahmed, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, X,
560.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/431-432.
[289] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/432-433.
[290] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/433-434.
[291] Bak. Süyuti, et-Camiu's-Sağîr, II, 47.
[292] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/434.
[293] Buhari sulh 9; fedailü ashabi'n-nebiy 22, menakıb 25;
Tirmizi, menakıb 30; Nesai, cuma 27; Ahmed, V, 38, 44, 49, 51.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/435.
[294] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/435-436.
[295] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/436.
[296] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/436.
[297] Bk. İbn. Hacer el-Askalani, el-İsabe, III. 385-386;
[298] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/436-437.
[299] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/437.
[300] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/437.
[301] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/437-438.
[302] Müslim, zekât 150, 152; Ahmed b. Hanbel, III, 32, 47.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/438.
[303] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/438-439.
[304] Buharı, husumât, 1, diyât 32; Müslim, fedâil 163; Ahmed
b. Hanbel, III, 31, 33.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/439.
[305] Bakara {2}, 285.
[306] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/439-440.
[307] Buhari, enbiyâ 24, 35; tefsir sure 4/26, 6/4; tevhid 50; Tirmizi,
salat 20.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/440.
[308] Buhari, enbiya 24. 35; tefsir .sure 4/26, 6/4, tevhid
50, Tirmizi, salat 20.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/440.
[309] Kalem (68), 48.
[310] Buhari, menakıb 1 K; Müslim, fediül 22. 23; Tirmizi.
edeb 77; Menakıb 1; Ahmed b. Hanbel, II; 137.
[311] Bk. 4673 numaralı hadis.
[312] Bk. İbn Mace, zühd, 37.
[313] Bk. İbn Kuteybe, Hadis müdafaası. (Çeviren: M.H.
Kırbaşoğlu) s. 159.
[314] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/440-442.
[315] Buharı, rikak 43; husumat 1, tevhit 31. enbiya 31;
Müslim, fedail 160, 162; Ahmed b. Hanbel, II, 264, III, 41.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/442-443.
[316] Zümer (39), 68.
[317] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/443.
[318] Müslim, fedâil, 150, 151.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/443-444.
[319] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/444.
[320] Müslim, fedâil 3; Tirmizî, menâkıb i: İbn Mace, zühd
37: Dârimî, mukaddime K; Ahmed b. Hanbel. 11.540: III. 2.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/444.
[321] Bakara (2). 253.
[322] Nevevî, Şerhu Müslim. XV. 37-38.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/444-445.
[323] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/445.
[324] Bk. Ahmed b. Hanbel, V, 340.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/445-446.
[325] Buhari, enbiya 48; Müslim, fedâil, 143, 144.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/446.
[326] Bk. Davudoğlu Ahmed, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi,
X, 162-163.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/446-447.
[327] Buhari iman 3; Müslim, iman 57, 5K: Tirmizi, iman 6;
Nesai, iman 16: İtin Mace, mukaddime 9; Ahmed b. Hanbel, II, 379, 414, 455.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/447-448.
[328] Bilmen Ömer Nasuhi. Muvazzah İlm-i Kelâm, .s. 32-33.
[329] Bk. es-Şerkavî. Fethu’l-Mübdi, 1, 90.
[330] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/448-454.
[331] Bk. Davudoğlu Ahmed. Sahih-i Müslim Tercime ve Şerhi,
I, 241-246.
[332] Bk. Şerkâvi. Fethu'l-Mübdi. I. 93. Aliyyü’l-Kâri,
Mirkatü'l-Mefatih, I, 60.
[333] Bk. Kılavuz Saim. İman-Küfür Sınırı. 37.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/454-455.
[334] Buharı, iman 40; ilm 25; mevâkit 2; Müslim, iman 23;
Tirmizi, iman, 5 Nesâi. iman 25.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/456.
[335] Bk. Davudoğlu A. Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, I.
158.
[336] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/456-457.
[337] Müslim, iman f 34, Tirmizi. iman; 9; İbn Mace. ikame
77; Darimi. sahil 69; Ahmed b. Hanbel. III. 370-389.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/457.
[338] Bk. Kutluay Doç. Dr. Yaşar, İslam Mezhepleri, 80.
[339] Bk. Kılavuz Ahmed. Saim, lmam-Küfür Sınırı. 159.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/457-458.
[340] Buharı, hayz 6; zekat 44 Müslim, iman 132: Tirmizî.
iman 6; İbn Mace, filen 19; Ahmed b. Hanbel. 11,67.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/458-459.
[341] Ahmed b. Hanbel. III. 135.
[342] Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi. I, 350-352.
[343] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/459-461.
[344] Bk. Bakara (2) 260.
[345] Bk. Ahmed b. Hanbel, I. 215: Âclûni, Keşfü'1-Hafa, II,
168.
