19. KİTABÜ'L
HARAC-İMARE VE FEY
I. Devlet Başkanı
Halkın Hakkını Korumakla Mükelleftir
2. Yöneticilik
İstemenin Hükmü
3. A'ma Bir İnsanın
(Müslümanların Başına) Vali Olması Caizdir
4. (Devlet
Başkanının Kendisine Bir) Vezir Edinmelinin Hükmü)
8- Halîfe, (Ölürken)
Yerine Birini Tayin Edebilirimi?)
9-10. (Devlet)
Memurların(In) Maaşı
10-11. Memurların
Hediye Alması
11-12. (Devlet
Hazinesinde Toplanan) Zekat Mallarına
Hıyanet Etmek
13-14. Harpsiz
Olarak Ele Geçen Ganimetlerin Taksimi
14-15. (Ölen Birinin
Bıraktığı) Çocukların Geçimi
15-16. Bir Kişiye
Kaç Yaşında Olunca Harpte Ganimetten Pay Verilir
16-17. Ahir Zamanda
Bağiş Kabul Etmenin Çirkinliği
17-18. Bağış (Veya
Maaş Verilecek Asker)Ler (İçin Tutulan) Kayıt Defteri
18-19. Rasûlullah
(S.A.)'İn (Ganimet) Mallar(In)Dan Seçerek Alabileceği Hissesi
19-20. Humus
(Beştebir) Payın Ve (Hz. Peygamberin) Yakınlarının Hissesinin Sarf Edilecekleri
Yerler
20-21.Hz. Peygamberin
Ganimetler Paylaşılmadan Önce Ganimet Mallarından Seçerek Alabileceği Payı
21-22. Yahudilerin
Medine'den Çıkarılması Nasıl Olmuştur?
22-23. Nâdir
(Oğulların)In Haberi
Kureyza Oğullarının Medine'den Çıkarılması:
Nâdir Oğullarının Medine'den Çıkarılışı
23-24. Hayber
Topraklarının Hükmü İle İlgili Hadisler
24-25. Mekke'nin
Fethine Dair Haber
Ebu Süfyan'a Tanınan Üstünlük Ve Mekkeli'lere Verilen Emân
25-26. Taif'in Fethi
İle İlgili Haberler
26-27. Yemen
Topraklarının Durumu
27-28. Yahudilerin
Arap (Yarım) Adasından Çıkarılması
Ukeydir'in Cizye Vermek Üzere Sulh Oluşu Ve Kendisine Emân
Fermanı Verilişi:
31. Mecusilerden
Cizye Almak Meşrudur
30-32. Cizyenin
Toplanmasında Halka Zulmetmenin Hükmü
32-34. Müslüman
Olduğu Sene İçinde Zımmîden Cizye Alınır Mı?
33-35. Devlet
Başkanı Müşriklerden (Gelen) Hediyeleri Kabul Edebilir. 82
34-36. (Devlet
Başkanının) Toprakları Parselle(yip Tebaasına Bağışla)ması
36-38. Haraç
Arazisi(Ni Eski Sahibinden Alarak İçerisi)Ne Girmek
37-39. Devlet
Başkanının Yahut Da Halkın "Koru İlân Ettiği Arazinin Hükmü
38-40. Rikaz (Ve
Rikazın) Hükmü
Maden ve Rikazın Tarifi ve Hükümlerine Ait Dört Mezhebin
Görüşleri:
39-41. İçinde Mal
Bulunan Eski (Milletlere Ait) Kabirleri Deşip İçindekileri Çıkarmak
Haraç: Topraktan elde
edilen mahsul demektir. Umumiyetle fetihten sonra müslümanların, müslüman
olmayanların ellerinde bıraktıkları toprak-dan alınan vergiye "harâc"
denir.
Haraç toprakları, ya
savaşla ya da anlaşma ile elde edilirler. Savaş ile fethedilen topraklar, İslâm
devletinin mülkiyeti altındadır. Bunlar umumiyetle sahipleri ellerinde
tasarruf hakkıyla bırakılır. Toprakların mahsullerinden verime göre yüzde
elliye kadar haraç vergisi alınır. Hz. Peygamber savaşla elde edilen Hayber
topraklarına bu vergiyi uygulamıştı. Hz. Ömer de fethedilen Irak ve Suriye
topraklarınada aynı usulü takib etmişti. Topraklar fatihler arasında
dağıtılmamış böylece büyük toprakların ferdi mülkiyet altına girmesine mani
olunmuştur.
Antlaşma ile İslam
devletine tabi olanların toprakları, onların ellerinde bırakılır. Bunlara mülk
haracı topraklar denir. Bunlar haraç ederler. Nitekim Fedek halkı Hz.
Peygambere gelip barış teklifinde bulunarak İslam hakimiyetini kabul
etmişlerdi. Hz. Peygamber de onlardan alınan haracın hepsini konu harcamalarına
tahsis etmişti.
Müslüman olmayanların
herhangi bir şekilde iskân edildikleri topraklarla müslüman olmayanların İslam
devletinin izniyle ihya ettikleri topraklar da haraç topraklarıdır.
Haraç vergisi iki
kısımdır:
1. Haraç-ı mukasseme: Mahsulden % 10-50 arasında alınan vergidir.Her
mahsulden sonra verime göre değişen nisbetlcrde alınır.
2. Harac-ı muvazzaf: Birim toprak veya ağaç başına
konan mükellefiyettir. Her yıl için taksitle alınabilir.
Tabii âfetlere uğrayan
topraktan haraç alınmaz. Fakat sahibi ekmeyip boş bırakırsa haraç alınır.
Teknik imkânsızlıklardan dolayı sahibi ziraat yapamıyorsa devlet toprağı
işletme yolları arar.
Haraç arazisinin
sahibi İslam'ı kabul etse, bir müslüman harâc açazisİni satın alsa hakim görüşe
göre haraç vermeye devam eder.[1]
Emirlik:-"Emir"
bir kavmin bir yerin reisi yerinde kullanılan bir tabirdir. Kamusta.bunun için
şu malumat verilir. "Kebir" veznindedir. Bir-kavm üzerine ferman reva
(buyruk sahibi) olan âdeme denir.[2]
Emirü'l-Mü'minin: Mü'minlerin
beyi, müslümanların padişahı manâsına gelen bu tabir aynı zamanda, Peygambefin
halîfesi de demektir. Bu unvan ilk olarak Hz. Ömer'e verilmiştir. Emevi ve
Abbasî halîfeleri buna imtisalen "emirü'l Mü'minin" unvanını
aldıkları gibi Fatimîler de aynı unvanı kullanırlardı.
Bağdad'ın sükutundan
sonra (656/1258) şarkta küçük hükümdarlar da emirü'l-mü'minin'in unvanını
taşımağa başladılar, Mağribte bu unvan daha ziyade yayılmıştır.
Osmanlılar zamanında
bilhassa hilafetin Osmanlı hanedanına intikalinden sonra emirül mü'minin unvanı
Osmanlı sultanlarına da verilmiş ve bu unvan saltanatın hilafetten ayrılarak
lağvına kadar devam etmiştir.[3]
Görülüyor ki emirül
mü'minin tabiri halife anlamında kullanılmaktadır. Esasen halife için çeşitli
lakablar vardır. Halife için genel olarak şu isimler kullanılır. "Halife,
imam emirül mü'minin"[4] Emir
kelimesi mutlak olarak kullanıldığı zaman ise ordu kumandanı anlamına gelir. Bu
emir üzerine gittiği bir ülkenin fethinde başarı kazanırsa, bu ülkenin üzerine
emir ve işlerini idare için bir vali tayin ederdi. Bu bakımdan emirliği ikiye
ayırabiliriz:
1. Medenî
(sivil) emirlik 2. Harb emirliği[5]
Halifelik: Halîfelik,
bir kimseden sonra gelip onun yerine geçmek, onu temsil etmek demektir. Halîfe
de yerine geçen, temsil eden, vekil peşinden gelen gibi manâlara gelir.
Halîfe Kavramı:
Kur'ân-ı Kerîm'e göre bütün insanlar, Allah'ın yeryüzündeki halifesidirler,
herşey onların emirlerine verilmiş, istifadelerine sunulmuştur.[6]
Halîfe, Allah
Teâlâ'nın bir ümmete hakimiyyet vererek bir çok milletleri onun idaresine
vermesi manasına da gelir.[7]
Halîfelik, en çok
kullanılan şekli devlet için söz konusudur. Bu tip halifeliğe mazhar olanları
Kur'ân-ı Kerîm, daha çok halife, İmam, Melik ismiyle anmıştır.[8]
Buna göre hatife,
İslâm devletinin başkanı olmaktadır. Halifenin Allah'ı temsil etmesi diğer
fertlerin temsilinden farklı değildir. İslam Cemaati, onu Allah'ın cemaat
olarak kendilerinden istediklerini yerine getirmesi için, kendilerini temsil
etmek üzere iş başına getirmişlerdir.
Hz. Peygamber'in
vefatından sonra İslam devletinin başkanlığına Hz Ebû Bekir Halifetü Rasûlullah
ismiyle getirilmiştir.
Bütün ehl-i sünnet,
mürcie, şia ile haricilerin bir kısmı hilâfetin gerekli olduğu İslâm esaslarına
göre ümmeti idare eden adil bir imama, devlet başkanına itaatin vacib olduğu
konusunda ittifak etmişlerdir. Zira Allah Teâlâ Allah'a, Rasûlü'ne ve emir
(devlet) sahiblerine itaat etmeyi farz kılmıştır. Bundan başka Allah hiç bir
kulunu gücünün yetmeyeceği bir şeyle mükellef tutmaz. Oysa onu kullarından
icrasını istediği bir çok ahkâm vardır ki hiç kimse bunları tek başına yerine
getiremez. Zulmü önlemek, düşmanlarla savaşmak, hadleri tatbik etmek vs.
bunlardandır. Bütün bunlar cemaat adına onu temsil eden bir başkan tarafından
yerine getirilebilir.[9]
1. Müslüman
olmak,
2. Erkek
olmak,
3. Akıllı ve
baliğ olmak,
4. Bilgili
olmak. Bilgili olmak bazı âlimlere göre ictihad gücünü gerektirir.
5. Adalet sahibi
olmak. Buradaki adalet faziletli, vazifelerine bağlı her türlü küçük düşürücü
davranışlardan uzak olmak şeklindedir.
6.
Yeterlilik. Bu devlet başkanlığı görevinin getirdiği ruh, beden ve irade
gücüne sahip olmaktır.
7. Sağlam
olmak. Körlük, sağırlık, dilsizlik, elsiz ve ayaksız olmak gibi sakatlıkların
hilafet ehliyetine engel olduğu bazı âlimler tarafından ileri sürülmüştür.
8. (ayrıca
ilk Halifeler için) Kureyş'ten olma şartı vardı.[10]
Halifenin Tayini: Halife birkaç yolla tayin edilebilir:
1. Seçim: Bu
usul seçme ehliyetine sahib âlimler »hakimler, yüksek idareciler ve halktan
bir araya gelmeleri mümkün olanların seçilme ehliyetine sahib bir kimseyi seçip
ona biat etmeleridir.[11] Hz,
Ebö Bekir bu usulle halife olmuştur.
2. İstihlâf: Bunun sözlük manâsı halîfe
kılmak, halîfe olmasını istemektir.
Istılahtaki manası,
âdil olan halifenin müslümanların yararına halifelik ehliyetini taşıyan bir
kimsenin kendisinden sonra hâlife seçilmesini cemaatten istemesidir. Hz.
Ömer'in halifeliği Ebû Bekir'in istihlafıyla, bu usulle olmuştur.
İstihlâf usulü
veliahdlik usulünden tamamen farklıdır.
3. Şura: Bu
usulde halife, birkaç kişiyi tesbit ederek içlerinden birinin kendisinden sonra
hâlife olmasını ister. Onlar da halifenin ölümünden sonra halk ile de istişare
ederek içlerinden birini seçerler, halkın da ona biati ile halife seçilmiş
olur. Bu usul Hz. Osman'ın halifeliğinde uygulanmıştır.
4. İstilâ:
Halifenin ölümünden sonra zor kullanarak halifeliği ele geçirmektir. Bu usulün
geçerli olabilmesi için iş başına gelenin hilafet şartlarına sahip olup barış
ve ikna yoluyla rakiblerini bertaraf etmesi gerekir. Bu da halifesiz kalmak,
daha kötü olacağından ruhsat yoluyla caizdir. İslam halifenin şura ve biat
usulüyle ümmetin çoğunluğunun rızasını alarak tayin edilmesini ister. Fakat bu
biat ve rıza alma hususunun hangi usulle olacağım kaideye bağlamamış bu konuda
müslümanlar zaman ve mekâna göre değişen en uygun usulü tercihte serbest
bırakılmıştır.
Dört halife bu
usullerle iş başına gelmişti. Nitekim Hz. Peygamber: "Halifelik otuz
senedir, bundan sonraki saltanattır"[12]
buyurmuştur.Hz. Ali'den sonra işbaşına gelen Muaviye bu usulü takib etmemiştir.
Ondan sonra da İslam'da olmayan veliahdlik müessesesi halifelik için bir usul
olarak yerleşmiştir. Bu çığır Abbasî ve Osmanlılar tarafından da takib
edildiğinden Râşid halifeler devrindeki halife seçiminde geçerli olan İslamî
şura ve biat usulü ortadan kalkarak halifelik saltanata dönüşmüştür. Bununla
birlikte saltanat usulünün Kur'ân-ı Kerîm ve Sünnette yasaklandığına dair
hiçbir nas yoktur. Bunun İslâm'ın en çok istediği idare tarzı olmadığı râşid
halifelerin tatbikatından çıkarılmıştır.[13]
1. İslamî
esasları dış ve iç tesirlere karşı korumak,
2.
İhtilâflar vukuunda şeriatin hükmünü icra etmek,
3. İç
emniyeti sağlamak,
4. Cezalan
tatbik etmek,
5. Dış
güvenliği sağlamak,
6. İslama
karşı olanlarla (onların ya müslüman ya da İslam devletine tabi olmalarını
temin maksadıyla) cihad etmek.
7. Devlet
gelirlerini toplayıp gerektiği gibi sarf etmek,
8. Maaşları
yeterli bir şekilde ve zamanında ödemek,
9. Yardımcı
ve memurlarını iyi niyetli ve ahlâk sahibi emin kişiler arasından seçmek,
10. Devlet
teşkilâtını murakabe altında tutmak. [14]
1. Halifeye
itaat etmek: Zira Kur'an'da şöyle buyurulmuştur: "Ey iman edenler Allah'a
itaat ediniz. Rasûliine itaat ediniz ve sizden olan emir sahihlerine de...”[15]
Bununla birlikte itaat, Halife Allah'a itaat ettiği sürecedir. "Müslümana
gerekli olan ister istemez günah işlemekle emrolunmadıkça halifenin emrini
dinlemek ve itaat etmektir. Günah işlemek emredüirse işte o zaman dinlenilmez
ve itaat edilmez"[16]
2. Halifenin
geçimini temin. Bu bir zaruretten doğmuştur. Zira geçim için başka işle
uğraşılınca devlet işleri ihmal edilmiş olur. Bunun için halifeler hazineden
maaş alırlar. Nitekim Raşid halifeler almışlardır. Halifelik Süresi, Bu süre
belirli bir zamanla sınırlanmamıştır. Halife ehliyeti devam ettikçe ve
vazifeleri yerine getirdikçe işbaşında kalır. Ölürse, istifa ederse veya azil
sebebi olacak bir durum ortaya çıkarsa halifeliği sona erer.
Halifenin azlini yani
halifelikten alınmasını gerektiren şebebler:
1. Ahlâkî
hususlar,
a. Apaçık
küfür, yani dini inkâr, manâsı taşıyan söz ve davranışlar,
b. Küfür
derecesine varmasa bile fısk, (İslâm esaslarına aykırı davranışlar) azli
gerektirir. Böyle olup da azli kabul etmeyen halife zorla düşürülür. Yalnız
bundan daha büyük bir zarar doğacaksa ihtiyatlı hareket edilir.
2. Bedenî
kusur, vazifeyi yürütemeyecek kadar bedenî bir kusura maruz kalan halife azledilir.[17]
Haraç ve fey ile ilgili tasarruflar halifenin ve onun adına icrayı ahkâm eden
yöneticilerin ve kumandanların tasarrufu dahilinde olduğundan bu bölümde
halifelikle haraç ve fey bahisleri bir arada ele alınmıştır.[18]
2928...
Abdullah b. Ömer'den demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) (şöyle) buyurmuştur.
"Dikkatli olunuz
hepiniz çobansınız ve hepiniz idareniz altındakilerden sorumludur. Halkın
başında bulunan yönetici bir çobandır ve emri allındakilerden sorumludur.
Erkek ev halkı üzerinde bir çobandır ve eli altındakilerden sorumludur. Kadın
kocasının evi ve çocuğu üzerinde bir çobandır ve bunlardan sorumludur. Köle
efendisinin malı üzerinde bir çobandır ve o maldan sorumludur. Hepiniz
çobansınız. Hepiniz idaresi altındakilerden sorumlusunuz."[19]
Metinde geçen Râî
kelimesi çohan demektir. Bu kelimeyle burada kastedilen, elinin altında
olanların iyi halde olmasına dikkat eden kimsedir.
Hadisti şerif bir
kimsenin idaresi altında bulunanlara karşı adaletli olması gerektiğine
delildir. Adaletle muamele ederse pek çok mükafata nail olur. Aksi takdirde
idaresi a'tında bulunanların herbiri ondan hakkını isteyecektir.[20]
2929...
Abdurrahman b. Semûre'den demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) bana (şöyle) buyurdu:
"Ey Semûre'nin
oğlu Abdurrahman, yöneticilik isteme, çünkü bu istemeden dolayı sana
yöneticilik verilirse onunla başbaşa bırakılırsın. Eğer yöneticilik sana
istemeden verilecek olursa bu işte (Allah tarafından) sana yardım edilir."[21]
Metinde geçen imare
kelimesi burada "valilik, hakimlik gibi manevi sorumluluğu büyük olan
yöneticiliklerdir. Fahr-i kâinat efendimiz hadis-i şerifte taleb etmediği halde
yetkili makamlar tarafından en liyakatli görüldüğü için valilik ya da hakimlik
gibi bir yöneticilik makamına getirilen kimseye Allah'ın yardım edeceğini ve
dolayısıyla bu görevinde muvaffak olacağım müjdelerken bu makama kendi isteğiyle
gelen bir kimsenin ancak kendi kabiliyet ve dirayetiyle başbaşa kalacığını bu
işte AUah'dan bir yardıma mazhar olamayacağını, onun muvaffakiyetinin ya da
başarısızlığının sırf kendi şahsi kabiliyetine bağlı kalacağını haber
vermektedir.
Bu bakımdan ulema
valilik, hakimlik, müdürlük gibi görevleri istemenin mekruh olduğunu
söylemişlerdir. Bu hüküm yöneticilik yapmanın sakıncalı olduğu anlamına
gelmez. Sakıncalı olan kişinin liyakatma bakmadan yöneticilik görevi
istemesidir. Liyakatından dolayı yetkili makamlarca yöneticilik görevine
getirilen adaletli kimseler, görevlerini adaletle yürüttükleri sürece aynı
zamanda Allah'ın yardımına da müstahak ve duaları makbul kimselerdir. Hafız
Münzirî'nin açıklamasına göre, ulemadan bazıları adaleti yerine getirmek
gayesiyle idarecilik istemenin caiz olduğunu söylemişlerdir.[22]
2930... Ebû
Musa (el Eş’ari)'den demiştir ki: İki kişiyle birlikte Peygamber (s.a.)'e
gitmiştim. Onlardan biri söz aldı ve
(Ey Allah'ın Rasulü)
Senin işinde (görev alabilmemiz hususunda) bize yardımcı olmanız için (buraya)
geldik" dedi. Diğeri arkadaşının (bu) sözünün aynısını söyledi.
Rasûlullah (s.a.) de:
"Sizin en
haininiz (devlet dairesinden) iş isteyendir." buyurdu. Bunun üzerine Ebû
Musa Peygamber (s.a.)'den özür dileyerek:
Ben onların niçin
geldiklerini bilmiyordum, dedi ve döndü gitti de bir daha onlara hiçbir
iş(lerin)de yardımcı olmadı"[23]
Bazıları, İsmail b.
Ebî Halid'in bu hadisi babasından rivayet ettiğini söylemişlerse de doğru
değildir. Doğrusu musannif Ebû Davud'un rivayet ettiği gibi İsmail b. Ebû
Halid'in bu hadisi kardeşinden rivayet etmiş olmasıdır. Hafız İbn Hacer'in
açıklamasına göre İsmail b. Halid'in dört kardeşi vardır! Esas, Said, Halid,
Nu'man.
Hz. Ebû Musa
el-Eşarî'nin Hz. Peygamberin huzuruna götürdüğü kişilerin kim olduğu hususunda
hadis sarihleri bir bilgi vermiyorlar. Hafız ibn Hacer bu kimselerin isimlerini
bulamadığını söylüyor. Ancak Müslim'in Sa-hih'inde rivayet ettiği hadisin
birinde bu kimselerin Hz. Ebû Musa el Eşârî'-nin mensub olduğu 'el Eş'ar'
kabilesinden oldukları ifade edilirken[24] diğerinde
de Hz. Ebû Musa'nın amcasının oğulları oldukları açıklanıyor.[25]
Bir önceki hadis-i
şerifte olduğu gibi bu hadiste de valilik, hakimlik gibi özel kabiliyet
isteyen yöneticilik görevlerini baş olmak hevesiyle kendi arzu ve istekleriyle
üstlenen kimselerin bu işte kendi kabiliyetleriyle başbaşa kalıp Allah'ın
yardımına mazhar olamayacakları ifade edilmektedir. Bu makamlara kendi isteği
olmaksızın, liyakatli görüldüğü için yetkili makamlarca getirilen kimselerin
de Allah'ın yardım ve inayetine nail olacaklarına işaret edilmektedir.
Hanefî ulemasından
Bedreddin el-Aynî de bu konuda şöyle diyor: ' 'Bir yöneticilik görevine
isteyerek gelmek mekruh olunca rüşvetle o makama gelenlerin durumlarının ne
olacağı izahtan müstağnidir."
Söz konusu olay Ebû
Musa'nın başından geçtiği sırada kendisi Yemen'de vali idi. Hz. Peygamber'in
kendisini ikaz etmesinden sonra sözü geçen amcası oğullarına devlet
dairesinden iş almaları hususunda bir daha yardımcı olmamıştır. Hz.
Peygamber'in huzuruna gelen bu kimselere, sert bir dil kullanmasının sebebi
"başkanlık hevesiyle oraya geldiklerini anlamış olmasıdır" denebilir.
Ancak Hz. Ebû Musa onların bu niyyetini bilmeden onlara yardımcı olup Hz.
Peygamber'in huzuruna götürmüştü.[26]
2931...
Enes'den demiştir ki:
Peygamber (s.a.) İbn
Ümmü Mektum'u (ama olduğu halde) iki defa Medine'de yerine vekil bırakmıştır.[27]
Hattâbî'nin ifade ettiği
gibi, Fahr-i kâinat efendimiz ibn Ümmü Mektum'u yerine vekil bırakırken devlet
başkanlığı görevini üstlenmesi için değil, sadece namaz kıldırması,- bir başka
ifadeyle imamet-j süğra denilen namaz imamlığın) üstlenmesi için bırakmıştır.
Çünkü a'ma biri olan îbn Ümmü Mektum (r.a.)'un o devirde fahr-i kainat efendimiz
tarafından icra edilen devlet başkanlığı, hakimlik gibi görevleri yerine
getirmesi mümkün değildir.
Esasen, bir kimsenin
devlet reisi olabilmesi için, devlet reisinin görevini yerli yerince
getirmesine engel teşkil edecek bir vücut sakatlığının bulunmaması gerekir.
Yani devlet reisinin işitme görme ve konuşma yönünden sağlıklı olması şarttır.
Bu özellikleri taşımayan bir kimsenin devlet başkanı olamayacağı hususunda
mezheb imamları ittifak etmişlerdir.[28]
Şâfiîlerden bazıları a'manın halifeliğini caiz görmüşlerse de Hidâye müellifi
bir şahitte aranan şartların tümünün halifede de bulunmasının şart olduğunu
söylüyor. A'ma bir kimsenin namazda imamlık yapıp yapmayacağı meselesinde mezheb
imamlarının görüşünü 595 numaralı hadisin şerhinde açıklamış olduğumuzdan
burada tekrara lüzum görmüyoruz. İbn Abdil Berr gibi bazı siyer âlimlerine
göre, Hz. Peygamber İbn Ümmü Mektum'u on üç defa yerine vekil bırakıp
gitmiştir.
Hattâbî'ye göre, Hz.
Peygamber'in onu bu kadar çok vekil bırakmasının sebebi vaktiyle onun sorusuna
cevap vermemek suretiyle kırmış olduğu gönlünü kazanmak, bu yüzden uğramış
olduğu ilahi azardan kurtulmak arzusudur.[29]
2932... Hz.
Aişe'den demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) (şöyle) buyurdu.
"Allah bir devlet
başkanı hakkında hayır dilediği zaman ona doğru (konuşan ve doğru iş yapan))
bir yardımcı verir. Eğer o(başkan yapılması gereken bir işi) unutursa (bu
yardımcı, unutulan işi) ona hatırlatır. Eğer başkan bu işi kendisi hatırlarsa
(o zaman da bu yardımcı o işin yapılması hususunda) başkana yardımcı olur.
Eğer Allah onun
hakkında başka birşey dilemişse ona kötü (huylu) bir yardımcı verir. Eğer
(yapılması gereken bir işi) unutursa (vezir bu işi) ona hatırlatmaz. Eğer
(başkan bu işi kendiliğinden) hatırlarsa (o zaman da bu yardımcı o işin
yapılmasında) ona yardımcı olmaz."[30]
Vezir: kelimesi
ağırlık ve yük anlamına gelen vizr kökünden türemiştir. Devlet işlerinde
halifenin yük ve ağırlığını yüklenen kimseye de vezir ismi verilmiştir.
Yahutta vezer den türemiştir. Bu ise melce* (sığmak) demektir. Çünkü bir âyet-i
kerimede şöyle denilmektedir. "Hayır hiçbir sığınak yoktur"[31] Zîrâ
sultan onun görüşüne ve yardımına sığınmaktadır.
Ezir kökünden
türetilmiş olduğu da söylenir. Bu kelime yardım ve destek demektir. Çünkü
sultan beden kuvveti olarak onun yarçkmıyla kuvvetlenmektedir. Vezirlikten
maksat halifenin kendisine yardım edecek yanında yer alacak kimseden yardım istemesidir.
Vezirlik İslâmın ilk devirlerinde mevcuttu. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.)
kendisine sunulan birçok meselelerde ashabı ile istişare eder ve onların
göTüşünü alırdı. Hz. Ebû Bekir (r.a.) de devlet işlerinde Hz. Ömer (r.a.) ile
istişare ederdi.[32] Bu bakımdan halktan bazıları
Hz. Ebû Bekir'e "Rasûiullah'ın veziri adını vermişlerdir. Ona bu ismi
bilhassa İranlılarla karşılaşmış olanlar vermiştir. Çünkü bu unvanın Sasanî
imparatorluğunda kullanıldığını müşahade etmişlerdir.[33]
Musannif Ebû Dâvûd bu
hadisi mevzumuzu teşkil eden halifelik bölümünde zikretmekle buradaki vezir
kelimesinin günümüzdeki bakan anlamına geldiğine işaret etmek istemişse de bu
husus kelimenin idarecilerin yanında yer alan yardımcıların tümüne şâmil bir
manâ ifade etmesine engel değildir.
Hadis-i şerif
halifenin ya da herhangi bir yöneticinin yanında yeteri kadar yardımcı
bulundurmasının cevazını ifade etmekte, vezirlerinde iyi niyetli kimselerden
seçilmesinin lüzumuna işaret etmektedir.[34]
2933... el-Mikdâm
b. Madîkerib'den demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) onun omuzlarına dokunarak:
"Ey Mikdamcığım ne mutlu sana eğer ölürsen (halkın başında) bir idareci de
değilsin, (bir idarecinin) kâtib(i) de değilsin, haklarında bilgi toplayıp
halifeye sunmak üzere halk arasında görevli bir kimse de değilsin.” buyurdu.[35]
İrâfe: Bir kabilenin
idaresi ve o kabile hakkında bilgi toplayıp devlet reisine sunma işi demektir.
Bu görevi yüklenen kimseye de arif ismi verilir
Avnü'I-Mabûd yazarının
açıklamasına göre her beş arifin üzerinde men-kıb denen bir başkan bulunur. Bu
başkan da doğrudan doğruya devlet başkanına bağlıdır. Görülüyor ki bu teşkilât
günümüzdeki mahalli ve mülkî idarelerin çekirdeği mesabesinde bir teşkilattır.
Zamanla günün icablarına ve şartlarına uygun bir şekilde gelişmiştir.
Metinde geçen kudeym
kelimesi "kadim" kelimesinin ism-i tasgiridir. Onun için biz bu
kelimeyi mikdamcığım şeklinde tercüme ettik.
Hz. Peygamber'in
Mikdam'la konuşmadan önce onun omuzlarına hafifçe dokunmaktan maksadı ona olan
sevgi ve yakınlığını bildirmek ve söyleyeceği sözlere karşı dikkatli olmasını
sağlamaktır.
Aliyyü'l Kari'nin
açıklamasına göre sen arif de değilsin cümlesindeki arif kelimesi
"feîlün" vezninde bir sıfat-i müşebbehe olması itibariyle burada
ism-i fail manâsında kullanılmış olabileceği gibi ism-i mePul manâsında da
kullanılmış olabilir.
İsm-i fail manâsında
kullanılmış olması halinde ifade edeceği manâ yukarıda açıkladığımız manâdır.
Ancak ism-i mePul
manâsına kullanılmış olması halinde ise "tanınmış olma meşhur olma"
anlamlarına gelir. Kelimenin bu manâya geldiği kabul edilirse cümlenin manâsı
şöyle olur: "Ey Mikdamcığım ne mutlu sana ki ölürsen bir başkasının veya
bir başkanın emrinde görev yapan bir kâtip olarak ölmeyeceğin gibi meşhur
olmuş bir kimse olarak da ölmeyeceksin" Resulü Ekrem efendimiz bu
sözleriyle Hz. Mikdam hakkında idareciliğin veya bir idareci emrinde
çalışmanın hayırlı bir iş olmayacağını ve genel olarak şöhretin âfet olduğunu
ifade buyurmak istemiştir. Hz. Peygamber efendimiz aynı zamanda en büyük ruh
doktoru olduğundan ashabının ruh hallerini ve kabiliyetlerini en ince
teferruatına kadar bilir, onlara hallerine uygun tavsiyelerde bulunurdu. Cesur
olanları cihada, zenginleri zekata teşvik eder, idarecilik kabiliyyeti olanları
da idareciliğe getirirdi.
Hz. Mikdam'da
idarecilikte böyle bir kabiliyeti bulunmadığı için hem ona bu görevden
kaçınmasını tavsiye etmiş hem de kendisine böyle bir görevi vermemekle onun
için hayır murad etmiş olduğunu ima ederek onun gönlünü almıştır. 2930
numaralı hadis-i şerifin şerhinde açıkladığımız gibi Hz. Peygamber efendimizin
bazı kimseleri idarecilik görevinden nehyetmesi bu nehyin herkes hakkında umumi
bir nehy olmasını gerektirmez. Kabiliyyetle-ri ve liyakatleri sebebiyle bu
görevlere getirilip de hakkıyla yürüten kimselerin ecir ve sevapları çok
büyüktür. Onların Allah'ın yardımına mazhar olacakları bizzat fahr-i kâinat
efendimiz tarafından haber verilmiştir.[36]
2934... (bir
adamın) dedesinden (rivayet olunduğuna göre aileleri) "Yol üzerinde
bulunan sulardan bir su üzerine (görevli) bulunu-yorlarmış. İslam(ın doğuşu)
onlar(ın kabilesin)e ulaşınca (sözü geçen adamın dedesi ve) suyun sahibi olan
zat İslamiyeti kabul etmeleri şartıyla kavmine yüz deve va'detti. Onlar da (bu
şartla) müslümanlığı kabul ettiler. (Suyun sahibi de) develeri onlara
bölüştürdü. (Ancak kısa bir süre sonra) develeri onlardan geri alması
(zarureti) ortaya çıktı. Bunun üzerine oğlunu Peygamber (s.a.)'e göndererek
ona:
Peygamber (s.a.)'e var
da ona "Babam sana selam söylüyor kendisi kavmine müslüman olmalaıî
şartıyla yüz deve vâdetmişti. Onlar da müslüman oldular. Bunun üzerine babam
(bu) develeri onlardan geri alması (durumu) ortaya çıktı. Develere (sahib
olmakta) babam mı daha haklı, yoksa onlar mı? (daha haklı) de.
Eğer sana
"evet" (baban daha haklıdır) yahutta "hayır" (onlar
babandan) daha haklı (dırlar) cevabını verecek olursa (o zaman) kendisine
"Babam yaşlı bir
adamdır. Aynı zamanda suyun idaresiyle de görevlidir. Kendi (ölümü)nden sonra
su idareciliği görevini bana vermeni istiyor" de. dedi. Bunun üzerine (o
adamın oğlu) Hz. Peygamberce
var'ıp:
“Babam sana selam
söylüyor" dedi (Hz. Peygamber de):
(Allah'ın)
"selamı senin ve babanın üzerine olsun" dedi sonra;
"Babam
müslümanlığı kabul etmeleri şartıyla kavmine yüz deve bağışlamayı vâdetmişti.
Onlar müslüman oldular. Müslümanlıkları da (çok) güzel oldu. (Fakat bir süre)
sonra develeri onlardan geri alması (lüzumu) ortaya çıktı. Şimdi bu develere
babam mı daha müstehak, yoksa onlar mı? dedi.
(Hz. Peygamber de):
"Eğer babanın
develeri onlara teslim etmesi (kendisine daha uygun) görünüyorsa, develeri
onlara teslim etsin. Eğer kendisine develeri geri almak (daha uygun) görünüyorsa
(şunu iyi bilsin ki) kendisi bu develere onlardan daha müstehaktır. Eğer onlar
îslamı kabullenmişlerse, müslümanlıkları kendilerinindir. Eğer müslümanlığı
kabul etmemişlerse müslümanlığı kabul edinceye kadar kendileriyle savaşılır*'
buyurdu (bu defa çocuk):
Babam yaşlı bir
adamdır. Aynı zamanda suyun idaresi ile de görevlidir. Kendi (ölümü)nden sonra
su idareciliği görevini bana yermeni istiyor." dedi.
(Peygamber efendimiz
de):
"İdarecilik
görevi hakdır. Elbette halk için bu görevi üstlenen kimselere ihtiyaç vardır.
Fakat bu görevi yüklenenler (mesuliyeti! bir görevi yüklendikleri için)
cehennemlik (olma tehlikesiyle karşı karşı-ya)dırlar." buyurdu.[37]
Bilindiği gibi,
idarecilik çok mesûliyetli ve büyük kabiliyetler gerektiren bir görevdir. Gerekli
kabiliyetlere sahip olmadan, bu görevi üstlenmek sahibini kötü akıbetlere ve
nihayet cehenneme sürükler. Fakat hakkaniyetle yerine getirilebildiği takdirde
mükafatı büyüktür. İşte Resûl-ü Zişan efendimiz idarecilik görevi hakdır
sözüyle bu görevin büyüklüğüne ve ulviyetine işaret ederken fakat bu görevi
yüklenenler cehennemlik (olmak tehlikesiyle karşı karşıya)dırlar sözüyle de bu
görevin çetinliğine ve sorurnjuluğunun büyüklüğüne işaret etmiştir.
Bu hadis-i şerîf bir
kimsenin diğer bir kimseden aslında yapılması farz olan bir işi yapmasını
isteyip de bu işi yaptığı takdirde kendisine bir mal vereceğini vadedince
istediğinin yerine getirilmesi üzerine vadettiği malı o kimseye vermiş olursa
sonradan bu malı tekrar ondan geri almasının caiz olduğuna delâlet etmektedir.
Hz. Peygamber'in müellefâtü'l-Kulube (kalbleri İslama ısıtılmak istenenlere)
verdiği mallar bu hükme girmezler. Çünkü Resul Ekrem onlara bir mal verirken
şartsız, karşılıksız ve bir bağış olarak vermiştir.[38]
2935... İbn
Abbâs'dan demiştir ki:
es-Sicillü (diye
anılan sahabî) Peygamber (s.a.)'ın kâtibi idi.[39]
Hadis-i şerîf devlet
başkanı ve diğer idarecilerin yazı işlerinde çalıştırmak üzere kâtib
kullanmalarının caiz olduğunu ifade etmektedir. Nitekim Resulü Ekrem efendimiz
bizzat vahy kâtibi kullanmıştır. Vahy kâtiblerinin en meşhurları şunlardır:
1. Abdullah
b. Sa'd b. Ebi Şerh el Amirî; 2. Ebû
Bekir es-Sıddîk 3. Ömer 4. Osman, 5. Ali 6. Amir b.
Feheyre 7. Abdullah b. Erkam 8. Übey b. Ka'b 9. Sabit b. Kays b. Şemmâs, 10.
Zeyd b. Sabit 11. Muaviye b.Ebi
Süfyân 12. Mugîre b. Şu'be 13. Zübeyr b. Avvâm 14. Halid b. Velid 15. Ala b. el Hadramî 16.
Amr b. As 17. Abdullah b. Revaha 18. Muhammed b. Mesleme 19. Abdullah b. Abdullah b. Übeyy b.
Selûl.
Hafız Şemsüddin b. el
Kayyim el-Cevziye hocası İbn Teymiyye'nin bu hadisi mevzu saydığını, çünkü Hz.
Peygamber'in sahabileri arasında "Sicili" isimli bir şahsın
bulunmadığını söylemiştir. Doğrusu da budur. Yine İbn Kay-yim'in ifadesine göre
bazıları "O gün göğü, kitaptan dürercesine toplarız"[40]
âyet-i kerimesinde geçen Sicili kelimesiyle söz konusu kâtibin kastedilmiş olduğunu
söylemişlerse de bu görüş doğru değildir. Çünkü bu âyet-i kerime Mekke'de
inmiştir.
Oysa Hz. Peygamber'in
Mekke'de vahy kâtibi yoktu.[41]
2936...
Râfi' b. Hadic'den demiştir ki:
Ben Rasûlullah
(s.a.)'i (şöyle) buyururken işittim: "Hakkıyla (görev yapan) zekât memuru
evine dönünceye kadar, Allah yolunda (savaşan) gazi gibidir."[42]
Zekat memurunun görevini
hakkıyla yapması, onu İslamî esasları uygun olarak ihlâs ile ve sevabına
inanarak toplaması demektir.
Zekat toplama görevini
bu ölçü ve bu anlayış içerisinde yapan bir zekat memuru, İslam toplumunu ayakta
tutan unsurların en mühimlerinden birine hizmet etmiş olacağı için uykusu da,
uyanıklığı da ibadet sayılacağı cihetle, Allah yolunda savaşan bir gazi gibi
sevaba nail olur.
Tuhfetü'l-Ahvezî
yazarı bu mevzuda şöyle diyor: "Aliyyül Kariye göre zekat memurunun Allah
yolunda savaşan bir gaziye benzetilmesi, onun bir gazi gibi devlet hazinesine
katkıda bulunması dünya ve âhiret işlerinin yürütülmesindeki hizmetiyle de
gazinin sevabına denk bir ecre nail olması yönündedir.
îbn Arabi de bu
mevzuda şöyle diyor: Gerçekten yüce Allah'ın fazlı keremi çok büyüktür. Bu
bakımdan bir gaziye maddi yardımda bulunarak onu düşmana karşı silahla ve diğer
harp malzemeleriyle teçhiz eden bir kimseye de gazilik rütbesi vadettiği gibi,
harbe gidemeyip de gazinin çoluğuna çocuğuna hakkıyla bakan kimseleri de gazi
saymıştır.
İşte zekat memuru da
her ne kadar harp meydanında savaşmıyorsa da Allah yolunda savaşan kimselere ve
onların ailelerine sarf edilecek maddi imkânları toplayıp devlet hazinesine
teslim ettiği için, harb meydanında savaşan gazilere benzetilmiştir. Çünkü
netice itibariyle her ikisi de Allah yolunda savaşmaktadır. Şu farkla ki, gazi
bilfiil savaşmaktadır. .Zekat memuru ise bu savaşa niyyetiyîe katılmaktadır.
Nitekim Peygamber
efendimiz, "kuşkusuz mazeretleri sebebiyle harbe katılmadıkları için
Medine'de kalmış bir topluluk vardır ki siz hangi dereye gitmiş, hangi boğazı
ve dağı gfçmişiseniz onlar da sevab yönünden sizinle beraberdirler."[43]
buyurmuştur. Mazeretleri dolayısıyle savaşa katılamayanların durumu böyle
olunca, zekat toplama göreviyle görevli oldukları için savaşa katılmayanların
sevabının nasıl olacağı meydandadır.[44]
Hadis-i şerif zekat memuru tayin etmenin caiz olduğuna bir delildir.[45]
2937... Ukbe
b. Amir'den demiştir ki; Rasûlullah (s.a.)'ı (şöyle) buyururken işittim:
"Meks (denilen
haksız vergiyi) alan bir kimse cennete giremez."[46]
İbn Esir'in
“en-Nihaye" de açıkladığına göre meks tahsildarların halktan toplamış oldukları bir
vergidir. Genellikle bu vergiler haksız
yere toplanmış ve halk için bir zulüm olmuştur. Bu bakımdan islam dışı olan bu
vergiyi halktan toplatan bir idareci cehennemlik olmayı hakkettiği gibi, bu
verginin toplanmasına hizmet eden tahsildarlar da bu zulme yardımcı oldukları
için cehennemlik olurlar.
Kamus mütercimi meks
kelimesini açıklarken şöyle diyor: Meks, bir adamın satılık malına muamele
ederken gadr ve cinayet eylemek yani değerinden eksik fiatla almaktır.
Eksiltmek ve zulmetmek manâlarına da gelir. Bîr de "meks" cahiliyye
döneminde bir mal satan adamdan sattığı mala göre aldıkları bir vergi anlamına
gelir ki, günümüzde buna bâc denilmektedir. İslâm diyarında cahiliye döneminden
kalan bu vergi hala yolculardan ve tüccardan alınmakta ve varlığını
korumaktadır. Bazı Türk memleketlerinde bu vergi köprü başlarında ve
derbendlerde barınan kimselerden zorla alınmaktadır.
Öşür toplayan
memurların, meşru olan öşrü aldıktan sonra keyfi olarak aldıkları paraya da
meks denir.[47]
Görülüyor ki bu
hadis-i şerifte haksız yere alman bu vergilerin haram olduğunu ve bu vergilerin
gerek devlet, gerekse fertler tarafından toplanmasının büyük günahlardan
olduğu ifade edilmektedir. Ancak meşru ölçüler içerisinde tahsil edilen öşür ve
zekatın bununla ilgisi yoktur.
Bunların tahsilinde
tahsildar için büyük ecir vardır.
Meks mevzuunda merhum
Ö. Nasuhi Bilmen efendi şöyle diyor:
Meks Zaman-i
cahiliyyette bir adamın çarşı ve pazarda sattığı şeylerden alınan akçeye meşk:
Bac, bunu alan şahsada "mekkâs" denirdi. Köprü başlarında,
derbendlerde mürur ve ubûr edenlerden toprak bastı adıyla alınan akçeye ve
tüccar mallarından mesrû rüsumdan ziyâde olarak tahsil edilen paraya da
"meks" (bac) adı verilmiştir. Ki bunların bu veçhile istifa edilmesi,
şer'an caiz değildir. İşte mezmum olan mekkaslık da budur ki böyle bir memuriyete
kabulden bir çok zatlar ictinab etmişlerdir. Mebsul, Bedâyi, Hindiyye, Diirri
Muhtar.[48]
2938... İbn
ishak'dan demiştir ki:
(Bir önceki hadisi
şerifte geçen) "Meks" alan kimse (sözün)den maksat halktan
(mallarının onda birini) toplayan kimsedir.[49]
Bir önceki hadisin
şerhinde de açıkladığımız gibi, burada söz
konusu edilen ondabir vergi, ziraat mahsullerinden meşru ölçüler
içerisinde tahsil edilen öşür vergisi değildir. Buradaki vergiden maksat,
zekat ve öşrün dışında alınan ve şer'î hiçbir dayanağı bulunmayan bir vergidir.
Hadis-i şerifte,
açıklandığına göre İbn ishak bir önceki hadiste geçen Sahıb-ül-meks sözünü
"halktan zekat ve öşür dışında mallarınınondabirinis-betinde vergi
toplayan kimsedir" diye tefsir edilmiştir.[50]
2939... İbn
Ömer'den demiştir ki: (Babam) Ömer (r.a) dedi ki: "Eğer ben yerime birini
halife tayin etmezsem (bu sünnete uygun bîr hareket olur.) Çünkü Rasûlullah
(s.a.) yerine bir halife tayin etmemiştir. Eğer, yerine bir halife tayin
edersem (bu da caizdir.) Çünkü Ebû Bekir (r.a.) yerine bir halife tayin
etmiştir. (İbn Ömer, rivayetine devam ederek) dedi ki:
Allah'a yemin olsun ki
(Hz. Ömer'in bu mevzuda tutmuş olduğu yol) Rasûlullah (s.a)'Ie, Hz. Ebu
Bekir'in (uygulamalarını) hatırlamasından (ve onlara uymasından) başka bir şey
değildir. (Babamın Ra-sûlü Ekremin bu mevzudaki tatbikatını gözönüne
getirdiğini görünce) Onun kimseyi Rasûlullah (s.a.)'e denk tutmadığını ve
yerine kimseyi tayin etmeyeceğini kesinlikle anladım. [51]
Metinde geçen
Rasûlullah sallallahû aleyhi ve sellem yerine bir halife tayin etmemiştir, sözü
Hz. Peygamberin, bu ümmetin idaresini üstlenecek ve onlar arasında ilahi
hükümleri uygulayacak bir devlet reisinin başa gelmesine dair (ıerhangi bir
çaba sarfetmediği ve bu hususta herhangi bir emir ve tavsiyede bulunmadığı
anlamına gelmez. Çünkü Hz. Peygamberin "Devlet reisleri
Kureyş*tendir."[52]
buyurması» vefatım mü-teakib Kureyş'ten bir devlet başkanı seçip, ona biat
edilmesini emretmesi anlamına gelir.
Sahabe-i kiram bunu
çok iyi anladıkları içindir ki, Hz. Peygamber vefat edince, yeni halifeyi
seçmeden hiçbir işle, hatta Hz. Peygamberin teçhiz ve tekfini ile dahi
ilgilenmemişlerdir. Hz. Peygamberin makamına getirdikleri Hz. Ebû Bekir'e
Rasûlullah'in halifesi ismini vermeleri de onu bu makama Hz. Peygamberin
devlet başkanı seçilmesi hususundaki emrine uyarak getirdiklerini ifade etmek
istemelerinden doğmuştur. İşte bu gerçek, müs-lümanların başlarına bir halife
seçmelerinin farz olduğunun en büyük delillerinden biridir.
Müslümanlar arasında
Allah'ın hükümlerini uygulamak, onları, serlerden, zulümden ve fesaddan
korumak ancak müslüman bir devlet reisinin varlığıyla mümkündür. Aksi takdirde
müslümanlar bu tehlikelerden kendilerini koruyamazlar. Devlet idaresinde bir
başkanın mevcudiyeti kadar herhangi bir yerde bulunan bir İslam toplumu için
bir başkanın bulunması da önemlidir.
İşte bu sebepledir ki,
Rasûlullah (s.a.) İslam ordusunu Mute savaşına gönderirken başlarına Zeyd b.
Harise'yi kumandan tayin ederek bayrağı ona teslim etti ve askerlere hitaben
yaptığı konuşmada
"Eğer Zeyd b.
Harise şehid edilecek olursa kumandanınız Ca'fer b. Ebî Tâlib'dir. O'd a şehid
edilirse kumandanınız Abdullah b. Revaha'dır." buyurdu. Bunun üzerine Zeyd
b. Harise şehid olunca bayrağı Hz. Ca'fer aldı. Ca'fer şehid olunca Abdullah
b. Revâha, O da şehid olunca Halid b. Ve-lid aldı. Sonra Allah Hz. Halid eliyle
müslümanlara fethi müyesser kıldı.
Bütün bunlar, müslümanların
başına bir halife tayin etmenin önemine ve farziyyetine delalet eden
hususlardır.
Yine bu sebepledir ki
Hz. Peygamberden sonra hilâfet makamına gelen Hz. Ebû Bekir de bu meseleye
gereken önemi vermiş, vefatı yaklaşınca müslümanlara bir mektup yazarak
başlarına Hz. Ömer'i halife tayin ettiğini bildirmiş ve ona biat etmelerini
emretmiş, Müslümanlar da bu emre uyarak Hz. Ömer'e biat etmişlerdir.
Hz. Ömer de vefatı
yaklaşınca böylesine önemli olan bir meseleyi halletmek istedi.
Bu meseleyi halletmek
için karşısında iki yol vardı. Birisi Hz. Peygamberin yaptığı gibi hiçbir aday
göstermeden müslümanlardan sadece yerine bir halife seçmelerini istemek. Diğeri
de Hz. Ebû Bekir'in yaptığı gibi yerine bizzat kendisi bir halife adayı
gösterip halktan ona biat etmelerini istemekti.
Hz. Ömer bu iki yolun
ikisinden de yararlanmak gayesiyle sadece birine tabi olmakla yetinmeyip ikisi
arasında bir yol takibetti. Şöyle ki, halife seçimini Cennetle müjdelenmiş olan
sahabilerden olan bir şuraya havale etti. Onlar da içlerinden birini halife
seçmelerini istedi. Onlar da içlerinden Hz. Osman'ı halife seçtiler.[53]
1. Halifenin
kendi yerine birini halife bırakması caiz olduğu gibi, bırakmaması da caizdir.
Bırakmazsa bu hususta Hz. Peygambere, bırakırsa Hz. Ebû Bekir'e uymuş olur.
2. Yerine
halife bırakmak suretiyle hilâfet caiz olduğu gibi, müslüman-ların ileri
gelenlerinin seçmesi ile de olur.
3. Halife,
kendinden sonra hilâfet vazifesini şura olarak birkaç kişiye de bırakabilir.
Nitekim Hz.' Ömer öyle yapmıştır.
4.
Müslümanların halife tayin etmesi şer'an vaciptir. Bu hususlarda ulemânın
ittifakı vardır.
5. Peygamber
(s.a.)'in kimseyi nassan halife bırakmadığına dair icmâ-ı ümmet vardır. Gerçi
bu hususta bazı itiraz edenler olmuşsa da bunlar icmâ-ın karşısında
tutunamamışlardır.[54]
2940... İbn
Ömer'den demiştir ki:
Biz, Rasûlullah
(s.a.)'e (emirlerini) dinlemek ve itaat etmek üzere söz verirdik (de, Rasûl-ü
Ekrem efendimiz) bize
“Gücünün yettiği
şeylere (söz ver)" diye telkinde bulunurdu.[55]
Metinde geçen gücünün
yettiği şeylere anlamındaki cümlesi bazı nüshalarda =
gücünüzün yettiği şeylere" şeklindedir.
İmam Nevevî'nin
açıklamasına göre Müstemli ile Serahsi'nin rivayetlerinde bu cümle müfred
olarak zikredilmiş, başkalarının rivayetlerinde ise "gücünüzün yettiği
şeylere" şeklinde cemi olarak rivayet edilmiştir. Nevevî bu kelimeyi
müfred mütekellim olarak yani, "Gücünün yettiği hususta" manâsına
almış ve şöyle demiştir: "Bu Peygamber (s.a.)'in ümmetine olan sonsuz
şefkat ve rahmetindendir. Ümmetinden biri takat getiremeyeceği bir beyatın
umumuna girmesin diye onlara gücümün
yettiği hususta- demesini öğretmiştir.[56]
Biatin asıl manâsı,
mübadele akdidir. Sonraları devlet başkanına itaat ve sadakati bildiren ve el sıkma
suretiyle yapılan ahitleşmeyi ifâde etmiştir. Siyer kitaplarında açıklandığı
üzere İslam tarihinde ilk biat hadisesi Akabe denilen yerde yapılmıştır. Medine
devrinde vuku* bulan Biat'ür-ridvân Hz. Peygamberin Hudeybiye'de Mekke'lilerle
antlaşma yolu aradığı sırada gerçekleşmiştir.
Bu olayın hatırası şu
âyetlerle yüceltilmiştir. "Andolsun ki Allah inananlardan, ağaç altında
sana baş eğerek biat edenlerden razı olmuştur. Gönüllerinde olanı da bilmiş,
onlara güvenlik vermiş, onlara yakın bir zafer ve ele geçirecekleri bol
ganimetlerden bahsetmiştir."[57]
Dört halife devrinde
ve sonraki İslam devletlerinde halkın ileri gelenlerinin halifeye itaatlerini
bildirmesine de biat, denmiştir.[58]
Bütün bu
açıklamalardan da anlaşılıyor ki, "Biat yeni başa geçirilen kimseye bazan
da başta bulunan kimseye itaat etmek üzere verilen bir sözdür." Daha önce
de ifade ettiğimiz gibi, imamet veya halifelik, devlet başkanı ile ümmetin
görüş sahipleri arasında yapılan bir akidden başka birşey değildir. Akid ise,
icab ve kabul olmadan olamaz. İcab, ümmet içindeki görüş sahipleri veya şûra
ehli tarafından yapılır. Bu ise halifeyi seçmekten ibarettir. Kabul; ümmetin
görüş sahipleri tarafından seçilen Halifece yapılır.
Burada imametin üç
merhaleden geçtiğini söyleyebiliriz: Birinci Merhale: İmamete aday gösterme
merhalesidir. Önceki imâm veya görüş sahiplerinden bir tanesi yeni olacak
imâmı aday gösterir.
Buna örnek:
Sakife'deki toplantıda Hz. Ebu Bekir'in Hz. Ömer'le Hz. Ebu Ubeyde'yi aday
göstermesi ve Hz. Ömer ile Hz. Ebu Ubeyde'-nin aday gösterilmeyi kabul
etmemelerinden sonra Hz. Ömer'in Hz. Ebü Bekir'i aday göstermesini
gösterebiliriz. Vefatı yaklaştığı sıralarda Hz. Ebû Bekir'in Hz. Ömer'i aday
göstermesi, yaralandıktan sonra Hz. Ömer'in altı kişiyi aday göstermesi de böyledir.
İkinci merhale:
Seçilme veya aday gösterilmeyi kabul etme merhalesi-dir. Bu merhalede şûra
ehli, adaylar birden fazla ise adaylardan birisini seçer veya aday bir kişi
ise ona muvafakat ederler. Buna dair de Hz. Ebû Bekir'in mektubu kendilerine
okunduğu zaman halkın onun aday göstermesini kabul etmelerini ve Abdurrahman
b. Avf'ın Hz. Osman'ı seçip arkasından halkın da bu seçimi onaylamalarını
örnek verebiliriz.
Üçüncü Merhale: Biat
merhalesidir. Biat, seçimin dış görünüşü ve delilidir. Biat merhalesi, seçim
aşamasının içindede olabilir, ve aralarında bir zaman aralığı bulunmayabilir.
Hz. Ebu Bekir'in biatinde olduğu gibi, Hz. Ömer, kendisini aday göstermiş ve
ona: "Uzat elini sana biat edeyim" diyerek hemen biat etmiş idi.
Arkasından da diğerleri peşpeşe biatte bulunmuştu.[59]
1. Zorla
yaptırılan bir iş, o kişinin ihtiyarı ve gücü dı-şında meydana geldiği için,
faili bu işten sorumlu değildir.
2. Gücünün
yetmediği bir işi yapmaya özenen bir kimseye "yapamayacağın işe özenme, gücünün
yeteceği işlere giriş" demek caizdir.
3. Peygamber
efendimiz devlet reisine biat edilmesine çok önem vermiş, ona muhalefetten
sakınmalarını emretmiştir.[60]
2941... Urve
(r.a.)'den demiştir ki:
Hz. Aişe,
Rasûlullah'ın kadınlarla biatleşmesini şöyle anlatmıştır:
Rasûlullah (s.a.)
(biatleşirken) hiçbir kadının eline dokunmadı. Ancak herbir kadından (biati
sözle) aldı. Bir kadından (sözü) aldı da kadın da (söz) verdi mi
“Git! senin biatim
aldım" buyururdu.[61]
Kadınların Hz.
Peygambere vermiş oldukları bu sözün neleri ihtiva ettiği Müslümin Sahihinde şu
manâya gelen cümlelerle anlatılmaktadır. "Mü'min kadınlar Rasûlullah
(s.a.)'e hicret ettikleri vakit Aziz ve Celil olan Allah'ın:
"Ey Peygamber!
Sana mü'min kadınlar Allah'a hiç bir şeyi ortak koşmayacaklarına, zina
etmeyeceklerine dair beyat etmeye gelirlerse"[62]
âyetin-deki esaslara göre kendilerinden söz alınırdı."[63]
Müslim'in bu
hadisinden anlaşılıyor ki: Kadınların, Hz. pey-gamber'e ettikleri biat Allah'a
şirk koşmamak, hırsızlık yapmamak ve zina etmemek, çocukları öldürmemek,
iftira etmemek ve Hz. Peygambere hiç bir ma'rufta isyan etmemek gibi hususları
ihtiva etmektedir. Çünkü sözü geçen Mümtehine sûresinin 12. nci âyetinde
kadınların bu şekilde biat etmeleri em-redilmektedir.
"Devlet başkanına,
itaat etmek üzere söz vermek" anlamına gelen biat uygulamasının ilk
örneğini Hz. Peygamber'in hayatında görebiliyoruz. Hz. Peygambere yapılan
biatler, ona ve İslamın emirlerine bağlanmayı ihtiva ediyordu. Bu bakımdan
ashabın biatleri Hz. Peygamberi devlet başkanlığına getirmek anlamını
taşımıyordu. Ancak onun peygamberliği aynı zamanda devlet başkanı olmasının da
gereğiydi. Dolayısıyle ona biat, hem Peygamber olarak yapacağı tebliğlere
inanmak, hem de devlet başkanı olarak vereceği emirlere itaat etmeye söz
vermek anlamlarını birlikte ifâde ediyordu.
Hem devlet başkanlığı
için başa getirmek ve hem de itaatte bulunmak üzere yapılan biat ise; ilk
olarak Hz. Ebû Bekir (r.a.)'in halifeliğe getirilmesi ile gerçekleşmiştir.[64]
Ancak bir önceki hadisin
şerhinde de açıkladığımız gibi biatin üç merhalesi bulunduğunu unutmamak
lazımdır.
Bazı ilim adamları,
hadisteki biat kelimesine bakarak bu hadisin kadınların seçme hakkına sahip
olduğuna delâlet ettiğini söylemişlerdir.
Bu görüşte olan
ulemaya göre, "Rasûlullah (s.a.) kadınlara biat ettiği gibi bizimle de
biat etmiştir..."[65]
mealindeki hadis-i şerifte kadınların erkekler gibi seçme hakkına sahip
olduklarına delalet eder.
Hz. Peygamberin
ashabıyla yapmış olduğu biatlerin nübüvvet üzerine değil, siyasî nitelikli
olduğunu anlatan bir hususta onun çocuklarla biat etmemesidir. Zira sahih
olarak rivayet edilmiştir ki:
Buluğa ermemiş
çocuklar ya kendileri veya ebeveynleri vasıtasıyla biat istemişler. Fakat
Rasûlullah (s.a.) biat etmemiştir.[66] İşte
kadının biati onun seçme hakkına sahip olduğunu gösterir.[67]
1.Kadınlar
seçme hakkına sahiptirler.
2. Bir
erkeğin yabancı bir kadının eline dokunması haramdır.
3. İhtiyaç
olduğu zaman, yabancı bir kadınla konuşmak caizdir.
4. Kadının
sesi avret değildir.
5.
Erkeklerin biati sözle ve el sıkmayla kadınların biati sadece sözle olur.[68]
2942...
Peygamber (s.a.)'e yetişen Abdullah ibn Hişâm'dan (rivayet olunduğuna göre)
annesi Zeyneb bint Humeyd, onu Rasûlullah (s.a.)'e götürüp
"Ey Allah'ın
Rasûlü bununla biatleş" demiş, Rasûlullah (s.a.) de "- O (daha)
küçüktür/' demiş ve onun başını okşamıştır.[69]
Çocuklar mükellef
olmadıklarından verdikleri sözlerden de sorumlu değillerdir. Onların
biatlerinin de bir hükmü yoktur, işte bu sebeble Hz. Peygamber onlardan biat
almamış, bu maksatla gelen çocukların sadece başını okşamakla ya da
-Buharî'nin rivayetinde açıklandığı üzere- onlara dua etmekle yetinmiştir.
Taberani, Hz.
Peygamber (s.a.)'in Hz. Hasan'la Hz. Hüseyin, Hz. Abdullah b. Abbas ve
Abdullah b. Ca'fer(r.a.)'den.büluğ çağına ermelerinden önce[70]
Abdullah b. ez-Zübeyr ile yine Abdullah b. Ca'fer'den yedi yaşında biat
aldığını[71] rivayet etmişse de
çocuklardan alınan bu biatin devlet başkanına itaati teahhüd eden siyasi
nitelikli bir biat olduğu söylenemez. Ancak sahih ameller işlemek üzere yapılan
bir biat olabilir. Çünkü biat; hicret etmek, yardım etmek, ölünceye kadar
cihad etmek gibi maksatlarla da yapılabilir.[72]
2943...
Bûreyde'den demiştir ki: Peygamber (s.a.) (şöyle) buyurmuştur.
"Biz kimi
(devlet) iş(in)de çalıştırırda kendisine maaş verirsek, onun bu maaştan fazla
(olarak devlet hazinesinden) aldığı şey (devlete) hıyanettir."[73]
Bu hadis-i şerifte devlet
reisinin, devlet dairelerinde maaşlı memur çalıştırılmalarının caiz olduğunu,
fakat devlet memurlarının hizmetleri karşılığında kendilerine verilmek üzere
tayin ve tesbit edilen maaş veya ücretten fazla olarak devlet hazinesinden bir
menfaat sağlamalarının devlete hıyanet olacağı ifade edilmektedir.[74]
2944... İbn
Saîdi'den demiştir ki: Ömer (b. Hattab) beni zekat memuru tayin etmişti. Ben bu
görevi yerine getirince, bana ücret (verilmesini) emretti. Ben de
"Ben sadece Allah
(rızası) için çalıştım" dedim. (Bunun üzerine Hz. Ömer)
“Sana verileni al.
Çünkü ben Rasûlullah (s.a.) zamanında görevli olarak çalışmıştım da (Allah'ın
Rasûlü bu hizmetim karşılığında) bana ücret vermişti.[75]
Bu hadis-i şerif
senedinde dört sahabi bulunan hadislerdendir. Hattâbî'nin açıklamasına göre,
zekat memurunun yapacağı iş karşılığında kendisine verilmesi kararlaştırılmış
olan ücreti alması caizdir. Nitekim yüce Allah Kur'ân-ı Kerim'inde onlardan “
= zekat toplayanlar" diye bahsederek onlara zekattan bir pay ayırmıştır.
Bu bakımdan ulema zekat memurlarına bu görevleri nisbetinde zekattan bir pay
bir başka ifadeyle zekat gelirlerinden belli oranda bir ücret verilebileceğini
söylemişlerdir. Bu hadis-i şerif daha Önce 1647 numarada geçmişti. Orada yeterli
açıklama bulunduğundan oraya müracaat edilmesini tavsiye ediyoruz.[76]
2945...
el-Müstevrid b. Şeddâd'dan demiştir ki: Ben Peygamber (s.a.)'i (şöyle)
buyururken işittim.
“Kim bizim emrimizde
görevli ise (hanımı yoksa) evlensin, hizmetçisi yoksa, bir hizmetçi tutsun,
evi yoksa ev alsın. (Musa b. Mer-van) dedi ki: Ebû Bekir (Yahya b. İshâk şöyle)
dedi: Bana haber verildiği(ne göre) Peygamber (s.a)'i
"Kim bundan başka
bir servet edinirse, O kimse haindir" -yahut ta hırsızdır- derken işittim.[77]
Hadis-i şerif, devlet
memurunun evlenecekse israfa kaçmamak şartıyla, kadının mehrini devlet
hazinesinden vererek evlenmesinin, hizmetçisi yoksa, hizmetçi tutacak kadar,
evi yoksa ev kirasını karşılayacak kadar devlet hazinesinden para harcayarak
hizmetçi tutmasının ve ev kiralamasının caiz olduğunu ifade etmektedir.
Hattâbî'ye göre, bu
hadis-i şerifi iki şekilde tefsir etmek mümkündür.
1. Bir
memurun devletten aldığı maaşla evlenmesi, hizmetçi, ev temin etmesi ve
bunları temin edecek kadar maaş alması caizdir.
2. Eğer bir
memur bekarsa devletin onu devlet hazinesinden evlendirmesi, hizmetçisi yoksa
hizmetçi tutması ve evi yoksa ona ev kiralaması icab eder.
Hadîsin senedinde
geçen Cübeyr b. Nüfeyr, İmam Ahmed'in rivayetinde Abdurrahman b. Cübeyr olarak
geçmektedir. Bezl'ül-Mechûd yazarının tahkikine göre, doğrusu da budur. Ve bu
Abdurrahman b. Cübeyr'den maksat Abdurrahman b. Cübeyr el-Mısrî, el-Fakih,
el-Farzi, el-Müezzin, el-Amirî'dir.
Hadisin sonunda geçen
Ebû Bekir'den maksatsa İmam Ahmed'in şeyhi Yahya ibn İshak'dır.
Her ne kadar
AviTül-Ma'bûd yazarı bu Ebû Bekir'in Hz. Ebû Bekir Sıddîk olduğunu söylemişse
de bu görüş doğru değildir.
Metin sonundaki -yahut
ta hırsızdır- manâsına gelen cümledeki tereddüt ifadesi raviye aittir.[78]
2946... Ebû
Humeyd-es-Saîdi'den demiştir ki: Peygamber (s.a.) Ezd kabilesinden îbn Lütbiyye
adında bir adamı zekat memuru olarak tayin etmiş -ki Îbn'üs-Serh (bu zatın
isminin) Îbnü'l-Ütebiyye olduğunu söylemiştir- Bir süre sonra (adam zekat
toplama işini bitirip) gelmiş ve...
"Şu (mallar)
sizindir. Şu(nlar da) bana hediye edildi." demiş. Bunun üzerine Peygamber
(s.a.) minbere çıkıp Allah'a hamdü sena ettikten sonra (şöyle) buyurmuş:
"Benim
görevlendirdiğim bir memura ne oluyor da -Bu sizin bu da bana hediye edildi-
diyor. Annesinin yahutta babasının evinde olsaydı da (bir) baksaydı, kendisine
bir hediye verilirmiydi, yoksa veril-mezmiydi? Sizden zekat mallarından (haksız
yere) bir şey alan kıyamet gününde, o malı da (omuzunda) getirir. Eğer o mal
deve ise onun feryadı, inekse böğürmesi koyunsa acı bir melemesi vardır."
Sonra ellerini kaldırdı. Hatta biz koltuklarının altını gördük. Sonra
"Allah'ım tebliğ ettim mi? Allah'ım tebliğ ettim mi?" buyurdu.[79]
Hadis-i şerifte bir
memurun görevinin verdiği imkandan yararlanarak, halktan hediye almasının haram
olduğu ifâde edilmektedir. Çünkü bu hediye meşru bir yoldan gelmemiştir. Onu
veren kimse ya memurun yetkisinden korkarak, ya da ondan bir menfaat
bekleyerek, en azından bir müsamaha bekleyerek verir ki, bu memurun görevini
kötüye kullanmasından başka bir şey değildir. Bir memurun görevim kötüye
kullanmasının ihanet ve haram olduğunda şüphe yoktur.
Hattâbî şöyle diyor:
"metinde geçen - Annesinin yahutta babasının evinde olsaydı da (bir)
baksaydı, kendisine hediye verilir miydi, yoksa verilmez miydi? -cümlesi harama
sebep olan her işin haram olduğuna delalet eder, menfaat temin eden borç ve
rehin de bu hükme girer. Borç karşılığında bir evi rehin alan kimsenin o evde
kirasız olarak oturması, yahut bir hayvanı rehin alan kimsenin ona binmesi
haramdır. Bir kimsenin bir dirhem değerinde olmayan bir ekmekle bir dirhemi
iki dirheme satması da böyledir. Çünkü bu kimse aslında bir dirhemi iki dirheme
satmak istemektedir. Bunu gizlemek için bir dirhemin yanına bir de ekmek ilave
etmekte ve bu ekmeği alet ederek maksadına erişmektedir." Hadis-i şerifte
verilen hediyenin haram kılınmasının sebebinin memuriyet olduğu bildiriliyor.
Yani memura verilen hediye haramdır. Memur olmayan bir kimsenin hediye kabul
etmesinde ise bir sakınca yoktur. Bezi yazarının İbn Abdilberr'den naklen
yaptığı açıklamaya göre, devlet başkanı olarak Hz. Peygamberin hediye kabul
etmesinin caiz oluşu, sadece ona mahsus özel bir durumdur. Onun aldığı hediye
onun malı olur. Fakat başka bir devlet adamının aldığı hediye fey olur.
Bu açıklamadan
anlaşılıyor ki, Cenab-ı Hak, Hz. Peygamber'e varis olmayı, sadaka almayı
yasaklamasına karşılık, hediye almayı mubah kılmıştır. Çünkü hediye almak
sadaka almaya benzemez. Hediye almakta, sadaka almak gibi bir zillet yoktur.
Sadaka almada bir zillet bulunmasına karşılık hediye almakta arzedilen bir
saygı, sevgi ve ikramı kabul etme gibi bir durum vardır.
Allah Peygamberim aslı
helal olan bir sadakayı veya zekatı almaktan korumakla, halk arasında sevgi ve
saygının yaygınlaşmasına vesile olan hediyeleşmeyi, ümmetine bir örnek teşkil
etmesi için ona da helal kılmıştır.
Ümmetin görevi her
zaman olduğu gibi bu mevzuda da Peygamberine uyarak hediyeleşmeye rağbet edip
aralarında bunu yaymak ve sadakaya muhtaç durumda kalma yerine, çalışıp,
kazanmak, sadaka verecek duruma gelmektir.
Rasûlu zişan
efendimizin bir peygamber olarak ümmetinden farklı bazı özellikleri vardır.
Dolayısıyla onun hakkında bazı özel hükümler de vardır. Tehcccüd namazının
ümmetine farz olmadığı halde ona farz oluşu, hiç iftar etmeden günlerce oruç
tutması, bunlardan bir kaçıdır. Bu bakımdan devlet adamlarının ve devlet
kademelerinde çalışan memurların, hediye almaları yasaklanırken bunun ümmetine
örnek teşkil etme göreviyle görevli olması ci-hetiyle Hz. Peygambere mubah
kılınışı yadırganacak bir şey değildir. Çünkü Uz. Peygamberin şahsında
idarecilik sıfatıyla Peygamberlik sıfatı birleşmiştir.
Asrımızın büyük
hukukçularından Abdü'l-Kerim Zeydân bu mevzuda şöyle diyor:
"Medine'de ilk
İslâm devletinin kurulması ile yüce Peygamberin şahsında şu sıfatlar toplanmış
oldu.
1. Allah'dan
aldığı emirleri tebliğ etmek (nübüvvet sıfatı)
2. İslâm
devletinin büyük reisliği sıfatı (idarecilik sıfatı)
3. İnsanlar
arasında adalet tevzi etmek (yargı sıfatı).
İslâm hukukçuları,
peygamberin bu üç sıfatı taşıdığını farketmişler, şu ya da bu sıfatı göz önüne
alarak söz veya davranışlarını ona göre değerlendirmişlerdir.[80]
Hediyeleşme tüm ümmete
örnek olsun ve teşvik etsin diye bir peygamber olarak kendisine caiz
kılınmıştır. Fakat o, kendisinden sonraki (sadece) devlet başkanları ve devlet
memurlarına yasaklamıştır.[81]
1. Memurların
hediye almaları haramdır.
2.
Memurların devlet adına yaptıkları işlerden hesaba çekilmeleri ve hesap
vermeleri icab eder.[82]
2947... Ebû
Mesûd el-Ensârî'den demiştir ki:
"Peygamber (s.a.)
(bir gün) beni (zekat) tahsildar(ı) olarak görevlendirdi ve
"Ey Ebû Mesûd! (Bu
göreve) git. (Fakat dikkat et, sakın) seni kıyamet gününde omuzunun üzerinde,
çalmış olduğun (ve korkunç) böğürtüsü olan zekat devesiyle gelir bir halde
bulmayayım." buyurdu.
(Ebû Mesûd sözlerine
devam ederek şöyle) dedi. (Bunun üzerine ben de; Ey Allah'ın Rasûlü)
"Öyleyse ben (bu
göreve) git(mek iste)miyorum" dedim. (Hz. Peygamber de)
“Öyleyse ben de seni
zorlamıyorum" buyurdu.[83]
Hadis-i şerifte,
toplanan zekat mallarından herhangi bir şeyi haksızlıkla zimmetine geçiren
kimsenin, kıyamet gününde mahşer yerine zimmetine geçirmiş olduğu malı omuzunda
taşıyarak geleceği, eğer bu mal bir deve ise korkunç sesiyle böğürerek
sahibini ele vereceği ve onu rezil rüsvây edeceği haber verilmektedir.
Hz. Peygamber Ebû
Mesud'u zekat memurluğuna gönderirken ona vazifesinin büyük sorumluluğunu da
hatırlatmaktan geri durmadı. Çünkü Hz. Peygamberin en büyük görevi ümmetini
kendilerini bekleyen tehlikeler karşısında uyararak onları (cehenneme
sürüklenmekten) kurtarmaktır.
Ebû Mesûd da böylesine
büyük sorumluluğu olan bir görevde hasbel-beşer bir yanlışlık yapma ihtimalini
düşünerek bu görevden affını istemiş. Rasûl-ü zişan efendimiz de onu bu
görevden affetmiştir. Esasen Hz. Peygamber en büyük kalb doktoru olması
hasebiyle, Ebû Mesud için zekat memurluğu görevinin tehlikelerini sezdiği için
ona bu ikazı yapmış olabilir.[84]
2948... Ebû
Meryem el-Ezdîdedi ki: Ben (birgün) Hz. Muaviye'-nin yanına girmiştim.
<Bana)
"Ey falanın
babası seni (buraya) getiren nedir?" dedi. Bu kelimeyi araplar (bir
kimsenin gelmesiyle çok sevindikleri zaman) söylerler.
Ben de (Rasûlullah
(s.a.)'den)
"Bir hadis
duymuştum da sana onu haber vereceğim." dedim. Rasûlullah (s.a.)'i (şöyle)
"buyururken işit(miş)tim.
"Aziz ve Celil
olan Allah, müslümanlann idaresini bir kimsenin eline verir de, O kimse
müslümanların ihtiyaçlarını sıkıntılarım ve zaruretlerini dinlemekten geri
durursa, Allah da onun ihtiyacını, sıkıntısını ve zaruretini dinlemekten geri
durur." (Hz. Muaviye bundan bu hadisi duyduktan sonra) halkın
ihtiyaçlarını dinleyip tesbit etmek) üzere bir adam görevlendirdi.[85]
Tirmizi'nin Sünen'indc
bu hadis şu manâya gelen lafızlarla rivayet edilmiştir:
“Herhangi bir
hükümdar, kapısını muhtaç, yoksul ve düşkünlerin yüzüne kaparsa, Allah da
göklerin kapısını onun hacet, yoksulluk ve düşkünlüğüne karşı kapar.”[86]
Kadı Iyâz'ın
açıklamasına göre bir amirin kapısını halkın yüzüne kapamasından maksat,
onların yanına gelip dertlerini arzetmelerine imkan vermemesi, onları huzuruna
kabul etmemesidir.
