İslam Miras Hukukunun Çağdaş
Sistemlerden Farkları:
1. Feraiz İlmini Öğrenmenin Hükmü
3. Çocuğu Olmayıp Da Kız Kardeşleri
Olan Bir Kimsenin Mirası
5. Nine(nin Mirastan Alacağı Pay)
6- Dedenin Mirastan Alacağı Pay
7. Asabenin Mirastaki Hakkı Nedir?
8. Zevilerhamın Mirastaki Hakkı
Nedir?
9. Üzerinde Lanetleşilen Çocuğun
Mirası
10. Müslüman Kafire Varis Olabilir
Mi?
11. Miras Paylaşılmadan Önce Müslüman
Olan Bir Kimse(Nin Mirasta Bir Payi Var Mıdır?)
13. Bir Müslüman Vasıtasıyla Müslüman
Olan Kimsenin Durumu
14. Vela Hakkının Satılması (Caiz
Midir?)
15. İşitilecek Derecede Ses Çıkarıp
Sonra Ölen Yeni Doğmuş Bir Çocuğun Mirastaki Durumu
17. (İslâmiyette Kötülük Üzerinde
Yardımlaşma Üzerine Yapılan Bir Antlaşmanın Hükmü)
18. Kadın Eşinin Diyetine Varis Olur
Feraiz, farzlar,
belirli hisseler demektir. Fıkıhta; ölünün geriye bıraktığı malların belli
ölçülerle varisleri arasında paylaştırılmasından bahseden ilme denir. İslâm
miras hukukunu ifâde eder.
Bu ilmin gayesi hak
sahiplerine haklarım ulaştırmaktır.
Feraizin iiç hiikınü
vardır: Muris (miras bırakan), terike (bırakılan mal) ve varis (mala hak
kazanan)dır.
Şartları da üçtür:
Murisin ölmüş olması, ölüm zamanında vârisin bulunması, varis olma cihetini
bilmesi.
Vâris olma (irs)
sebebleri yine üçtür. Sahih nikah, nesep, velâ (efendisinin kölesine
yakınlığı)
Varis olmaya engel
olan haller:
1. Kölelik,
2. Kısas
veya keffâret cezasını gerektiren adam öldürme (kıtal), yakın bir akrabasını
öldüren kimse Öldürdüğü adamın tek varisi bile olsa, onun malına mirasçı
olamaz.
3. Muris ve
varisin farklı dinlerden olması,
4. Zimmet
ehli için memleketin ayrı ayrı olması.
Feraizin, belli başlı
özellikleri, kadının erkeğe nazaran yarı hisse alması, fârizi denir. Ölünün
geriye bıraktığı maldan belirli miktarda hisse alan kimseler ashabü'l
feraiz'dir. Bunların durumu mirasçıların miktarı ve ölüye yakınlığına göre
değişir. Bu manâda feraiz kırk halde özetlenmiştir. Bu kırk halin üçü baba
için, dördü dede için, üçü kız için, altısı oğul kızları için, beşi öz
kırkazdeş için, yedisi baba bir kız kardeşler için, üçü ana için, ikisi de nine
içindir. Bu kırk halin bulunduğu tablolara feraiz aynası denir.
Feraizi, belli başlı
özellikleri, kadının erkeğe nazaran yarı hisse alması, ölenin geriye bıraktığı
mallardan borçları ve vasiyetleri verildikten sonra geriye kalanın bölünmesi
veresesi olan kimselerin malının üçte birinden fazlasını başkalarına vasiyet
edememesi gibi hususlardır.
Miras: Mirasın sözlük
manası geçmek, intikal etmek, halef olmak devam etmektir.
Istılahta ise,
terikede yani ölünün bıraktığı malda hak ve hissesi olan kimselerle her birinin
hissesinin»miktarını bildiren fıkıh ve hesap kaideleridir.
Terike, vefat edenin
geride bıraktığı mal ve haklardır. Miras ilmine feraiz de denir.
İslam miras hukukunun
kaynakları: Kitap, Sünnet, tema ve sahabe görüşleridir.
Mirasın Rükünleri: Her
miras olayında üç temel unsur bulunur. Bunlar mirasçı (varis) Miras bırakan
(ölü, muris) ve terike (varislere bırakılan mal ve haklar)dır.
Mirasın manîleri;
Miras bırakanı öldürmek, din farkı ve kölelik mirasın başlıca mânileridir.
Mirasçıların Vâris
Olma Sıraları:
1. Belli
hissesi olan hısımlar (ashabü'l-ferâiz)
2. Neseb
bakımından asabe olan hısımlar.
3. Başka bir
sebeb ile asabe olanlar
4. Azad
edenin asabesi,
5. Red
yoluyla mirasçı olan asabü'l-feraiz
6. Ashabü'l-feraiz
ve asabe dışında kalan kadın ve kadın vasıtasıyla bağlanan erkek hısımlar
(zevil-erham),
7. Mukaveleli
vâris
8. Nesebi,
miras bırakandan başkasına ikrar yoluyla nisbet edilen hısım,
9. Kendisine
üçte birden fazla vasiyet edilen kimse,
10. Hazine
(beytülmâl)
Burada ayrıntılara
girmeden üzerinde ittifak edilen mirasçıları ve kendilerine düşen payları
belirtelim:
I. Belli
hissesi olan hısımlar (ashabü'l-feraiz):
1. Karısı
ölen koca:
a. Eğer
karısının oğlu veya kızı veya torunları varsa dörtte bir,
b. Bunlardan
hiçbiri yoksa ikide bir hisse alır.
2. Kocası
ölen kadın:
a. Ölen
kocasının oğlu veya kızı veya torunları varsa sekizde bir,
b. Bunların
hiç biri yoksa dörtte bir alır.
3. Ölenin
babası:
a. Ölenin
oğlu veya torunu ... varsa altıda bir, b'. Ölenin kızı veya oğlunun kızı,
oğlunun oğlunun... kızı ile beraber bulunuyorsa altıda birini ve diğer
mirasçılardan kalanını alır.
c. Bunlar
bulunmazsa babası mirasçı olur, yani başka mirasçı yoksa mirasın tamamı başka
mirasçı varsa onlardan kalan babaya aittir.
4. Ölenin
dedesi (baba tarafından):
a., b, c. Ölenin
babası gibidir.
d. Babanın
bulunması halinde dede, mirastan pay alamaz.
5. Ölenin
ana bir kız veya erkek kardeşleri:
a. Bir tane
ise altıda bir hisse alır.
b. Birden
fazla iseler terekenin üçte birini eşit olarak paylaşırlar, kız ve erkek burada
eşit hisse alır.
c. Ölenin
babası dedesi, oğlu, kızı, oğlunun oğlunun... oğlu veya kızı bulunursa anabir
kardeşler mirastan pay almazlar.
6. Ölenin
kızı:
a. ölenin
oğlu olmayıp bir tane kızı varsa terekenin yarısını alır,
b. İki veya
daha çok kızı varsa üçte ikisini aralarında paylaşırlar.
c. Ölenin
oğlu da varsa, kızlar bir, oğlanlar iki hisse alarak asabe olurlar. Diğer
mirasçılar hisselerini aldıktan sonra kalanı başka mirasçı yoksa bütün terekeyi
kızlar bir, erkekler iki hisse olarak paylaşırlar.
7. Ölenin
oğlunun kızı:
a. Ölenin
kızı bulunmayıp oğlunun bir kızı bulunursa, terekenin yarısını alır.
b. Bu
durumda oğlunun kızları birden fazla iseler, üçte ikiyi aralarında paylaşırlar.
c. Ölenin
bir kızı ile beraber bir veya daha fazla oğul kızı bulunursa bunlar altıda bir
alırlar. Aynı derecede oğlun oğlu ile beraber bulunurlarsa asabe olurlar. Yani
kalanı ikili birli paylaşılır. Yakınlık olarak kendisine denk veya kendisinden
aşağı derecede bulunan erkek ile asabe olamayan oğul kızı mirastan pay
alamazlar.
d. Oğlun
kızı ölenin iki veya daha fazla kızı ile beraber bulunursa mirastan pay
alamazlar.
e. Derecede
eşit veya daha aşağıda oğlun oğlu... ile oğul kızları asabe olurlar.
f. Oğul
kızları oğlun veya derece itibariyle Ölüye daha yakın olan erkek çocuğun bulunması
halinde mirastan pay alamazlar.
8. Ölenin
ana-baba bir kız kardeşleri:
a. Bir
tanesi terekenin yansını alır,
b. İki veya
daha fazla olurlarsa üçte ikiyi, aralarında paylaşırlar.
c. Ana-baba
bir erkek kardeşleriyle beraber bulunurlarsa erkek kardeşler iki, bunlar bir
hisse olarak asabe olurlar.
d. Ölenin
kızı veya oğlunun kızı oğlunun oğlunun ... kızı ile beraber bulunurlarsa asabe
olup kalanı alırlar.
e. Oğlunun
oğlunun oğlu babanın ve dedenin bulunmasıyla ana-baba bir kızkardeşler mirastan
pay alamazlar.
9. Ölenin
baba bir kızkardeşi:
a.
Kızkardeşi bir tane ise yarısını alır.
b. Birden
fazla iseler üçte ikiyi paylaşırlar.
c. Ana-baba bir, bir tane kızkardeş ile beraber
bulunuyorlarsa altıda bir alırlar.
d. Ana-baba bir
kızkardeşler birden fazla iseler.baba bir kızkardeşi varis olamazlar.
e. Ancak bu
hallerde baba bir erkek kardeş bulunursa bununla birlikte erkekler iki, kızlar
bir hisse alarak asabe olurlar.
f. Ölenin
kızı, oğlunun... kızı ile beraber bulunurlarsa asabe olurlar.
g. Ölenin
oğlu, oğlunun... oğlu, babası, dedesi, ... ana-baba bir oğlan kardeşleri, asabe
olan ana-baba bir kız kardeşleri bulunursa baba bir kız kardeşler mirastan pay
alamazlar.
10. Ölenin
annesi:
a. Ölenin
oğlu, kızı oğlunun... oğlu veya kızı, hangi taraftan olursa olsun, ölenin
birden fazla kardeşiyle beraber bulunursa altıda bir alır.
b. Bunlar
bulunmazsa üçte bir alır.
c. Bir
taraftan baba, öbür taraftan koca veya karı ile beraber bulunursa, karı veya
koca hisselerini aldıktan sonra kalanının üçte birini alır. Bu durumda baba
asabe olarak geri kalanı alır.
11. Ölenin
ninesi (ana veya baba tarafından büyük anne):
a. Ana, baba, dede ve daha yakın derecede
mirasçılar bulunursa nine mirastan pay alamaz.
b. Bunlar
yoksa altıda bir alırlar.
II. Asabe (ölenin erkek vasıtasıyla kendine
bağlanan erkek hısımları ile böyle telakki edilenler):
Asabe ashabü'l-feraiz
ile belirlenmiş olan hisselerini aldıktan sonra geri kalan mallar
mirasçılarındır. Ashabül-feraiz yoksa bütün miras asabeye kalır.
Asabe; sebebi ve
nesebi olmak üzere ikiye ayrılır:
Sebebi Asabe:
Bir köleyi azad eden kimse onun asabesidir. Eğer kölenin kendi hısımları
içinde ashabül'feraiz veya asabesi yoksa azad eden veya asabesi varis olur.
(kölelik günümüzde yaygın olmadığından üzerinde daha fazla durmaya gerek
yoktur.)
Nesebi Asabe:
Bir kimsenin kan hısımları arasındaki yakınlarıdır.
Ashabü'l-feraiz,
hisselerini aldıktan sonra geriye kalanını nesebi asabede sırasıyla alanlar
şunlardır:
1.
Kendiliğinden asabe olanlar (Ölen ile aralarında kadın girmeyen erkek
hısımlar)
Bunların ve asabe olma
sıraları aşağıdaki gibidir. Birincisi varken ikincisi, ikincisi varken
üçüncüsü vs. asabe ve mirasçı olamaz. Sadece baba as-habü'l-ferâziden olduğu
için bu kaidenin dışındadır. Aynı ailede olanlardan yakın uzağı mirastan mahrum
eder. Mesela, oğul varken toruna miras düşmez. Yine ana-baba bir olanlar
varken yalnız baba veya ana bir olanlar asabe ve mirasçı olamazlar.
Bu kümeye giren asabe
sırasıyla şöyledir:
a. Fiirû:
Oğul, oğlun oğlu...
b. Usul:
Baba, babanın babası...
c. Babanın
fürûu: Yani baba tarafından erkek kardeşler ve bunların erkek çocukları,
d. Dedenin
füruu: Yani baba tarafından erkek kardeşler ve bunların erkek çocukları _.
2. Başkası
sebebiyle asabe olanlar. Bunlar bazı erkek hısımlarla birlikte oldukları zaman
asabe olurlar. Kalan mirası onlarla ikili birli oldukları zaman paylaşanlar.
Sırasıyla şunlardır:
a. Oğul ile
birlikte kızlar,
b. Oğlun...
oğlu ile birlikte oğul kızları,
c. Ana-baba
bir erkek kardeşlerle birlikte ana-baba bir kızkardeşler
d. Baba bir
erkek kardeşlerle baba bir kızkardeşler.
3.
Başkasıyla asabe olanlar:
Bunlar sadece
kızkardeşlerdir. Böyle bir asabe olabilmeleri için ana-baba bir veya baba bir kızkardeşlerin
kızlar veya oğul kızları ile birlikte bulunmaları gerekir. Böyle bir durumda
kızlar ve varsa diğer mirasçılar hisselerini aldıktan sonra geri kalanı bu kız
kardeşleri alır. Birden fazla iseler kalanı aralarında eşit olarak bölüşürler.
III. Belli
hisse sahibi mirasçılar (ashabü'l-feraiz) hisselerini aldıktan sonra artan
miktarı alacak asabe yoksa, bu artık yine aynı mirasçılara hisseleri
nis-betinde dağıtılır, (red meselesi)
Eğer paylar kafi
gelmediği için hisseleri alamayan mirasçı bulursa bütün hisse sahiplerinin
hisseleri birer miktar azaltılarak hepsinin terekeden pay alması sağlanır. (Avt
meselesi)
IV. Belirli
hisse sahipleri ile asabe dışında kalan kadın ve kadın vasıtasıyla bağlanan
erkek hısımlar zevîl-erham ilk iki küme bulunmazsa mirasçı olurlar. Bunlar
teyze, hala, kızın oğlu ananın babası gibi kan hısımlarıdır.
V. Zevi'l-erhamdan
da hısım bulunmazsa Ölenin kendisiyle diyet ödeme, varis olma, yardımlaşma,
konusunda anlaştığı muvalat ahdi yaptığı kişi ona mirasçı olur.
VI. Böyle bir mukavele ile mirasçı olan da yoksa
ikrar ile hısım olanlar mirasçı olurlar.
VII. Bunlar
da yoksa veya bunların hepsi de razı ise, terekenin üçte birini geçen, vasiyet
yerine getirilir. Yani bu kadar mal vasiyet edilen kişiye verilir.
VIII. Yine
mirasçı yoksa veya terekeden artan miktar bulunursa bu hazineye (beytülmale)
aittir.[1]
Bunların en önemlileri
şunlardır:
1. İslam
hukukundan terekenin ancak üçte biri hakkında vasiyet yapılabilir. Bundan fazlası
için varislerin rızası gerekir.
2. İslam
miras hukukunda intifa hakkı yoktur.
3. Ana ve
baba daima mirasçıdır.
4. Mehir,
nafaka gibi mükellefiyetler gözönünde tutularak erkeğe umumiyetle iki, kadına
bir hisse verilmiştir.
5. Evlat
edinmeye bağlı mirasçılık yoktur.
6. Varisi
mirastan mahrum etmek normal şartlarda mümkün değildir.
7. Miras
cebridir, varis istese de istemese de hissesi onun mülkiyetine geçer.[2]
2885... Abdullah
b. Amr b. el-As'dan demiştir ki: Rasûlullah (s.a.):
(Dini) İlim(lerin
aslı) üçtür: Bunların dışındaki ilim(ler) fazladandır). Muhkem âyet(ler) sabit
sünnet (miras taksiminde) adaletli fariza (ilmi) buyurmuştur.[3]
Metinde geçen ilm
kelimesinin başında bulunan el takısı Ahd-i zihnî için olduğundan söz konusu
ilmin herhangi bir ilim olmayıp belirli bir ilim olduğuna delâlet eder. Bu
bakımdan ulema buradaki ilimden maksadın dinî ilimler olduğunu söylemişlerdir.
Muhkem âyetlerden
maksat: Konulduğu manaya başkahiçbir ihtimal bulunmadan- açıkça delalet eden ve
nesihe ihtimali olmayan âyet-i kerimelerdir.
Adaletli fariza:
Tabirinin de burada iki manaya ihtimali vardır:
1. Miras
taksiminde kitap ve sünnetin açıkça belirlediği adaletli paylar.
2. Kitap ve
sünnetten ictihad yoluyla çıkartılan paylar. İcma ve kıyas ile belirlenen
paylar demektir. Bu hükümler Kur'ân âyetleriyle hadis-i şeriflerden
çıkartıldığı için esas ve netice itibariyle Kur'ân-ı Kerim'de ve hadis-i
şeriflerde açıkça belirtilen paylar gibi muteberdirler. İşte bu paylar kendilerine
itibar edilmesi cihetiyle Kitap ve Sünnetle sabit olan paylara denk olduklarından
bu hadis-i şerifte kendilerinden fariza-i âdile = denk pay diye bahsedilmiştir.
Hattâbî'nin
açıklamasına göre; ashab-ı kiram, miras konusunda kitap ve sünnetin açıklık
getirmediği mevzularda ihtilafa düştükleri zaman Kur'an-ı Kerim'de ve hadis-i
şeriflerde getirilen açık hükümlere ve İslamın genel mevzuatına uygun yeni
çözüm yolları bulmuşlardır.
İkrime'den rivayet
olunduğuna göre, İbn Abbas anne ve babasıyla kocasını bırakarak ölen bir
kadının mirasının nasıl taksim edileceğini sormak üzere Zeyd b. Sabit'e birini
gönderdi de Zeyd kocaya tüm mirasın yansının verilmesi gerektiğini, kalan malın
da üçte birisinin anneye üçte ikisinin de babaya verileceğini söyledi.
İbn Abbas O'na:
"Bu.hükmü Allah'ın kitabında mı buldun, yoksa kendi içtihadınla mı
verdin?" deyince: "Kendi içtihadımla verdim, anneyi babaya tercih
edemeyeceğim için babaya kalan malın üçte ikisini, anneye de üçte birini
verdim" cevabını verdi. Gerçekten Zeyd burada "Eğer (ölenin) çocuğu
yok da ana babası ona varis oluyorsa, anasına üçte bir düşer."[4] âyeti
kerimesine kıyas yapmış kocaya hakkı olan malın yarısını verdikten sonra kalan
malı Kur'ân-ı Kerim'de açıkça zikredildiği şekilde anneye vermiş, babanın
Kur'ân-ı Kerim'de açıklanmayan hissesinin de üçte iki olduğuna hükmetmiştir.
Daha sonra gelen ilim adamlarının hepsi Kur'ân-ı Kerim'in ve hadis-i şerifin
ruhuna uygun buldukları için Hz. Zeyd'in bu içtihadına sarılmışlardır.[5]
2886... İbn
el-Münkedir, Cabir'i (şöyle) derken işitmiş;
"Ben
hastalanmıştım. Baygın bulunduğum bir sırada Peygamber (s.a.): Ebû Bekir'le
birlikte yaya olarak beni ziyarete gelmiş ben (baygınlığım sebebiyle)
kendisiyle konuşamayınca bir abdest alıp (ab-dest suyunu) üzerime serpmiş,
bunun üzerine ben ayıldım. (Rasûl-i Ekrem'in yanımda olduğunu görünce):
"Ey Allah'ın Rasûlü malım hakkında nasıl bir işlem yapayım. Benim (geride
kalacak) kız kardeşlerim de var" dedim. Hemen o anda "senden fetva
istiyorlar de ki, Allah sizi babasız ve çocuksuz kişinin mirası hakkında
hükmünü (şöyle) açıklıyor..."[6]
(mealindeki) miras âyet-i kerimesi indirildi.[7]
Avnü'l Ma'bud
yazarının açıklamasına göre, "Metinde geçen kelale kelimesinin manâsı
üzerinde çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Kastalanî'ye göre kelale geride
çocuk ve baba bırakmadan ölen kimsedir. Lügat alimlerinin cumhurunun görüşü
budur. Sahabeden Hz. Ali ile Abdullah b. Mesûd da bu görüştedirler. Bazılarına
göre, geride baba bırakmadan ölen kimsedir. Ashab-ı Kiram'dan Ömer b. Hattâb
(r.a.) bu görüştedir. Bazılarına göre erkek çocuk bırakmadan ölen kimsedir.
Anne ve baba bırakmadan ölen kimse olduğunu söyleyenler de vardır. Bütün bu görüşlere
göre kelale ölen kimseye verilen bir isimdir. Bazılarına göre de kelale anne ve
baba dışında kalan mirasçılar demektir. Kutrubi ile ashab-ı kiramdan Ebû Bekr
(r.a.) bu görüştedirler. Hanefi ulemasından Aynî bu mevzuda cumhurun görüşünü
tercih etmiştir.
Kelale kelimesinin
manâsında ihtilaf edildiği gibi, hangi kökten türedi-ği konusunda da ihtilâf
edilmiştir.
Bu mevzuda İmam Nevevî
şöyle diyor: "Ulemanın ekserisine göre bu kelime tekellül kökünden
türemiştir. Tekellül kenarda kalmak manâsına gelir. Mesela amca oğlu, nesebin
dikine inen usul- für'u çizgisi üzerinde değildir. Bu çizginin yan tarafında
kaldığı için kelale ismini alır.
Bazılarına göre bu
kelime ihtilaf etmek anlamına gelen iklil kökünden türemiştir.