[346] Tevbe (9). 124.
[347] Feth (48) 4.
[348] Bk. Kılavuz Ahmed Saim, İman-Küfür Sınırı, 46-48.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/461-462.
[349] Bakara (2). 143.
[350] Tirmizi, Tefsir 2/4.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/463.
[351] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/463.
[352] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/463-464.
[353] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/464.
[354] Buharı, edeb 38, 39; Tirmîzî. redâ 11. îman 6; İbn
Mace, zühd 31: Dârimi, rikak 74; Ahmed b. Hanbel. II, 185, 250, 369. 403. 467.
469. 472. 403. 481. 527; V, 89. 99; VI, 47, 99.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/464.
[355] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/464.
[356] Buharı, iman 19, zekat 53: Müslim, iman 150: zekat
131.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/464-465.
[357] Kılavuz, Ahmed Saim, İman-Küfür Sınırı, 43.
[358] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/465-466.
[359] Hucurat (l9), 14.
[360] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/466.
[361] Neml (27), 81.
[362] Zariyat (51) 35.
[363] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/466-467.
[364] Buhari, iman 19; zekat 53; Müslim. iman, 150; zekât
131.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/467.
[365] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/467.
[366] Buhari ilim 43; hacc; 132; meğazi 77; etlâhi 5. edeb
95: hudud 9: fiten 8; tevhit 24; Müslim, iman 118-120; kasame 29: filen 50:
Tirmizi, filen 28; Nesâi. tahrim 29; İbn Mace, filen 5; Darimî, menâsik 76:
Ahmed b. Hanbel, 1,230,402; 11,85,87; 104: 111,477: IV 76, 351. 358. 363. 366;
V. 37. 39. 44, 45, 49, 68. 73.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/468.
[367] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/468.
[368] Buharı,.feraiz 29; Müslim, iman 26-27: Tirmizi, iman
16: Çuvalla, kelam I; Ahmed b. Hanbel. II, 18, 44. 47. 124.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/468-469.
[369] Gazzâli. Faysalatu’t-Tefrika, 81,el-Heytemî,
ez-Zevacir I. 30, II, 125. Kılavuz, A. Saim, İman Küfür Sınırı, s.150.
[370] Ibn Manzûr. Lisanü'1-Arab. V. 146.
[371] Buhari ferâiz 29; Müslim, iman 27.
[372] Bk. el-Gazzali, Faysalu’t-Tefrika, 8.
[373] Bk. el-Felavâ el-Hindiyye II. 278; Kılavuz. A, Saim,
İman-Küfür Sınırı. 151.
[374] Bk. el-Fetavâ el-Hindiyye II, 278.
[375] Bk. el-Hindiyye II, 278.
[376] Bk. Kılavuz A. Saim, İman-Küfür Sının 151.
[377] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/469-470.
[378] Buhari. iman 24; mezâlim 17; cizye 17; Tirmizi, iman
14; Nesâi. iman 20, Ahmed b. Hanbel II. 189. I98, 200.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/470.
[379] Bk. Davudoğlu A.. Selamet Yollan, IV. 389.
[380] Davudoğlu Ahmed, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, I. 313.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/471-473.
[381] Buharî mezâlim 30; eşribe 1: hudud 1.2.14: Tirmîzi.
iman 11: Nesai, kastime 49; sârik 1; eşribe 46; İbn Mace, fiten 3; Dârimi,
eşribe 11; Ahmed b. Hanbel, II, 243. 317, 376. 386.479; III 356: VI. 139.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/473.
[382] Bk. Ahmed b. Hanbel, III, 135, 154, 210, 251.
[383] Buhari, edeb 29; Müslim, iman 73: Tirmizi, kıyame, 60;
Ahmed b. Hanbel, 1. 387: II. 288, 336,373: III. 154: IV. 31. VI, 385.
[384] Bk. ez-Zebidi, Şerhü'1-İhya, II. 254 vd.
[385] Buhari. tevhid. 33; Rikak 15: istizan 30; Müslim, iman
40; Tirmizi, iman 18.
[386] Bk. Âmidi, Ebkârü'I-Efkâr:
264, Bakıllâni, et-Temllîd 369; el-İnsaf, 173.
[387] Bk. Kılavuz A. Silim, İman-Küfür Sınırı s. 36.
[388] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/473-474.
[389] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/474.
[390] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/474-475.
[391] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/475.
[392] Tirmîzi, kader 13: İbn Mace. mukaddime 10; Ahmed b.
Hanbel, 86, 125.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/475.
[393] Bk. Topaloğlu Bekir. Maturidiyye Akaidi, 202.
[394] Bk. 4695 numaralı hadis.
[395] ez-Zehehî. Mizanü'l-İ'tidâl. IV. 141.
