1. Hâkimlik Görevi İstemenin Hükmü. 5
2. Hâkim Verdiği Hükümde Yanılabilir
3. Hâkimliğe Talip Ve Hırslı Olmak. 9
5. Devlet Memurlarının Hediye Kabul Etmelerinin Hükmü
7.Hakimin Yanlış Hüküm Vermesi
8.Davacı İle Davalı Mahkemede Hakimin Önünde Otururlar
9. Hakimin Öfkeli İken Hüküm Vermesi
10. Hâkimin Müslümanların İdare Ve Himayesi Altında
Yaşaman Gayri Müslimlerin Davasına Bakması
11. Hâkimin Hüküm Verirken İctihadda Bulunması
14. Bir Kimsenin Aslını Esasını Bilmediği Bir Davada
Taraflardan Birine Yardımcı Olmaya Çalışması
16. Şahitliği Kabul Edilmeyen Kimseler
17. Göçebenin Yerleşik Halk Aleyhinde Şahitliğinin Hükmü
18. Süt Kardeşliği Hususunda Şahitlik Yapmanın Hükmü
20. Hâkim Doğruluğunu Bildiği Zaman Bir Şahidin
Şahitliğiyle Hüküm Verebilir
21. Yemin Ve Bir Şahitle Hüküm Verilebilir Mi?
22. Şahidleri Olmayan İki Kişinin Bir Mal Üzerinde Hak
İddia Etmeleri
23. Yemin Etmek Davalıya Düşer
25. Müslümanların İdaresinde Yaşayan Azınlıklardan Olan
Davalılara Da Yemin Ettirilir Mi?
27. Müslümanların İdaresinde Yaşayan Azınlıkla* Nasıl
Yemin Ederler?
28. Kişi Hakkını İsbat İçin Yemin Edebilir
29. Bir Kimseyi Borçtan Veya Diğer Haklarından Dolayı
Hapsetmenin Hükmü
31. Bazı Kaza (Yargı) Hükümleri
Bu bölümün başlığını
teşkil eden "akdiye" kelimesi "kadiyye" kelimesinin
çoğuludur. Kadiyye ve kaza; bir şeyi sağlam yapmak ve sonuçlandırmak, ilzam
etmek, haber vermek, takdir etmek, bir şeyi diğer bir şeyin yerine koymak gibi
çeşitli manalara gelir.[1]
"Rabbin, yalnız
kendisine tapmanızı ve anaya babaya iyilik etmenizi emretti..."[2]
âyet-i kerimesinde kaza kelimesi emretmek, hükmetmek manalarında;
"Kitapta, İsrail oğullarına şu hükmü verdik..."[3] âyet-i
kerimesinde ise haber vermek manasında kullanılmıştır.[4]
Hukuk dilinde ise
kaza, "Amme velayetini üzerine alan bir kimsenin söylediği geçerli
sözdür."[5]
Kazanın meşruiyyeti
Kitap, sünnet, ve icmâ ile sabittir. Kazanın meşru-iyyetine Kitab'tan delil şu
âyet-i kerimelerdir:
1- “Biz sana
Kitab'ı hak ile indirdik ki, insanlar arasında Allah'ın sana gösterdiği biçimde
hüküm veresin..."[6]
2- "...Ve
eğer hüküm verirsen aralarında adaletle hüküm ver..."[7]
3- “Aralarında
Allah'ın indirdiğiyle hükmet, onların keyiflerine uyma..."[8]
4- “Ey
Dâvûd, biz seni yeryüzünde (senden öncekilerin yerine) hükümdar yaptık.
İnsanlar arasında adaletle hükmet..."[9]
Sünnetten delil ise,
"Hâkim, hüküm verir (ken) ictihadda bulunur da isabet ederse onun için iki
sevap vardır. Ama hüküm verir (ken) ictihad eder de yanılırsa ona bir sevap
vardır" anlamındaki 3574 numaralı hadis-i şerifle; Hz. Peygamber'in, Hz.
Ali ile Muaz'ı Yemen'e kadı olarak göndermesidir.
Kazanın meşruiyyeti
icmâ ile de sabittir. İnsanların yaratılışında zulmetme kabiliyet ve meyli
bulunması ve bu meyle sed çekmenin ancak bir hâkimin müdahalesiyle mümkün
olacağı gerçeğinden hareketle ilim adamları halk arasında adaleti ikame etmek
üzere hâkim tayin edilmesinin meşruluğunda icmâ etmişlerdir.
Mezhep imamlarına
göre; halk arasında adaletin icra edilmesi için bir hâkim tayin etmek devlet
başkanı üzerine farzdır. Delilleri ise, "Ey inananlar, adaleti tam yerine
getirerek, Allah için şahitlik edenler olun..."[10]
âyet-i kerimesidir.
Kaza, emr-i bil ma'ruf
ve nehy-i anil münker hükmünde olduğundan kaza müessesesini yaşatmanın hükmü de
emr-i bil ma'ruf ve nehy-i anil münker müessesesinin hükmü gibi farz-ı
kifâyedir.
Kaza; din işleriyle ve
müslümanlann maslahatlanyla ilgili olması cihetiyle aynı zamanda Allah'a
yaklaştıran taat çeşitlerinden biridir. Bu sebeple peygamberler de kadılık
görevi yapmışlardır.
İbn Mes'ud; !'Bir kadı
olarak iki kişi arasında adaletle hükmetmem benim için yetmiş senelik (nafile)
ibadetten daha sevimlidir." demiştir.
Mezheb imamları, kadı
olacak bir kimsenin âkil, baliğ, hür, müslüman olması; kör, sağır, dilsiz
olmaması gerektiği hususunda ittifak etmişler; ancak adaletli, erkek ve
müctehid olması hususunda ise ihtilâfa düşmüşlerdir.[11]
Hâkim olabilmek için
erkeklik (zükûret) cumhura göre, hükmün sıhhati hususunda şart değildir. İmam
A'zam'a göre, kadınlar da şahitlikleri makbul olan hususlarda, meselâ mallarla
ilgili davalarda hâkim olabilirler.[12]
Fıkıh kitaplarında
açıklandığı üzere; hâkimlik beş derecedir:
1- Farz: Hâkimliğin
bir kişiye verilmesinde zaruret varsa o kişinin bu görevi kabullenmesi farzdır.
2- Müstehab:
Daha üstün ve yetkili bir kişinin hâkimliği kabul etmesi müstehabtır.
3- Muhayyer:
Yetki bakımından eşitlik olursa görevi kabullenmek ihtiyaridir.