Allah'ın onun
ihtiyaçlarım dinlemekten geri durması ise, onların dualarını kabul etmemesi ve
emellerine kavuşmalarına izin vermemesidir.[87]
2949...
Hemmân b. Münebbih'den demiştir ki: Ebû Hûreyre, Rasûlullah (s.a.)'in (şöyle)
buyurduğunu söylemiştir:
"Ben size bir
şeyi ne verebilirim ne de onu size vermeyebilirim. Ben (sadece) bir bekçiyim,
emr olunduğum şekilde hareket ederim."[88]
Bezl yazarının açıklamasına
göre, fahr-i kainat efendimiz bu sözüyle
"makam, mensıb zenginlik, amirlik, gibi insanlar arasında elden ele gezen
dünya nimetlerinin halka dağıtımında kendisinin şahsi bir tasarrufu
bulunmadığını, bir Peygamber ve devlet reisi olarak, devlet memurlukları için
yaptığı tayinlerde ve elde edilen ganimetleri hak sahipleri arasında
bölüştürmekte de kendiliğinden hareket etmediğini, bilakis bu görevleri
yaparken Allah'ın kendisine verdiği talimata ve ölçülere göre hareket ettiğini
ifâde etmek istemiştir. Hz. Peygamber bu sözü ganimet mallarını taksim ettikten
sonra ve halkın gönlüne gelebilecek hçrhangi bir şüpheyi izale etmek gayesiyle
söylemiştir.
Rasul-ü zişan
efendimiz bu sözüyle "Ben Allah'dan aldığım vahyi, il-uni ve ilâhi
hükümleri aldığım gibi ümmetime tebliğ etmekle memurum. Bunları tebliğ ederken
ne bir kısmını saklayabilirim ne de onlara bir şey ilâve edebilirim. Ben onları
aldığım gibi tebliğ ederim. İnsanların onları kavraması ve o hikmetlere sahip
olması da benim elimde değildir. Allah'ın elindedir." demek istemiş
olması da mümkündür.[89]
2950...
Malik b. Evs. b. el-Hedesan'dan demiştir ki: Ömer b. Hattâb bir gün (düşmandan
harpsız olarak alınan) ganimet(ler)den bahsederek dedi ki:
"Ben şu ganimete
hiç birinizden daha müstehak değilim. Bizden hiçbir kimse de buna diğer bir
kimseden daha müstehak değildir. Ancak bizim (bu ganimetleri alma hususunda)
Aziz ve Celil olan Allah'ın Kitabı ve Rasûlünün taksimince (belirlenmiş olan)
bir yerimiz vardır. (Buna göre) kişi(ye ganimetten pay verilirken
İslâmiyetteki) kıdemi, savaşlarda gösterdiği kahramanlıkları ve ihtiyacı
(gözönünde bulundurulur).[90]
Düşmandan ele geçen
ganimetlerin taksiminde kimlerin hissesine ne kadar ganimet düşeceği, Kur an-ı
Kerim de belirlenmiş ve Hz. Peygamberin tatbikatıyla bu husus açıklığa
kavuşmuştur.
Harpsiz olarak ele
geçen ganimetlerin hangi esaslara göre paylaştırılacağını açıklayan âyet-i
kerimeler şu mealdedirler:
1.
"Muhacirlerden ve ensardan (İslama girmekte) ilk öne geçenler ile bunlara
güzelce tabi olanlar... Allah onlardan razı olmuştur. Onlar da O'-ndan razı
olmuşlardır. (Allah) onlara, altlarından ırmaklar akan, içinde ebedi
kalacakları cennetler hazırlamıştır. İşte büyük kurtuluş budur."[91]
2. (Bir de o
mallar) "göç eden fakirlere aittir ki (onlar) yurtlarından ve mallarından
(sürülüp) çıkarılmışlardır. Allah'ın lütuf ve rızâsını ararlar; Allah'a ve
Rasûlüne (canlarıyla, mallarıyle) yardım ederler. İşte doğru olanlar onlardır.”[92]
3. "Ve
onlardan önce o yurda (Medine'ye) yerleşen, imana sarılanlar (yani daha önce
yurt edinen Ensar veya ilk önce hicret edip Medine'ye yerleşen müslümanlar)
kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilen (ganimetlerden ötürü
göğüslerinde bir ihtiyaç (eğilimi) duymazlar. Kendilerinin ihtiyaçları olsa
dahi (göç eden yoksul kardeşlerini) öz canlarına tercih ederler, kim nefsinin
cimriliğinden korunursa işte onlar umduklarına erenlerdir."[93]
4. Onlardan
sonra gelenler der ki: "Rabbi'miz, bizi ve bizden önce inanan
kardeşlerimizi bağışla, kalblerimizde inananlara karşı bir kin bırakma!
Rabbimiz sen çok şefkatli, çok merhametlisin"[94]
İşte bu âyet-i
kerimelerde, muhacirlerden hicret etmekte ensardan da muhacirlere yardım
etmekte ön sırayı alanlar, kıbleteyne namaz kılanlar, Be-dir'de ve
Huo'eybiye'de rıdvân biatında bulunanlar övülmekte[95] ve
Hz. Peygamberin, harpsiz olarak ele geçen ganimetlerin taksiminde de bu
kimselerle ihtiyacı fazla olan kimselere daha fazla pay verdiği görülmektedir.
Bütün bunlar gösteriyor
ki, harpsiz olarak ele geçen ganimetlerin paylaştırılmasında devlet reisinin
herhangi bir özel tasarruf hakkı yoktur. Bu malların taksiminde Hz. Peygamberin
tatbikatına uymak zorundadır.[96]
1. Harpsiz
olarak elde edilen ganimetlerde, bütün müslümanların hakkı vardır.
2. Bu
mallar, taksim edilirken İslâmiyete hizmette ön sırayı alanlarla, ihtiyaç
sahipleri, hizmetlerinin ve ihtiyaçlarının derecesinin nisbetinde diğer
müslümanlardan fazla pay alırlar.
3. Harpsiz olarak
ele geçen ganimetlerin (feyin) taksiminde, devlet reisinin ala"cağı
payla, diğer bir müslümamn alacağı pay arasında bir fark yoktur. İkisi de aynı
hakka sahiptir.
Bir numara sonra ele
alacağımız babın hadislerinde bu mevzuyu tekrar ele alacağız.[97]
2951... Zeyd
b. Eslem'den demiştir ki: Abdullah b. Ömer (birgün) Hz. Muaviye'nin yanına
girmişti. (Hz. Muaviye O'na)
"Ey
Abdurrahman'ın babası, ihtiyacın (nedir anlat?) demiş, (İbn Ömer de harpsiz
olarak ele geçen mallardan) hürriyetlerine yeni kavuşan kölelere (verilmesi
gereken) bağışlar için geldim. Çünkü ben Ra-sûluUah'ın kendine gelen mallar(ın
dağıtımın)da, önce hürriyetine (yeni) kavuşmuş olan kölelerden başladığını
gördüm" cevabını vermiş.[98]
Mevzumuzu teşkil eden
bu babda, fey mevzusu işlenmektedir. Bilindiği gibi fey sözlükte, bir şeye
dönmek anlamına gelir. İstilahta ise, müslümanların savaşmadan ele geçirdikleri
ganimet anlamında kullanılır. Hanefî ulemasından İbn Abidin bu mevzuda şöyle
diyor: "Ganimet, kâfirlerle savaşırken onlardan zorla alman maldır. Bu
malın beşte biri beytülmale ayrıldıktan sonra kalanı, gaziler arasında taksim
edilir.
Fey ise haraç gibi,
kafirlerden harpten sonra alınan maldır, bu fey bütün müslümanların masraflarına
sarf olunur...
Buna göre harp
yapılmadan kâfirlerin İslâm hükümdarına verdikleri hediyeler Fey değildir.
Hindiyede zikredilmiştir ki, ganimet gazilerin kuvvetiyle zorla kafirlerden
alman maldır. Fey ise haraç ve cizye gibi harpsiz olarak kafirlerden alınan
maldır. Ganimetten beşte biri beyt'ül-mal için ayrılır. Feyde ise ayrılmaz.[99] Hz.
Peygamber onları kendi içtihadına göre müslümanların yararına sarf eder.
Elmalı'h Muhammed
Hamdi Efendi de şu sözleriyle bu manâyı te'yid etmektedir: "Bizim ashabımızdan
yani hanefiyeden bu farkı tasrih edenler vardır. Demişler ki: ganimet harp
halindeyken küffardan kahru galebe ile alınandır... Fey ise harp bittikten ve
dâr dar-i İslâm olduktan sonra onlardan alınandır. Hükmü; beşte bir ayrılmadan
hepsi muslümanların maslahatlarına sarf-olunmaktır.”[100] Bu
satırlar Hanefî ulemasının Fey ile ganimet hakkındaki görüşlerini açıkça ortaya
koymaktadır. Feyin sarf edileceği yerler mevzusunda İbn Rüşd şunları
kaydediyor:
"Fey; cumhura
göre, muslümanların düşmandan tehdid ve korkutma yoluyla aldıkları mallara
denir. Ulema feyin sarf ve harcama yeri hakkında ihtilâf etmişlerdir. Cumhur;
fey; zengin yoksul ayırdedilmeksizin her müs-lümana verilebildiği gibi, ordunun
erzak ve masrafı, hakim ve valilerin maaşı, köprü, okul ve camilerin yapım ve
onarımı gibi devletin sair hizmetlerinde harcanabilir. Ganimet gibi taksime
tabi değildir.
İmâm Şafiî'ye göre,
-Ganimetin beşte biri gibi feyin de beşte biri ganimet âyetinde (yani Haşr
sûresinin yedinci âyetinde) zikredilen beş sınıfa (Hz. Peygambere, onun
yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmış yolculara) taksim edilir.
Geri kalan beşte dördü ise, devlet reisinin yetkisindedir. Devlet reisi, çoluk
çocuğunun ve uygun gördüğü kimselerin geçimlerini ondan sağlar.-
Zannedersem kimisi de
-Feyin tamamı ganimetin beşte birinin verildiği beş sınıf arasında taksim
edilir- demiştir. Tahminime göre bu da İmâm Şafiî'nin kavlidir.
"Fey'İn tamamı
imamın yetki ve içtihadına bağlıdır" diyenlerle, "ganimetin beşte
birine sahip olan beş sınıfa verilir" diyenler arasındaki ihtilafın
sebebi, yukarıda geçen ganimetin beşte biri hakkındaki ihtilâfa yol açan
sebebin aynısıdır. Zira "Ganimetin beşte biri âyette zikredilen beş
sınıftan başkasına verilmez" diyenler; "fey'de bu beş sınıfa
mahsustur" demişlerdir.
Âyette zikredilen beş
sınıftan maksat umumdur, diyenler "Ganimetin beşte biri gibi, fey'in
tamamıda Beytü'l-mal'ın olup İmamın yetkisine bağlıdır" demişlerdir.
Ganimetin beşte biri gibi, fey'in de beşte birinin ganimetler âyetinde
zikredilen beş sınıfa verildiği görüşü ise, İmam Şafiî'den evvel hiç kimse
tarafından söylenmemiştir. İmam Şafiî'yi bu görüşe sevkeden sebep; ganimetler
âyetinde zikredilen beş sınıfın fey' âyetinde de zikredilmiş olmalarıdır. İmam
Şafiî bundan, ganimetler gibi fey'in de beşte birinin bu beş sınıfa verildiği
görüşünü tercih etmiştir. Halbuki âyetin zahirinden, fey'in beşte biri değil,
fey'in hepsinin bu beş sımfa verilmesinin gerektiği anlaşılmaktadır. Tahminimce
bu görüşe de kail olanlar vardır. Müslim'in rivayetine göre Hz. Ömer:
"Beni Nadr
malları, Allah'ın kendi peygamberine fey olarak vermiş olduğu bir mal idi. Yani
bu malı kazanmada ne at koşturulmuş, ne de silah kullanılmıştı. Bunun için bu
mal peygamber (s.a.) efendimize mahsustu ve yıllık nafakasını bu maldan
sağlar, gerisini de silâh ve harp malzemesinde harcardı" demiştir. Bu da
İmam Mâlik'in görüşünü te'yid etmektedir.[101]
Bu hadis-i şerifte,
Hz. tbn Ömer (r.a.)'nın fey gelirlerinden yeni hürriyetine kavuşan kölelerin
hisselerine düşecek malların vaktinde verilmediğini gördüğü için Hz. Muaviye'yi
uyardığı ve Hz. Peygamberin henüz divana (kayıt defterlerine) geçmemiş olan bu
kimselerin unutularak mağdur duruma düşecekleri ihtimalini düşünerek, herkesin
hissesinden önce onların hissesini verdiğini Muaviye'ye hatırlattığı ifade
edilmektedir.
Bu bakımdan Kadı
Şevkanî bu hadisin hürriyetine yeni kavuşan kimselere ganimetteki hisselerini
vermekte öncelik hakkı tanınmasının müstehab olduğunu söylemiştir.
Hanefî âlimlerinden
İbn Melek'e göre; burada ganimetlerin taksiminde kendilerine öncelik hakkı
tanınması istenen kimselerin kendilerini ihlasla Allah'a kulluğa adayan
kimseler olduğunu söylemiştir. Bunların mûkâteb köleler olduğunu söyleyenler
de vardır.[102]
2952... Aişe
(r.a.)'dan demiştir ki:
Peygamber (s.a.)'e
içinde (kıymetli) boncuklar bulunan küçük bir torba getirilmiş de onu hür
kadınlarla cariyeler arasında paylaştırmış.
(Hz. Aişe dedi ki:
"Babam (Ebû Bekir) (bu gibi hediyeleri) hür erkekler ile erkek köleler
arasında bölüştürürdü.")[103]
Aslında devlet
başkanının eline savaşsız olarak geçen mallarda tüm muslumanlar eşit derecede
hak sahibi olmakla beraber, Rasûl-ü Zişan efendimiz boncuk gibi kadınların
boynuna takmaktan başka bir işe yaramayan ziynet eşyalarını hür ve cariye
kadınlara dağıtmıştır. Bu sözü geçen mücevherlerde erkeklerin hakkı
olmadığından değil de erkeklerden ziyade kadınların işine yaramasındandır.
İşte Hz. Ebû Bekir
(r.a.) Rasûl-ü zişan efendimizin bu taksimini böyle anladığı için kendisi bu
nevi mallan hür olsun köle olsun erkeklere de ihtiyaçları nöbetinde
dağıtmıştır. Aliyyü'l-Kari'nin açıklamasına göre, burada söz konusu edilen
erkek kölelerle cariyelerden maksat, hürriyetine yeni kavuşmuş kölelerle
mükatep kölelerdir. Çünkü mutlak kölenin alacağı mal efendisinin olacağından
ona bir mal vermek söz konusu olamaz.[104]
2953... Avf
b. Malik'den demiştir ki:
"Rasûlullah
(s.a.)'e savaşsız olarak ele geçen bir ganimet geldiği zaman onu geldiği gün
taksim eder, evlilere iki, bekarlara bir pay verirmiş" (Ravi)
Îbnü'l-Musaffâ (bu rivayete şu cümleleri de) ilave etti. -(Avf b. Mâlik dedi
ki) "Biz (yine birgün savaşsız olarak ele geçen ganimetlerden hissemizi
almak üzere) çağrıldık. Ben Ammâr'dan önce çağrıldım. (Hz. Peygamber) bana iki
hisse verdi. (Çünkü) ben evliydim. Benden sonra Ammâr b. Yâsir çağırıldı. Ona
bir hisse verildi" (çünkü o evli değildi)-[105]
Bu hadis-i şerif
savaşsız olarak ele geçen ganimetlerin (feyİe-rin) bekarlara bir, evlilere iki
hisse verilerek bütün müslüman-lar arasında dağıtılacağını ifâde etmektedir.
Aslında harpsiz olarak
ele geçen ganimetler üzerinde tasarrufta bulunma yetkisi tamamen Hz.
Peygambere verilmiş, Hz. Peygamber de Allah'dan aldığı ilhama göre dağıtmış.[106] Bu
cümleden olarak, Islama hizmeti daha çok geçenlere ve ihtiyacı da çok olanlara
daha fazla pay vermiştir. Nitekim 2950 numaralı hadisin şerhinde açıklamıştık.[107]
2954...
Câbir b. Abdillah (r.a.)'den Rasûlullah (s.a.) (şöyle) buyurdu:
"Ben müslümanlara
kendilerinden daha yakınım (Binâenaleyh) "Kim (arkasında) bir mal
bırakırsa (o mal) mirasçılarınındır. Kim de (arkasında) bir borç ya da (küçük)
çocuk bırakırsa (o çocuğa bakmak) bana aittir ve (o borç ta) benim
üzerimedir."[108]
Metinde geçen kelimesi
yakın anlamına gelmektedir.Rasûl-ü zişân efendimiz bu sözüyle bir Peygamber ve
devlet başkanı sıfatıyla müslümanlann en yakın velisi olduğunu, bu bakımdan bir
müslümanın ölürken arkasındaki bıraktığı çocuklarını ve bakıma muhtaç olan
diğer aile fertlerini korumanın ve geçimleriyle ilgilenmenin bırakmış olduğu
borçları ödemenin kendisine düştüğünü ifâde etmek istemiştir.
Bazılarına göre bu söz
Ben müslumanlara kendilerinden daha yakınım
sözü "Ben vefat
eden bir müslümanın çocuğunun işleriyle o kadar yakından ilgilenirim ki kendisi
hayatta olsa bu kadar ilgilenemezdi..." anlamına gelir.
Bu mevzuda Kurtubi
şöyle diyor: "Peygamber (s.a)Mn ölen bir kimsenin borcunu üzerine alması,
ihtimalki yüksek ahlakı gereği bir teberru olup-vacip değildi"
Rasûluüah (s.a.)'in bu
borcu nereden ödediği ihtilaflıdır. Kendi malından ödediğini söyleyenler
olduğu gibi, müslümanlar yararına gelen mallardan ödediğini ileri sürenler de
vardır. Keza bu ödemenin ona vacib olduğunu söyleyenler bulunduğu gibi teberru'
suretiyle verildiğine kail olanlar da vardır.[109]
2955... Ebû
Hüreyre'den demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu:
"Kim (ölür de
geriye bir) mal bırakırsa, o varislerinindir. Kim de geriye borç ve bakıma
muhtaç çocuk bırakırsa o bizedir...[110]
2956... Cabir
b. Abdillah’dan demiştir ki Peygamber (s.a.) (şöyle) buyururmuş:
“Ben bir müslümana
kendisinden daha yakınım. (müslüman) bir kişi (arkasında) borç bırakarak ölürse
(onu ödemek ) bana (düşer.Müslümanlardan) bir kimse (arkasında) mal bırakacak
olursa (o mal da onun) mirasçılarına aittir.[111]
Hz. Cabir’den rivayet
olduğuna göre, Peygamber efendimiz İslamiyetin ilk yıllarında borçlu olarak
ölen kimselerin cenaze namazının kılmazmış. Bir gün borçlu olarak ölen bir
kimsenin cenazesi getirilmiş te Peygamber efendimiz:
“Bu adamın borcu
varmıdir?" diye sormuş, halk
"Evet iki dinar
borcu var" deyince (onun namazını kılmak istememiş ve)
"Kardeşinizin
namazım kılınız” buyurmuş. (Orada hazır bulunan) Ebû Katâdenin
"Ey Allah'ın
Rasûlü, o borcu ben yükleniyorum" demesi üzerine, Onun cenaze namazını
kıldırmış.[112]
Fakat daha sonraları
İslâm fütuhatı gelişip İslam devleti zenginleşince, Peygamber efendimiz
"Ben
müslüinanlara kendilerinden daha yakınım. Kim bir borç bırakırsa ödemesi bana
düşer. Kim de bir mal bırakırsa mirasçılarınındır." buyurarak[113] bu
uygulamayı yürürlükten kaldırmıştır.[114]
Metinde geçen
"ene evlâ bikülli mü'minin" cümlesi Ahzâb sûresinde şu manaya gelen
lafızlarla ifade buyurulmuştur. "Peygamber mü'minlere canlarından
ileridir."[115]
Rivayete göre Rasûl-ü
Ekrem Efendimiz Tebük seferine gidileceğini ilan edince bazı kimseler
ailelerinden izin isteyeceklerini söylemişler. Bunun üzerine bu âyet-i kerime
indirilerek "Peygamberin emr u irşadı mü'minlere nefislerinin
delaletinden daha hayırlıdır.[116]
buyurulmuştur.
İbn Abbas (r.a.) ile
Atâ b. Ebî Rebâh bu âyet-i kerimeyi şöyle tefsir etmişlerdir. "Rasûl-u
Ekrem mü'minleri bir şeye davet eder, nefisleri de başka bir şeye davet
ederse, Rasûlullah'ın davetine icabetmek nefislerinin arzusuna uymaktan daha
hayırlıdır." Müfessir, Mukatıl'den de "Peygamber (s.a)'in emirde
irşadına uymak, mü'minlerin
bazısının diğer
bazısının fikir ve içtihadına uymasından daha hayırlıdır." suretinde bir
tefsir nakledilmiştir.[117]
2957... İbn
Ömer'den demiştir ki; kendisi Uhut savaşı günü Peygamber (s.a.)'e gösterilmiş
ve (o gün) kendisi ondört yaşında imiş. (Râsûl-ü Ekrem) onu (harbe) kabul
etmemiş. Hendek savaşı günü de gösterilmiş (o gün ise) on beş yaşındaymış ve
(Rasûl-ü Ekrem) onu (harbe) kabul etmiş.[118]
Bezl'ül-Mechûd
yazarının açıklamasına göre, Rasûl-ü zişan efendimizin İbn Ömer'in ondört
yaşında iken harbe katılmasına izin vermeyip te onbeş yaşında iken harbe katılmasına
izin vermesi, bir çocuğun onbeş yaşına varınca ergenlik çağına ve dolayısıyle
cihada katılabilecek çağa girdiğine delalet eder.
Bu durum çocuğun hiç
ihtilâm olmadan onbeş yaşına girmesiyle ilgilidir. Fakat çocuk onbeş yaşma
girmeden önce ihtilam olursa, ihtilam olduğu andan itibaren ergenlik çağına
girmiş olur.
Bu mevzuda Hattâbî de
şöyle diyor: "Çocuklar hakkında had cezalarının uygulanabilmesi için
gereken ergenlik çağının sınırı konusunda alimler ihtilaf etmişlerdir. Şafiî'ye
göre oğlan çocuğu ihtilam olunca veya onbeş yaşına varınca ergenlik çağına
girmiş olur. Had cezaları onlara tatbik edilir. Kız çocuğu ise aybaşı adeti
görünce veya on beş yaşına varınca ergin kadınlar hükmündedir. Ve hakkında had
cezaları uygulanır. Avret yerinde tüy bitme işi ise erginlik çağına varma
belirtisi sayılmaz.
Tuhfe yazarının
beyânına göre Şerhü's-Süniıe'de: ilim ehlinin ekserisine göre hüküm şöyledir:
Oğlan ve kız çocuğu on beş yaşını doldurunca erginlik çağına varmış olur.
Şafiî ve Ahmed b. Hanbel de böyle demişlerdir. Bunlar dokuz yaşını doldurup on
beş yaşına varmadan önce ihtilâm olurlarsa gene erginlik çağına varmış
sayılırlar. Keza kız çocuğu dokuz yaşından sonra aybaşı adeti görünce buluğ
çağına varmış olur. Dokuz yaşına varmadıkça ihtilam olmak veya kızın hayız
kanı görmesi söz konusu değildir, der.
El-Hidâye'de de: Erkek
çocuğun ergenlik çağına varması ihtilâm veya cinsel ilişkide bulunduğu zaman
menisinin gelmesi veya kadını gebe bırakması ile gerçekleşir. Bunlar yok ise,
on sekiz yaşını doldurmakla bulûğ çağına varmış olur. Kız çocuğun erginliği
ise aybaşı âdeti, ihtilâm olması veya gebe kalması ile oluşur. Bunlar olmazsa
on yedi yaşı doldurması ile ergin sayılır. Yukardaki hüküm Ebû Hanife'ye
göredir. Ebû Yûsuf ile Muhammed'e göre, oğlan ve kız çocuğu on beş yaşını
doldurunca ergenlik çağma varmış olurlar. Bu görüş Ebû Hanife'den de rivayet
edilmiştir. Şafiî'nin kavli de böyledir, denilmektedir.
Hanefi ve Şafiî
mezheplerine göre oğlan ve kız çocuğun erpenlik çağına varmaları alâmetleri
yukarda anlatıldı. Hulâsa bu iki mezhebe göre kız ve oğlan çocuklar on beş
yaşını doldurunca ergenlik çağına varmt* olurlar. Ayrıca dokuz yaşından sonra
meninin gelmesi de ergenlik çağı sayılır. İhtilâm da böyledir. Kızların aybaşı
âdeti de bulûğ alâmetidir. Diğer.İfci mezhebe gelince:
Mâlikî mezhebine göre
ayrıca avret yerinde ufak tüy değirûcykıllarm çıkması ve sesin kalınlaşması
gibi alametler de vardır.
Hanbelî mezhebine
göre, meninin gelmesi, tıraşı gerektirecek kalınlıkta etek tüylerinin bitmesi,
onbeş yaşı doldurmuş olması, kız ve oğlan çocuk için ergenlik alâmetleridir.
Bunlardan birisi yeterlidir. Kızlar için ayrıca aybaşı adetini görmek veya gebe
olmak da bulûğ çağı alameti sayılır.[119]
2958...
Vadilkurâ halkından Süleym b. Mutayr (isimli) bir ihtiyar, dedi ki:
Babam Mutayr (in) bana
haber verdi(ğine göre) kendisi (birgün) hacca (gitmek üzere yola) çıkmış ve
Süveydo'da ilaç ve huzâz aramak için gelmişe benzeyen bir adamla
karşılaşıvermiş ve (o adam şöyle) demiş: Veda haccında Rasûlullah (s.a.)'i
halka vaaz edip onları (iyiliğe) çağırıp (kötülükten) sakındırırken işiten bir
adam dedi ki: Rasûlullah (s.a.) (şöyle) buyurdu.
"Ey insanlar!
bağışı, bağış olduğu müddetçe alınız. (Fakat) "Ku-reyş saltanatı ele geçirme
yarışına girişip te bağış (size) dininiz karşılığında (verilir bir hale
gelince) onu (almayı) bırakınız.
Ebû Dâvud der ki: Bu
hadisi tbnü Mübarek Muhammed b.
Y-sar'dan (o da) Süleym ö. Mutayr'den rivayet etmiştir.[120]
Süveyda, Medine ile Şam
arasında Medine'ye iki gecelik mesafede bulunan bir şehirdir. Aynı isimle
anılan biri Harran diğeri de Dımışk civarında iki şehir daha vardır.
Huzâz, meşhur bir
ağacın meyvesidir, çok şifalıdır.
Hadis-i şerif, dünyevi
bir çıkar gözetilmeden Allah rızası için verilen hediye ve bağışları kabul
etmekte bir sakrnca olmadığını, fakat ileride bazı zümrelerin siyasi
maksatlarla ve dünyevi menfaat temini gayesiyle bir takım hediyeler ve bağışlar
dağıtarak karşılığında halktan Allah'ın kitabına ve Ra-sülünün sünnetine aykırı
hareket etmelerini isteyeceklerini, neticede bu bağışlar sebebiyle halkın dini
hayatında ve imanında büyük bir tahribat yapacaklarını ve dolayısıyla bu
hediyelere hediye demenin de doğru olmayacağını ifade etmektedir.
Yine bu hadis-i şerifte,
hediye ya da bağış adı altında verilen, aslında rüşvetten başka birşey olmayan
bu menfaatlerin Kureyş'lilerin saltanat kavgasına girdikleri andan itibaren
görülmeye ya da yaygınlaşmaya başlayacağı ifade buyurulmaktadır.
Bu bakımdan devlet
başkanlarının dünyevi menfaat temin etmek gayesiyle verdikleri hediyeleri
almaktan sakınmak icabeder. Fakat verilen hediyenin sırf Allah'ın rızasını
kazanmak gibi. temiz bir niyyetle verildiği biliniyorsa onu almakta bir sakınca
yoktur. :
eş-Şabî ile tbn Mesûd
(r.a.): "aslında sultandan hediye almak haram değildir. Fakat eğer bu
hediye, alan kimseyi bir haramı işlemeye mecbur bı-rakacaksa, o zaman onu almak
haram olur. Bu meVzuda İmam Gazali (r.a.) şöyle diyor: "ulema sultandan
hediye almanın caiz olup olmadığı konusunda ihtilafa düşmüşlerdir. Bir kısmına
göre haram olduğu kesinlikle bilinmeyen birşey helâldir. Binaenaleyh sultanın
verdiği hediyeyi almakta bir sakınca yoktur. Bir kısmına göre de helal olduğu
kesinlikle bilinmeyen bir şey haramdır. Dolayısıyla helâl olduğu kesinlikle
bilinmedikçe sultanın verdiği hediyeyi kabul etmek caiz değildir.
Sultanın vereceği
hediyenin içinde haram malın da helâl malın da bulunması halinde o hediyenin
alınabileceğini söyleyenler, zalim sultanlara yetişen pek çok sahabinin
onlardan hediye kabul ettiklerini, tabiilerden pekçok kişinin de böyle hareket
etmelerini bu görüşlerinin doğruluğuna delil olarak göstermişlerdir. Nitekim
İmam Şafiî Harun Reşid'den bir defada bin dinar aldığı gibi, İmam Mâlik de
halifelerden karşılıksız olarak pek çok mal almıştır.- Bununla beraber devlet
başkanlarından hediye almayı kabul etmeyen kimseler haram olduğundan değil de
şüpheli şeylerden kaçıp vera yolunu tutmak için kabul etmemişlerdir." İmam
Gazzali (r.a.) bu mevzudaki sözlerini şöyle noktalıyor.
Günümüzdeki
sultanların mallarında bulunan haram mal helâl maldan daha çok olduğundan
onların mallarında bulunan helal mal yok denecek kadar azdır."
İbn Raslan da bu
mevzuda şöyle diyor: "İmam Gazali hazretlerinin zamanı öyle olursa artık
bizim zamanımıza ne demeli?"[121]
2959...
Vadil-kura halkından olan Süleym b. Mutayr'dan (rivayet olunduğuna göre)
babası O'na (şöyle) demiştir:
Ben Rasûlullah
(s.a.)'i veda hutbesinde dinledim. Halkı (iyiliğe) çağırıp (kötülükten)
sakındırdı. Sonra da:
"Ey Allah'ım
tebliğ ettim mi?" dedi. (orada bulunan sahabiler)
"Evet Allah
için" (tebliğ ettin) karşılığını verdiler. Sonra (Peygamber efendimiz
tekrar):
"Ey Allah'ım
tebliğ ettim mi?" dedi (onlar da tekrar)
"Allah için
evet" dediler. Sonra (Peygamber efendimiz): "- Kureyş kendi
aralarında saltanatı ele geçirme yarışına girdikleri ve bağış da rüşvete
dönüştüğü zaman onu (almayı) bırakınız". (Bu hadisi nakleden zat hakkında)
"bu (zat) kimdir?" diye (bilenlere) sorulduğunda (onlar) "Bu
(zât) Rasûlullah (s.a)'in arkadaşı Zü'z-Zevâid'dir. Cevabını verdiler.[122]
Zü'z-Zevâid Cühen
kabilesinden bir sahabidir. Tirmizî onun sahabi olduğunu söylüyor. Taberî'nin
et-Iehzib isimli eserinde Ebû Ümâme b. Sehl'den rivayet ettiğine göre ashâb-ı
kiram arasında ilk kuşluk namazı kılan kimse Hz. Zü'z-Zevâid'dir. Nafile
namazını çok kıldığı için bu ismi almıştır.
Hafız Munziri de onun
Medineli ve ünlü bir sahabi olduğunu kaydediyor. Bu hadisle ilgili açıklama bir
önceki hadisin şerhinde geçmiştir.[123]
2960...
Abdullah b. Ka'b b. Malik el-Ensari'den (rivayet olunduğuna göre, Hz. Ömer'in
halifeliği sırasında); Ensardan (oluşan) bir askeri birlik kumandanlarıyla
birlikte tran topraklarında (bulunuyordu. Aslında) Hz. Ömer (düşman sınırında
bulunan askerlerden nöbeti teslim almaları için) her sene arkadan -bir ordu
gönderdiği halde o sene onlarla meşgul ol(maya fırsat bul)amamış (ve
dolayısıyle arkalarından bir ordu gönderememiş)ti. (nöbet değişimi için) vakit
(gelip) geçince bu sınırda bulunan askeri birlik dönüp geldi.- Bunun üzerine
(Hz. Ömer) onlara sert bir şekilde çıkıştı ve onları tehdid etti. (Bu birliği
teşkil eden) kimseler Rasûlullah (s.a.)'m sahabileri idiler.
“Ey Ömer sen bize
ilgisiz kaldın ve Rasûlullah (s.a.)'in bizim hakkımızdaki (sınırda bulunan)
gazilerin arkasından (nöbet teslim almak üzere) başka bir askeri birlik
gönderileceğine dair emrini terkettin" dediler.[124]
Metinde geçen
"Hz. Ömer düşman sınırında bulunan askerlerden nöbeti teslim almaları için
hersene arkadan bir ordu gönderirdi." anlamına gelen cümle, aslında orduya
katılan her asker için bir kayıt defteri veya sicil defteri ya da dosya
tutulduğuna ve o defterlerde her askerin alacağı maaşın ganimetlerden veya fey
gelirlerinden alacağı payın yazık olduğuna delalet eder. Çünkü her asker,
hakkında böyle düzenli bir defter tutulmamış olsa, çeşitli istikametlere
gönderilmiş olan askeri birlikler hakkında sağlam bilgi sahibi olup onların
ihtiyaçlarını karşılamak ve bir anda evlerinde bulunan askerleri toplayıp nöbet
teslim almak üzere sınır boylarına göndermek mümkün olmazdı. Bezi yazarının
"Fethu'l-vedûd"dan naklettiğine göre Hz. Ömer'i o sene İran
sınırında bulunan askerlerden nöbeti teslim almak üzere arkalarından bir ordu
göndermekten alakoyan meşguliyet yine bu defterlerin tanzimi ile ilgili
meşguliyetiydi. Yani Hz. Ömer o sene orduya yeni katılacak olan kimselerin
sicil defterleriyle meşguliyetinin sıkılığı onu İran sınırındaki askerlerle
ilgilenmekten alakoymuştu.
Bu babın başlığında
bulunan divan kelimesi sicil defteri dosya ve kayıt defteri anlamına gelir.
Fetihlerle İslâm
devletinin sınırları genişleyince, İran merzubânlarından birinin işaretiyle ilk
defa Hz. Ömer tarafından divan sistemi getirilmiştir.
Divan sözü Farsçada
sicil defteri anlamına gelir. Buradan anlaşılıyor ki bu sistemin kaynağı
İrandır. Mecaz kabilinden divan ismini mekâna (yere) yahut divanın muhafaza
edildiği yere de vermişlerdir.
Hz. Ömer, bu sistemi
İran'dan aldıktan sonra devletin ihtiyaçlarına göre geliştirmiş ve bölümlere
ayırmıştır. Askerlere verilmesi gereken şeyleri bilmek için Asker Divanı
kurmuş, Beytülmal'ın gelirlerini bilmek ve her müslümana düşen payı öğrenmek
için vergi veya Haraç Divanını geliştirmiştir.
Divanların bir kısmı
merkezidir. Arapların kendileri onu araplar çapında (Araplara özgü)
kurmuşlardır. Bütün muhtevası Arapçadır. Bazıları da yerel ve bölgeseldir.
Araplar fethedilen yerlerde farklı divanlar görmüşler ve sahipleri
alışmadıkları yeni bir sistemle karşılaşıp bocalamasın ve ürkmesin diye,
olduğu gibi değiştirmeden bırakmışlardır. Nitekim İran ve Irak'da da durum
böyle olmuştur. Buralarda Divanlar Farsça idi. Şam bölgesinde Rumca veya
Bizanslıların konuştuğu dilden idi. Mısır'da Kıp-tice tutulmuştu. Bu divanlar
daha sonra Emevi Halifelerinden Abdulmelik b. Mervan el-Velid ve Hişam
zamanlarında Arapçaya çevrilmiştir.
Hz. Ömer, idari
teşkilâtta genel olarak merkeziyetçiliğe meylederdi. Bu sebepten, Asker Divanım
kurar ve tutarken orduyu merkeze bağlamıştır. Daha sonra Divan kayıtsız ve
şartsız bu asker Divanı için kullanılmıştır. Çünkü Hz. Ömer zamanında müstakil
ve apaçık sıfat taşıyan sadece bu divandı. Hz. Ömer maaş ve bağışlarda halis
Araplarla Arap olmayanları eşit tutmayı tercih etmiştir. Her taraftaki ordu
komutanlarına da bu konuda talimat vermiştir.[125]
2961... îbn
Adiyy b. Adiyy el-Kindî*(nin) haber venii(ğine) göre; Ömer b. Abdil-Aziz
(memurlarına şu mealde bir) mektup yazmıştır. "Her kim harpsiz olarak ele
geçen ganimetlerin nereye sarf edildiğini soracak olursa (şunu iyi bilsin ki)
bu ganimetlerin sarf yeri, Ömer b. el-Hattab'ın kararlaştırıp müslümanlann da
Peygamber (s.aj'in -Allah hakkı Ömer (r.â.)'ın dili ve kalbi üzerine koymuştur-
sözüne uyarak adalete uygun bulduğu yerlerdir. (Hz. Ömer savaşsız olarak ele
geçen ganimetlerden müslümanlara) bağış verilmesine hükmetmiş, (yahudi,
hıristiyan ve mecusi gibi) din sahiplerine de kendilerinden alınacak Cizye
karşılığında eman verilmesini kararlaştırmış, (ve bu cizyeden Allah'a Rasûlüne,
Hz. Peygambere yakınlığı bulunanlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalan
yolculara verilmek üzere ganimet mallarından alınan) beşte bir vergiyi almamış
(geriye kalan dörtte birini de gaziler için) ganimet kılmıştır. [126]
Metinde geçen
"Hz. Ömer savaşsız olarak ele geçen ganimetlerden müslümanlara bağış
verilmesine hükmetmiştir." manâsına gelen cümle, Hz. Ömer devrinde orduya
intisab eden askerler için özel kayıt ve sicil defterleri tutulduğuna ve
defterlerde her askerin ihtiyacının ganimetlerden ve feylerden alacakları
payların ve bunların dışında eline geçmesi gereken maaşın kayıtlı olduğuna
delalet etmektedir. Çünkü her askerin kayıtlı olduğu sicil defterlerinin
bulunmaması halinde, ordunun maaşını ve ganimet mallarından alacakları paylan
zamanında ve eksiksiz olarak dağıtmak mümkün olamaz.
İşte Hz. Ömer ordunun
geçimini bu şekilde düzene sokarken başka dinden olup ta müslümanlarm
idaresine giren kimselere ödeyecekleri cizye vergisi karşılığında eman vermiş,
her türlü medeni münasebetlerinde serbestçe yaşayabileceklerine dair eman
vermiştir.
Başka dinlerden olan
ve kendilerine zimmi denilen bu kimselerden alınan cizye vergisinden beşte
birinin diğer ganimet mallarında olduğu gibi haşr sûresinin yedinci âyetinde belirtilen
hak sahiplerine, kalan dörtte birinin de gazilere mi dağıtılacağı, yoksa olduğu
gibi müslümanlarm genel ihtiyaçlarına mı sarf edileceği, konusu ulema arasında
ihtilaflıdır.
Hadis-i şerif,
cizyeden hiç bir kimseye pay ayrılmaksızın doğrudan doğruya müslümanlarm genel
ihtiyaçlarına sarfedilebileceğine delalet etmektedir.
Nitekim hanefî fıkıh
kitaplarından Hidaye, Bin ay e, Fethulkadir gibi eserlerde açıklandığı üzere,
müslümanlarm savaşmaksızın sırf düşmanı korkutarak ele geçirdikleri mallarda haraç
ve cizye gelirleri gibi, askeri kışlaların ve köprülerin tamirine, sınırların
tahkimine, büyük nehir ve kanalların açılmasına, hakimlerin, zabıta
memurlarının, öğretmenlerin, askerlerin maaşlarına, yolların, seyru seferin
emniyetinin sağlanmasına sarf edilir.
İmâm Şafiî'ye göre;
kafirlerden savaşsız olarak ve sadece korkutarak alınan mallardan haşr
sûresinin yedinci âyetinde belirlenen hak sahiplerine verilmek üzere beşte biri
ayrılır.
Fakat korkutmaksızın
ve savaşsız olarak kafirlerden alınan cizye ve gümrük vergisi gibi mallardan
sözü geçen hak sahiplerine vermek üzere beşte bir hisse ayrılmaz. İmam
Şafiî'nin eski görüşü budur. İmâm Mâlik de bu görüştedir. İmam Şafiî'nin yeni
görüşüne göre bu gelirlerden beşte bir hisse haşr sûresinde belirlenen hak
sahiplerine verilmek üzere ayrılır. İmam Ahmed'-den bu hususta iki görüş
rivayet olunmuştur.
Cizye, kitap ehlinin
müslümanlara kendilerinin korunmalarına karşılık ödedikleri vergiye denir.
Cizye onların bir bakıma İslama girmemelerinin de cezasıdır. Cizyeye
müslümanlardan alınan zekatın karşılığı da denilebilir. Çünkü, İslâm
toplumunda yaşayan gayr-ı müslimler zekatla mükellef değillerdir.
Fakihler kimlerden
cizye alınacağı hususunda ihtilaf etmişlerdir.
tmam Hanbel (r.a.)'ûı
meşhur olan kavline göre, cizye yalnız yahudi, hıristiyan ve mecusilerden
alınır. İmam Şafiî (r.a.) de bu görüştedir.
İmam Evzaî de,
"Cizye, bütün kafirlerden alınır, ister puta, ister ateşe tapsın, isterse
hiçbir şeye inanmasın." demiştir.
imam Malik (r.a.) ve
Ebû Hanîfe (r.a.)'ye göre cizye, Arapların putperestleri hariç, diğer
kafirlerin hepsinden alınır. Putperest araplar için ise iki yol vardır. Ya
îslamı kabul etmek ya da kılıçtan geçirilmek.
Cizye, yalnız baliğ
olan erkeklerden alınır. Kötürüm, topal, kör, yaşlı, kadın, çocuk ve
manastırlara kapanmış keşişlerden cizye alınmaz.
Cizyenin miktarı:
Cizye, her yıl için, gayri müslimlerin zenginlerinden 48 dirhem, orta
hallilerinden 24 dirhem, çalışma gücü olan fakirlerinden ise 12 dirhem olarak
alınır, imam Azam (r.a.) ve İmam Hanbel (r.a.)'in görüşleri budur.
tmam Malik (r.a.)'e
göre, zengin-fakir ayırımı yapmadan, aralarında geçerli para altın ise her
zımmîden 4 altın, gümüş ise 40 dirhem alınır.
İmam Şafiî (r.a.)’ye
göre, ister zengin olsun, ister fakir her zımmîden senede 1 altın alınır.
Tercih olunan görüş
İmam Malik (r.a.)'ten rivayet olunandır. Hz. Ömer'in uygulaması da İmam Malik
(r.a.)'in görüşünü teyid etmektedir. Hz. Ömer'den cizye hususunda muhtelif
meblağlar rivayet edilmektedir.
Cizyenin miktarı
hakkında kesin bir nass bulunmadığından her mücte-hid kendi içtihadı ile
hükmetmiştir. Hz. Ömer'in dilencilik yapan yaşlı bir yahudiden cizyeyi
kaldırarak hazineden nafaka verdiği de rivayet edilmiştir. En doğrusunu Allah
(c.c.) bilir.[127]
2962... Ebû
Zer'den demiştir ki: Ben Rasûlullah-(s.a.)'i (şöyle) buyururken işittim:
“Gerçekten Allah,
hakkı Ömer'in dili üzerine koymuştur.”[128]
Hadis-i şerif yüce
Allah'ın Hz. Ömer'in dilinden hikmet pı-narlarını akıttığını bu sebeple onun haktan
başka bir şey düşünmeyip haktan başka bir şey söylemeyeceğini ifade etmektir.
Nitekim Hz. Ömer'in onbir meselede ileri sürdüğü düşüncelerinin o günlerde
henüz inmemiş olan Kur'ân âyetlerine aynen muvafık düşmesi[129] de
bu gerçeği açıkça ortaya koymaktadır.[130]
2963... Malik
b. Evs. b. el-Hadesan'dan demiştir ki:
Ömer (b. el-Hattab
birgün) güneşin yükseldiği bir sırada bana (bir haber) gönderdi. Bunun Üzerine
yanına vardım ve kendisini (minder-siz olarak) doğrudan doğruya bir karyolanın
ağaç kısmı üzerine oturmuş halde buldum. Yanma girince bana;
"Ey Malik (senin)
kavminden bir kaç aile koşarak geldi. Ben de onlara (ganimet mallarından) bir
şeyler verilmesini emrettim, (bu atiyyeleri) onlara sen bölüştürüver"
dedi. Ben de:
“Bunu sen başka
birisine emretsen" (daha iyi olurdu) dedim. O sırada (Hz. Ömer'in
hizmetçisi) Yerfa' (çıkıp) geldi ve
Ey müzminlerin emiri
Osman b. Afvân'la Abdurrahman b. Avf. Zübeyr b. el-Awam ve Sa'd b. Ebî
Vakkas'ın yanınıza girmelerine izin verir misiniz? dedi. (Hz. Ömer de);
"Evet"
cevabını verdi, (ve yanına girmeleri için) onlara izin verdi (onlarda)
girdiler. Sonra Yerfa' (tekrar) geldi ve;
Ey Mü'minlerin emiri
yanına Abbas ile Ali'nin girmelerini de izin verirmisin? dedi. (o da); .
"Evet" dedi
(ve yanına girmeleri için) onlara da izin verdi, (onlar da) girdiler. Biraz
sonra Hz. Abbâs (söz aldı ve);
"Ey mü'minlerin
emiri benimle şu Ali arasında bir hüküm ver" dedi. Orada bulunanlardan
biri de;
"Evet ey
mü'minlerin emiri onlar arasında bir hüküm ver ve ikisine de merhametli
ol" dedi. Malik b. Evs (sözlerine devamla şöyle) dedi: Bana öyle geldi ki
(Hz. Abbas'la Ali, Hz. Osman'la Hz. Abdur-rahman, ez-Zübeyr ve Sa'd'den oluşan)
bu Cemaati bir iş için (şefaatçi olmaları gayesiyle) önden göndermişlerdi. Hz.
Ömer de acele etmeyin dedi. Sonra o topluluğa dönüp; "Göğün ve yerin
izniyle durduğu Allah aşkına size soruyorum Rasûlullah (s.a.)'m - Biz miras
bırakmayız, bizim bıraktığımız sadakadır- buyurduğunu biliyor musunuz?"
dedi. (onlar da);
"Evet"
dediler. Sonra Hz. Ali ile Abbas'a dönüp "Göğün ve yerin izniyle durduğu
Allah aşkına (söyleyiniz) siz, Rasûlullah (s.a.)'in - Biz miras bırakmayız.
Bizim (arkamızda) bıraktığımız (mal) sadakadır- buyurduğunu biliyor
musunuz?" dedi (onlar da);
"Evet"
cevabını verdiler. (Bunun üzerine Hz. Ömer şöyle) dedi.
"Şüphesiz ki
Allah Rasûlünü hiç bir kimseye vermediği bir özellikle tahsis etti de
(Kur'ân-ı Kerîm'inde şöyle) buyurdu: "Allah'ın onlardan Peygamberine
verdiği ganimetlere gelince söz (onu elde etmek için) onun üzerine ne at ne de
deve sürdünüz fakat Allah Peygamberlerini dilediği kimselerin üzerine salar
(onlara üstün getirir) Allah her-şeye kadirdir."[131]
Allah Nadiroğullarım
(mallarını) Rasûlüne fey olarak verdi. Allah'a yemin olsun ki: (Hz. Peygamber)
bu mallar(ın paylaştırılmasın)da (kendini) size (asla) tercih etmedi. Kendisi
onları alıp ta size verme-mezlik te etmedi. Rasûlullah (s.a.)
(NadİTOğullarından fey olarak ele geçen) bu mallardan bir senelik nafaka -yahut
nafakasını, yada ailesinin bir senelik nafakasını- alırdı. (Bu ifadedeki
tereddüt raviye aittir.) Kalanı da (hazinedeki) mallar arasına koyardı. Sonra
(Hz. Ömer) bu cemate yönelip: "Göğün ve yerin izniyle durduğu Allah aşkına
size soruyorum. Bunu biliyor musunuz?" dedi. (Onlar da): "Evet"
dediler. Sonra Hz. Abbas ile Ali (r.a.)'a yönelip: "Göğün ve yerin kendi
izniyle durduğu Allah aşkına size soruyorum bunu biliyor musunuz?" dedi.
(Onlar da): "Evet" cevabını verdiler, (sonra Hz. Ömer konuşmasına şöyle
devam etti.)
"Rasûlullah
(s.a.) vefat edince Ebû Bekir (r.a.):
"Ben Rasûlullah'm
halifesiyim dedi. (Hz. Ömer konuşmasına şöyle devam etti.) Bunun üzerine sen
(ey Abbas) şu (karşımda duran) Ali ile birlikte Ebû Bekir'e varıp kardeşinin
oğlundan (yani Hz. Peygamber'den hissene düşecek olan) mirasını istedin. Bu da
karısı(Fatı-ma)mn mirasını babası (Hz. Muhammed'in malı)ndan istiyordu. Hz. Ebû
Bekir (r.a) de size (şöyle) cevap verdi: "Rasûlullah (s.a.); "Biz
miras bırakmayız. Bizim bıraktığımız sadakadır." buyurdu. Allah bilir ya
Ebû Bekir doğru sözlüdür. Allah'ın emirlerine hakkıyle uyucu-dur. Doğru
yoldadır ve hakka tabidir. (Bu yüzden de) Hz. Peygamberden kalan bu mallar(ın
idaresi) Ebû Bekr'e verildi. Ebû Bekir vefat edince de ben;
"Rasûlullah
(s.a.)'m ve Ebû Bekir'in halifesi benim" dedim ve Allah'ın mütevelli
olmamı dilediği ana kadar bu mallara mütevelli oldu. Derken sen ve şu (Ali)
ikinizin de işi bir olduğu halde beraberce (karşıma) gelip benden bu malları
istediniz. Ben de (size) eğer bu mallan size vermemi istiyorsanız O malları
Rasûlullah (s.a.)'ın sarf ettiği yerlere sarf edeceğinize dair Allah'a söz
vermeniz şartıyla (onları size verebilirim) dedim. Bu şartlar altında bu malı
benden aldınız. Sonra aranızda bunun dışında bir hüküm vermem için (kalkıp
tekrar) bana geldiniz. Allah'a yemin olsun ki: Kıyamet kopuncaya kadar aranızda
bundan başka bir hüküm vermem, eğer bu şartlar(ı yerine getirmekken aciz
kalırsanız. Onları bana geri veriniz.
EbûDâvudderki: (Hz.
Abbas'laHz. Ali, Hz. Ömer'den) O malları ikisi arasında yarıya bölmesini (ve
idare ve tasarruf hakkının kendilerine verilmesini) istediler. Yoksa onlar
Peygamber (s.aj'in "biz miras bırakmayız* Bizim bıraktığımız
sadakadır," dediğini bilmiyor değillerdi. Onlar doğru olandan başka bir
şey istemiyorlardı. Nitekim Hz. Ömerde "Ben bu mala taksim ismini
koydurmam onu olduğu gibi bırakırım** (demek suretiyle bu duruma işaret
etmiştir).[132]
Safâyâ kelimesi;
"Safiyye" kelimesinin çoğuludur."Safiyye; Peygamber (s.a)'in ganimet
mallarından aldığı humus (1/5) hisseden fazla olarak, ganimetlerin taksiminden
önce onlardan bir at, bir köle ya da bir cariye ve bir köle seçip alma
hakkıdır. Bu hak sadece Hz. Peygamber'e mahsus, özel bir hakdır. Daha sonra
gelen halife ya da devlet başkanları bu hakka sahip değillerdir.
Nitekim 2755 numaralı
hadisin şerhinde de bu mevzuya temas etmiştik.
Görülüyor ki, Safiyye,
sadece Hz. Peygambere ait Özel bir haktır. Onu istediği gibi harcar. Ancak
musannif Ebû Dâvud bab başlığında geçen bu kelimeyle düşmanın üzerine at
koşturmadan ve savaşmadan müslümanlann eline geçen fey mallarını kasdetmiştir.
Bu tür mallar Hz. Peygamber'e ait olduğundan onlardan safiy diye bahsetmiştir.
Düşman üzerine at ya da deve koşturmadan elde edilen bu malları tümüyle Hz.
Peygamberin hakkı olduğu halde, efendimiz bu hakkını sadece kendi ihtiyaçları
için kullanmamış, müslümanlardan tüm ihtiyaç sahiplerini bu haktan
yararlandırmıştır. Nitekim 2967 numaralı hadis-i şerifte ifade edildiği üzere
Peygamber efendimize harpsiz olarak elegeçen mallardan biri Nadiroğullan
arazisi, biri Fedek arazisi, diğeri de Hayber arazisi olmak üzere üç arazi
düşmüştü. Bunlardan Nadiroğullarının arazisini elinde tutmakta idi. Bu arazinin
gelirini misafirlerin ve elçilerin ağırlanması, harp için lüzumlu silah ve at
temini gibi ihtiyaçların karşılanması için[133]
Fedek arazisini de yolda kalmış yolcuların ihtiyacı için sarf ederdi. Hayber
arazisini de üçe bölmüştü. Bu üç parçanın ikisini müslümanlann ihtiyaçlarına
sarf edilmesi için beytül-male koyar, kalanın bir kısmını kendi ailesinin
ihtiyaçlarına bir kısmını da muhacirlerin fakirlerine sarf ederdi.
Hz. Ömer, Rasûl-ü
Ekremin bu mallarını, Hz. Abbas'la, Hz. Ali'ye teslim ederken bu toprakların
ürünlerinin Rasûlü Ekremin sarf ettiği yerlere sarf edilmesi şartıyle teslim
etmiştir. Ancak Hz. Ebû Bekir'in Hz. Abbas'la Hz. Ali'ye, Hz. Peygamberin
arkasında bıraktığı mallara mirasçı olunamayacağını, o malların sadece sadaka
olduğunu hatırlattığı halde, onların Hz. Ömer'e gelip ondan bu malların kendilerine
verilmesini istemeleri izaha muhtaç bir husustur, bu meseleyi açıklarken Bezi
yazarı şunları kaydediyor; "Aslında Hz. Ebû Bekir (r.a.) Hz. Abbas ile
Hz. Ali (r.a.) ya Hz. Peygamber'in geride bıraktığı malların miras değil sadaka
olduğunu açıkladıktan sonra, Hz. Ebû Bekir'den miras istemekten vazgeçtikleri
gibi, Hz. Ömer'den de miras istemediler. Ancak Hz. Ömer'den bu malların idare
ve tasarrufunun kendilerine verilmesini istediler. Hz. Ömer (r.a) de bu
malları Hz. Peygamberin sarf ettiği gibi sarf etmek şartıyle onlardan söz
alarak bu malları onlara teslim etti. Hz. Ali ile Hz. Abbas (r.a) bu malları
şartlarına uygun olarak idare ve sarf ederlerken aralarında anlaşmazlık çıktı
ve bu malları ikiye bölüp yarısının idaresini Hz. Ali'ye yarısının idaresini
de Hz. Abbas'a vermesini istediler. Hz. Ömer ise, Hz. Peygamber'den kalan bir
malın olduğu gibi muhafaza edilmesi gerekir. Bu malı ikiye bölüp te ona taksim
ismini kondurmam diyerek bu teklifi reddetti. Çünkü, bu mallan taksim ettiği
takdirde zamanla halkın o malların miras olarak taksim edildiğini
zannedeceklerinden korkuyordu.
Görülüyor ki, Hz. Ali
ile Hz. Abbas Hz. Ömer'den bu malların mülkiyetini değil, sadece idare ve
tasarrufunu istemişlerdir. Eğer bu malların miras olduğunu düşünerek Hz. Ömer'den
mülkiyetini istemiş olsalardı, kendi çocuklarının hisselerini de isterlerdi.'
Halbuki onlar böyle bir talepte bulunmamışlardır. Söz konusu mallar Hz.
Peygamber'in Nadir oğullarının arazisinden eline geçen fey mallarıdır.
Hadiste bulunan izaha
muhtaç kısımlardan biri de Müslim'in Sahihinde, Hz. Abbas'ın Hz. Ali'ye
sarfettiği rivayet edilen "şu yalancı, günahkâr, vefasız, hain"
mealindeki sözlerdir. Bu meselenin izahı sadedinde Ma'ziri şöyle diyor.
"Vaki olan bu sözün Zahiri Abbâs'a layık değildir, Hz. Ali de bu söylenen
vasıfların tamamı şöyle dursun -haşa- bazısı bile yoktur. Evet biz Peygamber
(s.a.)'den bir de onun şehadet ettiklerinden mâda kimsenin masum olduğunu kât'i
olarak söyleyemeyiz; ama sahabe (r. anhüm) hakkında hüsnü zanda bulunmaya,
onlardan her kötülüğü nefyetmeye memuruz! Bu rivayetin bütün te'vil yollan
kapanırsa, yalanı ravîlerine nisbet e4eriz. Bu mânayı ele alan bazı âlimler
böyle sözleri yazmaktansa nüshalarından çıkarmayı vera' ve takvaya daha uygun
bulmuşlar; ihtimal bunları râvilerin vehmine hamletmişlerdir.
Eğer'bu sözler mutlaka
kabul edilecek ve ravilere de vehim isnat etme-yeceksek o takdirde, en güzel
te'vil şudur: Hz. Abbas bu sözleri kardeşi oğluna nazı geçtiği için
söylemiştir, çünkü oğlu yerindedir. Onun hakkında inanmadığı ve kardeşi oğlunun
beri olduğunu bildiği şeyleri söylemiştir. Belki de bu sözlerle onu kendince
hatalı saydığı inancından vazgeçirmek istemiştir. Ona göre bu işi kasden yapan
bir kimse bu çirkin sıfatlarla vasıflanabilir. Ali'ye göre; vasıflanamaz.[134]
1. Hz. Abbas
ile Ali (r.anhum) ganimetin beşte biri hakkında değil, Peygamber (s.a.) e
mahsus olan fey hakkında davaya çıkmışlardı. Bu fey' onun vefatından sonra
sadaka olarak kalmıştır.
2. Her
kabilenin âmme işleri, o kabilenin büyüğüne verilmelidir; zira onların
hallerini en iyi bilen odur.
3. Kumandan
ve devlet büyükleri yanlarına izinsiz girilmemesi için kapıcı istihdam
edebilirler.
4. Bir
davada iş büyüyerek taraflar arasında fesad çıkmasından korkulursa, hâkim
huzurunda şefaatte bulunmak caizdir.
5. Hakkı
söylemek şartı ile bir kimsenin kendini medhetmesinde beis yoktur.
6. Senelik
aile yiyeceğini biriktirmek caizdir.
7. Fakih ve
âlimin başkalarının bildiği bazı şeyleri bilmemesi mezmum değildir.
8. Bir kimseyi
adı ile çağırmak caizdir.
9. Haber-i
vahidi kabul caizdir.
10. Hâkim
hüccetini takviye ve hasmı ilzam için taraflara karşı söylediklerine şahid
getirebilir.[135]
2964... Şu
(bir önceki hadiste geçen) olay Malik b. Evs'den de (rivayet olundu) Dedi ki:
"Hz. Ali ile Abbas (r.a) Allah'ın Rasûlüne fey olarak ihsan etmiş olduğu
Nadiroğullarının malları üzerinde mahkemelik olmuşlardı."
Ebû Dâvud der ki; Hz.
Ömer bu mallar üzerine taksim isminin konmamasını istedi (ve öyle yaptı).[136]
Bu hadisle ilgili
açıklama bir önceki hadisin şerhinde geçmiştir.[137]
2965... Hz.
Ömer'den demiştir ki:
Nadiroğullannın
malları, müslümanların, üzerine at ve deve sürmeden Allah'ın Rasûlüne vermiş
olduğu ganimetlerdendi ve (bu mallar) sırf Rasûlullah (s.a.)'e aitti. (Hz.
Peygamber bu malları) ev halkının geçimine sarfederdi. (Musannif Ebû Davud'un
şeyhi) îbn Abde (bu cümleyi) "ailesinin senelik rızkına sarf ederdi"
diye rivayet etmiştir. Geri kalanını da (harp için gerekli olan) atların
temininde ve Allah yolunda (yapılacak savaş uğrunda) harcardı. îbn Abde (bu
son cümleyi) "At ve silah (temini) uğrunda (sarf ederdi)” diye rivayet
etti.[138]
Şafiî ulemasından İmam
Nevevî'nin açıklamasına göre, raetinde geçen "Bu mallar sırf Rasûlullah
(s.a.)'e aitti." cümlesi, kâfirlerden savaşsız olarak alınan ganimetlerin
(fey'in) tümünün Hz. Peygambere ait olduğunu söyleyen Cumhur ulema lehine,
fey' yirmibeş parçaya bölünür bunun yirmibiri Hz. Peygamber'e kalan dört hisse
de Hz. Peygamber'in yakınlarıyla yetimler, miskinler ve yolda kalmış yolcular
arasında paylaştırılır. Yani bu dört sınıftan her birine bir hisse verilir
diyen imam Şafiî'nin aleyhine bir delildir.
Bu mevzuda Hafız Îbn
Hacer şöyle diyor: Ulema, fey gelirlerinin nerelere sarf edileceği mevzuunda
ihtilafa düşmüşlerdir.
İmam Mâlik'e göre,
(Hz. Peygamberin afatından sonra kâfirlerden alınan) fey gelirleri aynen
ganimetlerden ayrılan beşte bir (humus) hissesi gibi hazineye konur ve devlet
başkanı kendi içtihadına göre Hz. Peygamberin akrabalarına sarf eder.
Cumhuru ulemaya göre;
harple alınan ganimetlerin beşte biri Enfâl sûresinde belirtilen müslümanlara
sarfedilir. Fakat feyin tasarrufu devlet reisine aittir. Devlet reisi
müslümanların maslahatına en uygun gördüğü yerlere sarf eder. Cumhurun bu mevzudaki
delili Hz. Ömer'in;
"Bu fey sadece
Rasûlullah (s.a.)'e aitti" mealindeki sözüdür.
Hattâbî'nin
açıklamasına göre, İmam Şafiî'nin bu mevzudaki delili: "Allah'ın o kent
halkından Rasûlüne verdiği ganimetler, Allah'a, Rasûle, (Ra-sûle) akrabalığı olanlara
yetimlere, yoksullara, (yolda kalan) volcuya aittir..."[139]
âyet-i kerimesidir.
İmam Şafiî
hazretlerine göre, bu âyet-i kerimede geçen (Allah için) kelimesi Allah
yolunda sarf edilmek üzere bir hisse ayrılması gerektiğini ifade için değil,
sadece Allah ismiyle teberrük için zikredilmiştir. Çünkü bir işe Allah ismiyle
başlamak, o İşe bereket getirir.
Bu bakımdan âyet-i
kerimede ifade edilen husus fey gelirlerinin Allah isminden sonra zikredilen
beş kişi arasında sarf edileceği hususudur. Müfessirlerden bazıları da bu
görüştedirler.
Şa'bi ile Atâ b. Ebî
Rebah'a göre, âyet-i kerimede zikredilen Allah'ın hissesi ile Rasûlunün
hissesinden maksat iki ayrı hisse değildir. Bir hissedir.Ka-tâde'ye göre, bu beşte
bir hissenin beşte biri Allah'ındır. Geriye kalan da beşe bölünerek Allah'ın
Rasûlü, onun yakınları, yetimler, yoksullar ve yolda kalan yolcular arasında
bölüştürülür.
el-Hasen b. Muhammed -
el-Hanefîyye'ye göre, âyet-i kerimede geçen Allah ismi Allah için ayrı bir
hisse ayrılmasını ifade için değil, teberrük için zikredilmiştir.
Yine Hattâbî'nin
açıklamasına göre, Cumhur ulema ile İmâm Şafiî arasındaki, feylerinde diğer
ganimetler gibi taksim edilip edilmeyeceği mevzuundaki, ihtilaf, Haşır
süresindeki feyle ilgili yedinci âyeti ve ganimetlerin taksiminden bahseden
Enfâl sûresinin kırkbirinci âyetiyle ilgili olup olmadığı hususundaki
ihtilaftan kaynaklanmaktadır.
İmam Şafiî, sözü geçen
Enfal sûresinde zikredilen ganimetlerin verileceği kimselerin, aynen Haşr
sûresinin yedinci âyetinde zikredilmesine bakarak, fey gelirlerinin de aynen
ganimetler gibi taksim edileceğine hükmetmiştir.
Yine İmam Şafiî
(r.a)'e göre, Haşr sûresinin sekizinci âyetinin başında atıf harfi
bulunmadığından haşr sûresinin yedinci âyetiyle ilgisi yoktur. Başlı başına
ayrı bir âyettir. Ganimetin beşte biri ile fey'in tamamı da beytül-malin olup
imamın tasarrufu altında bulunduğunu ve imamın onu kendi içtihadına göre,
müslümanlardan uygun gördüğü herkese harcayabileceğini söyleyen Cumhur ulemaya
göre, fey'in sarf yerlerini açıklayan Haşr suresinin yedinci âyetinin
ganimetlerin sarf yerini açıklayan Enfal sûresinin kırkbirinci âyetiyle hiç
ilgisi yoktur.
Çünkü fey âyetinde
zikredilen sınıflardan maksat, sadece o sınıfların kendileri değildir, onların
temsil ettiği umum müslümanlardır. Ve söz konusu âyetin hemen arkasından gelen
âyetlerde bu beş sınıfın dışındaki müslümanlardan bahsedilmesi de bunu ortaya
koyduğu gibi, metinde geçen "şu âyetler müslümanlarm hepsini içine
almaktadır." Cümlesi de bu görüşü te'yid etmektedir.
Her ne kadar
"Allah'ın onlardan peygamberine verdiği ganimetlere gelince siz (onu elde
etmek için) onun üzerine ne at ne de deve sürdünüz[140] âyetinde
sadece Hz. Peygamber'e ait olan fey gelirlerinden bahsedilirken onu takibeden
âyette Hz. Peygamberin dışında başka sınıflara da verilmesi ica-beden
gelirlerden bahsediliyorsa da bu durum ikinci âyette bahsedilen gelirlerin
kendinden önceki âyetteki fey'den tamamen ayrı olmasını gerektirmediği gibi,
Enfal sûresinin kırkbirinci âyetinde açıklanan ganimetlerin aynısı olmasını da
gerektirmez. Gerçi Haşr sûresinin yedinci âyetiyle Enfâl sûresinin kırkbirinci
âyeti arasında bir benzerlik vardır. Fakat iyi dikkat edilirse, bu iki âyet
arasında çok önemli bir fark vardır.
Merhum Muhammed Hamdi
Yazır efendi meşhur tefsirinde bu farkı şöyle açıklıyor. "Fakat orada
humus tasrih edildiği halde burada tasrih olunmamış. Binaenaleyh ganimetin
humusu alınıp beş şehm üzerine sarf olunursa da her feyin humsu alınmak lazım
gelmez. Onun için hanefiyye, ganimetten maada olan feylerin tahmisi icâb
etmeyerek bu ve bundan sonraki âyetlerin gösterdiği veçhile ehem mühimme takdim
edilerek umum müslümanın mesalihına sarf olunmasına kail olmuşlardır ki, burada
zikrolunanlar en mühimlerini teşkil eder.[141]
2966...
Zühri den, Ömer (r.a) şöyle demiştir:
Allah (c.c):
"Allah'ın onların mallarından peygamberine verdiği ganimetler için, siz at
ve deveye binip onları sürmüş değilsiniz..." (Haşr, 59/6)[142]
buyurdu.Zühri: Hz. Ömer (r.a)'m: "Bu; Urayne köyleri, Fedek ve şurası
şurası sırf Rasulullah'a aittir" dediğim söyledi.
(Âyeti kerimelerde
şöyle buyurulur): "Allah'ın fethedilen ülkeler halkının mallarından
peygamberine verdiği ganimetler Allah, peygamber, yakınları, yetimler
yoksullar ve yolda kalmışlar içindir...
(Haşr, 59/7)[143]
"Allah'ın verdiği
bu ganimet malları yurtlarından ve mallarından çıkarılan... fakirler
içindir" (Haşr, 59/8)[144]
"Daha önceden
Medineyi yurt edinmiş ve kalblerine imanı yerleştirmiş olanlar..." (Haşr,
59/9)
"Ve onların arkasından
gelenler..."(Haşr, 59/10) (Hz. Ömer daha sonra şöyle dedi): "Bu âyet
tüm insanları kapsadı. Müslümanlardan, ganimette hakkı -Eyyûb; nasibi dedi-
olmayan, malik olduğunuz bazı kölelerden başka kimse kalmadı."[145]
Bu riveyet,
ganimetlere müstehak olanları beyan sadedinde, Hz. Ömer'in âyetlerden deliller
getirdiği ve pek az olarakta kendi görüşünü kattığı bir eserdir. Eseri Hz. Ömer
(r.a)'den nakleden Zühri'dir. Münzirî'nin belirttiğine göre Hz. Ömer'den hadis
duymamıştır. Onun için rivayet munkatidir. Yani Zühri ile Hz. Ömer arasında
başka bir râvi vardır ama rivayette zikredilmemiştir.
Rivayette istidlal
için zikredilen âyetler, Haşr sûresinin 6-10 âyetleridir. Ancak âyet-i
kerimeler metinde tam olarak yeralmamış onun için tercemede de mealleri eksik
verilmiştir. Şimdi işaret edilen âyet-i kerimelerin tamamının meallerini
görelim:
"Allah'ın onların
mallarından peygamberine verdiği ganimetler için siz at ve deveye binip onları
sürmüş değilsiniz. Fakat Allah peygamberlerini dilediği kimselere karşı üstün
kılar. Allah herşeye kadirdir.
Allah'ın fethedilen
ülkeler halkının mallarından peygamberine verdiği ganimetler, Allah, peygamber,
yakınları, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir. Böylece o mallar
içinizden sadece zenginler arasında dolaşan bir devlet olmaz. Peygamber size ne
verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının Allah'tan korkun.
Çünkü Allah'ın azabı çetindir.
Allah'ın verdiği bu
ganimet mallan yurtlarından ve mallarından çıkarılmış olan, Allah'tan bir
lütuf ve nzâ dileyen, Allah'ın dinine ve peygamberine yardım eden fakir
muhacirlerindir. İşte doğru olanlar bunlardır.
Daha önceden Medine'yi
yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine göç
edip gelenleri severler ve onlara verilenler karşısında içlerinde bir kaygı
duymazlar. Kendileri ihtiyaç içinde olsalar bile, onları kendilerine tercih
ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar kurtuluşa erenlerdir.
Bunların arkasından
gelenler şöyle derler: "Rabbimiz! bizi ve imanda bizi geçmiş olan (bizden
önce geçen mü'min) kardeşlerimizi bağışla; kalble-rimizde, iman edenlere karşı
hiç bir kin bırakma. Ey Rabbimiz! Şüphesiz sen çok şefkatli çok
merhametlisin." (Haşr, 59/6-10)
Görüldüğü gibi bu
âyetlerden ilki, savaş yapılmadan, Allah'ın peygamberine lütfü olarak nasib
ettiği yerlerle ilgilidir. Buna fey' denilir. Hz. Ömer (r.a) Urayne köylerinin,
Fedek'in ve diğer bazı yerlerin bu kabilden olduğunu ve bunların sadece Hz.
Peygambere ait bulunduğunu söylemiştir.
Urayne: Suriye tarafında,
bir takım köylerin bulunduğu bir bölgedir.
Fedek: Medine ile
arasında iki üç günlük mesafe bulunan bir köydür. Bu köyde kaynayan pınarlar ve
hurmalıklar, vardır.
Hz. Ömer'in:
"Şurası, şurası" diye ifadelendirdiği yerler, sarihlerin belirttiklerine
göre Medine de yahûdilerin oturdukları, Kureyza ve Nadir dir.
Hz. Ömer, savaş
yapılmadan ele geçirilen yerlerin fey olduğu ve Hz. Peygambere ait olup,
ganimetteki gibi gazilere taksim edilmeyeceği görüşündedir. Hz. Peygamber
(s.a.s) bu tür gelirleri halkın çeşitli maslahatları için kullanır. Bu
gelirleri askeri donatımda kullanabileceği gibi, müslümanların başka
ihtiyaçlarını temin gibi gayelere harcar. İmam Şafiî'nin dışındaki âlimler,
Hz. Ömer'in görüşündedirler. Bu konudaki açıklama bir önceki hadisin şerhinde
geçmiştir.
Hz. Ömer, âyeti
kerimelerin sonunda, bazı köleler hariç tüm müslüman-ların bu gelirlerde hakkı
olduğunu bildirmiştir. Çünkü fey' dediğimiz bu gelirler askerlere ve belirli
gruplara taksim edilmeyince ya devlet hazinesine kalacak ya da tüm
müslümanların çeşitli ihtiyaçlarına sarf edilecektir. Böylece her iki halde de
bütün müslümanların hakkı olan bir gelir olacaktır.[146]
2967...
Mâlik b. Evs b. eI-Hadesan*dan demiştir ki: Hz. Ömer (r.a.) (fey gelirlerinin)
Hz. Peygamber'e ait bir gelir olup başkalarına verilemeyeceği' (hususundaki)
görüşünü delillendirirken (şöyle) derdi. "Rasûİullah (s.a.)'in üç safâyâsı
vardı. Nadiroğulları(mn topraklan), Hayber (arazisinin bir kısmı) ve Fedek (arazisinin
yansı)
Nadiroğulları(nın
toprakları)na gelince (onlar) Hz. Peygamber'-in ihtiyaçları için (kendi elinde)
tutulmakta idiler. Fedek'se (yolda kalmış) yolcular için tutulmakta idi.
Hayber'e gelince, Rasûlullah (s.a.) onu ikisini müslümanlar arasında (harcamak)
birini de kendi ailesinin geçimine (sarfetmek üzere) üçe bölmüştü. Ailesinin
geçimin(e ayırdığı hisse)den artanı da muhacirlerin fakirlerine (verirdi.)[147]
“Safâyâ''Safiyy''kelimesinin
çoğuludur. Hattâbî'nin açıklamasına göre, Safiyy Hz. Peygamberin, ganimet
mallarının taksiminden önce onlardan seçip aldığı köle ya da cariye, at ve
kılıç gibi mallardır. Hz. Aişe (r.a) "Rasûl-ü zişan Efendimizin "Hz.
Safıyye validemizi esirler arasından bu şekilde seçerek aldığım"
söylemiştir. Hatırlanacağı gibi bu mevzuya 2755 numaralı hadisin şerhinde de
temas etmiştik.