[396] Bk. Yaprem M. Saim, İslam'da İtikadi Mezhepler, 285,
286.
[397] Hucurat (49). 13.
[398] Tevbe (9), 24.
[399] Hucurat, (49), 10.
[400] Enbiya (21). 92.
[401] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/475-478.
[402] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/478.
[403] Bk. Tirmîzî fiten 57.
[404] Bk. Ahmed b. Hanbel, II, 104.
[405] Buharı. Enbiya (21), 50.
[406] Müslim, fiten 125.
[407] Tirmîzî, fiten 62.
[408] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/478-479.
[409] Tirmîzi. tefsir 2/1; Ahmed h. Hanbel. IV 400, 406.
[410] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/479.
[411] Bk. eI-Mübarekfûri, Tuhfetü'l-Ahvezî. VIII, 290-291.
[412] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/479-480.
[413] Leyl (92). 5, 10; Buharı, cenaiz 82, H3; teftir, sure
92/67; Müslim, kader 60Tirmizî, kader 6; Tefsir, sure 92; Ahmed b. Hanbel !,
29; II, 52, 77.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/480-482.
[414] Bk. Buharı, kaderi; rikak 33; Tirmizi, kader4; Ahmed
b. Hanbel, V, 335.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/482.
[415] Buharı, îman 37; Müslim. İman 1; Tirmîzî îman 4; İbn
Mace. mukaddime 9. Ahmed b. Hanbel, I, 3, 9, 37, 51, 53, II, 107.962. IV. 16,4,
129.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/483-485.
[416] Buhari. Bedü’l-vahy, I.
[417] Bk. Kazancı A. Lütfi, Nübüvvet Pınarından, 44.
[418] Davudoğlu Ahmed, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, I,
117, 118.
[419] Kazancı A. Lütfi, Nübüvvet Pınarından, s. 48, 49.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/485-488.
[420] Davutoğlu Ahmed. Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi. I.
119. 120.
[421] Bk. Abdülkadir İsa. Hakaiku't-Tasavvuf, 22.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/488-489.
[422] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/489-490.
[423] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/490.
[424] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/490.
[425] Maide (5), 6.
[426] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/491.
[427] Nesâi. iman 6; Müslim, iman 5, 7; İbn Mace, mukaddime
9.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/491.
[428] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/492.
[429] İbn Mace, mukaddime 10; Tirmiizî. kader 10; Ahmed b.
Hanbel, V,317. VI,442.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/492.
[430] Buharı, tevhid 15, 22. 28, bedu'1-halk 1; Müslim,
tevbe 14-16; İbn Mâce, zühd 35; Ahmed b. Hanbel. 11.242. 258. 260. 313, 358.
381. 397. 433. 466.
[431] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/493-494.
[432] Tirmîzî Kader 17. Sûre 68.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/494.
[433] Bûrûc (85), 2.
[434] Bk. Şerhu'l-Akîdeti't-Tahâviyye, 295.
[435] Tirmîzî. kıyâme 5; Amel b. Hanbel. I, 293.303. 307.
[436] Bk. 4708 numaralı hadis.
[437] Bk. Şerhu'l-Akîdeti'I-Tahâviyye. 297.
[438] Bk. Buhârî, tevhid 22, cihad 4. Tirmîzî, cennet 4,
tefsir sure 57. 69, Ahmed b. Hanbel. 1. 207, II-197, 335. 339, 370, V-316, 321.
Şerhu'l-Akîdeti'l-Tahâviyye, 295.
[439] Bk. es-Seherenfûri, Bezlu'l-Mechûd. XVIII. 228.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/494-495.
[440] Buhârî, Enbiyâ 31, Tevhîd 37; Müslim, kader 13. 15,
Tirmizî. kader 2. İbn Mace Mukaddime 10. Ahmed b. Hanbel. II. 248, 264, 268.
398.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/495-496.
[441] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/496-497.
[442] Bk. Bakara (2) 35-36.
[443] Bk. Aliyy-ül Karî. Mirkatul-Mefâtîh, I, 125.
[444] Bk. Hattabî. Meâlimu’s-Sünen, V, 78.
[445] Davudoğlu Ahmed,Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, X,
632.
[446] Nisa (4). 164.
[447] Hicr (15),29.
[448] Bakara (2). 35.
[449] Bakara (2). 31.
[450] Bakara (2), 34.
[451] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/497-499.
[452] A’raf (7) 172.
[453] Tirmîzî, Tefsir Sûre 7/2; Mu vatta; Kader 2.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/499-500.
[454] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/501.
[455] Bk. Buhari, tevhid 15, 25, 28. bedu'l-halk 1; Müslim,
Tevbe 14-16, İbn Mâce, zühd 35. Ahmed b. Hanbel, II, 242. 258, 260. 313, 358,
381, 397, 433, 466.