Varisler ölüyü dört
tarafından kuşattıkları için bu ismi almışlardır. Nitekim başı dört tarafından
sardığı için başa giyilen taca da iklil ismi verilmiştir.
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerifte kelalenin mirası şöyle anlaşılıyor. "Ölenin annesi, babası
ve çocukları yok da anne bir kız ve erkek kardeşi varsa, bunların herbirine
mirasın altıda biri düşer. Eğer anne bir erkek ve kız kardeşler birden fazla
ise, bunlar mirasın üçte birini kendi aralarında paylaşırlar.
Her ne kadar Hz.
Cabir'in mirası hakkında inen âyetin senden fetva istiyorlar de kî Allah size
babasız ve çocuksuz kişinin mirası hakkında hükmünü şöyle açıklıyor:[8]
mealindeki âyet-i kerime olduğu ifade ediliyorsada, îbn Cerir Hz. Cabir'in
mirası hakkında inen âyetin Allah size çocuklannız(ın alacağı miras) hakkında,
erkeğe kadının payının iki mislini tavsiye eder.[9] mealindeki
âyet-i kerime olduğunu[10]
rivayet etmiştir.
Tirmizî'nin rivayeti[11] de
İbn Cerir'in bu rivayetini te'yid etmektedir.
Malikî ulemasından İbn
el-Arabi, İbn Cerir'in rivayeti ile Tirmizî'nin rivayetini mevzumuzu teşkil
eden hadis-i şerife tercih ederek bu rivayetlerin arasını te'lıf etme yoluna
gitmişse de Bezlü'l Mechûd yazarı bu müşkili şöyle halletmiştir:
"Aslında yukarıda
meali geçen Nisa sûresinin 176 numaralı âyet-i kerimesi Hz. Cabir'in mirası
hakkında inmiştir. Fakat bu âyet-i kerimede kelalenin mirası açıklanırken söz
konusu edilen erkek ve kız kardeşten maksat anne-baba bir ya da baba bir erkek
ve kız kardeş değil, anne bir erkek ve kız kardeştir. Nitekim Sad b. Ebî
Vakkâs'ın rivayeti ile îbn Mes'ûd'un kıraatleri de buna delalet etmektedir.
Durum böyle olunca,
anne bir kardeşlerin dışında kalan anne-baba bir kardeşlerle baba bir
kardeşlerin mirası bu âyet-i kerimede açıklanmamıştır. Bunun üzerine ashab-ı
kiram Hz. Peygamber'den onların mirasları hakkındaki hükmü sormaya
başlamışlar, nihayet Cenab-ı Hak Nisa sûresinin 11. âyet-i kerimesini indirerek
onlar hakkındaki hükmünü de açıklamıştır. Netice itibariyle her iki âyetin,
:inmesine de sebeb Hz. Cabir'in mirasıdır. Her iki âyetin de Hz. Cabir hakkında
indiğini söylemek mümkündür. Bir başka ifadeyle yukarıda geçen rivayetler
arasında bir çelişki yoktur.[12]
2887...
Câbir (r.a)'den demiştir ki:
(Bir defasında)
"Hastalanmıştım. Yanımda yedi kızkardeşim vardı. (Bir gün bayılmışım)
RasûluUah (s.a.) yanıma gelip yüzüme üfürmüş de kendime geldim ve:
"Ey Allah'ın
Rasûlü. (ben ölünce) kızkardeşlerime (kalacak olan malımın) üçte ikisini
vasiyet edemez miyim?, dedim.
(Kız kardeşlerine) iyi
davran buyurdu. (Bu malın) yarısı(m vasiyet etsem olmaz mı?) dedim. (Yine
kızkardeşlerine) iyi davran buyurdu. Sonra beni bırakıp çıktı. (Çıkıp giderken)
"Ey Cabir! Bu
hastalığından dolayı öleceğini sanmıyorum, şüb-hesiz ki (yüce) Allah (Kurân-ı
Kerim'inde miras âyetini) indirdi ve kızkardeşlerine düşecek olan payı da
açıkladı. Onlara üçte iki pay ayırdı." buyurdu. (Bu hadisi Cabir'den
nakleden Ebû Zübeyr) dedi ki Cabir "Senden fetva istiyorlar, de ki: Allah
sîze babasız ve çocuksuz kişinin mirası hakkına hükmünü açıklıyor.[13]
Âyeti benim hakkımda indirdi, derdi.[14]
Metinde geçen Yüzüme
üfürdü" sözü İmam Ahmed'in Müsned'inde Yüzüme su serpti" şeklinde
rivayet edilmiştir. Bu rivayet bu mevzuda gelen rivayete daha uygun düşmektedir.
Metindeki cümlesi hadis sarihleri
tarafından iki şekilde tercüme edilmiştir.
1. Kız
kardeşlerime kalacak olan malın üçte ikisini vasiyet edebilir miyim?
2. Varis
olarak kız kardeşlerim bulunduğu için malımın üçte ikisinin fakirlere
dağıtılmasını vasiyyet edemez miyim?
Bu ikinci manaya göre
liehavatî kelimesinin başında bulunan li harf-i çeri lâm-ı ta'lildir. Her iki
manadan da Rasûl-i Ekrem efendimizin vasiyetin malın üçte birini geçmemesini
üçte ikisinin kesinlikle vârislere kalmasını emrettiği anlaşılmaktadır.
Fahr-i Kainat
efendimiz; "Şübhesiz ki yüce Allah Kur'ân-ı Kerim'inde (miras âyetlerini)
indirdi ve kızkardeşlerine düşecek olan payı da açıkladı" sözleriyle
"... eğer (ölenin) iki kız kardeşi varsa bıraktığının üçte ikisi onlarındır."[15] âyet-i
kerimesine işaret etmek istemiştir.[16]
2888...
el-Bera b. Azib'den demiştir ki:
Kelale (geride baba ve
çocuk bırakmadan ölen kimse) hakkında inen en son âyet "senden fetva
istiyorlar.De ki Allah size babasız ve çocuksuz kişinin mirası hakkında hükmünü
şöyle açıklıyor:”[17]
âyet-i kerimesidir.[18]
Bu hadis-i şerifte
kalale hakkında inen en son âyetin Nisa sûresinin en son âyeti olduğu ifade
edilmektedir. Bilindiği gibi kelale hakkında inen ilk âyet-i kerime de "Eğer
(ölen) erkek veya kadının mirasçısı, evladı ve ana babası olmayıp bir erkek
veya bir kızkardeşi varsa"[19]
mealindeki âyet-i kerimedir.
Gerçi bu hadis-i şerif
Müslim'in rivayetine uygun olarak " en son ineri âyet kelale hakkında inen
"senden fetva istiyorlar de ki Allah size babasız ve çocuksuz kişinin
mirası hakkında hükmünü şöyle açıklıyor:..."[20]
âyet-i kerimesidir. Şeklinde tercüme edilmeye de müsaittir. Ancak o zaman bu
tercüme İbn Abbas'ın "En son inen âyet ribâ âyetidir"[21]
mealindeki sözüne ters düşer.
Fakat yine de
"her iki âyetin de beraberindekilerini ve Kur'ân-ı Kerim'in en son ve
birlikte inen iki âyeti olduklarını" söyleyerek bu tezatı ortadan
kaldırmak mümkün olduğu gibi Ribâ âyetinin[22] en
son inen âyet olmasından maksat ribâ mevzuunda inen âyetlerin en sonuncusu
olmasıdır" diyerek de bu tezatı kaldırmak mümkündür.[23]
2889... Bera
b. Azib'den demiştir ki: Bir adam Peygamber (s.a.)'e gelerek
"Ey Allah'ın
Rasûlü kelale hakkında senden fetva istiyorlar" (âyetindeki) kelâle nedir?
Dedi.(Peygamber (s.a.) de):
"Sana (bu
hususta) "yaz âyeti yeter" buyurdu. (Ravî Ebû Bekir) dedi ki
"Ben Ebû İshak'a -kelâle (arkasında) çocuk ve baba bırakmadan ölen
kimsedir- dedim. O da -öyledir ve (başkaları da) öyle olduğuna hükmettiler-
cevabım verdi."[24]
Hz. Peygambere kelale
hakkında soru sorduğundan bahsedilen kimse Hz. Ömer b. Hattab'dır.
Yaz âyetinden maksat;
Hattâbî'nin de açıkladığı gibi, Nisa sûresinin sonuncu âyet-i kerimesidir.
Çünkü Cenab-ı Hakk Kur'ân-ı Kerim'inde kelale hakkında iki âyet-i kerime
indirmiştir. Bunlardan birincisi Nisa sûresinin 12. âyet-i kerimesidir.. Fakat
bu âyet-i kerimede yeterli açıklama bulunmadığından Allah Teâlâ kelale
hakkında yeterli açıklama getiren Nisan sûresinin son âyet-i kerimesini
indirmiştir*. Bu hadis-i şerifte yaz âyeti tabiriyle kasdedilen bu âyet-i
kerimedir. Çünkü kelale hakkında inen iki âyetten biri olan bu âyet yazın
diğeri de kışın indirilmiştir. Bu âyet-i kerimede kelale hakkında yeterli
açıklama ve müctehidlerin ictihâd etmeleri için yeterli işaretler ve deliller
bulunduğunda Hz. Peygamber kendisine soru soran Hz. Ömer b. Hattâb'a ke-lale
hakkında daha fazla açıklama yapmaya lüzum görmeden onu söz konusu âyete havale
etmekle yetinmiş ve bu suretle Kur'ân-ı Kerim'in ve ahkamının hakkıyla
anlaşılamaması hususunda bu ümmetin müctehidlerine düşen icti-had görevinin
önemine işaret buyurmuştur.
Hatta MUslim'in
Sahih'inde açıklandığı üzere Hz. Peygamber kendisine kelâle hakkında soru
soran Hz. Ömer'i Nisa sûresinin son âyetine havale ederken, ona karşı sert bir
dil kullanmıştır ve parmağıyla göğsüne dürtmüş-tür. İmam Nevevî'ye göre Hz.
Peygamberdin bu meselede Hz. Ömer'e karşı böyle sert bir tavır takınmasının
sebebi; Hz. Ömer'in sadece o anda duyacağı hadise bel bağlayıp da delillerden
hüküm çıkarmayı terk edeceği ve bunun da bir adet haline gelmesi endişesidir.
Çünkü Allahu Teâlâ Kur'ân-ı Kerim'-İnde "... halbuki onu Peygamber'e ve
aralarındaki yetkili kişilere götürse-lerdi içlerinden işin içyüzünü araştırıp
çıkaranlar onun ne olduğunu bilirlerdi.”[25] buyurarak
içtihadın lüzum ve ehemmiyetini ifade buyurmaktadır.
Müctehidlerin
araştırmayı ve delillerden hüküm çıkarmayı terk etmeleri İslâm'ın ruhuna
aykırı ve İslam'ın tefekkür hayatının gelişmesi açısından son derece tehlikeli
bir tutumdur.
Hadis-i şerifte ölen
bir kimisenin kelale sayılması için aranan arkasında baba bırakmama şartı, Nisa
sûresinin son âyeti ile mevzu bahis edilmiyorsa da bu husus, âyetin nüzul
sebebinden anlaşılmaktadır. Çünkü bu âyet 2887 numaralı hadis-i şerifte
açıklandığı üzere Hz. Cabir b. Abdullah hakkında nazil olmuştur. Âyet-i kerime
indiği zaman Hz. Câbir'in hayatta çocuğu ve babası yoktu.[26]
1. Kelâle,
arkasında çocuk ve baba bırakmadan ölen kimsedir.
2. Sünnetin
bir görevi de âyetlerin kapalı veya mücmel kalan kısımlarını açıklamaktır.
3. İslâm
ümmetinin tefekkür hayatında içtihadın büyük bir yeri vardır.[27]
2890...
Hüzeyl b. Şürahbil el-Evdî'den demiştir ki: Ebû Musa el-Eş'arî ile Selman b.
Rabia'ya bir adam gelerek onlara kız(m mirası) ile oğlun kızı ve anne-baba bir
kızkardeş(in mirasını) sordu. Onlar da (bir kimsenin mirasının) "yarısı
kızma yarısı da anne-baba bir kızkardeşine düşer" (dediler). Oğlun kızına
mirastan hiçbir şey düşürmediler. (ve) Bir de (bu soruyu soran kimseye)
"İbn Mesud'a git. (O'na da sor) kuşkusuz (bu hususta) o da bize
uyacaktır" (dediler). Bunun üzerine o adam İbn Mesud'a varıp (bu meseleyi)
ona da sordu ve ona Ebû Musa el-Eşârî ile Selman b. Rabia (r.a.)'ın sözlerini
de nakletti.
tbn Mesud da
"Eğer ben bu (hususta) onlara uyacak olursam (haktan) sapmış olurum ve
hidayete erenlerden olmam. Fakat ben (bu meselede) Rasûlullah (s.a.)'in
verdiği hükümle hükmedeceğim (şöyle ki mirasın) yarısı (ölenin) kızı içindir.
Üçte ikisinin tamlayıcısı olan altıda bir pay da (ölünün) oğlunun kızına,
geriye kalanı da anne-baba bir kızkardeşe aittir." cevabını verdi.[28]
Söz konusu hâdise Hz.
Osman'ın halifeliği sırasında geçmiştir ki o sırada Hz. Ebû Musa el-Eşari Kufe'de
vali, Hz. Selman b. Rabia el-Bahili de Kufe'de kadı idi.
Bu iki zata'göre
"Allah size babasız ve çocuksuz kişinin mirası hakkında hükmünü şöyle
açıklıyor. Ölen kişinin çocuğu yok, bir kız kardeşi varsa bıraktığı malın yansı
o (kız kardeşi)nindir."[29]
mealindeki kelale âyetindeki kelâleyi tarif eden babasız ve çocuksuz kişi
sözünden maksat babasız ve erkek çocuksuz kişidir. Hz. Ebû Musa ile Selman
(r.a.) kelâleyi böyle anladıkları için bir kızıyla bir kız kardeşini ve bir de
oğlunun kızını bırakarak ölen bir kimsenin kelale olduğunu kabul ederek
mirasının yarısının kıza, yarısının da kızkardeşe verileceğine, oğlun kızma
(ibniyyeye) ise mirastan hiçbir payın verilemeyeceğine hükmetmişlerdir. Ancak
Hz. Ebû Musa daha sonra bu görüşünden Hz. İbn Mes'ud'un görüşüne dönmüştür. Hz.
Selman'ın da dönmüş olması kuvvetle muhtemeldir.[30]
Gerçi Meryem sûresinin
77. âyetiyle el-Mümtehine sûresinin 3. Tegabün sûresinin de 15. âyetinde veled
kelimesi erkek çocuk anlamında kullanılmışsa da Abdullah b. Mes'ud'un Hz. Peygamber'den
rivayet etmiş olduğu hadis mevzuya tam bir açıklık getirdiğinden sahabeden ve
tabiinden bir topluluk ile Ensar fukahasının umumu Bakara sûresinin 12 ve 176.
âyetlerinde geçen çocuğu yok sözünün erkek ve kız çocuğu yok anlamına geldiğine
hükmederek anne-baba bir kızkardeşin, kızla birlikte bulunduğu zaman asabe
olacağını, binaenaleyh farz (pay) sahiplerinden artan malın tümünün ona kalacağını
söylemişlerdir.
Ancak îbn Abbâs (r.a.)
bu görüşe muhalif olarak ölen bir kimsenin kızıyla birlikte bulunan
kızkardeşinin mirasdan hiçbir şey alamayacağını kesin bir dille ifade etmiş ve
aksini iddia edenlerin hata ettiklerini açıkça ifade etmekten geri durmamıştır.
Metinde geçen mirasın
yansı ölenin kızı içindir, üçte ikisinin tamamlayıcı olan altıda bir pay da
ölünün oğlunun kızına attır, kalanı da anne-baba bir kızkardeşe aittir sözüne
gelince. Burada üç varisin mirastan alacakları miras açıklanmaktadır. Şöyle ki:
1. Kız
(sulbiyye) mirasın tamamının yarısını alacaktır.
2. Oğlun
kızı (bintiyye) altıda bir alacaktır. Çünkü kızla, oğlun kızının hisselerine
düşecek mirasın toplamı mirasın tamamının üçte ikisidir. Kız bu-üçte ikinin
yarısını aldığına göre geriye altıda biri kalmıştır. Bilindiği gibi 1/2 ile 1/6
toplandığı zaman 2/3 eder (+1/2 +1/6 = 4/6 = 2/3). Nitekim tluhâ-rî'nin
rivayetinde bintiyeye düşecek olan bu payın altıda bir olduğu açıkça ifade
edilmektedir.
3. Anne-baba
bir kızkardeş: Mirasta ölenin kızıyla birlikte bulunduğu zaman farz (pay)
sahipleri hisselerini aldıktan soma kalanın tümünü alır. Bintiyye ile sulbiyye
farz (pay) sahibi olarak mirasın üçte ikisini aldıklarında kızkardeşe mirasın
üçtebiri kalır.[31]
1. Ana-baba
bir kızkardeş bir kelâleye varis olduğu zaman, farz sahiplen hisselerini
aldıktan sonra asabe olarak kalan malın tümünü alır.
2. Kelâleye
varis olan bir kızla oğlun kızının mirastaki hisselerinin toplamı, mirasın
tümünün üçte ikisini teşkil eder.
3. Bir
müctehidin hakkında nas bulunmayan meselelere çözüm bulması üzerine düşen bir
görevdir. O çözümü bulmak için mutlaka ictihad etmesi gerekir.
4. Bir
meselede ihtilaf edildiği zaman kitap ve sünnete müracaat etmek icab eder.
5. Bir âlim
yanlış verilen fetvaları düzeltmelidir.
6. Bir âlim
verdiği fetvanın yanlış olduğunu anlayınca hemen ondan dönmelidir.
7.
Kendisinden fetva istenen bir kimse fetva isteyen kimseyi bu meseleyi en iyi
bilen kimseye göndermelidir.[32]
2891...
Câbir b. Abdullah'dan demiştir ki:
(Bir gün) Rasûlullah
(s.a.)'le birlikte çıkmıştık. Medine'nin hareminde ensardan bir kadının yanma
vardık. Kadın (yanımıza) kendisine ait olan iki kız çocuğu getirdi ve:
"Ey Allah'ın
Rasûlü bunlar Uhud (savaşı) günü senin yanında savaşırken şehid edilen Sabit b.
Kays'm kızlarıdır. Bunların amcaları mallarının ve miraslarının tümünü
(ellerinden) aldı ve onlara hiçbir şey bırakmadı. Ey Allah'ın Rasûlü (bu
hususta) ne buyurursun? Allah'a yemin ederim ki bunlar mallan olmadıkça asla
evlenemezler." dedi.
Rasûlullah (s.a.) de
(Hele sabredin
bakalım) "Allah bu hususta bir hüküm verir" buyurdu. Ve (bir süre
sonra) Nisa suresinin "Allah size çocuklarınızın alacağı miras) hakkında
erkeğe kadının payının iki mislini tavsiye eder"[33]
âyeti nazil oldu. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.)
"O kadınla,
şikayetçi olduğu adamı çağırınız" dedi. (ve bu emir yerine getirildi
kızların) amcasına (mirasın) "üçte ikisini kızlara, sekizde birini
annelerine ver, kalanı da senindir." buyurdu.
Ebû Dâvûd der ki (bu
hadisi rivayet) eden Bişr el-Mufaddal hata etmiştir. Bu kızlar Sa'd b.
er-Rabi'in kızlarıdır. Sabit b. Kays ise (Uhud savaşında değil) Yemâme gününde
şehid edilmiştir.[34]
Esvâf Medine-i
Münevverenin harem-i şerifidir. 2886 numaralı hadisin şerhinde de açıkladığımız
gibi aslında kelâleyi açıklayan Nisa sûresinin son âyeti ile miras hükümlerini
açıklayan âyet-i kerimeler Hz. Câbir'in mirası hakkında nazil olmuşlardır.
Fakat bu âyetlerin esas nüzul sebebi, mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifte de
açıklandığı üzere Hz. Sabit b. Kays'ın kızlarının başından geçen miras
olayıdır. Sözü geçen âyetlerin Hz. Câbir'in mirasıyla ilgili olması bu
âyetlerin iniş sebebinin Hz. Sabit'in kızlarının başından geçen hadise olmasına
mâni değildir.
Miraslarının
ellerinden alındığı ifade edilen kızların annesi, bu hususta Hz. Peygambere
"Allah'a yemin ederim ki bunlar malları olmadıkça asla evlenemezler"
demekle "kadınlarla dört (meziyeti) için evlenilir. Malı için, soyu için,
güzelliği için" mealindeki 2047 numaralı hadis-i şerife işaret edilmeyi
gerektiren sebeblerden biri onlarda yoktur, demek istemiştir.
Fahr-i Kainat
efendimiz Allah'ın "eğer (çocuklar) ikiden fazla kız iseler, (ölenin geri
bıraktığının) üçte ikisi onlarındır...”[35]
emrine uyarak mirasın üçte ikisini yeğenlerine verilmesini emrettiği gibi
"... çocuğunuz varsa bıraktığınızın sekizde biri onlarındır...”[36]
âyetine uyarak mirasın sekizde birini de kızların annelerine verilmesini
emretmiştir.
Kızlar ve anneleri
mirastan paylarını aldıktan sonra kalan mirasın da asabe durumunda olan
amcasına ait olduğuna peygamber olarak kendisi hükmetmiştir.
Sözü geçen kızlar
hakkında inen âyet-i kerimede "eğer kızlar ikiden fazla iseler (ölenin
geriye) bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Eğer (çocuk) yalnız bir kadınsa
(mirasın) yarısı onundur." buyurularak bir kızla, ikiden fazla kızların
mirası açıklanmışsa da iki kızın alacağı miras hakkında bir açıklama yoktur.