Ancak Hz. Ömer'in,
hadis-i şerifte sözü geçen toprakları Hz. Peygamber'in ganimetlerden beştebir
payı bulunduğunu isbat için zikrettiğine bakılırsa musannif Ebû Davud'un safıyy
kelimesini kendi manâsında değilde Hz. Peygamber'in ganimet ve fey'den
hissesine düşen Özel mallan anlamında kullandığı anlaşılıyor.
Bu toprakların Hz.
Peygamberin mülkiyetine geçiş yolları incelenip onların Hz. Peygamber'in eline
safiy olarak değil de fey olarak geçtiği görülünce bu husus daha da iyi
anlaşılır. Şimdi bu toprakların Hz. Peygamber'e nasıl intikal ettiğini
inceleyelim.
1.
Nadiroğulları topraklan: Hicretin dördüncü yılında Nadiroğulları müslümanlara
karşı savaşa hazırlanmakta idiler. Peygamber (s.a) onların bu hareketini haber
alınca mukabil hazırlığa başladı ve onları kuşattı. Bunun üzerine Nadirliler
Sulh teklifinde bulundular. Anlaşma gereği savaş aletleri hariç bütün menkul
mallarını alıp gitmelerine müsaade edildi. Arazileri harp-siz kuvvet
kullanmadan müslümanların eline geçti ve Hz. Peygamber (s.a)*in malı oldu.
Rasûlullah (s.a.) de o yerleri muhacir müslümanlara temlikte bulundu.
(Nadiroğullanndan) müslüman olanların bütün malları kendilerine verildi.
(kendHeri de eski) yerlerinde bırakıldılar.”[148]
Nitekim merhum Elma-lı'lı Hamdi efendi de şu satırlarıyla bu arazinin Hz.
Peygamber'e fey yoluyla intikal ettiğini ifade etmek istemiştir. "Hz.
Ömer (r.a) demiştir ki: Beni Nadir emvali, Allah Teâlâ'nın Rasûlüne fey olarak
verdiği ve müslümanların ne at, ne rikab icâf etmediği fey'den idi."[149]
2. Hayber
arazisindeki Vatih, Selahüm ve Ketibe Kaleleri:
İlk iki kale savaş
yapılmaksızın alındı. Ketibe kalesi ise Hz. Peygambere humus hakkı olarak
bırakılmıştır. O da bu yerleri muhtaç olanlara bağışladı. Daha önce de
belirtildiği üzere savaşla alınan yerler hakkında Hz. Peygamber (s.a) ganimet
hükmünü uygulamış, beşte birini beytülmal için alıp geri kalanı savaşa
katılanlara temlik etmiştir. Beşte bir içerisinde kendinin de mülk hissesi vardı.
Hayber tatbikatı böyledir. Sonra bütün müslümanların hissesi zirai ortaklık
esasına uygun şekilde Yahudilere verilmiştir.
3. Fedek
arazisinin yarısı hicretin yedinci yılında Hayber'in fetih ve taksimini
müteakip İslam Ordusu Fedek Yahudileri üzerine yürüyeceği sırada Hz.
Peygamber'e (s.a) gelerek arazinin yarısını ağaçlarıyle birlikte verdiler.
Savaş yapılmaksızın alınan bu yer hakkında Peygamber (s.a.). Fey hükmünü
uyguladı. Şöyle ki; Mülkiyeti kendinde kalmak üzere gelirini ailesinin"geçimine
ayırdı. Bir kısmını da arazisi olmayan müslümanlara temlik etti. Şu olay sulh
yolu ile alınan toprakların mülk arazisi statüsüne tabi oluşuna bir örnektir.[150]
2736 numaralı hadisin şerhinde de açıkladığımız gibi "Rasûl-u zişan
Efendimiz, Hayber'den hissesine1 düşen malları, Hudeybiye seferinde otuz altı
parçaya bölmüş bunların yarısını ailesinin geçimine sarf etmek üzere kendisine
bırakmış, kalan.yarısını da atlılara iki, yayalara bir hisse olmak üzere
Hudeybiye gazileri arasında bölüştürmüştür. Hudeybiye gazileri bin yüz kişiydi.
İçlerinde üçyüz kadar da süvari vardı. Aslında Hz. Peygamberin Hayber
arazisini nasıl bölüştürdüğüne dair gelen rivayetler arasında bazı farklılıklar
görülmektedir.
Bu hadislerden biri
olan 2736 numaralı hadis-i şerifte bu toprakları Hudeybiye seferinde onsekiz
parçaya böldüğü ve üçyüzü atlı binikiyüzü de süvari olan binbeşyüz kişilik
Hudeybiye gazileri arasında bölüştürdüğü ifade edilirken, mevzumuzu teşkil eden
hadis-i şerifte bunları üçe bölüp ikisini müslümanlara, birini de kendi
ailesine tahsis ettiğini, ailesinin masraflarından artanı muhacirlerin
fakirlerine verdiği ifade ediliyor. 3008 numaralı hadis-i şerifte Hayber
topraklarının mahsulünün yarısı yahudilere, yarısı da müslü-manlara ait olmak
üzere eski sahiplerinin elinde bırakıldığı ve bu mahsulün beşte birinin Enfâl
sûresinin kırkbirinci âyetinde açıklanan ganimet esaslarına göre beş sınıf
arasında, kalan dört hisseyi de gaziler arasında bölüştürdüğü ve bu taksimden
Hz. Peygamberin hanımlarına beşyüz vesk hurma yirmi vesk de arpa düştüğü ifade
ediliyor. 3010 numaralı hadis-i şerifte de bu toprakları ikiye bölüp yarısını
kendi ailesinin ihtiyaçlarına ayırdığı, diğer yansını da onsekiz parçaya
bölerek müslümanlar arasında taksim ettiği ifade ediliyor. 3013 numaralı hadis-i
şerifte ise Hayber topraklarını otuz altı hisseye ayırdığı bunun on sekiz
hissesini de yüz kişiye bir hisse düşmek şartıyla müslümanlara bölüştürdüğü,
Rasûl-ü Ekrem'in de aynen diğer müslümanlar gibi bu taksimden bir pay aldığı,
geri kalan on sekiz hisseyi de kendisinin ve diğer müslümanların ihtiyaçlarına
sarfettiği ifade ediliyor.
Bezi yazarı, bu
hadislerin arasını te'lif ederken şöyle diyor: "Aslında Peygamber
Efendimiz (Hayber topraklarının bir yansım yahudilere bırakmış, kalan yarısını
da müslümanlara bırakmıştı) Bu toprakların müslüman-lara düşen kısmının tümünü
otuzaltı parçaya böldü bunun onsekiz parçasını Hudeybiye gazilerine vermiştir
ki, 3013 numaralı hadis-i şerifte anlatılan taksim budur. Yine aynı hadiste
açıklandığı üzere kalan onsekiz hisseyi de ailesinin ve müslümanlann
ihtiyaçlarına tahsis etmiştir. 2736 numaralı hadisde-ki Hz. Peygamberin Hayber
topraklarını onsekiz parçaya bölmesiyle ilgili ifade ise, işte bu, Hayber
topraklarından gazilere ayrılan kısımla ilgilidir. Hz. Peygamberin ve diğer
müslümanlann ihtiyaçları için ayrılan kısım buna dahil değildir.3008 numaralı
hadis-i şerifteki"Hz.Peygamberin böldüğünden bahsedilen hisseden maksat
ise Hz. Peygamberin kendi ve müslümanlann ihtiyaçları için ayırdığı kısmın
beşte biridir. Bilindiği gibi bu beştebir hisse Enfâl sûresinin kırkbirinci
âyetine göre beş sınıf arasında paylaştırılır.
Mevzumuzu teşkil eden
hadisteki Rasûl-ü Ekrem'in bu toprakları üçe bölüp te ikisini müslümanlara,
birisini de ailesinin geçimine ayırdığına dair olan ifadeye gelince; bu
ifadedeki iki parçanın dağıtıldığı müslümanlardan maksat Enfâl sûresinin
kırkbirinci âyetinde zikredilen şu dört sınıftır.
1. Hz.
Peygamberin yakınları, 2. Yetimler, 3. Yoksullar, 4. Yolda kalan yolcular. Diğer bir parça da Hz. Peygambere
verilmiştir. Ancak mevzu-muzu teşkil eden bü hadiste bahsedilen üç hissenin üçü
de 2736, 3008, 3010, numaralı hadislerde bölüştürüldüğünden ve Hayber
topraklarının yansını teşkil ettiğinden bahsedilen ve Hz. Peygamberle
müslümanlann ihtiyaçlarını karşılamak üzere ayrıldığı açıklanan kısımla
ilgilidir, bu toprakların tümüyle ilgili değildir.[151]
2968... Ur
ve b. Zübeyr'den demiştir ki: Peygamber (s. a.)'in hanımı Aişe, O'na (şöyle)
demiştir: "Rasûlullah (s.a.)'in kızı Fatıma, Ebû Bekir es-Sıddık (r.a.)'a
bir haber göndererek ondan Allah'ın Medine'de ve Fedek'te Rasûlullah'a vermiş
olduğu fey'den (payına düşecek olan) mirasını istedi de Ebû Bekir -şüphe yok ki
Rasûlullah (s.a.): "Biz miras bırakmayız. Bizim bıraktığımız sadakadır.
Muhammed'in aile fertleri ancak şu maldan yiyebilirler.'* buyurdu. Allah'a
yemin olsun ki, Ben Rasûlullah (s.a.)'in (arkada bıraktığı) sadakasından hiçbir
şeyi kendi zamanındaki halinden (başka bir hale) değiştiremem. Binaenaleyh, bu
mallar hakkında Rasûlullah ne yapmışsa ben de onu yapacağım, cevabım verdi. Ve
Fatıma aleyhisselama bir şey vermekten kaçındı.[152]
Hz. Fatıma, Hz.
Peygamberin vefatından sonra Hz. Ebû Bekir'e bir haber göndererek Allah'ın Hz.
Peygambere Medine ile Fedekte fey olarak tahsis buyurduğu mallardan ve Hayberin
beşte birinden hissesine düşecek mirası istemişse de Hz. Ebû Bekir
"Peygamberlerin miras bırakmadığına, onların bıraktığı malların sadaka
olduğuna" dair hadisi ve Hz. Peygamberin Hayber topraklarından ayrılan
humustan ailesine düşen hisseyi işaret ederek "Benim ailem ancak şu
mallardan yiyebilir*1 buyurduğunu hatırlatıp onun bu isteğini kabul etmemiştir.
Çünkü bu mallar, kendi vefatıyla sadakaya, dönüşmüştür. Sağlığında aile
fertlerine bağışlamış olduğu Hayber arazisinin bir kısmı ise, kendi
mülkiyetinden çıktığından vefatıyle sadakaya dönüşmemiş ve dolayısıyle yine
aile fertlerinin elinde kalmış. Onların geçimlerine tahsis edilmiştir. İmam
Nevevî'nin açıklamasına göre Peygamberlerin bıraktıkları malların sadaka olup
miras olmamasının hikmeti "Bir peygamberin yakınlarından birinin, onun
mirasına konmak için ölümünü temenni ederek helak olması tehlikesini önlemek ve
insanların peygamberleri dünyada varislerini zengin etmek için çalışan ve bu
maksatla dine davet eden kişiler olduğu vesvesesine kapılmasına mani olmaktır.
Hz. Fatıma (r.a)'nın miras istemesi hususunda iki ihtimal üzerinde durulmuştur:
1. Babasının
"Bize mirasçı olunmaz!" hadisini te'vil etmiş kendisinin kıymetli
mallarda babasına mirasçı olamayacağını, yiyecek, giyecek ve silah gibi
şeylerde mirasçı olacağını sanmıştır. Fakat hadis-i şerifteki "Allah'ın
fey olarak verdiği...” ifadesi bu te'vil i reddeder.
2. Bazı
ulemaya göre, Hz. Fatıma'nın miras istemesi, bu hadisi duymazdan öncedir. Hz.
Fatıma vasiyyet âyetiyle ihticac etmiştir. Mezkûr âyette mirasçı bir kızsa
kendisine mirasının yarısı verileceği bildirilmektedir.[153]
2969...
Zührî'den Urve b. Zübeyr şu (bir önceki) hadisi Peygamber (s.a.)Jin hanımı
Aişe'nin kendisine anlattığını söylemiş ve (Zührî rivayetine devamla şöyle)
demiştir: Fatıma (r.a.), o zaman Rasûlullah (s.a.)'in (arkasında bırakmış
olduğu) Medine ve Fedek'teki sadakası ile Hayber'in beşte birinden kalan
(maUar)ı istemiş. Hz. Aişe (sözlerine devam ederek şöyle) demiş - Ebü Bekir de
ona -Rasûlullah (s.a.): "Biz miras bırakmayız. Bizim bıraktığımız
sadakadır. Muham-med'in ailesi ancak şu maldan yani Allah'ın (onlara fey olarak
verdiği) malından yerler onların yiyecek (ve giyecek giderlerini daha fazla
artırmaya hakları yoktur buyurdu” cevabını verdi.[154]
Hz. Peygamber.
"Biz Peygamberler miras bırakmayız. Bizim bıraktığımız mallar
sadakadır." buyurduğu halde Hz. Fatıma'nın Hz. Peygamber'in bıraktığı
mallardan miras payı istemesi hakkındaki ulemanın görüşlerini bu önceki
hadisin şerhinde açıklamıştık.
Mevzumuzu teşkil eden
bir hadiste bir de Hz. Peygamberin Medine ve Fedekteki sadakasıyla Hayberin
beştebirinden kalan mallarından bahsedilmektedir. Hz. Peygamberin özel mülkü
olan topraklar hakkında Kadı Iyâz şunları söylüyor:
"Bunların birinci
kısmı: Kendisine hibe edilmiştir. Uhud harbinde müslüman olan yahudi
Muhayrik'in vasiyyeti bu kabildendir ki yedi bahçeden müteşekkildi. Ensarın
verdikleri sulanmayan arazi de böyledir. Bunlar Peygamber (s.a.)'in halis
mülki idi.
İkinci kısım: Beni
Nadîr kabilesini sürgün ettiği vakit, onlardan harpsiz fey olarak aldığı
arazidir. Bu da onun hususi mülkidir. Beni Nadir'in menkul mallarına gelince:
Anlaşma mucibince bunların silahlardan başkasını ya-hudiler develerine yükleyip
götürmüş; kalanı da gaziler arasında taksim edilmişti. Fedek arazisinin yarısı
ile Vadilkura'nın üçte biri Peygamber (s.a.)'in hususi mülki idi. Çünkü bu
yerleri bu şartlarla sulhan ele geçirmişti. Bu yerlerin gelirini başı sıkılan
müslümanlara sarfederdi. Bunlardan başka Hayber'den sulh yolu ile alınmış Vatih
ve Selalim namında iki de kalası vardı.
Üçüncü Kısım: Hayberin
ve diğer harple alınan yerlerin beşte birinden eline geçen mallardır. Bu üç
kısım malların hepsi peygamber (s.a.)'in halis mülki idi. Lakin o bunları benimsemez;
ailesine, müslümanlara ve ümmetin umumi ihtiyaçlarına sarfederdi. Vefatından
sonra bu sadakaların temellükü haram kılınmıştır."[155] Biz
bu toprakların ikinci Ve üçüncü kısımda zikredilenlerinden 2967 numaralı
hadisin şerhinde de bahsetmiştik. Aslında Hz. Peygamberin özel mülkü olan
topraklar bunlardan İbaret değildi. Şu topraklar da onun özel mülkleri arasında
idi:
1. Fedek
arazisinin yansı -Nitekim 2967 numaralı hadisin şerhinde açıklamıştık
2.
Vâdiyü'l-kuranın üçtebiri yahudiler kendi yerlerinde bırakılmaları için,
rızalarıyla kendilerine ait arazinin yarısını (Vadiyü'l-kuramn üçtebirine tekabül
eden yeri) Hz. Peygambere bağışlamışlardır. Daha sonra bu yerde oturan ve
yahudi olmayanların elindeki araziyi de onlardan satın aldı. Böylece o bölgenin
üçteikisi Hz. Peygamberin mülkü haline gelmiştir.
3. Miras
yoluyla annesinden intikal eden Mehrûz isimli pazaryeri ile bir dükkan.[156]
Bütün bu topraklar Hz. Peygamberin özel mülkü olduğu için vefatından sonra
sadaka hükmüne geçmişler. Bu sebeple de Hz. Ömer bu topraklardan miras isteyen
Hz. Fatıma'nın teklifini kabul etmedi. Ancak Peygamber efendimiz bunlardan
Hayber topraklarının humusundan hissenize düşen kısmı sağlığında yiyecek ve
giyecek masrafları için, ailesine bağışlamış olduğundan bu topraklar kendi
mülkiyetinden çıkıp ailelerinin mülkü olmuştur. Dolayısıyla kendisinin
vefatıyle sadakaya dönüşmemişlerdir. İşte hadis-i şerifte "sadaka
topraklar" kelimesiyle kasdedilen topraklar, onun vefatına kadar, elinde
kalan topraklardır. Ailesinin yiyeceklerini karşılamak üzere tahsis ettiği
topraklar da Hayber topraklarından hissesine düşüp te sağlığında ailesine
bağışladığı topraklardır. Yukarıda açıkladığımız sadaka topraklar ise Hz.
Peygamberin vefatından sonra beytü'l-mal'a tahsis olundu, idareleri için memur
(mütevelli) tayin edildi.[157]
2970... îbn
Şihab'dan elemiştir ki: Urve şu (bir önceki) hadisi Hz. Aişe'nin kendisine
haber verdiğini söylemiş. (Urve) bu rivayetinde (şöyle) demiştir: "Ebû
Bekir, Fatıma'nın bu teklifini kabul etmedi ve; "Ben Rasûlullah (s.a.)'ın
yapmış olduğu bir uygulamayı terkedecek değilim. Onu mutlaka yerine
getireceğim, onun bu (mevzuda) yapmış olduğu bir işi terk ettiğim takdirde
doğru yoldan sapacağımdan korkarım." dedi. (Hz. Peygamberin) Medine'deki
sadakasına gelince onu Hz. Ömer, Hz . Ali ile Abbâs'a verdi. Sonra Hz. Ali Onu
Abbas'ın elinden aldı. Hayber (toprakları) ile Fedek (arazisin)e gelince; Hz.
Ömer "Bunlar Rasûlullah (s.a.)'in karşılayacağı önemli ihtiyaçlarına
sarfe-dilecek sadaka(Iar)dır." diyerek onu elinde tuttu.
"Bunların İdaresi
(benim yerime geçip te) idareyi ele alacak kimseye aittir." dedi. Onlar
bugüne kadar bu şekilde (idare edilegeldi).[158]
2963 numaralı hadis-i
şerifin şerhinde açıkladığımız gibi Hz.Ömer, Hz. Peygamberin vefat ederken
arkada bıraktığı gayri menkul malların idaresini gelirlerini Hz. Peygamberin
sarf ettiği yerlere sarf etmeleri şartıyla Hz. Ali'yle Hz. Abbas'a vermişti.
Daha sonra mülkiyeti beytül-male verilen bu araziler mülkiyeti beytü'1-male
menfaati amme hizmetlerine, fakirlere sarf edilen bir vakıf haline geldi.
Böylece mülk arazi karakterinden çıkıp devlet arazisi (araziyi emiriyye)
haline geldi. Fedek arazisi mütevelliler tayini ile (amme lehine) idare
edilirken Hz. Muaviye halife olduğunda, Mervan b. Hakem'e ikta' etmiş, Mervân
da iki oğlu Abdülmelik ile Abdülaziz'e bağışlamıştır. Sonra Ömer b. Abdülaziz
(r.a) ile Abdülmelik b. Mervan'ın iki oğlu Velid ve Süleyman'ın olmuştur. Velid
halifeliğinde hissesini Ömer b. Abdilaziz'e, Süleyman da halifeliğinde
hissesini yine Ömer b. Abdilaziz'e bağışlamışlardır. Nihayet O da halife
olduğunda Fedek'i, Hz. Peygamber ve dört halifesi zamanındaki sitatüye irca
ettiğini halka duyurmuştur. Hz. Fatıma'nın evladını da mütevelli tayin
etmiştir. Sonra onların ellerinden alınmıştır. H. 210 yılında Halife me'mun o
yeri tekrar Fatıma evladının idaresine vermiştir.[159]
2971...
"Siz (onu elde etmek için) onun üzerine ne at ne de deve sürdünüz..."[160]
âyeti hakkında Zühri'nin (şöyle) dedi(ği rivayet olunmuştur.): "Peygamber
(s.a.) Fedek ve (bir takım) köylerin halkı ile barış yaptı. (Ma'mer der ki:
-şeyhim Zührî bu köylerin) isimlerini söyledi ama ben hatırımda tutamadım.- (o
sırada) Hz. Peygamber bir başka kavmi de kuşatmıştı.
(Muhasara altında olan
bu kavim) Hz. Peygamberce haber göndererek sulh teklifinde bulundular. (Çünkü
Cenab-ı Hak onların kalplerine korku düşürmüştü. Rasûl-ü Ekrem de onların bu
teklifini kabul etti. Bunun üzerine yüce Allah indirmiş olduğu bir âyet-i
kerimesinde şöyle) buyurdu: "Siz (onu elde etmek için) onun üzerine ne at
ne de deve sürdünüz"[161]
(Yüce Allah bu sözüyle bu malların) savaşsız olarak (elegeçtiğini) ifade
buyurmak istiyor. Zührî dedi ki: (Ele geçen) Nadiroğullarının (bu) mallan sırf
Peygamber (s.a)'e ait oldu. (Çünkü müslümanlar) onları zorla ele geçirmediler.
(Bilakis) onları barış yo-luyle, ele geçirdiler. Bu yüzden de Peygamber (s.a)
onları Muhacirler arasında bölüştürdü. Muhtaç durumda olan iki kişi hariç olmak
üzere onlardan Ensara hiç bir şey vermedi.[162]
Fedek: Şam'ın hicaz
bölgesinde ve Hayber tarafındadır. Medine’ye iki veya üç günlüktür.[163]
Vâdiyü'l-kura: Şam'la
Medine arasında uzun bir vadidir. Teymâ ile Hayber arasında kalan bu vadide
bir çok karye (köy)ler bulunduğu için buraya "vadil kura"
denilmiştir.[164]
Mevzumuzu teşkil eden
hadis-i şerifte, ravi Zührî'nin "şeyhim Zührî isimlerini söylemişti ama
hatırımda kalmadı.'* diyerek kendilerinden bahsettiği köyler bu vadi içerisinde
bulunan köylerdir.
Beni Nadir yahudileri,
Hendek savaşında görülen hıyanetleri üzerine cezalandırıldıkları zaman, Hayber
yahudileri Vadiyü*l-kura, Fedek ve Teyma yahudilerini yanlarına alarak
Medine'ye yürümeyi kararlaştırmışlardı. Bunu öğrenen Peygamber efendimiz
Hayber dönüşünde sırasıyla Fedek, Vadiyü'1-kura ve Teyma yahudileri üzerine
yürüdü. Yapılan anlaşma sonunda müslümanların eline pek çok ev eşyası, mal,
yiyecek ve giyecek geçti. Fedek halkı ile yapılan anlaşmaya göre, Fedek
arazisinin ve hurmalıklarının yarısı Peygamberimize ait oluyordu. Fedek barış
yoluyla Jethedildiği için, Hayber'de olduğu gibi müslümanlar arasında
bölüştürülmeyip Peygamberimize mahsus olmak üzere kaldı.[165]
Vadiyü'1-kura halkından elde edilen mallar ise, mevzumuzu teşkil eden hadiste
açıklandığı üzere haklarında Haşr süresinin altıncı âyeti nazil oldu, onlar da
fey kabul edilerek Hz. Peygambere verildi. Fakat bilindiği gibi, Hz. Peygamber
kendi özel mülkü sayılan bu feyleri hiç bir zaman kendi inhisarı altına almadı.
Bilakis onları müslümanların genel maslahatlarına harcadı. Hz. Muhammed
(s.a)'in özel mülkü olan bu mallar hakkında Kadı Iyaz'ın yapmış olduğu bir
açıklamayı da 2969 numaralı hadisin şerhinde açıklamıştık.[166]
2972...
Muğire'den demiştir ki: Ömer b. Abdülaziz, Halife seçildiği zaman, (Hz.
Peygamberin mülkü olan topraklar, ellerinde bulunan) Mervan oğullarını
toplayıp (şöyle) dedi: "Şüphe yok ki Fedek (arazisi) Rasûlullah
(s.a.)'ındı. Onun bir kısmını (kendi ailesine) in-fak ederdi. Bir kısmım da
Haşim oğullarının küçüklerine ihsan ederdi. Bir kısmıyla da bekarları
evlendirirdi. (Kızı) Fatıma ondan Fedek arazisinin kendisine verilmesini istedi
de (onun bu isteğini) kabul etmedi. (Fedek arazisinin) Rasûlullah (s.a.)'ın
sağlığındaki durumu bu idi. Nihayet vefat edip Hz. Ebû Bekir halife seçilince,
O'da -vefat edinceye kadar Fedek arazisinde Hz. Peygamberin yaptığı işlemi(n
aynısını) yaptı. Ömer halife seçilince O da hayatı boyunca Fedek arazisi hakkında
(Hz. Peygamber'le Hz. Ebû Bekir'in) yaptıkları işlemin aynısını yaptı. Sonra
(dedem) Mervjîn onu ikta (yoluyla kendi yakınlarına tahsis) etti. Nihayet
(Fedek arazisinin idaresi yahutta halifelik, ben) Ömer b. Abdülaziz'e geçti.
Yani Abdülaziz'in oğluna (geçti). Ben de (kendimi Peygamber (s.a.)'in Hz.
Fatıma'yı bile menettiği bir iş(in içinde gördüm. Benim buna asla hakkım
yoktur. Onu Rasûlullah (s.a.) zamanındaki haline döndürüyorum. Ve sizi (buna)
şahid tutuyorum. Ebû Dâvud der kî: -Ömer b Abdülaziz halife olduğu zaman geliri
kırk bin dinar idi. Vefat ettiği zaman ise dört yüz dinardı. (Halifelikte)
kalmış olsaydı (bu gelir) daha da azalırdı.[167]
Mukataa, "Özel
kesim eliyle işletilen ve karşılığında devlete bjf pay ödenen devlet
işletmelerini" ifade eder. Mukataa vermeye de ikta denir. Hz. Peygamberin
özel mülkü olan topraklarının vefatından sonra kimlerin eline ve ne suretle
geçmiş olduğunu 2970 numaralı hadîsin şerhinde açıklamıştık. Mevzumuzu teşkil
eden bu hadis-i şerifte ise bu toprakların Hz. Ömer b. Abdülazizin dedesi
Mervân tarafından yakınlarına ikta yoluyla dağıtıldığı ve nihayet Hz. Ömer b.
Abdülaziz devrine kadar böylece geldiği Hz. Ömer b. Abdülaziz'in de bu
tarlaların hukuki durumunu Hz. Peygamber zamanındaki haline çevirdiği ifade
edilmektedir. Bilindiği gibi, Mervanın Fedek arazisini bu şekilde yakınlarına
dağıtılması Hz. Osman devrinde olmuştur. İşte Hz. Osman'ın kendi devrinde sert
bir dille tenkid edilmesinde ve nihayet yıpratümasında ve şehid edilmesine
sebep olan isyan hareketlerinin başlatılmasında en çok istismar konusu olan
mesele bu meseledir. Halbuki Avnü'l-ma'bud yazarının açıkladığı gibi Hz.
Osman'ın bir numara sonra tercümesini sunacağımız "muhakkak ki Allah bir
Peygambere bir geçim kaynağı ihsan edecek olursa o kaynak daha sonra onun yerine
geçen kimselerin olur." mealindeki hadisi duymuş ve kendisi zengin
olduğundan kendi hakkı olan bu topraklan akrabasından Mervan eliyle yine kendi
yakınlarına belirli bir pay karşılığında dağıtmış olması mümkündür. Hasan-i
Basri ile Katâde (r.a) bu görüştedirler.
Fakat Hz. Ömer b.
Abdülaziz bu haktan yararlanmak istememiş, kendi içtihadıyla buna hakkı olmadığı
kanaatine varmış ve onu Hz. Peygamber devrindeki haline iade etmiştir.
Bilindiği gibi Hz. Peygamber bu topraklardan sadece ailesinin bir senelik
zaruri ihtiyaçlarım alır. Kalanını müslüman-ların genel hizmetlerine sarf
ederdi.[168]
2973... Ebû
Tufeyl'den demiştir ki:
Fatıma (r.a.) Ebû
Bekir (r.a)'a vararak Peygamber (s.a)'den (kendine düşecek) mirasını istedi.
Ebû Bekir (r.a) de (şöyle) cevap verdi:
Ben Rasûlullah
(s.a.)'i "Şüphesiz ki: Aziz ve Celi) olan Allah bir Peygambere herhangi
bir geçim kaynağı verdiği zaman o kaynak (Peygamberin vefatından) sonra yerine
geçen kimsenin olur." derken işittim.[169]
Metinde geçen
"tu'me" kelimesi sözlükte yiyecek anlamına gelirse de, burada Fey
gibi düşmandan ele geçen mal anlamında kullanılmıştır. "Peygamberin yerine
geçen" sözüyle de peygamberden sonra halife seçilen ve devlet başkanlığı
makamına getirilen kimse kas-dedilmektedir. Bu hadis-i şerifle, halife seçilen
bir kimsenin Hz. Peygamberin özel mülkü olan toprakları aynen Hz. Peygamberin
sağlığmdaki gibi idare etmesi, Hz. Peygamber bu toprakların gelirini nereye
sarf ediyor idiyse onun da aynı yerlere sarf etmesi gerektiği ve Hz.
Peygamberin bu topraklardan faydalandığı kadar onun da faydalanabileceği ifade
edilmektedir. Hafız Mün-zırî, bu hadisin senedinde bulunan el-Velid b. Cemil'in
tenkid edildiğini söylemiştir. Ayrıca bu hadis-i şerif, fey gelirlerinin beşte
dördünün Hz. Peygamberin vefatından sonra devlet başkanlarının hakkı olduğunu
söyleyenlerin delilini teşkil etmektedir. Biz fıkıh ulemasının fey hakkındaki
görüşlerini 2951-2953 numaralı hadislerin şerhlerinde açıkladığımızdan burada
tekrara lüzum görmüyoruz.[170]
2974... Ebû
Hureyre'den demiştir ki: Peygamber (s.a) (şöyle) buyurmuştur: "Benim
mirasçılarım (benim bırakacağım) bir dinarı bile bölüşemezler, hanımlarımın
nafakasından ve halifemin masrafından başka ne bırakmışsam sadakadır.
Ebû Dâvud dedi ki:
"mü'neti amili" (sözüyle) toprağı (mı) sürenler (in ücreti) denmek
istenmiştir.[171]
Ulema bu hadisteki
dinar kaydının başka mallara tenbih için getirildiğini söylemişlerdir. Bundan
murad miras istemeyi yasaklamak değildir. Zira yasak, vukuu mümkün olan şeylere
mahsustur. Peygamber (s.a)'e mirasçı olmak İse mümkün değildir. Şu halde
hadisten murad, ihbardır. Yani hiçbir şeyi taksim edemezler, çünkü buna
mirasçı olunmaz demektir .Cumhur ulemanın kavli budur.Basra âlimlerinden
bazılarının*'Peygamber (s.a)'e kimsenin mirasçı olmaması, Allah Teala onun
bütün malını sadaka yaptığı içindir." dedikleri rivayet olunursa da
doğrusu Cumhurun kavlidir. Rasûlullah (s.a.)'in kadınlarının nafakaları miras
değildir. Onlar, iddet bekleyen kadınlar hükmündedirler. Nafakaları bundan
dolayı verilmiştir. Hattâbî diyor ki: "İbn Uyeyne'den bana anlatıldığına
göre, şöyle dermiş: Rasûlullah (s.a.)'in zevceleri iddet bekleyen kadınlar
hükmündedir. Çünkü onlara evlenmek ebediyyen caiz değildir. Bu sebeple onlara
nafaka verilmiş, oturdukları evleri kendilerine terk edilmiştir.
Hadisteki amilden
murad bazılarına göre mütevellidir. Bir takımları, "Halife olsun, onun
memurları olsun, müslumanlar namına çalışan her vazifeli buna dahildir/'
demişlerdir.[172]
Metin sonuna ilave
ettiği kısımdan merhum musannif Ebû Davud'unda Amil kelimesinin burada Hz.
Peygamberin arazisinin idaresini üstlenen kimseler anlamında kullanıldığı
görüşünde olduğu anlaşılmaktadır.[173]
2975... Ebû
Buhterî'den demiştir ki:
Adamın birinden bir
hadis işitmiştim de çok hoşuma gitmişti. Bunun üzerine (ona) "Bu hadisi
bana bir yazıver" demiştim. O da bu hadisi (bana) açıkça yazılmış bir
halde getir (ip ver)di. (Hadis şöyleydi, bir gün) "Abbas'la Ali (r.a) Hz.
Ömer'in yanına girdiler. (Ömer'in yanında Talha ile Zübeyr, Abdurrahman ve
Sa'd vardı. Abbas ile Ali ise (biribirlerinden) davacı idiler. Derken Ömer
(r.a) Talha ile Zübeyr, Abdurrahman ve Sa'd'a: "Siz Rasûlullah (s.a.)'in
"Ailesinin yiyeceği ve içeceği dışında Peygamberin bütün malı sadakadır.
Bizim malımıza mirasçı olunamaz." dediğini biliyor musunuz? dedi. (Onlar
da): "Evet" (biliyoruz) dediler. (Sonra Hz. Ömer sözlerine devam ederek:
"Rasûlullah (s.a) malını ailesine harcardı. Kalanı da sadaka olarak
dağıtırdı. Sonra Rasûlullah (s.a) vefat etti. Bunun üzerine halifeliği iki sene
Ebû Bekir (r.a) yürüttü, Rasûlullah (s.a)'in yaptığını (aynen) o da
yapıyordu.." dedi. Sonra (Ebû Buhterî, 2963 numaralı) Malik b. Evs.
hadisinden bir kısmım daha zikretti.[174]
2963-2965 numaralı
hadis-i şeriflerde açıklandığı üzere, Hz.Peygamber, ailesinin bir senelik
İhtiyacını fey gelirlerinden ayırır,; bundan artanı da fakirlere tasadduk
ederdi. Bu durum, Rasûlullah (s.a)'ın vefat ettiği sırada borcuna karşılık
zırhının rehin olduğunu İfade eden Hz. Aişe hadisi[175]ne
aykırı değildir. Çünkü bir senelik ihtiyacını fey gelirlerinden almakla
beraber, sene içerisinde elinde bulunan mallan fakirlere dağıtırdı. Nihayet
elinde hiç para kalmayınca borçlamrdı. İşte zırhını da bu şekilde yaptığı
borçlanmasına karşılık rehin olarak vermişti.[176]
2976... Hz.
Aişe'den demiştir ki:
Rasûlullah (s.a) vefat
edince, hanımları Hz. Osman'ı Ebû Bekir Sıddık'e göndererek O'ndan, Peygamber
(s.a)'ın malının sekizde birini (kendilerine) isteyivermesini
kararlaştırmışlar. Bunun üzerine Hz. Aişe onlara Rasûlullah (s.a) "Bizim
malımıza varis olunmaz. Bizim bıraktığımız sadakadır-" buyurmadı mı?-
demiş.[177]
Burada "Hz.
Peygamberin hanımlarının, Hz. Ebû Bekir'den, Hz. Peygamberin malının sekizde
birini istemeye karar verdikleri" ifade edilirken, Müslimin Sahihinde,
"Hz. Ebû Bekir'den Hz. Peygamberin mirasım" istediklerinden
bahsedilmektedir. Bu iki rivayet arasında hiçbir fark yoktur. Çünkü Hz.
Peygamberin hanımlarının Hz. Ebû Bekir'den istedikleri, Hz. Peygamberin
malının sekizde birinden maksat, onun mirasıdır. Çünkü kadınların, kocalarının
mirasından kendilerine düşen pay, malın sekizde biridir. Eğer kocalarının
çocuğu yoksa o zaman bu pay dörtte birdir.'
Daha önce de
açıkladığımız gibi, Peygamberlerin mallarının mirasçılarına kalmayıp sadaka
olmasının hikmetini, ulema şöyle açıklamıştır: Eğer peygamberlerin malları
mirasçılara kalsaydı, bu mirasçılar arasında peygamberlerin bir an önce vefat
etmesini arzu edenler çıkabilirdi. Bu da onların helakine sebep olurdu. Ayrıca
Peygamberlerin mallarının miras yoluyla yakınlarına intikal ettiğini görenler,
peygamberlerin yakınlarını zengin etmek için çalıştıkları vehmine kapılarak
peygamberlerden ve onların getirdiği dinlerden nefret ederlerdi. Bu da yine
onların felaketine sebep olurdu. Her ne kadar Kur*ân-ı Kerîm'de "Süleyman
Davud'a mirasçı oldu."[178]
buyrulmuşsa da, Kur*ân-ı Kerîm'de bahsedilen mirasdan muradmal değil, Peygamberlik,
ilim ve hikmettir.[179]
2977... (İbn
Şihab'ın yine Urve kanalıyla Aişe'den rivayet ettiğine göre Hz. Aişe şöyle
demiştir.) Ben (Hz. Peygamberin malından miras isteyen hanımlarına): "Siz Aliah'dan
korkmaz mısınız? Siz Rasûlullah (s.a)'i "Bizim malımıza mirasçı olunmaz.
Bizim bıraktığımız sadakadır. Ancak şu mal Muhammed'in ailesinin ihtiyaçları
için ve misafirlerinin ağırlanması) içindir. Ben ölünce (ailemin ihtiyaçlarına
tahsis ettiklerimin dışında kalan) malım benden sonra halifeliği üstlenecek
olan kimseye aittir." derken işitmediniz mi dedim.[180]
Bu hadisle ilgili
açıklama 2969 ve 2973 numaralı hadis-i şeriflerin şerhinde bulunduğundan burada
tekrara lüzum görmedik.[181]
2978...
Cübeyr b. Mutim(in) haber verdi(ğine göre) kendisi, Osman b. Affan (r.a) ile
birlikte (Hz. Peygamberin) humustan (ayırdığı bir payı) Haşim oğullarıyla, Muttalib
oğullan arasında paylaştırdığını konuşarak Rasûlullah'ın huzuruna varmışlar.
(Cubeyr b. Mutim sözlerine şöyle devam etmiştir) "Ben: Ey Allah'ın Rasûlü
(sen humusun bir kısmını) kardeşlerimiz Muttalib oğullarına dağıttın da bize
(ondan) hiçbir şey vermedin. Oysa bizim sana olan yakınlığımızla onların yakınlığı
aynıdır" dedim. Peygamber (s.a) de: "Haşim oğullarıyla, Muttalib
oğullan aynı şey (gibi) dir" buyurdu. Cübeyr (rivayetine devamla şöyle)
dedi: (Hz. Peygamber) bu humustan Haşim oğullarıyla Muttalib oğullarına
verdiği gibi, Abdüşems ve Nevfel oğullarına vermedi. (Zührî) dedi ki: Ebû Bekir
humusu aynen Rasûlullah (s.a) gibi bölüştürürdü, fakat Rasûlullah (s.a)'in
(kendi) yakınlarına vermiş olduğu hisseyi, onlara vermezdi. Ömer b. el-Hattab, humustan
onlara hisse verirdi. Hz. Ömer'den sonra Osman da (onlara humustan pay
verirdi.)[182]
Bilindiği gibi Hz.
Osman, Abdüşems oğullarmdandır. Cübeyr b. Mutim ise Nevfel oğullarmdandır.
Abdüşems ile Nevfel, Haşim ve Muttalib de Peygamberimizin dördüncü dedesi Abdi
Menafin oğullarıdır. Peygamberimiz, Haşim'in torunlarındandır. Bu hadisin
ravisi Cübeyr b. Mutim ise, Nevfel'in torunlarındandır. Nitekim bu hadis-i
şerif bir başka yoldan da "Biz (Hz. Peygambere) -Ey Allah'ın Rasûlü senin
neslin olan Haşim oğullarının faziletini inkâr etmiyoruz. (Binaenaleyh humustan
onlara bir hisse vermenin hikmetini anlıyoruz). Ancak Muttalib oğullarına
humustan bir hisse veripte bize vermemenin sebebi nedir? -diye sorduk"
anlamına gelen lafızlarla rivayet olunmuştur. Öyle anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber
Enfâl sûresinin kırkbirinci âyetine uyarak Hayber ganimetlerinin beşte birinde
kendi yakınları olan Haşim oğullarıyla, Muttalib oğullarına hisse verdiği
halde onlar derecesinde yakınları olan Abdüşems oğullarıyla Nevfel oğullarına
vermeyince, Abdüşems oğullarından Hz. Osman (r.a) ile Nevfel oğullarından
Cübeyr b. Mutin bu durumu aralarında müzakere ederek Hz. Peygamberin huzuruna
varmışlar ve "Ey Allah'ın Rasûlü, bu ganimetlerden Enfâl sûresinin
kırkbirinci âyetine uyarak yakınların olan Muttalib oğullarıyla, Haşim
oğullarına bir pay verdiğini biliyoruz. Oysa bizim neslimiz olan Abdüşems
oğullan ile Nevfel oğulları da sana aynen Muttalib oğulları ile Haşim oğulları
kadar yakındır. Hal böyleyken bizim neslimize de bir pay vermeyişinin sebebi
nedir?" diye sormuşlar. Rasûl-ü Zişan Efendimiz de onlara kısaca
"Haşim oğullarıyla Muttalib oğulları aynı şey (gibi)dir" buyurmak
suretiyle, bu tutumunun hikmetini açıklamış oldu. Hz. Peygamber, bu kısa
açıklamasıyla, Muttalib oğullarıyla, Haşim oğullarının, gerek cahiliy-yet
devrinde ve gerekse İslamiyet devrinde biribirlerinden hiç ayrılmadıklarını ve
her zaman İslamiyetin hizmetinde bulunduklarını, Abdüşems oğullarıyla Nevfel
oğullarının Kureyş kafirlerinin Haşim oğullarına karşı kendileriyle hiçbir
alışveriş yapmamak üzere aldıkları boykot kararma katılarak kafirler, safında
yer aldıklarını çok veciz bir şekilde dile getirmiş ve Muttalib oğullarıyla
Haşim oğullarını Abdüşems oğullarıyla Nevfel oğullarına tercih etmesindeki
hikmeti çok güzel bir şekilde açıklamıştır.
İmam Şafiî ve İmam
Ahmed'e göre ganimetlerden ayrılan humusun beşte biri Hz. Peygamberin yakın
akrabalarından olan Haşim oğullarıyla Muttalib oğullarına verilir. Bu hususta
fakirle zengin eşittir. Sözü geçen hisse aralarında "mislü
hazz-ıl-ünseyeyni" esasına göre ikili bir taksim edilir. İmâm Mâlik'e
göre, bu taksim, devlet başkanının reyine kalmıştır. Dilerse Haşim oğullarıyla
Muttalip oğullarının tümü arasında bölüştürür, dilerse bazısına verir bazısına
vermez. Dilerse bu iki kabiliye vermez de başkalarına verir.
Hanefîlere göre, bu
hisse sadece Haşim oğullarıyla Muttalib oğullarına verilir. Ancak onların
fakirleri ile yetimleri, yolda kalmış olanları, fakir, yetim ve yolcu
olmayanlarına takdim edilir.[183]
Yani biz Hanefîlere göre, Haşim oğullarının zenginleri bu mallardan bir pay
alamazlar.[184] Bilindiği gibi Muttalip
oğullarının durumu da böyledir. Hz. Ebû Bekir'in kendi devrinde bu hisseyi
Haşim oğullarıyla Muttalip oğullarına vermeyip başkalarına vermesi, bu iki
kabilenin oldukça zengin durumda olup, başkalarının daha muhtaç
olmayışlarındandır.[185]
2979... Said
b. El-Müseyyeb'den demiştir ki: Cübeyr b. Mutim (şöyle) demiştir: Rasûlullah
(s.a) (ganimet mallarının) beşte bir(in)den Haşim oğullarıyla, Muttalib oğullarına
hisse ayırdığı gibi OAbdişems oğullarıyla Nevfel oğullarına ayırmadı. (Zührî)
dedi ki, Ebû Bekir (ganimet mallarından ayrılan) beşte bir hisseyi (hak
sahipleri arasında) aynen Rasûlullah (s.a)'ın taksimi gibi taksim ederdi. Fakat
(bu hisse'-den) Rasûlullah'ın verdiği gibi onun yakınlarına (bir pay) vermezdi.
Ömer de onlara (bir hisse) verirdi. Ondan sonra (halife) olan (Hz. Osman) da, O
humustan (onlara bir pay) verirdi.[186]
Enfâl sûresinin kırkbirinci
âyeti, ganimetten ayrılan mallanndan Hz.Peygamberin yakınlarının da hakkı
bulunduğuna açıkça delalet etmektedir. Ulemanın bu mevzudaki görüşlerini şu
şekilde özetlemek mümkündür.
1. İmâm
Şafiî'ye göre bu beşte bir hisseyi Hz. Peygamber, a- Yakınları, b- Öksüzler,
c- Yoksullar, d- Yolda kalmışlar arasında bölüştürürdü.Hz. Peygamberin
vefatından sonra da yine onun yakınlarına hisse verilir. Hz. Peygamberin
hissesi de onun yerine geçen halifeye verilir.
2. Malikiler
de bu görüştedirler.
3. Rey sahiplerine
göre, Hz. Peygamber vefatıyla bu mallardan hem kendi hissesi hem de
akrabalarının hissesi düşmüştür. Bu bakımdan humus yoksullarla, öksüzler ve
yolda kalmışlar arasında paylaştırılır. Hz. Peygamberin akrabasından olan
yoksullarla öksüzler ve yolda kalmış olanlar da aynen diğer yoksullar, öksüzler
ve yolda kalmışlar gibi bu haktan yararlanırlar.
Bu üç sınıftan yalnız
bir sınıfa vermek te caizdir.[187]
na hisse verdiği
halde, Nevfel oğullarıyla Abdüşems oğullarına vermemesinin sebebi, ulema
arasında farklı şekillerde açıklanmıştır. Şâfiîlerden bazılarına göre, Hz. Peygamberin
akrabalarına hisse verilmesinin sebebi ikidir. Birincisi, Hz. Peygambere
yakınlıkları, ikincisi de, Hz. Peygambere ve İslamiyete hizmetleridir.
İşte Haşim oğullarıyla
Muttalib oğullarında bu şartların ikisi de bulunduğu için, Hz. Peygamber onlara
hisse vermiştir. Nevfel oğullarıyla Abdüşems oğullarında, birinci şart varsa
da ikinci şart olmadığı için onlara hisse vermemiştir. Şevkâni'nin
açıklamasına göre, aslında akrabalık kelimesi geniş kapsamlı bir kelimedir. Hz.
Peygamberin sünneti onu tahsis etmiştir.
Bir önceki hadisin
şerhinde geçen açıklamalar da bu hadise açıklık getirdiğinden, bu hadisle
ilgili açıklamamızı burada kesiyoruz.[188]
2980... Said
b. el-Müseyyeb'den demiştir ki: Cübeyr b. Mutım O'na (şöyle) demiştir: Hayber
günü olunca Rasûlullah (s.a) (kendi) yakınlarının humustaki) hissesini Haşim
oğullarıyla Nevfel oğullarına verdi. (Hz. Cübeyr sözlerine devam ederek şöyle
dedi.) Ben de Osman b. Affan'la beraber yola koyuldum nihayet Peygamber (s.a)'e
vardık ve "Ey Allah'ın Rasûlü, bunlar Haşim oğullarıdır. Allah'ın seni onların
içerisine yerleştirmiş olması sebebiyle onların (bize nisbetle olan)
üstünlüklerini inkâr etmiyoruz, (fakat) kardeşlerimiz Muttalib oğullarının durumu
nedir de bizi bıraktığın halde onlara (hisse) verdin. Oysa (onlarla) bizim
(sana olan) yakınlığımız birdir?" dedik. Rasûlullah (s.a) de:
"Muttalib oğullarıyla biz cahiliyye (döneminde de) İslâmiyet döneminde de
(hiç) ayrılmadık. Biz ve onlar bir şey (gibiy)iz." buyurdu ve parmaklarını
biribirine geçirdi.[189]
2968 numaralı hadis-i
şerifin şerhinde açıkladığımız gibi Peygamber Efendimizin dördüncü dedesi
Abdümenaftır. Abdümenafın Haşim, Muttalib, Nevfel ve Abdüşems isminde dört oğlu
vardır.
Hz. Peygamber, Haşim
neslinden hadisin ravisi Cübeyr Nevfel'in Hz.Osman b. Affan ise Abdüşems'in
neslindendir. Bir başka ifade ile Hz. Osman ile Hz. Cübeyr Abdümenafta Muttalib
ve Haşim oğullarıyla btrleşmektedir-ler.'Bu sebeple de mensup oldukları Nevfel
oğullarıyla, Abdüşems oğullarına da humus hissesinden bir pay verilmesini
istemişlerdir. Fakat Rasûlü zişan Efendimiz, "Muttalib oğullarıyla biz
Haşim oğulları gerek cahiliyye ve gerekse İslamiyet döneminde birbirimizden
hiç ayrılmadık." buyurarak cahi-liyyet döneminde, Nevfel ve Abdüşems
oğullarının zaman zaman Kureyş ka-firleriyle birleşerek müslümanlara cephe
aldıklarını ve Haşim oğullarıyla Muttalib oğullarının İslamiyete hizmetlerinin
onlardan daha fazla olduğunu, bu yüzden de Haşim oğullarıyla, Abdülmuttalib
oğullarını, Nevfel ve Abdüşems oğullarına tercih ettiğini çok veciz şekilde
açıklamıştır.
Bu sözü söylerken
ellerini kenetleyip parmaklarını birbirine geçirmekle, yine Muttalib
oğullarıyla Haşim oğullarının birlik ve beraberlik içinde kenetlenmiş olduğuna
işaret etmek istemiştir.[190]
2981...
es-Süddi'den (Allah'ın Rasûlü ile) akrabalığı bulunan (lar) hakkında
"Onlar Abdülmuttalib oğullarıdır." dedi(ği rivayet olunmuştur.)[191]
"Bilin ki:
ganimet (olarak) ele geçirdiğiniz şeylerin beşte biri Allah'a, Rasûlü ne ve
(Allah'ın Rasûlü ile) akrabalığı bulunan(lar)a, yetimlere, yoksullara ve
yoku(lar)a aittir..."[192]
âyetinde geçen "...
Allah'ın Rasûlü ile
akrabalığı bulunanlar..." sözüyle kimlerin kasdedildiği ulema arasında
ihtilaflıdır.
Mevzumuzu teşkil eden
hadis-i şerifte Süddi'nin Allah'ın Rasûlü ile akrabalığı bulunanlar (in) Hz.
Peygamberin dedesi Abdülmuttalib'in oğullarından ibaret olduğu görüşünü
taşıdığı ifade edilmektedir.
Cumhur ulemaya göre,
Hz. Peygamberin akrabaları Haşim oğullarıyla Muttalib oğullarıdır.[193]
Bir görüşe göre yalnız
Haşim oğullarıdır. Başka bir görüşe göre de Hz. Peygambere akraba olan tüm
Kureyş kabilesidir.[194]
2982... Yezid
b. Hûrmûz (şöyle) demiştir: Necdet-ûl Harûrî İbn Zübeyr'in (Haccac-ı zalimle olan)
savaşı sırasında Hacca gitmişti de İbn Abbâs'a (birini) göndererek (Hz.
Peygamberin) yakınlann(ın) payını sordu ve (şimdi) bu payın kime ait olduğu
görü-, sinidesin? dedi.
İbn Abbas (r.a) da:
(Ben bu payın yine) Rasûlullah (s.a)'ın (sağlığında) bu hisseyi kendilerine
verdiği yakınlarına ait (olduğu inancındayım) Nitekim Hz. Ömer'de bu hisse'den
(Hz. Peygamberin yakını olarak) bize (bir pay) vermişti. (Fakat) biz (Hz.
Ömer'im verdiği) bu payı hakkımızdan az bulduğumuz için kendisine geri verdik
ve almaktan kaçındık.[195]
Abdullahb. Zübeyr b.
Avvam'ın-(622-692 - l-73H.)sahabı babası cennetle müjdelenenlerdenaır. Anası
Ebu Bekir in kızı Esma'dır. Medine'de muhacirlerden ilk doğan çocuktur. Hz.
Peygamber O'na Abdullah adını verdi. İyi yetişti. Ashâb içinde hadis ve
fıkıhta alim olanlardan biridir. Hz. Osman tarafından kurulan Kur'an istinsah
(yazıp çoğaltma) heyetinde bulundu. İlmi kudreti yanında son derece cesur bir
zattı....
Hz. Osman'ı müdafaa
edenlerdendi. Cemel vakasında babası Zübeyr'in yanındaydı. Hz. Muaviye'nin
oğlu Yezid, halife olunca Mekke'ye geçti. Hz. Hüseyin'in Kerbela faciasında
şehit edilmesinden sonra işe hız verdi. Ye-zid'in tayin ettiği adamları
hicazdan kovdu kendi namına hilafet ilan etti. Bu duruma kızan Yezid, üzerine Müslüm
b. Ukbe kumandasında büyük bir ordu gönderdi. Harra mevkiinde iki taraf
çatıştı. Medine Halkından ye As-habdan binlerce adam öldürüldü. Ordu Mekkeye
doğru yürüdü. Bu savaşlar sürüp gitti. 64 yılında Mekkede Abdullah muhasara
edildi. Bu sırada Yezid öldü. '64 gün süre muhasara esnasında Kabe harap olmuş
atılan taşlar bazı yerleri kırmıştı. Abdullah Kâbeyi tamir etti. Hicaz, Yemen,
Mısır, Irak, İran ve Horasan halkı Abdullah'a biat ederek onu halife tamdılar.
Dokuz yıl Mekke'de halifelik yaptı. Mısır'ın bir kısmıyla Suriye Emeviler'in
elinde kalmıştı Mervân b. Abdülmelik hilafet makamına geçince; önce Irak'a
asker göndererek orada İbn Zübeyr'in kardeşini ortadan kaldırdı. Sonra her tarafa
dehşet saçan Haccacı Mekke'ye gönderdi. Haccac hicretin yetmiş ikinci (72)
yılında Mekke'yi kuşattı. Mancınıkla şehri ve Ka'beyi taşa tuttu. Muhasara 6,5
ay sürdü. Abdullah'ın etrafındakiler dağılmaya başladılar. Fakat o devam
azmindeydi atılan bir taşla alnından yaralandı. Haccac'ın askerleri ..üzerine
atılıp kendisini şehit ettiler.[196]
Metinde geçen Hz.
İbn-Zübeyr olayından maksat hicretin yetmiş ikinci yılında şehit olmasıyla
neticelenen Haccac-ı zalimle yaptığı savaştır.
Hz. Abbas'ın
ganimetlerden ayrılan beşte bir hissesinin bir kısmının yine Hz. Peygamber
zamanında olduğu gibi Hz. Peygamberin yakınlarına verilmesi görüşünde olmasına
karşılık, Hz. Ömer'in halifeliği döneminde bu payı onlara vermemesinin sebebi,
Hz. Abbas'ın bu payın Hz. Peygamberin yakınlarının hakkı olduğuna inanırken,
Hz. Ömer'in bu payın onların değişmez hakkı olmadığı, fakat bu payın onlara da
verebileceği görüşünde olmasıdır.
Hz. Ömer, bu payın da
zekat gibi verilmesi caiz olan sınıflardan en fazla muhtaç durumunda olanına
verilebileceğine inandığı için, kendi .devrinde ondan Hz. Peygamberin
yakınlarına az bir hisse vermiş, kalanını da onlardan daha muhtaç durumda
olanlara vermiştir.
Hz. İbn Abbas' (r.a)
ise, ganimetlerden ayrılan beşte bir hissenin beşte birinin, mutlaka Hz.
Peygamberin yakınlarının hakkı olduğuna inandığı için Hz. Ömer'in bu paydan
gönderdiği bir miktar payı humusun beşte birinden eksik olduğu gerekçesiyle
kabul etmemiştir.
Görülüyor ki, bu iki
büyük sahabi arasındaki ihtilaf, sadece aralarındaki ictihâd farkından
doğmaktadır. Hanefi ulemasjnın bu mevzudaki görüşünü 2979 numaralı hadisin
şerhinde açıkladığımızdan burada tekrara lu-züm görmedik.[197]
2983... Abdurrahman
b. Ebî Leyla'dan demiştir ki: Ben Hz.
Ali (r.a)’i (şöyle)
derken işittim. "Rasûlullah (s.a) humusun beşte birini (hak sahiplerine
dağıtmak üzere) beni görevlendirmişti. Bende onu Rasûlullah (s.a)'le Hz. Ebû
Bekir ve Ömer devrinde (verilmesi gereken) yerlerine verdim. (Bir gün) bana
(Hz. Ömer tarafından) bir mal getirildi. (Hz. Ömer) beni çağırdı ve:
"Onu (Hz.
Peygamberin yakını olarak) Sen al" (Ve yine eskiden olduğu gibi
dağıtılması gereken, yerlere dağıt) dedi. (Bende):
"Ben (onun
idaresini üzerime almak) istemiyorum." dedim. O'da (onun idarisini)
"Sen al çünkü siz
(Peygamberin yakınları olarak) Gna daha çok müstehaksınız" dedi. Bende:
"Bizim ona
ihtiyacımız yoktur." dedim. Bunun üzerine (götürdü) onu hazineye koydu.[198]
Bu hadis-i şerif, bir
önceki hadis-i şerifin şerhinde açıkladığımız gibi Hz. Ali'nin de Hz. Ömer gibi
humus'un beşte birinin Hz. Peygamberin yakınlarının değişmeyen hakkı olmadığı,
ancak bu payın kendilerine verilmei caiz olan sınıflardan biri olmaları
itibariyle onlara da verilebileceği görüşünde olduğunu ifade etmektedir.
Bu mevzuda merhum
Muhammed Hamdı Efendi meşhur ve kıymetli tefsirinde şöyle diyor:
"...Binaenaleyh onun reyinden ayrılmadıklarını söyleyen ehl-i beytinin
dahi onun mekruh gördüğünü, mekruh görmeleri ve önceki görüşünden dönüşü kabul
etmeleri ve Hz. Ali'yi kendi vicdan ve itikadın-ca haklı bildiği hak
sahiplerini haklarından men edip bir korku ile takıyye perdesine bürünmüş bir
mukreh mevkiinde farzetmekten çekinmeleri iktiza eder."[199]
Ancak bu Hadis-i
şerifte Hz. Ebû Bekir devrinde de humusun beşte birinden Hz. Peygamberin
yakınlarına beşte bir hisse verildiği ifade edilmektedir. Oysa 2979 numaralı
hadis-i şerifte Hz. Ebû Bekir'in de bu hisseyi Hz. Peygamberin yakınlarına
vermediği ifade edilmektedir. Bu bakımdan mev-zumuzu teşkil eden bu hadis-i
şerif 2979 numaralı hadis-i şerife aykırıdır. Hanefi ulemasından İbn Humman'ın
da işaret ettiği gibi Hafız Münzirî 2979 numaralı hadisin sahih olduğunu
mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifinse sahih olmadığını söylemiş ve 2979
numaralı hadisi mevzumuzu teşkil eden hadise tercih etmiştir.
Bezlul-Mechûd
yazarının açıklamasına göre, Hz. Ömer Hz. Ali'ye "bunun idaresini al çünkü
siz (peygamberlerin yakını olarak) buna (başkalarından) daha
müstehaksınız" demekle aslında "muhtaç olduğunuz takdirde siz bunu
almaya diğer muhtaçlardan daha müstehaksınız." demek istemiştir. Eğer Hz.
Peygamberin yakınları hem zengin hallerinde hem de fakir hallerinde mutlak
surette onu almaya başkalarından daha.layık olsalardı. Hz. Ali, Hz. Ömer'in bu
malları almaları için yapmış olduğu teklifi hem kendi adına hem de kavmi adına
reddedemezdi.[200]
2984... Abdurrahman'dan
demiştir ki: Ali (r.a)'ı (şöyle) derken işittim.
“Ben, Abbas, Fatıma ve
Zeyd b. Hariseyle Hz. Peygamber (s.a.)'in yanında biraraya gelmiştik. (Hz.
Peygambere hitaben) "Ey Allah'ın Rasûlü, Aziz ve Celil olan Allah'ın
kitabında (ganimet mallarından ayrılıp dağıtılmasını emrettiği) humustan (bize
düşecek olan) hakkımızı (pay sahiplerine dağıtma görevini) bana versende
(ileride) senden sonra her hangi bir kimsenin bu mevzuda benimle anlaşmazlığa
düşmemesi için senin sağlığında bu geliri (hak sahiplerine) ben da-ğıtsam (çok
isabetli olur, uygun buluyorsan bunu) yap" dedim. (Ra-sülü Ekrem Efendimiz
de) bunu,yaptı. Ve (humus gelirlerindeki Hz. Peygamberin yakınlarına ait) bu
hakkı, Rasûlullah (s.a)'in sağlığında (hak sahiplerine) ben dağıttım. Sonra Hz.
Ebû Bekir de bu görevi bana verdi. Nihayet Hz. Ömer'in (halifelik) yıllarının
son yılına kadar (bu görevi yürüttüm fakat Hz. Ömer'in halifeliğinin son
yılında bu görevi bıraktım) Çünkü (o sene) O'na (ganimetlerden) bir çok mal
geldi. O'da bizim hakkımızı ayırdı. Sonra bana (bir haber) gönder(erek varıp
onu hak sahiplerine bölüştürmemi iste)di. Ben de "Bizim bu sene ona
ihtiyacımız yoktur, (fakat Hz. Peygamberin yakınları olan bizlerin dışındaki)
müslümanların ona ihtiyacı vardır. Sen bunu onlara ver!" cevabını verdim.
O da (bizim hissemize düşecek olan) bu malı fakir müslümanlara verdi. Hz.
Ömer'den sonra kimse bana bunu teklif etmedi. Hz. Ömer'in yanından çıktıktan
sonra Hz. Abbas'la karşı-laş(mış)tımda (Bana) "Ey Ali. Bu gün sen bizi
(büyük bir) gelirden mahrum ettin, bir daha bu mal ebediyyen bize verilmez.
" de(miş)di. (Gerçekten Abbas) çok zeki bir adamdı.[201]
Bu hadisle ilgili
açıklama bir önceki hadisin şerhinde geçmiştir.[202]
2985... Abdûlmuttalib
b. Rabia b. El-Haris b. Abdûlmuttalib(in) haber verdi(ğine göre), Rabia b.
El-Haris ile Abbas . Abdil Muttalib, Abdulmuttalib b. Rabia ile Fazl b. Abbas'a
-siz Rasûlullah (s.a)'e varınız ve kendisine "Ey Allah'ın Rasûlü gördüğün
gibi biz (evlenecek) bir yaşa geldik. Ve.evlenmek istiyoruz. Ey Allah'ın
Rasûlü, sen insanların Allah'a en bağlı olanı akrabalık haklarına en çok riayet
edenisin. Anne ve babalarımızda ise bizim için mehir olarak verebilecekleri
bir şey yoktur. Binaenaleyh bizi zekatları toplamak üzere memur tayin ette,
zekat memurlarının sana verdikleri gelirleri bizde verelim ve (buna karşılık)
sadakalar(ı toplamanın üçretin)den (ve sadakaların dışında elde edeceğimiz
hasılattan) biz de yararlanalım." demişler. (Abdulmuttalib b. Rabia,
sözlerine devam ederek) dedi ki: Biz (babalarınızla) bu şekilde (konuşur) iken
Ali b. Ebû Talib geliverdi. Bize - Hayır vallahi Rasûlullah (s.a) sizden hiç
bir kimse zçkat memuru olarak tayin edilemez" buyurmuştu - dedi. Bunun
üzerine (babam) Rabia Hz. Ali'ye
"Bu da senin
kıskançlığındandır. Sen Rasûlullah (s.a)'ın damatlığını elde ettin de biz bunu
senden kıskanmadık" (sen ise bize kıskançlık yapıyorsun) dedi. Ali
üzerine cübbesini alıp onun üzerine yattı ve:
"Ben Hasan'ın babasıyım (kavmi içerisinde) tecrübeli bir kimseyim" Allah'a yemin olsun ki,
çocuklarınız, kendilerini Peygamber (s.a)'e sormak üzere gördereceğiniz
meselenin cevabını getirmedikçe (burada yatmaya) devam edeceğim, dedi.
Abdulmuttalib (sözlerine devam ederek şöyle) dedi. "Bunun üzerine ben (bu
meseleyi Hz. Peygambere sormak üzere) FazPla beraber yola koyuldum. (Hz.
Peygambere tam) öğle namazında tesadüf ettik. Namaz başlamıştı. Namazı
cemaatla kıldık. Sonra FazPla beraber Peygamber (s.a)'ın odasının kapısına
koştum. Kendisi o gün Zeyneb bint Çahş'ın yanında (kalıyor) idi. Kapıda
beklemeye başladık. Nihayet Rasûlullah (s.a) geldi. Benim ve Fazl'ın
kulağından tuttu ve:
(ağzınızda)
"sakladığınızı çıkarın" (bakalım) dedi ve (içeri) girdi. Fazl'la
benim de içeri girmemize izin verdi. Bir süre(Fazl'la ben) sözü (almayı)
birbirimizden bekleştik. Sonra Hz. Peygamberle ben konuştum >ahutta Fazl
konuştu. (Ravi İbn Şihâb-Ez-Zühri dedi ki, bu hadisi bana nakleden) Abdullah
bunda tereddüt etti. -(yani söze hangisinin başladığını kesin olarak hatirlayamadı.
Abdulmuttalib sözlerine devam ederek şöyle) dedi. (Fazl) babalarımızın bize
(sormamızı) emrettikleri meseleyi Hz. Peygambere anlattı. Rasûlullah (s.a)'de
gözünü tavana dikerek bir süre sustu. (Bu sükût) bize öyle uzun geldi ki biz
hiç bir cevap vermeyecek zannettik. Nihayet bize perde arkasından eliyle
işaret eden Zeyneb (validemiz)i gördük. (Bu işaretiyle bize) acele etmeyiniz
(demek) istiyordu. Ve Rasûlullah (s.a)'m bizim işimizle meşgul olduğunu
(anlatmak) istiyordu. Sonra Rasûlullah (s.a) başını indirdi ve bize
"Bu zekât
insanların"(malının) kiridir. Muhammed'e ve onun ailesine zekat almak
helâl değildir. Bana Nevfel b. el-Haris'i çağırınız' dedi. Nevfel b. El-Haris
çağrıldı ve (O'na dönerek)
"Ey Nevfel
Abdulmuttalib'i (kızınla) evlendir" dedi. Bunun üzerine Nevfel beni
(kızıyla) evlendirdi, sonra Peygamber (s.a.):
"Bana Mahmıyye b.
Cûz'ü çağırın" dedi. Mahmıyye Zübeyd oğullarından bir adamdı. Ve
Rasûlullah (s.a) onu humusları toplamak üzere tahsildar tayin etmişti.
Rasûlullah (s.a) Mahmıyye'ye
"Fazl'ı (kızınla)
evlendir." buyurdu. Mahmıyye'de FazTı (kızıyla) evlendirdi. Sonra
Rasûlullah (s.a) (Mahmıyye'ye)
"Kalk humus
(gelirin)den şu iki gence şu kadar mehir (masrafı) ver" dedi. (Ravi İbn
Şihab) dedi ki, "Abdullah b. Haris bana mehrin mikdarım söylemedi.[203]
("Ührica mâ
tüsarrirani) cümlesi türkçemizdeki "sen şu dilinin altındaki baklayı çıkar
anlamında kullanılan, söz içinizde gizlediğinizi meydana çıkarın" manâsına
gelen bir tabirdir. Hz. Peygamber Efendimiz şu sözüyle "maksadınızı açıkça
söyleyiniz" demek istemiştir.
Karnı: Tecrübeli, gün
görmüş, ileri görüşlü kimse manâlarına gelir.
Havr: Cevab demektir.
Ebûl-Kasım
el-Taberani'ye göre, bu hadiste anlatılan olayı yaşayan Abdulmutfalib'in ismi
Abdulmuttalib değil Muttalibdir.
O'nun babası Rabia b.
el-Haris ise, Peygamber Efendimizin amcasının oğludur.
Nevfel b. Haris'de
yine Peygamber Efendimizin amcasının oğludur.
Bilindiği gibi Hz.
Nevfel, Bedir savaşında kâfirler safında bulunuyordu. Savaşın sonunda
müslümanlara esir düştü. Fakat amcası Hz. Abbas onu fidye vererek kurtardı.
Sonra Müslümanlığı kabul edip Mekke'nin fethinde, Humeyn'de ve Taif sefeFİnde
büyük kahramanlıklar göstererek Allah'ın dinine hizmet etti.
Hadis-i şerifte, Hz.
Peygamber'in evlenme çağına geldikleri halde fakirlikten evlenemedikleri için
kendisinden zekat memurluğu isteyen Hz. Fazl ile Hz. Muttalib'e
"Muhammed'e ve Muhammedin aile fertlerine zekat almak caiz değildir.
Çünkü zekat halkın mallarının kiridir." gerekçesiyle red cevabı verdiği
ifade edilmektedir.
Aslında Hz. Peygamber
onların bu isteklerini reddederken "onların mallarından bir miktar sadaka
al ki, onunla onları temizleyesin..."[204]
mealindeki âyet-i kerimeye dayanmıştır.
Görülüyor ki Peygamber
Efendimiz Hz. Muhammed'in ailesi diye vasıflandırdığı Haşim oğullan ile
Muttalib oğullarına zekat almayı yasakladığı gibi, onların ücret karşılığında
zekat memurluğu yapmalarını da yasaklamıştır.
Bu mevzû'da İmam
Nevevî şöyle diyor: "... ulemamızdan bazıları Haşim oğulları ile Muttalib
oğullarının zekat memurluğu yaparak ücret almalarının caiz olduğunu, çünkü
bunun icareden başka birşey olmadığını söyle-mişlerse de bu görüş, doğru
değildir, batıldır."
Hz. Peygamber
kendisine müracaat eden gençlere verilmek üzere, humus gelirlerinin bir
miktarının ayrılması için Hz. Mahmiyye'ye emir buyurması, ganimetlerin beşte
birinin bir kısmının Hz. Peygamberin yakınlarının hakkı olduğuna delalet
etmektedir. Çünkü bu gençler Hz. Peygamberin yakınlarından idiler.
Esasen bu hadisin bab
başlığıyla ilgisini sağlayan kısmı da burasıdır.[205]
1. Hz.Peygamberin
ve yakınları olan Haşim oğulla-rıyla Muttalib oğullarının zekat almaları ya da
ücret karşılığında zekât tahsildarlığı yapmaları haramdır.
2. Amca
kızıyla evlenmek caizdir.
3.
Evlenirken erkeğin kıza bir mikdar mehir vermesi meşru kılınmıştır.[206]
2986... Ali
b. EbîTalib (şöyle) demiştir: Benim Bedir günü alınan ganimetlerden payıma
düşen yaşlı bir devem vardı. O gün Rasû-lullah (s.a) ganimetin beşte birinden
yaşlı bir deve (daha) vermişti. Ben Rasûlullah (s.a)'in kızı Fatıma ile
evlenmek istediğim zaman Kaynu-ka oğullarından kuyumcu bir adamdan benimle
geleceğine dair söz almıştım. Boya otu getirecektik. Bu otu kuyumculara
satarak düğün ziyafetimde ondan yararlanmak istiyorum. Develerim için semer,
çuval ve iplerden oluşan eşyayı toplarken, develerim ensardan bir adamın evinin
yanına çökmüşlerdi. Ben toplayacağımı toplayınca (develerime doğru)
yönelmiştim. Bir de ne göreyim, onların hörgüçleri kesilmiş, böğürleri
delinmiş, ciğerlerinden bir kısmı alınmış. Bu manzarayı görünce gözyaşlarıma
sahip olamadım. Ve "Bunu kim yaptı" diye feryat ettim, (orada
bulunanlar) "Her halde bunu yapan Hamza b. Ab-dülmuttalib'dir. Kendisi
(şimdi) şu evde ensardan bazı içkiciler arasında bulunmaktadır. Ona ve
arkadaşlarına bir cariye şarkı söyledi şarkısında -Ey Hamza! semiz develere
dikkat- diye (başlayan bir şarkı okudu). Bunun üzerine Hamza hemen kılıca
sarıldı, develerin hörgüç-lerini kesti ve böğürlerini deldi, ciğerlerinin bir
kısmını aldı." dediler. (Hz. AH sözlerine devam ederek şöyle) dedi: Bunun
üzerine ben de yola koyuldum. Nihayet Rasûlullah (s.a)'ın yanına girdim.
Yanında Zeyd b. Harise vardı. Rasûlullah (s.a) benim başıma geleni hemen anladı
ve
"Sana ne
oldu?" dedi; Ben de:
"Ey Allah'ın
Rasûlü bugünkü gibisini hiç görmedim. Hamza benim iki deveme saldırarak
hörgüçlerini kesmiş ve böğürlerini delmiş. İşte kendisi içkicilerle beraber şu
evde bulunuyor." dedim.
Rasûlullah (s.a)
kaftanını isteyip onü örtündü. Sonra (yola çıkıp) yürümeye başladı. Ben de Zeyd
b. Harise ile birlikte kendisini takib ettim. Nihayet Hamza'nın bulunduğu eve
geldi. (Girmek için) izin istedi. Kendisine derhal izin verildi, (içeriye
girince) birde ne görelim, hem içkiciler (orada), Rasûlullah (s.a) yaptığı
işten dolayı Hamza'yı azarlamaya başladı. Hamza da sarhoştu. Gözleri
kızarmıştı. Hamza, Rasûlullah (s.a)e gözlerini.dikti sonra gözlerini kaldırdı
(Hz. Peygamberin) delerine dikti. Sonra (daha da kaldırarak) yüzüne baktı.
Sonra
"Siz benim
babamın kölelerinden başka birşey değilsiniz" dedi.
Rasûluüah (s.a) onun
sarhoş olduğunu (artık iyice) anlamıştı. Hemen gerisin geriye giderek dışap
çıktı. Onunla beraber büzde çıktık.[207]
ahkıama Hadisin
zahirine bakılırsa Hz. Ali'ye verilen yaşlı develer, Bedir'den ahnan
ganimetlerin beşte birindendir. Fakat
İbn Battal'm beyanına göre, siyer uleması Bedir Harbinde ganimetin beşte
birinin Peygamberimize tahsisi henüz meşru olmadığında ittifak etmişlerdir. Bu
takdirde Hz. Ali'nin sözü te'vile muhtaç olur. Ve: "Bana Rasulullah (s.a)
Abdullah b. Cahş'ın seriyyesinden bir yaşlı deve verdi" manâsına alınır.
Çünkü Abdullah b. Cahş seriyyesi Bedr'den önce hicretin ikinci senesinde Mekke
İle Taif arasındaki Nahye'ye gönderilmiş, orada bir Kureyş kervanı ile
harbedorek küffarı tepelemiş, kervanı ganimet olarak almışlardı. Hz. Abdullah
arkadaşlarına: "Aldığımız ganimetin beşte biri Resûlullah (s.a)in olacak”
demişti. Halbuki o zaman henüz ganimetlerin beşte biri meselesi hakkında âyet
inmemişti. Abdullah (r.a) ganimetin beşte birini Resûlullah (s.a.)'a ayırmış ,
geri kalanını arkadaşlarına taksim etmişti. Beşte biri meselesinin beni Kureyza
gazasında meşru olduğu söylenir. Daha sonra meşru olduğunu söyleyenler de
vardır.