[456] Bk. Aliyyu'l - Kâri, Mirkât 1/141.
[457] Bk. Aliyyü'l-Karî, Mirkâtu'l-Mefatih, I, 141.
[458] Bk. Sabûni Muhammed Ali, Safvetü't-Tefasir, I, 481.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/501-502.
[459] Müslim, fedâil 172: Tirmîzî. tefsir sure 18/2; Ahmed
b. Hanbel, V, 119, 121.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/502.
[460] Kehf (I8), 80.
[461] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/503.
[462] Kehf (18). 74.
[463] Buharı, enbiya 27; İlim 44; tefsir sure 18/2; Müslim,
fedâil 170, 172; Tirmîzî, tefsir sure 18/2.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/503.
[464] Kehf (8) 81.
[465] Bk. Farüddin er-Razi, et-Tefsirü'1-Kebîr, XXI. 161.
[466] Bk. Yazır M. Hamdi, Kur'an Dili, V, 3263.
[467] Enbiya (21), 34.
[468] Bk. A.g.e, 3260.
[469] Bk. Letaîfü'i-Minen, I, 84.
[470] Bk. Said Nursi, Mektubat, 5-6.
[471] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/503-505.
[472] Buhari. tevhid 28; bedu'1-halk 6; enbiya I; kader I;
Müslim, kader 1; Tirmizî, kader 4, İbn Mâce. mukaddime 10; Ahmed b. Hanbel, I,
382, 414, 430; IV. 64; V, 388.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/505-506.
[473] Davudoğlu Ahmed, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, X,
615.
[474] Mü'minun (23), 12-14.
[475] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/506-507.
[476] Buharı, tevhid 54; tefsir sure 9,2/3-5,7 edeb 120,
kipler 4; Müslim, kader 6-8; Tirmizî. kader 3: tefsir sure 11/3: İbn Mâce.
mukaddime 10; ticaret 2; Ahmed b. Hanbel,.I, 6,29, 82, 129, 133, 140, 157: II. 52.
77; III, 293: IV, 67-431.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/507.
[477] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/507.
[478] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/507-508.
[479] A'raf (7), 89.
[480] Bk. Şerhü'l-Akideti't-Tahaviyye, s. 276.
[481] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/508.
[482] Buhari, kader 3: cenaiz 93; Müslim kader 23, 24.
26-28; Nesâi, Cenaiz 53; Ahmed, b. Hanbel, II. 244, 253, 259, 268. 315, 347.
393, 464, 471. 481, 518; V, 73, 410.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/508.
[483] Buhari, kader 3; cenaiz 93; Müslim, kader 23, 24,
26-28; Nesai, cenaiz 60; Muvatta, cenaiz 53; Ahmed b. Hanbel, II, 244. 253,
259, 2fi8. 315, 347, 393. 262,471.481.518; V, 73,410.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/509.
[484] Bk. el-Askalani İbn el-Hacer, Fethu'l-Bârî bi
Şerhi'l-Buhârî, III, 487.
[485] Nuh (71). 26.
[486] Bk. Ahmed b. Hanbel, V. 410.
[487] Bk. el-Askalani İbnu'l-Hacer, Fethu'1-Bari, III.
489-490.
[488] Bk. İbn Abidin Terecine ve Şerhi. 111. 399
(Terceme:Ahmed Davudoğlu).
[489] Bk. Aliyyül-Kari, Mirkatü'l-Mefatih. I, 129.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/509-511.
[490] Müslim, kader 30,31; Nesai, cenaiz 58; Ibn Mace,
mukaddime 10.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/511-512.
[491] Müslim, fiten 110, Tilmizi, Fiten 59; İbn Mâce, filen
33; Ahmed b. Hanbel II. 221, IV. 182, 191.
[492] Vakıa (56), 21.
[493] Bk. Mirkatü'l-Mefatih, I, 129.
[494] Bk. A.g.e. aynı yer.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/512-513.
[495] Buharî, cenâiz. 80, 92; Tefsir sure 30/1, kader 3;
Müslim, kader, 22; Muvatta, cenaiz 53.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/513.
[496] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/513-514.
[497] Bk.Yazar M. Hamdi, Hak Dini Kur'ân Dili, VI, 3822.
[498] A 'raf (7) , 172.
[499] Bk. Aliyyü'l-Kari, Mirkat I, 136.
[500] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/514-516.
[501] Bk. 4714 numaralı hadis.
[502] A 'raf (7), 172.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/516.
[503] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/516.
[504] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/517.
[505] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/517-518.
[506] Müslim, iman 347.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/518.
[507] Bk. Davudoğlu, A. Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, II,
231.
[508] Bk. Azimabadi, Aynü'l-Mabud, XII, 494-495.