Bu bakımdan erkek kardeşleri bulunmayan iki kızın varislik durumu hakkında
ihtilaf edilmiştir. İbn Abbas bu iki kızı bir kız hükmünde tutarak her ikisine
mirasın yarısını vermiştir. Ona göre yüce Allah "(çocuklar) ikiden fazla
kız iseler, geriye bıraktığının üçte ikisi onlarındır." buyurarak ikiden
fazla oldukları zaman kızlara üçte iki pay vermiştir. Ancak:
Birinci olarak:
Müctehidlerin çoğunluğuna göre iki kızda ikiden fazla kızlar gibi üçte ikiyi
alırlar: Bu görüş, birkaç yönden daha isabetli kabul edilmektedir. Evvela bu
hükümde kızlar iki bacının durumu ile karşılaştırılmıştır. Ölen kişinin iki
kızkardeşi varsa "Eğer (Ölenin) iki kızkardeşi varsa, bıraktığının üçte
ikisi onlarındır" âyetine göre bu iki kızkardeş, üçte ikiyi alırlar.
İnsanın iki kızı, kendisine iki kızkardeşinden daha yakındır. Yüce Allah, iki
kızkardeşe üçte ikiyi verdiğine göre, iki kıza da üçte ikinin verilmesi
lâzımdır.
İkinci olarak: Kız,
erkek kardeşiyle beraber üçte bir alır. Kızkardeşiyle beraber de bunu alması ve
her ikisine üçte ikinin verilmesi doğru olur.
Üçüncü olarak: Hz.
Peygamber (s.a.)'in varis olan kız, oğul kızı ve kız-kardeşten: Oğul kızına
altıda bir, kıza yarı verdiği, böylece kız ve oğul kızına birlikte üçte ikiyi
hükmettiğini ifade eden 2890 numaralı hadis de buna delalet eder. O halde iki
kıza üçte iki verilmesi gayet tabiîdir. Kaldı ki... (çocuklar) ikiden fazla
kadın iseler..." cümlesinin ... iki ve ikinin üstünde kadın iseler
şeklinde manâlandırılması da caizdir. Nitekim "... Onların boyunlarının
üstüne vurun" cümlesi de "... boyunlarını ve boyunlarının üstünü
vurun anlanunadır."[37]
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerifte ortaya konan miras taksimin çözüm şeklide şöyledir: 1/3
Sülüsân_________Sümün_________K____________________________
kız kız anne Amca
8 8 3 5
3x8 = 24 [38]
2892...
Câbir b. Abdillah'dan demiştir ki: Sa'd b. er-Rebi’in karısı (Hz. Peygamber'e
gelerek)
"Ey Allah'ın
Rasûlü, Sa'd şehid oldu (ve geride) iki de kız bıraktı" (bu kızların hali
ne olacak?) demiş.
Ebû Dâvûd der ki bu
(hadisin Sa'd b. er-Rebi’ ite ilgili kısmı bir önceki hadiste geçen Sabit b.
Kays'la ilgili kısımdan) daha sağlamdır.[39]
Bu hadis-i şerif
genelde önceki hadisin aynı olmakla beraber mirasları söz konusu edilen
kızların babalarının isminin tesbitinde bu iki hadis arasında önemli bir
ayrılık vardır.
Bir önceki hadisin
ravilerinden Bişr bu kızların babalarının Sabit b. Kays olduğunu rivayet
etmiştir. Bu hâdis-i şerifte de bu zatın Sa'd (b. er-Rebi) olduğu ifade
edilmektedir. Musannif Ebû Davud'a göre aslında bu kızların babası Hz. Sabit b.
Kays değil Hz. Sa'd b. er-Rebi'dir. Bu bakımdan mevzumuzu teşkil eden hadis
bir önceki hadisten daha sağlamdır. Esasen bir önceki hadisteki zayıflık
ondaki Sabit b. Kays'ın Uhud'da şehid edildiğini ifade eden cümleden de
anlaşılmaktadır. Çünkü Hz. Sabit Uhud savaşında değil Müseylemetü'l-Kezzâb'la
yapılan Yemâme savaşında şehid olmuştur. Uhud'da şehid olan zât ise sözü geçen
kızların babası Sa'd b. er-Rebi'dir. Ulemanın pek çoğunun görüşü de budur. Hz.
Sa'd b. er-Rebi'nin iki hanımı olduğundan bunlardan hangisinin kızların annesi
olduğu kesin olmamakla beraber Hafız tbn Hacer'e göre kızların annesi Amre bint
Hizam'dır. Diğer hanımın ismi de bilinmiyor.[40]
2893...
Esved b. Yezid'den demiştir ki:
Muaz b. Cebel Yemen'de
(vali) iken (bir ölünün) bir kız(ı) ile bir kızkardeş(in)e miras bölüştürmüş de
bunlardan her birine (mirasın) yarasını) vermiş. O zaman Peygamber (s.a.) de
hayatta imiş.[41]
Hafız ibn Hacer'in
açıklamasına göre A'meş bu hadisi bir defa Hz. Peygamber zamanında olmuştur.
Kaydıyla rivayet etmiştir. Bu durumda hadis merfu hadis hükmündedir. Çünkü Hz.
Muaz bir kızla kızkardeş arasında mirasın nasıl taksim edileceğini Hz.
Peygamber'den duyup öğrenmiş olmasaydı, henüz hayatta bulunarf Hz. Peygamber'e
sormadan bu hususta bir hüküm vermezdi.
A'meş'in diğer bir
rivayetinde bu Hz. Peygamber zamanında öhnuştur kaydı yoksa da güvenilir
ravilerin fazlalık taşıyan rivayetleri bu fazlalığı taşımayan rivayetlere
tercih edilmesi usul kaidelerindendir.
Muaz'ın mirasın
yansını Ölünün kızına diğer yansıra da ölünün kızkar-deşine vermesinin sebebi,
kızın bu mirasta farz (pay) sahibi olarak kız kardeşin de asabe mealgayr
(başkasıyla asabe) olarak bulunmasıdır. Hz. Peygamber'in sünnetinden
anlaşıldığına göre ölünün oğlu olmayıp diğer varislerle beraber bir kızı
bulunursa, yarı pay alır.[42]
Ana-baba bir kız kardeş de ölenin kızı ile birlikte bulunursa farz (pay)
sahibleri paylarını aldıktan sonra kalan mirasın tümünü alır.[43]
Burada pay sahibi olarak sadece ölünün kızı bulunduğundan Hz. Muaz ondan artan
malın yansını kızkardeşe vermiştir.[44]
2894...
Kabaysa b. Züeyb'den demiştir ki: Bir nine Ebû Bekr es-Sıddîk’a gelerek
miras(tan kendisine düşecek olan pay)ım sordu. (Hz. Ebû Bekir de bu hususta):
"Senin için
Allah'ın kitabında bir hüküm yok. Allah'ın Pey-gamberi'nin sünnetinde de (bu
hususta) seninle ilgili bir hüküm bilmiyorum. Binaenaleyh sen git de ben
(bunu) halka bir sorayım" cevabını vermiş ve halka sormuş. Bunun üzerine
Mugîre b. Şube
"Ben Rasûlullah
(s.a.) bir nineye altıdabir (pay) verirken yanında bulundum." demiş. Hz.
Ebû Bekir de
(Ona) "Senin
yanında başka birisi daha var mıydı? diye sorunca Muhammed b. Mesleme ayağa
kalkıp Mugîre b. Şube'nin söylediklerini aynen tekrarlamış. Bunun üzerine Hz.
Ebû Bekir o nineye bu hükmü uygulamış.
Sonra başka bir nine
de Ömer b. ei-Hattâb (r.a.)'ya gelerek ona miras(tan alacağı pay)ım sormuş o da
"yüce Allah'ın kitabında seninle ilgili bir hüküm yok, (bu hususta daha
önce) verilmiş olan hüküm ise senden başkasına (yani senden başka bir nineye)
ait olan (özel) bir hükümdür. Ben (Allah tarafından Kur*ân-ı Kerim'de
belirlenen) paylara (bir pay) ilave edecek değilim. Fakat (sahih) ninenin
miras payı şu (Ebû Bekr'in kendi devrindeki nineye vermiş olduğu) altıdabir paydır.
Artık bu hissede ikiniz birden bulunacak olursanız, bu hisse ikiniz
arasındadır. İkinizden hangisi tek başına bu hisseye mirasçı olursa bu hisse
onundur" cevabım vermiş.[45]
Mirastan pay sahibi
olan nineden maksat ana veya baba tarafından büyük annedir. Araya gayr-ı sahih
dedenin girmemesi şarttır. Buna göre ananın anası ananın anasının .:. anası,
babanın anası, babanın babasının ... anası gibi nineler sahih nine cedde-i
sahiha olurlar ve farz (pay) sahibi olarak mirastan pay alırlar. Gayr-i sahih
cedd(dede)den maksat ölene nisbetle araya ana, büyükana giren büyük babadır.
Araya bu gayr-i sahih dedelerin girdiği ninelere ise fasid nine denir. Ananın
babasının anası, babanın anasının babasının anası gibi.
Binaenaleyh ölüye
ulaşmasında araya gayr-i sahih dede girmeyen nineler mirastan pay alırlarken
araya gayr-i sahih dedeler giren fasit nineler mirastan pay alamazlar.
Sahih nine, ana
tarafından olsun, baba tarafından olsun, bir olsun birden fazla olsun,
derecede müsavi iseler südüs (1/6) alırlar. Sahih nineler ana ile sakıt
olurlar.[46]
Metinde geçen "sonra
başka bir nine de (kalkıp) Ömer b. Hattab'a gelerek O'na miras(tan alacağı
pay)ını sormuş" cümlesi Tirmizî'nin Sünen'inde "sonra (Ebû Bekr'e
gelen) nineden tamamen ayrı olan bir nine de Hz. Ömer'e geldi" anlamına
gelen lafızlarla rivayet edilmiştir. Bu ifade Hz. Ebû Bekr'e gelen nine anne
tarafından nineyse, Hz. Ömer'e gelen ninenin baba tarafından nine olduğunu, Hz.
Ömer'e gelen nine anne tarafından nineyst Hz. Ebû Bekir'e gelen ninenin baba
tarafından nine olduğunu gösterir.
İbn Mâce'nin
Sünen'inde geçen "daha sonra baba tarafından olan diğer bir nine Hz.
Ömer'e gelerek miras(tan kendisine düşecek olan pay)ını istedi." cümlesine
bakılırsa Hz. Ömer'e gelen ninenin baba tarafından nine olduğu anlaşılır.[47]
1. Sahih ninenin
mirastan payı altıda birdir.
2. Eğer
sanın nine birden fazla ise bir ninenin payı
olan altıda biri
aralarında eşit olarak paylaşırlar. Ancak ulemanın içtihadına göre bu iki
ninenin südüs hisseyi paylaşabilmeleri için ölüye yakınlık dereceleri eşit
olması gerekir. Eğer ölüye yakınlık dereceleri farklı ise daha yakın olan nine
diğerini mirastan düşürerek mirasın tümünü alır.[48]
2895... (İbn
Büreyde'nin) babasından rivayet ettiğine göre: Peygamber (s.a.) daha aşağısında
ana olmamak şartıyla nine için (mirastan) altıdabir (pay) tahsis etmiştir.[49]
Bilindiği gibi ölünün
annesi ölüye nisbetle ölünün ninesinden yanı annesinin annesinden daha aşağıda
ve oluye daha yakındır. Bu bakımdan Peygamber efendimiz ölünün annesi yoksa
nineye altıdabir hisse vermişse de ölünün annesi bulunduğu zaman nineyi
mirastan düşürerek onun alacağı altıdabir hisseyi anneye vermiştir. Çünkü anne
ölüye nineden daha yadındır. Bu uygulama ölünün anne tarafından olan ninesi
için geçerli olduğu gibi, baba tarafından olan ninesi için de geçerlidir.
Ölünün yakınlık derecesi aynı olan iki ninesi varsa, bu pay ikisi arasında eşit
olarak bölüştürülür.
imam Serahsi'nin
açıklamasına göre, ölünün annesinin bulunması halinde anne tarafından olan
nine mirastan düştüğü gibi, baba tarafından olan nine de düşer. Baba tarafından
olan (babasının annesi babanın annesinin annesinin annesinin annesi gibi
nineler... Ölünün babasıyla veya dedesiyle birlikte bulunduklarında mirastan
düşerlerse de bunlardan ölünün babasının annesi, ölünün dedesiyle birlikte
bulunduğu zaman mirastan düşmez. Çünkü ölünün babasının annesi, ölü ıûn
dedesinin karısı olduğundan bunların her ikisinin de ölüye yakınlık crreceleri
eşittir. Bu bakımdan biri diğerine tercih edilemez.
İmam Şaranî'nin
açıklamasına göre, ölünün babasının annesi ölünün babası ile bulunduğu zaman
mirastan bir pay alamaz. İmam Ebû Hanife (r.a.) ile İmam Malik ve İmam Şafiî
(r.a.) bu görüştedirler. İmam Ahmed'e göre ölünün babasının annesi babasıyla
birlikte bulunduğu zaman mirastan altıda bir pay alır. Eğer ölünün annesi de
hayatta ise bu payı nine ile anne eşit olarak paylaşırlar. Netice olarak Hanefi
mezhebine göre ninenin iki hali vardır:
1. Sakıt
olmadıkları takdirde bir olsun fazla olsun altıdabir alır ve aralarında
paylaşırlar.
2. Şu
durumlarda nineler sakıt olurlar.
a. Ana ile
beraber bulundukları zaman ister ana ister baba tarafından olsun netice
aynıdır. Bu durumda mirastan düşerler.
b. Baba ve
dededen nineler baba ve dede ile beraber bulundukları zaman,
c. Derece
itibariyle yakın olan nineler, uzak olanları mirastan düşürür.[50]
2896...
İmrân b. Husayn'dan demiştir ki: Bir adam Peygamber (s.a.)'e gelip:
Oğlumun oğlu vefat
etti. Onun mirasından benim (payıma düşecek olan) nedir?" diye sormuş
(Hz. Peygamber de),:
"Senin (payın)
altıda birdir" cevabını vermiş ve (adam gitmek üzere) sırtını dönünce onu
çağırıp "Senin için altıdabirden başka bir (hisse) daha var" demiş.
(Adam gitmek üzere) sırtını dönünce onu tekrar çağırıp (beriki)
"altıdabir (hisse) sana (esas hissenin dışında asabe hakkı olarak verilen)
bir rıziktır" buyurmuş.
(Bu hadisin ravisi)
Katade dedi ki: "Sahabe-i kiram Peygamber efendimizin bu (zatı) beriki
altıdabir hissesinden dolayı vâris kıldığını bilmiyorlardı (işin aslı şudur
ki). Altıdabir hisse, dedenin mirastan aldığı payın en azıdır. (Bazan dede
asabe olarak ilk altıda bir hisseden başka ikinci bir altıdabir daha alabilir.)[51]
Hz. Peygamber, torunun
mirasından almak için kendisine müracaat eden sahibiye ilk altıda biri farz
(pay), ikinci altıda biri de asabe hakkı olmak üzere iki ayrı altıdabir hisse
(toplam 1/3 hisse) vermiştir. Ancak bunun hepsini bir çırpıda 1/3 hisse olarak
vermemiş nereden geldiklerini ayrı ayrı açıklayarak altıdabir hisseler halinde
vermiştir. Eğer bu iki hisseyi birleştirip üçte bir hisse olarak verseydi, o
farz sahibi olarak torunun mirasından kendine düşecek olan payın üçte bir
hisse olduğu vehmine kapılabilirdi. Fahr-i Kainat Efendimiz işte bu varsayımı
önlemek için hisseleri ayırarak iki kalemde vermeyi uygun görmüştür.
et-Tîbî, sözü geçen
sahabiye iki ayrı altıbir hisse düşüşünü şöyle açıklıyor: "Ölen kişinin
hayatta iki kızı, bir de dedesi bulunuyordu. Kızların farz (pay) sahibi olarak mirastan
payları 2/3 idi. Dedesine de farz sahibi olarak 1/6 pay düşüyordu. Bu durumda
mirasın 1/6 sı artıyordu. Bu miktarda asabe olarak yine dedeye düştü. Çünkü
ona ortak olacak başka bir asabe yoktu." Tîbî'nin bu sözünün şematik
izahı şudur:
Südüs (1/6) |
|
Sülüsân (2/3) |
|
Südüs |
Dede (Farz sahibi) 1 |
Kız 2 |
|
Kız 2 |
Dede (asabe) 1: 6 |
2897...
Hasen (eİ-Basrî)den rivayet olunduğuna göre) Ömer (b. Hattab) (r.a.) bir gün
ashab-ı kirama hitaben
"Rasûlullah (s.a.)'in
dedeye mirastan ne kadar bir pay verdiğini (içinizden) hanginiz biliyor?"
demiş de Ma'kıl b. Yesar:
Ben (biliyorum)
Rasûlullah (s.a.) dedeye altıda bir pay verdi" cevabını vermiş (Bunun
üzerine Hz. Ömer' de)
"Kiminle beraber (bulunduğu
zaman Hz. Peygamber ona bu payı verdi?) demiş (Hz. Ma'kıl da)
"Bilmiyorum"
cevabını vermiş (bu cevabı alan Hz. Ömer de)
"Öyleyse (senin
yukarıdaki cevabın bizim meselemize) bir çözüm getirmez." karşılığını
vermiş.[53]
Her ne kadar Hz. Ömer
b. Hattab "Hz. Peygamber bir dedeye kiminle beraber bulunduğu zaman
mirastan altıda bir pay veriyordu? sorusunu yöneltmekle bir dedenin mirastan
alacağı paym diğer varislerin sayısına ve ölüye yakınlık durumuna göre
değişebileceğini ifade etmek istemişse de, gerek Hz. Ömer, gerekse Hz. Ma'kıl
bu mevzuda daha fazla bir açıklama yapmadıklarından mevzumuzu teşkil eden bu
hadis-i şerifte dedenin marastan alacağı pay hakkında yeterli bir açıklama
bulunmuyor.
Bu hadisi Hasan
el-Basrî, Ömer b. el-Hattâb'dan rivayet etmiştir. Oysa Hasan-i Basri (r.a.)
hicretin yirmi birinci senesinde dünyaya gelmiştir. Hz. Ömer hicretin yirmi
üçüncü yılında şehid edilmiştir. Bu durumda Hasan-ı Basri'nin Hz. Ömer'den
hadis rivayet etmiş olmasına ihtimal yoktur/Fakat Buhârî ile Müslim'in
sahihinde Hz. Hasan-i Basrî'nin Hz. Ma'kıPdan rivayet ettiği hadisler vardır.[54]
Fıkıh kitaplarında
açıklandığı üzere dede mirasta dört halde bulunur.
1. Ölünün
oğlu veya oğlunun ... oğlu ile bulunuyorsa, altıda bir alır.
2. Ölünün
kızı ve oğlunun kızı ya da oğlunun oğlunun oğlunun... kızı ile beraber
bulunuyorsa altıda bir ile kalanı alır.
3. Bunlar
bulunumazsa asabe olur. Yani kendinden başka mirasçı yoksa mirasın tamamı,
baka mirasçı varsa kalanı dedeye aittir.
4. Babanın
bulunması halinde varis olamaz.[55]
2898... İbn
Abbâs'dan demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) (şöyle) buyurdu.
(Ölünün geride
bıraktığı) "malı belirli pay sahipleri arasında Allah'ın kitabına göre
bölüştürünüz., Belirli hisselerden arta kalanı da (ölüye) en yakın plan erkeğe
veriniz."[56]
Asabe: Bir kişinin
erkek vasıtasıyla kendine bağlanan erkek hısımlar ile böyle telakki
edilenlerdir. Âshab-i fcraiz hisselerini aldıktan sonra kalanı asabe alır.
Ashab-i feraizden bir kimse yoksa terikenin tümü asabenindir.
Asabe Önce sebebi ve
nesebi diye ikiye ayrılır:
Sebebi asabe; bir
köleyi âzad eden kimse onun asabesidir. Eğer kölenin kendi hısımları ile içinde
ashab-ı feraiz veya asabesi yoksa azad eden veya azâdedenin asabesi vâris olur.
Nesebi asabe; bir
kimsenin kan hısımları arasında bazı yakınlarıdır. Bunlar da "binefsihi,
bigayrihi ve mealgayr" diye üçe ayrılır:
Binefsihi Asabe:
Tarifi: Ölen ile
aralarına kadın giremeyen erkek hısımlardır. Yani mutlak erkek yoluyla bağlanan
hısım demektir. Mesela; baba ve babanın babası ölüye erkek yoluyla bağlanan
erkek hısımdır. Ve bunlar asabedir. Ana kadın olduğu için ananın babası araya
kadın girdiği için asabe değildir.
Nevileri: Binefsihi
asabe dört kısımdır:
a. Oğullar (fürû'):
Oğul, oğlun oğlu, oğlun oğlunun... oğlu.
b. Usul;
Baba, babanın babası, babanın babasının... babası
c. Aslın füru'u: Yani baba tarafından erkek kardeşler ve bunların erkek çocukları.
d. Dedenin furu'u: Yani amcalar ve erkek çocukları. Bigayrihi: (Başkası sebebiyle) Asabe:
Yalnız başına
bulununca ashab-i feraizden olup erkek kardeşleriyle birlikte bulunanca asabe
olan ve terekenin ya tamamını yahut da kalanmı erkek kardeşleriyle ikili birli
bölüşen kızlardır. Bunlar dört kısımdır:
1. Mirasta
oğul ile beraber bulunan kızlar.
2. Mirasta
oğlun oğlunun... oğlu ile beraber bulunan oğul kızları.
3. Ana-baba
bir erkek kardeşlerle beraber bulunan ana-baba kız kardeşler,
4. Baba -bir
erkek kardeşlerle baba bir kızkardeşler. Mealgayr (başkasıyla) Asabe
Bu vasıf yalnız
kızkardeşe aittir. Kızkardeşleri, kızlarla asabe kılınız mealindeki hadise
istinad eder. Ana-baba bir veya baba bir kızkardeşler, kızlar veya oğulkızları
ile beraber bulunduklarında asabe mealgayr olurlar. Yani kızlar ve varsa diğer
mirasçılar, hisselerini aldıktan sonra geri kalanı bu kız ka-rdeşler alır. Eğer
birden fazla iseler, kalanı aralarında eşit olarak bölüşürler.