Develerinin halini
görünce Hz^ Ali'nin ağlaması Nevevî'ye göre, Hz. Fa-tıma'ya karşı kusur edip
çehizini tamamlayamıyacâğından korktuğu içindir. Bizce develerin haline acıdığı
için ağlamış olması daha hakçadır.
Hz. Hamza iyice sarhoş
olmuş. Cariye oynatıyordu. Çünkü o zaman henüz içki ve şarkı gibi şeyler haram
edilmemişti. Müslümanlar içki içiyor, şarkı dinliyorlardı. îçki ancak Uhud
gazasında haram kılınmıştır. Hz. Ham-za'nın "Siz benim babamın
kölelerinden başka bir şey misiniz?" sözünün manâsı teşbihtir. Yani siz
benim babamın köleleri gibisiniz, demek* istemiştir. Maksadı da Peygamber (s.a)'ın
babası Abdullah ile Ali'nin babası Ebû Talib'dir. Bunlar Abdulmuttalib'e itaat
ve hürmet husufunda onun köleleriymiş gibi davranırmış. "Ben
Abdulmuttalib'e onlardan daha yakınım" demek istemiştir.
Hz. Hamza'nm
yaraladığı develerin kıymetini ödemesi icabeder' Bu bab-da bir rivayet yoksa da
Hz. Hamza'nm onları ödemiş olması yahut onun namına Peygamber (s.a)'in ödemiş
olması yahut Hz. Ali'nin bedel istemekten vazgeçmiş olması muhtemeldir.[208]
1.
Zifaf için davet vermek meşru’dur.
2. Amel ve
kazanç hususunda yahudıde faydalanmak caizdir.
3. Maişetini
kazanmak için ot ve odun gibi şeyleri toplayıp satmak caizdir. Bunda mürüvvete
dokunacak bir şey yoktur.
4.
Kuyumculara yakacak malzemesi satmak ve onlarla iş tutmak caizdir.[209] Bu
hadisin bab başlığı ile alakası "Hz. Peygamber o gün ganimetlerin beşte
birinden yaşlı bir deve vermişti." cümlesidir.[210]
2987...
Zübeyr b. Abdülmuttalib'in ümmü-1-Hakem-yahut ta Dubâa isimli kızların biri
(şöyle) demiştir: Rasûlullah (s.a) (bir savaşta) bir takım cariyeler elde
etmiştir. Ben, kız kardeşim ve Rasülullah (s.a)'ın kızı Fatıma ile birlikte,
Hz. Peygamberin huzuruna gittim. Kendisine içinde bulunduğumuz durumdan şikayet
ettik ve (işlerimizde bize yardımcı olması için) esir cariyelerden bize de vermesini
istedik. Rasülullah (s.a):
Bedir(savaşında
hayatlarını kaybeden şehitlerin)yetimleri sizin önünüze geçtiler. Fakat ben
size bundan daha hayırlısını göstereyim mi? Her namazın arkasında otuz üç defa
Allahu ekber otuz üç defa sübhanellah, otuz üç defa elhamdülillah ve(bir defa
da)Lâilâhe ülallâhu vahdehuLâ Şerike leh( = Allah'dan başka bir ilah daha
yoktur O'nun ortağı da yoktur. Mülk O'nundur. Hamd O'na mahsustur. O'nun
her-şeye gücü yeter.) dersiniz."buyurdu.
(Ravi-)Ayyâş (b. Ukbe)
dedi ki: "Bu iki kadın Peygamber (s.a)'in amcasının kızlarıdır.[211]
et-Takrib isimli
eserde açıklandığına göre, bu hadistn. ravisi olabileceği söylenen Ummü-1-Hakem
Hz. Peygamberin amcası Ebû Talib'in oğlu Hz. Zübeyr'in kızıdır. Kendisi
Ümmül-Hakem diye anılır. Asıl ismi ise Safiyye yahut ta Atiyye'dir. İsminin
Dubâa olduğunu söyleyenler de vardır. Hz. Peygamberi görmek ve onun sohbetinde
bulunmak şerefini kazanan kadınlardandır.
Bu hadisin ravi'si
olabileceği söylenen Dubâa bint Zübeyr de yine Peygamberimizin amcasının
kızıdır ve sahabi kadınlardandır. Ravi El-Fazl b. El-Hasen-Ed-Damri bu hadisi
kendisinden rivayet ettiği kadının kim olduğunu kesin olarak
hatırlayamamıştır. Ancak bu kadın ya Ümmül-Hakem yahut ta Dubâa olabileceğini
hatırlayabilmektedir. Bazılarına göre bu ravinin tereddüdü hadisi bu iki
kadının hangisinden aldığında değildir. Yani hadisi aldığı kadım bilmektedir.
Fakat isminin Ümmül-Hakem mi yoksa Dubâa mı olduğunu iyi hatırlıyamamaktadır.
Avnu-I-Ma'bud yazarı,
hadisin senedinde geçen "An ihdahuma"keli-mesine "Bu iki
kadından biri diğerinden rivayet etmiştir." şeklinde bir manâ vermişse de
Bezi yazan: "Bu iki sahabiyenin birinin diğerinden hadis rivayet ettiği
görülmemiştir." diyerek bu manâyı reddedmiştir. Doğrusu da Bezlyazannın
sözüdür. Rasûl Zişan Efendimiz "Bedir yetimleri sizin önünüze
geçtiler"sözüyle "Onların bu hususta öncelik hakkı vardır. Binaenaleyh,
onlar varken size bu cariyeleri veremem." demek istemiş olabileceği gibi
"Onlar sizden önce davrandılar. Sizden önce geldiler. Bu cariyeleri onlara
verdiğim için size verecek bir cariye kalmadı." demek istemiş olması
ihtimali de vardır.
Görüldüğü gibi, Hz.
Fatıma ve yanında bulunan iki hanım Hz. Peygamberden kendilerine ev işlerinde
yardım edecek bir cariye istediği halde Hz. Peygamber onlara her namazın
sonunda otuz üçer defa teşbih, tahmid ve tekbirde bulunmalarını ve bir defada
kelime-i tevhid okumalarım tavsiye edip bunun cariye almaktan daha hayırlı
olduğunu söylemiştir.
1504 numaralı hadisin
şerhinde de açıkladığımız gibi bu zikirlerin sevabı-, nın büyüklüğünde şüphe
yoksa da hizmetçi kullanmak gibi dünyalık bir işin sevabı âhirette alınacak
bir zikirle mukayese edilip, zikrin hizmetçiye sahip olmaktan daha hayırlı
olması meselesi oldukça kapalı ve izaha muhtaç bir meseledir.
Buhârî sarihlerinden
Kirmanı, bu meseleyi şöyle açıklıyor: "Belki de Allan namazların
arkasında bu zikri yapan kimselere bir hizmetçinin yapacağı işlerden daha
fazlasını yapacak bir kuvvet verir. Yahut ta işlerini o kadar kolaylaştırır ki
yapacağı işler hizmetçinin yardımıyle yapılan işlerden,daha kolay bir şekilde
yapılmış olur. Bu meseleyi teşbihin faydası ahirettedir. Hizmetçinin faydası
ise dünyadadır. Ahiretteki fayda ise dünyadaki faydaya nisbetle daha hayırlı ve
daha kalıcıdır." şeklinde açıklamak ta mümkündür.[212]
1. Namazın
arkasında çekilen tesbihatın sevabı çok büyüktür.
2. Hz.
Peygamberin yakınları ganimetlerin humsundan hisse alabilirler. Fakat devlet
reisi lüzum görürse, bu hisseyi diğer hak sahiplerinden en fazla muhtaç
olanlara aktarabilir.
3. Koca,
karısına hizmetçi tutmak zorunda değildir,
4. Hz.
Peygamberin yakınlarının humustaki hisseleri muayyen olmadığı gibi, bu
hissenin .mutlaka onlara verilmesi de gerekmez. Devlet reisi lüzum gördüğü
takdirde bu hisseyi humusta hissesi olan öksüzler, fakirler ve yolda kalmış
yolcular'dan birine aktarabilir. Hanefi ulemasından Tahavi ile İmam Taberi'nin
görüşü de budur.[213]
2988... İbn
A'büd'den demiştir ki: Ali (r.a.) bana: "Sana kendimden ve Rasûlullah
(s.a)'in ailesi içerisinde kendine sevgili olan kızı Fatıma'dan bahsedeyim
mi?" dedi. Ben
" Evet"
(bahset) dedim. (Bunun üzerine bana şunları) söyledi.: "Gerçekten Fatıma
(elleriyle) değirmen çekerdi. Öyle ki (değirmen) el(ler)inde iz bırakmıştı. Su
tulumuyla su taşırdı (tulum da) göğsünde iz yapmıştı, (süpürge ile) ev
süpürrrtekten üstübaşı tozlanmıştı. (birgün) Peygamber (s.a.)'e hizmetçiler
gelmişti. (Ben de Fatıma'ya) "Babana gitsen de ondan (işlerinde kullanmak
üzere) hizmetçi (bir köle) istesen!" dedim. Bunun üzerine Hz. Peygamberin
huzuruna çıktı. Fakat onun yanında konuşmakta olan bir takım kimselerin
bulunduğunu görüp geri döndü. Ertesi gün Hz. Peygamber O'nun yanına geldi ve:
"İhtiyacın neydi?" dedi (Fatıma) sükut etti. Bunun üzerine (Ben söz
alıp)
"Ey Allah'ın
Rasûlü (Bunu) sana ben anlatacağım" dedim (ve şunları söyledim. Fatıma
elleriyle) su çeke çeke ellerinde izler meydana getirdi. Su taşıya taşıya
bağrında izler bıraktı. Sana hizmetçi (kolejler gelince ben kendisine sana
varıp (senden) kendisini içinde bulunduğu sıkıntıdan kurtaracak bir hizmetçi
istemesini emretmiştim" dedim. Hz. Peygamber de:
Ey Fatıma Allah'dan
kork, Rabbının emrini yerine getir, efendinin hizmetini gör. Yatağına yatınca
otuz üç defa sübhanallah, otuz üç defa elhamdülillah, otuz dört defa da Allahü
ekber de. Hepsi yüz eder. Bu senin için hizmetçiden daha hayırlıdır."
buyurdu. (Fatıma da):
"Ben Allah'dan
da, Rasûlünden de razıyım" dedi.[214]
Bir önceki hadis-i
şerifin şerhinde de açıkladığımız gibi İmam Taberi ile Hanefî ulemasından Ebû
Ca'fer el-Tahavi'ye göre, bu hadis: Hz. Peygamberin yakınlarının humus
gelirlerindeki hisselerinin muayyen olmadığına ve devlet reisinin bu hisseyi
lüzum gördüğü takdirde onlardan daha muhtaç olan hak sahiplerine aktarabileceğine
delalet etmektedir.
Hafız İbn Hacer ise:
2983-2984 numaraları hadis-i şerifleri delil getirerek humusun beşte birinin
kesinlikle Hz. Peygamberin yakınlarının hakkı olduğundan burada anlatılan Hz.
Peygamberin Hz. Fatıma'ya vermediği kölenin humus gelirlerinden olmayıp ancak
fey gelirlerinden olabileceği, çünkü humus gelirlerinden olması halinde mutlak
vermesi gerektiği ihtimali üzerinde dururken ayrca bu hadisenin humus
gelirleriyle ilgili, hükmü belirleyen Enfâl sûresinin kırkbirinci âyeti inmezden
önce vukubulmuş olması ihtimali üzerinde de durmaktadır. Ancak bu ikinci
ihtimal çok uzak bir ihtimaldir. Çünkü sözü geçen âyet te Bedir savaşında
nazil olmuştur.
Hz. Peygamber, bu
köleyi Hz. Fatıma'ya onun humus gelirlerindeki payının bir köle değerinde
olmadığından dolayı vermemiş olması kuvvetli bir ihtimaldir.[215]
2989... (Bir
önceki hadis-i şerifte anlatılan) hadise Ali b. Hüseyin'den de (rivayet
olunmuştur. Ali b. Hüseyin bu rivayetinde) şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a)
"Hz. Fatıma'ya hizmetçi vermedi"[216]
Bu hadisle ilgili
açıklama bir önceki hadisin şerhinde geçtiğinden burada tekrara lüzum görmedik.[217]
2990...
Müccâa (b. Nirare el-Hanefî el-Yemamî)den (rivayet olunduğuna göre) kendisi
(birgün) peygamber (s.a)'e varıp, Zühl oğullarından (olan) Sedüs oğullarının
öldürdüğü kardeşinin diyetini istemiş, Peygamber (s.a) de:
"Eğer ben
müşrik(ler) için diyet öder olsaydım kardeşin için de öderdim. Fakat ben sana
kardeşin için başka bir şey vereceğim" demiş ve (o anda müslümanların
kendileriyle çarpışmakta olduğu) Zühl oğullarının müşriklerinden (ele geçen
mevcut ganimetlerden) ayrılacak olan ilk humus (beşte bir pay)dan yüz deve
verilmesi için eline bir mektup vermiş ve (henüz ele geçmiş olan mevcut
ganimetlerden bu develerin bir kısmını almış(sada ganimetler yeterli olmadığı
için develerin hepsini alamamış bir süre sonra da) Zühl oğulları müslüman
olmuş. (Artık müslümanlar onların mallarına dokunmamışlar) Daha sonra (Müccâa,
kalan) bu develeri Ebû Bekir'den istemiş ve kendisine Peygamber (s.a)'in
mektubunu vermişti. Hz. Ebû Bekir de ona dört bin (sa') buğday, dörtbin (sa')
arpa, dörtbin (sa') hurma (olmak üzere) Yemame zekatlarından onikibin sa',
(tahıl) verdi. Peygamber (s.a)'in Muccâa'ye (verdiği) mektubunda (şu sözler)
vardı. "Rahman ve Rahım olan Allah'ın adıyla (başlıyorum) Bu mektub
Peygamber Muhammed (s.a) tarafından (yazılıp) Sülma oğullarından Müccâa b.
Mirare'ye (verilmiştir.) Ben, ona, Zühl oğullarının müşriklerinden ayrılacak
humusdan yüz deveyi kardeşinin (diyeti) yerine verdim."[218]
Aslında Hz.Muccâa, Hz.
Peygambere kardeşinin diyetini istemeye vardığı günlerde müslüman idi. Durum
böyle olunca, Hz. Peygamberin ona kafir olan kardeşinin diyetini vermek mecburiyetinde
olmadığı için diyet veremeyeceğini bildirmekle beraber diyet yerine yüz deve
vermesi onun gönlünü kazanmak için değil de reisi bulunduğu kavmin kalplerini
İslâm'a ısındırmak için olsa gerektir.
Herhalde Hz.
Peygamberin ona verdiği onikibin sa' tahıl kalan develerin değeridir.
Bilindiği gibi bir sa', seri dirheme göre 2,917 kgr.Örfi dirheme göre ise 3.333
kgr.dır.
Hadisteki Hz.
Peygamberin humus gelirlerinin bir kısmını, kâfirlerin kalplerini İslâm'a
ısındırmak için sarfetmiş olmasıyla ilgili kısım, bu hadisin bab başlığıyla
ilgisini teşkil eden kısmıdır.[219]
2991... Amir
eş-Şa'bi'den demiştir ki: Peygamber (s.a)'in (ganimetlerde) sayfiyye denilen
bir hakkı vardı. (Bu hakka dayanarak) isterse bir köleyi, isterse bir cariyeyi
ya da bir atı (seçerek alabilirdi) bunu (ganimetlerden) humus (ayrılmaz)dan
önce seçip alırdı.[220]
Safiyye: Hz.
Peygamberin ganimet malları dağıtılmadan önce, onlardan bir câriye, bir köle
veya bir kılıcı seçerek alma hakkı vardı ki, seçerek aldığı bu mâllara
"Safiyy" ismi verilirdi.
Bu hak, sadece
Peygamber Efendimize mahsus olduğu için vefatıyla düşmüştür. Kimseye intikal
etmemiştir.[221]
tbn Rüşd şöyle diyor:
"Kimisi safîyy isminde bir alacağı daha vardı. Peygamber (s.a.y)
Efendimiz ganimet daha taksim edilmemişken ortadan kendine bir at, bir câriye
veya köle gibi bir şeyi seçerdi ve anamız Safiye 'nin bu safiye 'den olduğu
rivayet olunmaktadır”[222]
demiştir. Ulema, bunun Peygamber (s.a) Efendimize mahsus bir hüküm olup ondan
sonra bu yetkinin kimseye verilmediği hususunda müttefiktirler. Yalnız Ebû
Sevr: "Safı de Peygamber (s.a) Efendimizin sehmi (payı) hükmündedir"
demiştir.[223]
Hatırlanacağı üzere
"Safiyy" mevzuu bu bölümün ondokuzuncu babında da geçmişti. Ancak
"Safiyy" kelimesiyle at ya da deve koşturmadan kâfirlerden ele
geçirilen ve zahmetsiz ele geçtiği için Hz. Peygamberin hakkı alan
"Fey" dediğimiz ganimet çeşidi kasdedilmiştir. Buradaki
"Safiyy" kelimesi ise, gerçek manâsında kullanılmış ve onunla
ganimet mallarından humus ayrılmadan önce Hz. Peygamberin onlardan seçerek
alabileceği bir kılıç, bir köle, câriye veya bir at kasdedilmiştir.
Bu mallar, sadece Hz.
Peygambere ait olduğu ve Hz. Peygamberin seçerek aldığı mallar olduğu için
"Safiyy" ismini almıştır. Bu hadis m ur seldir. Çünkü Şa'bî
Peygamberimizden hadis dinlememiştir.[224]
2992... İbn
Avn' dedi ki: Ben Muhammed (b. Şîrîn)'e Peygamber (s.a)'in (ganimetlerdeki)
hissesi ile "Safiyy" (denilen hissesin)i sordum da bana, "Eğer
savaşta bulunmamışsa bile kendisine (harbe giren) müslümanlarla beraber bir
hisse verilirdi, bir de herşeyden önce humustan (seçerek alabileceği) bir adet
(köle -ya da câriye- ile at ve kılıç) verilirdi," cevabını verdi.[225]
Hz. Peygamberin
"Safiyy" adıyla^ kendisine seçip alabileceği bir kılıçla bir köle ve
bir atı ganimetler dağıtılmadan önce ve ganimetlerin tümü içerisinden seçip
alabileceğini ifade eden bir önceki hadisle, Safiyy denilen bu malları
ganimetlerden ayrılan humusun içerisinden seçip alabileceğini ifade eden bu
hadis arasında zahiren bir çelişki görünüyorsa da, bu hadiste geçen
"herşeyden önce humustan bir adet (at, köle ve kılıç) verilirdi."
sözünü Hz. Peygamber'in bu hakkı hiçbir taksim yapılmadan ve humus da henüz
ganimetlerden ayrılmadan önce ganimetlerin tümünden verilirdi" şeklinde
anlamak da mümkündür. O zaman bu iki hadis arasında bir çelişki kalmaz. Çünkü
bu takdirde Hz. Peygamber safiyy hakkını ganimetlerin tümünden ve dolayısıyle
humustan seçmiş olur.
Hanefi ulemasından
Şems-üI-Eimme Serahsi'nin Siyeri Kebir'in de de açıkladığı gibi Hz. Peygamberin
behemmehal ganimetlerde üç hakkı yardı:
1. Safiyy
hakkı
2. Humustan
beşte bir pay
3. Diğer
müslümanlarla beraber aldığı pay Hafız MünzirTnin açıklamasına göre, bu hadis
mürseldir. Çünkü İbn Şîrîn (r.a) Hz. Peygamber'den hadis işitmemiştir.[226]
2993...
Katâde'den demiştir ki:
Rasûlullah (s.a)'in
savaşa katıldığı zaman, (ganimet mallarının tümü içerisinde onlardan)
dilediğini seçip alabileceği özel bir payı vardı. İşte Safiyye (denilen pay) bu
pay idi. (Fakat) Eğer savaşa bizzat katılmazsa, kendisine (sadece müslüman bir
fert olarak ganimetlerdeki) payı verilirdi. (Fakat özel hakkı olan safiyy payı)
seçilip te kendisine verilmezdi.[227]
Bezlü'l-Mechûd
yazarının da açıkladığı gibi, metinde geçen; "Hz. Peygamberin savaşa
katıldığı ^aman ganimetler içerisinde Safiyy denilen özel bir payı vardı"
anlamındaki cümle "Hz. Peygamberin harbe iştirak etmemesi halinde bu
hakkı düşerdi." manâsında kullanılmış değildir. Aslında harbe katılsın
veya katılmasın Hz. Peygamberin her ganimette Safiyy hakkı vardı. Ancak Hz.
Peygamber, mücahidlere izin verdiği için Hz. Peygamberin katılmadığı
savaşlarda kazandıkları ganimetleri onlar Medine'ye gelmeden önce bölüşürlerdi.
Hz. Peygamber orada bulunmadığı için O'nun bu payını da paylaşırlardı.
Hz. Peygamber, kendi
payını onların Medine'ye kadar taşıyıp yorulmalarını istemediğinden hakkını
onlara bağışlamıştı. Sadece zaruri ihtiyacı olan ganimet hakkını alırdı.
Hadis-i şerifte
anlatılmak istenen budur.
Hafız Münzirî'nin
açıklamasına göre, bu hadis-i şerif mürseldir. Çünkü Katâde (r.a) Hz.
Peygamber'den hadis işitmemiştir.[228]
2994... Aişe
(r.a) dan demiştir ki:
Hz. Safiyye, (Hz.
Peygamberin payına) Safiyy (denen özel hisseden (düşmüş) idi.[229]
2995... Enes
b. Malik'den demiştir ki:
Hayber'e vardık.
(Çetin bir savaştan sonra) Yüce Allah (bize) (Kâ-mas isimli) kaleyi (de)
Fethetmeyi nasib edince, Huyeyy'in kızı Sa-fiyye'nin güzelliği Hz.Peygambere
haber verildi. Kocası (savaş esnasında) öldürülmüşte (kendisi de daha yeni)
gelin (olmuş) idi.
Rasûlullah (s.a.s) onu
kendine seçti. (Medine'ye dönüşümüzde Hz. Peygamber yola) onunla çıktı. Ve
Süddessahbâ denilen yere vardığında Safiyye hayızdan kurtuldu. Hz. Peygamber
de onunla zifafa girdi.[230]
2996... Enes
b. Malik'ten elemiştir ki: Safiyye (ganimetlerin taksimi neticesinde) Dihye
El-Kelbiyye (r.a)'ın (cariyesi) olmuştu. Sonra Rasûlullah (s.a)ın (cariyesi)
oldu.[231]
2997...
Enes'den demiştir ki:
Dıhye'nin payına
(hayber ganimetlerinden) güzel bir câriye düşmüştü de Rasûlullah (s.a) onu
(Dıhye'den) yedi baş (esir) karşılığında geri aldı. Sonra onu süslemesi ve
(zifafa) hazırlaması için Ümmü Süleym'e verdi.
(Râvi) Hammad dedi ki
(öyle) zannediyorum ki (bu hadisi bana rivayet eden Sabit şöyle) dedi "ve
evinde istibra yapması için (onu Ümmü Süleym'e verdi işte bu câriye) Safiyye
bint-i Huyeyy(dir)[232]
2998 ... Hz.
Enes'den demiştir ki:
Hayber'de esirler
toplanınca Hz. Dıhye gelip "Ey Allah'ın Rasû-lü! Bana esirlerden bir
câriye ver" dedi (Hz. Peygamber de):
"Git (esirler
arasından kendine) bir câriye al" buyurdu. Bunun üzerine (Hz. Dıhye
esirler arasından kendisine) Hz. Safiyye Tîinti Hu-yeyy'i (seçip) aldı. Derken
bir adam Peygamber (s.a)e gelip
"Ey Allah'ın
peygamberi sen Küreyza ve Nadır'ın ulusu olan (bu câriyey)i Dıhye'ye mi
verdin" dedi: (Râvi) Ya'kub (b. İbrahim sözü geçen adamın).
"Ey Allah'ın
Rasûlü! Kureyza ve Nadir (oğullarının ulusu olan) Safiyye binti H-uyeyy'i
Dıhye'ye mi verdin?'7 (dediğini) rivayet etti. (Hadisin bundan sonraki
kısmında, onu Musannif Ebû Davud'a nakleden Davud b. Muazla Ya'kub b. ibrahim
rivayetlerinde) birlenerek şöyle de)diler. (Bu adam sözlerine devam ederek Hz.
Peygambere) "O ancak sana yaraşır" (dedi. Hz. Peygamber de):
"Onu çağırın
(bana) cariyeyi getirsin" buyurdu. (Hz. Peygamber Safiyye'yi görünce Hz.
Dıhye'ye:
“Sen esirlerden
(kendine) başka bir câriye al" dedi ve safiyye'yi hürriyetine kavuşturup
onunla evlendi.[233]
2999...
Yezid b. Abdullah (şöyle) dedi: Biz (Basra'daki) Mirbed (mahallesin)de idik.
Elinde bir deri parçası bulunan saçı başı dağınık bir adam geldi. (Kendisine)
"Sen çöl halkından birine benziyorsun. Elindeki bu deri parçasını bize
ver" dedik. O da O'nu bize verdi, onu okuduk. Bir de ne görelim o deri
parçasına "Allah'ın Rasûlü Muham-med (s.a.s)den Züheyr b. Ukayş
oğullarına, eğer siz Allah'dan başka bir ilah olmadığına ve Muhammed'in
Allah'ın elçisi olduğuna şahitlik eder, namazı kılar, zekatı verir humusu da
ganimetlerden (ayırıp hak sahiplerine) verir ve Peygamber (s.a)in (bir müslüman
olarak ganimetlerde bulunan) payı ile (bir peygamber olarak yine ganimetlerde
bulunan) safiyy (hissesin)i (kendisine) öderseniz, siz kesinlikle Allah'ın ve
Rasûlünün emanıyla emniyettesiniz." (sözleri) yazılıydı.
"Bu mektubu sana
kim yazdı?" dedik " Rasûlullah Sallallahü Aleyhi ve Sellem"
(yazdı). Cevabını verdi.[234]
Bilindiği gibi,
Peygamberimiz, ganimetler bölüştürülmeden önce ya bir köle ya bir câriye ya da
bir atı ganimetler arasından seçerek alır ve seçerek almış olduğu bu malada seçilmiş
anlamına gelen Safiyy ismi verilirdi. Hz. Peygamber, Safiyye validemizi bu
şekilde Hayber ganimetleri arasından seçerek almıştı. Hz. Safîye'nin asıl ismi
Zeyneb'di Peygamberimiz O'nu Hayber ganimeti bölüşülmeden önce safiyy olarak
seçip aldığı için Safiyye ismini aldı.[235]
Hz. Safiyye
Peygamberimizin Hayber'e gelişinden birkaç gün önce, Ki-nane b. Ebûlhukayk ile
nikahlanarak develer boğazlanıp Yahudilere ziyafetler çekilmiş ve Sülalim
kalesine gelin götürülmüştü.
Hz. Safiyye; Kinane b.
Rebi' b. Ebi'l-hukayk'la zifafa girdiği gece düşünde bir ayın, Medine
tarafından gelip kucağına düştüğünü görmüş, bunu anlatınca kinane öfkelenmiş ve
"sen, ancak, Hicaz hükümdarı Muhammed'e varmak istiyorsan!" diyerek
yüzüme bir tokat vurup yüzünü gövertmiş mo-rartmıştı.
Peygamberimizin yanına
getirildiği zaman, Hz. Safiyye'nin yüzünde o tokadın izi duruyordu.
Peygamberimiz:
"Nedir
bu"diye sorunca, Hz. Safiyye hâdiseyi anlattı.[236]
Hz. Peygamber de O'na
"Eğer sen
müslümanlığı, Allah'ı ve Allah'ın Rasûlünü tercih edersen ben de seni kendime
alakoyacak zevce edineceğim.
Eğer yahudiliği tercih
edecek olursan, seni azad ederim. Sen de gider, kavmine kavuşursun"
buyurdu.
Hz. Safiyye böyle azad
edilip peygamber zevcesi olarak kalmak veya kavminin yanına dönmek hususundan
birini seçmekte serbest bırakıldı. O da azad edilip, Peygamberimizin zevcesi
olarak kalmayı seçti...
"Allah ve
Allah'ın Rasûlü bana azadlanmamdan ve kavmimin yanına dönmemden daha
sevgilidir. Evet ben Allah'ı ve Rasûlünü tercih ediyorum." dedi.[237] Hz.
Peygamberin ganimetlerde safiyy payından başka iki payı daha vardı.
1. Savaşa
iştirak eden her mücahid gibi ganimetlerden aldığı pay, savaşa girsin veya
girmesin bu payı almak onun hakkı idi.
2.
Ganimetlerden ayrılan humustan aldığı beşte bir pay. Hz. Peygamberin vefatıyla
bu paylar yürürlükten kalkmıştır.
Her ne kadar 2995
numaralı hadis-i şerifte Hz. Peygamberin Hz. Safiy-ye'yi ganimet malları
arasından seçerek aldığı ifade edilirken 2996 ve 2998 numaralı hadisler de, Hz.
Safiyye'nin önce Hz. Dihye'nin hissesine düştüğü daha sonra Hz. Peygambere
verildiğinden bahsedilmesi, Zahirde 2995 numaralı hadisin 2996 ve 2998
numaralı hadislere aykırı olduğu hissini uyandırıyorsa da, aslında böyle bir
çelişki yoktur. Çünkü sözü geçen son iki hadis mücmel olan 2995 numaralı hadise
açıklık getirmektedir. Bu hadisler birlikte mütalaa edilince hâdisenin şöyle
cereyan etmiş olduğu anlaşılıyor.
İslâm mücahidlerinden
Dihyetü'l-Kelbî Hayber savaşından sonra Hz. Peygambere varıp
"Ey Allah'ın
Peygamberi, esir alınan kadınlardan bana bir kadın ver!" deyince
Peygamberimiz de ona:
"Git birini
al" buyurmuş. Hz. Dihye'de gidip esir kadınlar arasından Hz. Safîyye'yi
seçip almış.
Mücahidlerden biri de
Hz. Peygambere yaklaşarak "- Ey Allah'ın Rasûlü Kureyza ve Nadir
oğullarının reisi (nin kızı) olan Safiyye'yi Dihye'ye mi verdin. Vallahi bu iyi
olmaz. Onu ancak sen almalısın," demiş, bunun üzerine Hz. Peygamber. Hz.
Dihye'ye, sekiz adet esir vermek suretiyle, onun gönlünü yapıp Hz. Safiyye'yi
geri almış. Sonra hürriyetine kavuşturarak onunla evlenmiştir. Ancak onunla
gerdeğe girmeden önce, kendisini süslemesi ve istibrasını tamamlaması için onu
Hz. Ümmü Sü-leym'e teslim etmiş. Hz. Safîyye'de istibrasını onun yanında
tamamlamıştır. Bilindiği gibi istibra, iddet değildir. Rahmin çocuktan berî ve
hâlî olduğunu anlamak için bir. süre cima etmeden beklemektir.
Hayber'in cebren mi,
sulhan mı, yoksa ahalisi çekilmek suretiyle harb-siz olarak mı alındığı
ihtilaflıdır. Ebû Ömer îbn Abdilberr'e göre bütün Hay-ber arazisi cebren
alınmıştır. Münzırî, bir kısmının Cebren, bir kısmının da ahalisi çekilmek
suretiyle harbsiz olarak alındığına kaildir. Rasûlullah (s.a)'in ganimeti
taksim etmeden Hz. Dihye'ye câriye vermesi bir kaç vecihle tevil olunur. .
a. Tenfil
suretiyledir. Yani nafile olarak izin vermiştir.
b. Ganimetleri
taksim ederken beşte bir hesabına dahil olmak şartıyla vermiş olabilir.
c. Sonradan
kıymetini biçmek ve Dihye' (r.a) hesabına geçirmek şartıyle vermiş olabilir.
Hz. Dihye, eshab-ı
kiramın yüzce en güzeli idi. Cebrail (Aleyhisselam) Peygamber (s.a)'e bazan
onun suretinde gelirdi.
Ümmül mü'minin Safiyye
binti Uyeyn, Harun (a.s) sülalesindendir. İlk kocası Kinâne b. Ebul Hukayk
Hayber vak'asında öldürülmüştü. Rasûlullah (s.a) onu Hz. Dihye'ye vermişken
tekrar geri alması hususunda muhtelif sözler söylenmiştir. Hatta bir rivayete
göre Rasûlullah (s.a) Hz. Safiyye'yi Dihye'den satın almıştır. Ortada satış
yokken onu nasıl satın aldığı dahi câ-yı te'emmül görülmüştür.
Bu bâbda söylenen
sözlerin en doğrusu şudur: Rasûlullah (s.a), Hz. Safiyye'yi haşa şehveti
iktizası geri almamıştır. Çünkü kendisi şehvetten masumdur. Onu geri alması;
Hz. Dihye'ye münasib olmadığı, çünkü Harun (a.s) neslinden gelen güzel bir reis
kızı olduğu kendisine bildirildiği içindir. Mâzerî'nin beyanına göre Dihye
hâdisesi iki veçhe hamle edebilir.
1. Hz. Dihye
bu cariyeyi kendi rızasıyle iade etmiş, Rasûlullah (s.a) da başkasını almak
için ona esirler arasından bir câriye almak için izin vermişti. Esirlerin en iyisini
seçmesine müsaade etmemişti. Esir kadınların güzellik, şeref ve neseb
itibariyle en iyisini seçtiğini görünce Dihye'ye bir iltimas-da bulunmuş
olmamak için Hz. Safiyye'yi geri almıştır. Zira ordu da Hz. Dihye'den daha
faziletli zevat vardı.
Vakıdî'nin Siyer'inde
Peygamber (s.a)'in Dihye'ye Kinâne b. Rabî'in kız kardeşini vermiş, bu suretle
onun gönlünü almıştır.
Hz. Safiyye'nin bu
şekilde geri alınmasına bazı rivayetlerde mecazen satın alma tabiri
kullanılmıştır.[238]
3000...
(Abdurrahman b. Abdullah b. Ka'b b. Malik'in) babasından (rivayet olunmuştur.
Ve Ka'b b. Mâlik) tevbeleri kabul edilen üç kişiden biri idi. (Ka'b b. Malik
dedi ki:) Ka'b b. Eşref, Peygamber (s.a)'i hicveder, Kureyş kafirlerini de onun
aleyhine kışkırtırdı. Peygamber (s.a) Medine'ye yeni gelmişti. O sırada Medine
halkı müslü-manlardan, puta tapan müşriklerden ve yahudilerden oluşan karma bir
topluluktu. (Yahudiler ise) Peygamber (s.a)'le onun sahabilerini
incitiyorlardı. Aziz ve celil olan Allah da Peygamberine sabır ve hoş görü
tavsiye ediyordu. Derken (yüce) Allah onların hakkında "... kendilerine
kitap verilenlerden -çok incitici sözler- işiteceksiniz..."[239] (mealindeki)
âyeti indirdi. Ka'b b. Eşref (yine de) Peygamber (s.a)'e eziy-yetten el
çekmeyince Peygamber (s.a) Sa'd b. Muaza Ka'b'ı öldürmek üzere küçük bir kuvvet
göndermesini emretti. Bunun üzerine (Hz. Sad ashabdan bazı kimselerle birlikte)
Muhammed b. Mesleme'yi (Eşrefin üzerine) gönderdi. (Râvi) Ka'b b. Malik
sözlerine devamla Eşrefin öldürülmesini (şöyle) anlattı. (Hz. Sa'd'in
gönderdiği müslüman askerler) Eşrefi öldürünce Yahudilerle müşrikler korkuya
düştüler ve öğleden önce Peygamber (s.a)'e geldiler ve "Geceleyin bir
arkadaşımızın kapısına yüklenilerek zorla evine girilip öldürüldü"
dediler. Bunun üzerine Peygamber (s.a) (Kab'ın kendisi hakkında) söylemiş olduğu
(hicvedici) sözleri onlara hatırlattı.,Ve kendilerini (aralarında bir
anlaşmazlık çıkması halinde) başvurmaları için yazacağı bir antlaşmaya davet
etti. (Onlarîn bu daveti kabul etmesi üzerine) Peygamber (s.a) kendisiyle
onların ve tüm müslümanların arasında (geçerli olmak üzere) bir sahifelik
anlaşma yazdı.[240]
Hadisin zahirinden metinde
geçen (babasından) sözüyle Abdurrahman b. Abdullah'ın babası Abdullah b. Kab b.
Malik'in kasdedildiği anlaşılırsa da, tarihi gerçekler göz önüne getirilince
bu sözle kasdedilen şahsın Hz. Abdullah b. Kab olamayacağı kolayca anlaşılır.
Çünkü Hz. Abdullah b. Ka'b tevbesi kabul edilen üç kişiden hirisi değildir. Bu
sözle kimin kasdedilmiş olabileceği mevzuunda hadis sarihleri şu görüşleri
ileri sürmüşlerdir.
1. Bu hadis
Abdurrahman b. Abdullah b. Kâbb. Malik'in rivayeti değildir. Abdurrahman b.
Ka'b b. Malik'in rivayetidir. Ama yanlışlıkla Abdurrahman ile Ka'b arasına bir
Abdullah ismi ilave edilmiştir. Durum böyle olunca metinde geçen
"babasından'* sözüyle Abdur rahman'in babası Ka'b kasdedilmiştir. Bir
başka ifadeyle bu hadisi Kâb b. Malik rivayet etmiştir. Nitekim Hafız İbn
Hacer'de bu görüşü savunmuştur.
2.
AvnüM-Ma'bûd yazarının Münzirî'den naklen yaptığı açıklamaya göre, Abdullah b.
Ka'b b. Malik sahabi olmadığından metinde geçen "babasından" sözüyle
Abdullah b. Ka'b'ın kasdedilmiş olması mümkün değildir. Ayrıca Hz. Abdullah
tevbesi kabul edilen üç kişiden biri olmadığından bu sözle onun kasdedilmiş
olması düşünülemez. Aksi takdirde hadisin mürsel olması gerekir.
3. Metinde
geçen bu "babasından" sözünün "dedesinden" anlamında
kullanılmış olması mümkündür. Çünkü Hz. Abdurrahman dedesi Malik'-den hadis
dinlemiştir. Bu durumda hadisin Hz. Peygambere kadar kesintisiz olarak ulaşan
merfu bir hadis olması gerekir.
Görülüyor ki, bütün bu
görüşler; hadisin ravisinin Hz. Ka'b b. Malik olması ihtimali üzerinde
toplanmaktadır. Biz de bu görüşlerden hareket ederek hadisin ravisinin Hz. Ka'b
olduğu kanaatine vardık ve metinde parantez içerisinde yaptığımız ilavelerle
bu görüşe yer verdik.
Siyer kitaplarında
açıklandığı üzere Ka'b b. Eşref bir gün yahudilerden bir cemaatle anlaşarak,
yemek hazırlamış, Peygamberimizi öldürmek için düğün ziyafetine davet
ettirmişti.
Peygamberimiz,
sahabilerinden bazılarıyla birlikte bu'davete gitmişse de Cebrail gelip
yahudilerin niyetlerinin kötü olduğunu bildirince, Peygamberimiz oradan
ayrılmıştı. Ka'b b. Eşref yahudi şeytanlarındandı. "Onlar, iman edenlerle
karşılaştıktan zaman -biz iman ettik- derler. Ayrılıp şeytan-larıyla başbaşa
kaldıklarında ise -Biz gerçekten sizinleyiz- derler.”[241]
âyetindeki şeytanlardan maksat yahudilerden Ka'b b. Eşref ile Huyeyy b. Ah-tab,
Ebû Burde Eslemî, İbn Sevda ve Abduddar b. Hudayb'dır.[242]
Ka'b kuvvetli bir
şairdi. Söylediği şiirlerle Peygamberimizi ve sahabile-rini hicv etmekten,
Kureyş müşriklerini Peygamberimize kışkırtmaktan geri durmazdı.[243]
Kâb, Mekke'de olduğu
gibi, Medine'de de boş durmadı. Söylediği destanlarla ilk önce evinde kaldığı
Atike'yi ve onun güzelliğini diline doladı. Sonra da başta Hz. Abbas'ın zevcesi
Ümmü'l Fadl olmak üzere müslüman kadınları söylediği şiirlerle rahatsız etmeğe
başladı.
Bunun üzerine,
Peygamberimiz:
"Allah'ım! Beni
Eşrefin oğlundan -dilediğin şekilde- kurtar artık! O, kötülüğünü açığa vurmakta
ve yaymaktadır" diyerek dua etti.Peygamberimiz:
"Beni, Kâ'b b.
Eşrefin dilinden kim kurtarır?" "Çünkü o, Allah'ı ve Rasûlünü
rahatsız etmektedir!" dediği zaman, Abdul'eşhel oğullarının *kardeşi
Muhammed b. Mesleme:
"Yâ Rasûlullah!
onu, ben, senin için öldürür, seni onun dilinden kurtarırım!" dedi.
Peygamberimiz:
"Gücün yeterse, yap bu işi!" dedi.
Muhammed b. Mesleme,
evine döndü. Üç gün evinden dışarı çıkmadı. Birşey yemedi, içmedi, Onun bu hali
Peygamberimize duyurulunca Peygamberimiz onu yanına getirtti:
"Sen yemeyi,
içmeyi ne için bıraktın?" dedi.
Muhammed b. Mesleme:
"Ya Rasûlullah! Ben, sana bir söz söylemiş bulunuyorum. Bilmem ki, onu
yerine getirebilecek miyim?" dedi.Peygamberimiz, ona:
"Sen, ancak,
elinden gelebileni yapmakla mükellefsin." dedi.
Muhammed b. Mesleme:
"Yâ Rasûlullah! Kâb'a, senin aleyhinde bir-şeyler söylememiz
gerekecek!" dedi. Peygamberimiz:
"Bu hususta
İstediğinizi söylemeniz size helaldir." dedi.
Muhammed b. Mesleme,
Ebû Naile Silkân b. Selâme, Abbad b. Bişr, Haris b. Evs ve Harise oğullarından
Ebû Abs b. Cebr ile toplantı yaptılar. Kâ'b b. Eşrefi nasıl öldüreceklerini
kararlaştırdılar.[244]
Mevzuumuzu teşkil eden
bu hadis-ı şerifte Hz. Peygamber'in Ka'b b. Eşref üzerine bir kuvvet göndermesi
için, önce Sa'd b. Muaz'a emir verdiği, Sa'd'ın da bu iş için Hz. Muhammed b.
Mesleme'yi görevlendirdiği ifade edilirken Buhari'nin Hz. Cabir'den rivayet ettiği
bir hadis-i şerifte Hz. Peygamberin bu meseleyi ilk defa Hz. muhammed b.
Mesleme ile görüştüğü ve Ona "Eğer bu işi yapacaksan acele etme önce Sa'd
b.-Muaz ile bir istişare et" dediği ifade edilmektedir.[245]
Bu rivayetlerin
arasını şu şekilde telif etmek mümkündür. Ka'b b. Eşrefi öldürmek üzere
ilk'defa Hz. Muhammned b. Mesleme ayağa kalkmışsa da, Hz. Peygamber bu işin bir
cemaat tarafından yapılmasını ve Hz. Muhammed b. Meslemenin de bu cemaata
katılmasını daha uygun bulduğu için Hz. Sa'd b. Muaz'a:
"Bu iş için bir
cemaat hazırla ve Ka'b'ın üzerine gönder!" demiş, Hz. Muhammed b.
Meslemeye'de
"Sen Sa'd'la
istişare etmeden kendi başına bu işe girişme" demiş. Sonra ikisi birden bu
iş için hazırlanmış olan cemaatın içerisine katılıp Ka'b'ı elbirliğiyle öldürmüşlerdir.
Bezlu'l-Mechûd
yazarının açıklamasına göre, bu hâdise hicretin üçüncü yılında Rabiulevvel
ayında cereyan etmiştir.
Kab'ın öldürülmesinden
sonra yahudiler, Hz. Peygamberle Remle bint Hâris'in evinde hurma ağacının
altında bir barış antlaşması imzaladılar. Bu sulhnâmeyi Hz. Ali devamlı yanında
taşırdı.[246]
Ka'b b. Eşrefin
öldürülmesiyle ilgili olan bu hadisin yeri aslında bu bab değildir. Hadisin bu
babla fazla bir ilgisi yoktur. Ancak yahudilerin Arap yarımadasından
çıkarılmasına sebep, sözü geçen sulhnâmenin daha sonra Yahudiler tarafından
yırtılmasıdır. İşte hadisin babla ilgili olan tek yanı burasıdır. Abdullah
Ka'b ibn Eşrefin öldürülüşünü 2768 numaralı hadisin şerhinde açıkladığımızdan
burada tekrara lüzum görmüyoruz.[247]
3001... İbn
Abbâs'dan demiştir ki:
Rasûlullah (s.a) Bedir
(savaşı) günü Kureyş'i hezimete uğratıp Medine'ye gelince, Yahudileri Kaynuka
oğullan çarşısında toplayıp
"Ey yahudi
cemaatı Kureyş'in başına gelenler sizin de başınıza gelmeden önce müslüman
olunuz!'* dedi. (Onlar ise):
"Ey Muhammed!
Kureyş'ten savaş bilmeyen tecrübesiz bir toplumla savaşman seni aldatmasın.
Eğer sen bizimle savaşsaydın, Bizim nasıl yiğit bir topluluk olduğumuzu ve
bizim gibi bir cemaatle hiç karşılaşmamış olduğunu anlayacaktın."
dediler. Bunun üzerine yüce Allah "înkâr edenlere de ki
yenileceksiniz..."[248]
(âyet-i kerimesini) indirdi.
Râvi Musarraf (bu
hadisi rivayet ederken sözü geçen âyeti) -Bedir'de- "...bir topluluk Allah
yolunda çarpışıyordu. Öteki de inkarcı..." (idi) âyetine kadar okudu.[249]
Hadis-i Şeriften
anlaşıldığına göre yahudilerin, Bedir savaşından sonra Rasûlü Zişân Efendimizin
davetine karşı küstahça bir tavır almaları ve "biz Kureyşlilere
benzemeyiz" gibi sözler sarf etmeleri üzerine yüce Allah Ali îmran
sûresinin onikinci ve onüçüncü âyetini indirmiştir. Bu âyetlerin tamamı mealen
şöyledir. "İnkâr edenlere söyle: "Yenileceksiniz ve cehenneme
sürüleceksiniz. Orası ne kötü bir döşektir!" (Bedir'de karşılaşan şu iki
toplulukta sizin için bir ibret vardır: Bir topluluk Allah yolunda
çarpışıyordu. Öteki de inkarcı (idi ki) bunlar (müslümanlar)ı açıkça,
gözleriyle kendilerinin iki katı görüyorlardı. Allah, dilediğini yardımıyle
destekler. Elbette gözleri olanlar için bunda bir ibret vardır."
Diğer bir rivayete
göre, Medine Yahudileri, Bedir olayından sonra ner-deyse müslüman olacaklardı:
"Bu kitabımızda gördüğümüz, sancağı geri çevrilmeyecek olan
Peygamberdir." dediler. Bir kısmı da: "Hele acele etmeyin, bekleyin
bir vak'asını daha görün" dediler. Uhud Savaşı olunca şüpheye düştüler.
"Bu o değil" dediler ve Hz. Peygamber'le aralarındaki andlaşmayı
bozdular. Ka'b b. Eşref altmış kişi ile Mekke'ye gitti, "söz birliği
edelim" dedi. İşte bu âyetler, onlar hakkında indi. İbn Abbas'a ve
Dahhak'a nisbet edilen üçüncü bir görüşe göre, bu âyetler, Bedir vak'asından
Önce, Kureyş müşrikleri hakkında inmiştir. Diğer bir görüşe göre de âyetler
belli bir topluluğa değil, bütün kâfirleri, bütün inkarcıları kasdetmektedir.
Belli bir toplum hakkında indiğine dair bir delil yoktur. Tüm inkâr edenlere
hitâb edilmektedir.
Bu son görüş doğru
olmakla beraber, âyetlerin Yahudiler hakkında indiği rivayeti daha
kuvvetlidir. Fakat sebebin hususiyeti, genel olan hükmü tahsis etmez. Âyet,
bütün inkarcılara hitabetmektedir. Bütün inkarcılar, Kur'-ânla savaşa giren tüm
kâfirler yenilmeye mahkûmdur. Ali İmran sûresinin 13 ncü âyetinde
karşılaşmalarına işaret edilen iki toplumdan biri Allah elçisi kumandasındaki
İslâm ordusu, diğeri de müşrik Kureyş ordusudur. Yüce Allah Bedir savaşında
müslümanlann gözüne kâfirleri az göstermiş, kâfirlerin gözünde müslümanlan çok
göstermiştir ki ezelî buyruğu yerine gelsin, Hak bâtılı ezsin. Abdullah Ibn
Mes'ud şöyle diyor:
"Biz ilk önce
müşriklere baktığımız zaman onları bizden kat kat fazla görmüştük. Fakat savaş
başladığı zaman onlara baktık, onları da bizim kadar gördük, gözümüze bizden
bir kişi daha fazla gelmediler." Ondan gelen bir rivayete göre îbn Mes'ud
şöyle devam etmiş: "Yanımdaki adama "Acaba şunlar yetmiş kişi var mı
diye sordum" "yüz kişi kadar var herhalde" dedi. Sonra onlardan
bir adamı esir aldık, ne kadar olduklarını sorduk. Bin kişi olduklarını
söyledi.” Bir başka rivayete göre, müşrikler de müslüman-lardan kaç kişi
olduklarım sormuşlar. Müslümanlar, üçyüz on üç kişi olduklarını söyleyince
müşrik-(esir)ler hayret etmişler: "Biz sizi, bizden kat kat fazla
görüyorduk” demişler.[250]
Esasen Hz. Peygamberle
yahudiler arasında bu konuşma geçmeden önce onlar, müslümanların Bedir'deki
zaferini hazmedemedikleri için işi çığırından çıkarmışlar. Kaynuka oğullarından
birinin kuyumcu dükkanına giren müslüman bir kadının yüzünü zorla açmak
istemişlerdi. Kadının feryadı neticesinde müslümanlarla yahudiler arasında
çıkan bir kavga yahudilerden birinin öldürülmesi, bir müslümanın da şehid
olmasıyla neticelendi. Bu hareketleriyle yahudiler bir önceki hadisi şerifin
şerhinde açıkladığımız müslümanlarla imzalamış oldukları sulhnâmeyi bozmuş
oldukları gibi, Hz. Peygamberin kendilerine yapmış olduğu İslama girme
davetini de küstahça karşılamışlardı.
Nihayet, "müabede
yapan bir kavmin hainliğini ahdine sadakatsizliğini görüp endişeye düşersen hak
ve adalet üzere keyfiyeti kendilerine bildir ve ahi ti erin i üzerlerine at
çünkü Allah hainleri sevmez!"[251]
âyetini indirdi.
Bunun üzerine
Peygamberimiz şevval ayının ortalarına doğru Kaynuka oğulları üzerine yürüdü on
beş gece süren sıkı bir kuşatmadan sonra onları teslim aldı. Ve kendilerini
Medine'den sürüp çıkardı.[252]
3002...
Muhayyısa'dan (rivayet olunduğuna göre), Rasûlullah (s.a)t "Yahudilerin
erkeklerinden ele geçirdiğinizi öldürünüz!" buyurmuş. Bunun üzerine
Muhayyısa (isimli sahabi) yahudi tüccarlarından olup onlarla ilişkisi bulunan
gencecik bir adamın üzerine sıçrayıp, onu öldürmüş (Muhayyısâ'nın kardeşi)
Huvayyısa (ise) o gün henüz müslüman değilmiş ve Muhayyısa'dan daha yaşlı imiş
Muhayyısa o yahudi genci öldürünce Huvayyısa da:
" Ey Allah'ın
düşmanı Allah'a yemin olsun karnındaki yağ(lar)ın pek çoğu onun
maundandır" diyerek (kardeşi) Muhayyısa'ya vurmaya başlamış.[253]
Hadis-i şerif bir
önceki hadis-i şerifin şerhinde açıkladığımız gibi inüsliimanlann Bedir
savaşını hazmedemeyen yahudile-rin, müslümanlara karşı küstahça ve çılgınca bir
tavır alarak müslümanlarla aralarındaki sulh antlaşmasını ihlâl etmeleri
neticesinde Allah'ın izni ile Hz. Peygamberin yahudilere savaş ilan etmesiyle,
müslümanların yahudilere saldırıya geçtiklerini ve ilk saldırıyı ashâb-ı
kiramdan, Muhayyısa b. Mesud (r.a)'ın yaptığını ve bu saldırısıyla genç bir
yahudi tüccarını öldürdüğünü, fakat o günlerde henüz müslüman olmayan büyük
kardeşi Huvayyısa'nın bu saldırıdan dolayı "Senin kemiğini kırsalar iliği
Öldürdüğün bu gencin çıkar" yollu sözler söyleyerek onu ayıpladığını ifade
etmektedir.
İmân şerefine ermeyen
ve Hz. Peygamberin emrine uymaktaki hikmeti bilemeyen bir kimsenin bu gibi
sözleri sarf etmesinde yadırganacak bir durum yoktur. Hz. Muhayyısa'nın bu
hareketinin meşruluğunda ve isabetinde de en küçük bir şüpheye yer yoktur.
Çünkü Muhayyısa'nın bu fiili sözleri ve fiilleri sırf hikmet olan Hz.
Peygamberin emrine uymaktan başka bir şey değildir.[254]
3003... Ebû
Hûreyre'den elemiştir ki:
Bir gün biz mescidde
iken Rasûlullah (s.a) aniden (yanımıza çı-kageldi) ve:
"Haydi yahudilere
gidelim!" dedi. Onunla birlikte biz de çıktık ve yahudilere vardık. Derken
Rasûlullah (s.a) ayağa kalkarak onlara seslendi ve:
"Ey yahudiler
cemaati, müslüman olun, kurtulun!" buyurdu. Onlar!
"Tebliğ ettin yâ
Ebâ'l-Kaasîm! dediler. Rasûlullah (s.a) onlara:
"Bunu murad
ediyorum!" dedi ve üçüncü defasında onlara şunu söyledi.
"Bilmiş olun ki,
bu yer Allah'ın ve Rasûliinündür. Ben de sizi bu yerden sürgün etmek istiyorum.
Sizden kim malına karşılık bir şey bulursa onu hemen satsın! Yoksa bilin ki, bu
yer Allah'ın ve Rasûlü-nündür!"[255]
RasûlulIah
<s-a>: "Bunu murâd ediyorum!" sözü ile "Benim tebliğimi
itiraf etmenizi istiyorum!" demek istemiştir. "Eslimû"
cümlesiyle başlayarak güzel ve külfetsiz bir cinas yapmış; sonra: "Bilmiş
olun!" diye başlayan yeni bir cümle ile asıl maksadım bildirmiştir. Burada
sanki yahudiler tarafından:
"Bu, müslüman
olun sözünü, neden üç defa tekrarladın? diye sorulmuş da, "Bilmiş
olun!" cümlesi ile onlara cevap verilmiş gibidir.
"Bu yer Allah'ın
ve Rasûliinündür!" cümlesinin mânâsı: Onun mülkiyeti de hükmü de
Allah'ındır; sizin bu yerinize müslümanları mirasçı yapmayı irade buyurmuştur;
binâenaleyh hemen burasını terk edin! demektir. Çünkü yahudiler Peygamber (s.a)
ile muharebe etmişlerdi.[256]
Daha önce geçen
hadis-i şeriflerin şerhinde de açıkladığımız gibi, Hz. Peygamber, Yahudilerin
saldırgan bir tutum içerisine girmelerinden sonra onları son bir defa daha
İslâm'a davet etmiş. Fakat onların bu daveti kabule yanaşmadıkları gibi Hz.
Peygamberi hile ile şehid etmek için sahte sulh planlan hazırlığı içerisine
girmişlerdir. Hz. Peygamber bunu öğrenince onlara, savaş ilan etmiş ve bir
numara sonraki hadis-i şerifte açıklanacağı üzere neticede tüm yahudileri
Medine'den sürüp çıkarmıştı.
Ancak yahudilerin
Medine'den çıkarılmasıyla ilgili olan bu hadislerin tümü Hayber savaşından önce
olmuştu. Mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifi rivayet eden Hz. Ebû Hüreyre İse
Hafız ibn Hacer'in de ifade ettiği gibi bu hâdiselerin olup bittiği günlerde
Hz. Ebû Hureyre henüz müslüman olmamıştı. Onun Medine'ye gelmesi ise Hayber
Savaşından sonraki günlere rastlar.
Siyer kitaplarında
açıklandığı üzere yahudilerden Kaynuka oğullarının Medine'den çıkarılması
hicretin üçüncü yılında (Miladi 625) Kureyzâ oğullarının çıkarılması, hicretin
beşinci yılında (Milâdi 527) Nâdir oğullarının çıkarılması ise hicretin
dördüncü yılının Rabiulevvel ayında olmuştur.
Hz. Ebû Hureyre'nin
müslümanlığı kabul ettiği günlere rastlayan Hayber savaşı ise, hicretin
yedinci yılında olmuştur.
Bu durumda Hz. Ebû
Hureyre'nin yahudilerin Medine'den çıkarılmasına şahit olması mümkün değildir.
Hafız ibn Hacer'in açıklamasına göre, Ebû Hureyre'nin bu hadis-i şerifte bize
naklettiği yahudilerin Medine'den çıkarılması ile ilgili hadise, Hz.
Peygamberle anlaşarak Medine'de kalmış olan Kaynuka,Nâdir ve Kureyzâ
oğullarının bakıyyeleri ile ilgili idi. Bunlar müslü-manlarla anlaştıkları için
Medine'de bir süre daha kalmışlarsa da Rasûlü Zişan Efendimiz sonradan bunları
da sürgün etmek suretiyle tüm arap yarımadasını yahudilerden temizlemiştir.
İşte Hz. Ebu Hureyre'nin
şahid olduğu hâdise, Medine'deki son yahu-di kalıntılarım da oradan sürüp
çıkarması hadisesidir.[257]
3004...
Peygamber (s.a)'in sahabilerinin birinden (rivayet olunduğuna göre), Bedir
savaşından önce ve Rasûlullah (s.a)'in Medine'de bulunduğu bir günde, Kureyş
kâfirleri (Medine'deki münafıkların reisi Abdullah) b. Übeyy (b. Selûl) ile
beraberindeki Evs ve Hazrec'-den olan putperestlere "Şurası muhakkak ki:
Siz bizim-bir vatandaşımıza kendinize sığınma hakkı tanıdınız. Allah'a yemin
ediyoruz ki: Onu ya öldürürsünüz, ya da (memleketinizden) çıkarırsınız. Aksi
takdirde hepimiz birden sizin üzerinize yürür, nihayet sizi ölüm yerlerinizde
öldürür kadınlarınızı (kendimize) helâl kılarız." mealinde bir mektup
yazmışlardır.
Bu (mektup) Abdullah
b. Übeyy ile yanındaki putperestlere ulaşınca Peygamber (s.a)'le savaşmak
üzere bir araya geldiler. JCupeyş'in Abdullah'a mektup göndermesi haberi
peygamber (s.a)'e erinince, (gidip) Abdullah ile onun etrafında bulunan putperestlerin
yanına vardı ve:
"Kureyş'in
tehdidi size son derece tesir etti. (Kureyş'in bu tehdidiyle) size yereceği
zarar (sizin bizimle harbe kalkışmak suretiyle) kendinize vermek istediğiniz
zarardan daha fazla değildir. (Çünkü siz kendi öz) oğullarınız ve
kardeşlerinizle savaşmak istiyorsunuz." dedi. Peygamber (s.a)'den bunu
duyunca, dağıldılar. Kendilerine bu haber ulaşan Kureyş kâfirleri Bedir
savaşından sonra yahudilere, "siz silah ve kale sahibi (olan bir
cemaatisiniz. (Binaenaleyh) siz ya bizim vatandaşımız (olan Muhammed)le
savaşırsınız ya da biz size şöyle şöyle yaparız. Ve (o zaman) bizimle sizin
kadınlarınızın halhalları arasına hiçbir engel giremez." diye bir mektup
yazdı. Kureyş kâfirlerinin (yahudilere bu ikinci) mektubunu (göndermeleri haberi)
Peygamber (s.a)'e erişince, Nâdir oğullan (Hz. Peygambere) sû-i kast yapmaya
karar verdiler. Rasûlullah (s.a)'e "sahabilerinden otuz kişiyle birlikte
(karşımıza) çık, bizden de otuz din adamı çıksın orta yerde karşılaşalım. (Sen
konuş alimlerimiz de) seni dinlesinler. Eğer seni tasdik edip inanacak olurlarsa,
sana biz de inanacağız" diye bir haber gönderdiler. (Râvi ez-Zührî,
Kureyza oğullarının Hz. Peygamber'le geçen bu) hadiselerini bütün
ayrıntılarıyla) anlattı. (Hz. Peygamberin sahabisi sözlerine devamla şunîarı
söyledi:) Ertesi gün sabahleyin Rasûlullah (s.a) (askeri) bir kuvvetle Nâdir
oğullarının üzerine yürüdü ve onları kuşatıp
"Vallahi siz
benimle bir antlaşma yapmadıkça ben size güvenenem!" dedi. Onlar da Hz.
Peygamberle antlaşmaya yanaşmadılar. Bunun üzerine o gün onlarla savaşa
başladı. Sonra ertesi gün sabahleyin Nâdir oğullarını (yerlerinde) bırakıp
(askeri) bir kuvvetle Kureyza oğullarının üzerine yürüdü ve onları sulha davet
etti. Kureyza oğulları sulhu kabul edince onlar (la savaşmak)dan vazgeçti ve
askeri bir kuvvetle (tekrar) Nâdir oğulları üzerine yürüdü. Nihayet onlar
(kuşatmaya dayanamayıp) vatanlarını terketmek şartıyla (kalelerinden) indiler.
Develerinin) taşıyabileceği mallarından ve evlerinin kapı ve tahtalarından
(ne varsa hepsini) alarak vatanlarından çıkıp gittiler. (Bunun üzerine) Nâdir
oğullarının hurmalığı Rasûlullah (s.a)'in özel mülkü oldu. Allah bunu ona
verdi. Bunu ona tahsis etti. (Kur'ân-ı Keriminde de şöyle) buyurdu:
"Allah'ın onlardan peygamberine verdiği ganimetlere gelince, siz (onu
elde etmek için) onun üzerine ne at, ne de deve koşturdunuz..."[258]
(yüce Allah bu sözüyle) harpsiz olarak (ele geçirdiniz) demek istiyor.
Peygamber (s.a) ise (bu malı) muhacirlere verdi.
Onlara bölüştürüverdi.
Birazını da ensardan ihtiyaç sahibi olan iki kişiye verdi. Bu ikisinden başka
ensardan kimseye bir pay vermedi. Bunlardan, Hz. Fatıma (r.a)'nın oğullarının
elinde bulunan Rasûlullah'ın mallan ise baki kaldı.[259]
Nâdir oğullarının Hz.
Peygamberi "sen yanına sahabilerinden otuz kişi al bizim din
alimlerimizden otuz kişiyle bir araya gelin. Onlar seni dinlesinler. Müslüman
olurlarsa biz de müslüman oluruz." diyerek Hz. Peygambere haber
göndermeleri, görünüşte ilmi bir münazaraya davet gibiyse de aslında onu pusuya
düşürerek hayatına kasdetmek ve bu suretle Kureyşin tehdidinden kurtulmaktı.
İmam SuyutTnin
"ed-Dürrü'1-Mensûr" unda açıkladığına göre, Hz. Peygamber
yahudilerin bu davetini kabul etmişse de yahudilerden bir kadın Hz. Peygamberle
karşılaşacak olan yahudi alimlerinin, onun hayatına kasdetmek için yanlarına
bıçaklar ve hançerler aldıklarını müslüman olan kardeşine.haber vermiş. Bunun
üzerine o gençte koşarak tehlikeyi Hz. Peygambere haber vermiş. Hz. Peygamber
de onlarla karşılaşmaktan vazgeçmiştir.
Hadis-i şerifin
zahirinden yahudilerin Medine'den sürülüp çıkarılmalarının Bedir savaşının
hemen akabinde gerçekleştiği anlaşıhyorsa da aslında bu, Bedir savaşının hemen
akabinde değil Bedir savaşından sonra değişik tarihlerde yapılan savaşlar
sonunda gerçekleşebilmiştir.
Siyer kitaplarında
açıklandığı üzere, Yahudilerin Medine'den sürülüp çıkarılmaları kısaca şöyle
olmuştur.
Kaynuka Oğullarının
Medine'derr çıkarılışı:
Benû Kaynuka
îslâmiyetin doğuşu sırasında Medine'de bulunan üç Yahudi kabilesinden biridir.
Kuyumculukla meşgul olurlardı. Hicretin ikinci yılında (Miladi 624) Bedir
zaferinden sonra Hz. Peygamber bir gün onları İslama davet etti. Onlar bu
daveti reddetmekle kalmadılar, üstelik Hz. Peygamberi tehdit ettiler. Dokuz ay
kadar sonra bir Yahudi kuyumcu dükkanında bir müslüman kadına saldırıda
bulunuldu. Bunun üzerine yahudi mahallesi kuşatıldı. Onbeş gün süren
kuşatmadan sonra Hicrî 31 miladi 625 te teslim oldular. Silahları alınarak
Filistin tarafına sürüldüler. Kendilerinden alınan ganimet mallarının beşte
biri (1/5) ilk defa olarak Beytülmâl (hazine) tarafından alınıp geri kalanı
gaziler arasında bölüştürüldü.[260]
Benû Kureyza,
Medine'deki yahudi kabilelerindendi. Medine İslâm devletine tabi idiler. Fakat
hicretin beşinci (Miladi 627) senesinde Hendek gazvesinde düşman ile
birleşerek İslâm devletine ihanet etmişler, müslümanlan çok müşkül duruma
düşürmüşlerdi. Hz. Peygamber, Hendek gazasından döner dönmez, ordusuyla Benû
Kureyza mahallesini kuşattı. Bir kaç günlük mukavemetten sonra teslim olan y ah
udilere, hakemliğini istedikleri Sa'd b. Muaz, Tevrat'ın hükmünün tatbik
edilmesine karar verdi. Bunun üzerine eli silah tutan erkekleri idam edildi.
Toprakları ensarın rızasıyla muhacirlere verildi. Bütün mallarına da el
konuldu.[261]
Medine'de bulunan üç
yahudi kabilesinden biri olan Benû Nâdir, İslâm devleti ile anlaşma halindeydi.
Fakat özellikle Uhud gazvesinden sonra açıktan açığa muhalefete geçerek ahitlerini
bozdular. Üstelik Hz. Peygambere suikast teşebbüsünde bile bulundular. Hicri
4. yılın (Miladî 625) Rebiulevvelin-de beş gün süreyle kuşatıldılar. Teslim
olunca İslama davet olundular. Müslüman olanları af edildi. Olmayanlar da
Medine'yi terkettiler. Kimi Filistin'e kimi de Hayber yahudilerinin yanına
yerleştiler.[262]
Mevzumuzu teşkil eden
hadis-i şerifte, sadece Nâdir oğullarının Medine'den çıkarılışı ile Kurayza
oğullarının müslümanların sulh davetini kabul etmeleri anlatılmaktadır.
Yukarıdaki yaptığımız açıklamalardan da anlaşılacağı üzere Nâdir oğullarıyla
yapılan savaş esnasında müslü inanlarla sulh antlaşması yapan Kureyza oğulları,
Hendek savaşında Kureyş Kâfîrleriyle müslümanlar aleyhine faaliyet
gösterdikleri için hicretin beşinci yılında onlar da Medine'den
çıkarılmışlardır.
Medine'de bulunan
diğer bir yahudi cemaati de Kâynuka oğullarıdır. Biz onların Medine'den
çıkarılmalarını 3001 numaralı hadisin şerhinde açıklamıştık.
Bezlü'l-Mechûd
yazarının açıklamasına göre, metinde geçen "Kureyş kâfirlerinin
(yahudilere bu ikinci) mektubu (göndermeleri haberi) Peygamber (s.a)'e
erişince, Nâdir oğulları (Hz. Peygambere sûikasde karar verdiler"
anlamındaki cümle, Suyutî'nin "ed-Dürr'ül-Mansur” isimli eserinde Haşr
sûresinin tefsirinde, Sünen-i Ebû Dâvud kaynak gösterilerek "Kureyş kâfirlerinin
(bu ikinci mektubu) yahudilere erişince Nâdir oğulları Hz. Peygambere sûikasde
karar verdiler." anlamına gelen lafızlarla nakledilmiştir. Bu ibare daha
açık ve daha doğrudur.
Hadis-i şerifte
açıklandığı üzere Nâdir oğullarının yurdu Medine'ye çok yakın olduğu için
müslümanlar, orayı kuşatmaya giderken yaya olarak gitmişlerdir. Bu mevzuda
siyer kitaplarında verilen malumat şöyledir: "Müslümanlar, Medine'ye iki
mil mesafede bulunan Nadir oğulları yurduna yürüyerek gittiler. Peygamberimiz
ise bir merkep üzerinde idi.[263]
İşte metinde geçen "Allah'ın onlardan peygamberine verdiği ganimetlere
gelince siz (onu elde etmek için) onun üzerine ne at, ne de deve
koşturdunuz...”[264]
âyet-i ke-rimesiyle, müslümanların yaya olarak gidip Nâdir oğullarından kolayca
ele geçirdikleri mallara işaret Duyurulmaktadır.
Yine metinde
açıklandığı üzere, Allah'ın, kendi Peygamberine tahsis ettiği bu mallan, Hz.
Peygamber olduğu gibi muhacirlere dağıtmıştır. Ensardan da iki kişiye bir
miktar pay vermiştir. Fahreddin Razî'nin Tefsîr-i Kebîr'in-de açıkladığı üzere,
Hz. Peygamberin bu mallardan kendilerine bir miktar pay verdiği ensarın sayısı
üçtür. Bunlar Ebû Ducâne ile Sehl b. Hanif ve el-Haris b. Es-sıme'dir.
Fahreddin Razi (r.a) sözü geçen âyet-i kerimeyi açıklarken sözü Nâdir
oğullarından ele geçen malların durumuna getirerek şu görüşlere yer veriyor:
"Bu mallar
günlerce süren bir kuşatmadan ve Nâdir oğullarının bazılarının ölümü ve
kalanların da sürgün edilmeleri sonunda ele geçtiklerine göre, fey değil
ganimet olmaları icabeder. Bu mevzuda müfessirler iki görüş ileri sürmüşlerdir.
1. Bu âyet
Nâdir oğullarından alınan mallar hakkında değil, Fedek halkının malları
hakkında inmiştir. Çünkü Nâdir oğullarının yurdu ve mallar savaşla ele
geçmiştir. Fedek arazisi ise savaşsız olarak ele geçmiştir ve fey olarak Hz.
Peygambere kalmıştır. Hz. Peygamber de oranın gelirinin bir kısmım bakmakla
mükellef olduğu kimselerin geçimine sarfetmiş, kalanını da harp için lüzumlu
olan silah ve at temininde harcamıştır.
2. Bu âyet,
gerçekten Nâdir oğullarından alınan mallar hakkında inmiştir. Ancak o gün
müslümanlarm elinde fazla bir at ve deve bulunmadığı gibi, Nâdir oğullarının
yurdu ile Medine arasında da fazla bir mesafe bulunmadığından müslümanlar
orayı kuşatmaya giderlerken yaya olarak gitmişler, ayrıca harp te küçük bir
çarpışmadan ileri gitmemiştir. Bu sebeple Cenab-ı hak onlardan ele geçen
malları fey olarak Rasûlüne tahsis etti.
Hanefî ulemasından Ebû
Bekir el-Cessâs ise, bu mevzuda şöyle diyor:
"Müslümanların
Nâdir oğullarıyla esir etmemek, zimmet altına sokmamak, cizyeye bağlamamak
ancak vatanlarından sürgün etmek, şartıyla yaptıkları barış neticesinde, bu
mallar ele geçmiş olabilir ki bizim mezhebimize göre böyle bir barış şekli
geçerli değildir, nesh edilmiştir. Çünkü müslümanlarm kitap ehlini cizye verme
ya da İslama girme şartlarından birine zorlamaya güçleri yeterken onları bu
şartlardan birini tercihe zorlamayı terkedip te vatanlarını terketmeleri
şartıyla sulh yapmaları caiz olmadığı gibi, arap putperestlerini savaşla,
Islâmı kabul etme şıklarından birine zorlamaya güç varken onlarla barış yapmak
da caiz değildir. Nitekim yüce Allah şu âyeti kerimelerde bunu açıklamıştır.
"Kendilerine
kitap verilenlerden Allah'a ve ahiret gününe inanmayan Allah'ın ve Rasûlünün
haram kıldığını haram saymayan ve hak dinini din edinmeyen kimselerle küçül(üp
boyun eğ) erek elleriyle, cizye verecekleri zamana kadar savaşın"[265]
"Gökleri ve yeri
yarattığı gündeki yazısına göre Allah'ın katında ayların sayısı on ikidir.
Bunlardan dördü haram (ay)landır. İşte doğru din budur. O aylar içinde
(konulmuş yasağı çiğneyerek) kendinize zulmetmeyin ve (Allah'a) ortak koşanlar
nasıl sizinle topyekûn savaşıyorlarsa, siz de onlarla topyekûn savaşın ve bilin
ki Allah, (Günâhlardan) korunanlarla beraberdir."[266]
Ancak müslümanlarda
onları bu iki şıktan birini tercihe zorlayacak güç yoksa o zaman onlarla
vatanlarını terk etmeleri şartıyla sulh yapması caizdir.
Ayrıca müslümanların
savaşmakta oldukları kimselerle miktarı belli olmayan bir mal karşılığında
sulh yapmaları da caizdir. Çünkü Hz. Peygamberin Nâdir oğullarıyla yaptığı
sulh böyledir. Onlar işlerine yarayacak olan malları develerine yükleterek
götürmüşlerdir. Kalan da müslümanların olmuştur.
Ebü Bekir Cassâs bu
sözleriyle Hz. Peygamberin müslümanların kuvvetinin çetin bir muhasaraya kâfi
gelmeyeceğini bildiği için Nâdir oğullarıyla istedikleri mallarını
hayvanlarına yükleterek Medine'yi terketmeleri şartıyla sulh yaptığını bu
sebeple de onlardan kalan malların Fey olduğunu söylemek istiyor.[267]
3005... İbn
Ömer'den demiştir ki:
Nâdir oğullan
yahudileriyle Kureyza oğullan Rasûlullah (s.a)'le savaşa girmişlerdi.
Rasûlullah (s.a) Nâdir oğullarını (Medine'den) sürüp çıkarmış, Kureyzayı ise
yerlerinde bırakmış ve onlardan herhangi bir vergi de almamıştı. Nihayet
zamanla Kureyza (müslümanlarla) savaşa başlayınca (Hz. Peygamber onların)
erkeklerini öldürmüş, kadınlarını ve mallarını da müslümanlara paylaştırmış.