[509] Bk. Davudoğlu A. Sahih-i Müslim, Tercüme ve Şerhi, II,
232.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/518-520.
[510] Buharı, ahkam 21; bed'ü'1-halk ll, İ'tikaf II, 12; Ebu
Davud, savm 78; edeb 81, İbn Mace, siyam 65, Darimi, rikak 66; Ahmed b.
Hanbel III, 156, 285, 309: VI,
337.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/520.
[511] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/520.
[512] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/520.
[513] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/520.
[514] Buharı, bedü'l - halk, II; Müslim, iman 212.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/521.
[515] Bk. Kutluay Doç. Dr. Yaşar, Tarihte ve Günümüzde İslam
Mezhepleri 69; el-Mliel ve'n-Nihal I, 113: İbn Kesir, el-Bidaye ve'n-Nihaye, X,
16.
[516] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/521-522.
[517] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/522-523.
[518] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/523.
[519] Tirmîzî, tefsir e!-Hakka suresi; İbn Mace, mukaddime
13; Ahmed b. Hanbel, I, 206.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/523-524.
[520] Neml (7), 26.
[521] A'raf (7)54; Yunus (10), 3.
[522] Hud (l1).l7.
[523] Taha (20), 5.
[524] Secde (92), 24; Hadid (57), 4.
[525] Taha (20),5.
[526] Taha (20).5.
[527] Suyuti, Itkan, 11,6.
[528] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/524-525.
[529] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/526.
[530] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/526.
[531] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/526.
[532] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/526-528.
[533] Bak eI-Mevsıli, el-îhtiyar, IV, 164.
[534] Birbirini destekleyen rivayetler için Bk. Şevkanî,
Neylu'l-Evtâr, IV, s. 8 vd.
[535] Beyhaki, Tirmizi, İbn Mace.
[536] Hâkim, Taberani, Heysemi.
[537] Bk. Karaman Hayreddin, İslam'ın Işığında Günün
Meseleleri, I, 101-104.
[538] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/528-530.
[539] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/530.
[540] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/530.
[541] Nisa (4), 58.
[542] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/531.
[543] Şûra (42), 11.
[544] Tâha (20), 39.
[545] Kamer (54) 14.
[546] Bk. Aliyyü'1-Kari, Şerhu Fıkhi'l-Ekber, 33.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/531-532.
[547] Taha, (20) 130; Buharı, tevhid 24; mevakîf 16, 26;
tefsir sure 50/2; Müslim, mesâcid, 211; Tirmîzi, cenne 16.17; İbn Mâce.
mukaddime, 13; Ahmed b. Hanbel, IV, 360, 352, 365.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/532-533.
[548] Kıyame, (22), 23.
[549] En'am(6), 103.
[550] A'raf (7), 143.
[551] Bk. el-Cemel, el-Fütühatü'l-İlahiyye, II, 513; el
Hazin, Lübabu't-Tevü, VI/260-261.
[552] Bk. Taftazanî, Şerhü'l-Akaid, 109.
[553] Bk. Aliyy'ül-Kâri, Şerhu'ş-Şifa, I, 430.
[554] Bk. Manbur Ali Nasıf, et-Tac, I, 134-135.
[555] Bk. Mansur Ali Nasıf. et-Tac, I, 134-135.
[556] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/533-535.
[557] Buharı, tevhid 23; rikak 52; tefsir sure 4/8; Müslim,
iman 299, 302; zühd 16, Tirmizî, cenne 15, 20; Ahmed b. Hanbel, III, 16.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/535-536.
[558] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/536.
[559] İbn Mâce, mukaddime 13.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/536-537.
[560] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/537.
[561] Concordance'de bu baba numara verilmemiştir.
[562] Bahari, rikak 44; Müslim, münafikûn 24; İbn Mâce,
mukaddime 13; zühd 33; Ahmed b. Hanbel, III 32.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/537-538.
[563] Zümer(39), 67.
[564] Bk. Hak Dini Kur'an Dili, VI, 4137.
[565] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/538-539.
[566] Buharı, teheccüd 14; tevhid 35; Müslim, müsafirun
168-170; Tirmizi, sala 211; deavat 78; İbn Mace; ikame 182, Darimi, sala 168;
istizan 53; Muvatta, Kur'an 30; Ahmed b. Hanbel. II, 358, 264. 267, 282, 419.
487, 504, 521, IV, 16; VI, 217, 218.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/540.
[567] Bk. el-Mubarekfuri, Tuhefetü'l-Ahvezi, II, 524-525.
[568] Bk. Buharı, menakıbü'I-ensar, 10. cihad 28; tevhid,
24; Müslim, imare 128, 129: İbn Mace, mukaddime 13; Muvatta. cihad, 28; Nesâî.
cihad 38.