Ashab-i feraiz:
Mirasdan hisseleri nassla (kitap veya sünnetle) tayin edilen varislerdir.
Feraiz aslında farz
kökünden türemiştir. Farizanın çoğuludur. Farz kelimesi ıstılahta pay anlamına
geldiği gibi Fariza kelimesi de takdir ve tayin edilmiş hisse anlamına gelir.
Kitap ve sünnet tarafından tayin edilmiş olan bu hisse sahiplerine de ashab-ı
feraiz denir. Miras ilk önce bunlar arasında bölüştürülür. Kalanı da asabe
arasında taksim edilir. Hisseleri Kur'an-ı Ke-rim'de belirlenmiş olan ashab-ı
feraiz Şu kişilerden ibarettir:
1. Koca
(zevç) 2. Karı (zevce) 3. Baba (eb) 4. dede (cedd-i sahih) 5. Anabir
kardeşler (evlâdü'l üm, benü'l ahyaf) 6.
Kız (bintj sulbiyye) 7. Oğlun kızı
(sulbiye) 8. Ana-baba bir
kızkardeşler (ahvatlehüma, şakikat) 9. Baba
bir kız kardeş (uht li-eb) 10. Ana
(ümm) 11. Nine (cedde) şurasını
iyibilrtıek gerekir ki, bu sayılar ölen şahsa göre ele alınmıştır. Yani baba
deyince, ölen şahsın babasını, ana deyince ölen şahsın anasını anlamak
icabeder. Bu meselelerin teferruatı fıkıh kitaplarındadır.[57]
2899...
el-Mikdam'dan demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) (şöyle) buyurdu:
"Kim bir yük
(yani bakıma muhtaç aile ve borç) bırakırsa (o yük) bana aittir. (Hz. Peygamber
efendimiz) bazan da (o yük) "Allah'a ve Rasûlüne aittir"
buyurmuştur. (Hz. Peygamber sözlerine şöyle devam etmiştir:) "Kim bir mal
bırakırsa mirasçılarına aittir. Ben mirasçısı bulunmayan kimsenin mirasçısı
olurum. Onun diyetini öderim ve ona varis olurum. Dayı da mirasçısı bulunmayan
kimsenin mirasçısıdır. Onun diyetini öder ve ona varis olur.[58]
Metinde geçen keli kelimesi;
ağır yük, anlamına gelir ki ödenmesi gereken borç ve bakılması gereken evlâdü
ıyaldan kinayedir.
Rasûlü Zişan efendimiz
bu yük bana aittir buyurmakla "arkasında borç ve bakılmaya muhtaç çoluk
çocuk bırakan kimsenin bu borcunu ödemek ve çoluk çocuğuna bakmak devlet
başkanı olarak bana düşer. Binaenaleyh onun bu ihtiyaçlarını devlet
hazinesinden ben karşılayacağım", demek istediği gibi, "kim bir mal
bırakırsa mirasçılarına aittir. Ben mirasçısı bulunmayan kimsenin mirasçısı
olurum" sözleriyle de ölen bir kimsenin mirasçısı çıkmadığı takdirde,
mirasının tümünün devlet hazinesine kalacağını ifade buyurmuştur. O yük bana
aittir cümlesi bazı rivayetlerde bu yük Allah'a ve Rasûlüne aittir.[59] Esas
ve netice itibariyle bu rivayetlerin arasında bir fark yoktur.
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerifte Rasûlullah'ın borcunun ödenmesi için karşılığını bırakmayan
borçlunun cenaze namazını kılmadığını, ifade ederi hadis-i şerîf[60]
arasında bir çelişki olduğu iddia edilemez. Çünkü Rasûl-i Zişan Efendimizin
borçlu iken ölüp de borcunun ödenmesi için bir şey bırakmayan kimsenin cenaze
namazını kılmaması İslâm'ın başlangıcında fetihler genişleyip kendisine
ganimet mallan gelmeden önce idi ve o böyle davranmakla borcun hafife
alınmamasını ve ödeyemeyecekleri şeyi borç almamalarını kastetmiştir. Allah
kendisine ganimet ihsan edip fetihler genişleyince ve ona mallar gelince
fakirler ve çocuklar için ganimetten bir pay ayırdı ve bu paydan müslümanların
borçlarını ödedi.[61]
Bütün bu
açıklamalardan da anlaşıldığı üzere Hz. Peygamberin ölen bir kimsenin malına
varis olması yani bir kimsenin mirasının hazineye kalması o kimsenin ashab-ı
feraizden veya asabeden hiçbir mirasçısı bulunmamasına bağlıdır. Eğer bu
kimsenin ashab-i feraizden ya da asabeden bir yakını bulunursa miras onlara
düşer.
Bu hadis-i şerifte
"dayı da mirasçısı bulunmayan kimsenin mirasçı sidir" cümlesiyle
zevilerhamdan başka bir yakını bulunmayan kimsenin mallarının da hazineye
gitmeyip zevilerhama verileceği ifade edilmektedir.
Bilindiği gibi zevilerham
yakınlık sahipleri demektir. İslam miras hukukunda Sahib-i feraiz (hisse
sahibi) ve asabe olmayan yakınları ifade eder. Ölen kimse varis olarak belirli
hisse sahiplerinden veya asâbelerden herhangi birisini bırakmaması halinde,
zevilerhamdan ona en yakın olan varis durumuna geçer. Zevilerham teyze, hala,
kızın oğlu, onun babası gibi hısımlardır. Hanefi mezhebine göre zevilerham dört
gruba ayrılır:
a. Ölünün
kızlarının çocukları ile oğlunun kızlarının oğlunun oğlunun.... kızlarının
çocuklarıdır.
b. Ölünün
sahih olmayan dede ve ninesi, anasının babası, anasının babasının babası
anasının babasının anası, bunun anası gibi...
c. Ölünün
baba ve anasının asabe farz sahibi olmayan çocukları: Kız-kardeşlerin
çocukları, ana-baba veya baba bir erkek kardeşlerin ve oğullarının... kızları
ve bunların çocukları gibi...
d. Ölünün
büyük baba ye büyük ananın asabe ve farz sahibi olmayan çocukları. Halalar, ana
bir amcalar, dayılar, teyzeler, dayı ve teyze çocuklar gibi.
Asabe ve belli bir
hisse sahibleri varken zevilerham varis olamaz. Eğer bunlar yoksa, karı ve
kocadan biri de yoksa terikenin tamamı zevilerhama aittir. Zevilerham'dan yakın
bir varis varsa bütün terike onundur. Birden fazla iseler yukarıdaki sıraya
göre varis olurlar. Bunda ölüye en yakınlık esastır.[62]
Münzirî'nin
açıklamalarına göre, ölen bir kimsenin diyetini dayısı ödemekle mükellef
olmadığından bu hadise bazı tenkitler yöneltilmişse de-bu-nun İslâm'ın ilk
yıllarına ait bir uygulama olabileceğini söyleyerek bu tenkitler
reddedilmiştir.[63]
2900...
el-Mikdam b. el Kindî'den demiştir ki: Rasûlullah (s;a.) şöyle buyurdu:
“Ben her müslümana
kendisinden daha yakınım binaenaleyh kim bir borç ya da bakmaya muhtaç bir aile
bırakırsa (bunların sorumluluğu) bana aittir. Kim de bir mal bırakırsa (bu
mal) varislerine aittir. Ben varisi olmayan bîr kimsenin de varisiyim.
Ona varis olurum ben
onun bağını çözerim, dayı da varisi bulunmayan kimsenin varisidir. Onun malına
varis olur. Ve onun bağını çözer.
Ebû Dâvûd der ki,bu
hadisi ez-Zübeydî Râşid b. Sa'd'den (Râ~ şid) İbn Aiz'den (İbn Aiz de)
el-Mikdam 'dan rivayet etmiştir... Mua-viye b. Salih de Râşid'den (Raşid ise)
el-Mikdam 'ı (şöyle derken) işittim (demek suretiyle İbn Aiz'ı atlayarak)
rivayet etmiştir, (metinde geçen) "Eddaya" (kelimesi) "çoluk-çocuk"
anlamına gelir.[64]
Bu hadis-i şerif bir
önceki hadisin şerhinde kısımlarını açıkladığımız zevilerhamın sıralan gelince
varis olabileceklerini söyleyen İmam Ebû Hanife ile Ahmed b. HanbeFin lehine
aksi görüşte Qİan İmam Malik ile Şafiî'nin de aleyhine bir delildir.
Zevilerhamın varis olamayacağını söyleyen iki imam ve onların görüşünü
paylaşan diğer ilim adamları "mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifi
te'vil ederek Hz. Peygamber'in "dayıdan vâris" diye bahsetmesi
mecazidir. Çünkü varisi olmayan kimsenin malının dayısına verilmesi, onun
varis olması sebebiyle değil, varisi bulunmayan bir mal olması sebebiyledir.
Dayının varis olduğu söylenemez." demişlerdir.
Fıkıh kitablarında
açıklandığına göre ölen bir kimsenin hısımları arasında asabe ve farz
sahipleri bulunmadığı takdirde zevilerhamın varis olup olmayacağı mevzuu
muctehidler arasında ihtilaflıdır.
1. İmam Ebû
Hanîfe ile Ahmed b. HanbePe göre:
Bu iki imama ve
bunlardan önce Hz. Ali, Hz. Ömer, İbn Mesûd ve İbn Abbas gibi sahabiye göre
sıraları gelirse zevilerham vâris olur. Delilleri:
a.
"Allah'ın kitabında kan hısımları birbirine daha yakın ve mirasa daha
layıktır”[65] âyet-i kerimesidir.
Bu âyet kan
hısımlarını diğer mü'minlerden ve hazineden müteveffaya daha yakın bulmaktadır.
b. Ana-baba
ve hısımların (akrabûn) bıraktıklarında kadın ve erkek vârisin hakkı olduğunu
ifade eden âyet (en Nisa 4-5-6)te hısımları (el akrabûn) kelimesi mutlak olarak
geçmektedir. Zevilerham da bunlara dahildir.
c. Hz.
Peygamber (s.a.) "kızkardeş çocuğu ailedendir" buyurmuştur.
Rasûlullah (s.a.) ve sahabe devrine zevilerhamın varis kılındığına dair pek çok
tatbikat vardır.
2. İmam
Malik ve Şafiî'ye göre:
Başta Zeyd b. Sabit
olmak üzere bazı sahabe ve tabiun ile beraber bu iki mezheb imamı da
zevilerhamın varis olamayacağı asabe ve farz sahibi varis yok ise, terikenin
devlet hazinesine (Beytü'l Mala) intikal edeceği görüşünü benimsemişlerdir.
Delilleri:
Bu imamlarada hala ve
teyzenin durumu sorulunca; Hz. Peygamber (s.a.)'ın: "Onlara birşey
yok" buyurması gibi delillere dayanmışlardır.
Birinci gruba göre en
son zikrettiğimiz hadisten maksat "asabe ve farz sahibi varis varken hala
ve teyzeye birşey yok" demektir.
İmam Malik mezhebinde
ikinci asırdan Şafiî mezhebinde dördüncü asırdan itibaren zevilerhamın varis olmalarına
fetva verilmiştir. Bu fetvanın dayanağı israf ve zulüm sebebiyle
beytü'l-maldan müslümanların gerektiği gibi istifade edememeleridir.[66]
2901...
(Salih b. Yahya b. el-Mikdam'ın) dedesinden (rivayet olunmuştur:) dedi ki:
"Ben Rasûlullah
(s.a.)
"Ben varisi
olmayan kimsenin varisiyim. Onun bağını çözerim ve malına vâris olurum. Dayı da
varisi olmayan kimsenin varisidir. Onun bağını çözer ve malına vâris
olur." dediğini işittim.[67]
Bu hadisle ilgili açıklama
bir öneeki hadisin şerhinde geçtiğinden burada tekrara lüzum görmüyoruz.[68]
2902... Aişe
(r. anha)'dan demiştir ki:
Peygamber (s.a.)
efendimizin hürriyetine kavuşturduğu bir köle hiçbir mal, çocujc ve akraba
bırakmadan ölmüştü de Rasûlullah (s.a.):
"Onun mirasını
kendi köyü halkından bir adama veriniz" buyurdu.
Ebû Dâvûd der ki (bu
hadis bana birisi Müsedded yoluyla, diğeri de Sufyân yoluyla olmak üzere iki
yoldan gelmiştir) Müsedded'in rivayeti daha geniştir. Müsedded (ise bu hadisi
şöyle) rivayet etmiştir:
Peygamber (s.a.)
(azatlı kölesi ölünce orada bulunanlara)
"Burada onun
memleketi halkından bir kimse var mı? diye sordu (onlar da)
"Evet"
cevabını verdiler" (bunun üzerine) (Öyleyse bunun) mirasını ona
veriniz." buyurdu.[69]
Daha önce de
açıkladığımız gibi hayatta hiçbir varisi olma-yan bir kimsenin malı devlet
hazinesine kalır. Ancak İslâm hukukunda hürriyetine kavuşturulan bir kölenin
mirası, yakınları bulunmadığı zaman, kendisini hürriyete kavuşturan kişiye
-yani mevla el ıtlakaya- kalır. Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifte söz
konusu edilen kişiyi hürriyetine Hz. Peygamber kavuşturmuştur. Onun mirası da
Hz. Peygambere kalmıştı. Ancak Rasûl-i Zişan efendimiz, bu hakkını ölünün köy
halkına bağışlamıştır.
Biz Peygamberler, miras
bırakmayız varis de olmayız mealindeki 2963 nolu hadis-i şerifi delil getirerek
bu görüşün yanlış olduğu iddia edilemez. Çünkü bu hadisin bazı rivâyetlerindeki
“velâ nerisii: vâris olmayız" kelimesi hadisin aslında yoktur. Bu kelime
hadise bazı râviler tarafından yanlışlıkla ilave edilmiştir.
Nitekim es-Siretii'l
Halebi'ye isimli eserde de açıklandığı üzere Fahr-i kainat efendimizin babası
vefat ederken geride beş köle ile bir koyun sürüsü kalmıştır ve Hz. Peygamber
bunlara varis olmuştur" Şafiî uleması ile Mali-kiler bu görüştedirler. Bu
görüşte olan ulemaya göre Hz. Peygamber mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifte
söz konusu edilen kimsenin malına varis olmuş, fakat onun kalbinin rahatlaması
için bu malı onun köy halkından birine bağışlamıştır.
Peygamberlerin miras
bırakıp bırakmaması konusunda İbn Abidin şöyle diyor. "Bu mevzuda hanefi
imamlarının görüşleri arasında bir birlik yoktur. İbn Nüceym el Eşbah Ve'nin
ezâir isimli eserinde Peygamberin miras bırakmadıkları gibi başkasının malına
da varis olamadıklarını söylemiştir. Muintil'Müfti ve ed-Dürrü'l-Münteka gibi
eserlerde bu görüş müdafaa edilmiştir. Bedruddin Aynî de bu görüştedir.
Ancak İbn Kemal,
Peygamberlerin miras bırakmadıklarını fakat diğer insanlaf gibi başkalarının
mallarına varis olabileceklerini söylemiştir.
Peygamberlerin miras
bırakmamalarının hikmeti başkalarının onların malına konma arzusuyla ölümlerini
temenni ederek kelale olmalarını önlemektir. Bu hüküm tüm Peygamberler için
geçerlidir.[70]
Peygamberlerin başkalarının
malına varis olamayacağı görüşünde olan ulemaya göre aslında söz konusu kişinin
mirası hayatta hiçbir yakını bulunmadığı zaman devlet hazinesi kalmıştır.
Ancak fahr-i kainat efendimiz bir devlet reisi olarak bu malın söz konusu
kimsenin köy halkına verilmesini maslahata daha uygun gördüğü için o köy
halkından birisine vermiştir.[71]
Şevkânî'nin
açıklamasına göre bu hadiste belli bir varisi bulunmayan ölünün mirasının köy
halkından birine vermenin caiz olduğuna delalet eder.[72]
2903...
(Abdullah b. Büreyd'in) babasından demiştir ki: Peygamber (s.a.)'e bir adam
gelip:
Bende Ezd
(kabilesin)den bir kişinin mirası vardır. Onu kendisine vereceğim. Ezd
kabilesine mensub bir kimse bulamadım, (ne yapayım?) dedi,
(Peygamber efendimiz
de):
"Git bir sene
daha Ezd'li birini ara(maya devam et) buyurdu (Adam) bir sene sonra Hz.
Peygamber'e gelip:
Ey Allah'ın Rasûlü ben
bu mirası kendisine vereceğim Ezdli bîr kimse bulamadım" dedi. (Hz.
Peygamber de:)
"Öyleyse git*
kendisiyle karşılaşacağın ilk Huzua'lıya bak bunu ona ver, buyurdu. (Bu adam)
dönüp gidince Hz. Peygamber:
"Bu adamı bana
geri getirin," buyurdu. Biraz sonra adam huzuruna geldi. (Bu sefer ona)
Huzaa kabilesinden en yaşlı olan kimseye bak bu mirası ona ver, buyurdu.[73]
Metinde geçen kübra
min huzâa kelimesi Bezi yazarının açıklamasına göre, Huzâa kabilesinin en
yaşlısı anlamına gelmektedir. Hanefi ulamasından Aliyyü'1-Kari bu kelimeyi
açıklarken şöyle diyor: "Bizim alimlerimizden bazılarına göre aslında
kübrâ kelimesi "elekber: en yaşlı" anlamına gelir. Ulemamızdan
bazılarına göre Rasûlü zişan efendimiz burada bu kelimeyle Huzaa kabilesinin
başkanını kast etmiştir. Bu mirası ona bir varis olarak değil de ona bir ikram
olarak vermiştir. Bazılarına göre de bu kübrâ kelimesi bir kabile içerisinde o
kabilenin en yukarıdaki dedesine yakın olan kimse- anlamına gelir"[74]
Hattâbî ile
İbnü'l-Esir'de bu sonuncu manâyı tercih etmişlerdir.
Aliyyü'l-Karinin
ifadesinden de anlaşılacağı üzere Hz. Peygamber bu mirası Huzaa'mn en yaşlı
kişisine onun bu mirasta hakkı olduğundan dolayı değil de, sadece bir ikram
gayesiyle vermiştir.
Ancak Şevkânî bu
hadisin ölen bir kimsenin belli bir varisi olmadığı zaman varisinin bu
kalibenin en yaşlısı olacağına delalet ettiğini söylemiştir.[75]
Bezlü'l Mechûd yazarının açıklamasına göre bazıları bu mevzuda "Varisi
bulunmayan bir miras aslında lükata (buluntu mal) hükmünde olduğundan Hz.
Peygamber bu mirası ölünün yakınlarına tasadduk ederek, ölünün ruhunu şad
etmeyi tercih ederdi. Fakat ölünün kabilesi içerisinde en yaşlı olan kişi ölüye
baba cihetinden en yakın bir akraba mesabesinde olduğundan onda bir nevi asabe
özelliği gördüğünden bu mirası ölünün kabilesinin en yaşlısına vermiştir"
demişse de aslında bu miras ölünün hiç varisi bulunmadığı için devlet
hazinesine kalmıştır. O sırada hazine teşekkül etmemiş olduğundan Hz.
Peygamber onu ölünün en yakın akrabası durumunda olan kabilesinin en yaşlısına
ikram etmiştir.
Burada o zaman
Medine'de bulunan ensarın tümü -(aslı yemenli olan Ezd b. el-Gavs Ebû Havya
nisbet edilen)- Ezd kabisinden olduğu halde hadis-i şerifte söz konusu edilen
zatın bir sene boyunca Ezd kabilesinden bir şahıs arayıp bulamaması nasıl
açıklanabilir? diye bir soru akla gelebilir. Bunun cevabı şudur: Bu hadise
Medine'de değil Mekke'de vuku bulmuştur. Bu se-beble Hz. Peygamber o zata Ezd
kabilesinin bir kolu olan Huzaa'nın en yaşlısını bulmasını ve mirası Ona
vermesini emretti. O sarıda Huzaa kabilesi Mekke'de müslüman olmuştu. Ölen
kimse müslüman olduğundan mirası henüz müslümanlığı kabul etmeyen Medine'deki
Ezd kabilesine düşmezdi. Bu sebeble Rasûl-ü Zişan efendimiz bu mirasın
müslUmanlığa giren ve Ezd kabilesinin bir kolu olan Huzaa'nın en yaşlısına
vermiştir.[76]
2904...
(Abdullah b. Büreyde'nin) babasından demiştir:
Huzaa kabilesinden bir
adam öldü de mirası Peygamber (s.a.)'e getirildi. Bunun üzerine (Hz.
Peygamber):
"Onun varis
(leri)ni yahut da yakın(lar)ını arayıp bulunuz" buyurdu. (Fakat
sahabiler) "Ona ait bir varis yahutta bir akraba bulamadılar."
Rasûlullah (s.a.) de:
"Bu mirası
Huzaa'nın en yaşlısına veriniz." buyurdu. (Ravi Yahya b. Muin) dedi ki:
Ben Mürre'nin bu hadisi bir defasında da (şöyle) rivayet ettiğini işittim:
"Huzaa kabilesinin en yaşlı adamını arayınız."[77]
Bir önceki hadis-i
şerifin şerhindeki açıklama bu hadis için de geçerlidir. Bu iki hadiste söz
konusu edilen hadise aynı hadisedir. Binaenaleyh hadis-i şerifte bulunan onun
varislerini yahutta yakınlarını arayıp bulunuz cümlesi aslında bir önceki
hadis-i şerifte de vardır. Bu cümledeki yakınlar kelimesi ile zevilerham
kasdedildiği için de musannif Ebû Dâvûd bu iki hadisi zevilerham, babında
zikretmiştir.