Ancak (onlardan) bazıları Rasûlullah (s.a)'e sığınmışlar. (Hz. Peygamber de)
onlara emân vermiş (Böylece) Rasûlullah (s.a) (pek azı müstesna olmak üzere) Medine
yahudilerinin hepsini sürgün etmiş, Abdullah b. Selam'ın kavmi olan Kaynuka
oğullarını, Harise oğullan yahudilerini ve Medine'deki her yahudiyi (Medine'den
çıkarmış)[268]
Hadis-i şerifte zikri
geçen yahudi kabilelerinin hepsi Medinelidir. Rasûlullah (s.a)'ın Kureyza'yı
yerinde bırakıp ona emân vermesi, Benî Nâdir'le birlikte müslümanlarla harb
etmeyip bîtaraf kaldıkları içindir. Sonra Müslümanlarla onlar da harb edince,
onları da Medine'den sürmüştür. Kureyza, bu harbte muhasara edilmiş ve yirmi
beş gün sonra dayanamayarak Rasûlullah (s.a)'ın hükmüne râm olmuşlardı. Yahudilerin
bıraktığı malların beşte biri Peygamber (s.a)'e ayrıldıktan sonra, kalanı
gaziler arasında süvariye üç, piyadeye bir hisse verilmek suretiyle taksim
olunmuştur. Bu muhasaraya otuzaltı süvari iştirak etmiştir.[269]
1. Müslümanlarla
muahede halinde bulunan kâfirler ve zımmıler, ahıdlerım bozarlarsa, kendilerine
harbî muamelesi yapılır ve harbedilir. Ordu kumandanı bundan dilediğini esir
alır, dilediğini serbest bırakabilir.
2. Kendisine
emniyet bahşedilen kâfir, müslümanlarla harbe kalkışırsa, kendisine verilen
ahid bozulur. Emniyet ahdi geçmişe aittir, geleceğe şümulü yoktur.[270]
3006... İbn
Ömer'den demiştir ki:
Peygamber (s.a) Hayber
halkına savaş açtı (onların elinde bulunan) hurmalıkları ve toprakları ele geçirdi.
Kendilerini de şatolarına sığınmaya mecbur etti. Bunun üzerine onlar,
altınlarla gümüş ve silahların Rasûlullah (s.a)'e, develerinin yükleneceği
(diğer) malların da kendilerine ait olmak (ve mallarından) hiçbir şeyi (Hz.
Peygamberden saklamamak ve gizlememek, eğer şartlara aykırı olan bu işlerden
birini) yapacak olurlarsa kendileri için hiçbir anlaşma ve antlaşma kalmamak
üzere Hz. Peygamberce barış yaptılar. Fakat Huyeyy b. Ah-tab'a ait olan (içi
altın ve gümüş dolu) bir deriyi sakladılar. (Huyeyy b. Ahtab) Hayber
(savaşın)dan önce öldürülmüştü. Kendisi bu deriyi Nâdir oğulları (savaşı) günü
(yani) Nâdir oğullan sürgün edildiği zaman (onların mallan arasından seçerek
alıp) yanında götürmüştü, içerisinde Nâdir oğullarının (gümüş ve altın) zinetleri
vardı. Peygamber (s.a) (Huveyy b. Ahtab'ın amcası olan) Saye'ye:
“Huyeyy b. Ahtab'ın
derisi nerede?" diye sordu. O da: "- Savaş ve (halkın geçimi için
yapılan) harcamalar onu tüketti." diye cevap verdi. (Fakat daha fazla
saklayamadıklarından) Deriyi (sakladıkları yerden) bulup getirdiler. Bunun
üzerine (Kinane) b. Ebûl-hukayk öldürüldü ve (Ebûl-hukayk oğullarının)
kadınları ile çocukları da esir edildi. Hz. Peygamber onları da sürgün etmek
istemişti (fakat) onlar:
"Ey Muhammed bizi
bırak ta bu topraklarda çalışalım, çıkan mahsulün yansı bizim yarısı da sizin
olsun." dediler. Rasûlullah (s.a) de (onların bu teklifini kabul etti) ve
(her sene) onların kadınlarından her birine seksen vesk hurma, yirmi vesk arpa
veriyordu.[271]
Bilindiği gibi Hz. Peygamber
hicretin yedinci senesi Muharreminde 1500 kişilik bir ordu ile Hayber üzerine
yürümüş ve üç gün içinde Hayber önlerine gelerek orada bulunan yedi kaleden
beşini teker teker fethetmişti. Peygamberimiz yahudileri, ellerinde kalan
Vasih ve Sulalim isimli son iki kaleye sıkıştırınca, yahudiler yok olacaklarını
anladılar. Kanlarının bağışlanıp sürgün edilmelerini istediler.
Kinane b.
Ebûl-hukkayk, Peygamberimize
"Yanına gelip
seninle konuşacağım." diyerek Şemmah adındaki ya-hudi ile haber saldı.
Kaleden inince
Müslümanlar, Şemmah'i yakalayıp Peygamberimizin yanma getirdiler.
Şemmah, Kinane'nin
elçisi olarak geldiğini haber verdi.
Peygamberimiz,
Kinane'nin dileğine "Olur" buyurdu. Üzerinde anlaşmaya varılan ve
Kararlaştırılan Maddeler:
1. Kalede
çarpışma yapmış olan yahudilerin kanları dökülmemek,
2.
Yahudilerin çocukları, kendilerine bırakılmak, Hayberden ve Hayber arazisinden
çocukları ile birlikte çıkıp gitmelerine müsaade olunmak,
3-5. Yanlarında
birer hayvan yükünden başka bir şey götürmemek, menkul ve gayr-ı menkul bütün
mallar ile yay, miğfer, at, cübbe, zırh gömlek... gibi askeri araç ve gereçleri
ve -üzerlerindeki elbiselerinden başka- bütün elbise ve kumaşları Rasûlullah'a
bırakmak,
6.
Rasûlullah'a bırakılması gereken herhangi bir şeyi gizlememek ve gizleyecek
olanlar, Allah'ın ve Rasûlullah'ın emân ve himaye teahhüdünün dışında kalmak
üzere anlaşma ve barış yapıldı.
Kinane'nin yemini ve
Peygamberimizin ona uyarıda bulunması:
Kinane b. Ebûl-hukayk,
bu maddelere bağlı kalacağına yemin etti.
Peygamberimiz:
"Eğer, siz
ganimet mallarından bana teslim etmeniz gereken herhangi bir şeyi benden
gizleyecek, gayb edecek olursanız, Allah'ın ve Rasûlullah'ın emân ve himaye
teahhüdünden uzak kalırsınız!" buyurdu.[272]
Hayber feth edilince,
bir çok mal ile sığır, deve ve saire ele geçirilmiş, fakat, Hayberlilerin ne
altunları, ne de gümüşleri ele geçirilebilmişti. Halbuki, Benû Nâdir
Yahudileri, yurtlarından çıkıp Hayber'e giderlerken Ebû Rafı, Sellâm b.
Ebûl-hukayk, içinde altun, gümüş ve kıymetli madenlerle ziynet eşyası,
saklanılan deve tulumunu kaldırarak "Bu, bizim, dünyayı al-çaltmak ve
yükseltmek için hazırladığımız şeydir!" diye bağırmıştı.
Bu hazine, önce koyun
tulumuna doldurulmuştu. Çoğalınca, öküz tulumuna, daha çoğalınca da deve
tulumuna konulmuştu.
Bu hazine,
Ebûl-hukayk, hanedanının büyüklerinden büyüklerine devr edile edile saklanmakta
idi.
Mekke eşrafı,
düğünleri olunca, Hayber'e gidip Ebûl-hukaykların büyüğüne başvurarak bu
ziynet eşyasından bazısını rehine karşılığında ondan bir ay süre ile emaneten
alırlardı. Mekke'de bir şey kayıp olmuştu. Onu kayıp eden kişi bedelini on bin
altun olarak ödemişti. İbn Ebûl-hukayk bu hazineyi ve pek çok malları
peygamberimizden sakladı.[273]
Kinane b. Rebi b. Ebûl-hukayk
ile Kinane'nin kardeşi ve amcasının oğlu Rebra, Peygamberimizin huzuruna
getirildi.
Rivayete göre;
Peygamberimizin huzuruna çıkarılanlar arasında Huyeyy b. Ahtab'ın amcası Sa'ye
(Sa'lebe) b. Sellâm (Amr) b. Ebûl-hukayk da bulunuyordu.
Peygamberimiz, onlara;
"Ey Ebûl-hukayk
oğullan! Ben, sizin, Allah'a ve Allah'ın Rasûlüne karşı duyduğunuz
düşmanlığınızı biliyorumdur! Bununla birlikte, sizin bu düşmanlığınız,
adamlarınıza verdiğim emân ve himaye teahhüdünü size de vermeme engel olmamış,
ganimet mallarından herhangi bir şeyi benden gizlememek, kaçırmamak şartı ile,
bu emânı size de vermişimdir.
Benden bir şey
gizleyecek olursanız, kanlarınızı dökmek, bizim için helâl olur.
Allah'ın ve Rasûlünün
emân ve himaye teahhüdünden uzak kalırsınız!
Sizi, Medine'den sürüp
çıkardığım zaman, Medine'den getirdiğiniz, Mekkeliler'e emânet olarak
veregeldiğiniz, ziynet eşyası ile nakidleri içinde sakladığınız hazine
tulumlarınız nerededir.
Filândaki, filândaki
hazine tulumlarınızı ne yaptınız?" diye sordu.
"Ey Ebûl-Kâsım!
Biz, onları, savaşlarımızda harcadık! vallahi elimizde onlardan hiç bir şey
kalmadı.
Bizi Medine'den sürüp
çıkardığın zaman, onlarla geçindik!
Onlardan elimimde hiç
bir şey kalmadı." dediler ve bu husustaki sözlerini de yeminler ederek
pekiştirdiler.
Peygamberimiz:
"Söylediklerinize
dikkat ediniz!"
(Aradan geçen) zaman
az, (gizlenen) mal ise, ondan çok fazla! (Az zamanda, o kadar çok mal nasıl
harcanır, tükenir.)
Ne dersiniz? Bu
hazineyi, sizin yanınızda bulursam, sizi öldüreyim mi?" diye sordu. Onlar
“Evet" dediler.[274]
Peygamberimiz:
"Bu hazine, sizin
yanınızda çıkacak olursa, Allah ve Rasûlünün hakkınızda vermiş olduğu emân ve
himaye teahhüdii sizden uzak kalsın mı?" diye sordu.
"Evet uzak
kalsın" dediler.
Peygamberimiz;
"Eğer, benden bir
şey sakladığınızı tesbit edersem kanlarınızı dökmeyi ve çoluk çocuklarınızı
esir etmeyi helâl sayarım!
Bütün mallarınızı
almak, kanlarınızı dökmek bana helâl olur, söz vermiş olduğum emân ve himaye
teahhüdii ortadan kalkar!" buyurdu. Onlar da
"Olur! Eğer, senden
bir şey sakladığımız anlaşılırsa, bize verdiğin emân sözünü geri al ve
kanlarımızı dök! dediler.
Peygamberimiz onların
bu sözlerine Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Ali ve Zübeyr b. Avvam'la yahudilerden on
kişiyi şahid tuttu.
Bir Yahudinin
Kinane'yi Uyarmağa Çalışması
Yahudilerden bir adam,
kalkıp Kinane b. Ebul hukayk'a doğru vardı ve yavaşça:
"Muhammed'in
senden istediği şey, senin yanında ise, veya bunun hakkında bir şey
biliyorsan, ona bildir de kanını canını kurtar!
Aksi takdirde,
vallahi, o, muhakkak bunu elde etmeye muvaffak olacak, Allah, onu, bundan
başkasına da bizim bildirmediğimiz şeylere de vâkıf kılacaktır!" dedi.
Kinane b. Ebûl-hukayk,
azarlayınca, o, yahudi bir köşeye çekilip oturdu.
Peygamberimizin,
Kinane'ye Tekrar Sorusu...
Peygamberimiz, Kinane
b. Ebûl-hukayk'a:
"Ne dersin,
hazineyi senin yanında bulacak olursak, senin boynunu vurayım mı?" diye
tekrar sordu.
Kinane: "Evet!
Bulursan, Vur!" dedi.
Sa'ye b. Sellâm'ın
Sıkıştırılınca, Gerçeği Söylemesi:
Peygamberimiz, Kinane
b. Ebûl-hukayk'tan sonra Sa'ye (Salebe) b. Sel-lâm b. Ebûl-hukayk'a da:
"Huyeyy b.
Ahlab'ın, tulum içinde saklanan hazinesi nerededir?" diye sordu.
Sa'ye "savaşlar
ve geçimler, onu, götürdü, eritti!" dedi.
Peygamberimiz,
Sa'ye'yi sıkıştırması için Zübeyr b. Avvam'a havale etti.
Zübeyr b. Avvam, onu,
sıkıştırdı.
Sa'ye zaîf, hafif
akıllı bir adamdı. Sıkıştırılınca, eliyle bir harabeye işaret ederek
"Ben, Kinane'nin, her sabah, şu harabede dolaştığım görüyordum. Benim
bundan başka bir bilgim yoktur. Eğer, o, oraya bir şeyler göm-müşse,
oradadır!" dedi.
Gerçekten de,
Peygamberimiz, Natat kalelerini feth etmeye başladığı ve Natat halkının
kalblerine korku düştüğü sırada Kinane b. Ebûl-hukayk, tehlikeyi sezmiş, deve
tulumu içindeki hazineyi, ziynet eşyasını, geceleyin Keti-be'ye götürüp kazdığı
bir çukura, kimse görmeden gömmüş ve üzerini toprakla kapatmıştı. Sa'lebe
(Sa'ye) de, Kinane'nin her sabah o harabede dolaştığım görmüştü.
Hazinenin Gömüldüğü
Yerden Çıkarılması
Peygamberimiz, Sa'ye
(Salebe)yi, Zübeyr b. Avvam ve müslümanlar-dan bazıları ile birlikte o harebeye
gönderdi. O da, onlara Kinane'nin dolaştığı yeri gösterdi. Orası kazıldı.
Hazine'den bir kısmı,
oradan çıkarıldı... Kinane'nin Sıkıştırılması:
Peygamberimiz,
hazinenin geri kalan kısmının da nerede olduğun j Kinane b. Ebûl-hukayk'tan
sordu.
Kinane, onları da
teslime yanaşmadı.
Peygamberimiz,
hazinenin geri kalanını getirip teslim etmesi için Kinane b. Ebûl-hukayk'ı
sıkıştırmasını, işkenceye uğratmasını Zübeyr b. Avvam'a emretti.
O da, Kinane'yi söyletmek
için, göğsünde çakmak çakıp kıvılcım çıkararak ona işkence yaptı. Fakat
söyletemedi.
Hazinenin Kalan
Kısmının Peygamberimize Allah Tarafından Bildirilmesi ve Çıkarılması:
Yüce Allah,
Yahudilerin bu hazineyi nerede sakladıklarını da Peygamberimize haber verdi.
Peygamberimiz,
ensardan birisini çağırdı. Ona:
"Şu tarlaya
doğru, şöyle git. Sonra hurma ağacına doğru var. Sağındaki veya solundaki
hurma ağacına bak. Orada göreceğin yüksek hurma ağacının dibinde bulacağın
şeyleri çıkar, bana getir!" buyurdu.
Ensarî gitti. Oradaki
hazine tulumunu da bulup getirdi.
Hazine Ortaya
Çıkarılınca, Ebûl-hukayk Oğullarının Cezalandırılması:
Hazine ortaya
çıkarılınca, Muahede gereğince, cezalandırılmak ve Mah-mud b. Mesleme'ye karşı
boynu vurulmak üzere, Kinane b. Rebi' b. Ebûl-hukayk'm Muhammed b. Mesleme'ye
teslimini emretti. Muhammed b. Mes-leme de onun boyunu vurdu.
Ebûl-hukayk
oğullarından diğeri de Bişr b. Bera'm velileri tarafından öldürüldü.
Bunların çoluk
çocukları ise, esirler arasına katıldı.
Ebûl-hukayk'ın iki
oğlu ile birlikte aynı aileden daha bazıları da ahdi bozdukları için,
öldürülerek cezalandırıldılar."[275]
Hayber Yahudilerinin
Hayber Topraklarını Yarıcı Olarak İşletmeleri:
Hayber Yahudileri,
hususile, Vatih ve Sülalim yahudileri kendilerine Peygamberimiz tarafından
verilen emân ve söz üzerine bütün mallarını, mülklerini bırakarak Hayber'den
çıkıp gideceklerdi.
Peygamberimiz onları
Hayber'den sürüp çıkarmak istediği sırada, yahudiler, "Bırak bizi şu
Hayber toprağında bulunalım da onları imar edelim, görüp gözetelim!
Yâ Muhammed! Biz, mal,
mülk sahipleriyiz! Mülk bakımını, işletmesini, biz, sizden daha iyi bilir ve
başarırız.
Sen bu mülkleri bize
işlettir!" dediler.
Hayber mülkleri
üzerinde yarıcı olarak çalışmak istediler.
Gerçekten de, ne
Peygamberimizin, ne de ashabının Hayber mülklerine bakabilecek işçileri
bulunmadığı gibi, kendilerinin orayı bizzat görüp gözetmeye de vakitleri
yoktu.
Peygamberimiz;
"İstiyorsanız, şu
malları, işlemek üzere size vereyim. Mahsul ve meyvaları aramızda bölüşülsün.
Sizi, bu mallar üzerinde Allah'ın durdurduğu müddetçe durdurayım."
buyurdu.
Hayber Yahudileri
kabul ettiler.
Bunun üzerine,
Peygamberimiz:
"Sizi, çıkarmak
istediğimiz zaman çıkarmamız şartıyla!" diyerek ve mahsulü, yan yarıya
bölüşmek üzere onlarla anlaşma yaptı. Hayber arazisini, böylece, onlara
işletti, Buna göre: Yahudiler; çalışacaklar, ekecekler, biçecekler elde
edilecek ekin ve hurma mahsullerinin yansını, hizmetlerinin karşılığı olarak,
alacaklardı.[276]
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerif, musakatvemüzâraayacevaz verenlerin en kuvvetli delilini
teşkil etmektedir. Zira Peygamber (s.a)'in Hayber halkına, çıkan meyvenin
yarısı karşılığında Hayber hurmalıklarım kiraya vermesi müsakat, Hayber
tarlalarını çıkacak ekinin yarısı karşılığında kiraya vermesi de müzaraadır.
Bu bakımdan imam-ı Mâlik ile İmam Sevrî-Leys, Şafiî, Ahmed b. Hanbel,
Muhaddisler, Zahiriler ve Cumhur fukâha musakatın caiz olduğuna
hükmetmişlerdir.
Hanefîlerden İmam Ebî
Hanife ile Züfer (r.a)'e göre, musakat da muzaraa gibi hiçbir suretle caiz
değildir. Musakat meselesi tahmin suretiyle kuru yemiş karşılığında taze yemiş
satın almak anlamına gelen müzabene[277] den
nehyeden hadisler[278] ile
nesh edilmiştir, tmam Ebû Hanife (r.a) mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifi
te'vil etmiş. Peygamber (s.a)'in Hayber yahudi-leriyle yaptığı ortaklığın
müzaraa (ziraat ortaklığı) ve müsakat (meyve ortaklığı) değil, onlara bir
iyilik ve ihsan olmak üzere bir haraç olduğunu söylemiştir. Çünkü O'na göre
Rasûlullah (s.a) Hayber'i ganimet olarak almıştı. Yahudilere hiçbir şey
vermeyebilirdi. Yerlerinden çıkan mahsulün bir kısmını almak şartıyle
mallarını ellerinde bırakması bir fazilet ve minnettir.[279] Bir
vesak altmış sa'dır. Bir sa' ise 1040 dirhemdir. Bir dirhemde 32 gramdır. Buna
göre altmış vesak 199980 gramdır.[280]
3007... Abdullah
b. Ömer'den demiştir ki: Ömer (b. Hattâb (r.a), halka hitaben yaptığı bir
konuşmasında) "Ey İnsanlar! Rasûlullah (s.a) Hayber yahudilerine onları
dilediğimiz zaman (Hayber'den) çıkarabilmemiz şartıyla (bir) işlem yapmıştı.
Bi-onları (Hayberden) çıkarabilmemiz şartıyla (bir) işlem yapmıştı. Binaenaleyh
(bahçe veya tarla olarak Hayber'de yahudilerinin elinde) kimin bir malı varsa
(gelsin) onu alsın" demiş.[281]
Bu hadis-i şerif
Rasûl-ü Zîşan Efendimizin Hayber yahudilerıyle, Hayber topraklan üzerinde,
kurduğu yarı yarıya ortaklık anlaşmasının süresini müslümanların arzusunun
tayin edeceğini, bu anlaşmayı bir süre için imzaladığını ve Hz. Ömer'in kendi
halifeliği döneminde bu şarta dayanarak Hayber'deki yahudileri sürüp
çıkardığını ve Hayber topraklarını da asıl sahipleri olan müslümanlara
dağıttığını ifade etmektedir.[282]
3008...
Abdullah b. Ömer'den (demiştir ki:) Hayber fethedilince, yahudiler, Rasûlullah
(s.a)'den Hayber topraklarından çıkacak mahsulün yarısı(nın kendilerinin
olması) şartıyla kendilerini orada bırakmasını istediler. Rasûlullah (s.a) de
"Sizi bu şartla;
orada dilediğimiz zamana kadar bırakıyorum." buyurdu (Hz. Peygamberdin
sağlığında ve Hz. Ebû Bekir'in halifeliği döneminde) bu şartla (orada yaşamakta)
idiler Hayber'in yarı gelirinden (elde edilen) hurma ikiye bölünür ve (bunun)
beşte birini Rasûlullah (s.a) alır. (almış olduğu) beşte bir hisseden yüz
vesak hurma ile yirmi vesak arpayı hanımlarına yedirirdi. (babam) Ömer (r.a),
yahu-dileri Hayber'den çıkarmak isteyince, Peygamber (s.a.)'ın hanımlarına
haber gönderip onlara:
"Sizden kim
kendisine tahmini olarak yüz vesaklık bir hurmalığı vermemi isterse oranın
ağacı da toprağı da suyu da onun olsun. Kim de kendisine tahminen yirmi
vesaklık bir arpa tarlasını hisse olarak vermemi istiyorsa (onu da) yaparız.
Kim de hunvstaki hissesini (ölçerek) ayırmamızı istiyorsa o şekilde hareket
ederiz" dedi.[283]
Vesak; 3328 gramdır. (hars)
kelimesi sözlükte zann ve tahmin anlamına gelir ki burada da bu manâda kullanılmıştır.[284]
Hayber: Medine ile Şam
arasında Medine'ye dokuz konak mesafede bulunan münbit bir vahadır. Burada
yahudiler yaşarlardı. Vahayı çeşitli kalelerle tahkim etmişlerdi. Rasûlullah
(s.a) bu yeri hicretin yedinci yılında fethetmiştir.
Müslümanların Hayber'i
sulhan mı yoksa harben mi fethettikleri, ulemâ arasında İhtilaflıdır.
Nevevî'nin beyânına göre, bazıları harben alındığını söylemiş; bir kısımları
sulh yolu ile, daha başkaları ahalisinin çekilmesiyle harpsiz-darpsiz
girildiğini ileri sürmüşlerdir. Hattâ bir kısmının harben, bir kısmının sulh
yolu ile bir kısmının da ahâlisinin çekilmesi suretiyle alındığını söyleyenler
olduğu gibi: "Bir kısmı sulhan, bir kısmı da harben ahn-mştır."
diyenler de vardır. Kadı Iyâz, bu son kavlin daha sahih olduğunu söylemiştir.
İmam Mâlik ile ona tâbi olanların ve Süfyân b. Uyeyne'nin kavilleri de budur.
Babımız
rivayetlerinden birinde:
"Orası
fethedildiği vakit arazi Allah ile Rasûlü'nün ve müslürhanlarm idi."
denilmesi bu yerin harben alındığına delildir. Çünkü müslamanların hakkı ancak
harbederek aldıkları yerlere teallük eder. Fakat Buhârî'nin bir rivayetinde:
"Arazi
yahudilerin, Rasûlün ve Müslümanların idi." denilmiştir. Bu da o yerin
sulhan alındığını gösterir. el-Mühelleb bu iki rivayetin arasını şöyle
bulmuştur: Rivayetlerin birincisi sulhdan sonraki hali beyan etmektedir; Zira
Hayber'in bir kısmı sulh yolu ile, bir kısmı da harp yoluyla alınmıştır. Harben
alınan kısım tamamiyle Allah'a ve Rasûlü'ne ve müslümanlara aitti; sulh yolu
ile alınan kısmı ise yahudilerindİ; sulh akd edildikten sonra müs-lümanların
oldu.[285]
Rasûl-ü Ekrem'in
hanımlarına Hayber arazisinden yıllık hisse olarak yüz vesak hurma verildiğini
ifade eden bu mevzûmuzu teşkil eden hadisle, onlara senelik gelir olarak
Hayber arazisinden seksen vesak hurma verildiğini ifâde eden 3006 numaralı
hadis arasında zahiren bir farklılık varsa da, aslında bu esaslı bir fark
değil, sadece râvilerin tahminlerinden doğan bir farktır. Çünkü bu rakamlar,
râvilerin tahminlerinden ibarettir. Her ravi, kendi tahminini söylemiştir.
Tahminler arasında ufak tefek farklılıkların olması son derece tabiidir.
Bezlü'l-Mechûd
yazarının dediği gibi, Rasûlullah (s.a) önceleri hanımlarına Hayber
arazisinden yıllık hisse olarak 80 vesak hurma verirken sonraları, bu hissenin
yetmediğini gördüğü için bunu yüz vesaka çıkarmış olması mümkündür. Mevzûmuzu
teşkil eden hadisin bolluk seneleriyle 3006 numaralı hadisin ise kıtlık
seneleriyle ilgili olması da düşünülebilir.[286]
3009... Enes
b. Mâlik'den demiştir ki:
Rasûlullah (s.a)
Hayber'e savaş açtı. Orayı savaş zoruyla ele geçirdik, (orada bir mikdar) esir
ele geçirildi.[287]
Hayber yahudice kale
demektir. "Buraya ilk yerleşen Hay-ber isminde biridir. Sonraları bu isim
oraya verilmiştir." diyenler de vardır.
Hayber, Medine ile Şam
arasında verimli ve hurmalık bir vaha olup, Medine'ye altı konak mesafededir.[288]
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerifte, Hayber'in sulh yoluyla değil savaşla, kahren alındığı ifade
edilmektedir. Mâzirî'nin dediği gibi "Bu sözün zahiri bütün Hayber'in
kahren alınmış olmasını iktiza eder. Halbuki Ma-lik'in îbn Şihab'dan rivayetine
göre, bir kısmı kahren bir kısmı da sulh yolu ile alınmıştır. Ebû Davud'un
Süneninde rivayet ettiği "Rasûlullah (s.a) Hayber'i ikiye taksim etti,
yarısını da müslümanlara ayırdı."[289]
Hadisi de müşkül kalır. Bunun cevabı bazı ulemanın söylediği şu sözdür;
Hayber'in etrafında çiftlikler ve köyler vardı. Bunları sahipleri terk edip
gitmişlerdi, işte bu yerler sırf Peygamber (s.a)'e mahsustu ve Hayber
arazisinin yarısını teşkil ediyordu. Geri kalan yerleri ise harple alınmıştı
ki, bunlar da gazilere taksîm edildi.[290]”
3010... Selh
b. Ebî Hasne'den demiştir ki:
Rasûlullah (s.a)
yarısı ani ihtiyaçlarına ve geçimine, yarısı da müslümanlara olmak
üzere Hayber (arazisin)i ikiye
böldü. Müslümanların hissesini
de onsekiz paya ayırdı.[291]
Bir önceki hadisin
şerhinde açıkladığımız gibi, Hayber ara-zisinin bir kısmı boş sahipsiz ve
müdafasızdı. Hayberin yarısını teşkil eden bu kısım, harpsiz olarak ele
geçtiği için fey hükmüne girdiğinden Hz. Peygamberin hakkı idi. Ve Hz.
Peygambere verildi. Geriye kalan kısmı da içerisinden humus ayrıldıktan sonra,
Hudeybiye mücahidleri arasında bölüştürüldü. Çünkü Hayber ganimeti Allah'ın,
Hudeybiye müca-hidlerine bir nimeti idi. Bu sebeple bu ganimetlerden Hayber
savaşında bulunmayan Câbir b. Abdillah ile Amr b. Haram'a da hisse verildi.
Hz. Peygamber de bir müslüman olarak bu kısımdan da hisse aldı. Onsekiz
hisseden her biri yüz kişilik bir hisse ihtiva ediyordu. Dolayısıyla Hayber'in
Hudeybiye mücahidlerinin hissesine düşen kısmı binsekizyüz paya ayrılmıştı.
Çünkü sözü geçen mücahidlerin sayısı binbeşyüze ulaşıyordu. Bunlardan üçyüzü
de süvari idi ve Süvarilepe iki hisse vermek gerekiyordu. Bu sebeple sözü geçen
arazi her biri yüz kişilik bir hisse ihtiva eden onsekiz parçaya bölüştü-küldü.
Hanefi âlimlerinin görüşü de budur. Nitekim 3015 numaralı hadis-i şerifte bunu
ifade etmektedir. Bu onsekiz hisseden herbiri Hayber'in tümüne nisbetle otuz
altıda bir hisse etmektedir ki netice itibariyle 3012 numaralı hadis-i
şerifteki "Hz. Peygamberin Hayber arazisini otuz altıya böldü" ifadesine
uygun düşmektedir.
Bilindiği gibi Rasûl-ü
Zîşan Efendimiz eline geçen hissesini olduğu gibi şahsî ihtiyaçlarına
sarfetmezdi. Zaruri ihtiyaçları dışında kalanları da yine elçileri ağırlamak,
müslüman esirleri ve köleleri kurtarmak gibi müslüman-ların ihtiyaçlarına sarf
ederdi.[292]
3011...
Bûşeyrb. Yesâr'dan (rivayet olunduğuna göre) kendisi peygamber (s.a)'in
sahabilerden bir cemaatı (şöyle) derlerken işitmiş: (Bü-şeyr burada
işittiklerini naklederken aynen) şu (bir önceki) hadisi zikretmiş ve (Hayber
gelirinin) "yarısı müslümanların ve RasûluIIah (s.a)'in idi. (kalan)
yarısını da müslümanların karşılaşacağı işler ve ani ihtiyaçlar için
ayırmıştı" demiştir.[293]
Musannif Ebû Dâvud bu
hadisi 3010 numarada mürsel olarâk nakletmişti. Burada ise Bûşeyr'in bu hadisi
almış olduğu sahabiler topluluğunu da vermek suretiyle aslında bu hadisini
merfû ve muttasıl olduğuna işaret etmek istemiş, sahabenin herbiri güvenilir
kimseler olduğundan isimlerini zikretmeye lüzum görmemiştir.
Bu hadis-i şerifte de
bir önceki hadisin şerhinde açıkladığımız gibi, Hz. Peygamberin Hayber
topraklarının yarısını müslümanlara ayırıp ondan humusu çıkararak hak
sahiplerine verdikten sonra, kalanı tüm Hudeybiye mü-cahidlerine bölüştürdüğü
ve bir mücahid olarak bundan kendisinin de hisse aldığı kalanyarısmı ise harbe
giren ya da giremeyen tüm müslümanların karşılaştıkları hâdiselerin halline,
elçilerin ağırlanmasına ayırdığı ifade edilmektedir.
Bir önceki hadisin
şerhinde açıkladığımız gibi, Hz. Peygamberin ailelerinin herbirinin zaruri
ihtiyaçları da müslüman bir ferd olarak bu ikinci yarıdan karşılanmıştır.[294]
3012...
Peygamber (s.a)'ın sahabilerinden (olan bir) erkekler (cemaatin)den (rivayet
olunduğuna göre); RasûluIIah (s.a) Hayber'i fethedince, oranın toprağını her
biri yüz hisseyi ihtiva eden otuz altı kısma böldü. Bunun yansı RasûluIIah
(s.a) ve müslümanlara aitti. Kalan yarısını da kendisine gelecek olan elçiler
(in ağırlanması) ile (müslü-manları ilgilendiren önemli) işler ve halkın
karşılaşacağı bazı zorluklamın halli) için ayırdı.[295]
3013...
Bûşeyr b. Yesâr'dan demiştir ki: Allah (c.c) Hayber'i Peygamberine fey olarak
verince (Hz. Peygamber) Hayber'i her biri yüz sehim ihtiva eden otuzaltı
parçaya ayırdı. Bunun yarısını karşılaşacağı hâdiselerin halli) ve kendisine
gelecek (elçi)ler (ve ihtiyaçlar) için ayırdı. Yani el-Vatiha (kalesi) ile
Küteybe (ismi verilen köyleri) ve bu iki yere tabi olan yerleri (sözü geçen
ihtiyaçlar için ayırdı) öbür yarısını da müslümanlar arasında paylaştırdı, (bu
da) Şakk (denilen kale) ile Netat (denilen topraklar) ve bu iki yere tabi olan
yerlerdir. Rasû-lullah (s.a)'in (bir Peygamber olması itibariyle humus payı
olarak ve müslüman bir mücahid olması sebebiyle de ganimet payı olarak bu
ikinci kısımdan aldığı) hisse (Şakk ve Netat) kalelerine bağlı olan kısımda
idi.[296]
3014...
Bûşeyr b. Yesâr'dan rivayet olunduğuna göre, Rasûlul-lah (s.a), Allah kendisine
Hayber'i fey olarak nasibedince oiîîuı tümünü otuz altı paya böldü. (Bunların)
yansını (yani her birî yüz sehim ihtiva eden onsekiz payı müslüman
(mücahid)lere ayırdı. Peygamber (s.a)in de (müslüman bir mücahid olarak bu
onsekiz pay içinde) müslümanlarla birlikte onlardan biri (nin hissesi) kadar
hisse (almak hakkı) vardı.
Rasûlullah (s.a)
(geriye kalan) onsekiz payı da , ki bu (tüm Hay-ber arazisinin) yarısıdır.
Karşılaşacağı hâdiseler ve müslümanların işleriyle ilgili olarak ortaya
çıkacak meseleler için (harcamak üzere) ayırdı. Bu da el-vatıh (kalesi) ile
Küteybe (denilen köyler) ve Selâlirn (kalesi) ve buralara tabi olan yerlerdir.
(Buralar) Peygamber (s.a) ile müslümanların eline geçtiği sırada,
müslümanların oraların işine yetecek kadar işçileri yoktu. Bunun üzerine
Rasûlullah (s.a) yahudileri çağırdı (mahsulün yarısı müslümanlara yarısı da
yahudilere olmak üzere oraları) onlara ortağa verdi.[297]
3015...
Kur'ân okuyucularından biri olan Mücemmi* b. Cariye el-Ensâri'den (şöyle)
dedi(ği rivayet olunmuştur.)
Hayber (ganimetleri ve
topraklan) Hudeybiye mücahidlerine bölüştürüldü. Rasûlullah (s.a) onu onsekiz
hisseyi ayırdı. Ve Asker(in sayısı) binbeşyüz idi. İçlerinde üçyüz atlı vardı.
(Hz. Peygamber atlıya iki yayaya bir hisse verdi.)[298]
3016...
ez-Zühri ile Abdullah b. Ebû Bekir ve Muhammed b. Mesleme'nin çocuklarının
birinden (rivayet olunmuştur. Bu kimseler) dediler ki: (Hayber'de bulunan)
bazı kaleler Hayber halkından (alınamamış onların elinde) kalmıştı. (Hayber
halkı bu) kalelere sığınmışlardı (derken) Rasûlullah (s.a) den kanlarını
bağışlayarak kendilerini sürgün etmesini istediler (Hz. Peygamber de öyle)
yaptı. Bunu işiten Fedek halkı da bu şartlarla kalelerinden indiler. (Ve teslim
oldular. Bunun üzerine Fedek arazisi) sadece Rasûlullah (s.a)'e ait oldu. Çünkü
(Müslümanlar, fethetmek için) oraya ne at ne de deve koşturmuşlardı.[299]
3017...
ez-Zühri’den rivayet olunduğuna göre; Said b. el-Müseyyeb o'na Rasûlullah (s.a)
Hayber'in bir kısmını savaş zoruyla fethetti" demiştir.
Ebû Dâvûd der ki:
Harib b. Miskine ( aşağıdaki şu hadis) gözümün önünde okundu (ben) tbn Vehb
size haber veriyor(um) ki Mâlik, İbnu Şihab'dan (naklen) bana (şöyle) dedi:
"Hayber'in bir kısmı harp zoruyla bir kısmı da barış yoluyla (fethedilmiş)
idi. Kuteybe ise, içerisinde sulh yoluyla (fethedilmiş kısımlar bulunmakla)
beraber ekserisi savaş zoruyla" (fethedildi. Ben Malik*e
"el-Küteybe'(nin durumu) nasıldır?
diye sordum. (Orası da) Hayber arazisi (içerisine dahil)dir. Hay-ber
arazisi (içerisinde) kırkbin hurma ağacı" (vardır) dedi.[300]
3018... İbn
Şihab'dan demiştir ki:
Bana erişti(ğine)
göre, Hayber, savaş zoruyla fethedilmiş ve (yine) savaş sonunda Hayber
halkından sürgün edilmek şartıyla (kalelerinden) inenler inmiş(savaş esnasında
can verenlerse orada kalmış)[301]
3019... İbn
Şihab'dan demiştir ki:
Rasûlullah, Hayber
(ganimetlerin)in beşte birini (Enam sûresinin kırk birinci âyetinde belirlenen hak
sahiplerine vermek üzere,) ayırdı, kalan(m yansın)ı da Hudeybiye
mücahidlerinden (Hayber savaşında) bulunanlara ve bulunmayanlara paylaştırdı.[302]
3020... Ömer
(b. Hattab (r.a) dan (şöyle) dedi(ği) rivayet olunmuştur.)
"Müslümanların
sonradan gelecek olan nesilleri (söz konusu) olmasaydı ben her fethettiğim
köyü Rasûlullah (s.a)'ın Hayber'i paylaştırdığı gibi paylaştırırdım.[303]
Şam yolu üzerinde,
Medine'ye ktrksekiz millik mesafede bulunan ekinlikleri ve hurma bahçeleri bol
olan Hayber şehri Natat, Sıkk ve Küteybe diye üç bölgeye ayrılır, her bölge de
çeşitli kalelerden meydana gelir.
1. Natat Bölgesi: a- Naim b- Sa'd b. Muâz c- Zübeyr(kulle) kalelerinden,
2. Sıkk Bölgesi: a- Ubeyy b- Nizâr (Beriy) kalelerinden
3. Küteybe Bölgesi: a- Kamus b- Vatih c- Selalim kalelerinden oluşur.[304]
Hayber arazisinin bir kısmı boş, sahipsiz ve müdafasızdı. Hayber'in yarısını
teşkil eden bu kısmın harpsiz olarak elegeçtiğindenfey hükmüne girdiği için
Hz. Peygamberin hakkı idi ve Hz. Peygamber'e verildi. Kalan yarısı ise, savaş
zoruyla fethedildiği için ganimet hükümlerine göre 3010 mımarah hadisin
şerhinde açıkladığımız şekilde bölüştürülmüştür. Nitekim 3017 numaralı hadis-i
şerifte de bu husus açıkça ifade edilmektedir.
Hayber savaşı,
Hudeybiye seferinden hemen sonra vukubulduğu için, Hayber ganimetleri,
Hudeybiye mücahidlerinin tümü arasında bölüştürülmüştür. Bunlardan Hayber
savaşına katılan da katılmayan da ganimet taksimi esaslarına uygun olarak
Hayber ganimetlerinden pay almıştır.
Medine'ye iki günlük
mesafede bulunan Fedek yahudileri ise, Hayber'in muhasarası sırasında
reislerini Rasûlullah (s.a)'e göndererek bütün Fedek toprakları Rasûlullah'ın
olmak üzere, kendilerinin yarıcılıkla yerlerinde bırakılmalarını arz ettiler.
Onların bu.dilekleri kabul buyrulup yürürlüğe kondu.
Dolayısıyla Fedek
arazisi fey hükümlerine girdiği için,Hz. Peygamberin olmuştur. Fakat Hz.
Peygamber, bunun da büyük bir kısmını müslümanlann ihtiyaçlarına sarfetmiştir.
Mevzumuzu teşkil eden
bu babın hadislerinden 3016 numaralı hadis ile 3017, 3018 ve 3019 numaralı
hadisler miirseldir.
3020 numaralı hadis-i
şerifte ise, Hz. Ömer'n halifelik döneminde fethettiği bazı toprakları gelecek
nesilleri düşünerek, mücahidlere dağıtmadığı ifade edilmektedir. Bu bakımdan
âlimler, bu şekilde, savaş zoruyla fethedilen bir toprağın gazilere
bölüştürülüp, bölüştürülmeyeceği konusunda ihtilafa düşmüşlerdir. Hanefi
âlimlerine göre, devlet başkanı bu toprakları gaziler arasında taksim etmek,
ya da onu bölüştürmeyip müslümanların ihtiyaçlarına sarf etmek hususlarından
birini seçmekte serbesttir.
İmam Şafiî'ye göre ise
bu topraklarında aynen Rasûl-u Ekrem'in Hayber arazisini bölüştürdüğü gibi
bölüştürülmesi gerekir.
İmam Mâlik'e göre ise
bu gibi topraklar aynen Hz. Ömer'in yaptığı gibi bölüştürülmeden oldukları
gibi bırakılırlar. Çünkü Hz. Ömer'in bu uygulaması bütün sahabilerin gözleri
önünde cereyan etmiş ve onlardan hiçbiri buna itiraz etmemiş, dolayısıyla bu
uygulama icma hükmüne erişmiştir.[305]
3021...
İbn-i Abbâs'dan demiştir ki:
Fetih yılında Abbâs b.
Abduhnuttalib, Mehrizzahran (denilen yer) de Ebû Süfyan b. Harb'i Rasûlullah
(s.a)'e getirmiş. (Ebû Süfyan da orada) müslüman olmuş. Bunun üzerine Hz.
Abbâs, Hz. Peygamberce: "Ey Allah'ın Rasûlü, Ebû Süfyân şu (dünyalık)
övünmeyi seven bir kişidir. Binaenaleyh O'na da (kendisiyle övünebileceği) bir
şey versen" (çok iyi olur.) demiş. (Bunun üzerine Hz. Peygamber de)
"Evet. Ebû
Süfyân'ın evine giren emniyettedir. (Kendi evine girip de) kapısını (üzerine)
kapayan kimse de emniyettedir." buyurmuştur.[306]
3022...
İbn-i Abbas'dan demiştir ki:
Rasûlullah (s.a)
(ordusuyla beraber gecelemek üzere) Mehrizzahran (denilen yer) e inince,
(kendi kendine) -Allah'a yemin olsun ki: Eğer Rasûlullah (s.a) Mekkeli'ler kendisine
gelip de emân istemelerinden önce Mekke'ye zorla girecek olursa, bu Kureyş'in
helaki (olur)- dedim, Rasûlullah (s.a)'ın katırının üzerine oturdum ve (yine
kendi kendine) "Herhalde Mekke'ye giden (ve yolu buradan geçen) iş-güç
sahibi birini bulurum da (Mekke'ye varınca) (Ku-reyşlilerin) Hz. Peygamber (in
karşısın)a çıkmaları ve ondan emân istemeleri için Rasûlullah (s.a)'in (şu)
durumunu onlara haber verir" dedim. (Bu maksatla) yürüyordum ki birden
bire Ebû Süfyan'la Budeyl b. Verka'nın ses(ler)ini işittim, ve
“Ey
Ebû'l-Hanzala!Mdiye seslendim. Sesimi hemen tanıdı ve:
“Ebu'l-Fadl'mısın?"
dedi.
"Evet!"
cevabım verdim.
"Anam, babam sana
feda olsun! Bu ne hal böyle?" dedi (bende):
“Bu, Rasûlullah (s.a)
ve (şu askerlerde ona tabi olan) insanlardır." dedim. (Bunların hücumundan
kurtulmak için)
"Çâre ne
nedir?" diye sordu ve arkama bindi. Arkadaşı (ise Mekke'ye) dönüp gitti.
Sabah olunca onu Rasûlullah (s.a)'in huzuruna götürdüm. (Ora da) müslüman oldu.
(Ben de):
"Ey Allah'ın
Rasûlu muhakkak ki Ebû Süfyân şu (dünyalık) övünmeyi seven bir kişidir. O'na
da (övünebileceği) birşey ver!" dedim. (Hz. Peygamber de):
"Evet Ebû
Süfyân'ın evine giren emniyettedir, (kendi) Evini (n kapısını kendi) üzerine
kapayan kimse de emniyettedir. Mescide giren emniyettedir" buyurdu. Halk
evlerine ve mescide (girmek üzere dağıldılar.)[307]
3023...
Vehb. b. Münebbih'den demiştir ki: Cabir'e "Fetih günü (gaziler) ganimet
alarak birşey aldılar mı?! diye sordum da "Hayır!" (almadılar) diye
cevap verdi.[308]
3024... Ebû
Hûreyre'den demiştir ki:
Peygamber (s.a)
Mekke'ye gir (meye karar ver) ince Zübeyr b. el-Avvâm ile Ebû Ubeyde b. Cerrah
ve Halid b. Velid'i at üzerinde Mekke'ye gönderdi ve
“Ey Ebû Hüreyre!
Ensâr'a seslen!" (de toplansınlar) dedi. (Ben ensarı çağırdım, bunun
üzerine ensar Hz. Peygamberin huzurunda toplandılar. Hz. Peygamber de onlara
hitaben):
"Şu yolu
takibediniz. Sizi (Kureyş'ten) hiçbir kimse görmesin. Görecek olursa onu
öldürürsünüz" dedi. (Mekke'ye girilince) birisi:
"Bu günden sonra
artık Kureyş yoktur!" diye bağırıverdi. Ra-sûlullah (s.a) de:
(Ebû Süfyân'ın)
"ev (in) e giren emniyettedir. Silâhı (m elinden) atan emniyettedir."
buyurdu. Kureyiş'in ileri gelenleri gidip Kâ'be'ye girdiler, Peygamber (s.a)
Kâ'be'yi makamı (İbrahim'i)n arkasından (geçerek) tavaf etti". Sonra
(Kâ'benin) kapı(sı)mn sövelerini tuttu (Ku-reyşin ileri gelenleri de Kâ'be'den)
çıktılar ve Peygamber (s.a)'e İslâm üzere (kalacaklarına dair) biat ettiler.
Ebû Dâvûd der ki;
Ahmed b. Hanbel'e bir adamın Mekke harple mi (fethedildi?) diye sorduğunu
işittim. (Ahmed b. Hanbel de ona); Her nasıl olursa sana zararı var mı?
cevabını verdi. (Adam); Peki ya sulh (yoluyla mı alındı?) deyince
"Hayır" karşılığını verdi.[309]
Mekke, Arap yarım
adasının Hicaz bölgesindedir. Batlamyus'a göre; Mekke magrib tarafından 78
derece tul, 23 (veya 21) derece arz dairesinde seretan burcunun alt noktasında
ve ikinci iklimde bulunmaktadır.[310]
Mekke hicretin
sekizinci (Miladi 630) senesinde fethedilmiştir. Feth se-bebhKureyş
müşriklerinin Hudeybiye antlaşmasını bozarak Peygamberimizin müttefiki ve
akrabası olan Huzaa'ları kendilerinin müttefikleri bulunan Beni Bekirlere
öldürtmeleri ve Peygamberimiz tarafından yapılan anlaşma teklifini de
reddetmeleri idi.
Daha sonra Ebû Süfyân
Kureyş'in yaptığı işin vehâmetini anlayınca yeni bir sulh teşebbüsüne girişmiş
ise de bu teşebbüsünden müsbet bir netice alamadan Mekke'ye döndü.
Ebû Süfyân Mekke'ye
gidince Peygamberimiz, kendisinin yol hazırlığını görmesi için Hz. Aişe'ye
emir verdi.
"Yol hazırlığını
yap. Bunu her hangi birine söyleme işini gizli tut** buyurdu. Hiç kimse ne
için hazırlamldığım bilmiyordu.[311]
Rasûl-ü Ekrem,
Mekke'yi fethetme hazırlığını sadece Hz. Ebû Bekir'e açıkladı ve bunu gizli
tutmasını tenbih etti.[312]
Nihayet Hz. Peygamber,
onbin kişilik bir kuvvetle Mekke üzerine yürüdü. Ordu Mehrizzahrân denilen
yere gelince, gecenin orada geçirilmesi için emir verdi.
Ordu orada gecelemekte
iken, Rasûl-ü Ekrem'in Kureyş'in gönderebileceği casuslara dikkati çekti ve
küçük bir süvari birliğini onları yakalamakla görevlendirdi. Süvariler, yine
Hz. Peygamber'in işaretiyle, içlerinde Ebû Süfyân'ın da bulunduğu Kureyş
casuslarını Erak denilen yerde yakalayıp getirdiler. Onlar, kendilerinin Hz.
Abbâs'a götürülmelerini istediLr. Ebû Süfyân ordugaha girdiği zaman
müslümanlar onu bıçak ve elleriyle parçalamak için koşuşmaya başlayınca Ebû
Süfyân,
"Ey Muhammed
öldürülüyorum!" diye feryat etti. Casuslar kendilerinin Hz. Abbas'a
götürülmelerini istediler. Hz. Abbas cahiliyye çağında Ebû Süfyân'ın dostu idi.
Hz. Abbâs
Mehrizzahravân'da kendi kendine "Eyvah Kureyşli'lerin akıbeti çok yaman
olacak. Her halde, bir oduncu veya bir çoban ya da iş-güç sahibi birini bulup
Mekke'ye gönderirim üzerlerine Rasûlullah (s.a)'in gelmekte olduğunu haber
verir. Rasûlullah Mekke'ye varmadan önce gelirler, ondan emân dilemek imkânını
bulurlar." diye düşünürken Ebû Süfyân'la Büdeyl b. Verâ'nın seslerini
işitti. Ebû Süfyân'ı tanıdı. Ona:
"Ey Ebû
Hanzala!" diye seslendi. O da, Hz. Abbâs'ı sesinden tanıdı.
“Fadl'ın babası sen
misin?" dedi.Hz. Abbâs da
"Evet" dedi.
Ebû Süfyân:
"Babam, anam sana
feda olsun? Ne var? Arkandakilerden ne haber var?" diye sordu. Hz. Abbas:
"Yazıklar olsun
sana ey Ebû Süfyan! Arkamdaki, Rasûlullah (s.a)'dir ve Müslümanlardan onbin
kişilik, karşı koyamayacağınız bir ordunun başında size doğru yönelmiş
geliyordur?"
"Vallahi,
Kureyşli'lerin sabahı yaman olacak vay onların başına geleceklere" dedi.
Ebû Süfyân
"-Babam, anam sana feda olsun! Bana, bir çâre, bir tedbir var mı?"
diye sordu. Hz. Abbâs
"Evet!
Vardır!" dedi. Ebû Süfyân
"Ne yapmamı bana
emr ve tavsiye edersin?" diye sordu. Hz. Abbas
“Vallahi, Rasûlullah
(s.a)'dan başkası tarafından ele geçirilecek olursan, muhakkak öldürülürsün!
Haydi şu katırın arkasına bin de seni, Rasûlullah'ın yanına kadar götüreyim.
Kendisinden, senin için emân dileyeyim" dedi. Ebû Süfyân
"Vallahi, benim
görüşüm de böyledir." dedi. Hz. Abbas:
"Ebû Süfyân'ı
süvarilerin ellerinden kurtardı.
Hz. Abbas,
Peygamberimizin boz katırının üzerinde, Ebû Süfyân da terkisinde olduğu halde
onu Hz. Peygamber'in huzuruna getirdi.
Rivayete göre; Hz.
Abbâs:
"Yâ Rasûlullah!
Ebû Süfyân, Hakim b. Hizam ve Büdeyl b. Verkâ'a ben emân vermiş bulunuyorum.
Onlar, huzuruna girecekler." dedi.Peygamberimiz:
"Onları, içeri
al!" buyurdu. İçeri girdiler. Gecenin geç vakitlerine kadar
Peygamberimizin yanında kaldılar.
Peygamberimiz,
onlardan, Mekke'liler hakkında bilgi aldı ve kendilerini müslümanlığa davet
etti:
"-Allah'dan başka
ilâh bulunmadığına ve benim de Allah'ın Rasûlü olduğuma şehâdet ediniz."
buyurdu.
Hakim b. Hizam'la
Budeyl b. Verkâ' hemen şehadet getirdiler ve müslüman oldular.
Ebû Süfyân ise
"Vallahi, Ey Muhammedi Senin Rasûlullah olup olmadığın hakkında kalbimde
azıcık bir işkil var! Bana, biraz mühlet versen olmaz mı?"
dedi.Peygamberimiz, Hz. Abbâs'a:
"Biz bunlara emân
verdik. Kendilerini artık, konak yerine götür!" dedi.Ebû Süfyân hakkında
da:
"Ey Abbâs! Onu
konak yerine götür! Sabahleyin yanıma getir!" buyurdu.
Hz. Abbâs, onu alıp
konak yerine götürdü. Ebû Süfyân, geceyi, Hz. Abbâs'ın yanında geçirdi.[313]
Hz. Abbâs, sabahleyin
Ebû Süfyân'ı alıp Peygamberimizin yanma getirdi. Sonra Ebû Süfyân
Peygamberimize:
"Babam anam sana
feda olsun! Usluluk ve yumuşak huylulukta, şereflilikte, akrabalık hakkını
gözetmekte senden daha üstünü yoktur.
Vallahi, sanırım ki:
AHah'dan başka ilâh olmasa gerek!
Çünkü, Allah ile
birlikte başka ilâh bulunmuş olsaydı, elbette beni zararlardan korur,
yararlardan yararlandınrdı!
Ey Muhammedi Ben,
ilâhımdan yardım diledim. Sen de ilâhından yardım diledin.
Vallahi, ben, ne
zaman, seninle karşılaştımsa, senin, bana galip geldiğini gördüm!
Eğer, benim ilâhım
hak, senin ilâhın bâtıl ve boş olsaydı, ben sana galip gelirdim!" dedi.
Peygamberimiz:
"Yazıklar olsun
sana ey Ebû Süfyân! Senin için, benim Rasûlullah olduğumu öğrenme zamanı daha
gelmedi mi?" buyurdu.
Ebû Süfyân:
"Babam, anam sana
feda olsun! Usluluk ve yumuşak huylulukta, şereflilikte ve akrabalık hakkını
gözetirlikte senden daha üstünü yoktur.
Senin Rasûlullah
oluşuna gelince "Vallahi, bu hususta içimde biraz işkil vardı. Şimdi bile
içimde onlardan biraz şeyler bulunuyor!" dedi.Hz. Abbas:
"Yazıklar olsun
sana! Boynun vurulmadan önce, müslüman
ol:
Allah'dan başka ilâh
bulunmadığına ve Muhammed'in Rasûluüah olduğuna şehâMet getir!" dedi.
Nihayet Ebû Süfyân,
hakka şehadet getirip müslüman oldu, Ebû Süfyân, Hakim b. Hizam ve Büdeyl b.
Verka, Peygamberimize İslâmiyet üzerine bey'at ettiler.[314]
Hz. Abbas:
"Yâ Rasûlallah!
Ebû Süfyân, kavmimizin eşrafından Ve yaşhlanndan-dır. Övülmeyi, üstün
tanınmayı, üstün tutulmayı seven bir adamdır. O'na Övüneceği bir şey lütfetsen
olmaz mı?" dedi.Peygamberimiz:
"Olur! Kim, Ebû
Süfyân'ın evine girer, sığınırsa, ona emân verilmiştir!” buyurdu. Ebû Süfyân:
"Benim evime mi?
Benim evime mi?" dedi. Peygamberimiz:
"Evet"
buyurdu.Ebû Süfyân:
"Benim evimin ne
genişliği var ki?" dedi.Peygamberimiz:
"Kim, Kabe'ye
girer, sığınırsa ona emân verilmiştir" buyurdu.Ebû Süfyân:
“Kabe'nin ne genişliği
var ki?" dedi.Peygamberimizin:
“Kim, Mescid-i Haram'a
girer, sığınırsa, ona emân verilmiştir!" buyurdu.Ebû Süfyân:
"Mescid-i
Haram'ın ne genişliği var ki?" dedi.
"Kim kapısını
üzerine kapayıp evinde oturursa ona emân verilmiştir! Kim silâhını elinden bırakırsa,
ona da emân verilmiştir!” buyurdu.Ebû Süfyân:
"İşte, bu,
geniştir!" dedi.[315]
1. Şâfiîler
ve diğer bazı âlimlere göre, Mekke-ı Mukerreme nın evlerini satmak ve kiraya
vermek caizdir. Çünkü bu hadiste ev Ebû Süfyân'a izafe edilmiştir. Kaideye
göre insana izafe edilen bir şey onun mülkü olmasını gerektirir.
2. Hadis-i
Şerif, Hz. Ebû Süfyân'ın tslâm'a yatıştırıldığına ve onun şerefli bir insan
olduğuna delildir.
3. Mekke'ye
giren bir kimsenin ilk yapacağı iş mutlak surette "Kabe'yi tavaftır"
diyenler bu hadisle istidlal etmişlerdir.
4. Mekke'nin
harble mi, sulhan mı alındığı âlimler arasında ihtilaflıdır, îmam Azam'la
Mâlik, Ahmed b. Hanbel ve Cumhura göre, harben alınmıştır. İmâm Şafiî, sulh
yolu ile alındığına kail olmuştur. Mâziri, İmam Şafiî'nin bu hususta yalnız
kaldığını söylemiştir.[316]
5. Bir
müşrik İslâm diyarına gider, orada müslüman olursa iddet süresi bitmeden önce
müşrike karısına dönmesi halinde aralarındaki eski nikâhları geçerli olur.
6. Küfür
diyarını fetheden bir İslâm kumandanı, oranın halkından İstediğini öldürüp
istediğine emân vermeye yetkili olduğu gibi, oranın topraklarını gaziler
arasında bölüştürmeyerek eski sahiplerinin ellerinde bırakma yetkisine de
sahiptir.
7. Mekke
topraklarından haraç alınamaz. Çünkü orası Allah'ın haram kıldığı bir yerdir.
Bu bakımdan orası harp zoruyla fethedilmiş bile olsa topraklarından haraç
alınamaz Cumhur ulemanın görüşü budur.[317]
3025... Vehb
(ibn Münebbih)'den demiştir ki: Câbir'e Sakif (kabilesin)in durumunu sordum.
Çünkü (onlar müslüman olduklarına dair Hz. Peygambere) biat etmişlerdi. Câbir
de- (Onlar) Peygamber (s.a)'e kendilerine zekat ve cihâd (mükellefiyetlerinin)
olmamasını şart koştular- cevabını verdi. (Câbir) daha sonra -Peygamber (s.a)i
(onlar ileride tam manâsıyla) "müslüman oldukları vakit (kendiliklerinden)
zekat da verecekler cihâd da edecekler." derken işitmiş.[318]
3026...
Osman b. Ebi'l-As'dan demiştir ki:
Sakif (kabilesin)in
heyeti (müslümanlığı kabul etmek gayesiyle) Rasûlullah (s.a)'e geldikleri
vakit, (Peygamber Efendimiz) onları kalplerinin daha da incelmesi (ve
hassaslaşması) için mescide indirmiş. (Onlar müslümanlığı kabul edebilmeleri
için) cihâdla öşürle ve namazla mükellef tutulmamalarını hz. Peygambere şart koşmuşlar.
Rasûlullah (s.a) de:
"Size
(muvakkaten) cihâda çağrılmama ve öşürden muaf tutulma (hakkı tanıyorum.
Fakat) namaz bulunmayan dinde hayır yoktur."
Bu bakımdan geçici
olarak dahi olsa sizi namazdan muaf tutamam buyurmuştur.[319]
Taif :İkinci iklimde
yirmibir derece arz (enlem) dairesinde, rakımı yüksek, akar suları ekinlikleri,
hurma bahçeleri üzüm bağları bulunan, muz ve benzeri meyveler yetişen,
Mekke'nin doğusunda Mekke'ye iki, üç merhalelik büyük bir şehirdir.
Mekke'den Taife yaya
yürüyüşüyle bir günde çıkılır, Oradan Mekke'ye yarım günde inilir.
Hicretin onuncu
yılında Huneyn gazvesinden sonra Benû Hevazin kabilesi, müslüman oldukları
için azad edilmişti. Kaçaklardan bazıları ise Ev-tas vadisinde toplanmışlar ve
bunlarda bir İslâm müfrezesi tarafından esir edilmişlerdi. Savaştan kaçan Benû
Sakîf kabilesi de gidip Taife kapanmışlardı.[320]
Bunun üzerine,
Peygamberimiz Taif'i kuşattı. Taifliler en şiddetli bir şekilde günlerce ok
savaşı yaptılar.
Sakîfliler 10-19 gece Taif'ten
müslümanlara ok ve taş atarak savaştılar.[321]
Bu kuşatmadan bir
sonuç alınamadığından kuşatma kaldırıldı. Bir sene sonra Taif halkı,
kendiliklerinden gelip müslüman oldular.[322]
Müslüman olmak üzere
Medine'ye gelen Sakîf heyetini Peygamber Efendimiz mescidde kabul etti. Onları
mescidde kabul etmekle, mescidde cemaat halinde namaz kılan müslümanları
görerek kalplerinin incelmesini ve dolayısıyla İslâm'a karşı olan ilgilerinin
daha artmasını umuyordu.
Sakîfliler
kendilerinin cihâd, zekat ve namazdan muaf tutulmaları şartıyla İslâm'a
girebileceklerini bildirdiler.
Hz. Peygamberse onlara
kendilerinin cihâdla zekattan muaf tutulabileceğini, fakat namazsız bir dinde
hayır olmadığında namazdan muaf tutamayacağını bildirdi. Onlar da bu şartla
İslâm'a girmeyi kabul ettiler.
Peygamber Efendimizin,
onları zekât ve cihâddan muaf tutmasının sebebi, aslında henüz onların zekat
vermek ve cihâd etmekle mükellef olmamalarıydı. Çünkü yeni müslüman
oluyorlardı.
Zekatla mükellef
olmaları için mallarının üzerinden bir sene geçmesi gerekirdi. O anda Umûmi
seferberlik ilân edilmiş olmadığı için cihâdla da mükellef değillerdi. Bu
sebeple onları geçici olarak zekat ve cihâddan muaf tuttu.
Onlar İslâm'a
girdikten sonra, yapacakları güzel amellerle kalplerinin genişleyip İslâm'a
ısınacağını ve zamanla kendiliklerinden zekatlarını verip ve cihâda koşacakları
kendisine bildirildiği için onları zekatla cihâddan muvakkaten muaf tutmuş
olması da mümkündür.
Fakat günde beş vakit
namaz kılmak, her müslümana farz olduğundan onların namazdan muaf tutulma
tekliflerini reddetti.
Sakîf kabilesi, kendi
azalarıyla müslüman olduklarından Tâif arazisi haraç arazisi değil mülk
arazisidir.[323]
3027... Amir
b. Şehr'den demiştir ki:
Rasûluliah (s.a) (bir
Peygamber olarak ortaya çıkınca (benim mensup olduğum, Yemen'deki) Hemdân
(kavmi) bana:
"Sen bize bir
öncü olarak şu (Peygamber olduğu söylenen) adama gider misin? Eğer sen bizim
için ondan hoşlanacak bir durum görürsen (gelip bize haber verirsin) onu(n
peygamberliğini) biz de kabul ederiz. Fakat (onda) hoşlanmadığın bir durum
görürsen, ondan bizde hoşlanmayız!" dedi(ler). Ben de:
"Evet
giderim" dedim ve Rasûlullah (s.a)'in huzuruna vardım. Ve (onun) dinini
beğendim (gelip kavmime haber verdim) kavmim de müslüman oldu. (Bunun üzerine)
Rasûlullah (s.a) (orada bulunan) Umeyr Zû Merrân'a şu mektubu yazdı... Malik b.
Merare er-Rehavî'yi de tüm (Yemen halkına elçi olmak üzere) Yemen'e gönderdi,
(onu gön-derince) Akk Zû- Hayvan (isimli şahıs) da müslüman olurdu. Akk (ismindeki
bu zat)a "Rasûlullah (s.a)'e git de köyün ve malın için ondan bir emân
al!" denildi. (O da) bunun üzerine (yola çıkıp Hz. Peygamber'e) vardı.
Rasûlullah (s.a) de (şu mektubun) ona yazıl(ıp verilmesini emretti:
"Rahman ve Rahim
olan Allah'ın ismiyle (başlarım) Allah'ın Rasûlii Muhammed'den Akk Zû Hayvan'a.
Eğer (Akk Zû Hayvan isimli bu adam) toprağı, malı ve kölesi üzerindeki (hak
iddiasında gerçekten) doğru söylüyorsa, emân ve Allah'ın zimmetiyle Rasûlü
Muhammed'in zimmeti ona aittir." ve (bu mektubu) Halid b. Said b. el-As
yazdı.[324]
Tercümede parantez
içerisinde de işaret ettiğimiz gibi bu hadisin Râvisi Amir b. Şehr, Yemen'den
ve Hemdan kabilesin-dendir. Hadis-i şeriften anlaşıldığına göre, kabilesinin
onu Hz. Peygamber'e bir temsilci olarak göndermesiyle, önce kendisi sonra da
kabilesi müslüman olmuştur. Hemdan kabilesi müslümanlığa girince Hz. Peygamber
onlara tebrik mahiyetinde bir mektup göndermiştir.
Bu mektubun metni
hadiste geçmiyor. Taberani'nin Umeyr Zû Merran'dan naklettiği bir hadis-i
şerifte bu mektubun şu lafızlardan ibaret olduğu ifade ediliyor:
"Umeyr Zû
Merrân'a ve Hemdan'dan İslâm'a girenlerin hepsine! Gelelim sadede selam sizin
üzerinize olsun. Kendisinden başka gerçek ilah bulunmayan Allah'a olan hamdini
size (bildirerek sözlerime başlıyorum) Biz rum topraklarından gelince sizin
İslâm'a girdiğiniz haberi bize ulaşmış oldu. Sizlere müjdeler olsun ki, Allah
sizi doğru yola iletmiştir.”
Rasûlullah (s.a) tüm
Yemen halkına elçi olarak da Malik b. Merare er-Rehavi isimli sahabiyi
göndermiş ve eline bir de Akk zû Hayvan isimli şahsa hitaben yazılmış bir
mektup vermiş mektupda
“Ey Akk (sana gelen bu
Malik isimli zât) gerçekten (kendisine verilen) sırlan muhafaza etti. Emaneti
yerine getirdi. Elçilik görevini yaptı. Seni onun vasıtasıyla hayra davet
ediyorum,." anlamında ibareler varmış. Bu mektubu okuyan Akk da müslüman
olmuş, bunu işiten Yemen'liler O'na "Madem müslüman oldun, git de Hz.
Peygamber'den köyünün ve mallarının emniyette olacağına dair bir yazı al"
demişler. Onun müracaatı üzerine Hz. Peygamber kendisine "Gerçekten bu
mallar ve köyde çalışan köleler kendi-sininse ve bu şahıs bu malların
kendisinin olduğuna dair yaptığı beyanatında doğru ise, bu mallar Allah'ın ve
Rasûlünün teminatı altındadır. Onlara bu zattan gayrisi dokunamaz"
mealinde bir yazı vermiştir.
Bu durumda Yemen
arazisi mülk arazisidir ve öşre tabidir. Çünkü burası harpsiz alındığından,
toprakları olduğu gibi sahiplerine bırakılmıştır.[325]
3028...
Ebyaz b. Hammal'dan (rivayet olunduğuna göre) Kendisi elçi olarak vardığı
zaman Rasûlullah (s.a)'le zekat hakkında konuşmuş da (Hz. Peygamber):
"Ey Seba'mn
kardeşi zekât (vermek) elbette lazımdır" buyurmuş. Bunun üzerine Ebyaz:
"Ey Allah'ın
Rasûlü! Biz pamuğu ektik. (Fakat bir süre sonra) Sebe (halkından herbiri bir
tarafa) dağıldı gitti. Onlardan Mearibde bulunan az bir cemaatın dışında kimse
kalmadı." demiş. Bunun üzerine Peygamber (s.a) Mearib'de Seba'
(halkın)dan kalanlarla her sene (öşür olarak) meafir kumaşı kıymetinde bir
kumaştan yetmiş takım elbise üzerinde anlaşma yaptı. Seba (halkı) Rasûlüllah
(s.a) vefat edinceye kadar (bu elbiseleri vermeye) devam ettiler.
Rasûlüllah'ın vefatından sonra tahsildarlar Ebyaz b. Hammal'la Rasûlüllah
(s.a) in yapmış oldukları (öşür olarak senelik) yetmiş elbise üzerindeki anlaşmayı
(Yemen halkının) aleyhine (olacak şekilde) bozdular. Ebû Bekir (r.a) bunu
(tekrar) Rasûlüllah (s.a)in koymuş olduğu hâle çevirdi. (Bu hal) Ebû Bekir
vefat edinceye kadar (devam etti) ölünce bu anlaşma bozuldu (ödenmesi gereken
kıymet kitap ve sünnetle belirlenmiş olan) zekat (mikdarı) üzerinden (tesbit
edilmiş) oldu.[326]
Bezlü'l-Mechûd
yazarının açıklamasına göre, Hz. Peygamberin Seba' halkıyla her sene zekat
olarak meafir kumaşı değerindeki bir kumaştan, yetmiş kumaş verilmesi esası
üzerindeki anlaşması zekat olarak verilecek mikdarın meçhul kalmaması ve
kesinlikle belirlenmiş olması içindir. Eğer bu anlaşma sadece "yetmiş
kumaş" sözüyle neticelendirilmiş olsaydı, muhakkak ki ileride bir takım
anlaşmazlıklar ortaya çıkabilirdi.
Ancak burada şöyle bir
müşkil vardır. Zekatın mikdarı Allah tarafından belirlendiği halde, bir
maslahata mebni olarak devlet reisinin onun mik-darım bir sulh mevzusu yapmaya
ve bu mikdarı düşürmeye hakkı var mıdır. Yoksa zekatın mikdarı üzerinde bir
anlaşma müzakeresine girmek sadece Hz. Peygambere ait özel bir durum mudur?
Eğer bunun bütün müslüman devlet reislerinin salahiyeti dahilinde olduğu kabul
edilirse Hz. Peygamberin bir devlet başkanı öıarak bu hakkını kullandığı, Hz.
Ebû Bekir de bir maslahata mebni olarak bu anlaşmanın devamına karar verdiği,
ancak Hz. Ömer devrinde onun devamında bir maslahat görülmediği için Seba'
halkının zekatlarını meafir kumaşı değerinde bir kumaştan yapılmış yetmiş
takım elbise yerine, zekatın asli mi'.vdarı üzerinden ödemeleri uygun görüldüğü
ve bu sebebden de daha önceki anlaşmanın yürürlükten kaldırıldığı anlaşılır.
Ancak hadisin
zahirinden anlaşılan, yapılan bu anlaşmanın zekatın mikdarı üzerinde olduğu
anlaşılıyor. Bunun Hz. Peygamberin hususiyetinden olması gerekir. Fakat anlaşma
mevzuu olan şeyin zekatın mikdarı değil, öşür mikdarı olduğu kabul edilirse o
zaman bu hakkın tüm devlet başkanları için de mevcut olduğu muhakkaktır.
Yemen halkı
kendiliklerinden müslüman oldukları için toprakları sahiplerinin elinde
bırakılmıştır. Bu durum Yemen topraklarının mülk arazi olmasını gerektirir.[327]
3029... İbn
Abbâs'dan (rivayet olunduğuna göre) Peygamber (s.a) (vefatı esnasında) üç şeyi
vasiyet ederek "Müşrikleri arap (yarım) adasından çıkarınız, gelen
heyetlere benim yaptığım gibi ikramda bulununuz../' dedi. İbn-i Abbas dedi ki:
"üçüncüyü söylemedi -yahutta-onu (söyledi de) ben unuttum" (Humçydi
(nin) Süfyan'dan naklettiğine göre Süleyman "said üçüncüyü de söyledi mi,
söylemedimi (pek iyi) hatırlayamıyorum" demiştir.)[328]
Hadisin zahirinden
anlaşıldığına göre, Hz. Peygamber vefatı esnasında ümmetine uç vasiyette
bulunmuş. Bunlardan biri Hz. İsa'yı ilahlaştıran hıristiyan müşrikleriyle Hz.
Üze-yir'in Allah'ın oğlu olduğunu söyleyen yahudilerin ve tüm müşriklerin arap
yarım adasından çıkarılması.
İkincisi gelen
heyetlerin yine eskisi gibi güzelce ağırlanması ile ilgilidir.
Üçüncü vasiyete
gelince onu Hz. İbn Abbâs pek iyi hatırlayamamakta-dır. Hz. îbn-i Abbâs'ın
rivayetine göre, onu ya Hz. Peygamber söylemekten vazgeçmiştir. Yahutta Hz.
Peygamber söylemiştir de ibn Abbâs kendisi unutmuştur. Hadisin zahirinden
anlaşılan budur. Avnü'l-Mabûd yazarının açıklaması da böyledir. Ancak
Bezlü'l-Mechiîd yazarı bu görüşte değildir. O'na göre, metinde geçen
"üçüncüyü söylemedi yahutta (söyledi ama) ben unuttum" anlamındaki
sözü söyleyen Hz. Abdullah b. Abbâs değil, bu hadisi ondan nakleden Said b.
Abbâs adıyla da anılan Said b. Cübeyr'dir. Yine Bezi yazarının açıklamasına
göre, Hafız İbn Hacer (r.a) bu meseleyi açıklarken "bu sözün ravi
Süleyman el-Ahvel"e ait olduğunu ve ravi Süleyman bu sözüyle hadisi
kendisine rivayet eden Said b. Cübeyr'in bu üçüncü vasiy-yeti kendisine nakledip
etmediğini iyice hatırlayamadığını söylemek istemektedir" diyor. Metnin
sonuna ilave ettiği ta'likten musannif Ebû Davûdun da bu görüşte olduğu
anlaşılıyor. Her ne sebeple olursa olsun, bize intikal etmemiş olan bu üçüncü
vasiyyetin ne olabileceği konusunda da ulema çeşitli görüşler ileri
sürmüşlerdir. Bu görüşleri şu şekilde özetleyebiliriz:
1- Bu üçüncü
vasiyyet Kur'an'a sarılmaktır. Davûd ile İbn Tîn bu görüştedirler.
2- Bunun
Usame b. Zeyd kumandasında düşman üzerine gönderilmesi planlandığı halde henüz
gönderilmemiş olan ordunun hazırlanarak gönderilmesiyle ilgilidir. İbn Battal,
ashabın bu ordunun düşman üzerine gönderilip gönderilmemesi hususunda ihtilafa
düştüğü sırada Hz. Ebû Bekir'in "Hz. Peygamber vefatı esnasında bu ordunun
gönderilmesi için bizden söz aldı." dediğini söyleyerek el-Mühelleb'in bu
görüşünü desteklemiştir.
3- Kadı
Iyâz'a göre ise bu üçüncü vasiyyet Hz. Peygamberin "Ey Allah'ım kabrimi
ibadetgâh yaptırma! Peygamberlerinin kabrini mescid haline getiren ümmete
Allah'ın gazabı şiddetli olur."[329]
sözüyle ilgili olabileceği gibi, namaz ve kölelere iyi muamele ile ilgili de
olabilir.[330]
1. İmam
Malik, İmam Şafiî ve diğer bazı âlimler, bu hadisi delil getirerek, kafirlerin
Arap yarımadasından çıkarılmasının vacib olduğunu söylemişlerdir. Onlara göre,
kâfirlerin Arabistan'da yerleşip yaşamalarına müsaade edilemez. Yalnız İmam
Şafiî bu hükmü Hicaz'a tahsis etmiştir. Onun anlayışınca, Hicaz, Mekke, Medine
ve Ye-mâme havalisidir. Yemen ve diğer yerler Hicaz'dan sayılmazlar.