[569] Bk.Buharî, İ'tisam I, Müslim, birr 115; cenne 28;
Ahmed b. Hanbel, II, 244, 251. 215, 323,434,463,519.
[570] Bk. Buharı, menakibü'l-ensar, 12; Müslim
fedailü'l-sahabe 123-125; Tirmizî, menâkıb 50; İbn Mâce, mukaddime 11; Ahmed b.
Hanbel, III, 224,296,316,349; IV, 352; VI, 329.456.
[571] Bk. Buharı, tefsir sure 68/2, tevhid 24, Müslim, iman
302; Darîmî, rikâk 83; Ahmed b. Hanbel, III, 17.
[572] Bk. eş-Şarkavi, Fethu'l-Mübdi bişerhi
Muhtasari'z-zebidi, i, 85; Miras Kamil, Tecrid-i Sarih Tercemesi IV, 138:
birinci baskı.
[573] Bk. eş-Şarkavi, Fethu'l-Mübdi, 1. 85.
[574] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/540-542.
[575] Tirmizî, sevabü'l-Kur'an, 24; İbn Mâce, mukaddime, 13;
Darimî, Fedâilü'l-Kur'ân, 5; Ahmed b. Hanbel. III, 322, 339, 390.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/542.
[576] Bk. Aydın Ali Aslan, islam inançları ve Felsefesi,
170.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/542-543.
[577] Buharî, şehadât, 15; meğazi 34; tefsir sure, 24/6;
tevhid, 35, 52; Müslim, tevbe 56; hacc Ahmed b. Hanbel, VI, 197.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/543.
[578] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/543-544.
[579] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/544.
[580] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/544.
[581] Buhari, enbiya 10; Tirmizi, ubb 8; İbn Mâce, Tıbb, 26;
Ahmed b. Hanbel, I, 236, 270.
[582] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/544-545.
[583] Nahl (16), 40.
[584] Nahl (16) 40.
[585] er-Rahman (55), 1,2,3.
[586] Nisa (4), 164.
[587] Şura (42), 51.
[588] Taha (10), 14.
[589] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/545-547.
[590] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/547.
[591] Buharı, tevhid 32; tefsir, 15/1, 35/1; Tirmizi,
tefsir, 34/2 İbn Mâce, mukaddime, 13.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/547.
[592] Bk. Karlığa Dr. Bekir, Hadislerle Kur'an-ı Kerim
Tefsiri, XII/6652.
[593] Bk. A.g.e., 6653.
[594] Bk. Aynî, Umdetü'1-Kari, XXV. 155.
[595] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/548.
[596] Tirmizî kıyâme, II; tbn Mâce, zühd 37; Ahmed b.
Hanbel, III, 213.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/549.
[597] Bk. Buharî, Dâvât, 1; Müslim, iman 334, 335, 337, 341;
İbn mâce, zühd 37; Tirmizi, kıyâme 13.
[598] Bk. Aliyyü'1-Kari, Mirkât V, 277.
[599] Tâhâ (20) 109.
[600] Müddesîr (74),48.
[601] Mümin; (40), 18.
[602] Bk. Buharı, tefsir, 17/5; Müslim, iman 327.
[603] Bk. Ebu Davud, 4740 nolu hadis.
[604] Bak. Aliyyü'I-Kari, Mirkat, V, 277-278; Nevevi, Şerhıı
Müslim, III, 35-36.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/549-550.
[605] Buharî, rikâk 51; Müslim, iman 318; Tirmîzi, cehennem
10; İbn Mâce, zühd 37; Ahmed b. Hanbel, IV, 437.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/550-551.
[606] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/551.
[607] Müslim, cenne 18.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/551.
[608] Bakara (2) 25.
[609] Bk. İbn Kesir, Hadislerle Kur'ân-ı Kerim Tefsin, II,
228 v.d.
[610] Bk. Davudoğlu A.. Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, XI,
245.
[611] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/551-552.
[612] Tirmîzî, Tefsir sure 39/8, 6X; kıyâme 8; Dârimi, rikâk
79; Ahmed b. Hanbel II 126, 192.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/552.
[613] Bk. Debbağoğlu Ahmed, Ansiklopedik Büyük İslam
İlmihali, 572.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/552-553.
[614] Buharî, tefsir, sure 39/3,78/1; Müslim, fiten 141,
143; Nesâi, cenâiz 117; İbn Mâce, zühd, 32; Muvatta, cenâiz, 49; Ahmed b.
Hanbel, II, 322, 428, 499;III, 28.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/553.
[615] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/553.
[616] Buharî, rikâk 28; Müslim, cenne I; Tirmizî, sıfalü'l-cenne,
21; Nesâi, iman 3; Beya' 1-5; Darimî, rikâk 117; Muvatta,cihad5; Ahmed b.