Başka bir deyişle Ebû
Davud'a göre; bu iki hadiste mevzûmuzun
bab başlığıyla ilgisini
"yakınlar"
kelimesi teşkil etmektedir. Dolayısıyla
bu iki hadis bir önceki hadis gibi varisi bulunmayan bir kimsenin mirasının
zevilerham denilen yakınlarına kalacağına delalet etmektedir.[78]
2905... İbn
Abbas'dan demiştir ki
Bir adam hürriyetine
kavuşturduğu bir kölesinden başka hiçbir varis bırakmadan ölmüş de Rasûlullah
(s.a.):
“Bu adamın herhangi
bir (varisi) var mıdır?" diye sormuş (orada bulunanlar da):
"Hayır (yoktur).
Ancak hürriyetine kavuşturduğu bir kölesi vardır" demişler. Bunun üzerine
Rasûlullah (s.a.):
Mirasım o köleye
veriniz.[79]
Hanefi âlimlerinden
Aliyyü'l Kari'nin açıklamasına göre Hz.Peygamber ölen kimsenin mirasını
kölesine 2902 numaralı hadiste olduğu gibi bir bağış olarak vermiştir. Miras
olarak vermemiştir. Çünkü mirasçısı olmayan bir kimsenin malı devlet hazinesine
kaldığından bu kimsenin malı da hazineye kalmıştı. Hz. Peygamber devlet reisi
olarak hazineye kalan bu malı teberru yoluyla, köleye bağışladı. el-Mazhar'ın
açıklamasına göre Şüreyh ile Tavus: Bir köleyi hürriyetine kavuşturan kimsenin
o kölenin mirasına konabildiği gibi hürriyetine kavuşturulmuş bir köle de
kendisini hürriyete kavuşturan eski efendisinin mirasına sahib olabilir.
Varisi bulunmayan bu kimsenin mirası azat ettiği kölesine kalmıştır.[80]
Bu açıklamadan
anlaşılıyor ki Şüreyh ve Tavus'a göre; Hz. Peygamber bu malı köleye bağış
olarak değil, miras olarak vermiştir.
îmam Tirmizî şöyle
diyor: "Bu babda ilim adamlarının ameli bir kişi Ölür de geride varis
bırakmazsa onun mirası devlet hazinesine kalır." şeklindedir. Tuhfe
yazarı Tirmizi'nin bu sözünü açıklarken diyor ki: "Devlet hazinesi düzenli
olduğu zaman durum böyledir. Fakat devlet hazinesi düzensiz olursa o zaman bu
miras, dini okullar, gibi umumun menfaatine hizmet eden müesseselere
verilebilir."[81]
2906...
Vâsıla b. el-Eska'dan demiştir ki: Peygamber (s.a.) (şöyle) buyurmuştur:
"Kadın üç mirasa
varis olur: Hürriyetine kavuşturduğu kölesinin mirasına) yol üstüne atılmış
olarak bulup da büyüttüğü kimse (nin mirasına) üzerinde (kocasıyla)
lanetleştiği çocuğu(nun mirasın)a.[82]
Lanetleşmek (Han)
zevcesine zina isnad eden ve doğan çocuğun kendisine ait olmadığını iddia eden
ve iddiası da karısı tarafından reddedilen bir kimsenin, karısıyla hakim
huzuruna gelip orada karısıyla karşılıklı olarak iddiasında doğru olduğuna dair
dört defa şehadette bulunmaları ve beşinci de Allah'ın lanetinin yalancılar
üzerine olsun diyerek lânetleşmeleridir. Nitekim 2253-2254 hadis-i şeriflerin
şerhinde açıklanmıştır. Bilindiği gibi kadın bir mirasa çoğu zaman bir erkek
vasıtasıyla varis olabilmektedir. Dolayısıyla bir kadının tek başına varis
olup tek başına mirasın tümüne sahip olabildiği haller mahduttur. İşte
mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifte kadının tek basma bir mirasa varis
olup o mirasın tümüne sahip olduğu bu haller söz konusu edilmektedir. Kadının
üç kişinin malına tek başına varis ve dolayısıyle bu üç mirasın tümüne sahip
olduğu ifade edilmektedir. Bu üç miras sırasıyla şunlardır:
1. Kadının
hürriyetine kavuşturduğu kölenin mirası: Bu kölenin herhangi bir mirasçısı
bulunmadığı takdirde mallarının tümünün eski hanım efendisine kalacağında
ulema ittifak etmişlerdir.
2. Kadının
yol üstüne atılmış olarak bulup da besleyip büyüttüğü bir çocuğun mirası:
Hattâbî'nin de açıkladığı gibi, fıkıh ulemasına göre bu çocuk hürdür.
Dolayısıyla sahip olduğu hürriyetten dolayı hiç bir kula borçlu değildir.
Bir kimsenin diğer bir
kimsenin mirasına konabilmesi için aralarında bir kan bağı ya da bir velâ (yani
biri diğerini kölelikten azad etmiş olmak, ya da aralarında biribirlerinin
miraslarına konabileceklerine dair bir anlaşma) bulunması gerekir. Sokakta
bulunan çocukla kendisini bulup yetiştiren kadın arasında bu ilgilerden biri
bulunmadığına göre bu kadının söz konusu mirasa konması için hiçbir sebeb
yoktur. Binaenaleyh bu kadın bu mirasa vâris olamaz. Cumhur ulemanın görüşü de
budur.
İshak b. Rahuye'nîn
görüşüne göre mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifte bir kadının sokakta
bulup da büyüttüğü bir çocuğun mirasına konabileceğinden bahsedilmesi, bu
çocuğun kan bağına dayanan hiç bir yakının bulunmamasıyla ilgilidir. Çocuğun
kendisine kan bağıyla bağlı bir yakım yoksa, mirasının tümü kendisini besleyip
büyüten ve terbiyesiyle meşgul olan kadına kalır. Gerçekten mevzumuzu teşkil
eden hadisin sahihliği kabul edilirse bu mevzuda en isabetli görüş İshak b.
Rahuye'nin görüşüdür. Fakat hadis ulemasının dediği gibi bu hadisin sabit
olmadığı kabul edildiği takdirde en doğru görüş yukarıda açıkladığımız fıkıh
ulemasının umumunun görüşüdür. Fıkıh ulemasına göre, mevzumuzu teşkil eden bu
hadis-i şerif la vesse ila velael ıtakati hadisiyle neshedilmiştir.[83]
3. Kadının
üzerinde kocasıyla lanetleştiği çocuğun mirası; bu mevzuda ulema İhtilafa
düşmüşlerdir. Şemsüddin ibn el-Kayyım şöyle diyor: "Sahabeden Zeyd b.
Sabit (r.a.)'ye göre üzerinde Han yapılan çocukla, lian yapılmamış olan çocuk
arasında bir fark yoktur. Dolayısıyla annenin meşru olarak dünyaya getirdiği
çocuğunun mirastan hissesi neyse üzerinde liân yaptığı çocuğun
mirasından payı da odur. İbn Abbas ile tabiundan bir cemaatin görüşü budur.
Mezheb imamlarından İmam Malik ile İmam Şafiî, İmam Ebû Hanife ve
taraftarlarına göre; bu kadın fakir olduğu zaman bû çocuğa varis olabilir. Bu
sebeble bu kadına hadis-i şerifte "mecazen varis" denmiştir.
Hasan-ı Basri ile İbn Şîrîn,
Câbir b. Zeyd Ata, en-Nehâî, el-Hakem, Hammâd, es-Sevrî, Hasan b. Salih
(r.anhum)'a göre; annesinin mirasçıları bu çocuğun da mirasçılarıdır. Ahmed b.
Hanbel'den rivayet edilen ikijjö-rüşten biri bu olduğu gibi Hz. Ali ile İbn
Abbas'tan rivayet edilen iki görüşten biri de budur.
İbn Mesûd ile Hz.
Ali'den rivayet edilen diğer bir görüşe göre; bu çocuğun annesi hem anne hem
de baba yerindedir. Bu bakımdan çocuğun mirasının tümü annesine kalır. Çocuğun
annesi yoksa o zaman miras annesinin varislerine kalır. Bu görüş Ebû'l-Haris
tarafından Ahmed b. Hanbel'den de rivayet olunmuştur. Delilleri ise: Adı geçen
hadis-i şerifle, musannif Ebû Davud'un el Merasil isimli eserinde rivayet
ettiği Rusûl-ü Zişan Efendimizin üzerinde lian yapılan bir çocuk için
"Bu çocuğun
varisleri annesinin varisleridir" buyurduğunu ifade eden hadis-i şeriftir
ve bir numara sonra gelecek olan Nekhûl hadisi de bu görüşü te'y'd etmektedir.[84]
2907...
Mekhûrden demiştir ki:
Rasûlullah (s.a.)
üzerinde lian yapılan çocuğun mirasını annesine verdi, annesinin olmaması
halinde de annesinin varislerine verdi.[85]
2908...
(Abdullah b. Amr b. As'ın) dedesinden (rivayet olunduğuna göre bir önceki
hadisin) bir benzerini de peygamber (s.a.)'den (Amr b. Şuayb b. Muhammed b.
Abdillah b. Amr b. As'ın) dedesi (rivayet etmiştir.)[86]
Bu hadis-i şerifler
üzerinde lian yapılmış bir çocuk öldüğü zaman mirasının hayatta kalan annesine
kalacağını, annesi hayatta değilse annesinin varislerine kalacağını ifade
etmektedir.
Dolayisıyle bu hadis-i
şerif bu görüşte olan Mekhul ile İmam Şa'bî ve Süfyan-i Sevrî'nin delilini
teşkil etmektedir. 2906 numaralı hadisin şerhinde de açıkladığımız gibi bu
görüş İbn Mesud ile Hz. Ali'den de rivayet olmuştur. Ahmed b. Hanbel'den
rivayet edilen iki görüşten biri de budur. Diğer ilim adamlarının görüşleri
için sözü geçen hadisin şerhine müracaat edilebilir.[87]
2909...
Üsame b. Zeyd'den demiştir ki:
Peygamber (s.a.):
"Müslüman kafire, kâfir de müslümana mirasçı olamaz" buyurmuştur.[88]
El-Müberred'in
beyanına göre, 'irs ve miras': Asıl itibariyle akibet demektir. Bunun manâsı
bir kimseden diğerine intikaldir. Kâfirin müslümana mirasçı olamayacağı
hususunda bütün İslâm uleması ittifak halindedir. Nevevî diyor ki: Sahabe tabiin
ve onlardan sonra gelen ulamanın cumhuruna göre; müslüman da kâfire mirasçı
olamaz. Bir grupta müslümanı kâfire mirasçı yapmaya kail olmuşlardır. Bu Muaz
b. Cebel Muaviye (r.a.) ile Said b. el Müseyyeb, Mesruk ve başkalarının
mezhebidir. Aynı kavil Ebu'd-Derdâ, Şa'bi, Zührî ve İbrahim en-Nehaî'den de
-aralarında ihtilâf olmak üzere- rivayet olunmuşsa da doğrusu bu zatların
kavilleri de cumhurun kavli gibidir. Muhalifler[89]
İslam yücedir. Onun üstüne geçilmez"[90]
hadisiyle istidlal etmişlerdir.
Cumhurun delili;
sadedinde bulunduğumuz sahih ve sarih hadistir. İs-lamın yüceliği ile ilgili
Suyutî hadisinde onlara hüccet yoktur. Zira ondan murad İslamın başka dinlere
olan üstünlüğüdür. Onda mirastan söz yoktur. Şu halde onunla amel ederek
"müslüman kâfire mirasçı olamaz...” hadisinin nassı nasıl terk
edilebilir? Herhalde o gurup bu hadisi duymamış olacak!... Mürted yani
müslümanlığı bırakıp başka bir dine dönen kimse bilicma müslümana mirasçı
olamaz. İmam Şafiî, Malik, Rabia, Ibn Ebî Leyla ve başkalarına göre müslüman
da mûrted de mirasçı olamaz. Mürtedin malı müs-]umanlar arasında ganimet olur.
Ebû Hanîfe ile Küfe
uleması ve tshak, müslüman olan veresesinin mür-tedie mirasçı olacaklarına
kaildir. Bu görüş Hz. Ali ile İbn Mesud (r.a)' den ve seleften bir cemaatten de
rivayet olunmuştur. Lakin Sevrî ile Ebû Hanife Mürtedin riddet halinde
kazandığı şeyler müslümanların malıdır demişlerdir.
Kâfirlerin
birbirlerine mirasçı olanlarına gelince:
İmam Azam, İmam Şafiî
ve diğer bir takım ulema, yahudinin hrıstiya-na hrıstiyanın yahudiye, bunların
mecusiye ve mecusinin bu iki millete mirasçı olabileceğine kaildirler. İmam
Malik bunu caiz görmemiştir. İmam Şafiî "Lâkin harbî zimmiye, zimmî
harbiye mirasçı olamaz" demiş. Ayrı ayrı memleketlerde bulunan iki harbî
dahi birbirlerine mirasçı olamazlar. Hanefilerin kavli de budur.[91]
2910...
Üsame b. Zeyd'den demiştir ki: Ben (Hz. Peygambere veda) haccı sırasında
(Mina'dan Mekke'ye gelirken):
"Ey Allah'ın
Rasûlü yarın nerede konaklayacaksın? Diye sordum da: (amcam oğlu)
"Akil bize
(konaklayacağımız) bir yer mi bıraktı ki?"cevabını verdi. Sonra Muhassab
(denilen yer)i kasdederek: (Yarın) - "Beni Kinâne hayfında, Kureyş'in
küfür üzerinde (kalmak üzere) anlaştığı yere ineceğiz" buyurdu.
Bu (anlaşma) Kinâne
oğullarının Hâşimoğulları ile evlenmemek, onları aralarında barındırmamak ve
onlarla alış-veriş yapmamak üzere Kureyşle yaptığı anlaşmadır. (Bu hadisin
râvilerinden) Zührî dedi ki (Beni Kinâne) Hayf (ından maksat) Muhassab denilen
vadidir.[92]
Muhassab; Mekke ile Mina
arasındaki vadinin iki dağ arasında kalan kısmına verilen bir isimdir. Taşlı ve
çakıllı olduğu için bu ismi almıştır. Burası Hasbe, Mahsab, Ebtah, Betha
isimleri ile de anılır.
FahT-i Kainat
efendimiz, Veda haccında Zilhiccenin ondördüncü günü hacla ilgili görevlerini
ifa edince Mekke'ye doğru yola çıkmıştır. Ertesi gün Mekke'den Medine'ye gitmek
üzere hareket edeceği için istirahat maksadıyla geceyi burada geçirmeye karar
vermişti. İşte Hz. Usame b. Zeyd Hz. Pey-gamber'e yönelttiği "yarın nerede
konaklayacaksın?'* sorusu Mina dönüşünde Hz. Peygamberin bu kararı verdiği
sırada vaki olmuştur.
Rasûl-ü Zişan
efendimizin geceyi burada geçirmekten maksadı, yapacakları istirahatinde,
uyanarak geceyi ihya etmek hem de ashabın yol hazırlığı yapmalarına bir imkân
vermekti.
Ulemadan bazılarına
göre ise Rasûlullah (s.a.)'ın geceyi orada geçirmekten maksadı, eskiden
ibadetini gizli gizli yaptığı halde şimdi İslâm'ın muzaffer olması neticesinde
buralarda açıktan ibadet edebilme nimetine erişmesinin ve kafirlerin
müslümanları imha etmek üzere Muhassaba'da aldıkları boykot kararım
hazırlayanları mahcub edecek şekilde sona ermesinin şükrünü eda etmekti.
Müşriklerin Muhassabda aldıkları boykot kararının metnini 2010 numaralı hadisin
şerhinde ayrıntılı olarak açıkladığımızdan burada tekrara lüzum görmüyoruz.
Yine sözü geçen
hadis-i şerifin şerhinde de açıkladığımız gibi "Akıl bize bir ev mi
bıraktı ki" cümlesiyle kasdedilen mana şudur: "Rasûlü Ekrem'in amcası
Ebû Talib, müslüman olmadığı için müslüman olan iki oğlu Hz. Ali ve Hz. Cafer
onun malına varis olamadılar. Müslümanlığı kabul etmeyen diğer iki oğlundan
Talib de Bedir savaşında ölünce, malının tümü Akil'e kaldı. Hz. Peygamber, Ebû
Talib'in geride miras olarak bıraktığı evlerinden ve diğer mallarından hiç
yararlanamadı.
İşte sözkonusu
cümleden bu mana kastedilmiş olabilir. Ayrıca şu ihtimal de vardır: Hicretten
sonra Rasûl-ü Zişan Efendimizin Mekke'deki evinin tasarrufu amcası oğlu Akil'a
kalmıştı. Rasûlü Ekrem Efendimiz bu cümleyle bunu kast etmiş de olabilir. Bu
hadis daha önce 2010 nolu hadisin açıklamasında geçmişti.[93]
1. Bir
müslüman, kafir olan yakılarına mirasçı olamaz.
2. Kâfir bir
kimse de müslüman olan yakınlarına mirasçı olamaz.[94]
2911... Abdullah
b. Amr'dan demiştir ki: Rasûlullah (s.a.)
"İki (ayrı) dinin
mensupları birbirlerine mirasçı olamazlar.[95]
buyurdu.[96]
Hadis-i şerifin genel
ifadesinden anlaşılan mana hiçbir din sâlikinin diğer bir din salikine mirasçı
olamayacağıdır. Nitekim, ez-Zührî ile İbn Ebî Leyla ve Ahmed b. Hanbel bu
hadise dayanarak bu hükme varmışlardır.
Ulemanın ekseriyeti;
"İnkar edenler birbirlerinin velisidirler "[97]
âyetini delil getirerek ehl-i küfrün tek bir millet olduğuna ve dolayısıyla
kâfirlerin birbirlerine varis olabileceğini söylemişlerdir.
Bu mevzuda Bezlü'l
Mechud yazarı şöyle diyor: "Metinde geçen iki din anlamına gelen milleleyn
kelimesinden maksat, İslamiyet ile küfürdür. İslamiyet başlıbaşına bir din
olduğu gibi Islamın dışında kalan dinlerin tümü de küfrü temsil eden tek bir
dindir. Bir kâfir bir müslümana mirasçı olamadığı gibi, bir müslüman da bir
kâfire mirasçı olamaz. Fakat İslamın dışındaki insanların tümü birbirlerine
mirasçı olabilirler.
Hanefi ulemasıyla İmam
Şafiî'nin görüşü budur. İmam Ahmed'le İmam Malik'e göre müslümanların dışındaki
insanlar da birbirlerine varis olamazlar. En sağlam rivayete göre, İmam
Malik'in görüşü şudur: "Ehl-i kitabın hepsinin dini başlıbaşına müstakil
bir din olduğu gibi, bunların dışında kalan müşrik ve putperestlerin tümü de
bindinden sayılırlar. Bu bakımdan bir yahudi bir hrıstiyana yahut ta bir
hrıstiyan bir yahudiye varis olamaz. Ancak bir hrıstiyan yine bir hrıstiyana
bir yahudi de yine bir yahudiye varis olabilir. Fakat ehl-i kitabın dışındaki
müşriklerin hepsi de birbirlerine varis olabilirler. el-Düsûkî isimli eserde
anlatılan budur."
Hanbelilere göre; her
inanç sistemi başlı başına ayrı bir dindir. Bunların mensupları ancak kendi
aralarında birbirlerinin varisi olabilirler. Diğerleri birbirinin varisi
olamazlar.
Mürtedin mirasına
gelince, Hanefi imamlarından trna$ ^nsufile İmam Muhammed'e göre, mürtedin hem
irtidad etmeden önceki;kazandığı malı, hem de irtidad ettikten sonra kazanmış
olduğu malı, müslütnan olan yakınlarına kalır. İmam Ebû Haıiife'ye göre onun
irtidad etmeden (Islamiyetten dönmeden) önce kazanmış olduğu malı müslümanlara
kalırsa da irtidad ettikten sonra kazanmış olduğu malı da savaşmadan
müslümanların eline geçen ganimet (fey) hükmündedir. İmam Malik'le tmam Ahmed
ve tmam Şafiî'ye göre mürtedin malı bir ganimet olarak hazineye kalır.[98]
2912...
Abdullah b. Büreyde'den demiştir ki:
(birisi) Yahudi ve
(diğeri de)rnüslüman (olan) iki kardeş (Ölen babaları için) Yahya b. Yamer'e
başvurdular (Yahya'da).onlardan muslümanı mirasçı kıldı. (Diğerini de mirastan
mahrum etti ve bu verdiği hükme delil olmak üzere şöyle) dedi:
“Ebû Esved'in bana
haber verdiğine göre; bir adam ona (şöyle) demiş -Muaz b. Cebel dedi ki: -Ben
Rasûlullah (s.a.)'i "İslam artar eksilmez" derken işittim. (Muaz bu
sözü söyledikten) hemen sonra müs-lümanı varis kıldı.-[99]
Hadis sarihlerinin
açıklamasına göre; iki oğlundan biri Yahudi diğeri müslüman olan bir yahudi
ölmüş, yahudi olan oğlu, tüm mirasın kendisine ait olması gerektiğini iddia
ederek malların tümüne elkoymuş. Bunun üzerine iki oğul arasında anlaşmazlık
çıkmış onlar da gidip Yahya b. Ya'mer'in hakemliğine başvurmuşlar. Yahya b.
Ya'mer mirası bu iki oğuldan müslüman olana verip diğerini mirastan mahrum
etmiştir. Bu uygulamasına Hz. Muaz'ın naklettiği "İslam artar,
eksilmez" mealindeki hadisi delil getirmiştir.
Yine hadis
sarihlerinin açıklamasına göre; "İslam artar eksilmez" sözü aslında
"İslâm, İslama yeni girecek kimselerle devamlı artacaktır. İrtidad edenler
yüzünden azalmayacaktır, lslami fütuhat devam edeceği için İslam ülkelerinin
sınırları genişleyecek kâfirlerin galebesiyle bugünkünden daha küçük
olmayacaktır, lslamın hükmü daima galip gelecektir" gibi manalara gelir.