Kâfirler, misafir
olarak Hicaz'a girmekten men edilmezler; ancak orada üç günden fazla
kalamazlar. İmam Şafiî ile onu muvafakat edenler, kâfirlerin katiyyen Mekke'ye
giremeyeceklerine kaildirler. Şayet gizlice girerlerse çıkarılmaları vacib
olur. Hatta orada ölürlerse, cesedleri çürümedikçe oradan çıkarılırlar.
Nevevî'nin beyamna göre, Cumhur fukaha bu meselede îmam Şafiî ile beraberdir.
Delilleri:
"Müşrikler ancak
ve ancak pis şeylerdir. Binaenaleyh bu yıldan sonra Mescid-i Harâm'a
yaklaşmasınlar"[331]
âyeti kerimesidir.
İmam Azam'a göre,
zimmi (olan gayri müslim)lerin Mescid-i Haram'a girmelerinde bir beis yoktur.
Çünkü Peygamber (s.a) Sakif heyetini kendi mescidinde misafir etmişti; halbuki
bunlar kâfir idiler. Âyet-i kerime müşriklerin, müslümanlan kendi hükümleri
altına alarak istilâ suretiyle Mescid-i Haram'a giremeyeceklerine hami
olunmuştur. Zira evvelce Mescid-i Harama onlar bakarlardı. Mekke'nin fethinden
sonra böyle bir şey kalmadı. Yahut âyet müşriklerin cahiliyyet devrinde olduğu
gibi Kabe'yi çırıl çıplak tavaf etmelerine müsaade edilmemesi manâsına
hamlolunur.
2. Hastalık
Peygamberliğe münafî değildir. Kötü hâle de delâlet etmez.[332]
3030... Ömer
b. el-Hattab (r.a), Rasûlüllah (s.a)'ı şöyle buyururken işittiğini
söylemiştir.
"Yahudileri ve
Hıristiyanları Arap (yarım) adasından mutlaka çıkaracağım. Orada müslümandan
başka birisini bırakmayacağım."[333]
3031... Hz.
Ömer'den demiştir ki: Rasûlüllah (s.a) (şöyle) buyurdu. (Hz. Ömer bu
rivayetinde aynen bir önceki hadisin) manâsım (rivayet etti. Ancak) bir önceki
(hadis) daha uzundur.[334]
3032... İbn
Abbâs'dan demiştir ki: Rasûlüllah (s.a) " Bir ülkede iki kıble
olamaz" buyurdu.[335]
3033... Said
b. Abdulaziz dedi ki:
“Arap (yarım) adası
(bir taraftan) vadi (el-kura ile) Yemenin sonuna (diğer taraftan da) Irak
sınırından denize (kadar uzanan yerlerin) arasıdır.
Ebû Dâvûdder ki: Malik
(şöyle) dedi: Ömer (r.a) Necran halkım (Necran'dan) sürgün etti. (Teyma halkı
ise) Teyma'dar? sürgün edilmediler. Çünkü Teyma Arap ülkelerinden değildir.
Vad-i el-Kura (ya gelince Hz. Ömer) orada bulunan yahudileri sürgün etmedi.
Zira (ashab-ı kiram) orayı Arap topraklarından saymıyorlardı.[336]
3034... (yine
İmam) Malik, dedi ki: Hz. Ömer gerçekten Necran ve Fedek yahudilerini (Necran
ve Fedekten) sürüp çıkardı.[337]
Daha önce 3000-3003
numaralı hadis-i şeriflerde yahudilerin Medine'den sürgün edilişleri ve bunun
sebepleri açıklanmıştı. Mevzumuzu teşkil eden bu babdaki hadis-i şeriflerde
ise, yahudilerin, hıristiyanların ve diğer müşriklerin Arabistan yarımadasından
çıkarılmaları, orada müslümanlardan başka kimsenin bırakılmaması, kısaca
Arabistan yarımadasının müşriklerden temizlenmesi açıklanmaktadır. 3029
numaralı hadis-i şerifin şerhinde de açıkladığımız gibi, Rasûlüllah (s.a) vefatları
esnasında, bütün müşriklerin Arap yarım adasından çıkarılmasını vasiyet edince,
bu vasiyetin yerine getirilmesi icabettiğinden Arap yarım adasında bulunan
müşrikler oradan çıkarılmışlardır.
Hıristiyanlar, Hz. İsâ
Allah'ın oğludur dedikleri için, Yahudiler de Uzeyr, Allah'ın dğludur,
dedikleri için müşrik sayıldıklarından, yahudilerle hıristiyanlar oradan sürgün
edilmişlerdir.
Tarih kitaplarından
açıklandığı üzere bu sürgün, Hz. Ömer devrinde gerçekleştirilebilmiştir.
Rasûlü Ekrem'in
vasiyyeti gereği, müşriklerin elçi olarak Arab yarım adasına girmelerine izin
verilmiş ve Hz. Peygamber devrindeki gibi onlara devlet bütçesinden masraf
edilerek ikramda bulunulmuştur. Ancak onların hac mevsiminde, haram sınırlarına
girmeleri caiz görülmemiştir. Arabistan sınırları içerisine yerleşmelerine ise
asla izin verilmemiştir.
Hadis sarihlerinin
açıklamasına göre, 3032 numaralı hadis-i şerifte müslümanların küfür diyarına
yerleşmeleri ve kâfirlerin küfür alameti olan bir takım sembolleri İslâm
diyarında izhar etmelerine izin verilmesi yasaklanmaktadır. Binaenaleyh bir
müslümanın, keyfi olarak bir küfür diyarına yerleşmesi caiz olmadığı gibi,
kâfirlerin İslam diyarında küfür alameti olan bir takım sembolleri taşımalarına
ya da reklam etmelerine izin verilmesi de caiz değildir.
Arap yarımadasının
sınırları hakkında çeşitli görüşler vardır. Hanefi âlimlerine göre, bu
sınırlar şöyledir: "Arap yarımadası Tihame, Necid, Hicaz, Uruz ve Yemen olmak
üzere beş bölgeye ayrılır. Tihame; Hicaz'ın güney bölgesidir. Necid: Hicaz ile
Irak arasında bulunan bölgedir. Hicaz: Yemen dağlarından başlayıp Şam'a kadar
devam eden bölgedir. Bu bölgede Medine ve Amman şehirleri vardır. Uruz: Yemame
dahil olmak üzere Bahreyn'e kadar uzanan bölgedir. Hicaz'a: Necid ile Yamame
arasını ayırdığı için "Hicaz" adı verilmiştir.[338]
Buralarda bir kilise
yada bir sinogog'un bulundurulmasına izin verilmediği gibi, bu sınırlar
içerisinde köylerde ve şehirlerde şarap ve domuz satılamaz. Müşriklerin burada
mesken sahibi olup yerleşmelerine izin verilemez.[339]
Esmai'ye göre, Arap
yarımadası uzunluğuna Yemen'in öteki ucundan Irak'ın Rif ine kadar, genişliğine
de Cidde'den Şam'ın etrafına kadar olan yerlerdir. Buna Cezire yani ada denilmesi
etrafı üç taraftan denizlerle geri kalan yerleri de nehirlerle çevrili olduğu
içindir. Araplara nisbet edilmesi ise Islamiyetten önceki devirlerde de
arapların yurdu olduğundandır.[340]
3035... Ebû
Hûreyre'den demiştir ki: Rasûlüllah (s.a):
"Irak; kafîzini
ve dirhemini, Şam; Müddünü ve dinarını, Mısır'da; irdebbini ve dinarını vermeyecektir.
Sonra başladığınız yere döneceksiniz" buyurdu.
(Şeyhim Ahmed b.
Abdullah b. Yunus dedi ki: Bu hadisi bana nakleden) Züheyr son cümleyi üç defa
tekrarladı- (Ebû Hûreyre sözlerini şöyle bitirdi) "BunaEbû Hûreyre'nin
eti ve kanı da şahiddir."[341]
Kafiz, Iraklılar'ın, mûd'de Şamlıların ağırlık
ölçüleridir. İr-debb ise, Mısırlıların bir hacim ölçüsüdür. Iraklıların ve değerlerinin
kendilerinden istenileni vermelerinden maksadın ne olduğu hususunda iki meşhur
görüş vardır.
1. Iraklılar
müslüman olacak ve kendilerinden cizye ödeme mükellefiyeti kalkacak bu sebeple
de kendilerinden istenmekte olan cizyeyi vermeyeceklerdir. Nitekim bu
olmuştur.
2. Ahir
zamanda acemlerle Romalıların bu memleketleri istila etmeleri ve müslümanların
bu işine mani olmalarıdır. Bu ikinci görüş daha meşhurdur...
İmam-ı Nevevî,
"Bu bizim zamanımızda Irak'ta olmuştur. Şimdi mevcuttur." diyor.
Bazı âlimlere göre,
hadisten murad ahir zamanda Iraklılarla diğerlerinin dinden dönerek
zekatlarının vermemeleridir. Bazıları da "Ahir zamanda küffar kuvvet
bulacak ve ödemekte oldukları cizye, haraç gibi vergileri vermekten imtina
edileceklerdir." demişlerdir.[342]
Metinde geçen
"sonra başladığınız yere döneceksiniz" cümlesiyle kıyamete yakın
müslümanlığın zayıflayacağı, müslümanlarınsa azalacağı ve çeşitli meşakkatlara
maruz kalacağı anlaşılmaktadır.
Nitekim yeryüzünde
"Allah Allah diyen kalmadıkça kıyamet kopmaz." buyurulmuştur.[343]
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerifte, Irak'ın, Şam'ın ve Mısır'ın ileride müslümanlar tarafından
fethedilip cizyeye bağlanacağım, fakat zamanla oralardan cizyenin tekrar
kalkacağının haber verilmesi ve bu haberlerin bir bir ortaya çıkması cihetiyle
bu hadis Hz. Peygamberin mucizelerinden birini teşkil etmektedir..
Bezlii'l-Mechûd
yazarının açıklamasına göre, mevzumuzu teşkil eden bab başlığında geçen Sevad
kelimesiyle müslümanların Hz. Ömer zamanında fethettikleri Irak
kasdedilmektedir. Sevad kelimesi burada "yeşil" anlamında
kullanıldığından bu kelimeyle burada kasdedilen Irak'ın yeşil ve verimli olan
kasabaları kasdedilmektedir. İbn Abidin'de şöyle diyor: "Burada kasdedilen
arap Irak'dır. Acem Irak'ı değildir."[344]
İbn-el Munzîr: Hz.
Ömer'in: fethedilen Irak'ın bu verimli topraklarını gazilere dağıtmayıp
hazineye bırakması konusunda şöyle diyor: "Aslında fethedilen bir arazi
onu fetheden gazilerin hakkıdır. Bu böyle olduğu için Hz. Ömer onu gazilere
rağmen hazineye vermiş değildi. Ancak gazilerin gönlünü yaparak, onu hazineye
vermiştir. İmam Malik'e göre fethedilen bir arazi vakıf arazidir." İbn
Kayyım el-Cevziyye de şöyle diyor. "Sahabe ile tabi'-in'in ve mezheb
imamlarının çoğunluğuna göre, fethedilen bir arazi ganimet değildir. Bu arazi
devlet başkanının tasarrufuna tabidir. İsterse onu gazilere bölüştürür. İsterse
hazineye bırakır." Hanefi âlimlerinin görüşü de budur.
Bütün bu
açıklamalardan anlaşılıyor ki, Arap Irak'ı toprakları haraç topraklarıdır.
Nitekim Bedayıus-sanayi'de de böyle denilmektedir.
Bu hadis-i şerif,
"Bir topraktan haraç alınması, o topraktan öşür alınmasına engel
değildir. Çünkü öşür kafiz olarak, haraç ise para olarak alınır."
diyenlerin delilidir.[345]
3036... Ebü
Hüreyre RasûlüUah (s.a)ın (şöyle) buyurduğunu haber vermiştir: "Herhangi
bir memlekete varır da orada ikamet ederseniz, hisseniz oradadır. Hangi belde
de Allah'a ve Rasûlüne isyan ederse o beldenin beştebiri Allah'a ve Peygambere
aittir. Sonra o (geri kalanı da) sizindir."[346]
Kadi Iyâz'ın beyanına göre,
Rasulullah'ın buradaki ilk cümlesinden murad ihtimal ki fey dır. ikinci cümle
ile de ganimeti kasdetmiş olacaktır. Âlimler fey ile ganimet arasında fark
görmüşlerdir.
Fey: Küffarın çekilip
gitmesi veya m üsl um anlarla sulh yapmaları neticesinde onlardan harpsiz
darbsiz alınan mallardır. Bu mallar beştebir ayrılmaksızın müslümanların
yararına sarfolunur.
Ganimet: Küffarla harb
ederek alınan mallardır. Bunların hükmü beşe taksim edilerek, biri Allah ve
Resulünün hakkı olmak üzere ayrıldıktan sonra geri kalanı gaziler arasında
taksim olunmaktır. Bazan fey' ve ganimet kelimeleri müteradif olarak aynı
manada kullanıldıkları gibi fey'; dönüş ve gölge manalarınada gelir.
Fey'in beşe taksim
edilmeyeceğine kail olanların delili, bu hadistir. İmam Şafiîyegöre, fey'de
beşe taksim edilir. İbni'l-Münzir: "Şafiîden önce fey'in beşe taksim
edileceğini söyleyen hiç bir âlim bilmiyoruz!" demiştir.[347]
3037... Osman
b. Ebû Süleyman'dan (rivayet olunduğuna göre) Peygamber (s.a) (Tebük savaşından
sonra) Halid b. Velid'i Devmet (-ül-Cendel)de (bulunan) Ukeydir üzerine
göndermiş (Hz. Halid'le emrindeki müslümanlar tarafından) yakalanmış ve (onu
Hz. Peygamberin huzuruna) getirmişler, (Hz. Peygamberde) onun kanını
bağışlamış ve cizye (vermesi) şartıyla onunla anlaşmış.[348]
Cizye: Zimmilerden
(müslüman olmayanlardan) can güven-İlklerinin sağlanması karşılığında, İslam
devleti tarafından alınan baş vergisine denir.
Cizyenin toplanması şu
âyet-i kerimeye dayanır. "O, kendilerine kitap verilenlerden, Allah'a ve
ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve peygamberin haram ettiği şeyleri haram
tanımayan, hak dinini din olarak tanımayan kimselerle, küçülerek cizye
verecekleri zamana kadar savaşın."[349]
Topraktan alınan bir vergiyi ifade eden haraç, bazan cizyeyi de içine alacak
şekilde geniş manada kullanılmıştır.
Cizye iki şekilde
konur.
1.
Karşılıklı anlaşma ile mikdarı tesbit edilir.
2. Savaşla
ve düşmanı yenerek,
tslam devleti yerli
halkı toprakları ve mülklerinde bırakarak onlara bu vergiyi takdir eder. Cizye
vergisi hür ve mümeyyiz erkeklerden alınır. Çocuklardan, kadınlardan, rahip,
âma, kötürüm ve çalışamayan fakirlerden alınmaz. Üzerinde cizye borcu varken
Islamı kabul edenlerden bu borcu düşer. Cizye mükellefi bu vergiyi ödemekle
zimme denilen bir himayeye hak kazanır. Onun can, mal ve din emniyeti sağlanır.
Devlet bu emniyet şartlarını temin edemezse cizyeyi hak edemez. Vergiyi tahsil
devresi seneliktir. Kolaylık olmak üzere birkaç taksitte alınır.[350]
İslâm hükümeti
tarafından konulan cizyelerin mikdarı şahıslara göre üç derecede bulunur.
Zengin olanlara senelik kırksekiz (48), ortahallilere yir-midört (24),
çalışmaya gücü yeten fakirlere de oniki (12) dirhem cizye tarh edilir.
Nisab mikdarına, yani
ikiyüz dirhem gümüşe malik olmayanlar fakir, ikiyüz dirhem mikdarına malik
olanlar orta halli dörtyüz ve daha ziyade dirhem mikdarına malik olanlar da
zengin sayılırlar...[351]
Cizyenin meşruluğuna
delalet eden bu hadis-i şerifte anlatılan hadise, -hicretin dokuzuncu senesinde
(M. 630) vukubulan Tebük seferi esnasında olmuştur.
Siyer kitaplarında bu
hadise şöyle anlatılıyor: "Peygamberimiz, Tebük'te bulunduğu sırada Halid
b. Velid'i çağırdı. Yanına dörtyüz süvari verip kendisini Dûmet-üI-Cendel'de
bulunan Ukeydir b. Abdülmalik'e gönderdi. Ukey-dir, Kindelerden olup, onların
kralı idi ve hristiyandı. Dûmetü'l-Cendel, akarsuyu, hurmalık ve ekinleri
bulunan bir yerdir. Şam yollarının ağzında-dır. Dımışk'a beş, Medine'ye onbeş
veya onaltı geceliktir.
Şam'ın Medine'ye en
yakın beldelerindendir. Tebük'ün yakınındadır.[352]
Halid b. Velid,
Tebük'ten ayrılıp Dûmetü'l-Cendel'e doğru gitti.
Mehtaplı bir yaz
gecesinde Ukeydir'in kalesine, gözle görülebilecek yere kadar yaklaştı.
O sırada Ukeydir, kalesinin
üzerinde ve karısı da yanında bulunuyordu.
Ukeydir, kalenin
üzerine, havanın sıcaklığından ötürü çıkmıştı. Şarkıcı cariyesi, kendisine
şarkı söylüyordu, sonra şarap getirtip içti. Derken, yabani bir sığır gelip
kale kapısının önüne yattı. Kalenin kapısını,-boynuzuyla kazımağa, başladı.
Ukeydir'in karısı Rebab bint-ineyf, İbn Amir'ûl-Rindiyye gidip kalenin
üzerinden bakınca, Yabani sığın gördü. Kendi kendine "Ben, doğrusu yabani
sığırın bu geceki gibi semiz ve etlisini görmedim!" dedi.
Ukeydir'e "seninde,
bunun gibisini görmüşlüğün var mı hiç?" diye sordu.
Ukeydir "Hayır
vallahi, görmemişimdir?" dedi.
Rebab "Bunu,
görüp te kendi haline bırakabilecek bir kimse varmıdır?" diye sordu.
Ukeydirj"Hayır! Onu, hiç kimse bırakamaz?"
Vallahi, ben bu
geceden başka hiç bir gecede bize yabani sığır geldiğini görmemişimdir.
Ben, onları yakalamak
istediğim zaman, bir ay veya daha çok zaman atlar besler, sonra da, üzerine
biner, adamlar ve aletlerle birlikte avlamaya çıkardım." dedi.
Kalenin üzerinden
indi. Atım getirmelerini emretti.
Atı getirilip
eğerlendi. Ukeydir, atına bindi. Kendisiyle birlikte ev halkından bazıları da,
atlandılar.
Ukeydir'in yanına
katılanlar arasında kardeşi Hassan ile iki kölesi de, bulunuyordu.
Ellerinde kısa
mızrakları olduğu halde, kaleden dışarı çıktılar.
Kaleden ayrıldıkları
zaman, Hâlid b. Velid'in süvarileri atlarından hiç biri kişnemekşizin ve
kımıldamaksızın onları gözetlediler.
Kaleden bir müddet
uzaklaşınca, Ukeydir'in üzerine saldırdılar. Ukey-dir'i yakalayıp esir ettiler.
Hassan ise, teslim
olmağa yanaşmayıp çarpışmağa kalkınca, kendisini vurup öldürdüler.
Kölelerle ev halkından
olanlar kaçıp kaleye girdiler.[353]
Halid b. Velid,
Ukeydir'e
"Sen bana kaleyi
açtırıp feth ettirmek şartıyle seni, Rasülullah (s.a) götürünceye kadar
öldürülmekten korumayı üzerime alsam olur mu?" diye sordu Ukeydir
"Olur!"
dedi.
Hâlid b. Velid,
Ukeydir'le böylece anlaştı.
Arap kabilelerinin
birer birer müslüman olduklarını görünce, Dûmeli-ler, Peygamberimizden korkmağa
başlamışlardı.
Halid b. Velid,
Ukeydir'i, bağlı olarak kalenin kapısına kadar götürüp yanaştırdı.
Ukeydir, ev halkına
"Kalenin kapısını
açınız!" diye seslendi.
Ukeydir'i, bağlı
görünce, Ukeydir'in kardeşi Mudad, kapıyı açmaktan kaçındı.
Bunun üzerine Ukeydir,
Hâlid b. Velid'e
"Vallahi onlar,
benim bağlı bulunduğumu gördükçe, bana, kalenin kapısını açmazlar. Sana, Allah
adına and veriyorum. İstersen, sana, kaleyi feth ettirmek üzere, bağımı çöz!
İstersen, kale halkı hakkında benimle anlaşma yap!" dedi. Halid b. Velid
"Seninle kale
halkı hakkında anlaşma yapalım" dedi. Ukeydir:
"İstersen ben,
seni hakem yapayım, istersen, sen beni, hakem yap! dedi. Halid b. Velid:
"Olur. Biz senin
verdiğin şeyi kabul ederiz" dedi. Bunun üzerine
1. İki bin
deve,
2. Sekiz yüz
at,
3. Dört yüz
zırh gömlek,
4. Dört yüz
mızrak vermek ve
5. Ukeydir'le kardeşi,
Peygamberimize kadar götürülüp hakkında Peygamberimiz tarafından hüküm verilmek
üzere antlaştilar. Ukeydir'in bağı çözülüp kale kapısı açıldı.
Halid b. Velid,
kaleden içeri girdi. Ukeydir'in kardeşi Mudad'ı bağladı. Teslim edilmesi
kararlaştırılan ganimet malları teslim alındı.[354]
Peygamberimize,
başkumandan hakkı olarak ganimet malları içinden bir şey seçildikten ve
beştebir hisse çıkarıldıktan sonra kalanların beştedör-dü mücahidler arasında
bölüştürüldü.[355]
Ukeydir'le kardeşi,
Peygamberimizin yanına getirildiler.
Ukeydir'in boynunda
altından Haç, sırtında da, atlastan elbise vardı. Musa b. Ukbe'ye göre:
Peygamberimiz, onları müslümanlığa davet etti. Fakat yanaşmadılar Cizye
ödemeğe razı oldular.
Peygamberimiz,
Ukeydir'in ve kardeşi Mudad'ın kanını bağışladı. Cizye vermek üzere sulh oldu.
Kendilerini serbest bıraktı. Ayrıca Peygamberimiz, onlara içinde emân ve sulh
maddeleri bulunan bir de yazı yazdırdı ve onu, baş parmağının tırnağıyla
çizerek mühürledi.
Peygamberimiz, yanında
mühür bulunmazsa, mühür yerine, böyle elinin tırnağıyla çizgi yapardı.
Ukeydir, Tebük'ten
memleketine dönüp gitti.[356]
1. Cizye
karşılığında düşmanla sulh yapmak caizdir.
2. Kitap
ehlinden alındığı gibi, arap müşriklerinden de cizye almak caizdir.
Fıkıh âlimlerinin bu
mevzudaki görüşleri şöyledir:
Hanefî âlimlerine göre:
Cizye, ehli kitap denilen yahudiler ile hıristiyan-lardan ve kendilerinde ehl-i
kitap şaibesi bulunan mecûsilerden kabul edilir. Bunlar arap ırkına gerek
mensub olsunlar gerekse mensûb olmasınlar.
Arapdan olmayan
putperestlerin cizyeleri de kabul edilebilir. Arap ırkına mensup
putperestlerin cizyeleri kabul edilmez. Bunlar ya İslam'ı seçerler ya da
kılıçtan geçirilirler.[357]
İmam Azam'a göre,
sabitlerin cizyeleri de kabul edilebilir. Bunlar Arab ırkına mensub olsunlar
veya olmasınlar farketmez. Fakat İmameyne göre, Arab ırkına mensub olan
sabîîlerin cizyeleri kabul edilemez. Bu ihtilaf sabîi-liğin mahiyeti hakkındaki
telakkiden neşet etmektedir. Mebsut, Hindiyye, Bedayî.
İmam Malik'e göre,
yalnız Kureyş kabilesinden olan müşriklerin cizyeleri kabul edilmez, diğer
gayri müslimlerin cizyeleri kabul edilebilir. Bunlar ister kitabî, ister mecusî
isterse putperest olsunlar.
Şafiî ve Hanbeli
mezheblerindeki en zahir rivayete göre bilcümle gayri müslimlerin cizyeleri
kabul edilebilir; yalnız putperestler müstesna. Bunların cizyeleri kabul
edilmez, hangi ırka mensub olursa olsunlar.[358]
3038... Muaz
(r.a) den (rivayet olunduğuna göre) Peygamber (s.a) kendisini Yemen'e vali
olarak gönderince, buluğ çağına gelmiş olan her erkekten (cizye olarak) bir
dinar, yahutta Yemen'deki meafir denilen kumaştan bir dinar değerinde -bir
elbise- almasını emretmiş.[359]
Bu hadis-i şerif,
cizyenin sadece erkeklerden alınacağına ve cizye miktarının bir dinar oduğuna,
bu hususta mükellefin zengin olmasıyla fakir olması arasında bir fark
bulunmadığına delalet etmektedir.
Bu mevzuda Hanefî
âlimleri ile Şafii âlimleri ihtilafa düşmüşlerdir.
Hanefîlere göre cizye
iki şekilde konur.
1.
Kâfirlerin, müslümanlarlaaralarında bir harp olmadığı halde müslü-manlara
müracaat ederek, müslümanların kendilerine sağlayacakları himaye ve güven
karşılığında cizye vermeyi teklif etmeleri ile ya da savaş başlamadan önce
yapılan sulh neticesinde konur. Asr-ı saadette Necran halkı ile senelik ikiyüz
kat elbise üzerine yapılan sulh gibi.
2. Müslümanların
bir küfür diyarını harple ele geçirmeleriyle konur. Birinci kısma giren cizye
miktarı cizyeyi kabul eden kimselerle, müslümanla-rm anlaşmasına bağlıdır. Bu
cizyenin mikdarı asla artırılamaz. Anlaşma esnasında belirlenen mikdaf
değişmez.
İkinci kısma giren
cizye ise 3037 numaralı hadis-i şerifin şerhinde de açıkladığımız gibi,
zenginlerden kırksekiz dirhem, orta hallilerden yirmidört dirhem, çalışmaya
gücü yeten fakirlerden de oniki dirhem olarak alınır. Bu mik-dar devlet reisi
tarafından kabul ettirilir. Bu bakımdan hanefi âlimleri mev-zumuzu teşkil eden
hadis-i şerifte kadm, erkek, fakir, zengin ayırımı yapılmadan zikredilen bir
dinarlık cizyenin birinci kısma giren ve sulh yoluyla alman cizye nevinden
olduğuna hükmetmişlerdir.
îmam Şafiî (r.a) İse,,
mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerife dayanarak alınacak cizye miktarının
fakir veya zengin her erkekten bir dinar ya rak ya da bu değerde bir Yemen
kumaşı olduğunu söylemiştir.
Bezlü'l-Mechûd
yazarının dediği gibi, Hanefî âlimlerinin görüşü Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali
(r.a)'den rivayet edilmiştir. Hanefîlere göre, cizye konusundaki bu ihtilafın
sebebi bu husustaki haberlerin ihtilafından ve Asr-ı saadette Hulefa-i raşidin
devrinde cizyelerin değişik miktarlarda alınmış olmasıdır.[360]
3039... (Bir
önceki hadisin aynısı) Hz. Muaz'dan birde Meşruk kanalıyla (rivayet olunmuştur)[361]
Bu hadisin şerhi için
bir önceki hadisin şerhine bakılabilir.[362]
3040...
Ziyâd b. Hudayr'dan (rivayet olunduğuna göre) Ali (r.a) (şöyle) demiştir. Ömrüm
olursa Tağlib oğulları (denilen) mristiyanlarla mutlaka savaşacağım ve çoluk
çocuklarını esir edeceğim çünkü ben Rasûlullah'la onlar arasında çocuklarını
hıristiyanlaştırmayacakları-na dair ahidname yazmıştım. (Onlar bu ahdi
bozdular)
Ebû Dâvud der ki: Bu
hadis münkerdir. Bana erişen habere göre Ahmed (b. Hanbel)de bu hadisi münker
sayarmış. Bazılarına göre bu hadis metruk hadise benzemektedir. (Bu sebeple) bu
hadisi Abdurrah-man b. Hani'nin rivayet etmesinin mümkün olamayacağını
söylediler.
(Ebû Dâyud'un talebesi)
Ebû Ali der ki: Ebû Dâvud (bana bu Sünen'i) ikinci defa arz edişinde bu hadisi
okumadı.[363]
İbn Ebî Şeybe'nin
Kitab ez-Zekât'ırida, Ebû Ubeyd'in Kitabu'l-Emval'inde Hz. Ömer'in Benî Tağlib
hıristiyanla-nyla zekatın iki katı cizye ödeyeceklerine çocuklarını
hıristiyanlaştırmaya-caklarına ve hıristiyan olması için hiç kimseyi
zorlamayacaklarına dair bir anlaşma yaptığını, fakat onların bu şartı bozduğunu
ifade eden hadis-i şerifler bulunmaktadır.
Onlar bu şartı
bozdukları için, Hz. Ali'nin onlar hakkında böyle bir tehdidde bulunmuş olması
mümkünse de, ulema Hz. Ali'nin böyle bir tehdidde bulunduğunu ifade eden bu
hadisin senedi itibariyle münker olduğuna hükmetmişlerdir.[364]
3041... İbn
Ahbâs'dan demiştir ki: Rasûlullah (s.a) Necrân halkı ile (her sene)
müslümanlara (cizye olarak) yarısını Safer ayında kalanını da Recep ayında
ikiyüz (takım) elbise ödemeleri ve Yemen'de (müslümanlara) ihanet için
düzenlenmiş bir harbin çıkması halinde de emanet olarak, otuz zırh, otuz at,
otuz deve ve her çeşit silahdan otuz silahı emanet olarak vermeleri ve
müslümanların bu silahları onlara geri verinceye kadar (bu silahların değerini)
onlara borçlu olmaları (harp^ ten sonra da) Necrânlılar'a geri vermeleri, buna
karşılıkta (Necrânlı-lar'ın) bir hadise çıkarmadıkları yahutta faiz yemedikleri
müddetçe kiliselerinin yıkılmayacağı, din alimlerinin (memleketlerinden)
sürülüp çıkarılmayacağı şartıyla bir sulh (antlaşması) yaptı. (Râvi) İsmail
(İbn Abdurrahman-el-Kureşi şu sözleri de) rivayet etti. "Fakat (Necrân halkı)
faiz yediler.
Ebû Dâvud der ki
(Necrân halkı) ileri sürülen şartların bazılarını bozunca bir hâdise çıkarmış
duruma düştüler.[365]
Şevkani'nin dediği
gibi Hz. Peygamber, hadiste zikri geçen malları Necrân halkından cizye olarak
almıştır. Bilindiği gibi cizyenin mutlaka bir harp sonucunda konulması şart
değildir. Bir barış antlaşması ile de cizye konulabilir.
Bu hadisin bab başlığı
ile ilgili olan tarafı da burasıdır.
Necrân: Mekke ile Yemen
arasındadır. Yemen'in Mekke tarafına düşen yerlerindendir. Mekke'ye yedi
merhalel'ktir. Yetmiş üç köyden oluşan bu belde Hicaz beldelerinin en
güzelidir.
Rivayete göre, ilk
defa gelipte burayı imar eden kişi Necrân b. Zeydan olduğu için buraya Necrân
ismi verilmiştir.
Necrânhlar,
yurtlarında bulunan bir hurma ağacına taparlar ve onu takdis ederlerken,
Feymiyûn adında ve Hz. isa'nın dininde duası makbul ibadete düşkün iyi halli
bir zatın "siz sapıklık içindesiniz taptığınız şu hurma ağacı ne yarar, ne
de zarar verebilir. Ben ibadet ettiğim ilahıma dua etsem onu yok
ediverir." demiş ve edince de çıkan bir kasırganın ağacı kökünden söküp
atması üzerine Necrân halkı hıristiyanlığı kabul etmiştir.[366]
Hicretin 10. yılında
Hz. Peygamber onları İslama davet edince Hz. Peygamberle görüşmek üzere
Medine'ye bir heyet gönderdiler. Bu heyetin Hz. Peygamberle tartışmağa
kalkmaları üzerine Ali İmrân sûresinin baş tarafında bulunan altmış dört âyet
onlar hakkında indi. Bir ara Hz. Peygamberle lanetleşmeye girmeyi düşündülerse
de bunun kendilerinin helakine sebep olacağından korktukları için vazgeçtiler
ve Hz. Peygamberle bir sulh antlaşması imzalayarak geri döndüler.[367]
sonra da müslüman oldular.
Hz. Peygamberin kaleme
aldırdığı sulh metni şudur: ' 'Bismillahirrahmanirrahim"
Bu, Allah'ın Rasûlü
Muhammed'in, Necrân halkı için yazısıdır:
Necrânlıların, beyaz,
kırmızı, sarı her çeşid nakidleriyle meyva ve mahsulleri ve köleleri hakkında
Rasûlullah'ın hükmü:
Bunların hepsini,
kendilerine bırakırsın.
Buna karşı, onlar, her
yıl Safer ayında bin aded elbise ve her Recep ayında bin adet elbise olmak
üzere iki bin aded elbise ve her elbise ile birlikte birer ukıye gümüş de
ödeyeceklerdir.
Her elbise bir ukiye
yani kırk dirhem değerinde olacaktır.
Elbiselerin haraç vergisine
nazaran fazlalığı veya ukiye kıymetinden eksikliği hesaplanacaktır.
Onların, haraç olarak
ödemeleri gereken binek hayvanları veya atlar veya zırh gömlekler veya diğer
mallar, kendilerinden hesapla alınacaktır.
Elçilerimizin yirmi
gün veya daha az veya otuz gün veya daha az müddetle konuklanmaları ve
ağırlanmalarıyle Necrânhlar mükelleftirler. Elçilerim, bir aydan fazla
tutulamaz, bektetimezler.
Yemen'de bir savaş,
bir yaramazlık baş gösterdiği zaman, Necranlılar, emânet olarak otuz aded zırh
gömlek, otuz at ve otuz deve vermekle mükelleftirler.
Elçilerime emânet
olarak verilen zırh, at, deve mallar, bunlardan telef olanları da tazmin
edilmek suretiyle, Necrânhlara iade edinceye kadar elçilerimin kefaleti
altındadır.
Necrân ve Necrân'a
bağlı yerlerdekilerin malları, canlan, yurdları, dinleri, hazır bulunanları,
bulunmayanları, kiliseleri, ruhbanlıkları, piskoposlukları, az veya çok
ellerinin altındaki her şeyleri, Allah'ın himayesinde ve Allah'ın Rasûlü
Muhammed Peygamberin himayesindedir.
Piskopos,
piskoposluğundan, papaz, papazlığından, kilise bakıcısı, bakıcılığından,
kâhin, kâhinliğinden, değiştirilmeyecek, döndürülmeyecek, bulundukları hal ve
durumları, hakkından herhangi bir hak da değiştirilmeye-cektir.
Artık, faiz alma,
verme yoktur. Necrânhlara zulüm ve kötülük yapılmayacaktır.
Cahiliye devrinden
kalma kan davası da, güdülmeyecektir.
Onların ne
mahsullerinden ondabir vergi alınacak, ne asker gelip yurdlarinı çiğneyecek, ne
de, kendileri, savaş için toplanacaktır.
Necrânda, kim, bir hak
talebinde bulunacak olursa, aralarında insaf ve adalet üzere davranacaklar, ne
zulüm yapacaklar, ne de zulme uğrayacaklardır.
Gelecekte faiz yiyen
kişi, himayemden uzak kalır.
Onlardan hiç kimse,
başkasının yaptığı bir haksızlık ve kötülükten sorumlu tutulmayacaktır.
Necranlılar, bu
sahifede yazılı olan vecîbeleri yüksünmeyip gereğini yerine getirdikleri,
hayırhahlık gösterdikleri ve iyi davrandıkları takdirde, Al-lah'm emri
gelinceye kadar, Allah'ın ve peygamberin temelli himayesi altında bulunacaklardır.
Ebû Süfyan b. Harp,
Gaylan b. Amr, Benî Nasrlardan Mâlik b. Avf, Akra b. Hâbis'ül-Hanzalî, Mugîre
b. Şube, Beni Beliylerin kardeşi Müstev-rid b. Amr ve Ebû Bekr'in âzadlısı Amir
Şâhid oldu.
Bu yazıyı, Abdullah b.
Ebû Bekr, onlar için yazdı.[368]
1. Cizye
karşılığında sulh yapmak caizdir.
2. Sulh
karşılığında konulan cizyenin miktarını tarafların anlaşması tayin eder.
3. Bir malı
emanet olarak almak meşrudur.
4. Emaneti
zayi eden onun değerini ödemekle mükelleftir.[369]
3042... İbn
Abbas'dan (şöyle) dedi(ği rivayet olunmuştur:) Fars halkı (kitap ehli idi.)
Peygamberleri vefat edince İblis onlara din olarak mecûsiliği kabul ettirdi.[370]
Fars halkı; bu günkü İranlılar'dır.
Mecusilik, Ateşperesttik demektir. Mecûsiler ateşe taparlar. Kâinatta sürekli
olarak nur ile zulmet arasında bir mücadele bulunduğuna hayrın nurdan, şerrinde
zulmetten geldiğine inanırlar ve ateşe ibadet ederler. Mecusilerin kitap ehli
olduğunu söyleyen Şafiîlerin delilini teşkil eden bu hadis-i şerif, sözü geçen
mecusilerin önceleri bir peygamberin ümmeti ve ehl-i kitap iken peygamberlerinin
vefat etmesi üzerine şeytanın onları dinlerinden uzaklaştırarak batıl bir din
olan mecûsüiğe döndürdüğü ifade edilmektedir. Hadisin zahirinden anlaşılan
şudur:
"Mecûsiler,
aslında kitap ehli olduklarına göre, onlarda İslamiyetİ kabul etmemeleri
halinde hıristiyanlar ve yahudiler gibi cizye vererek sulh yapmaya
zorlanırlar. Bunu kabul ettikleri takdirde canlarını ve mallarını kurtarmış
olurlar."
Musannif Ebu Dâvud bu
hadisi burada zikretmekle, mecusilerin de kitap ehli olduklarını ve cizye
hususunda aynen yahudi ve hırıstiyanlann hükmüne tabi olduklarını vurgulamak
istemiştir. Ancak 2044 numaralı hadisin şerhinde Açıklanacağı üzere, Cumhur
ulema, mecusilerin kitap ehli olmadığına hükmetmişlerdir. Mecusüerden cizye
alınıp alınmayacağı mevzuunda Hidâye müellifi Burhaneddin el-Merginanî, şöyle
diyor: "İslâmiyeti kabule yanaşmayan kitap ehlinin canları cizye
karşılığında bağışlanabildiği gibi aynı şekilde arap putperestlerinin
dışındaki putperestlerin canları da cizye karşılığında bağışlanabilir.
İmâm Şafiî (r.a)'e
göre, müslümanlığı kabul etmeyen arap putperestle-riyle murtedlerin canlarını
cizye karşılığında bağışlamak caiz değildir. Onlarla savaşmak ve kılıçtan
geçirmek farzdır.
Netice olarak
Şafiîlerle İmam Ahmed (r.a)'e göre, cizye sadece ehl-i kitap ile mecusilerden
alınır.
İmam Malik'e göre,
ister arap müşriki olsun, ister acem müşriki olsun müşriklerin tümünden cizye
almak ve karşılığında canlarını bağışlamak caizdir.
" Hanefî
âlimlerine göre Arap müşriklerinin dışındaki müşriklerin tümünden cizye almak
caizdir. İslâm'ın beşiği olan Arabistan müşriklerine gelince onlardan cizye
kabul ederek canlarını bağışlamak asla caiz değildir. Onlar ya müslümanlığı
kabul ederler, ya da kılıçtan geçirirler, üçüncü bir yol yoktur.[371]
3043...
Bççâle (îbn Abede et-Temimi-el-Anberi tl-Basrî) dedi ki: Ben, el Ahnef b.
Kays'in amcası Cez b. Muâviye'nin katibi idim (Ona) ölümünden bir yıl önce, Hz.
Ömer'in bir mektubu geldi. (Bu mektupta) "Her sihirbazı öldürünüz
mecusilerden kendisine nikah düşmeyen birisiyle evlenmiş olan her çifti biri
birinden ayırınız ve onları (yemeğe başlarken) fısıltı ile söyledikleri sözü söylemekten
men ediniz" (diye yazılıydı).
Bunun üzerine biz, bir
günde üç sihirbaz öldürdük ve mecusîler-den Allah'ın kitabına göre kendisine
haram olanlarla evli olan her erkeği (eşinden) ayırdık. (Gez' b. Muaviye)
bolca yemek hazırlayıp mecusileri davet etti. Ve kılıcı da enine olmak üzere
uyluğunun üzerine koydu. (Geldiler) fısıltı halinde söylemekte oldukları sözü
söylemeden (yemeği) yediler: (Yemektensonra eski adetlerini ifâ etmelerine
izin verilmesi ümidiyle Cez b. Muaviye'nin önüne) bir veya iki katır yükü gümüş
(çöp) attılar.
Abdurrahman b. Avf'ın
Rasûlullah (s.a) Hecer mecûsilerinden cizye aldı. diye şahitlik etmesine kadar
Hz. Ömer mecûsilerden cizye almıyordu.[372]
3044... İbn
Abbas'dan demiştir:
Bahreyn'den ve Elesbez
şehri halkından ve Hecer mecûsilerinden olan bir adam Rasûlullah (s.a)'e geldi.
(Yanında bir süre durduktan) sonra çıktı. Kendisine
"Rasûlullah (s.a)
sizin hakkınızda hangi hükmü verdi?" diye sordum.
“Şer" (li bir
hüküm) cevabını verdi. (Ben deo'na:)
"Sus!"
dedim. (Bunun üzerine)
"İslâm ya da
ölüm" (bunlardan birini seçmemize hükmetti) diye cevap verdi. (İbn Abbas
sözlerine devam ederek şöyle) dedi:
"Abdurrahman b.
Avf (Rasûlullah (s.a)'in mecûsilerden cizyeyi kabul etti (ğini) söyledi. Halk
da Abdurrahman'in (bu) sözüne sarılıp benim Esbezli(kişi)den işittiğim
(hadisin hükmünü) bıraktılar.[373]
Mevzuumuzu teşkil eden
3043 numaralı hadisi-i şerifte, Becâle b. Abede'nin Hz. Ömer"in Ehvaz'daki
valisi olan Cez' b. Muaviye'nin kâtipliğini yaptığı ve katipliği sırasında
Hz.Ömer'in Hz. Cez b. Muaviye'ye "Bir müslüman ülkesi olan Ehvaz'da
müslümanların himayesi altında yaşayan zımmî mecûsilerden Kur'ân-ı Kerim'de
kendileriyle ev-lenilmesi haram kılınan kimselerle evlenenlerin birbirlerinden
ayrılmalarını ve mecusilerin yemeğe başlarken gizli bir sesle söyledikleri
sözleri söylemekten men edilmelerini ve tüm sihirbazların da
öldürülmelerini" emreden bir mektup geldiği ve bu emrin derhal yerine
getirildiği ifade edilmektedir. Yine bu hadis-i şerifte, açıklandığına göre bu
mektup, Hz. Ömer'in ölümünden bir yıl önce gelmiştir. Hz. Ömer hicretin yirmi
üçüncü yılında vefat ettiğine göre, bu mektubun hicretin yirmi ikinci yılında
gelmiş olması gerekir.
Hz. Ömer'in bu mektubu
gelince bir günde üç sihirbaz birden öldürülmüş ve Kur'ân-ı Kerîm'e aykırı
olarak evlenmiş olan mecusilerin nikahlan geçersiz sayılmış, yemeğe başlarken
fısıltı halinde söylemiş oldukları sözleri söylemeleri yasaklanmıştır.
Onların bu yasağa uyup
uymadıklarını yakından görmek maksadıyla Hz. Cez' onları bir yemeğe davet
etmiş, ve bu yasağa uymadıkları takdirde cezalarının kılıç olacağını ifade
etmek için de uyluğunun üzerine bir kılıç koyarak karşılarına oturmuş. Onlar
yemeğe başlarken bu sözleri söylememişler. Fakat giderlerken kaşık olarak
kullandıkları gümüşten Vürd.anları ve Hz. Cez’in önüne atarak gitmişlerdir.
Hz. Cez'in gönlünü
almak ve dolayısıyla bu yasağı kendilerinden kaldırmasını sağlamak ümidiyle
atılan bu kürdanlar bir ya da iki katır yükü kadarmış.
Bütün bunlar, Hz. Ömer
devrinde mecusilerin Ehvaz'da müslümanların himayesinde yaşadıklarım gösterir
ki, bu mecusilerin cizye karşılığında zımmî olarak müslümanların himayesinde
yaşadıkları anlamına gelir. Hadisin .bab başlığıyla ilgili olan kısmı da
burasıdır.
Hattâbî'nin
açıklamasına göre, Hz. Ömer'in mecusîlerin gayri meşru evliliklerinin ve yemeğe
başlarken fısıltı halinde söyledikleri sözlerin yasaklanmasıyla ilgili emri,
onların bu işleri müslümanlar arasında açıktan yap-malarıyla ilgilidir.
Çünkü onların, ya da
ehli kitabın, İslâm dışı fiilleri müslümanlar arasında açıkça yapmaları
müslümanlar arasında bir nevi propaganda anlamına gelir. Bu bakımdan onlar bu
işleri açıktan işledikleri zaman bundan men edilmeleri gerektiği gibi Kur'ân
hükümlerine aykırı olan evliliklerle ilgili bir meseleyi müslüman mahkemelerine
intikal ettirdikleri zaman, hakimin bu nikahı derhal geçersiz sayıp eşleri
birbirinden ayrılması icab eder.
Yine bu hadis-i
şerifte, Hz. Abdurrahman b. Avf, "Hz. Peygamber me-cûsilerden cizye
alırdı" diye şahitlik edinceye kadar, Hz. Ömer'in mecûsi-lerden cizye
almadığı ifade edilmektedir. Hattâbî, bu durumun Abdurrahman b. Avf (r.a)'ın
bu husustaki şahitliğine kadar, ashab-ı kiramın mecûsî-lerden cizye
alınmayacağı görüşünde olduklarına delalet eder, der.
Nitekim 3044 numaralı
hadis-i şerifte ifade edildiği gibi Hz. İbni Ab-bas'ın da Esbezli bir mecusinin
"Hz. Peygamber bizim ya müslümanlığı kabul etmemizi yahut da kılıçtan
geçirilmemizi emrediyor" dediğini işiterek mecûsîlerden cizye
alınmayacağına hükmettiği, fakat halk Hz. Abdurrahman b. Avf'ın bu mevzudaki
şahitliğini işitince Hz. İbn Abbâs'ın rivayetine uymayı bırakıp Hz.
Abdurrahman b. Avf'ın sözüyle amel etmeye başladıkları ifade edilmektedir.
İbn-i Abbâs'ın rivayetinin kaynağı "Esbez"li bir mecûsi Hz.
Abdurrahman'm rivayetinin kaynağı ise Hz. Abdurrahmanın kendisidir. Bir
mecûsînin rivayetinin makbul olmadığında ittifak olduğu gibi, bir sahabinin Hz.
Peygambere kadar ulaşan bir rivayetinin sıhhatinde de şüphe yoktur.
Bu bakımdan halk Hz.
Ibn Abbâs'ın rivayetini bırakıp Hz. Abdurrah-man'ın rivayetiyle amel
etmişlerdir.
Bütün bunlar
mecûsiler'den cizye alındığına delalet eden hususlardır,. Ancak mecûsîlerden
niçin cizye alındığı âlimler arasında ihtilaflıdır.
İmam Şafiî'nin iki
kavlinden tercih edilene göre, ehli kitaptan oldukları için alınır. Bu kavil
Hz. Ali b. Ebî Tâlib'den de rivayet olunmuştur. Âlimlerin çoğuna göre, ehl-i
kitaptan değillerdir. Yahudilerle hristiyan-lardan cizyenin nassı kitapla
mecûsîlerden ise sünnetle alınır.."[374]
3045... Urve
b. ez-Zübeyr'den (rivayet olunduğuna göre), Hişam b. Hakim (b. Hizam) Hımıs'ta
iken acem fellahlarından bir takım insanları cizye ödemek için güneşte tutan
bir adam bulmuşda "Bu da ne?" diye sormuş ve ben Rasûlullah (s.a)'i
"Şüphesiz ki aziz
ve celil olan Allah dünyada insanlara işkence yapan kimselere azab eder."
derken işittim demiş.[375]
Bu hadis, halka haksız
yere zulmeden veya işkence yapan kimselerin Allah'ın azabına uğrayacaklarını
ifade etmektedir.
Haklı olarak verilen
kısas, had ve ta'zir cezaları ise bu hadisin hükmüne dahil değildir.
Metinde geçen
"elkıbt" kelimesi Müslim'in Sahîh'inde "elenbat = acem
fettanları" şeklinde rivayet edilmiştir.[376]
Müslim'in diğer bir rivayetinde de "ennebt = acem fellahı"
şeklindedir.[377] Sünen-i Ebû Dâvûd'da
geçen Müslim'in diğer bir rivayetinde de "kıpt" kelimesi Mısır halkı
için kullanılır. Hadis-i şerifte anlatılan olay Şam'ın Hımış şehrinde geçtiğine
göre, Müslü-min Sahih'indeki rivayetin daha doğru olduğu anlaşılır. Çünkü
Hımıs'da yaşayanlar kiptiler değil Nebtilerdir. Demek ki Sünen-i Ebû Davud'un
nüshası çıkarılırken "nebt" kelimesi yanlışlıkla "kıbt"
şeklinde yazılmıştır. Biz bu düşünceden hareket ederek bu kelimeyi aslına uygun
olarak acem fellahları şeklinde tercüme ettik.[378]
3046... Harb
b. Ubeydullah'(ın anne cihetinden dedesi olan şahsın) babasından (şöyle)
dedi(ği rivayet olunmuştur). Rasûlullah (s.a) (şöyle) buyurmuştur:
" Ondabir
vergiler ancak yahudiler ve Hıristiyanlar üzerinedir. Müslümanlar üzerinde
ondabir vergi yoktur.”[379]
3047... Harb
b. Ubeydullah, (birde, bir önceki hadisin) manâsını Peygamber (s.a)'den (rivayet
etmiştir. Ancak bu rivayetinde) "ondabir vergiler" kelimesi yerine
haraç kelimesini rivayet etmiştir.[380]
3048... Bekr
b. Vail (kabilesin)deri bir adamın dayısından (şöyle) dedi(ği rivayet
edilmiştir.Ben Rasûlullah (s.a)'e
“Ey Allah'ın Rasûlü!
Kavmimden ondabir vergi toplayayım mı?" diye sordum da:
"Ondabir
vergiler, ancak yahudiler ve hırıstıyanla üzerinedir" buyurdu.[381]
3049... Harb
b. Ubeydillah b. Umeyr es-Sakafi'nin Tağlib oğullarından olan dedesinden
(şöyle) dedi(ği rivayet olunmuştur.)
Peygamber (s.a)'e
gelip selam verdim, bana İslâm'ı ve kavmimden müslüman olanlardan zekatı nasıl
toplayacağımı öğretti. (Yanımdan ayrıldıktan) sonra (tekrar) kendisine dönüp.
“Ey Allah'ın Rasûlü!
Ben zekatın dışında bana öğrettiklerinin hepsini iyice belledim. Kavmimden
müslüman olanlardan ondabir vergi de toplayayım mı?" diye sordum.
"Hayır onda bir
vergi ancak hıristiyanlar ve yahudiler üzerinedir" buyurdu.[382]
Hanefi âlimlerinden
İbn Melek'in dediği gibi: Burada geçen "öşür" = Ondabir"
kelimesiyle kasdedilen ziraat mahsullerinin zekatı anlamına gelen ondabir vergi
değil tüccarların mallarından alınan ondabir ticaret vergisidir.
Ticaret vergisi, hem
müslümanİarın hem de zımmîler ile müste'minlerin pasaport ile İslâm
topraklarında seyahat eden yabancıların ticaret mallarından alınır. Bu ticaret
malları, emtia kabilinden olacağı gibi hayvan, tahıl, para ve ziynet eşyası
kabilinden de olabilir. Asılları baki kalmak şartıyla kendilerinden istifade
edilen kumaş, elbise, silah, altın ve gümüşten yapılmış kaplar emtiadan
sayılır, tekili meta'dır.[383]
Bu vergiyi toplayacak
olan ve aşır denilen memur, hür, müslim, kuvvet ve necdet sahibi olup şehir ve
kasabalardan hariç büyük bir güzergahda ikâmet ederek tüccarın serbestçe gezip
dolaşabilmelerini temin eder ve mallarını yol kesicilerden ve diğer
tehlikelerden korur. Bunun karşılığında da muayyen vergileri tahsil eder. Bir
kimsenin bu vergiyle mükellef olabilmesi için akıl ve baliğ olması gerekir.[384]
Bu vergiyi toplayacak
olan ve âşir denilen memurun da mükellefleri himayeye kadir olması gerekir.
Binaenaleyh çocuklar ve mecnunlar bu vergiyi ödemekle mükellef olmadıkları
gibi, mükelleflerin güvenliğini sağlamaktan aciz kalan bir devlet adına,
tahsildarlık yapan bir memur da mükelleflerden bu vergiyi toplayamaz.[385]
Bu mevzuda Hattâbî
(r.a) de şöyle diyor: Aslında müslümanlardan toprak mahsullerinden Öşür adıyla
alman vergiden başka bu isimle bir vergi daha alınamaz. Ancak sulh antlaşması
esnasında şart kılınmışsa yahudilerle hıristiyanlardan anlaşmaya uygun olarak belli
mikdarda herhangi bir vergi alınabilir. Ancak bu vergi cizye mikdarindan fazla
olamaz. Ve bu verginin müslümanların toprak mahsullerinden alınan öşür
vergisiyle hiçbir ilgisi yoktur. Çünkü müslümanlara mahsus olan öşür vergisi
bir ibadet niteliği taşıması cihetiyle yahudi ve hıristiyanların
topraklarından alınamaz. İmam-ı Şafiî (r.a)'ın görüşü budur.
İmam Ebû Hanefi
(r.a)'e göre, eğer bu hıristiyan ve yahudilerin tabi oldukları devlet kendi
ülkesinde bulunan müslüman tacirlerden bu vergiyi alıyorsa, biz de onların
tacirlerinden alırız. Eğer onlar almıyorlarsa biz de almayız. Hanefi
ulemasından İbn Melek de bu görüştedir.[386]
Fakat Hanefî
mezhebinde kararlaştırılan görüş şudur:'Müslümanlara ait ticaret mallarından
kırktabir, zımmîlere ait ticaret mallarından yirmide-bir vergi alınır. Tacir
olan müste'minlere (pasaportlulara) gelince bunların haklarında mensub
oldukları hükümetlerin İslâm tacirlerine karşı yaptıkları muamelenin aynısı
uygulanır.[387] Müslüman tacirlerin
mallarının eşkıya tehlikesinden korunması karşılığında yol uğraklarında
bulunan görevlilere ödedikleri ondabir vergi pasaportlu tüccarlardan da alınır.
Bezlu'l-Mechûd
yazarının açıklanmasına göre, Şerhu VSünne isimli eserde şöyle denilmektedir.[388]
"Tacir bir harbî pasaportsuz veya anlaşmasız olarak İslâm ülkesine
girecek olursa, malları ganimet olarak elinden alınır. Eğer ondabir veya daha
çok yada daha az bir vergi ödemek şartıyla girecek olursa şart koşulan mikdar
alınmakla yetinilir..." Ebû UbeydMn "Kitab'ül-Emval" isimli
eserinde Hz. Ömer'in Ziyad b. Hudeyr'i hurmaların vergisini toplamak üzere
gönderirken ona "müslümanların ticaret mallarından kırk-tabir, zımmilerin
ticaret mallarından yirmidebir harbîlerin (pasaportlu olarak İslâm ülkesine
girenlerin) den de ondabir vergi alacaksın."[389]
buyurması Hanefîlerin bu mevzudaki görüşünü desteklemektedir. Çünkü o sıralarda
müs-lümanlara düşman görünen devletler mu'tad olarak müslümanlardan ondabir
gümrük vergisi alıyorlardı. Bu sebeple Peygamberimiz, dış ticarette mu-tad olan
ondabir vergiye bir süre tabi oldu.[390]
3050... İrbad
b. Sariye es-Sülemi'den demiştir ki:
Peygamber (s.a.) le
birlikte Hayber'e inmiştik. Yanında da ashabından (o gün) beraberinde bulunan
kimseler vardı. Hayberin başkanı inatçı ve kurnaz bir adamdı. Peygamber (s.a)e
dönerek
"Ey Muhammed
sizin, bizim eşeklerimizi kesmeniz, meyvelerimizi yemeniz ve kadınlarımıza
saldırmanız caiz midir?" dedi. Bunun üzerine Peygamber (s.a) öfkelenip:
“Ey Avf'ın oğlu atına
bin ve -Haberiniz olsun! Cennet (e girmek) mü'minden başkasına helal değildir.
Namaz için toplanınız- diye haykır." buyurdu. (Avf'ın oğlu da bu emri
yerine getirdi). Bunun üzerine (ashab-ı kiram bu davete uyarak) toplandılar.
Peygamber (s.a) onlara (imam olup) namazı kıldırdı. (Namaz kılındıktan) sonra
ayağa kalkıp:
"Sizden biriniz
koltuğuna yaslanarak Allah'ın şu Kur'ân'daki yasakladığı şeylerden başka hiç
bir şeyi yasaklamadığını mı zannediyor? Şunu iyi bilin ki: Vallahi ben (hem)
öğüt verdim (hem bazı şeyleri) emrettim, (bazı şeyleri de) yasakladım. (Benim
emrettiğim ve yasakladığım bu) şeyler Kur'ân (daki yasaklar) kadar vardır.
Yahutta ondan daha fazladır. Yüce Allah sizin izinsiz olarak kitap ehlinin evlerine
girmenizi helal kılmadığı gibi üzerlerinde olan vergiyi ödedikleri zaman
karılarına saldırmanızı ve meyvelerinizi yemenizi de helal kılmadı"
buyurdu.[391]
3051...
Cüheyne (kabilesin) den (ve Hz. Peygamberin sahabile-rinden olan) bir adamdan
(rivayet olunmuştur.) Dedi ki: Rasûlüllah (s.aj (şöyle) buyurdu:
"Muhakkak kî siz
bir kavimle savaşacak ve onlara galib geleceksiniz, canlanın ve çocuklarını
size karşr mallarıyla korumaya çalışacaklar. (Bu hadisin diğer ravisi) Said
(İbn Mansur ise rivayetinde Müsedded'den fazla olarak şunları da) söyledi
-sizinle bir anlaşma üzerinde barış yaparlar- (bu cümleden sonra her iki
ravide rivayetlerinde) birleş(ip Hz. Peygamberin sözlerine devamle şöyle
de)diler.Onlardan bu anlaşma (da belirlenen vergi mikdarın) dan fazla birşey
almayınız. Bu size yakışmaz."[392]
3052...
Rasûlüllah (s.a)ın sahabilerinden bir cemaat akraba olan babalarından
Rasûlüllah (s.a)in (şöyle) buyurduğunu (rivayet ettiler)
"Dikkatli olun.
Kim bir zımmîye zulm ederse yahut onu(n hakkını) kısarsa, veya ona gücünün
yetmiyeceği bir vergi yüklerse, yada gönülsüz olarak ondan birşey alırsa,
kıyamet gününde onun hasmı be-
nim."[393]
Bilindiği gibi
muslumanlıkta ahde vefa etmek, yanı verilen bir söze sadık kalmak, son derece
önemli bir husustur. Hatta verilen bu söz kâfire bile olsa, yine o söze bağlı
kalınıp icabını yerine getirmek İslamın emridir.
Rasûlü Zişan Efendimiz
bu babda yer alan hadis-i şeriflerde, karşılıklı anlaşma ile islam ülkesinde
vatandaş olarak yaşama hakkını elde etmiş olan gayri müslim tebaanın, anlaşma
şartlarına uygun kaldıkları sürece, zımmîlik haklarına riayet edilmesi, mal,
can ve namuslarına dokunulmaması, emredilmekte fakat, bu anlaşmanın kendilerine
yüklediği cizye vergisini vermedikleri takdirde bu haklan kaybedecekleri,
ifade edilmekte, vatandaşlık görevini yerine getiren bir zımmîye zulmeden
kimselerin kıyamet gününde hasımlarının bizzat Hz. Peygamber olacağı
vurgulanmaktadır.
Bu babda yer alan 3051
numaralı hadis-i şerifte ise bu" hususun yanında bir de sünnetin önemine
ve kapsamının genişliğine dikkat çekilmektedir.
Bu bakımdan biz burada
İslam ülkesinde yaşayan bu gayri müslim vatandaşlarla, sünnetin önemi ve
kapsamı üzerinde kısaca duracağız.
Bilindiği gibi,
kendilerine sağlanan bir zımmîlik antlaşması gereğince İslam devleti içinde
daimi olarak oturan ehl-i kitap ve hiristiyanJara zımmî, denir.[394]
İslam devleti, ödedikleri
cizye ismi verilen bir vergi karşılığında onları himaye eder ve korur.
Yüce Allah Kuran-ı
Keriminde şöyle buyuruyor. "Kendilerine kitap verilenlerden ne Allah'a,
ne ah i re t gününe inanmayan Allah'ın Peygamberinin haram ettiği şeyleri
haram tanımayan, hak dinini din olarak tanımayan kimselerle, zelil ve hakir
olarak kendi el(ler)iyle cizye verecekleri zamana kadar, muharebe
edin..."[395]
Zımmîlere ait İslâm
hukuku kaidelerini incelememiz, bize, islamiyetin çok ülkelerde müslümanlar ile
zımmiler arasında eşitliği tesis ettiğini, onlara birçok haklar verdiğini,
hayatlarını, mallarım ırz ve namuslarını teminat altına aldığını, onlara
müslümanlar in katıldığı mesuliyet ve vazifelerin birçoğunda haklar verdiğini,
söz, inanç ve dini ibadetlerini ifa hürriyetleri sağladığını ve onlara işkence
ve kötülük yapılmasını yasakladığını ve iyi muamele yapılmasını tavsiye
ettiğini gösteriyor.
İslamiyetin
müslümanlar ile onlar arasında bazı haklarda ayırım yapması, onların şahsiyeti
ile ilgili olmayan bir konu olup, İslamiyetin gözet mekle vazifeli olduğu genel
menfaatleri sağlama konusuyla ilgilidir. Bilindiği gibi, İslâmda idare dini
bir idaredir, herhangi bir kamu hizmetine giren bir kims«: in İslam hukukunu
tatbik etmesi şarttır. Zımmîler müslüman olmadıklarına göre, onlara büyük kamu
hizmetleri görevleri verilemez. Ayrıca gayr-ı müslimin müslümanlar üzerinde
kamu yetkisine haiz olması kabul edilemez bir iştir. Çünkü, bu gibi bir
tasarruf müslümanların şuurunu yaralama neticesi verir...[396]
Bu zimmîleştirme
mukavelesi, aşağıdaki hallerde nihayete erer:
1- İsyan
2- Cizye
vergisini ödeme mecburiyetini red
3- Hükümete
itaati red,
4- Hür bir
müslüman kadınla zina,
5- Bir
düşman devlet ferdine sığınma hakkı vermek ve bu devlet lehinde casusluk
yapmak.
6- Allah'ın,
Resulünün ve kitabının kudsiyetine tecavüz etmek,
7- Bir
müslümanın dinden dönmesine sebeb olmak,
8-
Haydutluğa kalkışmak,
9- Islâmın
aziz tuttuğu prensiplere açıktan açığa muhalif hareketlerde bulunmak.
10- Faizli
muamelelere düşkün olmak ve buna benzer şeyler[397]
Sünnetin Önemi:
Rasûlü Ekrem
Efendimizin Sünneti birçok yönlerden büyük bir Önem taşımaktadır. Dindeki yer
ve önemine şu âyet ve hadisler ışık tutmaktadır.
1.
"Rasûl size ne verirse onu alınız size ne nehyederse o şeylerden de
vazgeçiniz."[398]
2. "Kim
Rasûle itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur."[399]
3. Deki
Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah'da sizi sevsin ve sizin için
günahlarınızı bağışlasın.[400]
Mikdam b. Madikerb
derki, Rasülüllah (s.a) şöyle buyurdu: "Bana Kur'an ve onunla beraber onun
gibisi (sünnet) verildi. Yakında, karnı tok, koltuğuna yaslanmış birisi: Size
bu Kur'an yeter; onda neyi helal bulursanız helâl kabul ediniz, onda neyi haram
bulursanız haram biliniz, diyecek. Şunu iyi biliniz ki, Allah Rasûlünün haram
kıldığı da Allah'ın haram kıldığı gibidir! Dikkat ediniz: Size ehlî eşek eti,
köpek dişli yırtıcı hayvanlar, aranızda anlaşma bulunan millet ferdinin kayıp
eşyası,., helâl değildir. Ancak bu sonuncudan sahibinin vazgeçmesi
müstesna..."[401]
Sünnetin Kur'an'ın
yanındaki durumu üç şekilde bulunur:
a- Her
bakımdan ona uyar ve onun aynı olur; bu takdirde bu konuda iki delilin, takviye
için birleşmesi söz konusudur,
b- Kur'ân'da
kastedilen şeyi açıklamak için gelmiş bulunur.
c- Kur'ân-ı Kerim'in
temas etmediği bir bilgi ve hükmü getirir. Bu üçüncüsü doğrudan doğruya
Rasül-i Ekrem'den (s.a) gelme bir hükümdür. Bunda da ona itaat gereklidir.
Eğer Rasûlüllah'ın (s.a) yalnız Kur'ân'a uyan (ve onda bulunan) sözleri
dinlense, başka sözlerine (sünnetlerine) itât edilmeseydi, O'îıa has bir itaat
bulunmamış olurdu. Halbuki Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Kim Rasûle
itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur..."[402] Kim
mütevatir veya meşhur olmakça -Kur'an'da bulunmayan bir hükmü getiren- sünnet
dinlenmez" dese çelişkiye düşmüş olur. Çünkü cumhur şu konularda tek
başına âhid haberi kullanmış ve onunla hükmetmişlerdir:
1. Kadını
halası veya teyzesi üstünde nikahlamanın haram olması,
2. Soy
akrabalığından haram olanlar derecesinde süt akrabalığından da nikahın haram
olması,
3. Alış
verişte şart koşma muhayyerliği,
4. Şüf'a
kaideleri ve müessesesi,
5. Seferde
olmadan rehin,
6. Büyük
annenin mirası (varis olması)
7. Hayız
görenin oruç tutmaması ve namaz kılmaması,
8. Ramazanda
oruçlu iken münasebette bulunana keffâret gerekmesi,
9. Vitr
namazının vâcib olması,
10. En aşağı
mehrin on dirhem olması,
11. Oğuldan
olan kız torunun- ölenin kızıyla- altıdabir hisse olması,
12. Oğul
katili babanın kısas edilememesi,
13.
Mecûsîlerden de cizye vergisinin alınması... Bu örnekleri daha da çoğaltmak
mümkündür.
Sünnet ehlinin bu
konuda daha bir çok delilleri vardır. Hatta sünettin hüccet olduğunu isbat için
başlı başına tezler yapılmış ve eserler yazılmıştır.[403]
3053... Ibn
Abbâs'dan demiştir ki: Rasûlüllah (s.a)
"Müsİümana cizye
yoktur" buyurdu.[404]
3054...
Muhammed b. Kesir dedi ki: Süfyan'a şu (bir önceki) hadisin tefsîri soruldu da
(bir zımmî) "müslüman olunca ona cizye (vermesi) gerekmez" cevabını
verdi.[405]
Metinde geçen
müslümana cizye yoktur sözü iki şekilde te'vıl edilmiştir.
1. Eğer bir
yahudi müslüman olur ve elinde de bir haraç arazisi bulunursa, kendisinden
cizye vergisi arazisinden de haraç vergisi düşer Süfyân-ı Sevri ile İmam Safi
(r.a) bu görüştedirler.
Hz. Sûfyan-ı Sevri'ye
göre, eğer bu arazi savaş yoluyla alınmış ise, müslüman olduğu için sahibinden
cizye vergisi kalkarsa da bu topraktan haraç vergisi kalmaz.
2. Bir zımmî
sene ortasında müslümanlığı kabul edecek olursa, henüz sene tamamlanmadığı için
kendisinden o senenin vergisi istenemez. Nitekim üzerinden bir yıl geçmeden
fakir duruma düşen bir müslümandan elinden çıkan malların zekatı da istenemez.
Çünkü bu mallara zekat düşmesi için üzerlerinden tam bir sene geçmesi gerekir.
Halbuki burada bu mallar sene ortasında sahibinin elinden çıkmışlardır.
Üzerinden tam bir sene
geçtikten sonra müslüman olan bir zımmînin cizye ödeyip ödemeyeceği konusu ise
ihtilaflıdır. Ebû Ubeyd el Emval isimli eserinde bu durumda olan bir zımmînin
geçen senenin cizye vergisini ödemekle mükellef olmadığını söylemekte ve bu
hususta Hz. Ömer'in bir uygulamasını delil getirmektedir.
İmam Ebû Hanife (r.a)e
göre sene sonunda cizye vergisini henüz ödemeden ölen bir zımmînin kalan
malından bu vergi alınamadığı gibi onun varisleri de bunu ödemekle mükellef
tutulamazlar. Çünkü bu cizye vergisi bir borç niteliğinde değildir.
Eğer bu zımmî sene
sonunda müslümanlığı kabul edecek olursa cizye vergisi de kendisinden düşmüş
olur.
İmam Şafiî (r.a)e
göre, bu vergi bir borç niteliği taşıdığından geçen senenin cizye vergisi diğer
borçlular gibi sahibinden istenir.[406]
3055...
Abdullah el-Hevzenî dedi ki: Rasûlüllah (s.a) in müezzini Bilal'Ie Haleb'de
karşılaştım da
"Ey Bilal!
Rasûlüllah (s.a)in geçimi nasıldı bana anlat" dedim. (Şöyle) cevab verdi:
"Yüce Allah'ın
onu (Peygamber olarak) gönderdiği günden beri nesi varsa, onları kendisi
hesabına harcama yetkisi bana aitti. (Bu yetki bende) Rasûlüllah (s.a)in vefatına
kadar (devam etti)
Kendisine bir müslüman
gelirde o'nu(n) çıplak (olduğunu) görürse -git borç para bulda (onunla) şu
adama bir elbise alıp giydir ve kendisini doyur- diye bana emir verirdi. Hatta
(bir defasında) müşriklerden biri karşıma gelip "Ey-Bilal benim imkanım
vardır. Benden başka kimseden borç isteme" dedi. Bende (öyle) yaptım
(yine) bir gün abdest almış namaz için ezan okumak üzere kalkmıştım. Bir de
baktım ki, o müşrik tacirlerden oluşan bir cemaat içersinde (bana doğru) yönelmiş
(geliyor) Beni görünce:
"Ey
Habeş'li" diye seslendi. Ben de
"Buyurun!"
diye cevap verdim. Beni asık bir suratla karşıladı ve bana ağır bir söz
sarfedip
"Seninle ay(ın
sonu) arasında kaç (gün) kaldı biliyor musun?" dedi Bende:
(Ayın sonu):
"Yakındır" dedim.
"Seninle onun
arasında dört (gün) var. (Ayın sonu gelince seni) üzerindeki borca karşılık
yakalayıp (köle olarak) göndereceğim. Daha önceki gibi yine davar güdeceksin
insanların içini kaplayan (üzüntü o anda benim de) içimi kapladı. Nihayet
yatsı namazını kıldım, Rasûlüllah (s.a) ailesinin yanına döndü. Yanına (girmek
için) izin istedim, izin verdi. (Yanına girince) "Ey Allah'ın Rasûlü anam
ve babam sana feda olsun, kendisinden borç almış olduğum bir müşrik bana şöyle
şöyle söyledi. Bunu benim hesabıma ödeyecek senin yanında da benim yanımda da
bir mal yok. ou işse benim kepaze bir duruma düşmem demektir. Binaenaleyh
Allah'ın, Rasûlüne (s.a) benim borcumu ödeyecek (kadar) bir mal ihsan etmesine
kadar şu müslüman olmuş kabilelerden birine kaçmama izin ver!" dedim. Ve
(yanından) çıktım. Nihayet evime geldim. Kılıcımı, (kılıcımla kınını içerisine
koyduğum) torbamı, ayakkabılarımı ve kalkan»mi (alıp ertesi gün çıkacağım yolculukta
yanımda götürmek üzere) yanıbaşıma koydum. Nihayet (fecr-i sadık denilen) ilk sabah'ın
dikey (aydınlığı) doğunca artık yola çıkmaya karar vermiştim. Bir de baktım
ki: Bir adam
“Ey Bilal! Rasûlullah
(s.a)seni çağırıyor" diye (bana doğru) ko-$u(p geli)yor. Bunun üzerine
yola düşüp Rasûlullah (s.a)a vardım ve (orada) yükleri üzerinde çöktürülmüş,
dört deve gördüm. (Konuşmak için) izin istedim, Rasûlullah (s.a):
"Müjde yüce Allah
sana borcunu ödeyecek imkânı gönderdi" dedi. sonra "çöktürülmüş dört
deveyi görmedin mi?" dedi. Bende:
"Evet"
cevabını verdim. Bunun üzerine
"Onların da,
üzerlerindekilerde senindir. Üzerlerinde giyecek ve yiyecek var. Onları bana
Fedek başkanı hediye etti. (Şimdi) onları al ve borcunu öde!" buyurdu.
Bende öyle yaptım. (Hz. Bilal sözlerine devam ederek) hadisi(n geri kalan
kısmını şöyle) anlattı. (Bir süre) "sonra mescide gittim. Birde baktım
Rasûlullah (s.a) mescidde oturuyor. Kendisine selam verdim:
"Üzerindeki
(borç) ne oldu?" dedi "Yüce Allah, Rasûlullah (s.a)in üzerinde
bulunan herşeyi ödedi, (ödenmedik) bir şey kalmadı" cevabını verdim.
(Gelen mallardan borç
ödendikten sonra) "Bir şey arttı mı?" diye sordu.
"Evet"
dedim.
"Beni on(u
elimizde tutmanın sıkıntısın)dan kurtarmaya bak. Çünkü sen beni bundan
kurtarıncaya kadar aile halkımdan hiçbirinin yanma giremem" buyurdu.
Rasûlullah (s.a) yatsı
namazını kılınca beni çağırdı ve:
"Yanındaki mal ne
oldu?" diye sordu. Ben de
"O, (hala)
yanımdadır. Çünkü yanıma onu kendisine verebileceğim ihtiyaç sahibi) bir kimse
gelmedi" dedim. Rasûlullah (s.a)de geceyi mescidde geçirdi. "Evine
gitmedi" Hz. Bilal sözlerine devam ederek) hadisi(n kalan kısmını şöyle)
anlattı. Ertesi gün yatsı namazını kılınca beni (yine) çağırdı
"Yanındaki mal ne
oldu?" diye sordu. Ben de: “Ey Allah'ın Rasûlü Allah seni on(un
sıkıntısın)dan kurtardı.' dedini. Bunun üzerine bu mal yanında iken kendisine
ölümün yetişmesi korkusundan (kurtulmasından) dolayı "Allahu ekber
Elhamdülillah!" dedi. Sonra (oradan uzaklaştı) Bende kendisini takibe
koyuldum. Nihayet hanımlarının yanına varıp her birine ayrı ayrı selam verdi
ve yatağına vardı. İşte senin (benden) sorduğun (Rasûl-ü Ekremin nafakası)
bundan ibarettir."[407]
3056... (Bir
önceki) Ebû Tevbe hadîsi manâ olarak ve yine aynı senetle bir de Hz.