Hanbel, II,260,233,354,373,380; III, 158,254,284.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/554-555.
[617] Bk. Eş-Şar'ânî, el-Yevakit ve'1-Cevahir, II, 193.
[618] Bk. Tirmîzî; davât 58.
[619] Bk. Müslim, mesâcid, 24-25; Müsat'irin 103, Zühd 43,
44.
[620] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/555.
[621] Buharı, rikâk53; Müslim, tahare 36, 38; fedâil 27, 34,
35, 39, 41; Tirmîzî, kıyâme 14, 15; İbn Mace, zühd 36; Ahmed b. Hanbel, 1,5:
11,21. 125, 134, 162; 111,133, 216, 219, 230, IV.424, V,250, 390, 394, 406.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/555-556.
[622] Kevser, (108), I.
[623] Bk. Debbağoğlu Ahmed, Ansiklopedik Büyük İslam
İlmihali, 200.
[624] Bk. Aliyyü'1-Kari. Mirkatü'l-Mefatih, V,28I.
[625] Bahiri, rikâk 52; Müslim, fedaîl 9; Tirmizî, kıyâme,
15; İbn Mâce, zühd 36.
[626] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/556-557.
[627] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/557.
[628] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/557-558.
[629] Müslim, fedail 37,40; taharet 36, sala 53; Buharı,
tefsir sure, l08/1; Nesai, iftitah 21; Tirmizî, kıyame 15; İbn Mâce, zühd, 36;
Ahmed b. Hanbel, III, 102; V, 390, 394, 406.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/558.
[630] Buharı, rikâk 53; Tefsir, sure 108/1; Tirmîzî, tefsir
sure 108/1; Ahmed b. Hanbel III, 91, 207, 232; IV, 281.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/558-559.
[631] Bk. Yazır M. Hamdi, Hak dini Kur'an dili, IX,
6180-6186.
[632] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/559.
[633] Ahmed b.Hanbel, IV, 419. 421,424-426.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/560-561.
[634] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/561.
[635] İbrahim (14), 27.
[636] Buharî. cenâiz K9: tefsir sure 14/2; Müslim, cenne 73;
Tirmîzî, tefsir 15/1; Nesâi, cenaiz, 114; İbn Mace, zühd 32.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/561.
[637] Mü'min (40), 46.
[638] Tâhâ (20) 124.
[639] Bk. Gölcük Doç. Dr. Şerafeddin, Ehl-i Sünnet Akaidi,
s. 235-236.
[640] Bk. Tirmîzî. cenâiz 70.
[641] Bk. Gölcük Doç. Dr. Şerafeddin, Ehl-i Sünnet Akaidi,
s. 237.
[642] Bk. Tirmîzî, cenâiz 70.
[643] Bk. Uludağ Süleyman, İslam Akaidi, Şerhu'l-Akaid, 251.
[644] Bk. Davudoğlu A.. İbn Abidid Terceme ve Şerhi, III,
399.
[645] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/562-564.
[646] Tirmîzi. cenaiz 70.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/564-565.
[647] Bk. Tirmîzi, cenaiz 70.
[648] Tirmîzî, cenâiz, 70.
[649] Bk. Buharı, cenâiz, 90;; rikâk 42; Müslim, cenne 65,
66; Nesâi, cenâiz 116; İbn Mâce, zühd, 32; Muvatta, cenâiz 48; Ahmed b. Hanbel,
II, 51, 11.3, 123.
[650] Bk. Halil Ahmed, Bezlu'l-Mechûd, XVIII. 292.
[651] Bk. el-Mübarekfûri, Tuhfetü'l-Ahvezî, IV. 184.
[652] Bk. Miras Kamil, Tecrid-i Sarih, IV, 644-645, I. Baskı.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/565-567.
[653] Bk. Müslim, Mesâcid. 129.
[654] 984 no'lu hadis.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/567.
[655] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/567-568.
[656] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/568.
[657] Nesâi, cenâiz 114; İbn Mâce, zühd, 32.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/568-571.
[658] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/571-572.
[659] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/572.
[660] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/572-573.
[661] A'raf (7), 9.
[662] Bk. Uludağ Süleyman. Kelâm İlmi ve İslam Akaidi,
255-256.
[663] Hakka (69), 19.
[664] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/573-574.
[665] İsra (17), 13.
[666] Bk. Hakka (69), 19, 26; el-İnşikak (84), 7.10.
[667] Bk. Topaloğlu Bekir, Matüridiyye Akaidi, 186.
[668] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/574.
[669] Buharı enbiya 3; Meğâzi 77; edeb 97 fiten 26; Müslim,
fiten 95, 101; Ebu Davud, melahim 14; Tirmîzî, fiten 55. 56; Nüzur 62; Ahmed b
Hanbel, I, 195; II, 135, 149; III, 103, 173.276,290.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/575.