Muaz b. Cebel (r.a.)
bu hadisten bir müslümanın bir kâfire varis olabileceği, fakat bir kâfirin bir
müslümana asla varis olamayacağı hükmünü çıkarmıştır. Görüldüğü gibi bu hüküm
tamamen Hz. Muaz'ın şahsi içtihadına dayanan bir hükümdür.
Fıkıh ulemasına göre,
hadiste bir müslümanın bir kafire varis olabileceğine dair bir ifade veya bir
delalet yoktur. Bir önceki hadis ise bir müslümanın bir kâfire vâris
olamayacağı kanusunda gayet açıktır. Binaenaleyh bir önceki hadisle amel etmek
gerekir.
Hafız el-Münavi
mevzumuzu teşkil eden hadisin munkatı olduğunu, Hafız el-Münzirî'de senedinde
kimliği meçhul bir râvi bulunduğunu söylemiştir.[100]
2913... Ebû'l
Esved ed-Dîlî'den demiştir ki; Muaz (b. Cebel)'a, kendisine (bir yahudi ile)
bir müslümanın varis olduğu bir yahudinin mirası getirilmiş. (Hz. Muaz da) Peygamber
(s.a.)'den (rivayet edilen bir önceki hadisin) manasına (sarılarak o müslümanı
bu mirasa varis kılmış).[101]
Hafız Münzirî'nin
açıklamasına göre Ebû Esved'in Hz. Muaz'dan hadis işittiği kesin olarak
bilinmemektedir. Bu bakımdan bu hadisin senedinde bir ittisal olduğu kesin
değildir. Bir önceki hadisin şerhinde de açıkladığımız gibi hadisin sıhhati
kesin olmadığından fıkth uleması bu mevzuda 2911 numaralı hadis-i şerifle amel
etmişlerdir.[102]
2914... İbn
Abbas'dan demiştir ki: Peygamber (s.a.) (şöyle) buyurdu:
"Cahiliyye
döneminden önce paylaştırılan her miras, paylaştırılmış olduğu şekilde
(geçerli)dir. İslamiyetin yetişmiş olduğu bir miras İslam taksimi üzere
(taksime tabii)dir.[103]
Hadis-i şerifte, bir
kimsenin mirası henüz paylaşılmadan önce o kimsenin yakınlarından birinin
müslüman olması halinde yeni müslüman olan bu kimsenin mirastan payının ne olacağı
meselesi üzerinde durulmaktadır. Bu mesele iki şekilde karşımıza çıkmaktadır:
1.
Oğullarından biri müslüman diğeri kafir olan bir müslümamn ölmesi ve mirası
paylaşılmadan önce kafir oğlunun da îslamiyeti kabul etmesi şeklinde karşımıza
çıkabilir.
2. Biri
müslüman diğeri kafir iki oğlu bulunan bir kafirin ölmesi ve mirası
paylaşılmadan önce kafir oğlunun da Îslamiyeti kabul etmesi şeklinde karşımıza
çıkabilir. Cumhur ulemaya göre, birinci şekilde yeni müslüman olan oğul,
müslüman olan babasının malına varis olamaz. İkinci şekilde ise yeni müslüman
olan bu oğul, kafir olan babasının mirasına varis olabilir.
Çünkü mirasın
varisliere intikali ölümle gerçekleşir. Binaenaleyh birinci misalimizde
müslüman babanın ölmesiyle miras, varislere intikal ettiğinden o anda kâfir
olan oğul bu mirastan bir pay alamaz. Aralarındaki din farkı onun mirastan pay
almasına manidir. İkinci misalimizde ise kafir olan babanın ölümüyle mirası
yine varis olanlara intikal ettiğinden o anda kafir olan oğullarının her ikisi
de ölünün malına varis olmuşlardır. Biraz sonra bunlardan birinin müslüman
olması onun varis olmasına mani değildir. Çünkü bu meselede önemli olan varis
adaylarının ölümün vukuu esnasındaki durumlarıdır.
Hafız Şemsuddin b.
Kayyİm bu hadisi açıklarken şöyle diyor: "Bu hadis-i şerif, Islamiyetten
önce yapılan akitlerin geçerli olduğunu bunjardan sadece iki kardeşin evlenmesi
ve dört kadından fazlasını bir nikah altında toplamak gibi Islamın yasakladığı
akidlerin geçersiz olduğunu ifade etmektedir. Nitekim "Ey iman edenler,
Allah'dan sakının ve kalan faizi bırakın”[104]
âyeti de bu gerçeğe delalet etmektedir. Bu sebebledir ki; Ra-sûlü Zişan
efendimiz Peygamber olarak gönderildikten sonra hiçbir müslu-mana cahiliyye
döneminçle kazandığı malların hesabını sormadığı gibi nikahını nasıl kıydığını
da sormamıştır. Bu husus", üzerine\pekçok İslam hükümlerinin bina
edildiği/bir asıldır.
Hz. Ömer'le tiz.
Osman, Abdullah b. Mesud, el-Hasen b. Ali, Mevzu-muzu teşkil eden hadis-i
şerife dayanarak yakını ölen bir kimsenin henüz mirası bölüşülmeden önce
müslüman olması halinde, mutlaka varis olabileceğini söylemişlerdir. Câbir b.
Zeyd'le Hasan-ı Basri, Mekhul, Katâde, Hamid, îyas b. Muaviye, İshak b. Rahuye
(r.anhum) ve bir rivayete göre de İmam Ah-med (r.a.) da bu görüştedirler. İmam
Ahmed'in arkadaşlarının ekserisi de bu görüştedir. Delil olarak mevzumuzu
teşkil eden hadisten başka bir de Sa-id b. Mansur'un Sünen'inde Urve'nin Hz.
Peygamber'den rivayet ettiği "Kim bir uygulama üzerinde bulunurken
müslüman olmuşsa o uygulama o kimse için geçerlidir." mealindeki hadisini
göstermişlerdir. Diğer bir delilleri de uygulamanın Hz. Ömer ve Osman
zamanında yürürlükte olduğu halde Hz. Ali'nin muhalefetinden başka hiçbir
muhalefetle karşılaşmamasıdır. Bu zatlara göre mirasın varislere intikali miras
sahibinin ölmesi ile değil mirasın taksimiyle gerçekleşir. Bu bakımdan miras
paylaşılmadan önce varis adaylarının din değiştirmelerine itibar edilmez.
Fıkıh ulemasının
ekserisine göre; mirasın varislere intikali ölümle gerçekleştiğinden varis
adaylarının miras sahibinin ölümü anındaki dini durumu göz önünde
bulundurulur. İmam Ebû Hanife ile İmam Şafiî ve İmam malik (r.a)'in görüşleri
de budur.[105]
2915... İbn
Ömer'den (r.a)- (rivayet olunduğuna göre) Mü'min-lerin annesi Aişe (r.anha)
hürriyetine kavuşturmak için bir câriye satın almak istemiş de (cariyenin)
sahihleri "biz Onu sana ancak velâsı bize ait olmak üzere satarız"
demişler. Hz. Aişe bunu Rasülullah (s.a.)'e anlatmış. Hz. Peygamber de
" Bu sana mâni
değildir. Çünkü velâsı âzad edene aittir." buyurmuştur.[106]
Velâ: Dostluk ve
yardım demektir. Miras hukukunda iki çeşıt vela vardır:
1. Köle azad
etmeden doğan velâ (velaü'l-ıtiaka)
2.
Akitleşmeden doğan velâ (velâül-müvalât)
Bu hadiste söz konusu
edilen velâjköle azad etmeden doğan velâdır.
İçtimaî, iktisâdı
siyasî ve tarihî bir köke dayanan kölelik müessesin]'kaldırmaya mütemayil
bulunan İslâm bu sahada da tedriç metodunu kullanmış, bir taraftan kölelere
insanca yaşama hakkı bahşederken diğer taraftan köle sahiplerini çeşitli tedbirlerle
- onları hürriyete kavuşturmaya teşvik eylemiştir. "Azad edilen kölenin
asabe ve farz (pay) sahibi varisi bulunmazsa azad eden (mevle'l-ıtaka) onun
varisidir" kaidesi işte bu teşvik tedbirlerinden biridir.[107]
Bir köleyi hürriyetine
kavuşturan kimse, eğer kölenin bir varisi yoksa o köleye varis olur. Bu hak
başkasına intikal edemez, cumhur ulemasının görüşü budur.
İbn Mâçe'nin
rivayetinde de açıklandığı üzere Hz. Aişe'nin hürriyetine kavuşturmak istediği
câriye Hz. Berire'dir. Berire (r.a.) 360 dirhem ödedikten sonra hürriyetine
kavuşmak üzere efendileriyle anlaşmaya vardı. Fakat bu parayı temin edebilmek
için Hz. Aişe'ye başvurdu. Hz. Aişe istenilen parayı Berire'nin efendilerine
vererek onu hürriyetine kavuşturmağa karar verdi. Berire'nin efendileri ancak
Berire'nin velâ hakkının kendilerine ait olmak üzere bu teklifi kabul
edebileceklerini söylediler.
Hz. Aişe onların bu
teklifini Hz. Peygamber'e arz edince Rasûl-ü Zişan efendimiz "sen onların
bu şartlarına uyarak istenilen parayı ver ve Beriye'yi hürriyetine kavuştur.
Onların bu şartı Berire'nin velâ hakkının sana ait olmasına mani değildir.
Anlamında "bu sana mani değildir. Çünkü velâ azad edene aittir"
buyurdu.[108]
Bunun üzerine Hz. Aişe
Berire'yi satın alıp azat etti. Alış-verişlerde iki taraftan birine menfaat
sağlayan bir şart fasit sayıldığı böyle bir şarta bağlı olarak yapılan
alışveriş batıl sayıldığı ve böyle bir alışverişin bizzat Hz. Peygamber
tarafından yasaklandığı halde, Peygamber Efendimizin Berire'yi efendilerinin
onu satarken kendilerine menfaat sağlayacak fasit bir şartı ileri sürmelerine
nasıl cevaz verdiği meselesi bu hadisin çözülmesi gereken önemli meseledir.
Âlimler meseleyi çeşitli şekillerde açıklamışlardır. Bunlardan bazıları
şunlardır:
a. Bu iznin
Hz. Peygamberin bu çeşit şartlara bağlı kalınarak yapılan alışverişleri
yasaklamadan önce verilmiş bir izin olması mümkündür. Bir başka ifadeyle
hadis-i şerifte anlatılan hadise sözü geçen yasaklamadan önce geçmiş olabilir.
b. Eğer bu
olayın sözü geçen yasaklamadan önce vuku bulduğu kabul edilecek olursa, o zaman
Hz. PeygamberMn yasaklamasından sonra cariye sahiplerinin böyle yasak bir şartı
ileri sürmelerine izin vermesi aslında "de ki! Hak (bu Kur'ân)
Rabbinizdendir. Artık dileyen inansın, dileyen inkâr etsin."[109] Âyetindeki tehdîd kabilinden bir tehdiddir.
c. Bu iznin
umumî olmayıp yalnız hadiseye mahsus olması da mümkündür. Bazan büyük bir
maslahat te'mini için küçük bir mefsedete tahammül edilebilir.
Hattâbî bu konuda
şöyle diyor: "İbn Ömer hadisi kölenin hürriyetine kavuşturulması şartıyla
satılması caiz olduğuna ve velânın köleyi azad eden kimseden başkasına ait
olması için ileri sürülecek bir şartın da geçersiz olduğuna delalet
etmektedir."[110]
2916... Hz.
Aişe'd°n demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) (şöyle) buyurdu:
"Velâ (köleyi
hürriyetine kavuşturmak için gereken) fiyatı veren ve (hürriyete kavuşturmak)
nimet(in)e sahip olan kimseye aittir."[111]
Metinde geçen fiatı
veren tabiriyle köleyi "satın alan kimse" kastedilmektedir. Bilindiği
gibi bir başkasının mülkünde olan bir köleyi hürriyetine kavuşturabilmek için
önce onu satın almak icab eder. Satın almak azat etmenin sebebi olduğundan
"köleyi satın alıp azat eden kimse "tabiri yerine "fîatı veren"
tâbiri kullanılmıştır. Bir köleyi azat eden kimse onun velâsına sahip olur. Bu
köle öldüğü zaman eğer kendisine vâris olacak bir yakını çıkmazsa aralarındaki
velâ (dostluk) dan dolayı onu azat eden malına vâris olur.[112]
2917... Amr
b. Şuayb'ın dedesinden (rivayet olunduğuna göre) Riâb b. Huzeyfe bir kadınla
evlenmiş de kadın ondan üç erkek çocuk dünyaya getirmiş, sonra çocukların
annesi ölmüş. Çocuklar da annelerinin ve hürriyetine kavuşturduğu kölelerinin
velâ hakkına vâris oldular. Amr b. As da (bu kadının) oğullarının asabesi idi.
Onları Şam'a götürdü (çocuklar orada) öldüler. Bunun üzerine Amr b. As geri geldi
ve (o sırada) kadının hürriyetine kavuşturduğu bir kölesi (geriye) bir miktar
mal bırakarak öldü. (Amr b. As da hem çocukların hem de bu kölenin mallarına vâris
olarak el koydu) Bunun üzerine (ölen kadının hayatta bulunan erkek kardeşleri)
Amr'ı Ömer b. el-Hattab'a şikayet ettiler.
Ömer de -RasÛlullah
sallallahü aleyhivesellem:
"Çocuğun yahutta
babanın kazandığı mal onun (hayatta) olan asabesinindir." buyurdu.- dedi.
(Ve Amr b. As lehine hüküm verdi).
Bu hadisi rivayet eden
Abdullah b. Amr rivayetine devamla dedi ki: (Ömer b. Hattâb) Amr b. As'a
(hitaben bu meseleyle ilgili olarak):
içinde Abdurrahman b.
Avf ile Zeyd b. Sabit'in ve diğer bir adamın şahitliği bulunan bir de mektub
yazdı. Nihayet Abdülmelik halifelik makamına getirilince (Hz. Ömer'in hükmüne
uyulmadığı için ölen kadının erkek kardeşleri) Hişarri b. İsrfıaiPe -yahutta
İsmail b. Hişam'a-şikâyette bulundular. (Hişam b. İsmail de) onlar(ın davasını)
Abdül-melik'e havale etti. (Abdülmelik, Hz. Ömer'in mektubunu ve bu meseledeki
hükmünü okuyunca:
(Hz. Ömer'in verdiği)
bu hüküm, benim de uygun gördüğüm paylaştığım hükümdür, dedi. Ömer b. Hattâb'ın
mektubuna göre o da lehimize hüküm verdi. "Biz şu ana kadar bu hükme göre
amel ede-
geldik."[113]
Hz. Riabb. Huzeyfe
(r.a.)'ın evlenmiş olduğu bu kadın, Ma'mer'in kızı ümmü vâil, el-Cümehiyye'dir.
Bu kadından doğan çocuklar hicretin ondokuzuncu yılında Filistin'de bulunan
Amras şehrinde çıkan bir veba salgınında ölmüşlerdir. Rivayete göre o sene bu
salgından yirmi beşbin kişi ölmüştür. Ebû Ubeyde (r.a.) ile Muaz b. Cebel
(r.a) da bu hastalıktan vefat edenlerdendir.
Sözü geçen üç çocuk bu
hastalıktan ölünce Hz. Amr b. As asabe olarak bu çocukların annelerinden kalan
mallarına ve yine annelerinin hürriyetine kavuşturduğu köle ve cariyelerinden
velâ yoluyla intikal edecek miras hakkına sahip olmak istemiştir. Metinde
açıklandığı gibi Hz. Ümmü Vâil'in hayatta olan erkek kardeşleri bu hakların
kendilerine ait olduğunu iddia ederek Hz. Ömer'e şikayette bulunmuşlarsa da Hz.
Ömer, Amr b. As'ın haklı olduğunu söylemiş ve Hz. Peygamber'in bu mevzudaki
hadisini hatırlatmıştır.
Amr b. As'ın oğlu olan
râvi Abdullah'ın rivayet ettiği bu hadis, İbn Mâ-ce'nin Sünen'inde daha uzun ve
daha ayrıntılıdır. İbn Mace'in Sünen'inden
anlaşıldığına göre;
Emevî halîfelerinden Abdülmelik b. Mervan'ın halifeliği yıllarında (H. 65-86)
sözü geçen Ümmü Vâil isimli kadının hürriyetine kavuşturduğu bir kölesi ölünce
kadının erkek kardeşleri, Hz. Ömer'in fetvasına uymayarak, kız kardeşlerinin
velâ hakkının kendilerine verilmesini istemişler. Bu maksatla o günün Medine
valisi olan Hişam b. İsmail'e müracaat etmişlerdir. Hişam da onların
şikayetini halîfe Abdülmelik'e havale etmiş. Bunun üzerine Abdullah b. Amr b.
As hemen halifeye müracaat ederek kendisine Hz. Ömer'in bu mevzuda rivayet
ettiği hadisi ve vermiş olduğu hükmü bildirmiş, halife de Hz. Ömer'in fetvasına
göre hükmetmiştir.[114]
1. Azâd
edilmiş olan bir köle öldüğü zaman onun ve-la hakkı eski efendisine, oda yoksa
onun yakınlarına intikal eder.
Cumhuru ulemaya
"velâ (hakkı) hürriyete kavuşturana aittir." mealindeki 2915 numaralı
hadise dayanan hürriyetine kavuşturulan bir köle üzerindeki velâ hakkına onu
azat edenden başka hiçbir kimsenin varis olamayacağını söylemişlerdir. Hz.
Ömer'e Hz. Ali, Zeyd, İbn Mesûd, Übeyy b. Ka'b, îbn Ömer, Ebû Mesud, el-Bedri,
Usame b. Zeyd, Ata, Tavus, Salim b. Abdullah, Hasan-ı Basrî, îbn Şîrîn,
Eş-Şa'bî, ez-Zührî, en-Nehaî, Ka-tade, Ebû Zinad, İbn Nesit, İmam Malik,
es-Sevrî, İmam Şafiî, İshak, Ebû Sevr ve Rey sahihlerinin de bu görüşte
olduklarını belirtelim.
Ancak Şureyh, bir
kimsenin hayatında kazandığı bütün mallar gibi velâ hakkının da varislerine
intikal edeceğini söylemiştir.
Sahih olan rivayete
göre Ahmed b. Hanbel (r.a.)'da cumhurun görüşündedir.[115]
Mevzumuzu teşkil eden bu hadise göre hiçbir varisi bulunmadan ölen azatlı bir
kölenin malına, onu azat eden efendisinin varis olabileceği gibi, efendisi
bulunmadığı takdirde, efendisinin oğlu ya da erkek kardeşi varis olabilir.
Fakat oğlun oğlu ile erkek kardeşin oğlu varis olamaz.
Cumhurun görüşüne
göre, sadece efendisinin kendisi varis olabilir, onun yakın asabeleri varis
olamaz.
2. Azadlısı
bulunan bir kadın öldüğü zaman erkek çocukları ve erkek kardeşleri varsa onun
malı erkek çocuklarına intikal ettiği gibi velâ hakkı da çocuklarına intikal
eder.
3.
Annesinden velâ hakkı kendisine intikal eden çocuk öldüğü zaman bu hak çocuğun
asabesine intikal eder, annesinin kardeşlerine intikal etmez.
M. Yetkili ilim adamı
ve şer'î hâkim bir hüküm verdiği zaman bunu yazdırması ve şahidle tevsik
etmesi meşrudur.[116]
2918...
Hisam (b. Ammar) ile Yezid (b. Halid)'in haber verdikle-göre;(temim-ed-Dâri,
Fahr-i kainat efendimize);
"Ey Allah'ın
Rasûlü, müslüman bir kimsenin telkiniyle onun huzurunda müslüman olan bir kişi
hakkında şer'î hüküm nedir?" diye sormuş.
(Peygamber efendimiz
de):
"O (müslüman,
müslümanlığına vesile olduğu kişiyi) sağlığında ve ölümünde insanların en
yakın olanıdır." buyurmuştur.[117]
Bu hadis-i şerîf
"bir müslümanın kendisi vasıtasıyla müslüman olan kişinin en yakını
(velisi) olduğunu ifade etmektedir.
İshak b. Rahuye bu
hadis-i şerife dayanarak, bir kimsenin müslüman olmasına sebep olan bir
müslümanın o kimsenin en yakın velisi olarak o kimsenin medeni münasebetleri
üzerine veliliğin verdiği tasarruf yetkisini kullanabileceğini söylemiştir. Bu
görüş İmam Ahmed (r.a.)'den de rivayet edilmiştir. Ulemanın ekserisine göre;
müslüman müslümanlığına vesile olduğu kimsenin velisi ya da mevlâsı değildir.
İmam Ebû Hanife ile imam Şafiî, İmam Mâlik ve Sevrî de bu görüştedirler. Velisi
de değildir. Mevlası da değildir. bu görüş İmam b. Ahmed'den de rivayet
olunmuştur.
Ömer b. Abdulaziz ile
Said b. el Museyyeb ve Amr b. el Leys (r.a)' ise mevzumuzu teşkil eden bu
hadise dayanarak sözü geçen müslümanın müslümanlığına vesile olduğu bir
kimsenin mevlası ve dolayısıyla varisi olduğunu söylemişlerdir.
İmam Şafiî ile onun
görüşünü paylaşan fıkıh âlimlerinin bu mevzudaki delilleri, bir kimsenin velâ
hakkı ancak onu hürriyetine kavuşturana ait olduğunu ifade eden 2915 numaralı
hadistir. Konumuzla ilgili hadiste sözü geçen müslümanın müslüman ettiği
kimsenin mevlâsı olarak onun malına varis olması ile ilgili uygulamanın İs
lamın ilk yıllarına ait bir uygulama olup sonradan yürürlükten kaldırılmış
olması ihtimal dahilindedir.[118]
Bu hadisteki "o
sağlığında ve ölümünde ona insanların en yakınıdır sözüyle "o hayatında
ona en yakın yardımcı ölümünde de cenaze namazını kıldırmaya en salahiyetli
kimsedir." denmek istenmiş de olabilir.