Muaviye'den (rivayet olunmuştur. Şu farkla ki bir önceki hadiste geçen
-Allah'ın Rasûlüne)- benim borcumu ödeyecek..." (kadar bir mal ihsan
etmesine kadar) sözünün yanında (Hz. Bilal'ın) "Rasûlullah (s.a) benim bu
isteğime sükutla cevap verdi. Ben de sükuttan pek memnun kalmamıştım."
dedi(ği rivayeti de yer almaktadır)[408]
3057... Iyâd
b. Hımâr'dan demiştir ki:
Peygamber (s.a)e bir
deve hediye et(mek iste)miştim. Bunun üzerine (bana):
"Sen müslüman
öldün mu?" diye sordu. Ben: "Hayır" cevabını verdim. Peygamber
(s.a)de:
"Ben müşriklerin
bağışlarını kabul) den
men edildim" buyurdu.[409]
3055 ve 3056 numuralı
hadis-i şerifler, müşriklerden hediyye almanın caiz olduğuna delalet ederlerken
3057 numaralı hadis-i şerif bunun caiz olmadığına delalet etmektedir.
3057 numaralı hadis-i
şerif hakkında İmam Tirmizi şöyle diyor: "Rasûlullah (s.a)den müşriklerin
hediyyelerini kabul ettiği de rivayet olunmuştur. Bu hadisde ise kerahiyet
zikredilmiştir ki bunun müşriklerin hediyyelerini bir müddet kabul ettikten
sonra vuku' bulduğu ve artık onların hediyyelerini kabulden menedildiği
muhtemeldir."[410]
Hattâbî ise, 3057
numaralı hadis-i şerifi açıklarken şu görüşlere yer veriyor.
"Rasûl-ü Zişan
Efendimizin bu hediyyeyi reddetmesi iki şekilde tefsîr edilmiştir.
1. Bu
hedıyyeyi reddetmekle onu müslüman olmaya davet etmek istemiştir.
2.
"Hediyyeleşiniz de aranızda karşılıklı sevgi meydana gelsin."[411]
hadis-i şerifinde açıklandığı üzere hediyeleşmek, özellikle hediyyeyi kabul
eden kişide onu kendisine veren kişiye karşı bir sevgi duygusu meydana getirir,
Hz. Peygamber bu hediyyeyi alması neticesinde kalbinde onu veren müşrike karşı
bir sevginin doğmasından korktuğu için kabul etmeyip, reddetmiştir. Çünkü bir
peygamberin kalbinin bir müşrike meyi etmesi asla caiz değildir.
Hz. Peygamberin
Habeşistan kralı Necaşi'den gelen hediyyeleri kabul ettiği bilinen bir gerçek
ise de, O hâdiseyle buradaki hâdise kıyas edilemez. Çünkü Necaşi ehl-i kitap
idi. Bilindiği gibi ehl-i kitabın yiyecekleri bize helal kılındığı gibi
onların kadınlarını nikahlamamız da helâl kılınmıştır. Müşrikler ise böyle
değildir."
Gerçekten Hz.
Peygamberin Eyle Malikinden hediye olarak gelen bir katır, Ükeydir'den gelen
ipek cübbeyi, Rum padişahından gelen boyalı ipek bir elbiseyi kabul ettiği de
bilinmektedir.[412]
Hafız ibn Hacerin
dediği gibi, Taberi Hz. Peygamberin müşriklerden gelen hediyyeleri kabul
ettiğini ifade eden hâdiselerle, kabul etmediğini ifade eden hâdiselerin
arasını telif etmek için:
"Hz. Peygamberin
bu hediyyeleri kabul etmediğini ifade eden hadisler, hükümleri sadece Hz.
Peygamberin şahsını ilgilendiren özel hadislerdir. Bir başka ifadeyle bu
hadisler Hasais-i Nebeviyye ile ilgilidir.
Kabul ettiğini ifade
eden hadislerse, hükümleri bütün müslümanlara ait olan hadislerdir."
demişse de bu söz pek isabetli görünmüyor. Çünkü müşriklerden hediyye kabul
etmenin caizliğine delalet eden hadisler arasında sadece Hz.'Peygamberin
şahsını ilgilendiren hadislerde vardır.
Bazıları da bu
hadislerden, müşriklerden hediyye kabulünün caiz olmadığını ifade eden
hadisler, hediyyesiyle müslümanlann gönlünü kazanıp müs-lümanları kendine
bağlamak isteyen müşriklerin hediyyeleriyle ilgili hadislerdir. Caiz olduğunu
ifade eden hadislerse böyle bir gaye taşımadığı bilinen ve hediyyesinin kabulü
gönlünün İslama ısınmasına vesile olacağı umulan Müşriklerin verdiği
hediyyelerle ilgili hadislerdir" demişlerdir. En isabetli açıklama da
budur.[413]
3058...
Alkame b. Vâil(in, babasından rivayet olduğuna göre) Peygamber (s.a)
Hadramevt'te bulunan bir araziyi parselleyerek kendisine vermiştir.[414]
3059... (Bir
önceki hadisin) bir benzeri de aynı senetle (yine) Alkame'den (rivayet
olunmuştur.)[415]
Ikta: Lugatta; bir
kimseyi delil ve burhanla ilzam etmek, inan-dırmaktır. Aslı, kesmek, parçalamak,
kesime vermek manâlarına gelen kataa fülindendir. Istılahta: Devlet reisinin,
beytü'1-mâle ait araziden bir şahsa bir mikdar toprağı mukataa yoluyla vermesi
demektir. Yapılan bu işleme Ikta’ (= kesime verme), bu şekilde verilen araziyi
mukataa-lî( = kesime verilen) arazi, katıa, denilir. Katianın çoğulu
"katayi" gelir. Ve7 rene Muktı* ( = kesime veren), verilen sahsa da
"Muktaunleh" denir.[416]
Merhum Ö. Nasuhi
Bilmen Efendi, îkta'ı şöyle ta'rif etmiştir: "Araziyi memleketten bazı
parçaların (= çiftliklerin) vergilerini beytü'l-malden vazife almaya mustahik
olan Zevata Veliyyü'l-emrin tevcih ve tahsis etmesidir. Bu halde bunların
vergilerini toplama salahiyeti o zatlara ait olur.[417]
Kısaca mukataa ıstılahta: Özel kesim eliyle işletilen ve devlete belli bir pay
ödeyen devlet işletmeleri anlamına gelir. Devlet reisi beytülmale ait olan bu
toprakları belirli bir kesime verirken daima ammenin menfaatini gözönünde
bulundurur. Amme menafaati de;
1. Arazinin
işlenmesi,
2. Beytülmalin
gelir kaynaklarından biri haline gelmesi,
3. Şahsın
amme yararına olan bir işi başarması karşılığı mükafat olarak verilmesi veya
4. Böyle bir
işe teşvik için önceden ıkta'da bulunması şekillerinde karşımıza çıkar.[418]
Hanefî Ulemasından,
el-Kâsânî, Hanefî âlimlerinin bu mevzudaki görüşlerini açıklarken şöyle diyor:
"Arazi,
1. araziy-i
memluke (mülk arazi)
2. Mülk
olmayan mubah arazi olmak üzere iki kısma ayrılır. Ayrıca mülk arazi
a. Ma'mur,
b. Harab
olmak üzere iki kısma ayrıldığı gibi mülk olmayan mubah arazide
1. Beldeye bitişik
olupta halkın yakacağım temin etmesi ve hayvanların otlatılması için tahsis
edilen arazi
2. Beldeye
bitişik olmayan ölü arazi kısımlarına ayrılır.
Ma'mur olan mülk
arazide sahibinin izni olmadan hiçbir kimse tasarrufta bulunamaz. Çünkü
sahibinin onun üzerindeki mülkiyet hakkı başkasının onun üzerinde tasarrufta
bulunmasına manidir.
Belde sınırları
dışında bulunan ölü arazi ise, kimsenin mülkü değildir. Belde sınırlan
içerisinde kalan arazinin hepsi mülk arazi olduğundan belde sınırları
içerisinde ölü arazi bulunamayacağı gibi.
Beldenin dışında
bulunan ormanlık yada mera olan mubah arazi üzerinde de hiç kimsenin tasarruf
hakkı yoktur. Bu bakımdan ammenin maşla hatı söz konusu olmadıkça devlet
başkanı bile buraları parselleyip şahsın emrine tahsis edemez. Ancak Devlet
başkanı müslümanların yararına olan hususlarda ölü arazi üzerinde tasarrufta
bulunabilir. Ve şartlar dahilinde ölü araziyi parselleyip özel kişilere
verebilir.
Bu cümleden olarak
devlet başkanı beldenin imarı için ölü arazi üzerinde bulunan nehirleri, özel
kişilere kiraya verip onların geliriyle köprüleri tamir edebilir. Bu durumda o
arazi ölü arazi olmaktan çıkıp mülk arazisi olur.
Devlet başkanı
müslümanların maslahatı veya beldenin imarı gibi bir maksada mebni olarak ölü
bir araziyi parselleyip özel kişilerin tasarrufuna verir. O kişilerde bu
araziyi üç sene mühmel bırakırlarsa o arazi tekrar ölü arazi haline dönüşür. Bu
sebeple onu p şahıslardan alıp bir başka şahsa verir. Çünkü Peygamber (s.a)
-Bir arazinin etrafını çeviren bir kimsenin (o araziyi işletmediği takdirde)
onun üzerinde üç seneden fazla mülkiyet hakkı yoktur- buyurmuştur.
Tirmizî'nin Sünen'inde
mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifi'in sonunda şu manâya gelen bir ilave
yer almaktadır: "Mahmûd dedi ki! Ennadr, bu hadisi bize Şu'be'den -O
toprağı kesip kendisine vermesi için Muaviye'yi de onunla beraber
gönderdi-" ilavesiyle rivayet etti.
Hadisi sarihlerinin
açıklamasına göre buradaki Muaviye'den maksat Hz. Muaviye b. Ebi Süfyân
(r.a)Mır.[419]
3060... Amr.
b. Hureys'den demiştir ki: Rasûlullah (s.a) (elindeki) yayla bana Medine'de bir
ev (yeri) çizdi ve:
"Sana daha da
vereceğim, sana daha da fazlasını vereceğim" dedi.[420]
Rasülü Zişan
Efendimizin Medine sınırları içinde kalan ara-ziden bir kısmını ikta' yoluyla parselleyip
Hz. Amr b. Hureys'e verdiğini ifade eden ve devlet başkanının tebaasından uygun
gördüğü kimselere boş toprakları bağışlamasının caiz olduğunu ifade eden bu
hadis-i şerif, Bezi yazarının açıklamasına göre iki cihetten münkerdir.
1. Hadisin
ravisi Amr b. Hureys daha çocuk yaşta iken Rasûlü Ekrem vefat etmiştir. Hadis
sarihlerinin de ifade ettikleri gibi, Hz. Peygamber vefat ettiği zaman
sözkonusu râvi on yaşında idi.
2. Bu hadisi
Amr. b. Hureys'den rivayet eden ve isminin Halife olduğunu söyleyen zatın
kimliği ise tamamen meçhuldür.
Ayrıca bu hadisin
sıhhatine gölge düşüren diğer bir hususta Medine şehri içerisinde bulunan
toprakların ıkta' yoluyla parsellenip özel kişilere bağışlandığından
bahsetmesidir. Oysa Hz. Peygamberin tatbikatında şehir sınırları içerisinde
bulunan toprakların parsellenerek özel şahıslara verildiği görülmemiştir.
Çünkü bir önceki hadis-i şerifin şerhinde de açıkladığımız gibi, belediye
sınırları içerisinde bulunan topraklar "mülk arazi" denilen sahipli
topraklar olduğundan sahiplerinin izni olmadan hiçbir fert o topraklar üzerinde
tasarrufta bulunamaz. Hafız Münzirî ise, bu hadis hakkında sükut etmiştir.[421]
3061...
Rabia b. Ebî Abdurrahman birden fazla kimselerden (rivayet olunduğuna göre)
Rasûlullah (s.a) Für'(denilen yer)in nahiyelerinden (biri olan) Kabeliyye
(nahiyesi)nin madenlerini Bilâl b. el-Hâris el-Müzeni'ye bağışlamıştır. Bu
madenlerden bugüne kadar zekâtın dışında hiçbir (vergi) alınmıyor.[422]
3062...
Kesir b. Abdillah b. Amr b. Avf in (dedesi Amr)den (rivayet ettiğine göre)
Peygamber (s.a) el-Kabeliyye (denilen nahiye)nin madenlerini deresiyle
tepesiyle Bilal b. el-Haris el-Müzeni'ye bağışlamıştır.
(Bu hadisi) Abbâs'm
dışında bir râvi de -(şöyle) rivayet etti- (Hz. Peygamber el-Kabeliyye'nin
madenlerini) deresiyle tepesiyle (Bilal'e verdi.) Ayrıca (ona) Kuds (denilen
dağ)dan ziraate elverişli olan yerleri de (verdi. Fakat bunları verirken) ona
hiçbir müslümanın hakkını vermedi. (Bir de) ona -Bismilllahirrahmanirrahim şu
Allah'ın Rasûlü Mu-hammedin, Bilal b. Haris el-Mu'zeni'ye verdiği (yerleri
bildiren bir vesikadır. el-Kabeliyye (isimli nahiye)yi deresiyle tepesiyle ona
bağışlamıştır.- (Bu olayı) Bir başkasıda (şöyle) rivayet etti. (Hz. Peygamber
el-Kabeliyye'nin madenlerini) deresiyle tepesiyle (Bilare verdi) Ayrıca (Ona)
Kuds (denilen dağ)dan ziraate elverişli olan yerleri verdi. Fakat bunları
verirken ona hiç bir müslüman'ın hakkını vermedi- (Bu hadisin) bir benzerinide
Ebu Üveys, Edeyi b. Bekr b. Kinane oğullarının azatlı kölesi Sevr b. Zeyd ve
îkrime kanalıyla tbn Abbâs'dan rivayet etmiştir.[423]
el-Kabelıyye Deniz
kenarında, Medine ye beş gunluk mesa-fede bir nahiyedir.
Fiir’: Mekke ile
Medine arasında bulunan bir mevkidir. Bu mevkide birçok nahiyyeler yer almaktadır.
El-Kabeliyye nahiyesi'de burada bulunan nahiyelerden biridir.
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerifler, Madenlerin zekata tabi olduğuna, binaenaleyh maden
sahiplerinin ellerinde bulunan madenlerin zekatlarını vermelerinin farz
olduğuna ve devletin yerin altında bulunan katı madenleri ikta usulüyle
vermesinin caiz olduğuna delalet etmektedir.
Maden, Lügatte; ikâmet
manâsına olan adn maddesinden alınmıştır. Esasen birşeyin istikrar üzere
duracağı yer demektir. Çoğulu "Meadın" gelir.
Istılahta; Yaratıldığı
günden beri yer altında müstekarr olarak bulanan bir takım ecza ve eczamdan
ibarettir ki başlıca üç kısma ayrılır.
1. İzabeye;
yani ateş ile yumuşayıp erimeye kabiliyetli olan madenlerdir. Altın, gümüş,
demir, bakır kurşun gibi.
2. İzabeye kabiliyyeti
olmayan madenlerdir. Kireç, alçı, yakut, zümrüt gibi.
3. Mayi
(sıvı); halinde bulunan madenlerdir. Su, tuz, zift, cıva, neft (petrol) gibi.[424]
Yapılan bazı
araştırmalar, Hz. Peygamberin, Kabeliyye madeninin yerin derinliklerinde
bulanan bir altın madeni olduğunu ortaya koymaktadır.[425]
Araziyi Öşriyye veya
haraciyye içerisinde bir müslüman veya zimmî tarafından bulunup izabeye
elverişli bulunan madenler ile vaktiyle gayri müs-limler tarafından gömülmüş
olan definelerde gerek çok ve gerek az olsun vergiye tabidirler.
Binaenaleyh bunların
beştebiri beytülmal namına alınır geri kalanı da o araziye malik olanlara
verilir. Şayet o araziye kimse malik değilse bu, kalan mikdar, onları
bulanlara aid olur.
Sahralar, dağlar ve
ölü denilen arazi bu gibi maliksiz arazi sayılır. Bunların ziraate elverişli
olanları, araziyi öşriyye veya haraciyye mesabesindedir.
Madenlerde bulunan
yakut, zümrüt, firuze, kireç gibi İzabe ve intibaı kabul olmayan şeylerden
vergi alınmaz. Belki bunlar bulundukları mahallin sahibine aiddir.
Binaenaleyh bunlar
araziyi memleket dahilinde bulunduğu takdirde tamamen beytül'mâle aid olmak
lâzım gelir.
Bir kimsenin kendi
mülk hanesinde, mülk arasında, öşriyye ve haraciyye kabilinden olmayan sırf
mülk arazisinde bulduğu madenler, tamamen kendisine aid olub bunların bir
kısmı beytülmal namına alınmaz.
Bu imamı Âzam'dan bir
rivayete göredir. Diğer bir rivayete göre mülk arazi de bulunan madenlerin de
humsu = beşte biri beyîülmâl namına alınır. İmameyne göre, gerek hane, gerekse
arsa içerisinde ve gerek mülk arazide bulunan madenlerin humsu herhalde
beytulmâle aiddir.
Cahilliyye devrine aid
olan definelerin beşte biri beytulmâle kalanı da bulunduğu arazi fetih
zamanında veliyyül'emir tarafından kime temlik edilmiş ise ona veya onun
varislerine aid olur. Vârisi de mevcud olmayınca tamamen beytülmâle aid
bulunur.
Fakat bu define; dağ,
sahra gibi memlûk olmayan bir yerde bulunursa maden hükmünde olup humsu
beytülmâle, kalamda bulan şahsa aid olur. Velev ki zimmî olsun. Şayet bu şahıs,
bir müste'min ise bu define elinde bırakılmaz. Meğer ki hükümetin müsaadesiyle
bunu çıkarmaya çalışmış olsun. O halde mukavele şartlarına göre muamele
yapılır.
Müslümanlara mı,
cahiliyyeye mi aid olduğunda şüphe edilen bir define, cahiliyyeden sayılıp
hakkında evvelki mesele veçhile muamele olunur. Diğer bir kavle nazaran bu
define hakkında yitik ahkâmı cereyan eder.[426]
Hanefi âlimlerine
göre, madenlerin vergiye tabi olması için nisab mik-darına ulaşmaları şart
değildir. Ancak mezheb imamlarından bazılarına göre, nisab mikdanndan az olan
madenlerden vergi fzekat) alınmaz.
İmam-ı Malik ile
Şafii'ye göre, altın ile gümüş madenlerinden vergi alınır, sair, madenlerden
alınmaz. Alınacak vergide kırktabirden fazla olamaz.
İmam Ahmed'e göre her
madenden vergi alınır.[427] Devlet
tarafından ikta yoluyla özel işletmelere verilen madenlerin mülkiyetinin mî
yoksa faydalanma hakkının mı verilebileceği meselesi de ulema arasında
ihtilaflıdır.
Fakat sadece intifa
(faydalanma) hakkının verilebileceği görüşü daha ağır basmaktadır.[428] 3061
numaralı hadis mürsel olmakla beraber, aynı hadis yine aynı numarada Serv b.
Zeyd ed-Deyli vasıtasıyla tbn Abbâs'dan merfu olarak rivayet edilmiştir.[429]
3063...
(Kesir b. Abdillah b. Amr b. Avf'ın) dedesinden (rivayet olunduğuna göre)
Peygamber (s.a) el-Kabeliyye (denilen nahiye)nin madenlerini deresiyle
tepesiyle Bilal b. el-Haris el-Müzeni'ye bağışladı. (Râvi b. en-Nadr bu hadise
ilave olarak şunları da) rivayet etti. -(Hz. Peygamber ona oranın) Cers
(denilen bir çeşit arazi)si ile Zat-ün nü-sub (isimli araziy)i de (bağışladı.
Hadisin bundan) sonra (ki kısmında îbrahim-el-Humeyni, Hüseyin b. Muhammed
isimli râviler rivayetlerinde) birleş(erek şöylede) dediler. "Kuds
(denilen dağ)dan ziraate elverişli olan kısımları da (ona bağışladı)- (Fakat bunları
verirken) o'na hiçbir müslümanın hakkını vermedi.
Ebu Üveyş dedi ki:
Sevr b. Zeyd, İkrime ve îbn Abbas zinciriyle bana (bir önceki hadisin) aynısını
nakletti. İbn Nadr (Bu hadise şunları da) ilave etti. (Hz. Peygamberin
buraları Hz. Bilal İbn el-Harise bağışladığını tescil eden belgeyi) Ubeyy b.
Ka'b yazdı.[430]
Bu hadisle ilgili
açıklama bir önceki hadisin şerhinde geçtiğinden burada tekrara lüzum görmedik.[431]
3064...
Ebyaz b. Hammel'den (rivayet olunduğuna göre) kendisi Rasûlullah (s.a)e gelmiş
ve (ondan) tuzlayı, kendisine bağışlamasını istemiş
İbn Mütevekkil
(burasını) Mearibdeki tuzla diye rivayet etti. (Hz. Peygamber de) tuzlayı ona
bağışlamış (Ebyaz dönüp gidince) meclis-den bir adam "Ona neyi bağışladın
biliyor musun? hazır ve kesilmeyen suyu bağışladın!” demiş, Bunun üzerine (o
tuzlayı) Ebyaz'dan geri almış (Ebyaz bu defa) Hz. Peygamberden erak
ağaçlarından oluşan Ma'mur arazinin kendisine bağışlanmasını istemiş (Hz.
Peygamber de) deve) ayaklann(ın) erişmediği yerleri" (verebilirim) buyurmuş
İbn Mütevekkil (ise bu kısmı) "deve ayakları" (nın değmediği uzak
yerler şeklinde) rivayet etti.[432]
Bu hadis-i şerif, sıvı
veya yeryüzüne çıkmış yada yer kabuğuna çok yakın olan madenlerin şahsi
işletmeye verilemeyeceğini söyleyen bazı fıkıh âlimlerinin delilini teşkil
etmektedir.
Bu görüşte olan
âlimlere göre, Hz. Peygamberin, Hz. Ebyaz'a vermiş olduğu bu tuzlayı geri
almasının sebebi onun kaynağı hiç kurumayan ve zahmetsizce elde edilen bir
maden olmasıdır.
Mezheb imamlarından
imam-ı Şafiî, sıvı ve açık madenlerin ihya için şahıslarca çevrelenmesine karşı
olduğu gibi, yerin derinliklerinde değilde açıkta, olan diğer madenlerinde
işletime verilmesine karşıdır. Ona göre bu tür madenler şahsi tekel altına
alınamaz.
Şafiîye göre; göller
yapıp tuzlu su doldurmak suretiyle bir yerden tuz elde edilebilecekse orası
iktâ olarak (işletmeye) verilebilir. Çünkü bu iş daimi bir çalışmayı
gerektirir. Çalışma olmadan tuz elde edilemez. Şafii'nin burada külfet
esasından hareket ettiği açıktır. Çünkü tuzla yapıp tuz elde etmek, kendi
kendine oluşan tuz madenine benzemez.
Hanbelilerden İbn
Kudame'nin tuzla hakkındaki görüşü de imam Şafiî'nin ki gibidir. Ona göre de
devlet başkanı böyle bir yeri ikta olarak verebilir. Ve burasını ihya etmiş
olan, mülkiyyetini elde etmiş olur. Aslında İbn Kudâme, sıvı madenlerin ve tüm
açık madenlerin ihya ile mülkiyetlerinin elde edilemeyeceği ve işletmeye de
verilmeyecekleri kanaatındadır. Ancak bir arazinin ihya ile mülkiyeti elde
edildikten sonra orada, ister derinde olsun ister açıkta olsun katı bir maden
bulunursa İbn Kudâmeye göre, bu maden az önce temas ettiğimiz gibi arazi
sahibinin olmaktadır. İbn Kudame'den önce İmam Şafiî aynı şeyi söylemektedir.
Ona göre bir kimse arazi iktası alıp ihya eder de orada maden bulursa, işlediği
müddetçe ona mâlik olur.
İmam Malik (179 H/795
M) açık madenlerde şahsi mülkiyeti kabul etmediğinden bunların idare ve
işletmeye verme haklarının da devletin olduğu rey ve ictihadındadır.
Maverdi; Cevheri arz
üzerinde görünür durumda olan; sürme, tuz, zift, neft ve benzeri-madenlerin, su
gibi olduklarından işletmeye verilmelerinin caiz olmadığı görüşündedir. Herkes
bu madenlere ortak olduğundan diğer insanların da onlardan pay almaya hakları
vardır. Maverdinin muasırı Ferrâ (ö 458)nin görüşü de aynıdır. Corci Zeyan
Mâverdi'ye dayanarak; açık olup ihracı fazla zahmetli olmayan sürme, tuz, neft
ve zift gibi madenlerin hiç kimseye ihale edilmeyerek herkese
mübah"tutulduğunu, diğer madenleri ise, devletin 1/5 kendisine ait olmak
üzere isteyenlere ihale edebileceğini yazar.
Görüldüğü gibi İslâm
hukukçuları yeryüzüne çıkmış açık madenlerin ikta olarak verilemeyeceği
görüşünde birleşmişlerdir. Çağımızda bazı müellifler de eserlerinde
müctehidlerin bu görüşlerine yer vermişlerdir. Şah Veliyullah ed-Dihlevi (Ö
1176 H/1762) halk menfaatına aykırı ve halkı eziyete sürekle-diğinden yeryüzVne
yakın ve çıkarılması fazla çalışma ve masraf gerektirmeyen madenlerin
şahıslara verilemiyeceğini söylemektedir.[433]
Yerin derinliklerinde
olan katı madenlere gelince, bunların ikta olarak verilip verilemiyeceği
ihtilaflıdır. Ancak yukarıdaki sıvı ve açık madenler hakkındaki hükümlere
bakılırsa genellikle bunların şahsa verilebileceğinin kabul edildiği
anlaşılır.[434]
Hanefî âlimlerinden
Serahsi'nin açıklamasına göre, hanefilerde su, neft ve civa gibi sıvı madenleri
ve herhangi bir müdahale olmadan kendi kendine kaynağından fışkırıp gelenlerin
tümü su hükmündeki madenleri toplumun müşterek malı saymışlardır. Onları bu
içtihada vardıran delil, Rasûlullah
(s.a)in "müslümanlar üç şeyde ortaktırlar; Suda, otta ve
ateşte..."[435] mealindeki
hadis-i şeriflerdir.[436]
Nitekim mevzumuzu
teşkil eden hadis-i şerifte anlatılan, Hz. Peygamberin, Hz. Ebyaz'a verdiği
tuzlayı içersinde kendiliğinden devamlı olan bir su bulunduğu için geri alması
da, kendiliğinden akan su hükmündeki kaynakların özel işletmelere
verilemeyeceğine delalet etmektedir.
Hanefîlere göre:
"Maden toprağın bir parçası olduğundan arazinin hükmüne tabidir. Yer
altındaki eski eserler ve hazine (kenz) ler ise toprağın bir parçası
değillerdir. Bundan dolayı bir kimsenin mülkü olan arazisinde, arsa ve evinde
yahut iş yerinde bulunan madenin 5/4'ü, kimin tarafından bulunursa bulunsun o
yerin sahibine aittir. Madenin, arazinin bir parçası olarak görülmesi ve yer
altındaki hazinelerle eski eserlerin de toprağın parçası olarak düşünülmeyişi,
beraberinde bazı hükümler getirmiştir. Bunun için bazı hanefîler, arazinin
satışı ile içindeki madenin de müşteriye intikal ettiğini kabul ettikleri
halde, topraktan bir parça olmaması sebebiyle aynı hükmü hazine için kabul
etmemişlerdir.[437]
Bezlü'l-Mectıûl
yazarının açıklamasına göre, metinde geçen "deve ayaklarının erişemediği
uzak yerleri sana verebilirim" sözü hayvanların otlatılması için bir beldenin
ihtiyaç duyduğu yerleri ve bu gibi yerlerin yakın çevrelerini özel işletmeye
vermenin caiz olmadığım ifade eder. Ancak buralardan uzak olan ve hayvanların
otlamasına yaramayan yerler, Özel işletmeye verilebilir. Bu hadis-i şerif
hükmünde hata eden bir hakimin bu hükmünden dönebileceğine ve merada yetişen
otların araziye ait olup kimsenin tekelinde olmadığına delalet etmektedir.[438]
3065...
Muhammed b. el-Hasen el-Mahzumî (bir önceki hadisi şöyle) rivayet etti. (Ben
sana) deve ayaklarının erişemediği yerleri (ikta yoluyla verebilirim. Hz.
Peygamber bu sözüyle) demek istiyor ki: Develer başlarının erişebildiği
yerler(dek)i (otları) yerler. Başlarının yukarısı mahfuz kalır.[439]
Develer bir yere
ayaklan üzerinde giderler, oraya ayaklanyla erişirler. Bu bakımdan bu hadis-i
şerifte, Hz. Peygamber kendisinden erak ağaçlarıyla kaplı olan bir araziyi
isteyen Hz. Ebyâz'a "develerin ayaklan üzerinde varıpta ağızlarının
erişemediği ormanları yahutta uzaklığından dolayı develerin varamadıktan
yerleri verebilirim. Develerin rahatlıkla vanp otlayabildikleri yerleri
vermem” cevabını vermiştir. Develer erak ağacına yetişebildiklerine göre bu
hadis "içerisinde erak ağacı bulunan hiçbir arazi şahıslara
verilemez." anlamına da gelebilir. Bu hadis-i şerif hakkında Hattâbî
şöyle diyor:
Bu ifade, ormanlık bir
araziyi ihya ederek oraya sahip olan bir kimsenin, o arazi üzerindeki ormana
sahip olamayacağı anlamına gelir.
Çünkü hadis-i şeriften
sözkonusu arazinin ilk defa ihya edildiği sırada üzerinde erak denilen misvak
ağaçlarının bulunduğu, bu sebeple de Hz. Peygamberin develerin yayılabileceği
bu ormanlık araziyi kendinden isteyen şahsa vermekten kaçındığı anlaşılıyor.
Fakat bir araziyi ihya
eden kimse, daha sonra bu arazi üzerinde meydana gelen otlara ve ağaçlara
sahip olur. Onlar üzerinde dilediği şekilde tasarruf eder. Bu hadisin ravisi
Muhammed b. Hasen hadis uydurma suçuyla itham edilmiştir.[440]
3066...
Ebyâz b. Hammardan (rivayet olunduğuna göre). Kendisi Rasûlullah (s.a)den erak
(denilen misvak ağaçlarının hükmünü sormuş Rasûlullah (s.a):
"Erak (ağaçların)
da özel mülkiyet olamaz" buyurmuş. Bunun üzerine (Ebyâz b. Hammal)
“Özel mülkiyet
sınırların içerisinde bulunan erak ağacı" (nın hükmünü soruyorum) demiş.
Peygamber (s.a)de (tekrar)
"Erak
(ağaçların)da özel mülkiyet olamaz" buyurmuş.
(Râvi) Ferac (b. Said
bu hadisle ilgili olarak) dedi ki: (Ebyâz) "Özel mülkiyet sınırlarım
içerisinde kalan" (sözü) ile "etrafı çevrili ve ekili toprağı ifade
etmek istemiştir."[441]
Bir önceki hadis-i
şerifin şerhinde açıkladığımız gibi Hz. Peygamber kendisinden erak ağaçlarıyla
kaplı bir yeri istemiş, Hz. Peygamber de develerin ayaklarının ve ağızlarının
ulaşamadığı uzak bir yeri ona vermişti.
Daha sonra Hz.
Peygambere gelerek, böyle bir araziye sahip olmakla içerisinde bulunan ağaçlara
da sahip olup, olamayacağını sormuş Hz. Peygamber de ona "Sen bu araziye
sahip olduğun esnada içerisinde bu ağaçlar yetişmiş halde bulunduklarından, bu
araziye sahip olmakla üzerindeki dikili ağaçlara da sahip olamazsın"
diyerek sözkonusu ağaçların hiçbir şahsın özet mülkü olamayacağını ifade
buyurmuştur.
Sonuç olarak bu
hadis-i şerif, bir araziyi ihya eden kimse ihya ettiği bu arazinin mülkiyetine
sahip olmakla beraber araziyi ihya etmeden önce üzerinde yetişmiş olan
ağaçlara sahip olamayacağına bu ağaçların ammeye ait olacağına delalet
etmektedir.[442]
3067...
Sahrden (rivayet olunduğuna göre) Rasûlullah (s.a) savaş için Sakıf (kabilesi)
üzerine yürümüş, Sahr (r.a) bunu işitince, Peygamber (s.a)'e yardım etmek için
atına bin(ip bir süvari topluluğu ile birlikte yola çık)mıştı (fakat) Peygamber
(s.a)'in (Taifî) fethedemeden dönüp gitmiş olduğunu gördü ve o gün (Sakif
lılar) Rasûlullah (s.a)in hükmüne boyun eğmedikçe (onların sığındıkları) şu
şatodan ayrılmayacağına dair Allah'a söz verdi. Gerçekten de Hz. Sahr, Onlar,
Rasûlullah (s.a)in hükmünü kabul edinceye kadar onlarla savaşı bırakmadı.
(Onlar Hz.Peygamberin hükmünü kabule yanaşınca) Hz. Sahr Peygamber (s.a)e
(şöyle bir) mektup yazdı.
"Gelelim mevzuya,
Ey Allah'ın Rasûlü Sakif (kabilesi) senin hükmünü kabul etti. Şimdi ben
onların karşısında bulunuyorum onlarda at üzerinde" (karşımda duruyorlar)
Rasûlullah (s.a)
(mektubu alır almaz) namazın cemaatle kılınmasını emretti ve (cemaat namaz
için toplanınca Hz. Sahr'in bu) kahraman (kabilesi) için "Ey Allah'ım bu
kavmin atlısına, yayasına bereket ihsan eyle!'' diye on (defa) dua etti. (Bir
süre sonra) Sakif kabilesi Hz. Peygamberin huzuruna geldi. (İçlerinden)
El-Muğire b. Şu'be sözaidi ve
"Ey Allah'ın
Rasûlü Sahr, halamı esir aldı. Oysa müslümanlann girdiği dine halam da
girmişti/' dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a) Sahr'ı çağırıp O'na
"Ey Sahr? Bir
kavim miislümanlığa girdiği zaman kanlarını ve mallarını güvence altına almış
olurlar. Binaenaleyh sen Muğıre'ye halasını geriver" buyurdu. Sahr'da
(halasını) ona iade etti. Ve (söz alıp) Peygamber (s.a)den Süleym oğullarının
İslâm'dan kaçarken bırakıp gittikleri suyu istedi:
“Ey Allah'ın
Peygamberi bu suyu benim ve kavmimin hürmetine ver!" dedi (Hz. Peygamber
de) "Evet" (bu suyu size veriyorum) dedi ve (suyu) onlara verdi.
Bunun üzerine Sûleym kabilesi de müslü-man olup Hz. Şahr'ın yanma geldiler ve
ondan suyu kendilerine geri vermesini istediler. (Sahr, bu suyu kendilerine
vermekten) kaçınınca Peygamber (s.a)'e varıp:
“Ey Allah'ın Peygamberi
müslüman olduk ve suyumuzu bize geri vermesi için Sahr'a vardık (fakat o buna)
yanaşmadı." diye şikâyette bulundular. (Hz. Peygamber de) Sahr'ı çağırıp
"Ey Sahr! Bir
kavim müslümanlığı kabul ettiği zaman, mallarını ve kanlarını güvence altı a almış
olurlar. Binaenaleyh sen bu kavme sularını geri ver" buyurdu. (Sahr da)
"Başüstüne Ey
Allah'ın Peygamberi" karşılığını verdi.
Ben (bu sırada)
Rasûlullah (s.a)'in Hz. Sahr'dan Cariyeyi ve suyu geri almadan (duyduğu)
utançtan dolayı yüzünün kızardığını gördüm.[443]
Hz. Peygamberin Sakif
kabilesi üzerine düzenlediği bu savaş, hicretin sekizinci yılının Şevval ayına
tesadüf eden Taif gazvesi esnasında vukubulmuştur.
Bilindiği gibi bir
topluluğun müslümanlıktan kaçarken arkalarında bırakıp gittikleri mallar, Fey
olarak Hz. Peygambere kalır. Kur'ân-ı Kerim'-den ve Sahih hadislerden çıkarılan
hüküm budur.
Burada da Sakif
kabilesinin Islâmiyetten kaçarken bırakıp gittikleri su kaynağı bir fey olarak
Hz. Peygamberin hissesine düşmüş ve Hz. Sahr'ın ricası üzerine bu suyu ona ve
kavmine bağışlamıştır.
Bu durumda söz konusu
su, Hz, Sahr'ın ve kabilesinin özel mülkü haline geldiğinden bunu onun elinden
almanın mümkün olmaması gerekir. Hatta Sakiflilerin sonradan müslümanlığa
girmeleri bile bu suyu onun elinden geri almaları için yeterli olamaz. Durum
böyleyken Hz. Peygamberin onu Hz. Sahr'ın elinden geri alıp Sakiflılara vermesi
izaha muhtaç bir husustur.
Hadis sarihlerinin
açıklamasına göre, Hz. Peygamberin suyu, Hz. Sahr'in elinden alıp Sakiflılara
vermesi, O'nun aslında Sakifhların hakkı olmasından değildir. Ancak Hz.
Peygamber Sakiflılan İslâmiyete iyice ısındırabil-mek için bu suyun onlara
verilmesi gerektiğine inanmış ve bu düşünceyle de Hz. Sahr'm rızasını alarak
suyu ondan alıp Sakiflılara vermiştir. Suyu Hz. Sahr'dan geri alırken yüzünün
kızarması da aslında bu suyun Sakifhların değil Hz. Sahr'ın öz malı
oluşundandır.
Sahr'm elinden
cariyenin alınması da böyle olmuştur. Çünkü Hz. Sahr onu müslüman olmadan önce
esir etmiştir. Müslümanlığa girmeden esir edilen bir kadının sonradan müslüman
olması onun hürriyetine kavuşmasını gerektirmez.
Ancak Hz. Peygamber
Sakiflıların gönüllerini İslama ısındırmak için Hz. Sahr'ın rızasını alarak bu
kadının serbest bırakılıp, iade edilmesini sağlamıştır.
Binaenaleyh Hz.
Peygamber:
“Ey Sahr! Bir kavm
müslümanlıgı kabul ettiği vakit mallarını, kanlarını güvence altına almış
olurlar. Binaenaleyh sen bu cariyeyi ve suyu geri ver!" buyururken
"Bunlar senin hakkın değildir" demek istememiş, ancak bu sözüyle
bunları eski sahiplerine verirseniz iyi olur, diyerek bunları geri vermeye Hz.
Sahr'ı ve arkadaşlarını teşvik etmek istemiştir.
Bununla beraber Hz.
Sahr bu kadını müslüman olduktan sonra esir etmiş olması Rasûlü Ekrem'in de bu
yüzden onun serbest bırakılmasını istemiş olması ihtimali de vardır.
Ayrıca hüküm Allah'ın
ve Rasûlünün olduğuna göre, Hz. Peygamberin hakkın tecellisinin böyle
olacağını bildiği için böyle emir vermiş olması da mümkündür.
Bu hadisin mevzumuzu
teşkil eden bâb başlığı ile ilgisi Hz. Peygamberin bir su kaynağını Hz. Sahr
ile etrafındaki cemaate bağışlamasıdır.[444]
3068...
Sebre b. Abdülaziz b. er-Rabî' el-Cühenî'nin dedesinden (rivayet olunduğuna
göre), Peygamber (s.a) (Tebük seferine çıkarken ilk defa bugünkü Zûhuşub
vadisindeki) devme ağacının altında bulunan mescidin yerine inmiş, orada üç
gün kaldıktan sonra Tebük'e (doğru yola) çıkmış ve geniş bir arazide kendisine
katılan Cüheyne' kabilesine "Zülmerve halkı kimlerdir?" diye sormuş
(Cüheyne'lilerin) "onlar Cüheyne kabilesinden Rifââ oğullarıdır'* demeleri
üzerine "Zûl-merve köyünü "onlara verdim” buyurmuş. Bunun üzerine
(Zülmerve) köylüleri orayı (kendi aralarında) bölüşmüşler. Onlardan kimisi
(hissesini) satmış kimisi de (elinde) tutup işletmiş. (Ravi İbn Vehb sözlerine
şöyle devam etti.) Sonra ben bu hadisi (Sebre'nin babası) Ab-dulaziz'e sordum,
bana bir kısmını haber verdi. (Fakat) hepsini haber vermedi.[445]
3069... Esma
bint Ebû Bekir'den (rivayet olunduğuna göre) Rasûlullah (s.a) Hz. Zübeyr'e bir
hurmalık vermiştir.[446]
Fahr-i Kâinat
Efendimiz hicretin dokuzuncu yılının Recep ayına rastlayan Tebük seferinde
yolculuk boyunca ondokuz yerde konaklamış ve orada ibadet etmiştir. Siyer
kitaplarının tesbitine göre, Rasûl-ü Zişan Efendimizin Tebük seferinde ilk
konak yeri Medine'ye bir gecelik mesafede bulunan Zûhuşub vadisi olmuştur.
Peygamberimiz burada,
bostan içindeki devme ağacının altında namaz kılmış üçgün orada kaldıktan sonra
yoluna devam etmiştir.
Daha sonra burası
muhafaza edilmiş ve zamanla oraya bir mescid yapılmıştır.
"Devme" İri
ağaçlar cinsinden nebk(sidr) ya da "mukl" ağacıdır.
Hz. Peygamber daha
sonra kendisine katılan Cüheyne kabilesine Şam'la Medine arasındaki Vadilkura
denilen yerdeki Zülmerv köyü halkının kimler olduğunu sormuş onlar da
"Zülmerv köyü halkı Cüheyne kabilesinden Ri-faâ oğullarıdır." deyince
bu köyün arazisini ikta esasına göre onlara vermiştir. Biz ikta' esasına göre
bir araziyi birine vermenin nasıl olduğunu 3058 numaralı hadisin ve onu takib
eden hadislerin şerhinde açıklamıştık.
Aliyyü'l-Kari'nin,
Şerhii's-Sünne isimli eserindeki açıklamasına göre ikta:
1. Temellük
ıktaı,
2. İrfak
iktaı olmak üzere ikiye ayrılır.
Bunlardan birincisi
arazinin mülkiyetinin bağışlanması, ikincisi de sadece intifasının
bağışlanması anlamına gelir. Birinci kısım ikta ile bir mala sahip olan, o
malın mülkiyetine, ikinci kısım ikta ile bir mala sahip olan da ondan
faydalanma hakkına sahip olur. Binaenaleyh 3069 numarada Hz. Zübeyre
verildiğinden bahsedilen hurmalık birinci kısımdan olması gerekir.
Ancak Bezlü'I-Mechûd
yazarının açıklamasına göre, el-Muzhır, "Hz. Zübeyr'e verilen bu arazinin
yer altında bulunan kapalı bir maden gibi, faydalanılması emeği ve masrafı
gerektiren bir yer olmadığından bu şekilde bağışlanmasının caiz olmaması
gerektiğini, Binaenaleyh bu arazinin Hz. Peygamberin fey yoluyla eline geçen
özel mülkü olup ona bu mülkü bağışlamış olabileceğini, ya da ölü bir arazi
olduğu için ihya etmek üzere ona vermiş olabileceğini" söylemiştir ki çok
önemli bir tesbit olduğunda şüphe yoktur.
Hattâbî'nin açıklamasına
göre, Ebû İshak el-Mervezî 2069 numaralı hadisi şerifte geçen ikta kelimesi
ilim erbabı arasında meşhur olan manasında değil de "ödünç olarak
verdi" manasında kullanılmıştır.[447]
3070...
Safiyye bint Uleybe ile Duheybe bint Uleybe'nin haber verdiklerine göre,
babalarının ninesi olan, Kayle bint Mahreme kendilerine (şöyle) demiştir:
"Rasûlullah
(s.a)'in yanına gelmiştik. Bekr b. Vail (oğulların)ın elçisi (olan) arkadaşım
Hurey b. Hassan öne geçip îslârniyet(e bağlı kalmak üzere) kendi ve kavmi adına
Rasûlullah (s.a)'e biat etti. Sonra "Ey Allah'ın Rasûlü! Bizimle Temim
oğulları arasında Dehna (mevkii) hakkında (yani) onlardan yolcuların ya da
(oradan mecburen) geçenlerin dışında hiçbir kimsenin oraya girmeyeceğine dair
(bir belge) yaz" (ılmasım emret) dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber katiplerinden
birisine emr edip
"Ey Oğul! Hureys
için Dehna hakkında (bir belge) yaz" dedi. Ben (Hz. Peygamberin) Dehna
hakkında Hureys'(in arzusuna uygun bir şekilde idare edilmesi) için emrettiğini
görünce, oranın kendi memleketim ve ülkem olması cihetiyle beni bir üzüntü
kapladı bunun üzerine
"Ey Allah'ın
Rasûlü o senden istediği zaman (bu) yerlerden adaletli bir istekte bulunmadı,
tşte bu Dehna senin yakınında bulunuyor, (orası) Develerin ve koyunların merasıdır.
Temim oğullarının kadınları ve oğulları da hemen onun arkasındadır"
Deyiverdim. (Hz. Peygamber de)
"Ey oğul! (bu
anlaşma metnini yazmaktan) vazgeç (çünkü bu) kadıncağız doğru söyledi, müslüman
müslümanın kardeşidir. Dehna'da (bulunan) su ve ağaç her ikisi için de
müşterektir, (orada) fitnecilere karşı yardımlaşırlar" buyurdu.[448]
Metinde geçen
"es-Seviyye minelardı" kelimesi sözlükte düz yer, yani ova anlamına
gelirse de, Bezi yazarı, bu kelimenin burada "iki tarafında eşit olarak
hakk bulunan bir yer" anlamında kullanıldığını ve bu kelimenin geçtiği
cümlenin "Hureys senden adaletli bir istekte bulunmadı. Bu isteğin
getirilmesi Temimoğullarına karşı haksızlık ve zulüm olur." manasına
geldiğini söylemiştir.
Avnu'l-Mabûd yazarına
göre, bu cümle "Ey Allah'ın Rasûlü Hüreys senden içerisinde verimli ve
verimsiz toprakların aynı seviyede bulunduğu toprakları istememiştir. O senden
develerin ve koyunların otlağı olan verimli Dehna toprağını istemiştir."
anlamında kullanılmıştır.
Metinde geçen
"İşte şu Dehna senin yakınındadır" cümlesi ise "Burası senin
yakınındadır. Binaenaleyh burayla ilgili olarak söylediğim sözlerin doğru ve
yanlışlığını varıp kolayca görebilirsin" anlamında kullanılmıştır.
"Orası develerin
ve koyunların otlağıdır. Temim oğullarının kadınları ve erkekleri onun hemen
arkasındadır." Cümlesi de "Temim*tilerin buraya son derece ihtiyacı
vardır." anlamında kullanılmıştır. \
Netice olarak, Hz.
Peygamber Hureys'in bu isteğini reddetmiş, Dehna'yı Bekr oğullarına vermekten
vazgeçmiş oranın Bekr oğullarıyla Temim oğulları arasında müşterek bir mera
olarak kullanılmasına karar vermiştir.
Bezi yazarının
açıklamasına göre, Sünen-i Ebû Davud'un bazı nüshalarında, musannif Ebû
Davud'a metinde geçen fitnecilerden maksadın ne olduğu sorulduğu onun da
"şeytanlardır" cevabını verdiği kaydedilmektedir.
Bu hadisin bâb başlığı
ile ilgisi Hz. Peygamberdin bir memleketin mirası durumunda olan bir yerin bir şahsın
emrine tahsis etmesine izin vermediğini ifade etmesidir. Binaenaleyh bu hadis,
hayvanların muhtaç olduğu bir merayı herhangi bir şahsa vermenin caiz
olmadığına delalet etmektedir. Çünkü ot, su gibi olduğundan hiçbir kimse onu
tekeline alarak başkalarını ondan faydalanmaktan men edemez.
İmam Tirmizî, bu hadis
hakkında "Kayle'nin hadisini yalnız Abdullah b. Hassan'ın rivayetinden
bilmekteyiz" demiştir.[449]
3071...
Esmer b. Mudarrçs'den demiştir ki: Ben Peygamber (s.a)'ın yanına varıp
kendisine biat etmiştim. "Her kim herhangi bir müslümanın kendisinden önce
varamadığı bir suya ilk önce varıfpta oraya sahipleni)irse, o su ona
aittir." buyurdu. Bunun üzerine halk (sahipsiz suları) işaretlemek üzere
koşarak (yollara) çıktılar.[450]
3072... İbn
Ömer'den (rivayet olunduğuna göre), Peygamber (s.a) ez-Zübeyr'e atının bir defa
koşması (neticesinde katedeceği mesafe) kadar bir araziyi vermiş. (Hz. Zübeyr
de orada) atını koşturmuş nihayet (atın gücü ve arazinin sınırı bittiği için
hayvan koşamayıp olduğu yerde) durmuş. Bunun üzerine (Hz. Zübeyr elinde
bulunan) kamçısını (ileri doğru) atmış. Bunun üzerine (Hz. Peygamber)
"Bu araziyi
kamçısının eriştiği yere kadar Zübeyr'e verin!" buyurmuş.[451]
3071 numaralı hadis-i
şerif, mera durumunda olmayan ölü bir arazinin etrafını işaretleyerek çeviren
bir kimsenin etrafını çevirdiği araziye içerisindeki suyla birlikte sahip
olacağına delalet ederken 3072 numaralı hadis-i şerifte, bir devleı
başkanının, kamu yararına uygun gördüğü takdirde bazı madenleri ve toprakları
özel işletmelerin veya şahısların emrine tahsis etmesinin caiz olduğuna delalet
etmektedir.
Bezi yazarının
Aliyyü'1-Kari (r.a)'den naklettiğine göre 3072 numaralı hadisi açıklarken İmam
Nevevî (r,a) şu görüşlere yer vermiştir. "Bu hadis-i ' şerif, devlet
başkanının hazineye ait bir araziyi ikta yoluyla herhangi bir kimseye
vermesinin caiz olduğuna delalet etmektedir. Aslında hazineye ait bir araziye
hiç bir kimse sahip olamaz. Ancak devlet reisinin ikta yoluyla verdiği kimse
ona sahip olabilir.
Devlet reisi bir şahsa
hazineye ait olan bu arazinin mülkiyetini verebileceği gibi mülkiyetini mahfuz
(saklı) tutup sadece menfaatini de verebilir. Bu hususta önemli olan ammenin
menfaatini gözetmek, ammenin menfaati nasıl hareket etmeyi gerektiriyorsa o
şekilde hareket etmektir.
Hazinenin ya da
herhangi bir şahsın malı olmayan bir araziye gelince; bu araziyi ihya eden
herkes ona sahip olabilir. Bu hususta devlet başkanının iznini almaya da
ihtiyaç yoktur. İmam Malik ile İmam Şafiî ve cumhur ulema bu görüştedirler.
3069 numaralı hadis-i şerifin şerhinde de açıkladığımız gibi, el-Muzhir'e göre,
3072 numaralı hadiste Zübeyr'e verildiğinden bahsedilen arazînin, Hz.
Peygamberin fey yoluyla eline geçen özel mülkü ya da ölü arazi olması ihtimali
de vardır.
Bu durum, "Bir
kimsenin ölü bir araziyi ihya edebilmesi için devlet reisinden izin alması
gerekir" diyen îmam Ebû Hanife (r.a) ile Malikiler'in[452] bu
görüşünü teyid etmektedir.
Nitekim mutlak olarak
zikredilen "arazi" kelimeleri aslında ölü arazi anlamında kullanılır.
Ölü arazi iki
kısımdır:
1. Bir
beldeye bitişik olup o beldenin merası, ya odun temin etmek için kullandıkları
ya da çocuklarının oyun sahası veya mezarlık olan yerlerdir. Buralar hiçbir
kimsenin Özel mülkü olamaz. Bu bakımdan devlet başkanı buraları hiç bir kimseye
bağışlayamaz.
2. Herhangi
bir köye bağlı olmayan sahipsiz arazidir ki fıkıh âlimlerin dilinde "ölü
arazi" denilince bu kısım arazi anlaşılır. Hiçbir şahsın özel mülkü
olmayan ve kendisinden asla faydalanılmayan, suyu kesilmiş olan ya da su altında
kalan ziraata elverişsiz arazi çeşitleridir.
Sahipli olan bir
arazi, ölü arazi olamaz. Sahibi bilinmeyen bir arazi ise yitik hükmündedir.
Devlet başkanı, bu
ikinci kısım ölü araziyi şahıslara verebilir.
İmam Ebû Hanife ile
Malikilere göre, devlet reisinin izni olmadan bu araziyi kimse ihya ederek
mülkiyetine geçiremez.
imâm Ebû Yusuf ile
İmam Muhammed'e, Şafiüere ve Hanbeliler'e göre, bu araziyi ihya eden herkes
ona sahip olur.[453]
görüldüğü gibi 3072 numaralı hadis İmam Ebû Hanife ile Malikilerin bu mevzudaki
görüşlerini te'yid etmektedir. Ancak bu hadisin senedinde çeşitli yönlerden
tenkid edilen Abdullah b. Ömer b. Hafs b. Asım vardır.[454]
3073... Said
b. Zeyd'den (rivayet olunduğuna göre), Peygamber (s.a) (şöyle) buyurmuştur:
"Kim ölü bir
toprağı canlandırırca o toprak onundur. Zalim damar (sahibin)e hakk
yoktur."[455]
Bir önceki hadisin
şerhinde ölü arazinin ne demek olduğunu
ve kısımlarım açıklamıştık. Burada da ölü bir arazi ihya edilmiş
sayılabilmesi hususunda âlimlerin görüşlerini açıklayacağız.
Kendisinden
faydalanılamayan araziler, hirbir işe yaramadıkları için ölüye benzetilerek
ölü arazi diye isimlendirildiği gibi, onları faydalı bir hale getirmekte,
onları tekrar hayata kavuşturmaya benzetilerek bu işe ihya (diriltme) ismi
verilmiştir. Ölü bir arazinin ihya edilmiş sayılması için nasıl bir muameleye
tabi tutulmuş olması gerektiği meselesi âlimler arasında ihtilaflıdır.
Mevzumuzu teşkil eden
hadis-i şerifte, ölü bir araziyi ihya eden kimsenin o araziye sahip olacağı
ifade edilmektedir.
Hattâbî (r.a) bu,
hadis-i şerifi açıklarken şöyle diyor: "Bir araziyi sürmekle veya
etrafını çevirmekle ya da sulamakla orası ihya edilmiş olur. Bu hususta devlet
reisinden izin almaya da ihtiyaç yoktur. Çünkü bu cümle kayıtsız olarak gelmiş
bir şart cümlesidir. Binaenaleyh hangi şekilde, hangi zaman ve mekanda olursa
olsun ihya işini gerçekleştiren bir kimsenin, o araziye sahip olacağını ifade
etmektedir. İlim ehlinin ekserisinin görüşü de budur.
İmam Ebû Hanife'ye
gçre, "bir araziyi ihya eden kimsenin oraya sahip olabilmesi için devlet
reisinden izin alması şarttır."
İmam Malik de bir
yerin ihya edilmiş olması için imamın iznine ihtiyaç olmadığını söylüyor. Fakat
Maliki âlimleri, bu hususta İmam Ebû Hanife(r.a) gibi düşünmektedir.
Malikilerce benimsenen görüş te budur.[456]
Ölü bir arazi
içerisine, bir bina inşa etmekle veya ağaç dikmek, sulamak, sürmek gibi onu
faydalı bir hale getirmekle ihya edilmiş olur. Fakat etrafına taşlar veya
toprak koymakla ya da etrafım küçük bir duvarla çevirmekle ihya edilmiş olmaz.
Çünkü bunlar araziyi ihya etmek değildir. Arazinin sınırlarını belirlemekten
ibarettir. Ancak bunu yapan kimse bu hareketiyle bu araziye sahip olmaya daha
müstehak bir hale gelmiş olur. Çünkü Rasû-lullah (s.a) kim, bir müslümanın,
kendisinden önce erişemediği şeye herkesten önce erişecek olursa bu kimse o
şeye sahip olmaya herkesten daha müstehaklır." buyurmuştur.[457]
Diğer bir hadis-i
şerifte de "Mina, önce varan kimsenin konaklama yeridir.”[458]
buyurmuştur.
Ancak, Hanbelilere
göre, bir arazinin etrafım duvarla çevirmek, onun ihya edilmiş sayılması için
yeterlidir.
Malikilerle Safilere
göre, bu hususta önemli olan örftür. Binaenaleyh hangi beldenin örfünde bir
arazinin etrafını duvarla çevirmek, orayı ihya etmek anlamına gelirse, orada
bu arazi ihya edilmiş arazilerden sayılır. Bu örfün geçerli olmadığı yerler de
ise ihya edilmiş sayılmaz.[459]
Fıkıh âlimlerinin çoğunluğu da bu görüştedirler.
Mecellemde hangi
muamelelerin ihya için yeterli sayılmadığı açıklanırken şöyle deniyor.
".... Tohum ekmek, fidan dikmek, nadas yapmak, sulamak, sulamak için ark
ve kanallar açmak, suların basmaması için yeterli yükseklikte duvar yapmak ve
benzeri işler ihyadan sayılır.[460]
Ancak Hanbelilere göre, bir arazinin etrafını duvarla çevirmek onun ihya
edilmesi anlamına gelir.
Metinde geçen
terkibindeki kelimesi tenvinli ve tenvinsiz olmak üzere iki şekilde rivayet
edilmiştir. Hafız tbn Hacer'in dediği gibi, bu kelime tenvinli okunduğu zaman
kendisinden sonraki zalim kelimesi ya bu ırk kelimesinin sıfatı yahutta ırk
kelimesinin başında bulunduğu kabul edilen Zû (= sahip) kelimesinin sıfatı
olur. Birinci ihtimale göre söz konusu kelimenin bulunduğu cümle "zalim
damar için hak yoktur” anlamına gelir.
Damardan maksat ağaç
damarı olduğuna göre, "Bu cümle ile kasdedilen başkasının toprağına
haksızlıkla dikilen bir ağacın bir damarının bile onu diken kimse için helal
olamayacağıdır.”
İkinci ihtimale göre
ise bu cümle "bir damarın zalim olan sahibi için hakkı yoktur"
anlamına gelir- Netice itibariyle bu takdire göre de cümlenin manası yine
birinci ihtimale göre verdiğimiz mana gibidir. İbn Esir'in en-Nihaye'de
açıkladığı üzere, hadisi şu şekilde açıklayabiliriz. "Bir kimse gelir,
kendisinden önce başkası tarafından ihya edilen bir araziye sahip olabilmek
için oraya ağaç dikerse, bu ağaçların bir damarında bile onu diken bu zalim
kimsenin hakkı olmaz".
"Irk"
kelimesinin zâlim kelimesine izafe edilerek tenvinsiz olarak okunması halinde
de çıkan mana böyledir.
İmam Tirmizî, bu
cümlenin manasını açıklarken şöyle eliyor. "Ebu Musa Muhammed b.
el-Müsenna bize nakletti ve dedi ki:"Ebû'I- Velid el-Tayâlisî'ye, zalim
bir damar için hak yoktur!" sözünün manasını sordum. Bunun üzerine
"zalim damar kendisinin olmayan şeyi alan gasıb (zorba)dır!" dedi.
Ben de "başkasının toprağına ağaç diken mi?" "İşte o!"
dedi."[461] Nitekim aşağıdaki
hadislerde de bu husus açıklanmaktadır.[462]
3074...
Yahya b. Ureve'nin babasından (rivayet olunduğuna göre) Rasûlullah (s.a)
"Kim ölü bir
toprağı diriltirse, ölü toprak onundur." buyurmuş (Yahya b. Urve bu
rivayetine devam ederek bir önceki hadisin sonunda bulunan cümlenin) aynısını
zikretmiştir. (Yine Urve sÖzleH-ne devamla şöyle) demiştir. Bu hadisi rivayet
eden kimse bana (şunları da) söylçdi; iki adam mahkeme olmak üzere Rasûlullah
(s.a)'e müracaat etmişlerdi. Bunlardan birisi diğerinin toprağına hurma ekmişti.
(Hz. Peygamber bunları dinledikten sonra toprağın sahibine verilmesine,
hükmetti. Hurma sahibine de hurmasını oradan sökmesini emretti. Ben o
hurmaların (sökülmeleri için) köklerine balta ile vurulurken gördüm. Onlar
uzun hurmalardı. Nihayet oradan sökülüp çıkarıldılar.[463]
3075... İbn
İshak'dan (bir önceki hadisin) manası (yine bir önceki hadisin) senediyle
(yani Urve vasıtasıyla rivayet olundu). Ancak (şu farkla ki Urve, bir önceki
hadiste geçen) "Bu hadisi bana haber veren kimse..." sözü yerine
(burada, Bu hadisi bana rivayet eden kimse) "Peygamber (s.a)'in ashabından
bir adamdı. Kuvvetle ihtimal veriyorum ki Ebû Said-el-Hudri idi. Ve ben o
adamı hurmaların köküne (balta) vururken gördüm sözünü kullandı.[464]
Yukarıda meallerini
sunduğumuz 3074 ve 3075 numaralı hadis-i şerifler bir kimsenin ihya yoluyla sahip
olduğu bir toprağı sahibinin izni olmadan başka birinin ekemeyeceğini şayet
izinsiz olarak ekerse ektiğini sökmek mecburiyetinde kalacağını ifade
etmektedirler.[465]
3076...
Urve' (r.a)'den demiştir ki:
"Ben, Rasûlullah
(s.a)'in -toprağın, Allah'ın toprağı, kulların da Allah'ın kulu olduğuna"
ve "ölü bir toprağı imâreden bir kimsenin ona (sahip olmaya herkesten)
daha fazla müstehak olduğuna (dair) hükmettiğine şahitlik ederim. (Çünkü) bu
hükmü bize Peygamber (s.a)'den (uygulamalarıyla, bilfiil) getiren(ler bize)
ondan namazları getiren kimselerdir.[466]
Tabiîn'in başta
gelenlerinden biri olan Hz. Urve b. Zübeyr b. Avvam (r.a) yukarıda mealim
sunduğumuz sözleriyle Hz. Peygamberin: "Kulların hepsi Allah'ın kuludur.
Ve hukuki yönden aralarında hiç bir fark yoktur. Toprakta Allah'ın mülküdür.
Kimsenin onun üzerine hakkı yoktur. Binaenaleyh ölü bir araziyi ihya eden, o
araziye herkesten daha fazla müstehaktır. Bir başkası onun üzerinde hak iddia
edemez" mealindeki sözlerini ifade etmek istiyor.
Hz. Peygamberin bu
sözünü pekçok sahabiden duyduğunu onların ismini saymanın uzun süreceğini ve
esasen sahabilerin güvenilir, kişiler olduğu için isimlerini saymaya gerek
olmadığını anlatabilmek için de şöyle diyor. "Hz. Peygamberin bu
hükümlerini bize nakledenler (öyle sıradan kişiler değillerdir. Onlar) Hz.
Peygamberden bize namazları nakleden kimselerdir" diyor.
Bu hadis-i şerifte ölü
bir toprağı ihya eden bir kimsenin o toprağa sahip olacağı değil de sahip
olmaya herkesten daha fazla müstehak olduğu ifade ediliyor.
Bu bakımdan mezheb
imamları buradaki ihya kelimesinin toprağı tam
manasıyla ihya etmek
anlamında değil de, etrafını taş, toprak, sel baskınına dayanamayacak kadar
basit ve küçük bir duvarla çevirmek anlamında kullanıldığı görüşündedirler.
Bir toprağın etrafım
bu şekilde çeviren kimse oraya tam manasıyla sahip olamaz. Fakat oraya sahip
olmak hususunda kendinin öncelik hakkı olur. Dolayısıyla bir anda onunla
birlikte bazı kimseler orayı ihya etmeye teşebbüs etseler, ihya hakkı ona
tanınır. Nitekim 3073 numaralı hadisin şerhinde de açıklamıştık.[467]
3077....
Semure (r.a)'den (rivayet olunduğuna göre), Peygamber (s.a):
"Kim bir toprağın
etrafım duvarla çevirirse o toprak onundur.” buyurmuştur.[468]
Bu hadis-i şerif bir
toprağın etrafını duvarla çevirmenin, onu
ihya etmek için yeterli sayıldığına ve bir toprağın etrafını taşla
çeviren kimsenin oraya sahip olacağına delalet etmektedir.
İmam Ahmed'in meşhur
olan görüşü de budur. Ancak İmam Ahmed (r.a)'e göre bu duvarın orada görülmesi
mümkün olan zararlardan orayı koruyacak nitelikte bulunması gerekir.
Aliyyu'1-Kâri (r.a)'in
açıklamasına göre, İmamı Nevevî bu mevzuda şöyle demiştir... Bir kimsenin
herhangi bir toprağı hayvanlara ağıl yapmak ya da meyva veya sebze kurutmak
için kullanmak istediğinde, buranın kendisine tahsis edebilmesi için oranın
etrafını duvarla çevirmiş olması gerekir. Onun etrafına taşları veya ağaç
dallarını koymuş olması yeterli değildir.
İmam Kâsâni'nin dediği
gibi, bir toprağın etrafına taşlar koyarak orayı çeviren kimsenin, o toprağa
sahip olamayacağına dair icma vardır. Çünkü bu kimsenin yaptığı iş, bu taşları
oraya sadece koymaktan ibarettir. Bu kimse bu işiyle oraya malik olmasa da
oraya sahip olma hususunda bir öncelik hakkına sahip olur.
3073 numaralı hadisin
şerhinde de açıkladığımız gibi, hanefi âlimlerine göre, "toprak etrafına
çevrilen bir duvarın, ihya için yeterli sayılabilmesi için orayı sel
baskınından koruyacak kadar yüksek olması gerekir.[469]
Şâfiilerle Malikilere
göre, bu duvarın yeterli olup olmadığını orada geçerli olan örf tayin eder.[470]
3078...
Hişam (b. Urve) dedi ki: "Haksız damar(dan maksat) Bir kimsenin, bir
başkasının toprağına ağaç dikip ona sahip olmaya kalkmasıdır." îmam Malik
de "Haksız damar(dan maksat) haksız olarak kazılan her kuyu ve (haksız olarak)
dikilen her ağaçtır" dedi.[471]
Bu hadis-i şerif 3073
numarada geçen "zalim damar" tabiri üzerinde Hz. Hişam b. Urve ile
İmam Malik (r.a)'in yaptıkları açıklamaları ifade etmektedir.
Biz, âlimlerin bu
tabir üzerindeki açıklamalarını sözü geçen hadisin şerhinde zikrettiğimizden
burada tekrara lüzum görmüyoruz.[472]
3079... Ebû
Hamayd-es-Saîdî'den demiştir ki: Rasûlullah (s.a)'le birlikte Tebük savaşına
çıkmıştım. (Hz. Peygamber) Vadilkura'ya geldiği zaman bahçesinde (duran) bir
kadınla karşılaştı.
Bunun üzerine
sahabilerine (Bu kadının bahçesinden kalkacak olan hurmanın miktarını)
"tahmin edin" (bakalım) buyurdu ve kendisi (onu) on kile (olarak)
tahmin etti, kadına da: "Buradan çıkacak olan (hurma mikdarın)i iyi
belle!" dedi. Sonra (yola koyulduk ve) Tebük'e geldik. (Orada) Eyle
hükümdarı Rasûlullah (s.a)'e beyaz bir katır hediye etti. Rasûlullah (s.a) de o
hükümdara bir cübbe giydirdi. Ve O'na yani memleketi (halkı)'na (cizye
karşılığında eski topraklarında kalacaklarına dair bir eman) yaz(dır)dı. (Bu
seferden dönüşümüz esnasında) Vadilkura'ya geldiğimizde (Hz. Peygamber daha
önce bahçesinde rastlamış olduğumuz) kadına
"Bahçende ne
kadar (hurma) oldu?" diye sordu. (Kadın) da:
"On kile"
dedi (yani) Rasûlullah (s.a)'in tahmini(ni söyledi).Bunun üzerine Rasûlullah
(s.a)
"Ben Medine'ye
(gitmekte) acele ediyorum. Benimle beraber acele (Medineye gitmek) isteyen
acele etsin" buyurdu.[473]
Vadilkura: Hicaz'ın
Şam tarafına düşen eski bir şehirdir. Ey-le'de; Mısır'la Mekke arasında bir
sahil şehridir. Buranın hükümdarı Yuhanna b. Ru'bedir.
Hadisin zahirine
bakılırsa, Hz. Peygambere Düldül, hicretin dokuzuncu senesinde vukubulan bu
gazada hediye edilmiştir. Oysa Hz. Peygamberin, hicretin sekizinci yılında
vukubulan Huneyn savaşında bu katırın üzerinde bulunduğu sahih hadislerle
rivayet edilmiş ve şöhret bulmuştur.
Kadı Iyâz bu zahiri
çelişkiyi gidermek için şöyle demiştir: "O halde hayvanın hediye edilmesi
Tebük gazasından önceye hamledilir. Zaten hediye meselesi, elçinin gelmesi
üzerine (vav) ile atfedilmiştir. Bu edat tertib iktiza etmez.
Vesk: Altmış sa'
demektir. Bu mikdar tahminen onbeş teneke eder.
Avnü'l-Ma'bûd yazarına
göre, mevzumuzu teşkil eden bu hadisin, bab başlığıyla ilgisi, Hz. Peygamberin
Vadilkura'da bir bahçede rastladığı kadının bahçesini yine o kadına
bırakmasıdır. Çünkü bu bahçeyi o kadın ihya ettiğinden bahçe onun mülkü
olmuştur. Rasûl-ü Zişan Efendimiz bu sebeble sözü geçen bahçeyi eski
sahibesinin elinde bırakmıştır.
Bezlü'l-Mechûd
yazarına göre, bu hadisin bab başlığıyla ilgisi Hz. Peygamberin Eyle arazisini
cizye karşılığında Eyle halkına bırakmasıdır. Çünkü o araziyi Eyle halkı ihya
etmiştir. Bu sebeple Hz. Peygamber bu araziyi cizye karşılığında yine eski
sahiplerinin elinde bırakmıştır.
Siyer kitaplarında bu
hadise şöyle anlatılır.
Eyle halkı, Arap
kabilelerinin birer birer müslüman olduklarını görünce, Peygamberimizden
korkmağa başlamışlardır.
Fakat Peygamberimizin
Ukeydir, b. Abdülmelik'e asker gönderip onlara şefkatli davrandıklarını
gördükleri zaman, Eyle kralı Yuhanne b. Ru'-be yanına Cerba' ve Ezrûh halkı
temsilcilerini alarak, Tebuk'e Peygamberimizle görüşmeye geldi.
Yuhanne'nin göğsünde
altın bir haç, alnının saçı da, toplanmış ve bağlanmış bulunuyordu.
Yuhanne Peygamberimizi
görünce, ellerini, göğsüne koyup başını eğerek Peygamberimize saygı işareti
yaptı.
Peygamberimiz de, ona
"kaldır başını!” diye işaret buyurdu.
Yuhanne, hıristiyandı.
Aynı zamanda Uskuftu.
Uskuf, Hıristiyan din
bilgini, din başkanı demektir.
Peygamberimiz, Yuhanne'ye,
yemen kumaşından yapılmış bir elbise giydirdi.
Kendisinin, Bilâl-i
Habeşî'nin yanında konuklanmasını ve ağırlanmasını emr buyurdu.
Yuhanne, getirdiği ak
katırı Peygamberimize hediye etti. Musa b. Uk-be'ye göre:
Peygamberimiz-Yuhanne'yi Müslümanlığa davet, etti.
Yuhanne, yanaşmadı ve
cizye vermeğe razı oldu.
Yuhanne'nin
Peygamberimizle Yaptığı Anlaşma:
Yuhanne b. Ru'be,
yurdundaki erginlik çağına basıp ustura tutmağa başlayan her erkek başına
yılda bir dinar (altın) cizye vermek üzere Peygamberimizle sulh yaptı.
Eyle'de üç yüz erkek
bulunuyordu. Buna göre: Yıllık cizye, üçyüz dinar tutuyordu.
Eyle"halkı,
müslümanlardan, yanlarına uğrayacak olanları konuklamak ve ağırlamakla da,
mükellef idiler.
Peygamberimizin
Yuhanne ve Eyle Halkı İçin Yazdırdığı Yazı:
Peygamberimiz, Yuhanne
ve Eyle halkı için yazdırdığı yazıda şöyle buyurdu:
Bismillahirrahmanirrahim
Bu, Allah ve Allah'ın
Rasûlii Peygamber Muhammed tarafından Yuhanne b. Ru'be ile Eyle* halkından
denizdeki gemilerde bulunanları ve karadaki gezen, dolaşanları için eman
yazısıdır:
Gerek bunlar ve gerek
Şam, Yemen ve deniz sahili halkından Eylelilerle birlikte bulunanlar, Allah'ın
ve Muhammed Peygamberin himayesi ildedirler.
Onlardan bir kötülük
işleyeni, yanındaki malı koruyamayacak, onun malı, insanlardan, alan kimse
içinde, helâl olacaktır.
Gerek su almak
isteyenin, gerek denizde veya karada dilediği yola gitmek isteyenin
engellenmesi helal olmayacaktır.
Bunu, Rasûlullah
(s.a)'ın izniyle Cuheym b. Salt ve Şurahbil b. Ha sene, yazdı".
Peygamberimiz Eyle
halkına e mân alameti olmak üzere verdiği Bürde:
Peygamberimiz, Eyle
halkına, yazı ile birlikte kendileri için eman alameti olmak üzere bir de
Bürde (elbise) vermişti.
Abül Abbas Abdullah b.
Muhammed, bu.Bürde'yi üçyüz dinara satın almıştır.
Abbas oğullan, bu
hırkaya, seleften halefe tevarüs ettiler. Halifeler, bayram günlerinde onu,
üzerlerine giyinip peygamberimize aid Asa'yı ellerine alarak sekînet ve vakarla
dışarı çıktıkları zaman, ondan kalbler ürperir, gözler kararırdı.[474]
1.
Kâfirlerin verdiği bir hediyyeyi kabul etmek caizdir.
2. Olu bir
araziyi ihya eden kimse o araziye sahip olur.[475]
3080... Hz.
Peygamberin hanımı Zeyneb'den (rivayet olunduğuna göre) kendisi (bir gün) Rasûlullah
(s.a)'in başını tararken (Hz. Peygamberin) yanında Osman b. Affan'ın hanımı
ile muhacirlerden bazı kadınlarda varmış. Bunlar, (Hz. Peygambere, varislerin
çokluğundan dolayı) evlerinin kendilerine dar gelmeye başladığından ve
(yakında) oradan çıkarılacaklarından şikayet etmişler.
Bunun üzerine
Rasûlullah (s.a) muhacirlerin evlerine (onların) hanımlarının) mirasçı
kılınmasını emretmiş (derken) Abdullah b. Mesud vefat etmiş karısı da Medine'de
(ona ait olan) bir eve mirasçı olmuş.[476]
Bu hadis-i şerifi
açıklarken Hattâbî (r.a) şu görüşlere yer vermektedir: "Bazı hadislerde
Peygamber (s.a)'in, Medine'ye göç eden muhacirlere, Medine'deki bazı evleri
bağışladığı rivayet edilmektedir.