4- Mekruh:
Daha üstün ve yetkili birisi varken hâkimliği kabul etmek mekruhtur.
5- Haram:
Âciz olduğu halde hâkimliği kabul etmek haramdır.
Hâkim devletten maaş
alır. Hâkim; dini ve aklı tam; Kur'an, sünnet ve fıkhı iyi bilen kimselerden
seçilmeli, mümkünse müctehid olmalıdır.
Hâkimlik görevi
peşinde koşmak doğru değildir. Görev verildiğinde, duruma göre
kabullenilmelidir.
İslâm devleti olmakla
birlikte, zalim veya günahkâr yöneticilerin verdiği hâkimlik görevini kabul
etmek caizdir.
Hâkim için belirli bir
yer yoktur. Mescid sayılan bir yerde hüküm vermesi daha iyidir.
Hâkimin hediye kabul
etmesi yasaktır. Sadece davalı olmayan yakınlarından veya önceden beri
hediyeleşmekte olduğu kimselerden, o zamanki miktarları aşmayacak kadar hediye
alabilir.
Hâkim, davalıların
bulunduğu umumi davetlere katılabilir. Fakat kendisi için düzenlenen özel
davetlere ne olursa olsun katılamaz.
Hâkim, muhakeme
esnasında davalılara eşit muamele yapmalı, mevkiine uymayan hafif davranışlardan
kaçınmalı; kederli, uykulu, öfkeli, acıkmış, susamış iken duruşmayı
yönetmemen', duruşma esnasında şahitlere "Şuna şahitlik eder misin?"
vs. şeklinde telkinde bulunmamalıdır.
Kısas ve hadle ilgili
bütün hukuk davalarında bir hâkim diğer bir hâkime mahkemede bulunmayan bir
davalı aleyhindeki şahitlerin ifadelerini tes-bit ederek gönderir. Hâkim,
şahitlerin ifadelerini kendilerine okur ve kendisi zaptı imzaladıktan sonra
bir nüshasını davalının bulunduğu yerin hâkimine gönderir. Davalı duruşmaya
getirilince şahitlerin ifadesi kendisine okunur ve hakkında kararlar alınır.
Kadın, hukuk
davalarında hâkimlik yapabilir. Ancak kısas ve hadle
ilgili ceza
davalarında hakimlik yapamaz.
Bir hâkim, başkasını
hüküm vermeye -eğer kendisini böyle bir yetki verilmemişse- yetkili kılamaz.
Bir hâkim başka bir
hâkimin kararına; Kitap, sünnet ve icmâa aykırı olmadıkça uyar.
Şahitler yalan
söylemiş olsalar bile, hâkimin bunu bilmeden verdiği helâl ve haramla ilgili
hüküm geçerlidir.
Bir hâkim hazır
bulunmayan bir davalı aleyhine ancak vekili veya vasisi hazır bulunmak şartı
ile hüküm verebilir.[13]
Bundan önceki İmâre
bölümü ile mevzumuzu teşkil eden bu bölüm arasındaki fark açıktır. İmâre
bölümü, devlet başkanlığı ile ilgilidir. Bu bölüm ise hâkimlikle ilgilidir.
Bilindiği gibi devlet başkanı ayrıdır, onun memuru durumunda olan hâkim yine
ayrıdır.[14]
3571... Ebû
Hureyre (r.a)'den rivayet olunduğuna göre; RasûlulIah (s.a):
"Her kim hâkimlik
görevini üzerine alırsa bıçaktan başka bir şeyle boğazlanmış olur"
buyurmuştur.[15]
3572... Ebu
Hureyre (r.a)'den rivayet olduğuna göre; Peygamber (s. a):
"İnsanlar
arasında hâkimlik yapmakla görevlendirilen kimse bıçaktan başka bir şeyle
boğazlanmış olur" buyurmuştur.[16]
Bu babtaki hadîs-i
şerifler; hâkimlik görevinin çok büyük kabiliyetler gerektiren, çok mce ve
manevi sorumluluğu çok büyük bir görev olduğunu, onun gerektirdiği
yükümlülükleri hakkıyla yerine getirmekten aciz olan kimselerin bu görevden
son derece uzak durmalarını çok veciz bir şekilde ifade etmektedir.
"Hâkimler üç
kısımdır: Biri cennette, ikisi cehennemdedir. Cennette olan, hakkı Öğrenip ona
göre hüküm verendir. Hakkı öğrendiği halde haksız hüküm verenler ise
cehennemdedir." mealindeki 3573 numaralı hadis-i şerifle; "Hâkim
hüküm verirken ictihadda bulunur da isabet ederse onun için iki sevap
vardır." mealindeki 3574 numaralı hadisti şerif göz önünde bulundurulursa,
mevzumuzu teşkil eden hadislerdeki hâkimlik görevi ile ilgili tahzî-rin genel
olmayıp sadece ehil olmadan bu görevi yüklenen yahut yüklenmek isteyen
kişilerle, bu görevi hakkıyla ifa edecek güce sahip olduğu halde bile bile
görevini kötüye kullanıp zulme â'et eden kimselerle ilgili olduğu anlaşılır.
Hattâbî'ye göre;
metinde geçen "Bıçaktan başka bir şeyle boğazlanma" sözünü iki
şekilde anlamak mümkündür:
1- Bedenine
bir zarar gelmese de dininin helak olmasından korkulur. Bir canlının boğazlanıp
hayatına son verilmesi bıçakla olduğuna göre
ve buradaki
boğazlanmanın da bıçaktan başka bir şeyle olduğu haber verildiğine göre;
burada varlığı sona eren şey maddî beden değil manevî hayattır, dindir.
2- Hâkimlik
görevini hakkıyla ifa etmemenin sorumluluğu ağır ve cezası şiddetlidir.
Bıçakla kesilen bir
hayvana nisbetle odun ve sopa gibi kör âletlerle kesilen bir hayvan ne kadar
çok acı çekerse, lâyık olmadan hâkimlik görevini yüklenen kimse de bu görevdeki
ihmalinden dolayı o nispette çok acı çeker, şiddetli cezaya çaptırılır.
Bu bölümün giriş kısmında
da açıkladığımız gibi, bir kimsenin kendisinden daha üstün ve yetkili biri
varken hâkimliği kabul etmesi mekruh, âciz olduğu halde hâkimliği kabul etmesi
ise haramdır. Hâkimliğin kendisine verilmesinde zaruret varsa onu kabul etmesi
farz, daha üstün ve yetkili durumda olanın kabul etmesi müstehap, yetki
bakımından eşit bulunması halinde bu görevi kabul etmek ise caizdir.