Görüldüğü gibi İmam
Şafiî ile onun görüşünü paylaşan fıkıh âlimlerinin bu görüşleri bir müslüman
la onun müslümanlığına sebep olduğu kişinin arasında bir "muvalat akdi:
karşılıklı diyet ödeme varis olma ve yardımlaşma anlaşması" bulunmaması
haliyle ilgilidir. Fakat aralarında böyle bir anlaşmanın bulunması halinde bu
iki kişinin birbirlerine varis olmalarında bir sakınca yoktur. Hanefilere göre,
aralarında muvalat (hısımlık) anlaşması bulunan iki kişinin birbirlerinin
mallarına varis olabilmeleri için taraflarda şu şartların bulunması gerekir:
1. Hür olmak
2. Başkası
tarafından azad edilmiş olmamak,
3. Karı veya
koca dışında asabe veya farz (pay) sahiplerinden bir akrabası bulunmamak,
4.
Zevilerhamdan bir hısımı bulunmamak,
5. Akdi
yapanların akıl ve baliğ olmaları.
Mevzumuzu teşkil eden hadisi
musannif Ebû Dâvud iki ayrı şeyhten rivayet etmiştir. Bunlardan Yezid b. Halid
bu hadisi Temim-i Darı nasıl ve kimin vasıtasıyla aldığını belirtmeden doğrudan
doğruya temimi Dari'nin Hz. Peygamber'e yönelttiği soruyu ve Resûl-i Ekrem'in
verdiği cevabı nakletmekle yetinmiştir. Bu bakımdan Yezid'in bu rivayeti
mürseldir.
Diğer Şeyhi Hişâm ise
bu hadisi Temim-i Dari'den Kabisa b. Züeyb aracılığıyla aldığını belirtmiş ve
hadisini 'an'ane yoluyla rivayet etmiştir. Bu bakımdan Hişam'ın rivayeti
muttasıl ve*mu'anan bir rivayettir. Musannif Ebû Davud'un her iki şeyhinde
senetlerini de nakletmekten maksadı bu farka işaret etmektir. Bu hadisin
rivayetinde üç ihtilâf vardır:
1. Hadisin
ravilerinden Abdullah b.Mevhib'in ismi bazı rivayetlerde Abdullah b. Vehb
olarak geçmektedir. İmam Tirmizi ile
Hafız îbn Hacer'e göre doğru olan Abdullah b. Mevhib'dir.
2. Herne
kadar bu hadis-i şerifte Abdullah b. Mevhib ile Temim-i Dâri arasında Kabisa b.
Züeyb zikredilmişşe de Yahya b. Hamza gibi bazı kimseler bu, hadisi Abdulaziz
b. Ömer'den rivayet ederken senedine Kabisa'yı ilave etmişlerdir.
3. İbn
Mâce'nin Sünen'i ile İmam Ahmed'in Müsned'inde bu hadisi Veki işittim tabirini
kullanarak rivayet etmiştir. Darimi'nin Sünen'i ile tmam Ahmed'in Müsned'inde
Ebû Naim'den gelen rivayette de bu tabir vardır. Ancak Tirmizî'nin Sünen'inde
bu tabir yoktur. Hafız ibn Hacer'in Tehzibü't-Tehzib isimli eserinde
açıkladığına göre, hadisin bu tabirle nakledilmesi hatalıdır. Çünkü Abdullah
b. Mevhib Temim-i Dâri ile hiç karşılaşmadığından hadisi ondan dinleyerek
alması mümkün değildir.
Her ne kadar bazıları
bu hadisin sıhhatinde şüpheye düşmüşlerse de İbn Kayyim'in açıkladığı gibi bu
hadis çeşitli hadislerle te'yid edildiğinden derece itibariyle hasen'den aşağı
düşmez.[119]
2919... İbn
Ömer (r.a.) demiştir ki:
"Rasûlullah
(s.a.) velâ (hakkı)mn satılmasını ve bağışlanmasını yasakladı"[120]
Burada yasaklanan
velâdan murat vela-i ıtakadır. Velâ-i ıtakanın sebebi azat etmek değil, kölenin
azad olmasıdır. Çünkü bir kimse yakın akrabasından bir köleye miras yolu ile
sahib olursa köle azad olur, velâ hakkı da sahibine verilir. Eğer velânın
sebebi azad etmek olsaydı sahibine verilmemesi icab ederdi. Çünkü sahibi onu
azad etmemişti. Azad olan köle ölürse onu azad eden kimse yahut vârisleri
köleye mirasçı olurlar. Arablar bu hakkı kimi satar, kimi birine hibe
ederlerdi. Rasûlullah (s.a.) bunu men' etti zira velâ hakkı neseb gibidir. Hibe
edilemeyeceğini de müttefiktirler. Ancak İbn Münzir burada ikinci bir kavil
olduğunu söylemiştir. Mezkur kavle göre, Meymûn'e binti Haris (r.a) âzâd
ettiği kölelerinin velâ hakkını Hz. Abbas'a hibe etmiş, Urvede Tahman'ın
velâsını Musab b. Zü-beyr'in mirasçıları için satın almıştır. Ata'nıirtia
sahibi kölesine dilediği kimse, ile velâ akdi yapmak için izin verebilir."
dediği rivayet olunur. Bu da velânın hibe edilmesi demektir. Nevevî,
"ihtimal bu zevat bu hadisi duymamışlardır" diyor. Cumhur ulemaya
göre velâ ne satılır ne de hibe edilir. Çünkü Peyamber (s.a): - "Velâ
neseb karabeti gibi bir karabettir" buyurmuştur. Bunu Hz. İbn Ömer merfu
olarak rivayet etmiştir. Hadis İbn Huzeyme, İbn Hibban ve Hâ-kim'e güre
sahihtir. Yalnız Beyhakî onun illetli olduğunu söylemiştir. Aynı hadisi İbni
Ömer (r.a.)'dan İbn Battal da merfu olarak başka bir tarikle rivayet etmiştir.
Velâ neseb gibi olduğuna göre, değiştirilmesine imkân yoktur. Çünkü nesebin
değiştirilemeyeceğine icma mün'akid olmuştur. Neseb değiştirmek mümkün olmadığı
içindir ki Teala Hazretleri evladlıklara miras vermeyi neshetmiş ve onları
babalarının adları ile çağırmayı emir buyurmuştur. Resûl-ü Ekrem (s.a.)'i de
babasından başkasına intisab edenlere lanet eylemiştir.[121]
2920... Ebû
Hüreyre'den demiştir ki; Peygamber (s.a.) (şöyle) buyurmuştur:
"Yeni doğan bir
çocuk (işitecek kadar yüksek) bir ses çıkaracak olursa vâris kılınır."[122]
İstihlâl: Ağlamak ya
da bağırmak suretiyle sesi yükseltmek demektir. Ancak burada bu kelimeyle ne
kastedildiği hususunda ulema farklı görüşler ileri sürmüşlerdir.
Hattâbi'ye göre,
"istihlâl; kelimesi burada ses çıkarmak, aksırmak, nefes almak kımıldamak
gibi" canlılığa delalet eden bir alamet anlamında kullanılmıştır. Yeni
dünyaya gelen bir çocuk ağlamak veya bağırıp çağırmak suretiyle bir ses
çıkarırsa, yahutta ses çıkarmayıp da aksırmak, tıksırmak, nefes almak,
kımıldamak gibi bir canlılık belirtisi gösterse, bu çocuk ana rahminde
bulunduğu sırada Ölmüş olan bir yakının malına varis olabildiği gibi, başkası
da ona varis olabilir. Aksi takdirde kendisi başkasına varis olamadığı gibi,
başkası da ona varis olamaz. İmam Sevrî (r.a.) ile tmam Evza'ijmam Şafiî, İmam
Ebû Hanîfe ve taraftarları bu görüştedirler. İmam Malik'e göre yeni doğan bir
çocuk ses çıkarmadıkça aksırıp tıksırsa veya kımıldasa bile canlı doğmuş
sayılamaz.
Yine ulemadan
bazılarına göre, buradaki istihlâl kelimesiyle kasdedilen yeni doğan bir
çocuğun ağlamak veya bağırıp çağırmak suretiyle sesini yükseltmesidir. Yeni
doğan bir çocuk sesini yükseltmeden ölecek olursa kendisi ana rahminde iken
ölen bir yakınına varis olamadığı gibi, başkası da ona varis olamaz. Çünkü
çocuğun canlı olarak doğmasının tek alameti doğduğu zaman ses çıkarmasıdır.
Muhammed b. Şirin ile Şa'bi,
ez-Zührî ve Katâde bu görüştedirler. Bu görüşte olan sözü geçen ulemadan Zührî
aksırmanın da istihlâl gibi hayât alameti olduğunu söylemiştir. Merhum Ömer
Nasuhi Bilmen, Fıkıh ulemasının bu mevzudaki görüşlerini naklederken şöyle
diyor:
İmam Şafiî'ye ve İmam
Malik'ten bir rivayete göre; sukut eden bir hami, harekette, teneffüsde bulunsa
veya aksırsa hem vâris, hem de müverris olabilir. İmam Ahmed'e göre, ise
bunlar kâfi değildir. îstihlal ile ne vâris* ne de müverris olabilir. Bir kerre
olsun süt emmesi lâzımdır.[123]
2921... İbn
Abbas'dan demiştir kir
"Yeminlerinizin
bağladığı kimselere hisselerini verin..[124]
(âyet-i kerimesi inince müslümanlardan) birisi diğeri ile anlaşıyor ve aralarında
bir kan bağı olmadığı halde (anlaşma sebebiyle bu iki kişiden) biri ötekine
varis oluyordu. Sonra Enfâl (âyeti) bunu yürürlükten kaldır.Yüce Allah (Enfâl
âyetinde şöyle) buyurdu: "Rahim sahihleri (hısımlar) Allah'ın kitabına
göre birbirlerine (varis olmağa) daha yakındırlar.[125]
Burada söz konusu
edilen anlaşmadan maksat 2918 numaralı hadisin şerhinde ayrıntılı olarak
açıkladığımız iki kişinin karşılıklı diyet ödeme, varis olma veya yardımlaşma
mevzuunda anlaşmalarından doğan ve Muvâlat akdi denilen hukukî münasebettir.
Sözü geçen hadisin şerhinde de açıkladığımız gibi aralarında böyle bir anlaşma
bulunan kimselerden biri ölünce eğer yakını yoksa diğeri onun malına varis
olabiliyordu.
Bu hadis-i şerifin zahirinden
anlaşıldığına göre bu uygulama Enfâl suresinin yetmjşbeşinci âyetiyle
yürürlükten kaldırılmıştır.
Cumhur ulema bu
hadis-i şerifin zahirine sarılarak muvâlat akdinin yürürlükten kaldırıldığını
ve hukukîliğini kaybettiğini söylemişlerdir.
Hanefilere göre
muvalât akdi yapan mevlâ'l-muvalat dediğimiz kimselere pay ayrıldığını ifade
eden Nisa sûresinin 33. âyeti gereğince bu kimseler arasında cereyan eden
miras hükümleri Enfâl sûresinin yetmişbeşinci âyetiyle yürürlükten kaldırılmamıştır.
Çünkü Rahim akrabalarının birbirine varis olması daha uygundur.[126]
mealindeki âyet sözü geçen Nisa süresindeki âyetin hükmünü neshetmez, ancak
tefsir eder. Çünkü o âyet Rahim sahihlerinin mirasta mevla'l muvalat'tan daha
ileri olduğunu bildirir. Bu tıpkı oğul bulunduğu zaman mirası kardeşten daha
ileri olması gibidir. Oğul kardeşi miras sahibi olmaktan, çıkarmaz. Ancak
mirası kendisi alır. Ama oğul bulunmasa miras kardeşe düşer. Rahim sahihleri
de bulunursa miras onlara düşer, ama rahim sahipleri bulunmadığı zaman mirası
mevlâ'l-muvalat alır.
Mâlik, Sevrî, Evzâî ve
Şafiî'ye göre asabe ve rahim sahihlerinden yakını olmayanın mirası devlete
aittir. Mevlâ'l muvalata düşmez. Malîkiler veŞafiîler Hanefilerin içtihadına
karşı şöyle diyor:
Bu âyette anlatılanın
(mevlâ' muvalatın) vâris olacağına dair bir delil yoktur. Çünkü böyle bir
delalet üç şeye bağlıdır:
1.
"Yeminlerinizin bağladığı kimselere hisselerini verin"[127]
cümlesiyle
mutlaka antlıların
kasdedilmesi,
2. Bu cümlede
geçen nasib kelimesiyle mirasın kastedilmiş olması,
3. Bu
cümlenin muhkem olması[128]
2922... İbn
Abbâs'dan "Yeminlerinizin bağladığı kimselere hisselerini veriniz"[129]
âyeti hakkında (şöyle) dediği (rivayet olunmuştur):
"Muhacirler
Medine'ye geldikleri zaman Rasûlûllah (s.a.)'ın ensarla muhacirler arasında
kurmuş olduğu kardeşlikten dolayı (muhacirler) ensara (bir ensarhmh)
akrabasından önce (mirasçı kılınırlardı). (Bu âyet bu tatbikatla ilgiliydi. Bir
süre sonra) "Ana babanın ve akrabanın bıraktıklarından her birine
varisler kıldık...[130]
(mealindeki âyet-i kerime) inince bu âyet öbür âyeti neshetti. Binaenaleyh)
"yeminlerinizin bağladığı kimselere hisselerinizi veriniz"[131]
(âyet-i kerimesinde yeminlerin bağladığı kimselere verilmesi emredilen
hisseden maksat) yardım, nasihat ve onlara yapılacak vasiyettir. (îşte bu şekilde
muhacirlerin ensarın malı üzerindeki) miras (hakları) yürürlükten kalktı.[132]
Metinde geçen âyet-i
kerimesindeki akd kelimesi bağlamak, güçlendirmek sağlamlaştırmak anlamına gelir.
Eleymân kelimesi ise "elyemin" kelimesinin çoğuludur.El yemin
"sağ el" anlamına geldiği gibi, kasem yani yemin anlamına da gelir.
Akd yaparken insanlar birbirlerinin sağ ellerini tutup tokalaştıklarından
bunlara "sağ ellerinizin bağladığı kimseler" denmiştir. Fakat burada
"el eyman" kelimesinin yemin anlamına gelmesi daha doğru ve
uygundur.[133] Her ne kadar Buharı ve
İbn Kesir'in rivayetlerinde metinde geçen "yeminlerinizin bağladığı..."[134]
âyetinin"Ana-baba ve akrabasının..."[135]
âyetini neshettiği ifade ediliyorsa da mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifte
aksi ifade edilmektedir. Taberinin ifadesine göre doğrusu da budur.[136]
Burada yeminlerle akit yapanların kimler olduğu meselesi üzerinde birkaç görüş
vardır:
1. Bu cümle ile
kasdedilen halifler, kendileriyle dostluk ve kardeşlik ahd edilmiş
bulunanlardır. Fıkıh ilminde mevlelmiivâlat diye anılan bu akdi bir önceki
hadisin şerhinde açıklamıştık.
2. Hz.
Peygamberin Medine'de aralarında kardeşlik bağı kurduğu en-sar ile muhacirlerdir.
Bu bağ sebebiyle aralarında kardeşlik bağı bulunan ensar ile muhacirler
birbirlerine varis olabiliyorlardı. "Ana babanın ve akrabanın
bıraktıklarından herbirini varisler kıldık[137]
âyeti inince bu uygulama yürürlükten kaldırıldı. Kardeşler arasında da sadece
yardımlaşma nasihat ve vasi-yetleşmek kaldı.
3. Bu cümle
ile kastedilen evlatlıklardır. Daha önce evlatlıklar kendilerini evlat
edinenlere varis olurdu. âyetiyle onlara mirastan pay verilmesi emredildi.
Fakat daha sonra inen âyetlerle miras sadece farz (pay) sahibleriyle asabe ve
zevil erhama bırakıldı. Evlatlıklara da sadece vasiyet yoluyla pay verildi.
4. Ebû Ali
el-Cübbâî'ye göre cümlesi kendisinden bir önceki cümlede bulunan kelimeleri
üzerine atfedilmiştir. O zaman mana şöyle olur. Ana-babanın, akrabanın ve
yeminlerinizin bağladığı kimselerin geriye bıraktığı mallar için vârisler
yarattık. Mirası antlıya değil vâris olan mevlalara veriniz. Cübbâî'nin bu
te'vili çok uzak bir yorumdur.
5. Ebû
Müslim eJ İsfahanî'ye göre ise bu cümle ile kast edilen aralarında nikâh bağı
bulunan karı kocadır.[138] Her
ne kadar İbn Abbâs (r.a.) söz konusu cümle ile Resül-ü Ekrem'in Medine'de ensar
ile muhacirler arasında kurduğu kardeşliğin kastedildiğini söylemişse de ulema
bu mevzuda ileri sürülen görüşler içerisinde en kuvvetli görüşün birinci ve
beşinci maddede açıkladığımız görüş olduğunu söylemişlerdir. Birinci maddede
zikredilen akdin hükmünü ise 2918 numaralı hadisin şerhi ile bir önceki hadisin
şerhinde açıkladık.[139]
2923...
Davûd b. el-Husayn'dan demiştir ki:
Ben Ümmü Sa'd bnt
er-Rabi'a (kur'an) okuyordum. (Ümmü Sa'd) Ebû Bekir'in himayesinde kalmış yetim
bir kız idi. (ben kendisine) "yeminlerinizin bağladığı kimselere
hisselerini verin...[140],
(âyetini) okuyunca - (bu âyeti) (şeklinde) okuma (da şeklinde oku).Çünkü bu
âyet Ebû Bekir'le İslamı kabul etmeyen oğlu Abdurrahman hakkında inmişti,
(oğlunun müslü-manhğı reddettiğini gören) Hz. Ebû Bekir de onu varis
kılmayacağına yemin etmişti. (Abdurrahman) müslüman olunca yüce Allah, onun hissesini
vermesini Peygamberine emretti.
(Râvi) Abdülaziz (bu
rivayete şunu da) ilave etti: (Abdurrahman) kılıçla İslama zorlanıncaya kadar
müslümanhğa girmedi.
Ebû Dâvud der ki (bu
âyeti) i-üâ (şeklinde) okuyan bir kimse bu akdi (tek taraflı) bir yemin kılmış
olur. (şeklinde) okuyan da bu akdi karşılıklı yemin kılmış olur..' Doğrusu ise
Talha'nın rivayeti (olan) (şeklindeki
kıraat)tir.[141]
Hz. Ebû Bekir'in oğlu
Abdurrahman'ın Islamı kılıç zoruyla kabul etmesinden maksat; Islâmı kabul
etmesi için ona kılıç çekilmiş olması demek değildir. Onun müslümanların
küffara karşı askeri üstünlüğü sağlayıp da üstüste zaferler kazanmaya
başladığını görünceye kadar İslamı kabule yanaşmayıp ancak bu üstünlüğü
gördükten sonra müslü-man olmasıdır.
Her ne kadar musannif
Ebû Dâvud burada Hz. ümmü Sa'd'ı er-Rabi'in kızı olarak göstermişse de, aslında
Hz. Ümmü Sa'd, onun kızı değil, torunudur. Tehzibii't-Tehzib'de Hafız İbn
Hacer onun künyesinin Ümmü Sa'd bint Sad b. er-Rabi' b. Any b. Ebî Züheyr
olduğunu isminin de Cemile olduğunu ve kendisinin de sahâbiye olduğunu
kaydediyor.
Anlaşılan Ümmü Sa'd
sözü geçen Nisa sûresinin şeklinde okuduğunu hiç duymamış olduğu için âyetin bu
şekilde okunmasına itiraz etmiş ve şeklinde okunmasını istemiştir. Nitekim Hz.
Aişe'de "Fakat ne zaman ki Peygamberler umutlarını kestiler ve
kendilerinin yala-na çıkarıldıklarını (kafirlere karşı kendilerine yapılacağı
va'dedilen yardımın yapılmayacağını) sandılar.."[142]
mealindeki âyette geçen kelimesinin sülasi babdah okunduğunu hiç duymamış
olduğu için bu şekilde okunduğunu görünce buna itiraz etmiş ve bu fiilin
tef'il babından okunması gerektiğini iddia etmişti.
Bu hadis-i şerif
İslâm'ın ilk yıllarında yapılan yeminlerin miraslar hakkında da geçerli olduğu
yapılan bir yeminle aslında mirasçı durumunda olan birinin mirastan
düşürülebildiği gibi mirasçı olmayan birinin de mirasçı kılındığına dair
yapılmış olan bir yeminle yemin sahibinin malına mirasçı kılındığını ifade
etmektedir. Yine bu hadis-i şeriften anlaşıldığına göre; Hz. Ebû Bekir bu
uygulamadan yararlanarak müslümanlığı kabul etmeyen oğlu Ab-durrahman'ı
mirastan mahrum edeceğine dair yemin etmiş. Nihayet Hz. Ab-durrahman Mekke'nin
fethine tekaddüm eden günlerde müslüman olmuş da bunun üzerine Cenab-ı Hak Hz.
Ebû Bekir'in Abdurrahman'a hissesini vermesi için "... yeminlerinizin
Çağladığı kimselere hisselerini verin.."[143]
âyetini indirmiştir.
Metinde geçen âyet
hakkında yapılan muteber açıklamaları bir önceki hadisin şerhinde nakletmiştik.
Buradaki açıklama bir önceki hadisin şerhinde geçen muteber bir açıklama
değildi^
Hafız İbn Kesir bu
hadisteki açıklama hakkında şöyle diyor: "Bu garib bir sözdür. Sahih olan
birinci olarak serdettiğimiz görüştür. (Yani sahih olan görüş yeminlerinizin
bağladığı kimseler sözüyle mevlel muvalat kastedildiğini ileri süren görüştür.)