Hz. Peygamberin bu
evleri muhacirlere bağışlaması iki şekilde te'vil edilmiştir.
1. Aslında
Hz. Peygamber'in muhacirlere bağışladığı ev değil arsadır. Bu arsaları onlara
ev yapıp oturmaları için vermiştir. Bu şekilde onlar önce arsaya sonra da arsa
içerisine yaptıkları eve sahip olmuşlardır. Dolayısıyla onlar vefat ettikten
sonra da bu evler hanımlarına kalmıştır.
2. Hz.
Peygamberin onlara verdiği evdir. Fakat bu evleri onlara mülk olarak değil,
ödünç olarak vermiştir. Ebu İshak el-Mervezî'nin görüşü budur.
Meseleye bu açıdan
bakınca Hz. Peygamberin Medine'deki muhacirlere verdiği evlerin, onların mülkü
olmaması ve dolayısıyla miras olarak hanımlarına kalmaması gerekir. Bu durumda
hadiste geçen bu evlere muhacirlerin hanımlarının mirasçı olmaları izaha
muhtaçtır.
Ebû'Dâvud, Hz.
Peygamberin, muhacirlere bağışlamış olduğu bu yerlerle ilgili hadisleri
*'ihyâ-ül-mevat = ölü arazilerin ihya edilmesi" başlıklı baba koyarken
buraların daha önce kimsenin mülkiyetinde olmayan ölü arazi olduğunu,
muhacirler, Hz. Peygamberin izniyle içerisine ev yapmak suretiyle buraları ihya
ederek mülkiyetlerine sahip olduklarını ifade etmek istemiştir.
Meseleye musannif Ebû
Davud'un açısından bakınca, muhacirlerin bu evlerinin hanımlarına miras olarak
kalmasında kapalı bir taraf görülmez.
Bu evlerin
muhacirlerin diğer varislerine verilmeyip te sadece hanımlarına verilmesinin
sebebini açıklarken de Hattâbî şöyle diyor. "Medine'de bulunan
muhacirlerin hanımları, kocalarının vefatından sonra evsiz barksız kalınca çok
perişan duruma düşecekleri bilindiği için Hz. Peygamber, varisler arasında
paylaştırılacak olan mallardan eylerin hanımlara evin dışındaki malların da
diğer mirasçılara verilmesini uygun görmüş ve miras esasları çerçevesinde
evler kadınlara diğer mallarda öteki varislere verilmiştir.
Bir başka izah şekline
göre de, Hz. Peygamber muhacirlerin hanımları na bu evlerin mülkiyetini değil
ölünceye kadar bu evlerden oturarak faydalanma hakkını vermiştir. Hz.
Peygamberin de muhacirlerden olduğu düşünülürse Hz. Peygamberin evlerinin de
hanımlarına kalacağı tabiidir.
Bu mevzuda Süfyân b.
Uyeyne, Hz. Peygamberin hanımları hakkında diğer muhacirlerin hanımlarından,
farklı bir izah şekli getirmektedir. O'na göre, Hz. Peygamberin vefatından
sonra, O'nun hanımlarının başka biriyle evlenmesi haram olduğundan, bu hanımlar
hayatlarının sonuna kadar iddet bekleyen kadınlar durumundadırlar. İddet
bekleyen bir kadınınsa kocasının evinde mülkiyetine sahip olmadan oturması
hakkıdır.
Bu bakımdan Hz.
Peygamberin hanımları hayatlarının sonuna kadar Hz. Peygamberin evlerinde
mülkiyetlerine sahip olmadan oturmuşlardır.[477]
3081... Muaz
(b. Cebel) (r.a)'den demiştir ki:
Kim (sahip olduğu bir
haraç arazisinin vergisini vermemek suretiyle) haraç (vergisinin günahın)i boynuna
geçirirse o kimse Rasûlul-lah (s.a)'in üzerinde bulunduğu yoldan uzaklaşmış
olur.[478]
Cizye: Gayr-i
müslimlerin, mükellef olan erkeklerinden se-nede bir defa alınan şahsi bir
vergidir ki buna "haracurruus" da denir.[479]
Metinde geçen cizye
kelimesi cizyenin kısımlarından olan "haraç" manasında
kullanılmıştır. Bu bakımdan biz bu kelimeyi "haraç" diye tercüme
ettik.
Bilindiği gibi:
"haraç": lugatta, kira manasına gelir. İstılahta: "Araziy-i haraciyyeden
ve ihya edilen bir kısım araziyi mevattan muayen dönümlere göre alınan vergidir
ki iki kısma ayrılır.
1. Harac-ı mukaseme: Arazinin hasılatından (ürününden) yerin tahammülüne göre alınacak
vergidir. Bir sene içinde hasılat tekerrür ederse vergi de tekerrür eder.
2. Harac-ı muvazzaf: Arazi üzerine her dönüm başına he'f sene, hasılata bakılmaksızın,
alınan muayyen vergidir. Böyle bir araziyi sahibi kasden boş bırakacak olsa
haracını yine ödemekle yükümlü olur."[480]
Cizye ile haraç
arasındaki en önemli fark; cizye, şahıs başına, haraç ise araziden alınan
vergidir. Bu iki vergi arasındaki farklardan biri de cizye ödemekle mükellef
olan bir şahıs, müslümanlığa girmekle bu vergiden kurtulduğu halde haraç
arazinin el değiştirmesiyle haraç arazisi olmaktan çıkmamasıdır. Diğer önemli
bir fark da cizyenin Kur'ân'la haracın ise ictihadla sabit olmasıdır.[481]
Haraç arazisi ise,
müslümanlar tarafından savaş zoruyla fethedildiği halde eski sahiplerinin halkı
elinde bırakılan arazidir. Ayrıca, haricden getirilen gayr-i müslim ahaliye
verilen arazilerle sulh yoluyla fethedilip bir vergi karşılığında oranın gayri
müslim halkı elinde bırakılan arazilere de haraç arazisi denir.
Haraç arazisi el
değiştirmekle "haraç arazisi" olmaktan çıkmayacağı için bir haraç arazisini
eski sahibinden satın alan veya meşru bir yoldan ona sahip olan bir kimse,
haracını vermekle mükellef olur. Vermediği takdirde Hz. Peygamberin haraç
arazileri hakkında koymuş olduğu hükümlere aykırı hareket etmiş olur.
Metinde geçen "O
kimse Rasûlullah (s.a)'in üzerinde bulunduğu yoldan uzaklaşmış olur"
sözü, bir kâfirden aldığı haraç arazisinin haracını vermeyen müslümanlar için
büyük bir tehdittir.
Bu hadis, bir haraç
arazisini kâfirden satın alan müslümanın, o arazinin haracını vermekle mükellef
olduğuna ve el değiştirmekle haraç arazisi olmakdan çıkmayacağına delalet
etmektedir.
Rey taraftarlarının
görüşü de budur. Ancak Rey taraftarlarına göre, böyle araziye sahip olan bir
müslüman, buranın haracını vermekle mükellef olursa da, buradan çıkan mahsûlün
öşrünü vermekle mükellef olmaz. Çünkü öşürle haraç birleşemez. Cumhuru ulemaya
göre, böyle bir araziden çıkan mahsûl beş vesaka (bir tona) eriştiği zaman
haracıyla birlikte öşrünün de verilmesi gerekir. Bunlara göre, "haraçla
öşür birleşemez" mealindeki hadis zayıftır.
Çünkü bu hadisi
rivayet eden Yahya b. Anbese güvenilir bir ravi değildir.[482]
Ancak Bezi yazarının açıklamasına göre, Zeylâî, Nasbür-Raye'de bu hadisin
aslında Abdullah b. Mes'ud, Habbab b. Eret, Huseyn b. Ali ve Sürey-he ait bir
söz olduğunu, asılsız bir söz olmadığını söylemiştir.
Hattâbî (r.a)
Şafiilerin haraç vergisi hakkındaki görüşlerini açıklarken (şöyle) diyor:
Şafiilere göre hafaçda
iki manada kullanılır.
1. Cizye
manasına gelen haraç
2. Kira
manasına gelen haraç
Birinci kısım haraç,
kâfirlerden sulh yoluyla alınıp ta ellerinde bırakılan arazilerden alınan
haraçtır ki, bu haraç sahibinin müslüman olmasıyla düştüğünden ve bu arazide
haraç öşürle birleştiğinden cizyeye benzer.
İkinci kısım haraç,
yine arazinin eski sahiplerinden alınır. Şöyle ki, bu araziler fethedilince
mülkiyeti müslümanların olmak üzere belli bir vergi karşılığında, eski
sahiplerinin ellerinde bırakılır. Onlarda her sene bu vergiyi öderler. Bu
kısım arazinin vergisi aynen müslümaniardan alınan kira ve ücretler
hükmündedir. Bu araziler kiralık arazi hükmünde olduklarından onları ellerinde
bulunduran kimseler müslümanlığı kabul etseler bile yine ellerindeki bu araziyi
satamazlar.[483]
3082... Ebû
Derda (r.a) dedi ki: Rasûlullah (s.a) (şöyle) buyurdu.
"Kim bir toprağı
haracıyla birlik satın alırsa, hicretini bozmuş olur. Kim de bir kâfirin (haraç
ödeme zilletini onun) boynundan çıkarıp kendi boynuna geçirecek olursa sırtım
İslama dönmüş olur." (Ravi Sinan b. Kays) dedi ki; Halid İbn Ma'dan bu
hadisi benden işitince bana: (Bunu) "Sana Şebij? mi haber verdi?"
diye sordu. Ben de "Evet" cevabını verdim. (Bunun üzerine) (sen onun
yanına) "Vardığın zaman (bu hadisi) ondan iste bana yazı versin"
dedi. (Ravi Sinan sözlerine devam ederek şöyle) dedi. (Nihayet bir gün Şebib'in
yanına varmıştım. Kendisinden bu hadisi Halid b. Ma'dan'a yazıvermesini rica
ettim de, hadisi) O'na yazıverdi. (Halid'in yanma) döndüğüm zaman Halid b.
Ma'dafti benden (getireceğini va'dettiğim, hadisin yazılı plduğu) kâğıdı
istedi. Ben de onu (kendisine) verdim. Hadisi okuyunca içindeki-ni işitir
işitmez. Elinde bulunan (haraç) toprağı(nı) bıraktı.
Ebû Dâvud dedi ki:
(Senette geçen) bu (Yezid b. Humeyr isimli ravi) Yezid b. Humeyr-el-Yezeni’dir.
Şu'be'nin arkadaşı olan (Yezid el-Hemdânî) değildir.[484]
Bu hadis-i şerifte,
bir gayr-i müslimin elinde bulunan haraç arazisini ondan satın alan bir
müslümanın, bu haracı kendisinin Ödemesi gerektiği ve bu müslümanın aslında
gayr-i müslimlerden müslümanlar karşısında hakir düşmeleri için alınan bu haraç
vergisini yüklenmekle de kendisini zilletin kucağına atmış olacağı, böyle bir
hareketin Allah yolunda kendi yurdunu terkedip müslüman diyarına göç etmek
demek olan hicretin manasına ters düşeceği ve kendini zelil etmenin bir
müslümana yakışmayacağı ifade edilmektedir.
Avnu'l-Ma'bud yazarı,
bu mevzuda şöyle diyor:
el-Erdebîlî: Elezhâr
şerhu'l-mesahib isimli eserinde diyor ki: Alimlere göre, haraç arazisi üç
kısımdır:
1.
Müslümanlar tarafından harple fethedilip, gazilere dağıtıldıktan sonra, devlet
başkanının gazilerden, değerini ödeyerek geri alıp bir vergi karşılığında
müslümanlara verdiği arazi, Hz. Ömer (r.a) Irak Sevadı denilen araziyi
böyle dağıtmıştır.
2. Müslümanların
sulh yoluyla fethedip devlet reisinin mülkiyeti bize ait olmak şartıyla, bir vergi
karşılığında eski sahiplerinin elinde bıraktığı arazi. Bu arazi aslında Fey
hükmündedir. Onu işleten eski sahiplerinin ödediği vergi de kira
mesabesindedir. Bu bakımdan onların müslüman olmasıyla bu kira yürürlükten
kalkmaz onlardan yine alınır.
3. Sulh
yoluyla alınan, vergi ödemeleri şartıyla mülkiyeti yine eski sahiplerine
bırakılan arazidir. Bu vergi, cizye mesabesinde olduğundan sahiplerinin
müslüman olmasıyla yürürlükten kalkar.
İlim adamları bu
hadis-i şerifte geçen cizye kelimesinin haracın bu kısmına girdiğini
söylemişlerdir.
Fakat bu hadisin
haracın sadece bu kısmına ait olduğu söylenemez. Aslında bu hadis haracın
ikinci kısmına da şamildir.
Görüldüğü gibi bu
hadis-i şerifte, haraç arazisinin satın alınması yasaklanmaktadır. Mûnzırî'nin
"senedinde, çeşitli tenkidlere uğrayan Bakıyye b. Velid vardır."
diyerek zayıflığına işaret ettiği bu hadisi şerifte, haraç arazisinin satın
alınması tenkid edilmekle beraber, Hanefi âlimlerinden Bürha-neddin
el-Merginânî, bunun caiz olduğunu söylemiştir. İmam Malik, Şafii ve Ahmed b.
Hanbel'in de içinde bulunduğu âlimlerin çoğunluğuna göre, haraç arazisi vakıf
mahiyyetindedir. Alınıp satılması caiz değildir. Haracı da devamlıdır.
Nazari planda devam
eden bu münakaşa, fiil ve tatbikat sahasında haraç arazisini çeşitli yollarla
müslümanların hususi mülkü haline gelmiştir.
Ancak haraç arazisi
satış veya tevarüs gibi yollarla müslümanların mülkiyetine geçse dahi haracı
düşmez; bu toprakların yeni malikleri olan müs-lümanlar da haracı öderler.[485]
Haraç arazisin alınıp
satılması söz konusu olunca, karşımıza ikinci bir mesele çıkmış oluyor:
Müslümanların mülkü haline gelen haraç arazisinden haraç mı, öşür mü, yoksa hem
haraç hem de öşür mü alınacaktır.
Hanefilere göre haraç
ile öşür birleşemez. Bir araziden durumuna göre ya haraç alınır, yahutta öşür.
Haraç arazisi kimin mülkiyetine geçerce geçsin haraç ile beraber geçer. Çünkü
"müslumanın arazisinde öşür ile haraç birleşemez*' mealinde hadisler
vardır.
Ve Hz. Ömer devrinden
beri birçok haraç arazisi mülk haline geldiği halde bunlardan öşür
alınmamıştır,
Ayrıca haraç aslında
toprak sahibinin müslüman olmamasına öşür ise müslüman olmasına dayanır.
İmam Malik, Şafiî ve
Ahmed b. Hanbel'in de içlerinde bulunduğu müctehidlerin ekserisine göre, öşürle
haraç birleşir. Yani haraca tabi bir arazi müslümanın mülkiyetine geçerse yeni
sahibi hem haracı ham de çıkan mahsulün zekatım (öşrü) öder.
Çünkü öşür kitap ve
sünnetin apaçık manâları ile sabittir. "Öşür ile haraç arazisi
birleşemez" hadisi ise uydurmadır.[486]
3083...
ssa'b b. Cessâme'den (rivayet olunduğuna göre) Rasû-lullah sallallahü aleyhi
vesellem,(Bir yeri)"koru (ilan etme hakkı) ancak Allah'- ve Rasûlü'ne
aittir." buyurmuştur, lbn-i Şahib der ki: Bana ulaştığına t 're Rasûlullah
(s.a)Ennaki denilen yeri koru ilan etmiştir.[487]
3084... a'b
b. Cessâme'den demiştir ki: Peygamber (s.a) "Nakı" denilen yeri koru
ilan etmiş ve:
"Koru (ilan etme
hakkı) ancak aziz ve celil olan Allah'a aittir.” buyurmuş.[488]
"Hima"
lügatte; menetmek, korumak ve uzaklaştırmak ma-nalarma gelir. Istılahta ise:
Ölü araziden devletin veya bir kasaba
halkının ve hayvanlarının
istifadesi için terk ve tahsis edilen, meralar, umumi yollar, pazar yerleri
gibi yerlere denir.
İmam Şafiî'ye göre;
metinde geçen "Koru (ilan etme hakkı) ancak Allah'a aittir" sözü iki
manaya gelir.
1. Hiçbir
kimsenin bir yeri müslümanlar için koru ilân etmeye hakkı yoktur. Bu ihtimale
göre, müslümanlar için Hz. Peygamber'in tayin ettiği otlaklardan başka otlak
yoktur. Hz. Peygamber'den sonra idareciler, herhangi bir yeri koru veya otlak
ilan edemezler.
2. Bir yeri
koru ilân ve tayin etmek ancak Hz. Peygamberin ve ondan sonra onus yerine gelen
devlet başkanlarının hakkıdır.
Hafız İbn Hacer'in
Fethu'1-Bari isimli eserindeki açıklamasına göre, birinci ihtimal hadisin
zahirine daha uygun olmakla beraber, Şafiî alimleri i-kinci ihtimali tercih
etmişlerdir. Şafiîlerden bazıları da bu meselede mülki amirlerin de devlet
başkanları durumunda olduklarını söylemişlerdir. Ancak yetkililerin bu
haklarını kullanmaları, halkın umûmi menfaatiyle kayıtlıdır. Halkın zararı söz
konusu olduğu zaman bu haklan kaybolur.
Cahîliyye döneminde,
güçlü kimseler bir yere vardıkları zaman orada bulunan en yüksek tepeye bir
köpek çıkarıp onu uluturlardı. Köpeğin bu uluması tepenin dört tarafından
nerelere kadar ulaşırsa, orayı kendisi için koru ilân eder, başkaları da oradan
faydalanamazdı.
Hz. Peygamber bu
hadis-i şeriflerde cahiliyye araplarının pazu kuvvetine dayanan, bu koru ilân
etme adetlerini yıkmıştır.
İslâmiyet'in kabul
ettiği koru anlayışına göre, köylerde ve kasabalarda tayin edilen bu korular
hukuki bir hüviyet kazanmış ve herkesin faydalanabileceği yerler haline
gelmiştir.
Bu mevzuda imam Ebû
Yusuf "Birköye ait olduğu bilinen meranın o köyün olduğunu" söyler.
"Ancak bu meranın ot ve suyunu başkalarına yasak edemezler. Oranın otları
satılmaz ve başkalarının hayvanlarına da para, ile otlattırılmaz. Şu kadar var
ki hayvanlarına zarar veriyorsa başka hayvanların gelmesini
engelleyebilirler." demiştir.[489]
İmam Mâlik (r.a)'e göre, bir kimsenin ölü araziyi ihya etmesi caiz görülürken,
bir kimsenin ölü bir araziyi kendi şahsı için koru ilân etmesinin
yasaklanmasına bakarak, bu iki mesele arasında bir çelişki olduğunu zannetmek
doğru değildir. Çünkü ihya edilmesine izin verilen ölü araziden maksat,
halihazırda hiç kimseye faydası olmayan boş arazidir. Koru ilan edilen arazi
ise halihazırda hayvanların ve insanların işine yarayan otlak arazidir. Bu
arazi herne kadar sahipsiz olduğu için ölü arazî ise de mevcut haliyle harhangi
bir emek ve masraf gerekmeden kendisinden faydalanmak mümkün olduğundan ölü
araziden farklıdır.
Metinde geçen
"koru (ilan etme hakkı) Allah'a ve Rasûlüne aittir." sözü, Hz.
Peygamber'in kendi şahsı için bir yeri koru ilân etmesinin caiz olduğunu ifade
etmektedir.
Fakat Hz. Peygamber bu
hakkım kullanmamış, Ancak: Naki' denilen ve Medine'ye sekiz mil mesafede
bulunan sulak bir yeri müslümanların faydalanması ve cihad için beslenen
atlarla zekat develerinin otlaması için koru ilan etmekle yetinmiştir.
İmam Şafiî'ye göre,
Hz. Peygamber'in bir yeri kendi şahsı için koru ilan etmesinin caiz oluşu, bu
koruyu ilan etmesinin o beldenin hayvan besleyen halkına zarar vermemesine
bağlıdır. Eğer bu durum meraların az olması sebebiyle oranın hayvanlarına
zararlı oluyorsa o zaman bu cevaz ortadan kalkar.
Hz. Peygamber'den
sonra gelen devlet reislerinin kendileri için bir yeri koru tayin etmeleri asla
caiz değildir.
Ancak onların, bir
yeri umumun yararı için koru ilan etmelerinin caiz olup olmayacağı konusunda
âlimler ihtilafa düşmüşlerdir. Bazıları onların da bir yeri koru etmelerinin
caiz olduğunu söylerken bazıları bunun caiz olmadığım söylemişlerdir.[490]
3085... Ebû
Hureyre (r.a) Peygamber (s.a)'in. "rika^da beşte bir vardır."
dediğini, söylemiştir.[491]
3086... El
Hasen'den "Rikaz Ad kavmine ait hazine(ler)dir." dedi(ği rivayet
olunmuştur.)[492]
3087...
Dubaa bint. Zübeyr b. Abdulmüttalib b. Hişam dedi ki: El-Mikdad, (birgün)
abdest bozmak için Bakiü'l-Habhabe denilen yere gitmişti. (Orada) bir delikten
bir altın çıkaran iri bir erkek fare görmüş, (fare) altınları teker teker
çıkarmaya devam etmiş. Nihayet (o delikten toplam) on-yedi dinar çıkarmış. En
sonunda içinde bir altın bulunan kırmızı bir bez parçası çıkarmış. (Bununla
altınların sayısı) onsekiz olmuş. Bunun üzerine (el-Mikdad) bu altınları (alıp)
Peygamber (s.a)'e götürmüş, durumu kendisine anlatmış ve (bunun) zekatını al
demiş. Peygamber (s.a) de ona (bunları, elini)
"Deliğe uzattın
(da) mı?" (aldın?) diye sormuş. (el-Mikdad)da
“Hayır" cevabını
vermiş. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a) (Bunun zekatı olmaz. Sen bunları götür)
"Allah bunu sana mübarek eylesin" diye O'na dua etmiş.[493]
Rikaz: vere gömülmüş
veya zamanla yer altında kalmış değerli sanat eserlerine, maden parçalarına
define ve hazinelere rikâz denir.
Rikaz mefhûmu
mezheblere göre biraz değişiklik göstermekte ve madenlerin rikaz kavramı içine
girip girmediği münakaşa konusu olmaktadır.
İhtilaflar hadislerin
izah ve tenkidlerinden ileri gelmektedir.[494]
Bu mevzuda
Mezlü'l-Mechûd yazarı şöyle diyor: Bu ihtilaf "Hayvanların yaralaması
heder, kuyu heder, maden heder (olan) dır. Rikazda ise beşte bir vardır.”[495] hadisi
şerifine verilen farklı manalardan kaynaklanmaktadır.
İmam Malik ile îmam
Şafiî'ye göre, sözü geçen hadis-i şerifteki rikaz kelimesinden maksat cahiliyye
döneminde yeraltına gömülmüş olan bilumum definelerdir.
İmam Ebû Hanife ile
Süfyan-ı Sevrî'ye ve daha başkalarına göre, yeraltında teşekkül etmiş olan
madenler de rikaz hükmüne girerler.
İmam Malik (r.a) ile
İmam Şafiî'nin bu husustaki dayanakları, sözü geçen hadis-i şerifte,
*'rikaz" kelimesinin "maden" kelimesi üzerinde atfedilmiş
olmasıdır. İki kelimeden birinin diğeri üzerine atfedilebilmesi için, bu iki kelimenin
iki ayrı şeye delalet etmesi gerektiği esasından hareket ederek madenle
rikazın ayrı ayrı şeyler olduklarına, dolayısıyla madenlerin rikaz hükmüne
girmediğine hükmetmişlerdir.
Ben derim ki: İmam
Şafiî ile İmam Malik (r.a)'nın bu görüşleri isabetli değildir. Çünkü sözü geçen
hadis-i şerifteki maden kelimesinden maksat yeraltında teşekkül eden
bildiğimiz ma'den değildir. Maden çıkarıldıktan sonra, onun yerinde kalan
çukurdur. Hadis-i şerifte bir kimsenin yeraltındaki bir hazineyi çıkardıktan
sonra orada kalan çukura düşerek ölen bir kimseden orayı kazan kimse sorumlu
olmadığı ifade edilmektedir.
Maden kelimesiyle
madenin çıkarıldığı çukur kesdedilmiş olunca rikazın çukur üzerine atfedilmesi
madenin rikazdan ayrı olmasını gerektirmez. Çünkü rikaz ayrıdır, çukur ayrıdır.
Çukurdan çıkarılan maden ise burada söz konusu değildir.[496]
Netice olarak İrak
ehline (Hanefîlere) göre rikâz, hem madenlerin hem de insanlar tarafından gömülmüş
eşyaları ifade eden bir ıstılahtır. Kâsâni (Ö.587 H-191M.); "Rikaz hakiki
olarak madenin mecazi olarak da kenzin (gömü-tün) ismidir." diyor ve delil
olarak da Hz. Peygamberin kendisine sorulan bir soruya "Rikaz Allah'ın yer
ve gökleri yarattığı gün yer altında yaratmış olduğu mallar" diye verdiği
cevabı yazıyor. Molla Hüsrevy rikazı; "gerek yaradılış itibarıyla olsun,
gerekse insanların gömdüğü şeyler olsun, rikaz mutlak surette yer altında olan
maldır" şeklinde tarif ederken, Mevkufatî de, "Rikâz; Allah'ın yer
altında yarattığı madenin ve kulların defneylediği malın özel ismi olmuştur.
Birine maden, ötekine kenz ismi verilmiştir. Rikaz ise ikisini de
kapsamaktadır" diyor. Bu tariflerden madenlerin ve insan yapısı olup da
gömülen herşeyin Hanefilerce rikaz olarak kabul edildiği anlaşılmaktadır.[497]
1. Hanefi
mezhebine göre Rikaz: Maden ve rikaz aynı manâyı ifade ederler. O manâ da
şudur: Yer altında bulunan maldır. îster altın ve gümüş gibi kıymetli
cevherleri taşıyan toprak ve benzeri maddeler halinde olsun, ister kâfirlerin
yere gömdükleri hazine ve define şeklinde olsun, fark etmez. Şu halde insan
eliyle yere gömülmeyip de Allah tarafından yer altında yaratılan ve kıymetli malları
taşıyan madenler de rikaz anlamı içine girer.
Rikazdan, yani define
ve madenlerden, ödenen humus zekat değildir. Çünkü zekatın şartları burda
aranmaz. Madenler üç kısma ayrılır:
1- Altın,
gümüş, bakır ve demir gibi ateşle elde edilip şekillendirilen.
2- Petrol
gibi sıvı halde olan.
3- Bunların
dışında kalan. Yani sıvı olmadığı gibi ateşin tesiri ile şekillendirilmeyen
kısım. Mücevherat ve yakutlar gibi madenlerin birinci kısmına giren
maddelerden elde edilecek maldaki humusun, yani beştebir nisbe-tindeki hissenin
çıkarılıp, müslümanların sosyal hizmetlerine harcanmak üzere devlete vergi
olarak ödenmesi gerekir. Kalan beştedört nisbetindeki mala gelince eğer
kimsenin mülkiyeti altında olmayan bir arazide bulunmuş ise kalan malın tamamı
bunu bulana aittir. Anılan madende humusun vacib olabilmesi için, bulunan
madende cahiliyet devrine ait bir alametin bulunması gereklidir. Yani o malın
kâfirlere ait olduğunu kanıtlayıcı belirtilerin bulunması şarttır. Şayet
İslâmiyet devirlerine ait olduğuna dair bir belirti bulunursa bulunan maden
rikaz değil, lukata hükmüne tabidir. Yani yitik mal sayılır. Bunda humus
gerekmez. Bunun kâfirlere veya müslümanlara ait olduğu hususunda şüphe hasıl
olur da kesin bir sonuç alınmazsa cahiliyet devrine ait olarak kabul edilir.
Anılan maden kısmı,
belirli kimselerin mülkiyeti altında bulunan bir yerde bulunursa bunun humusu
ödenir ve kalanı o yerin sahibine aittir. Evinde maden veya define bulan
kimsenin bunun humusunu ödemesi vâcib değildir. Hepsi kendisine aittir.
Yukarda anlatılan
madenlerin ikinci ve üçüncü kısımlarında vergi, harç ve zekat gibi bir şeyin
çıkarılması vacib değildir. Ancak sıvılardan, cıva'da humus vacibtir. Yer
altında bulunan silahlar, araç ve gereçler, malzemeler ve ev eşyası da define
gibi humusa tabidiri.
Denizden elde edilen
anber, inci ve balık gibi mallardan bir harç vâcib değildir.
2. Şafiî
mezhebine göre Rikaz: Cahiliyet devrine, yâni kafirler dönemine ait, altın ve
gümüş definesidir. Defineden çıkarılan altın veya gümüş ni-sab mikdarı olunca
üzerinden bir yılın geçme süresi beklemeksizin ttumusun yani beştebirinin
zekata müstahak olanlara ödenmesi gerekir. Defineden elde edilen altın veya
gümüşün sikkeli olması şart değildir. Kişi böyle bir defineyi yer altında
değil de üstünde bulursa, buna rikaz denmez. Bu lukata hükmüne tabidir.
Bulunan define
kâfirlere ait olmayıp, İslâm dönemine ait olduğu anlaşılırsa bunun sahibinin
kim olduğu bilindiği takdirde, sahibine teslim edilmesi gereklidir. Sahibi
ölmüş ise mirasçılarına verilir. Sahibi bilinmiyor ise lukata hükmüne tabi
olur. Keza bunun cahiliyet devrine rm\ İslâmiyet devrine mi ait olduğu
bilinmiyor ise, gene lukata hükmüne tabidir. Bir kimse kendi mülkünde bulunan
definenin kendisine ait olduğunu iddia ederse, define ona ait sayılır. Şayet
böyle bir iddiada bulunmazsa kendisinden önceki mâlikin sayılır.
Maden ise, Allah
tarafından bir yerde yaratılan bir şey, ordan çıkarmakla elde edilen maldır.
Şer'î şerifte madenlerden yalnız altın ve gürati'ş-ten ödeme yapılır. Demir,
bakır ve kurşun gibi maddeler madenlerden istihsal edilmekle beraber bunlardan
bir ödeme yapılmaz. Madenlerden istihsal edilen maddelerin sıvısı katısı,
ateşin etkisiyle şekilleneni ile diğerleri arasın da bir fark yoktur.
Madenlerden istihsal edilen altın ve gümüşte vacib olan mikdar kırktabirdir.
Yani altın ve gümüşün zekatı nasıl kırktabir ise madenlerden istihsal edilen
altın ve gümüşün zekatı da kırktabirdir. İstihsal edilen altın ve gümüşün
üzerinden bir yılın geçmesi şartı yoktur. İstihsal edilir edilmez hemen zekatı
ödenir.
3. Maliki
mezhebine göre Rikaz: Cahiliyet devrine ait altın, gümüş ve diğer malların
definesidir. Bir definenin cahiliyet devrine mi İslâmi bir dev-, reye mi ait
olduğunda tereddüd edilirse, cahiliyet devrine ait olarak kabul edilir.
Defineden çıkan mal, altın olsun, gümüş olsun, başka mal olsun bunun humusu,
yânı beştebiri genel hizmetlere harcanmak üzere devlete verilir.Ancak defineye
ulaşmak büyük çalışmalarla ve masraflarla gerçekleşirse, bunun kırktabiri
zekat olarak müstehaklarına dağıtılır. Her iki takdirde de elde edilecek malın
nisab miktarını doldurması şart değildir. Definenin kalan kısmı, arazi
sahibinin hakkıdır. Ancak arazi sahibinin buna miras yoluyla ve ihya etmek
suretiyle sahip olması şarttır. Eğer arazi sahibi, bu yeri satın almak veya
hibe yoluyla elde etmiş ise, define bu yerin ilk sahibinin hakkıdır. Şayet bu
yer hiç kimsenin mülkiyetinde değil ise define bulan kişinin hakkıdır.
Müslümanların veya
zimmî (İslâm memleketinde vatandaşlık hakkı verilmiş olan gayr-i müslimlerinjyere
gömmüş olduğu definelere gelince; bu nevi define sahibleri veya mirasçıları
bilindiği takdirde onların hakkıdır. Kime ait olduğu bilinmezse, bu nevi
defineler lukata (yitik) mal hükmüne tabidir. Bir yıl ilân edilir. Buna rağmen
sahibi çıkmazsa o mal bulanın hakkıdır. Fakat bu nevi definelerin asırlarca
Önceki devirlere ait olduğu bazı karine ve alametlerle anlaşılırsa, lukata
hükmüne tabi değildir. Sahibleri bilinmeyen mallar. gibi devlet hazinesine
konulur ve müslümanların genel hizmetlerine harcanır.
Maden ise, Allah'ın
yerde ve toprakta yaratmış olduğu altın, gümüş, demir, bakır ve kurşun gibi
maddelerdir. Maden, rikazdan tamamen ayrı bir şeydir. Madenden istihsal
edilecek madde altın veya gümüş ise, nisab miktarına ulaşsın veya ulaşmasın
yıllanmayı beklemeksizin zekat ödeme şartları tahakkuk edince zekatı ödenir.
Anılan maddenin zekatı kırktabir olup zekatın müstehaklarına dağıtılır.
4. Hanbeli
mezhebine göre Rikaz: Câhiliyet devrine ait definedir. Kâfirlere ait olduğu
bilinen defineler rikaz sayıldığı gibi yer yüzünde bulunan ve onlara ait olduğu
bir takım alâmetlerle anlaşılan mallar da define hükmündedir. Fakat İslâm
alâmeti bulunan veya hem küfür hem de İslâm alâmeti bulunan defineler rikaz
hükmüne tabi olmayıp lukata hükmüne dahildir. Rikazı bulan şahıs, bunun
humusunu, yani beştebirini umumi hizmetlere harcanmak üzere devlet hazinesine
teslim etmek zorundadır. Kişi defineyi kendi mülkünde veya sahipsiz bir arazide
bulursa, humustan artan kısım kendisinin hakkıdır. Şayet başkasının arazisinde
ve akarında bulursa, arazi sahibi definenin kendisine ait olduğunu iddia
etmezse, yine bulana aittir. Şayet arazi sahibi definenin kendisine ait
olduğunuddia etmekle beraber şahidi yok ve kendisi bulunan definenin evsafını
tarif edemezse yemin etmek suretiyle alır. Bir kimsenin izni olmaksızın
mülküne girip araştırma yapan ve neticede define bulan kişi br hak talebinde
bulunamaz. Bulunan define mülk sahibine aittir. Yukarda anlatıldığı şekilde
şayet kişi arazi sahibinin izni ile girip araştırma ve çalışma neticesinde
define bulursa bulan kişi öncelikle define hakkına sahip olur.
Madene gelince; maden,
yerde oluşan ve toprak cinsinden olmayan maddelerdir. İster altın, gümüş, bakır
gibi katı halde olsun ister kibrit ve petrol gibi sıvı halde olsun fark etmez.
Böyle bir maddeyi istihsal eden kişi bunun onda birini ödemekle mükelleftir. Bu
ödemenin vacibliğinin iki şartı vardır: Birincisi istihsal ettiği madde altın
veya gümüş ise yabancı maddelerden tasfiye edildikten sonra net miktarının
nisab tutarında olması gereklidir. Bu iki maddeden başka mal cinsinden ise
değerinin nisab tutarında olması gereklidir. İkinci şart müstahsilin zekat
mükelleflerinden olmasıdır. Şu halde müstahsil zimmi yani gayri müslîm veya
borçlu bir müslüman ise, ona vacib değildir. İstihsal edilen maden, mülk
sahibinindir. Başkası istihsal etse bile hüküm budur. Maden ocağı sahipsiz bir
arazide ise elde edilen maden, müstahsilin malıdır. Bu takdirde bunun
kırktabirini zekat olarak ödemesi gerekir. İstihsal ettiği mal altın veya
gümüş olsun, başka maddeler olsun fark etmez.[498]
Kolayca elde edilen
menfaatlerden çok vergi almak, zorlukla elde edilen menfaatlerden de az vergi
almak .ısas olduğundan kolayca elde edilen rikazdan beştebir gibi ağır bir
vergi alınır.
Hz. Peygamber metinde
geçen "Bun! m. elini deliğe uzatarak mı aldın?" soruşunu, bu
altınların rikaz hükmüne mi yoksa lukata denilen buluntu mallar hükmüne mi
girdiğini tesbit etmek için simuştur. Eğer Hz. Mikdad bu soruya "elimi
sokarak aldım deseydi." O zaman bu altınların yer altından çıkarıldığına
ve dolayısıyla rikaz hükmünde olduklarına hükmedecekti. Fakat Hz. Mikdad
"Hayır" cevabını verince on'arın yeryüzünde bulunan lukata mallar
hükmüne girdiğine hükmetmiştir. Hattâbî (r.a) metinde geçen "Allah bunu
sana mübarek eylesin!" sözünü actklarken şöyle diyor. "Hz. Peygamber
bu sözüyle Hz. Mikdad'ın bulduğu altınların lukata hükmüne girdiğine ve bunu
usulüne göre ilan ettikten sonra sahibinin çıkmaması halinde bu altınların
bulanın malı olabileceğine işaret etmek istemiştir"
Hanefi âlimlerinden
Bezlü'l-Mechûd yazarı "Hz. eş-Şeyh Halil Ahmed es-Seharenfûrî ise, bu
mevzuda özetle şunları söylüyor: Aslında Hz. Peygamber Hz. Mikdad'a -Allah
bunu sana mübarek eylesin derken- "banlar şu andan itibaren senindir"
demek istemiştir. Bu sözle Hz Mikdad'a:' Sen bunları usulüne göre ilan et, eğer
sahibi çıkmazsa, o zaman bunlar senin olsun. Sen hırstan uzak bir kimsesin
Allah bu halini sana mübarek kılsın. S :n fakir bir adamsın bunun zekatım al.
İlan ettiğin halde sahibi çıkmazsa zekattan geriye kalan kısmını da al"
demek istemiştir.
Gerçekten Hz. Mikdad
çok fakirdi. Bu altınların fare deliğine nereden geldiği bilinmediği için
onları heryerde ilan etmek gerekiyordu. Bu da imkansız denecek kadar zor
olduğundan Hz. Peygamber, altınların sahiplerinin çıkmaması halinde tümünü
alabileceğini ona hatırlatmayı lüzumlu gördü.
Bazıları metinde geçen
"sen bunları elini deliğe sokarak mı aldın'"sorusu üzerinde durarak,
eğer Hz. Mikdad "evet" cevabını verseydi. Hz. Peygamber bu
altınların çok eski olduğuna ve rikaz hükmüne girdiğine hükmedecekti"
demişlerse de bu doğru değildir. Çünkü Hz. Peygamber: "Bu soruyu sormadan
önce sen bunları al, usulüne göre ilan et sahibi çıkmazsa o da senin
olsun!" sözüyle bu altınların lukata hükmüne girdiğini açıklamış,
"Allah bunları sana mübarek etsin" sözüyle ise, onun hırstan uzak bir
kimse olduğunu ifade ve kendisini tebrik etmek istemiştir.
Çünkü bir bez
parçasının yeraltında uzun müddet çürümeden kalabilmesi mümkün olmadığından
söz konusu altın kesesinin birdelikten çıkması bu altınların çok eski zamanlara
ait olmadıklarını ve dolayısıyla lukata hükmüne girdiklerini gösterir. Durum
böyle olunca Hz. Peygamberin bu altınların eskiye mi yoksa o günün yaşayan
insanlarına mı ait olduğunu anlamak için Hz Mikdad'a soru yönelttiği
düşünülemez. Ve "sen bu altınları elini deliğe sokarak mı aldın
sorusunu" bu maksatla sorduğu da söylenemez. İfade ettiğimiz gibi bu
soruyu O'na sadece hırslı bir kimse olup olmadığını tesbit etmek için
yöneltmiştir. Fakat Hz. Peygamberin bu soruyu yerin altından mı, yoksa üstünden
mi aldığını tesbit etmek için sormuş olması kuvvetle muhtemeldir. Binaenaleyh
yerin üstünde bulunan mal lukata hükmüne yerin altındaki mal ise rikaz hükmüne
girdiğinde Hz. Peygamber bu soruyu söz konusu altınların rikaz ve lukata
cinslerinden hangisine girdiğini tesbit etmek için Hz. Mikdad'a yöneltmiş
olabilir.[499]
3088...
Abdullah b. Amr demiştir Ben Rasûlullah (s.a)'le birlikte taif (seferin)e
çıktığımızda bir kabre uğramıştık. (O zaman Hz. Peygamber):
"Bu (Kabir) Ebû
Rigal'in kabridir. Kendisi şu harem (i şerif) de idi (Haremde iken harem) onu
(üzerine gelecek belalardan) korurdu. (Harem'den) çıkınca (daha önce) kavmine
isabet etmiş olan bela şu (gördüğümüz) yerde ona da isabet etti. Ve buraya
gömüldü. Bu (kabrin ona ait oluşu) nun alameti kendisiyle birlikte buraya
altından bir dalın da gömülmüş olmasıdır. Eğer siz burayı deşerseniz bu dalı
onun yanında bulursunuz" buyurdu. Bunun üzerine halk kabre üşüştüler ve
(o altın) dalı çıkardılar.[500]
Siyer kitaplarında
açıklandığına göre, ağırlığı yirmi rıtldan fazla idi. Bir ntl oniki okiyye ve
bir okıyye de kırk dirhem olduğuna göre, altın dalın ağırlığı bin dirhemi
aşıyordu.
Rivayete göre Ebû
Rigal Semud kavminden olup Sakıf kabilesinin atası idi.
Hz. Salih (a.s) o'nu
Mekke taraflarına zekat tahsildarı olarak göndermişti. Ebû rigal yüz koyunlu
bir adamın yanına vardı. Ona "Beni, sana, Rasûlullah gönderdi" dedi.
Âdâm "Rasûlullah'ın elçisi hoş geldi, safa
geldi. İstediğini al!" dedi.
Ebû Rigal, sütlü
koyunlardan aldı.
Adamcağız:
"Anasının
ölümünden sonra sağ kalan şu çocuğun sütleriyle beslendiği bu koyunları bırak
da onların yerine on koyun al!" dedi.Ebû Rigal;
Hayır dedi.Adam
Yirmi koyun al! dedi.
Ebû Rigal -Hayır!
dedi.Adam
Elli koyun al! dedi.
Ebû Rigal
Hayır! dedi. Adam
Şu bir koyundan başka,
koyunların hepsini al!" dedi.
Anasız kalan çocuk, o
koyunun sütüyle beslenmekte idi. .
Ebû Rigal yine
Hayır!" dedi.
Bunun üzerine,
adamcağız "Eğer, sen, süt içmeyi seversen, ben de severim!" dedi.
Hemen ok çantasındaki okları yere serdi. Sonra da "Ey Allah'ım sen şahid
ol!" dedi. Yayına bir ok yerleştirip Ebû Rigal'i öldürdü. Salih Peygamberin
yanına giderek Ebû Rigal'in yaptıklarını haber verdi.
Salih Peygamber de
ellerini kaldırıp "Ey Allah'ım! Ebû Rigal'e lanet et!" diyerek dua
etti.[501]
Mevzumuzu teşkil eden
hadis-İ şerifte Ebû Rigal'in, Hz. Salih aleyhis-selamın bedduasını aldığı zaman
Harem-i şerifte bulunduğu ve bu sayede bir belaya uğramaktan kurtulduğu, fakat
harem-i şeriften çıkınca Taif'te, daha önce kavminin uğradığı musibete
uğrayarak layık olduğu felâkete uğradığı ve oraya elinde taşıdığı altın sopayla
birlikte gömüldüğü ifade edilmektedir.
Hadis-i şerif,
cahiliyye devirlerinden kalan ve içinde kıymetli mallar bulunan kabirleri açıp
içindeki mallan çıkarmanın caiz olduğuna delalet etmektedir.
Bir önceki babda
bulunan hadislerin şerhindeki açıklamalarımızdan da anlaşılacağı üzere bu tür
kabirlerden çıkartılan mallar rikaz sayılır ve rikaz hükümlerine tabi olur.
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadis cahiliyye döneminden kalan kabirleri deşmeyi konu aldığından, musannif
Ebû Davud bu hadisle cenaze konusu hakkında yakın bir ilgi gördüğünden bu
hadisi Cenazeler Bölümü'nden önce koymuştur.[502]
[1] A. Debbağoğlu Ansiklopedik Büyük İslam İlmihali 195,
196.
[2] M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarihi Deyimleri ve Terimleri
Sözlüğü, 1-526.
[3] Zeki Pakahn Osmanlı Tarihi Deyimleri ve Terimleri
Sözlüğü, 526.
[4] Servet Armağan, İslam Anayasa ve İdare Hukukunun
Esasları 380.
[5] Servet Armağan, a.g.e., 516.
[6] Bakara (2), 30; Hud (11), 62.
[7] Nûr (24), 55.
[8] Sâd (38), 20; Bakara (2), 124; Mâide (5), 20.
[9] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/175-177.
[10] Ahmed b. Hanbel 111-129
[11] Bk. Bi'at.
[12] M. Ahmet b. Hanbel V. 220,221
[13] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/177-178.
[14] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/178.
[15] Nisa (4), 59.
[16] Buharî, ahkâm, 4.
[17] Ahmed Debbağoğlu, Ansiklopedik Büyük İslam İlmihali,
219, 222.
[18] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/178-179.
[19] Buharı, cuma 11, istikraz 20, vesaya9, ıtk 17, 19, nikah
81, 90, ahkâm 1; Müslim, ima-re 20; Tirmizî, cihad 27; Ahmed b. Hanbel 1-5,
54-55, 108, III-122.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/179-180.
[20] A. Dâvudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi
VI11-693.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/180.
[21] Buharî, ahkam 5-6; İman 1, keffaret 10; Müslim, İmare
13, eymân 19; Tirmizî, nüzûr 5; Nesaî kada 5; Darimî, nüzûr 9; Ahmed b. Hanbel
V-62-63.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/181.
[22] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/181-182.
[23] Buharı, icâre 1, mürteddin 2, ahkâm 7; Müslim, imare
15; Ebû Dâvud, Akdiye 3, hu-dud 1; Ahmed b. Hanbel IV-393, 409, 411.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/182.
[24] Müslim, İmare 15.
[25] Müslim, İmare 14.
[26] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/182-183.
[27] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/183.
[28] el-Ceziri A. el-Fıkh alel mezahibi'l erbaa V-416-417.
[29] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/184.
[30] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/184-185.
[31] Kıyamet (75), 11.
[32] Servet Armağan, İslam Anayasa ve İdare Hukukunun
Esasları, 487-488.
[33] İbrahim Sarmış, İslam Mezhebleri ve Müesseseleri, 224.
[34] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/185.
[35] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/186.
[36] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/186-187.
[37] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/187-189.
[38] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/189.
[39] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/190.
[40] Enbiya (21), 104.
[41] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/190.
[42] Tirmizî, zekat 18; Îbn Mâce, zekat 14; Ahmed b. Hanbel
III-465, IV-I43.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/191.
[43] Buharî, cihad 55.
[44] el-Mubarekfûri Tuhfetü'l-Ahvezi III-307-308.
[45] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/191-192.
[46] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/192.
[47] Asım efendi, Kamus tercümesi, "Meks".
[48] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı tslamiye ve Istılahat-ı
Fıkhıyye Kamusu IV-96-97.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/192-193.
[49] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/193.
[50] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/193-194.
[51] Müslim, Imâre 12; Buharî, ahkam 51; Tirmizî, Fiten 48;
Ahmed b. Hanbel 1-13, 43, 46, 47.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/194.
[52] Ahmet b. Hanbel 111-129
[53] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/194-196.
[54] Davudoğlu Ahmed, Sahih-i Müslim, VIII, 681.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/196.
[55] Buharî, ahkam 43; Müslim, İmâre 90; Nesâî, bey'at 24,
İbn Mâce, Cihad 41; Muvatta; bey'at 1; Ahmed b. Hanbel, 11-62, 81, 101, 139.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/196.
[56] Davudoğlu A. Şahih-i Müslim Terceme ve Şerhi IX, 48.
[57] Feth (40), 18, 19.
[58] Debbağoğlu Ahmed, Ansiklopedik Büyük İslâm İlmihâli
82-83.
[59] Udeh Abdülkadir, İslâm ve siyasi durumumuz, 213, 214.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/197-198.
[60] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/198.
[61] Buhârî, talak 20, şurût 1, tefsir 60/2, ahkam 49; Müslim
imâre 88, 89; İbn Mâce, Cihad 43; Ahmed b. Hanbel, VI-114, 270, 365.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/198-199.
[62] Mümtehine (60),12.
[63] Müslim, imare 80.
[64] Eryarsoy Beşir, İslamda devlet yapısı 175.
[65] Buhârî 8,
125, Hayatü’s-Sahabe 1-218, 223.
[66] 2942 numaralı hadis.
[67] Topaloğlu Bekir, İslam'da kadın 247.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/199-200.
[68] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/200.
[69] Buhârî, ahkam 46.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/200.
[70] Heysemi, Mecmeuzzevâid VI-140.
[71] a.g.e. 9, 285.
[72] İsa Abdulkadir Hakaik Anıl-Tasavvuf 89, Bedrüddin Aynî
Umdet'ül-karî XXIV-272.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/200-201.
[73] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/201.
[74] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/201.
[75] Buhârî, ahkam 17; Müslim, zekat 112; Ebû Dâvud, zekât
28; Nesâî, zekât 94, Ahmed b. Hanbel I. 52.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/201-202.
[76] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/202.
[77] Ahmed b. Hanbel IV-229.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/202-203.
[78] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/203.
[79] Buhârî, hibe 17, zekat 43, cihad 189, eyman 3, ahkâm
24, 41, hayl 15; Müslim, imare 24, 26, 28; Darimî, zekat 31; siyer 151; Ahmed
b. Hanbel 11-426 V-227, 283, 423.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/204-205.
[80] Arzu Cemal, İslam Hukukundu feri ve devlet 29.
[81] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/205-206.
[82] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/206.
[83] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/206-207.
[84] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/207.
[85] Tirmizî, ahkam 6, Ahmed b. Hanbel, IV-231, VI-70.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/208.
[86] Molla Mehmedoğlu O. Zeki, Sünen-i Tirmizî tercümesi,
II-443.
[87] el-Mübarekfurî, Tuhfet-ü'l-Ahvezî, IV-562.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/209.
[88] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/209.
[89] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/209-210.
[90] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/210.
[91] Tevbe (9), 100.
[92] Haşr (59), 8.
[93] Haşr (59), 9.
[94] Haşr (59), 10.
[95] Yazır Muhammet Hamdi, Hak dini Kur'ân dili tefsîri
IV-2606-2607.
[96] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/210-211.
[97] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/211.
[98] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/212.
[99] Davudoğlu A. tbn Abidin terceme ve şerhi VI11-398-399.
[100] Yazır Muhammed Hamdi Hak dini Kur'ân dili tefsiri
VI1-4821.
[101] Meylâni Ahmed, Bidayet-ü'l Müctehid ve Nihayetü'l
Muktesid tercemesi I, 604.
[102] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/212-214.
[103] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/214.
[104] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/214-215.
[105] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/215.
[106] ez-Zuheylî Vehbe el-Fıkahu'l-lslami 11-490.
[107] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/215-216.
[108] Buhârî, nafakat 15; Müslim, feraiz 15-17, Tirmizî,
feraiz 1, İbn Mâce, feraiz 9, 13.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/216.
[109] Davudoğlu Ahmed, Sahih-i Müslim terceme ve şerhi,
VIII-139.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/216-217.
[110] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/217.
[111] Buhari, feraiz 4, 25, kefale 5, istikraz11, tefsir (3)
1; Müslim, Cuma 3, feraiz 14-17; Tirmizi, feraiz 1, cenaiz 69; Nesai, cenaiz67;
İbn Mace, Mukaddime 7, Sadakat 13, feraiz, 9.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/217.
[112] Buhari, feraiz 4, 15, Zekat 17, kefalc 5; Müslim
feraiz 14; Ebû Davûd, vesaya 17; Nesâi, Cenaiz 67; İbn Mace, Sadakat 13, Ahmed
b. Hanbel, II, 70.
[113] Mansûr Ali Nasıf, el-Tac licamiul-usûl, 11-226
[114] Miras Kamil, Tecrid-i sarih tercemesi, VII-390.
[115] Ahzâb, (33), 6.
[116] Ahzab, (33), 6.
[117] Miras Kamil, Tecrid-i sarih tercemesi, VII, 391.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/217-218.
[118] Buhârî, şehadet 18, Meğazi 29, Müslim, İmâre 91; İbn
Mâce, hudud 4, Ebû Dâvud, hudud 18; Ahmed b. Hanbel 11-17.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/218-219.
[119] Hatipoğlu, Haydar, Sünen-i İbn Mâce, VII, 138-139.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/219-220.
[120] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/220-221.
[121] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/221-222.
[122] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/222-223.
[123] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/223.
[124] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/223-224.
[125] Sarmış İbrahim, tslâm mezhepleri ve müesseseleri, 238,
239.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/224-225.
[126] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/225.
[127] Taşkesenlioğlu Mazhar, Kur'ân-ı Kerîm'in Ahkam
Tefsiri, 11-28.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/226-227.
[128] Tirmizî, Menakıb 17; İbn Mâce, Mukaddime 11; Ahmed b.
Hanbel, 11-53, 95,401, V-145, 165, 177.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/227.
[129] Ahmet Naim Efendi, Tecrid-i Sarih tercemesi,
11-289-291.
[130] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/228.
[131] Haşr (59) 6.
[132] Buhârî, humus I, fedail-i ashabunnebiyy 12, megazi 14,
38, nafakat 3, feraiz 3, i'ti-sam 5; Müslim, cihad 49, 52, 54, 56; Tirmizî,
siyer 44; Nesâi, fey' 9, 16; Muvatta', kelâm 27; Ahmed b. Hanbel, 1-4, 6, 9,
10, 25, 47, 49, 60, 162, 164, 179, 191, 208, 11-463, VI-145, 262.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/228-232.
[133] Tac IV, 380.
[134] Davudoğlu Ahmed, Sahih-i müslim VIII, 505.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/232-234.
[135] a.g.e. 507, 508.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/234-235.
[136] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/235.
[137] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/235.
[138] Buhârî cihad 80, Müslim cihad 48, Nesâî fey' 8, Ahmed
b. Hanbel 1-25, 48.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/235-236.
[139] Haşr (59) 7.
[140] Haşr (59) 6.
[141] Elmalıh Yazır M.H., Hak dini Kuran dili tefsiri
VI1-4825.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/236-238.
[142] Haşr, 59/6.
[143] Haşr, 59/7.
[144] Haşr, 59/8
[145] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/238-239.
[146] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/239-240.
[147] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/241.
[148] Şafak Ali, İslam Arazi Hukuku, 81.
[149] Elmalılı Yazır Muhammed Hamdi Hak dini Kur'ân dili
tefsiri VII-4823-4824.
[150] Şafak Ali, İslam Arazi Hukuku 81-82.
[151] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/241-244.
[152] Buhârî, farz'ul-humus 1; Müslim, cihad 52; Nesâî,
kasemü'1-fey 1.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/244.
[153] Davudoğlu Ahmed, Sahih-i Müslim tercüme ve şerhi
VIII-513.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/245.
[154] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/245-246.
[155] Davudoğlu A. Sahih-i Müslim tercüme ve şerhi
VIH-516-517.
[156] Şafak Ali, İslâm Arazi Hukuku 82-83.
[157] Şafak Ali, İslâm Arazi Hukuku 83.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/246-247.
[158] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/247-248.
[159] Şafak Ali, İslâm Arazi Hukuku 84-85.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/248.
[160] Haşr (59), 6.
[161] Haşr (59) 6.
[162] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/248-249.
[163] Koksal Asım, İslâm Tarihi VII, 247; VIII-281.
[164] Koksal Asım, İslâm Tarihi VII, 247; VIII-281.
[165] Koksal Asım, İslâm Tarihi VIII-249.
[166] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/249-250.
[167] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/250-251.
[168] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/251-252.
[169] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/252.
[170] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/252.
[171] Buhârî, vesaya
32, humus 3, feraiz 3; Muvatta, kelain 28 Ahmed b. Hanbel II-249, 376, 463,
464.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/252-253.
[172] Davudoğlu A., Sahih-i Müslim tercüme ve şerhi VII,
516.
[173] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/253.
[174] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/253-254.
[175] Buhârî, cihad 89, megazi 86, Tirmizî, büyü' 7, Nesâî,
büyü, 58, 83, Ibn Mâce, ruhun 1; Darimî, büyü' 44, Ahmed b. Hanbel 1-236, 300,
301, 361 III-1O2-133, 208, 238, VI-453, 457.
[176] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/254-255.
[177] Buhârî, humus 1, fedaihı ashabinnebiyy 12, megazi 14,
37, nafakat 3, feraiz
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/255.
[178] Neml (27) 16.
[179] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/255.
[180] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/256.
[181] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/256.
[182] Buhârî, farz'ül-humus 17.; Nesâî, fey 1; İbn Mâce,
cihad 46.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/256-257.
[183] Yazır M. Hamdi, Hak dini Kur'an dili VII-4827-4828.
[184] Davudoğlu Ahmed, Ibn Abidin VIII-417.
[185] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/257-258.
[186] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/258-259.
[187] Davudoğlu Ahmed, İbn Abidin VIII-416.
[188] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/259-260.
[189] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/260.
[190] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/260-261.
[191] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/261.
[192] Enfâl (8) 41.
[193] Karlığa Bekir, Hadislerle Kur'ân-ı Kerim tercemesi,
VII-3311.
[194] Ateş Süleyman, Kur'ân-ı Kerim ve yüce meali, I- 181.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/261.
[195] Nesâî, fey 1.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/261-262.
[196] Keskioğlu Osman, İslâmi Bilgiler Ansiklopedisi 1,
40-41.
[197] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/262-263.
[198] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/263-264.
[199] Elmalılı Yazır, Muhammed Hamdi, Hak dini Kur'ân dili
VII-4832.
[200] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/264-265.
[201] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/265-266.
[202] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/266.
[203] Müslim, zekât 167, 168; Nesâî, zekât 95, fey 15;
Muvatta, Sadaka 13, 15; Ahmed b. . Hanbel 11-402, IV-166.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/266-269.
[204] Tevbe (9) .103.
[205] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/269-270.
[206] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/270.
[207] Buhârî, humus 1, talak 11, megazİ 12; Müslim, eşribe
2.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/270-273.
[208] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/273.
[209] Davudoğlu Ahmed, Sahih-i Müslim, IX, 250, 251.
[210] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/273-274.
[211] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/274-275.
[212] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/275-276.
[213] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/276.
[214] Buhârî, da'vât 11; Müslim, zikr 80; Ahmed b. Hanbel
VI- 383, 384.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/276-277.
[215] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/277-278.
[216] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/278.
[217] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/278.
[218] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/278-280.
[219] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/280.
[220] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/280.
[221] Davudoğlu A. İbn Abidin terceme ve şerhi VIII-415.
[222] bkz. 2994. hadis.
[223] Meylani Ahmed, Bidayel-ül Müctehid ve Nihayet-ül
Müktesid, 1-588.
[224] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/280-281.
[225] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/281.
[226] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/281-282.
[227] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/282.
[228] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/282-283.
[229] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/283.
[230] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/283.
[231] Buhârî, cihâd 74, Bey 108; Müslim, nikâh. 87; Ibn
Mâce, nikâh 42.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/284.
[232] Müslim, nikâh 87, 88.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/284.
[233] Buhârî, cihâd 74, nikâh 12, Salat 12; Müslim 84;
Nesâî, Nikâh 79, Ahmed b. Hanbel III-102.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/284-285.
[234] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/285-286.
[235] Koksal M. Asım, İslâm Tarihi VII-207.
[236] Koksal M. Asım, İslâm Tarihi VII-207.
[237] Koksal M. Asım, İslâm Tarihi VII-208.
[238] Davudoğlu Ahmed, Sahih-i Müslim, VII- 286, 287.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/286-289.
[239] Ali İmrân (3) 186.
[240] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/289-290.
[241] Bakara (2), 14.
[242] Koksal M. Asım, İslâm Tarihi III, 7.
[243] Koksal M. Asım, İslâm Tarihi III-7.
[244] Köksal M. Asım, İslâm Tarihi V-9, 10.
[245] Buhârî, megazi 15.
[246] Buhârî, megazi 15.
[247] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/290-293.
[248] Ali İmrân (3)
12.
[249] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/293-294.
[250] Ateş Süleyman, Kur'fin-ı Kerimin Yüce Meali ve Çağdaş
Tefsiri, 1, 354-355.
[251] Enfâl (8) 58.
[252] Koksal M. Asım, İslâm Tarihi II, 196-197.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/294-295.
[253] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/295-296.
[254] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/296.
[255] Buhârî, Cihâd 179, Cizye 6, İkrah 2, i'tisâm 18,
Müslim, Cihâd 61, Ahmed b. Hanbel 11-451.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/296-297.
[256] Davudoğlu Ahmed, Sahihi Müslim, Terceme ve Şerhi VIII,
527-528.
[257] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/297-298.
[258] Haşr (59) 6.
[259] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/299-302.
[260] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/302.
[261] Debbağoğlu Ahmed, Ansiklopedik büyük İslâm ilmihali,
78-79.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/302-303.
[262] Debbağoğlu Ahmed, Ansiklopedik Büyük İslâm İlmihali
80.
[263] Koksal M. Asım, İslâm Tarihi IV, 85.
[264] Haşr(59)6.
[265] Tevbe (9) 29.
[266] Tevbe (9) 36.
[267] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/303-305.
[268] Buhârî Megazi 14; Müslim, Cihâd 62; Ebû Dâvud, Cihâd
116.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/305-306.
[269] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/306.
[270] Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi VI1I-529.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/306.
[271] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/307-308.
[272] Koksal M. Asım, İslâm Tarihi VII-190.
[273] İmam Muhammed, Siyer'ül-Kebîr, 1-279.
[274] İmam Muhammed, Siyer'ül-Kebîr. 1-279.
[275] Koksal M. Asım, İslâm Tarihi VII-192-196.
[276] Koksal M. Asım, İslâm Tarihi VII, 216-217.
[277] Davudoğlu Ahmed Sahifa-i Müslim Tercüme ve Şerhi VII,
654.
[278] Müslim; büyü 59-76.
[279] Davudoğlu Ahmed, Sah İh-i Müslim Terceme ve Şerhi VII,
692.
[280] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/308-313.
[281] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/313-314.
[282] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/314.
[283] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/314-315.
[284] İbn el-Esîr, en-Nihaye II, 22-23.
[285] Davudoğlu Ahmed, Sahih-i Müslim Ten eme ve Şerhi VII,
692-693.
[286] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/315-316.
[287] Müslim, Cihâd 120.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/316-317.
[288] Davudoğlu A, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi V1II-624.
[289] 3010 numaralı hadis.
[290] Davudoğlu A,
Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi VIII, 525-526.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/317.
[291] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/317-318.
[292] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/318.
[293] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/318-319.
[294] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/319.
[295] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/319.
[296] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/320.
[297] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/320-321.
[298] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/321-322.
[299] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/322.
[300] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/322-323.
[301] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/323.
[302] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/323-324.
[303] Buhâri, hars 14, humus 9, Megazi 38; Ahmed b. Hanbel
1-32,40.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/324.
[304] Koksal M. Asim İslâm Tarihi VII-I23, 124.
[305] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/324-325.
[306] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/325-326.
[307] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/326-327.
[308]Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/327.
[309] Müslim, cihad, 84.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/328-329.
[310] Koksal M. Asım, İslâm Tarihi VII-155.
[311] Koksal M. Asım, İslâm Tarihi VIII-185.
[312] Koksal M. Asım, İslâm Tarihi VIII-186.
[313] Koksal M. Asım, İslâm Tarihi VIII-221-222.
[314] Koksal M. Asım. İslâm Tarihi.VIII- 224-225.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/329-332.
[315] Koksal M. Asım, İslâm Tarihi, VIII, 224-225.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/332.
[316] Davudoğlu A. Sahihi Müslim tercüme ve Şerhi VIII, 577.
[317] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/332-333.
[318] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/333-334.
[319] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/334.
[320] Debbağoğlu Ahmed, Ansiklopedik Büyük İslâm İlmihali
145.
[321] Koksal M. Asım İ. Tarihi VIII- 455.
[322] Debbaoğlu Ahmed Ansiklopedik Büyük İslâm İlmihali,
145.
[323] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/334-335.
[324] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/336-337.
[325] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/337-338.
[326] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/338-339.
[327] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/339-340.
[328] Buhari, cihâd 176, cizye 6, megazi 183; Müslim,
vasiyyet 6, Ahmed b. Hanbel 1-222 IV-371.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/340.
[329] Muvatta, Kasr-üssalâ 85.
[330] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/340-341.
[331] Tevbe, (9) = 29.
[332] Davudoğlu Ahmed, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi
VIII-197-198.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/341-342.
[333] Müslim, cihâd 63. Tirmizi, siyer 42.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/342.
[334] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/343.
[335] Tirmizi, zekat II, Ahmed b. Hanbel 1-223, 285.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/343.
[336] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/343-344.
[337] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/344.
[338] Davudoğlu A.İbn Abidin tercümesi VIII-456.
[339] el-Kâsânî, Bedayiussânayi' VII-114.
[340] Davudoğlu A. Sahih-i Müslim, Tercüme ve Şerhi
V11I-197.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/344-345.
[341] Müslim; fiten 33.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/345-346.
[342] Davudoğlu A.Sahih-i Müslim, Tercüme ve Şerhi XI, 323.
[343] Müslim, İmam 147.
[344] Davudoğlu A.İbn Abidin Tercümesi ve Şerhi VIII-457.
[345] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/346-347.
[346] Müslim, cihâd 47.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/347-348.
[347] Davudoğlu AhmedSahih-i Müslim, Tercüme ve şerhi VIII
500.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/348.
[348] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/348-349.
[349] Tevbe (9).29.
[350] Debbağoğlu A.Ansiklopedik Büyük İslâm İlmihali 107-108
[351] Bilmen Ö.N. Hukuku-tslâmiyye ve Islılahad Fıkhiyye
Kamus IV-99.
[352] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/349-350.
[353] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/350-351.
[354] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/351-352.
[355] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/352.
[356] Koksal M. Asım, İslâm Tarihi IX-217-221.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/352.
[357] Mevsılî, el-îhtiyâr IV-137.
[358] Bilmen Ömer Nasuhî, Hukuki İslâmiyye ve ıstılahatı
fıkhiyye kamusu, IV, 97.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/352-353.
[359] Ebû Dâvud, zekât 65; Tirmizi, zekât 5; Nesâi, zekat 8;
Ahmed b. Hanbel V-230, 233, 247.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/353.
[360] Bilmen ö. Nasuhi Hukuku tslâmiyye ve Istılahali
Fıkhıyye Kamusu IV, 99.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/353-354.
[361] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/354.
[362] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/354.
[363] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/354-355.
[364] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/355.
[365] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/355-356.
[366] Koksal M. Asım, İslâm Tarihi, X-193.
[367] Koksal M. Asım, İslam Tarihi X-192-212.
[368] Koksal M. Asım, İslam Tarihi, X, 212-214.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/356-358.
[369] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/358-359.
[370] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/359.
[371] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/359-360.
[372] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/360-361.
[373] Tirmizi, siyer 30; Muvatta, zekat 41; Ahmed b. Hanbel
1-191.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/361-362.
[374] Davudoğlu A. Selamel Yolları IV-145.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/362-363.
[375] Müslim, birr. 117-119.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/364.
[376] Müslim, birr, 118.
[377] Müslim, birr 119.
[378] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/364-365.
[379] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/365.
[380] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/365.
[381] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/365-366.
[382] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/366.
[383] Bilmen Ö. N. Hukuku İslâmiyye ve Istılahalı Fıkhiyye.
IV, 92.
[384] Bilmen Ö. Nasuhİ, Hukuku İslâmiyye ve Istılahatı
Fıkhiyye Kamusu, IV, 92.
[385] a.g.e IV-93.
[386] Hattâbî, Mealimü's-sünen.
[387] Bilmen ö. Nasuhi Hukuku İslâmiyye ve Istılahatı
Fıkhiyye Kamusu IV-96.
[388] Geniş bilgi için bk. Bezlu'l-Mechud.
[389] Muhammed Şemsü'l-Hakel, Azimabadi, Avnü'l-Ma'bûd VIII,
301.
[390] M. Hamidullah, islâm'da Devlet idaresi 117.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/366-368.
[391] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/368-369.
[392] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/369-370.
[393] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/370.
[394] Armağan Dr. Servet, İslâm Anayasa ve İdare Hukukunun
Esasları
[395] Tevbe (9),29.
[396] Armağan Dr. Servet,
İslâm Anayasa ve İdare Hukuku Esastan 175-176.
[397] Muhammed Hamidullah, İslam'da devlet idaresi 266.
[398] Hasr (59) 7.
[399] Nisa (4) 79.
[400] Al-i İmran (3), 31.
[401] Karaman Hayreddin, Hadis usûlü, 5.
[402] Nisa (4) 79.
[403] Karaman .Hayreddin, Hadis Usûlü 130.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/370-373.
[404] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/373-374.
[405] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/374.
[406] Hattâbî, Mealimü's-Sünen III 438.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/374-375.
[407] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/375-379.
[408] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/379.
[409] Tirmizi, siyer 23, Ahmed b. Hanbel IV-162.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/379.
[410] Molla Mehmedoğlu, Sünen-i Tirmizi tercemesi 111-152.
[411] Muvatla; husn-ül-hulk 16.
[412] el-Mübarek-furî, Tuhfetûl-Ahvezî V-198.
[413] el-Mübarekfurî,, Tuhfetu'l-Ahvezî V-199, 200.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/380-381.
[414] Tirmizi, ahkâm 39, Ahmed b. Hanbel VI-399.
Sünen-i Ebu Davud Terceme
ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/381.
[415] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/381.
[416] Doç. Dr. Şafak Ali, İslam Arazi Hukuku, 195.
[417] Bilmen Ö. Nasuhi, Hukuki İslâmiyye ve Istılahati
Fıkhiyye Kamusu, IV-75.
[418] Şafak Ali, İslâm Arazi Hukuku 194.
[419] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/381-383.
[420] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/383.
[421] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/383-384.
[422] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/384.
[423] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/384-385.
[424] Bilmen Ö. Nasuhi, Hukuku İslâmiye ve Istılahati
Fıkhiyye Kamusu, IV-76.
[425] el-Kasânî, Bedayiu's- Sanayi 11-67; Tuğ Salih, İslâm
Vergi Hukukunun Ortaya Çıkışı 60.
[426] Bilmen, Ömer Nasuhi, Hukuki İslömiyye ve Istılahatı
Fıkhiyye Kamusu, IV-102, 103.
[427] a.g.e IV-104.
[428] Yeniçeri Celal, İslâm İktisadının Esasları 82.
[429] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/385-387.
[430] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/387-388.
[431] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/388.
[432] Tirmizi, ahkâm 39, İbn Mace, rehine 17.
[433] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/389-390.
[434] Yeniçeri Celal, İslâm İktisadının Esasları, 79, 80.
[435] İbn Mâce, rehine 16.
[436] Serahsi el-Maksut 11-212.
[437] Yeniçeri Celal, İslâm İktisadının Esasları, 72, 73.
[438] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/390-391.
[439] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/391.
[440] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/392.
[441] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/392-393.
[442] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/393.
[443] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/393-395.
[444] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/395-396.
[445] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/396-397.
[446] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/397.
[447] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/397-398.
[448] Tirmizi, İstizam ve adab 83.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/398-399.
[449] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/400.
[450] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/400-401.
[451] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/401.
[452] ez-Züheyli .Vehbe, el-Fıkhu'1-İslâmî 11,351.
[453] ez-Züheyli Vehbe,eI-Fıkhu'l-İslâmi II, 529-531.
[454] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/401-402.
[455] Tirmizi, ahkam 38; Buharı, hars 15; Muvatta, Ukdiye
26, Ahmet b. Hanbel 327.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/403.
[456] ez-Züheylî Vehbe, el-Fikh-û-lslâmi II, 531.
[457] 22 Züheyli Vehbe el-Fıkhul-lsIami 11-530.
[458] Ebû Dâvud, menasik 89, Tirmİzî, hac 52, İbn Mace,
jnenasik 52, Darımı, menasik 87; Ahmed VI-187, 207.
[459] ez-Züheyli Vehbe, el-Fıkhül-lslâml 11,530.
[460] Ali Haydar Efendi, 111,553-554.
[461] Tirmizi, ahkam 38.
[462] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/403-405.
[463] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/405-406.
[464] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/406.
[465] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/406.
[466] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/406-407.
[467] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/407.
[468] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/408.
[469] Mecelle Mad. 1275-1276, Ali Haydar Efendi III, 553-554.
[470] ez-Züheyli Vehbe, el-Fıkhül-İsIâmi 11-530.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/408.
[471] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/409.
[472] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/409.
[473] Buharî, zekât 2, 54, cihâd 49, 136, hibe 28, cizye 2;
Müslim, fadail 10, 11, Ahmed b. Hanbel V-424-425.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/409-410.
[474] Koksal M. Asım, İslâm Tarihi, IX, 224-226.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/410-412.
[475] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/412.
[476] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/412-413.
[477] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/413-414.
[478] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/414.
[479] Bitmen Ö. Nasuhi, Hukuku İslâmiyye ve Islilahatı
Fıkhiyye Kamusu, IV, 74.
[480] Bilmen ö. Nasuhi, Hukuku tslâmiyye ve Istılahatı
Fıkhıyye Kamusu, IV, 75.
[481] Sarmış ibrahim, İslam mezhebleri ve müesseseleri 274.
[482] İbn Hümâm, Fethu'l-Kadir IV, 366.
[483] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/414-416.
[484] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/416-417.
[485] Karaman Hayreddin, İslam'ın Işığında Günün Meseleleri
I, 161.
[486] Karaman Hayreddin, İslâm'ın Işığında Günün Meseleleri
I, 162, 163.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/417-419.
[487] Buhârî, cihad 146, müsakât 11; Ahmed b. Hanbel IV.38,
71-73.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/419.
[488] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/419.
[489] Yeniçeri Celal, İslâm iktisadının esasları 42.
[490] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/420-421.
[491] Buhârî, musakât 3, zekât 66; Müslim, hudûd 45-46; Ebû
Dâvud, diyât 28; Tirmizi, ahkam 38; îbn Mace, lukata 4, Muvatta, zekat 9, akul
12.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/421.
[492] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/422.
[493] İbn Mace, el-Lukata 3.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/422.
[494] Yeniçeri Celâl, İslâm iktisadının esasları, 84, 85
[495] Buhârî, zekât 66, diyat 28-29, müsakât 3, hudûd 45-46;
Tirmizî, zekât 16, ahkâm 37; Nesâî, zekât 28; İbn Mace, diyet 27; Muvatta, ukud
12; Darimî, diyet 19, zekât 3; Ah-med b. Hanbel.11,228.
[496] Bezlü'l-Mechûd XIV-41.
[497] Yeniçeri Celal, tslâm İktisadının Esasları 84-85.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/423-424.
[498] Hatipoglu Haydar, Sünen-i İbn Mâce Terceme ve Şerh-i,
VII,85, 89.
[499] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/424-428.
[500] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/428-429.
[501] Koksal M.Asım, İslam Tarihi, XIII, 452-453.
[502] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/429-430.