İfade ettiği bütün bu
manalarla birlikte mevzumuzu teşkil den bu hadislerin, hâkimliğin pek yüksek
mevkiinden kinaye olmaları da mümkündür. Çünkü hâkim, hak ve adaleti ayakta
tutacağı için birçok haksız kimselerin eza ve cefalarına maruz kalacaktır.
İnsanların bu eza ve cefası ise, bıçaktan başka bir şeyle çok acı bir şekilde
boğazlanmak gibidir.[17] Bir
başka ifadeyle hâkimlik görevini hakkıyla yerine getiren hakkın kurbanı olur.
İmam Ebû Hanîfe, İmam
Şafiî (r.a) gibi salih zatların bu görevi kabulden kaçınmaları ise kendi
devirlerinde zuhur eden bazı şartların bu görevi hakkıyla yerine getirmelerine
mani olacağı ve mevzumuzu teşkil eden hadis-i şeriflerdeki tehdide hedef
olacakları korkusundan başka bir şey değildir.[18]
3573...
Abdullah b. Büreyde'nin, babasından rivayet ettiğine göre; Peygamber (s.a)
şöyle buyurmuştur:
"Hâkimler üç
kısımdır: Biri cennette, ikisi de cehennemdedir. Cennette olan, hakkı bilip ona
göre hüküm verendir. Hakkı öğrendiği halde hükm(ün)de zulmeden (hâkimler) ile,
hakkı bilmeden insanlar hakkında hüküm veren (hakimler) de
cehennemdedir."
Ebû Dâvûd dedi ki: Bu
"Hâkimler üç sınıf tır... "diye başlayan İbn Büreyde hadisi, bu
mevzuda gelen hadislerin en sağlamıdır.[19]
Hadis-i şerifte
hâkimlerin üç kısım olduğu haber verilmektedir:
1- Allah'ın
ve Rasûlünün hükmünü bilen ve ona göre hüküm veren hâkimler. Bunlar cennetliktir.
2- Allah'ın
ve Rasûlünün hükmünü bilmeden hüküm veren hâkimler. Bunlar hükümlerinde hakka
isabet etseler de etmeseler de cehennemliktirler.
3- Allah'ın
ve Rasûlünün hükmünü bildikleri halde bile bile hakka aykırı hüküm verenler.
Bunlar da cehennemliktir.
Görülüyor ki, bir
hâkimin hâkimlik görevinden dolayı cehennemlik olmaması için kendisinde şu iki
vasıfın bulunması lâzımdır:
a) Allah'ın
ve Rasûlünün adaletle ilgili hükümlerini bilmesi,
b) Hükmünü
ona göre vermesi.
Kendisinde bu iki
vasıf bulunmadan hâkimlik yapan bir kimse cehennemliktir.
Hakkı bildiği halde
hakka göre hüküm vermeyen bir hâkimin bu bilgisi kendisini cehennemlik olmaktan
kurtaramadığı gibi, hakkı bilmeden hüküm verip de tesadüfen haklı hüküm veren
bir hâkimin hükmünde isabet etmesi kendisini cehennem ateşinden kurtaramaz.
Çünkü bilmeden hüküm
vermiştir. Her ne kadar tesadüfen hakka isabet etmişse de hakka isabet
etmemesi de mümkündü. O bu şekilde hüküm vermekle hakka isabet edememe
tehlikesini ve hakka karşı gelme cesaretini göstermiştir..
Hatib-i Şirbinî'nin
açıklamasına göre, sözü geçen üç sınıf hâkimden sadece birinci sınıfa
girenlerin verdikleri hükümler makbul ve muteberdir. İkinci ve üçüncü sınıfa
giren hâkimlerin verdikleri hükümler ise muteber değildir.
Şah Veliyyullah
Dehlevî, İzâletü'1-Hafâ isimli eserinde mevzumuzu teşkil eden hadisin, bir
kimsenin halife olabilmesi için müctehid olması gerektiğine delâlet ettiğini
söyledikten sonra sözlerine şöyle devam ediyor:
"Bir kimse şu beş
ilmi bilmedikçe müctehid olamaz:
1- Kur'an-ı
Kerim'in kıraatim ve tefsirini bilmek.
2-
Senetleriyle, sahihi ve zayıfıyla sünneti bilmek.
3- İcmâa
aykırı hüküm vermemek için daha önceki müctehidlerin içti-hadlarını bilmek.
4- Arapçanın
sarfı ve nahvi gibi âlet ilimlerini bilmek.
5- Hüküm çıkarma
ve uygulama ilmini bilmek."
Hâkimin ilmî
seviyesinin derecesi hususunda Hanefî âlimlerinin görüşü şöyledir:
"Hâkim olacak
kimse; fıkhî meselelere, muhakemat usulüne vâkıf, davaları bunlara uygulamaya
kadir, tam bir temyiz gücüne sahip, şahitliği makbul olmalıdır.
Binaenaleyh, büsbütün
bilgisiz veya çocuk, köle, matuh, âmâ, dilsiz ve sağır olan bir kimsenin
hâkimliği caiz değildir."[20]
3574... Amr
b. Âs; Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etti:
"Hâkim hüküm
verir(ken) ictihad eder de (içtihadında) isabet ederse, kendisine (bu
içtihadından dolayı) iki sevap vardır. Eğer hâkim hüküm verir (ken) ictihad
eder de (içtihadında) yanılırsa kendisine (bu içtihadından dolayı) bir sevap
vardır."
(Ravi Yezid b. Abdülah
b. el-Hâd dedi ki:) Ben bu hadisi Ebû Bekir b. Hazm'e haber verdim de;
"(Bunu bana) Ebû Seleme de Ebû Hureyre'den aynen böyle nakletmişti"
cevabını verdi.[21]
İctihad ehliyetine
sahip bir hâkim hüküm verirken yaptığı ic-tihadden dolayı iki sevap kazanır.
Birisi ictihad sevabı, diğeri de ictihadmdaki isabet sevabı. Fakat bu
içtihadında Allah'ın hükmüne isabet edememişse isabet sevabından mahrum olarak
sadece bir sevapla kalır.