Bu birinci görüşe göre İslâmın başlangıcında iki kişi yeminleşerek
biribirlerinin malına varis olabiliyorlardı. Daha sonra bu uygulama kaldırıldı.
Fakat daha önce yapılmış olan yeminlerin hükmü geçerli sayıldı. Zira
müslümanlar yapmış oldukları ahid ve yeminlerine sadık kalmakla
emrolunmuşlardı.[144]
Hafız Münzirî ise bu
hadis hakkında sükût etmektedir.[145]
2924... İbn
Abbâs (r.a.)'den demiştir ki:
“Onlar ki inandılar ve
hicret ettiler...[146]
(âyet-i kerimesi inince (Hicret etmemiş olan müslüman) bir arab (yakınlarından
olan) bir muhacire mirasçı olamadığı gibi bir muhacirde ona mirasçı olamazdı.
"... Rahim sahihleri (akraba olanlar) biribirlerine (mirasçı olmağa) daha
uygundurlar..."[147]
(âyet-i kerimesi) bu âyeti neshetti.[148]
Metinde geçen Enfâl sûresinin
yetmiş ikinci âyet-i kerimesi nazil olunca muhacirler ve ensar akraba olmadıkları
halde biribirlerine varis kılınmışlardır. Nihayet bu uygulama Enfal sûresinin
yetmiş beşinci âyet-i kerimesi ininceye kadar devam etmiş, bu âyetin nü-zuluyla
bu uygulama yürürlükten kaldırılmış ve miras âyetlerinde belirlendiği şekilde
ancak yakın akrabalar birbirine mirasçı kılınmışlardır. Bunun üzerine sahabe-i
kiramdan biri "Ey Allah'ın Resulü bu âyet-i kerimeye göre, biz müşrik
akrabalarımıza mirasçı oluyor muyuz?" diye sormuş bu soru üzerine de;
"İnkar edenler birbirlerinin velisidirler.[149]
âyet-i kerimesi nazil olmuştur.[150] bu
hadisin senedinde çeşitli tenkidlere uğramış olan Ali b. Huseyn vardır.[151]
2925...
Cübeyr b. Mütim'den demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) (şöyle) buyurdu:
İslâmiyette (kötülükte
yardımlaşmak üzere) antlaşma yoktur. Cahiliye döneminde (hayırlı işlerde
yardımlaşmak üzere yapılmış olan) antlaşmaları ise İslamiyet sadece
kuvvetlendirir.."[152]
2926... Asım
el-Ahvel'den demiştir ki:
Ben Enes b. Malik'i
Rasûlullah (s.a.) bizim evlerimizde muhacirlerle ensar arasında (kardeşlik)
antlaşması yaptı" derken işittim. (Enes bunu söyleyince) kendisine:
Rasûlullah (s.a.)
"İslamda antlaşma yoktur" buyurmamış mıyiı?- denildi (Oda) iki yahut
da üç defa "Rasûlullah (s.a.) bizim evlerimiz de muhacirlerle ensar
arasında (kardeşlik) antlaşma(sı),yaptı." cevabını verdi.[153]
Hılf: Ikı kısmın
birbirlerine yardımda bulunacaklarına ve birbirlerini takviye edeceklerine dair
ittifak etmeleridir. Cahıliyyet devrinde arab kabileleri başkalarıyla çarpışmak
ve onlara baskı yapmak için birbirleriyle muahede yaparlardı. Bu türlü ittifak
Rasûlullah (s.a.)'in:
"İslâm'da
ahidlesme yoktur" hadisiyle yasak edilmiştir. Fakat yine ca-hiliyet
devrinde mazluma yardım ve sılairahim gibi şeyler için de ittifak yapılırdı.
Bu hayır ve hakka yardım için yapıldığından îslamiyette de meşru plarak
kalmıştır. Rasûlullah (s.a):
"Cahiliyyet
devrinde olan herhangi bir ahidleşmeyi İslâm ancak şiddet (kuvvet) yönünden
artırmıştır.'* buyurarak bu nevi ittifakın neshedilme-diğini anlatmak
istemiştir.
Taberi: "Bugün
ittifak ve sözleşme caiz değildir. Çünkü hadisdeki kardeşlik ve bu kardeşlikle
birbirlerine mirasçı olmak gibi şeylerin hepsi "rahim akrabaları,
birbirine daha yakındır[154]
âyetiyle neshedilmiştir demiştir. Neyevî de şunları söylemiştir: "Mirasa taallûk
eden şeylerde cahiliyyet ittifakına muhalefet göstermek Cumhuru ulemaya göre
müstehabtır. Fakat İslam'da kardeşlik ve Allah'a taat hususunda ittifak dinde
yardım almak, hakkı ikame için dayanışmak bakidir. Neshedilmemiştir...”
Hasılı birbirine zıt
gibi görünen bu rivayetlerden anlaşılan budur. Yani İslam'da ahidleşme yoktur
hadisinden murad şer'en yasak olan miras ittifakı gibi şeylerdir. Cahiliyyet
devrinden beri yapılagelen herhangi bir ittifakı İslam'ın ancak
kuvvetlendireceğini bildiren hadis ise meşru olan kardeşlik ve din hususunda
yardımlaşma ittifakıdır.[155]
2927... Said
(b. Müseyyeb (r.a.))'den demiştir ki: Ömer b. Hattab "diyet akilenindir,
kadın kocasının diyetine varis olamaz" derdi. Nihayet kendisine ed-Dahhak
b. Sufyân: "Eşyem ed-Dibâbî'nin hanımına kocasının diyetinden miras payı
vermem için Rasûlullah (s.a.) bana mektup yazmıştı." dedi de. Hz. Ömer bu
görüşünden döndü.
Ahmed b. Salih dediki
bize bu hadisi Abdurrezzâk Ma'mer'den, O da Zührî'den, O da Said'den rivayet
etti ve bu rivayetinde şöyle dedi: (Hz. Peygamber Dahhak b. Süfyan'ı Arablara
zekat tahsildarı olarak görevlendirmişti.[156]
Diyet; Can
karşılığında yahut da bir organı zarara uğratma karşılığında verilen
tazminattır.
Akile: diyeti ödeyen,
asabe, aşiret, ehl-i divan ve sairedir. Bunlar kendi efradından birinin şüphe
ile veya hata ile yaptığı cinayetin diyetini veya gur-re denilen karşılığını
ödemekle mükelleftirler.
Diyeti ödeyenlerden herbirine
akil denir. Hepsine birden akile denir ki cemaat-i akile manasındadır.[157]
Yapılan bu açıklamadan
da anlaşılacağı üzere diyetin ödenmesinde sorumluluk sadece cinayeti işleyene
değil, aynı zamanda onun yakınlarına da aittir. Yakınlarından kadınlar, çocuklar,
akıl hastaları, farklı şehirde oturanlar diyet sorumluluğuna katılmazlar.
Diyeti öncelikle
cinayeti işleyen öder. Eğer buna gücü yetmezse yakınları buna ortak olur veya
tamamen öderler. Diyet ödemekle yükümlü olanlardan herbiri kendine düşeni üç
yılda üç taksitte öder.
Akılenİn Dereceleri:
1. Katilin
kayıtlı olduğu meslek teşekkülü,
2. Katilin
asabesi yakın akrabaları,
3. Hazine
yani devlet maliyesi[158]
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerifte Hz. Ömer'in önceleri bu kimsenin diyetini ancak akılesinin
alabileceğini karısı da bundan bir pay alamayacağı görüşünde iken, sonradan
Dahhak b. Süfyan'ın "Rasûlullah (s.a.) öldürülen bir kimsenin diyetinin
hanımına kalacağına dair bana mektub yazmıştı" demesi üzerine bu
görüşünden döndüğü ifade edilmektedir.
Hadis sarihlerinin
açıklamasına göre; Hz. Ömer bir kadının öldürülen kocasının diyetini
alamayacağı hükmüne varırken "miras bir kimsenin hayatında kazanıp da
ölürken bırakıp gittiği malıdır. Bir kimsenin diyeti ise hayatında kazandığı
bir mal gibi olmadığına göre, diyet miras olamaz ve do-layısıyle bir kimsenin
hanımı diyetinden bir pay alamaz" şeklinde bir kıyas yapmış fakat bu
görüşünün doğru olmadığını ifade eden bir hadise rastlayınca kendi içtihadını
bırakıp hadisin hükmüne dönmüştür.
Metinden anlaşıldığı
üzere Hz. Peygamber Dahhâk b. Süfyan'a yazdığı mektubta ona yanlışlıkla
öldürülen Eşyem ed-Dibabî'nin diyetinden karısına da miras hükümlerine göre
bir pay vermesini emretmiştir.
öldürülen bir kimsenin
diyetinden hanımının da miras hükümlerine göre bir pay alabileceği hususunda
Hz. Peygamberin mektub yazdığı Hz. Dahhak yüz atlıya bedel tanınmış
sahabilerden biridir. Hz. Peygamberdin başında kılıçla nöbet tutardı, zekât
memurluğu da yapan bu büyük sahabiyi fahri kainat Efendimiz bir ara kendi kavminden
müslümanlar üzerine vali tayin etmişti.
Diyetinden karısına da
bir pay verilmesi için hakkında Hz. Peygamberin özel mektub yazdığı. Eşyem de
meşhur bir sahabidir. Kûfe'de bulunan
"Dibab" isimli bir
kaleye nisbet edildiği
için "Dibâbî" diye tanınmıştır.
Şerhü's-Siinne isimli
eserde deniliyor ki, "bu hadis diyetin önce maktulun hakkı olup sonra
Onun ölümü sebebiyle aynen diğer malları gibi varislerine intikal ettiğine
delildir. İlim ehlinin ekserisinin görüşü de budur. Ancak Hz. Ali bu mevzudaki
içtihadına dayanarak maktulun diyetinden ana bir kardeşleri ile eşine bir pay
vermemiştir.
Bu mevzuda Hattâbî de şöyle
diyor: "Bu hadis diyetin de aynen diğer mallar gibi Ölünün mirasçıları
arasında taksim edileceğine ve dolayısıyla maktulun katilden diyetin ancak
üçtebirinin affedilmesini vasiyet edebileceğine, katile vasiyyet caiz
olmadığından bu affın da amden (kasıtlı olarak) kati için değil, hataen ve
şibh-i amd gibi katiler için geçerli olacağına delalet etmektedir."[159]
[1] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/101-105.
[2] Ahmed Debbağoğlu, Ansiklopedik Büyük İslâm İlmihali,
398-402.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/105-106.
[3] İbn Mâce, mukaddime 8.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/107.
[4] Nisa, (4) 11.
[5] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/107-108.
[6] Nisa, (4) 176.
[7] Buhârî, feraiz 13; Müslim feraiz 6-7; Tirmizî, feraiz
7; İbn Mâce feraiz. 5.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/108-109.
[8] Nisa, (4) 176.
[9] Nisa, (4) 11.
[10] İbn Cerir, Tefsirii't Taberi, IV-276.
[11] Tirmizî, feraiz 6.
[12] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/109-110.
[13] Nisa, (4) 176.
[14] Ahmed b. Hanbel HI-372, IV-323.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/110-111.
[15] Nisa, (4) 176.
[16] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/111-112.
[17] Nisa, (4) 176.
[18] Buhârî, feraiz 14;
Müslim, feraiz 10-13.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/112.
[19] Nisa, (4) 12.
[20] Nisa, (4) 176.
[21] Buhari, Tefsirü’l Kur’an 3/53.
[22] Bakara, (2) 278.
[23] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/112-113.
[24] Müslim, ferâiz 9; Tirmizî, tefsir 4/5; İbn Mâce,
ferâiz 5; Muvatta, ferâiz 7; Ahmed b. Hanbel IV-293.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/113.
[25] Nisa, (4) 83.
[26] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/113-114.
[27] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/114.
[28] Buhârî, feraiz 8; Tirmizî feraiz 4; İbn Mâce feraiz 2;
Ahmed b. Hanbel 1-389, 464.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/115.
[29] Nisa, (4) 176.
[30] Şevkanî, Neylü'l Evtfir, Kitabü'I ferâiz VI-67.
[31] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/116-117.
[32] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/117.
[33] Nisa, (4) 11.
[34] Tirmizî, feraiz 3; Ibn Mâce feraiz 2.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/117-118.
[35] Nisa, (4)11.
[36] Nisa, (4) 12.
[37] Süleyman Ateş, Kur'ân-ı Kerim'in yüce meali ve Çağdaş
tefsiri 1-494.
[38] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/118-120.
[39] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/120.
[40] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/120-121.
[41] Buhârî, feraiz 6.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/121.
[42] Ali Himmet Berkî, İslâm Hukukunda Feraiz ve İntikal
38.
[43] a.g.e. 43.
[44] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/121.
[45] Tirmizî, feraiz 10-11; îbn Mâce, feraiz4; Darimî,
feraiz 19-23; Muvatta, feraiz4-6; Ahmed b. Hanbel V-327.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/122-123.
[46] Ali Himmet Berki, İslam Hukukunda Feraiz ve İntikal,
50.
[47] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/123.
[48] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/124.
[49] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/124.
[50] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/124-125.
[51] Tirmizî, feraiz 9.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/125.
[52] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/126.
[53] Ibn Mâce, feraiz 3; Ahmed b. Hanbel V-27.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/126-127.
[54] Buhârî, ahkam 8; Müslim, iman 227, 229, İmare 21.
[55] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/127.
[56] Buhârî, feraiz 5, 7, 9, 15; Müslim feraiz 2, 3;
Tirmizî, feraiz, 8; İbn Mâce feraiz 10; Ahmed b. Hanbel 1-325.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/127-128.
[57] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/128-129.
[58] Buhârî, kefale 5, istikraz II, nefakat 15, feraiz 4,
25; Müslim, ferâiz 14,"17; Ebû Dâvûd imare 15, buyu 9; Tİrmizî, cenaiz 69,
feraiz 1; İbn Mâce, feraiz 9, sadakat 13; Nesaî cenaiz 67; Ahmed b. Hanbel
11-290, 353, 356, III-296, 371, IV-131.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/129-130.
[59] İbn Mâce, feraiz 9; el-Benna Fethürrabbani XV-200.
[60] Buhârî, havalat 3, kefale 3, Ahmed b. Hanbel 11-290,
380.
[61] M. Hayri
Kırbaşoğlu, Te'vilü'l Muhtelifi'l Hadis (Hadis Müdafaası) 250.
[62] Ahmed Debbağoğlu, Ansiklopedik Büyük tslam İlmihali,
708.
[63] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/130-131.
[64] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/132.
[65] Enfâl (8) 75.
[66] Hayreddin Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, 417-418.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/132-133.
[67] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/134.
[68] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/134.
[69] Tirmizî, feraiz 13; İbn Mâce feraiz 7.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/134-135.
[70] İbn Abidin, Mecmu atıf Resâil-i İbn Abidin 11-200.
[71] Aliyyü'1-Kari Mirkatü'l Mefatih III-392.
[72] Şevkânî, Neylii'l-Evtar VI-75, Kitâbü'l feraiz bab
macâe fi zevil erham vel mevlâ min esfel.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/135-136.
[73] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/136-137.
[74] Aliyyu'l Kari, Mirkatü'l-Mefâtih, III-392.
[75] Şevkânî, Neylü'l-Evtar, VI-74.
[76] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/137-138.
[77] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/138.
[78] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/138-139.
[79] Tirmizî feraiz 14, tbn Mâce feraiz 11.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/139.
[80] Aliyyü'1-Kari Mirkatül Mefalih III-396.
[81] el-Mubarek Furî, Tuhfetü'l-Ahvezi VI-286.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/139-140.
[82] Tirmizî, feraiz 23; İbn Mâce feraiz 12; Ahmed b.
Hanbel III-490, IV-107.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/140.
[83] Aliyyü'l Kari, Mirkatii'l-Mefatih III-391.
[84] Avnü'l Ma'bûd VIII-115-118.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/140-142.
[85] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/142.
[86] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/142.
[87] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/142-143.
[88] Buhâri, Hac 44, megazi 48, feraiz 26; Müslim feraiz 1;
Tirmizî ferâiz 15; İbn Mâce, feraiz 6; Darimi, feraiz 29; Muvatta, feraiz 10;
Ahmed b. Hanbel 11-200, 208.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/143.
[89] Şayuti, el-Câmjüssagîr, I-126.
[90] Suyutî el-Camiüssagîr, 1-126.
[91] A. Davudoğlu, Sahih-i Müslim V1II-124.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/143-144.
[92] Buhârî, hac 45, cihad 180, tevhid 31, menakıb 39,
meğazi 48; Müslim, hac 439; İbn Mâce, menasik 29; Ahmed b. Hanbel 11-128.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/144-145.
[93] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/145-146.
[94] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/146.
[95] Tirmizî, feraiz 16; Ibn Mâce, feraiz 6; Darimî, feraiz
39; Ahmed b. Hanbel 11-195.
[96] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/146.
[97] Enfâl 8/73.
[98] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/146-147.
[99] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/147.
[100] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/148.
[101] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/148.
[102] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/148-149.
[103] İbn Mâce, erruhun 21; feraiz, 16.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/149.
[104] Bakara, (2) 278.
[105] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/149-150.
[106] Buhârî, salat 70, şürût 3, 10, 13, 17, et'ime 31,
ferâiz, 19-20, 22, 23, talak 14, keffârat 8, nikah 18, zekat 61, mekâtib 5,
büyü' 67, 73; Müslim, İtk, 5-6, 10, 12, 14-15; Ebû Dâvud feraiz 12, ıtak 2;
Tirmizî, feraiz 20, vesaya 7, velâ 1; Nesâî, zekat 99, talak 29-31, buyu'
75-76, 78; İbn Mâce, talak 29, Dârimî, talak 15, feraiz 51, 53; Muvatta, talak
25, İtk 17-19; Ahmed b. Hanbel I-28I, 361, 11-28, 100, 113, 144, 153, 156,
IV-33, 42, 46, 82, 103, 121, 135, 161, 172, 175, 178, 180, 186, 190, 213, 272.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/151.
[107] Hayreddin Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku 368.
[108] İbn Mâce, itk 3.
[109] Kehf (18), 29.
[110] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/151-152.
[111] Buhârî, feraiz 23; Müslim itk 10; Nesaî, talak 31;
Tirmizî, feraiz 33; Ahmed b. Hanbel 11-30, Vl-115, 186, 190.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/153.
[112] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/153.
[113] İbn Mâce, feraiz 7; Ahmed b. Hanbel, 1-27.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/153-154.
[114] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/154-155.
[115] İbn Kudame, el-Muğnî, VI-352-353.
[116] Haydar Hatiboğlu, Sünen-i İbn Mâce VII-435.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/155-156.
[117] Buharî, ferâiz 22; Tirmizî, ferâiz 20; İbn Mâce,
ferâiz 18; Darimî, ferâiz 34; Ahmed b. Hanbel IV-102-103.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/156-157.
[118] Bk. 2915 Nolu Hadis
[119] İbn Kayyım, Avnül Mabud, VIII-132.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/157-158.
[120] Buhârî ıtk 10, ferâiz 2t, Müslim ıtk 16; Tirmizî,
büyü' 20, el-Vela ve'l hibbe 2; Nesaî büyü’ 86; İbn Mâce ferâiz 15; Darimî,
siyer 32; Muvatta', masurul vela 17; Ahmed b. Hanbel II-9, 79, 108.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/159.
[121] Ahmed Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi
VII-575-576.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/159-160.
[122] Tirmizî, cenaiz 43; İbn Mâce, cenaiz 26, ferâiz 17; Darimî,
ferâiz, 47.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/160.
[123] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslamiye ve Istılahat-ı
Fıkhıyye Kamusu V-359.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/160-161.
[124] Nisâ (4) 33.
[125] Enfal (8), 75.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/161-162.
[126] Enfâl; (8), 75.
[127] Nisa, (4), 33.
[128] S. Ateş Kur'ân-ı Kerîm'in Yüce meali ve Çağdaş
tefsiri. 1-550.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/162.
[129] Nisa (4), 33.
[130] Nisa (4), 33.
[131] Nisa (4), 33.
[132] Buharı, Kefâle 4, 7, tefsiri sûre IV-18.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/163.
[133] S. Ateş Kur'ân-ı Kerîm'in yüce meali ve çağdaş
tefsiri, 1-548.
[134] Nisa (4), 33.
[135] Nisa (4), 33.
[136] Halife, Cami'ün-nukul fi esbabii'n-Nuzul 1-465.
[137] Nisa (4), 33.
[138] Halife, Cami'ün-nukul fi esbabü'n-nuzul V-548, 549.
[139] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/163-164.
[140] Nisa (4), 33.
[141] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/165.
[142] Yûsuf (12), 110.
[143] Nisâ (4), 33.
[144] Tefsir-i İbn Kesir 1-491.
[145] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/166-167.
[146] Enfâl (8), 72.
[147] Enfâl (8), 75.
[148] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/167.
[149] Enfâl (8), 73.
[150] Şevkani, Fethü'l-Kadir, 111-330.
[151] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/167.
[152] Buhârî, kefale 2, edeb 67; Müslim, fedailüssahabc 204,
206; Tirmizî siyer 69; Darimî, siyer 80; Ahmed b. Hanbel 1-190, 317,
329,11-180, 205, 207, 213, 215, III-162, 281, IV-V-61.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/168.
[153] Buharî, i'tİsam 16, kefale 2, edeb 67; Müslim,
fedailüssahabe 204; Ahmed b. Hanbel III-lll, 145, 281.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/168-169.
[154] el-Enfâl (8), 75.
[155] Ahmed Davudoğlu, Sahih-i Müslim X, 448-449.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/169.
[156] Ibn Mâce, diyet 12; Tirmizî, diyet 18, feraiz 18;
Muvatta, ukul 9.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/170.
[157] Ömer Nasuhi Bilmen Istilahat-ı Fıkhiyye Kamusu III-7.
[158] A. Debbağoğlu Ansiklopedik Büyük İslam İlmihali 38.
[159] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/170-172.