[670] Bk. Kiiçükkakıy Dr. Hüseyin. Din İle Maddecilik
Arasında Ezeli Savaş, sh. 10.
[671] Tirmîzî. Fiten 57.
[672] Ahmed İbn Hanbel, II, 104.
[673] Buharı. Enbiya 59.
[674] Müslim, fiten. 125.
[675] Tirmîzî Filen. 62; Bk. Debbaoğlu. Ansiklopedik Büyük
İslam İlmihali, 122.
[676] Bk. Gönenç Halil. Günümüzün Meselelerine Fetvalar, 20,
21.
[677] Bak. A.g.e. 22.
[678] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/575-577.
[679] Buharî edeb77; fiten 26, cihad 178; enbiya 3; Müslim,
fiten, 95, 101; Ebû Davud, melahim 14; Tirmizî, filen 56, 62, İbn Mâce, fiten
33; Ahmed b. Hanbel, I, 176, 182; 11,27, 149; VI, 140.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/578.
[680] Bk. Davudoğlu A., Sahih-i Müslim, Tercüme ve Şerhi,
XI, 384.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/578.
[681] Tirmîzîedeb78;Nesâi,katü's-sarik I; Ahmed
b.Hanbel,IİI.332;IV, 130,220; V. 165,180,344.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/579.
[682] Müslim, imâre 53.
[683] Bk. Davudoğlu A.. Sahih-i Müslim, Tercüme ve Şerhi,
IX, 17.
[684] Bk. Müslim, imâre, 52.
[685] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/579.
[686] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/580.
[687] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/580.
[688] Müslim imâre 62,64; Tirmizi, fiten78; Nesâi, iman 17;
Ahmed b. Hanbel, VI, 295,302,305,321.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/581.
[689] Bk. Davudoğlu, A., Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi,
IX, 27-28.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/581.
[690] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/582.
[691] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/582.
[692] Müslim, imare 59, 60; Nesâi, Tahrim, 6; Ahmed b.
Hanbel, IV, 261, 341, V, 24.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/582.
[693] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/582-583.
[694] Müslim, zekat, 155, 156; İbn Mace, mukaddime 12;
hudud, 18 Ahmed, I, 88, 95, 108.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/584.
[695] Bk. İslam Ansiklopedisi, IX, 191, 192.
[696] Bk. Kılavuz A. Saim, İman-Küfür Sınırı, 166.
[697] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/584-585.
[698] Buhari, enbiya 6; menakıb 25; meğazi 61;
Fedailü’l-Kur’an, 36 edeb 95; tevhid 23 57; istitabe 95;Müslim zekat 142, 144,
147, 148, 154, 156, 159; Tirmizî, filen 24; Nesai,zdeai79; tahrim 26, İbn Mâce,
mukaddime 12; Dârimi, mukaddime 2i; Muvatta.messü’1-Kur'an 10; Ahmed b
Hanbel.1,88,92; 131, 137; 151, 156, 160,256.404; III, 5, 15.
33,52,56.60,64,65,68,73, 159,
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/585-587.
[699] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/587.
[700] Müslim, zekat 149; Ahmed b. Hanbel, II, 197.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/587-588.
[701] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/588.
[702] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/588-589.
[703] Müslim, zekât 148.
[704] Bk. el-Azimâbadi, Aynü'l-Ma'bud, XIII, 112.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/589.
[705] Buharî, istibabe 6; menâkıb 25; fezâilü'l-kur'ân 6;
Müslim, zekât 154; Tirmîzî, fiten 24; İbn Mâce, mukaddime 12; Ahmed b. Hanbel,
I, 113. 131, 404.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/590.
[706] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/590.
[707] Müslim, zekât 156, 157; Ahmed b. Hanbel I, 88 92, 141.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/591-593.
[708] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/593.
[709] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/594.
[710] Bk. İbn Abidin, Reddü'l-Muhtar, III, 309; Beyrut,
Lübnan.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/594.
[711] Tirmizi, diyât 21;Nesâi, tahrimü'd-dem 21-24; İbn
Mâce, hudûd, 21; Buharı, mezâlim 33; Müslim, îman 226; Ahmed b. Hanbel, I, 79,
187, 190, 305; II 163, 193, 194, 205, 206, 210,215,217,217,221,224.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/595.
[712] Tirmîzî, diyât; Nesâi, tahrimü'd-dem 23, 24; İbn Mâce,
hudud 21; Buharî, mezâlim 33, Müslim, İman 226; Ahmed b. Hanbel, I, 79, 187,
190, 305, II, 163/193, 194, 205, 206, 210,215,217,221,324.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/595.
[713] Bk. el-Askalani, Fethu'l-Bari, VI, 48-49.
[714] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/595-597.