Hattâbî bu hususta
şöyle diyor:
"içtihadında hata
eden bir müctehidin bir sevap alması yaptığı hatadan dolayı değil, ancak hakkı
bulmak uğrunda olanca gücünü sarf etmesin-dendir. Çünkü ehliyetli bir
müctehidin hakkı bulmak için yaptığı bir ictihad ve bu uğurda gösterdiği çaba
bir ibadettir. Binaenaleyh hatalı bir içtihadına karşılık bir sevap alan bir müctehidin,
hatasının karşılığında bir sevap aldığı söylenemez. Ancak onun içtihadına
karşılık bir sevap aldığı, hatasından dolayı üzerine terettüp eden günahın ise
bağışlandığı söylenebilir. Doğrusu da budur.
19. Bilindiği gibi bu hüküm ictihad ehliyetine
sahip olan müctehidler ve onların ictihadlanyla ilgilidir.
İctihad ehliyetine
sahip olmadığı halde kendini zorlayarak ictihad yapan kimselere gelince;
onların yapacakları yanlışlıklar asla mazur görülmez; bilâkis onların yaptığı
yanlışlıklar en büyük günahlardan sayılır. Nitekim "hâkimler üç
sınıftır" mealindeki (no. 3573) hadis-i şerif buna delâlet eder.
Yine bu hadis-i şerif
her müctehidin, her içtihadında isabet edemeyeceğine ve ictihad ehliyetine
sahip müctehidlerin hatalarından dolayı mazur sayılacaklarına da delâlet
etmektedir.
Şurasını da unutmamak
icab eder ki, bütün bu hükümler, dinin çeşitli yönlere ihtimali olan
teferruatında yapılan ictihadlarla ilgilidir. Dinin sadece bir manaya olan
yönlerinde ise ictihad yapılamayacağından, bu sahada yapılacak ictihadler
merduttur. Sahipleri ise mazur değillerdir."
Avnii'l-Ma'bûd yazarı
bu hadisi açıklarken şu açıklamayı yapıyor:
"Müctehid olmayan
bir kimsenin hâkimlik görevini alması caiz olmadığı gibi, devlet başkanının
böyle bir kimseyi hâkimlik görevine getirmesi de asla caiz değildir.
Müctehid, şu beş ilmi
kendisinde toplayan kimsedir:
1- Allah'ın
kitabını bilmek.
2- Allah
Resulünün sünnetini bilmek.
3- Daha
önceki asırlarda yaşamış olan müctehidlerin icmâlarını ve ihtilâflarını
bilmek.
4- Arapçayı
yeteri kadar bilmek.
5- Kitap,
sünnet ve icmâda açık hüküm bulunmadığı zaman, Kitap, ve sünnetten hüküm
çıkarmak için başvurulan kıyası bilmek.
Ayrıca bir müctehidin
Kur'an-ı Kerim'in nâsihini mansûhunu, mücmelini, müfesserini, hâssmı, âminini,
muhkemini, müteşâbihini; Kur'an-ı Kerim'in açıkladığı mekruh, haram, mubah ve
mendup gibi hükümleri bilmesi icap ettiği gibi, sünneti bu incelikleri ve
yönleri ile tanıması gerekir.
Bunun yanında sünnetin
sahihini, zayıfını, müsnedini, mürselini, sünnetin Kur'an-ı Kerim yanındaki
yerini ve Kur'an-ı Kerim'in, sünnet yanındaki mevkiini çok iyi tanıması
gerekir. Ta ki bu sayede Kur'an'la sünnet arasında zahirî bir tearuz gördüğü
zaman sünnetin Kur'an-ı Kerim'e asla aykırı olmayıp onu tefsir ettiğini
tanıyarak aralarını te'lif edebilsin.
Ayrıca ahkâm
hadislerini Kur'an-ı Kerim'de ve hadis-i şeriflerde gelen hükümleri anlamak
için gerekli olan arapça gramerini ve lügatini bilmesi icap eder. Arapçanm
bütün inceliklerini bilmesi gerekmez.
Bütün bunların yanında
sahabe ve tabiînin ahkâmla ilgili görüşlerini ve ümmetin büyük fakihlerinin
verdikleri fetvaların ekserisini de bilmesi icabe-der. Yoksa mukallid
sayılır."
Avnü'l-Ma'bûd yazarı
bu görüşleri Muhtasar-ı Şerhu's-Şünne isimli kitaptan naklettikten sonra,
"Bu ilimlerin bir kısmını bilmeyen bir kimse mu-kallid sayılır sözünün
üzerinde durulması icabeder" diyerek bu son cümleyi tasvib etmediğini
ifade ile mevzuya son vermiştir.
Her müctehid hakka
isabet eder mi, yoksa içlerinden yalnız biri mi isabet eder meselesi, ulema
arasında ihtilaflıdır. Hanefîlerle Şâfiîlere göre; bir mesele hakkında muhtelif
hükümler veren müctehidlerden yalnız biri hakka yani Allah indindeki hükme
isabet eder; diğerlerinin hükümleri hatalıdır. Fakat mazur oldukları için
günahkâr sayılmazlar; kendilerine birer ecir verilir.
Bir takım âlimlere
göre ise her müctehid hakka isabet eder.
Her iki tarafın
delilleride bu hadistir. "Müctehidlerden hakka isabet eden yalnız
biridir" diyenler; hadisteki "yanılırsa..:" ifadesi ile istidlal
ederler ve: "Hakka isabet etmiş olsa kendisine hata isnad edilemezdi"
derler. İsabet iddia edenler de her müctehide ecir yerilmesi ile istidlal
ederler ve; "İsabet etmemiş olsa kendisine ecir verilmezdi" derler.
Ancak bu ihtilâf fer'i meseleler-deki ictihad hakkındadır. Tevhid esaslarına
ait ictihadlarda hakka isabet eden yalaiz bir müctehiddir. Bu hususta güvenilir
âlimlerin icmâı vardır. Muhalefet eden yalnız Abdullah b. Hasan cl-Abterî ile
Dâvûd-u Zahirî olmuştur ki, onların muhalefetine de itibar yoktur.[22]
3575... Ebû
Hureyre (r.a) Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduğunu haber vermiştir:
“Her kim müslümanlar
arasında hâkimlik yapmak ister ve bu arzusuna erişir, sonra da (onun) adaleti
zulmüne baskın gelirse cennetlik olur. (Hâkimlik makamına gelip de) zulmü
adaletine baskın gelen kimse de cehenemlik olur."[23]
Hadis-i şerifin
zahirine göre, "Bir hâkimin cennetlik olabil-mesi için görevi başında hiç
yanlış hüküm vermemiş olması şart değildir. Cennetlik olabilmesi için görevi
başında verdiği adaletli hükümlerin yanlış hükümlerden daha fazla olması
yeterlidir.
Görevi başında verdiği
yanlış hükümler adaletli hükümlerden daha fazla olan bir hâkimse
cehennemliktir."
Nitekim Şevkânî de
hadis-i şerifi böyle anlamıştır.
Hanefî ulemasından
Aliyyü'I-Kârî'nin rivayetine göre et-Turbiştî, metinde geçen kelimesine
"engel oldu, fırsat vermedi" manası vermiştir. Sözü geçen kelimeye
bu mana verilirse; hadisten "Adaleti, zulmetmesine engel olan her hâkim
cennetliktir. Zulmü, adaletli hüküm vermesine fırsat vermeyen her hâkim de
cehennemliktir" manası çıkar.
Aliyyü'1-Kârî, metinde
geçen "adalet" kelimesinin, hâkimin hüküm verirken yaptığı
ictihaddaki isabet anlamında kullanıldığını; zulüm ve haksızlık anlamına gelen
"cevr" kelimesinin de hâkimin hüküm verirken yaptığı ictihadda
yanılması anlamında kullanıldığını söylemiş ve ictihadındaki sevabı hatasından
çok olan hâkimlerin cennetlik olduklarına dikkat çekmiş, bile bile haksız hüküm
veren hâkimlerinse bu hadisin hükmü dışında kaldıklarını, onların zalimler
topluluğu içinde hesaba çekileceklerini söylemiş ve, "Bile bile haksız
hüküm vermediği sürece Allah hâkimle beraberdir." hadis-i şerifinin de
buna delâlet ettiğini ifade etmiştir.[24]
3576... İbn
Abbas'dan rivayet olunmuştur; dedi ki: "Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse
işte kâfirler onlardır"[25]
(âyetinin) "...yoldan çıkmışlardır"[26]
âyetine kadar olan (Mâide süresindeki 44,45,47 numaralı) üç âyet, özel olarak
(yahudilerden) Kureyza ve Nadîr (oğullan) hakkında inmiştir.[27]
Bilindiği gibi tefsir
ilminde, "sebebin hususu hükmün umumuna mani değildir" diye bir kaide
vardır. Bu bakımdan,
hadis-i şerifte
belirtilen âyet-i kerimelerin Kureyza ve Nadîr yahudileri hakkında inmş
olmaları sözü geçen kabilelerin dışında kalan kimselerin bu âyetin hükmü
dışında kalmalarını gerektirmez. Çünkü itibar lafzın umumuna-dır, sebebin
hususuna değildir.
Hadis sarihlerinin
açıklamasına göre; bu hadis-i şeriften, imanım koruyan bir müslümamn yaptığı
bir zulümden dolayı kâfir olacağı manası çıkarılamaz. Ancak inanmadığı için islâmî
hükümlerden yüz çeviren ve onları bırakıp bir tarafa atan kişilerin kâfir
olacağı manası çıkarılabilir.
Şeyh Alâuddin
el-Hâzin, meşhur tefsirinde şöyle diyor:
"Bu üç âyetin
kimler hakkında indiği hususunda tefsir âlimleri ihtilâfa düşmüşlerdir. Bazılarına
göre bu âyetler, kâfirler ile Allah'ın âyetlerini değiştiren yahudiler
hakkında inmiştir. Müslümanlar bu âyetlerin hükmüne girmezler. Çünkü büyük
günah işleyen bir müslümana kâfir denemez. İbn Ab-bas ile Katâde ve Dahhâk bu
görüştedirler. Nitekkn şu hadis-i şerif de bunu tey'id etmektedir: "Yüce
Allah; "Her kim Allah'ın indirdiği (Kitap) ile hükmetmezse işte onlar
kâfirlerin ta kendileridir...", "Her kim Allah'ın indirdiği (Kitap)
ile hükmetmezse işte onlar zalimlerin ta kendileridir...", "Her kim
Allah'ın indirdiği (Kitap) ile hükmetmezse ise işte onlar fasıkların ta kendileridir..."
âyetlerini indirdi. Bunların hepsi kâfirler hakkındadır."[28]
Ebû Davud'un İbn Abbas
(r.a)'tan naklen rivayet ettiği hadis-i şerifte de bu âyetlerin özel olarak
Kureyza ve Nadir yahudileri hakkında indirildikleri ifade ediliyor.
Mücâhid, söz konusu bu
üç âyet hakkında şöyle diyor: Bu âyet-i kerimelerden anlaşılıyor ki, Allah'ın
kitabını inkâr ettiği için onun hükümlerim terkeden kimse kâfir olur.
İkrime de şöyle diyor:
Küfründen dolayı Allah'ın indirdikleriyle amel etmeyi terkeden bir kimse kâfir
olur. İmanı olduğu halde Allah'ın indirdikleriyle amel etmeyen kimse ise kâfir
olmaz. Fakat zalim ve fasik olur. tbn Abbas ile Zeccâc'ın görüşü de budur.
Bu mevzuda Tâvûs da şöyle
diyor: Ben İbn Abbas'a: Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyen kimse kâfir olur
mu? diye sordum. Bu küfürdür; fakat Allah'ı, meleklerini, peygamberlerini,
âhiret gününü inkâr etmek gibi insanı dinden çıkaran bir küfür değildir,
cevabını verdi.
Bu görüş Atâ'dan da
nakledilmiştir. İbn Mes'ud ile Hasan-ı Basrî ve en-Nehaî'ye göre; bu âyetlerin
hükmü tüm yahudilere ve müslümanlara şâmildir ve rüşvet karşılığında Allah'ın
hükmünü değiştirip de Allah'ın hükmünden başka bir hükümle hüküm veren kimse
de kâfirdir, zalimdir ve fa-sıktır. Süddî de bu görüştedir."[29]
Bütün bu görüşleri
naklettikten sonra meseleyi bir neticeye bağlamak İstersek şöyle diyebiliriz:
Bu âyet-i kerimelerde Allah'ın indirdikleriyle hük-metmeyenlerden,
"kâfirler, zalimler ve fasıklar" diye söz edilmektedir. Bu da
gösteriyor ki, onların kâfirliği Allah'ın hükmünü inkâr etmelerinden; zalimlikleri,
Allah'ın hükmüne aykırı hüküm vermelerinden; fasıkları da, Allah'ın hükmünün
dışına çıkmış olmalarından doğmaktadır. Binaenaleyh Allah'ın indirdiklerine
inandığı halde onu uygulamayan zalim ve fasık ise de kâfir değildir. Fakat
inanmadığı için uygulamayan ise hem kâfirdir hem de zalim ve fasıktır.[30]
Kıymetli
âlimlerimizden murhum Muhammed Hamdı Yazır Efendi, bu meseleyi şöyle ifade
ediyor: "Küfürleri, hükm-i ilâhîyi inkâr veya istihkar etmelerinden;
zulümleri, mi'yar-ı hakk olan hükm-ı ilâhîyi atıp başka ahkâm ile
hükmettiklerinden; fasıklıkları da, hükm-ı haktan dışarı çıktıklarından
dolayıdır. Şu halde ya bu üç vasfın hepsi birliktedir veya her biri hükümden
imtinaa munzam olan bir hale göre müstakil sıfatlardandır."[31]
3577...
Abdurrahman b. Bişr el-Ensarî el-Ezrak'den rivayet olunmuştur, dedi ki:
Ebû Mes'ud el-Ensarî [32] (bir
gün insanlardan oluşan) bir halka içerisinde otururken, Kinde kapılarından iki
adam yanlarına girerek: (İçinizde) bizim aramızda hüküm verecek bir kimse yok
mudur? diye sormuşlar. Halka (da bulunanlar) dan birisi de: Ben (varım) demiş.
Bunun üzerine Ebû Mes'ud (yerden) bir çakıl taşı alarak o adama atmış ve:
Vazgeç, çünkü (Hz. Peygamber zamanında) hâkimliğe heves etmek iyi
karşılanmazdı, demiştir.[33]
Bu hadis-i şerif, Hz.
Peygamber devrinde hâkimlik yapmaya istekli olmanın kerih görüldüğünü ifade
etmektedir. 3572 ve 3574 namaralı hadis-i şeriflerin şerhinde de açıkladığımız
gibi, Hz. Peygamber devrindeki bu hüküm herkese şamil olmayıp, hâkimlik
ehliyetine sahip olmayan kimselere aittir. Şüphesiz ki bu durum hâkimlik görevi
için gerekli olan ehliyete sahip olmayan kimselerin bu görevi üstlenmelerinin
doğru olmadığını gösterir.
Bezi yazarı, metinde
geçen Kinde kapılarından maksadın Küfe kapılan olduğunu söylemiştir.
Ebû Mes'ud'un uzun
süre Kûfe'de eğleştiğine bakılırsa, söz konusu hâdisenin Kûfe'de vuku bulmuş
olması ihtimalinin kuvvetli olduğu söylenebilir.[34]
3578... Enes
b. Mâlik'den, şöyle demiştir: Ben Rasûlullah (s.a)'m şöyle buyurduğunu işittim:
'*- Kim hâkimlik görevi (ni üstenmek) ister ve bu göreve talip olmaz ve onu
elde etmek için (aracılardan) yardım istemez (fakat liya-katından dolayı bu
göreve getirilir) ise; Allah ona, doğru hareket etmesine yardımcı olacak bir
melek indirir."
Ebû Dâvûd dedi ki; (Bu
hadisi) Vekî İsrail'den, Abdü'l-A'lâ'dan, O Bilâl b. Ebû Musa'dan, o Enes'ten,
o da Peygamber (sa.)'den rivayet etti.
Ebû A vâne ise Abdü
'l-A 'lâ'dan, o Bilâl b. Mirdâs el-Fezârî'den, o Hayseme el-Basrî'den, o da
Enes'ten rivayet etti.[35]
Bu Hadis-i Şerifte;
hâkimlik görevine yetkili görülerek değil de sadece kendi arzusu ve bir takım aracıların
yardımıyla getirilen kimselerin bu görevlerini yürütmeleri hususunda Allah'ın
yardımına nail olamayıp, sadece kendi sınırlı güç ve kuvvetiyle başbaşa
kalacakları anlatılmaktadır. Kendilerinin hiçbir hevesi olmadığı halde sırf*
liyakatli görüldükleri için yetkili makamlarca bu göreve getirilen
kimselerinse bu görevlerinde Allah'ın özel yardımına nail olacaklar ve Cenab-ı
Hakk onlara özel bir melek göndererek bunun vasıtasıyla doğru kararlar
alabilmelerini sağlayacaktır.
Şüphesiz ki bir
meleğin yardımı, hâkimlik görevini yürüten kimseye vereceği ilhamla olacaktır.
Allah'ın böyle bir
yardımına erişen hâkimle bu yardımdan mahrum kalan hâkim arasındaki başarı
farkını ise açıklamak gerekmez. Enes b. Mâlik (r.a) ile ilgili açıklama 4
numaralı hadis-i şerifin şerhinde geçmiştir. Rüşvet ile hâkimlik görevine gelen
kimsenin hâkimliğinin geçerli olmadığında icmavardır.[36]
3579... Ebû
Musa (el-Eş'arîyden; Rasûlullah (s.a)'m şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Biz bu
görevimize onu isteyeni hiçbir zaman getirmeyiz" yahutta
"getirmeyeceğiz"[37]
Hz. Peygamber (s.a),
kendiliğinden hâkimlik yapmaya heves edip hakimlik görevi almak üzere kendisine
müracaat eden kimselere bu görevi vermemiştir.
Çünkü bir önceki
hadis-i şerifte açıklandığı üzere, bu göreve kendi arzusu ve isteğiyle gelen
kimseler kendi güçleriyle başbaşa kalırlar, Allah'ın özel yardımına nail
olamazlar.[38]
3580...
Abdullah b. Amr'dan, demiştir ki:
Rasûlullah (s,a),
rüşvet verene de alana da lanet etti.[39]
Arapçada rüşvet verene
"râşi" alana "mürteşi" ve rüşveti verenle alan arasında aracılık yapana da
"râiş" denir.
İbn Esîr'in en-Nihâye
isimli eserinde; bir kimsenin hakkını elde etmek veya bir haksızlığı önlemek
için verdiği paranın rüşvet olmadığı ifade edilmektedir. Nitekim Habeşistan'da
bir zorlukla karşılaşan İbn Mes'ud'un, iki dinar vererek kendini kurtardığı
ifade edilmektedir.
Aliyy'ül-Kârî'nin,
Mirkat şerhinde; rüşvetin hakkı iptal, bâtılı ikâme etmek için verilen menfaat
olduğu ifade edilmekte; hakka erişmek, zulmü önlemek için bir menfaat vermekte
sakınca olmadığı belirtilmektedir. Yine aynı eserde, bir kimsenin bir hakkı
sahibine vermek uğrunda sarfetmek üzere rüşvet alınmasında bir sakınca olmadığı
kaydediliyor. Fakat bu meselede rüşveti alan kimsenin bu davayı halletmek üzere
görevlendirilmiş bir hâkim veya bir yetkili olmaması gerekir. Çünkü bu davayı
adaletli bir şekilde neticelendirmek onların aslî görevi olduğundan bu iş için
rüşvet almaları caiz olmaz. Nitekim Hanefî ulemasından İbn Melek de bu
görüştedir.[40]
Aliyyül-Kârî bu görüşü
ifade ettikten sonra, bütün bu görüşleri aslında Hattâbî'den naklettiğini
belirterek şöyle diyor: "Hattâbî'nin; bir kimsenin bir hakkı sahibine
vermek uğrunda harcamak üzere rüşvet almasında bir sakınca olmadığını
söylemesi aslında; "Mü'min kardeşinin işinin görülmesi için aracı olan
kimse bu yardımından dolayı kendisine gönderilmiş olan hediyeyi kabul ederse
faiz kapılarından büyük bir kapıya gelmiş olur" mealindeki 3541 numaralı
hadisin zahirine aykırıdır."
Mecmau'l-Bihâr isimli
eserde de; bir kimsenin kendi hakkını elde etmesi ya da bir haksızlığı
önlemesi için verdiği malın rüşvet olmadığı ifade edilmektedir.
Ancak Şevkânî;
Mecmau'l-Bihâr'da zikredilen bu görüşün bir delile dayanmadığını
söylemektedir.[41]
Bu mevzuya Hanefî
ulemasından Bedreddin Aynî'nin şu sözleriyle son veriyoruz:
"Rüşvet dört
kısımdır:
1- Alınması
da verilmesi de haram olan rüşvet. Hâkimlik görevini elde edebilmek için
verilen rüşvet gibi.
2- Hâkimin görevi
başında vereceği bir hüküm için aldığı rüşvet. Bu rüşvetin hem alınması, hem
verilmesi haramdır.
3- Bir
kişinin malını veya canını kurtarmak için verdiği rüşvet. Bu sınıfa giren
rüşveti almak haramsa da vermek haram değildir.
4- Sultan
katında halledilmesi gereken fakat çıkmaza giren bir işin halledilmesi için
verilen rüşvet. Bu sınıfa giren rüşvetin de alınması haram, verilmesi
helâldir.[42]
3581...
Adiyy b. Amîre el-Kindî'den, Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir:
"Ey insanlar,
sizden birisi bizim bir işimizin başına getirilir de o işten (hasıl olan) bir
iğneyi veya daha küçüğünü bizden gizlerse bu (gizlediği şey onun boynuna
geçecek) bir bukağıdır. (Bu kimse) kıyamet gününde Allah'ın huzuruna onunla
beraber gelir. (Ravi, sözlerine şöyle devam etmiştir:) Ensar'dan siyah bir
adam ayağa kalktı, (şu anda ben) o adamı görüyor gibiyim.
Ey Allah'ın Rasûlü,
görevim benden geri al, dedi. (Hz. Peygamber de ona):
"Bu (sözü
söylemenin sebebi) nedir?" diye sordu.
Ben seni şöyle şöyle
derken işittim; karşılığını verdi. (Bunun üzerine Hz. Peygamber):
"Ben bu sözü
(yine de) söylüyorum. Bizim bir işte görevlendirdiğimiz kimse (bu görevi
esnasında halktan almış olduğu malların) azını da, çoğunu da (bize) getirsin.
Bu iş (in)den dolayı (kendisine) verileni alsın. Alınması yasaklanan şeyi de
almasın" buyurdu.[43]
Bu hadis-i §erif;
memurların, görevleri esnasında halktan aldıkları malları, hangi isim altında
alırlarsa alsınlar devlet hazinesine teslim etmeleri gerektiğini, teslim
etmedikleri takdirde ahiret gününde bu malın bir bukağı şekline gelerek o
memurun boynuna geçeceği ifade edilmektedir. Çünkü memur ya da hâkimin aldığı
bu mal rüşvetten başka bir şey değildir.
Bu bakımdan memurun,
akrabalarının ve eskiden beri hediyeleştiği kimselerin dışındakilerden hediye
alması haramdır. Sıla-i rahim sayıldığı için akrabalarından; eski dostluğun
devam etmesi için de eskiden beri hediyeleşe-geldiği kimselerden hediye alması
caiz görülmüştür. Bunların dışındaki kimselerden ise asla hediye kabul edemez.
Nitekim, "Memurların hediye alması ihanettir."[44]
hadisi ile, "Benim gönderdiğim memura ne oluyor ki; bu sizin bu da bana
hediye edildi, diyor! Babasının yahutta anasının evinde otursaydı, kendisine
hediye edilecek mi edilmeyecek mi baksaydı ya!..."[45]
hadis-i şerifi bunu ifade etmektedir.[46]
Bu mevzuda merhum Ömer
Nasuhi Bilmen şöyle diyor: "Hâkim, başkalarının hediyelerini almamalı, bir
malı kendisine kıymetinden noksana satmalarını veya kendisine borç vermelerini
kabul etmemelidir. Bir hâkim ancak kendisinden rütbeten mukaddem olup
kendisine hâkimliği veren zâtın hediyesini kabul edeceği gibi, kendi zîrahm-ı
mahremin hediyesini de kabul edebilir. Kezalik; kendisinin hâkim olmadan önce
dostu olup kendisine hediye vermek mutadı bulunan kimsenin de mutaddan ziyade
olmayan hediyesini kabul edebilir. Elverir ki bunların bir davaları bulunmasın."[47]
3582... Ali (r.a.)'dan
rivayet olunmuştur; dedi ki: Rasûlullah (s.a) beni Yemen'e hâkim olarak
göndermişti. (Kendisine);
Ey Allah'ın Rasûlu,
sen beni gönderiyorsun ama ben daha çok küçüğüm ve nasıl hüküm vereceğimi
bilmiyorum, dedim. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Allah senin
kalbini (doğru hüküm verebilme yoluna) eriştirecek, dilini (doğru hüküm
vermede) sabit kılacak. Binaenaleyh (mahkeme olmak üzere) huzuruna iki hasım
geldiği zaman, birincisini dinlediğin gibi diğerini de dinleyinceye kadar hüküm
verme. Bu (vereceğin) hükmün aydınlığa kavuşması için daha uygundur."
(Hz. AH sözlerine
devamla: O günden beri hâlâ bu tavsiyesine göre) "hâkimliğe devam
ediyorum.” yahutta-: "Bir daha hüküm vermekte tereddüte düşmedim"
dedi.[48]
Hattâbi şöyle demiştir:
"Bu hadis-i
şerif; hâkimin, hasımlardan birim dinleyip öbürünü dinlemeden hüküm vermesinin
caiz olmadığına delalet etmektedir.
Hadis-i şerifte
hâkimin mahkemede hazır bulunan iki hasımdan birini dinlemekle yetinerek hüküm
vermesinin caiz olmadığ: ifade edildiğine göre, hâkimin, hasımlardan mahkemede
bulunmayanı dinlemeden hüküm vermesinin caiz olmayacağı öncelikle ortaya
çıkmış olur. Çünkü orada hazır bulunmayan hasmın hükmü etkileyecek kuvvetli
bir delilinin bulunması mümkündür.
Şüreyh, Ömer b. Abdülaziz,
Ebû Hanîfe ve İbn Ebî Leylâ hazretleri bu görüştedirler."
Hanefî ulemasından
Aynî'nin açıklamasına göre, bu konuda İmam Ahmed ile îmam Mâlik ve İmam Şafiî
şöyle demişlerdir: "Hasımlardan birinin şehirde olduğu bilinip de yeri
bilinmediği için mahkemeye eelbedilmezse, mahkemeye gelen kişiyi dinlemekle
iktifa edip mahkemeye gelmeyen kişinin gıyabında hüküm vermek caizdir. Fakat
yeri bilindiği ve kendisi ile irtibat kurulamadığı halde mahkemeye gelmeyen
kişi hakkında iki görüş vardır."[49]
Bazıları da; "Onun malından maruf veçhile sana ve oğullarına yetecek kadar
al" mealindeki hadisi[50]
delil getirerek; gaib sanığın istediği zaman mahkemeye müracaat edip elindeki
belgeleri ibraz etme hakkı saklı kalmak üzere hâkimin mahkemede hazır bulunanı
dinlemekle yetinip hüküm verebileceğini söylemişlerdir.
Ancak, mahkemeye
gelmeyen hasım hakkında hüküm verilmemesi bunun suçlular tarafından istismar
edilmesine ve kişilerin hukukunun ihlâl edilmesine sebep olacağından, ashabı
rey şu beş yerde gaib hakkında hüküm verebileceğini söylemişlerdir:
1- Sanık ölü
ise hâkim onu dinleyemeyeceğinden aleyhine hüküm verebilir.
2- Bir adam
birisine bir emanet bıraktıktan sonra emaneti alan kimse bulunamasa, kendisi
mahkemede bulunmadığı halde hâkim bu emanetin sahibine verilmesine
hükmedebilir.
3- Bir kadın
kocasından nafaka alabilmek için mahkemeye müracaat etse de kocası mahkemeye
ifade vermeye gelmezse, hakim onu dinlemeden kadına nafaka bağlanması için
karar verebilir.
4- Sanık
çocuk ise ve mahkemeye gelmemiş ise hâkim onu dinlemeden gıyabında hüküm
verebilir.
5- Bir kimse
şüf'a hakkının kendi haberi olmadan satıldığını iddia eder de, davalı şahıs
mahkemeye gelmezse, gıyabında aleyhine hüküm verilebilir.
Bu mevzuda merhum Ömer
Nasuhi Bilmen şöyle diyor: "Hanefî fıkıh âlimlerinden bazılarına göre gaib
alehine hüküm vermek sahih değildir. Bu mezhebce meşhur olan budur."[51]
Her ne kadar metinde
Hz. Ali'nin; “Ben nasıl hüküm verileceğini bilmiyorum" dediği ifade
ediliyorsa da aslında Hz. Ali; kitap ve sünneti en iyi şekilde biliyordu. Ancak
bu sözüyle, kitap ve sünnetten hüküm çıkarma hususunda yeteri kadar tecrübe
sahibi olmadığını ifade etmek istemişti.[52]
3583... Ummü
Seleme'den, demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu:
"Ben ancak bir
insanım. Siz davalarınıza bakmam için bana müracaat ediyorsunuz. Bir kısmınız
(hakkı savunurken) delilini ifade etme hususunda bir kısmınızdan daha
güç'" olabilir, ben de ondan dinlediklerime göre hüküm veririm.
Binaenaleyh ben (bu şartlar içerisinde) herhangi bir kimse için kardeşinin
hakkı olan bir şeyin verilmesine hükmedersem o kimse bu şeyi almasın. Çünkü
ben (bu şekilde verdiğim hükümle)
ona ateşten bir parça kes(ip
ver)mişim (demek)tir.”[53]
Metinde geçen "Çünkü
ben (bu şekilde verdiğim hükümle) ona ateşten bir parça kes (ip ver)mişim
(demek)tir" cümlesinden murad; eğer zahire göre verdiğim hüküm bâtına ve
gerçeğe uymazsa böldüğüm şey ona haramdır, kendisini cehenneme götürür
demektir. Burada şöyle bir sual hatıra gelebilir: Bu hadisin zahirinden
anlaşıldığına göre, Peygamber (s.a) bazen zahiri bâtına muhalif hüküm
verebilir; halbuki usûl-i fıkıh âlimleri ittifakla, onun ahkâm babında hata
üzerine hüküm ikrar etmeyeceğini ve hükümlerinin terk edilemeyeceğini
söylemişlerdir.
Buna şöyle cevap
verilir: Bu hadisle usûl-i fıkıh kaidesi arasında çelişki yoktur. Çünkü usûl-i
fıkıh âlimlerinin muradları; Rasûlullah (s.a)'ın kendi içtihadı ile verdiği
hükümlerdir. Hadis-i şerifte bahsedilen hüküm ise icti-hadla değil, yemin ve
şahid gibi bir beyyineye istinadan verilen hükümdür. Böyle bir hüküme hata
denilmez. Hüküm teklif-i ilâhîye göre verilmiştir; ve sahihtir. (Bu husustaki
teklîf-i ilâhî, iki şahidin dinlenmesi gibi şeylerdir. Şahidler yalancı iseler
vebal de onlara ait olur. Hükümde bir kusur yoktur.)
Rasûlullah (s.a):
"Ben ancak birinsanım"-buyurmakla, insanlık haline tenbihte
bulunmuştır. İnsan gaybı ve hâdiselerinin sırlarını Allah Teâlâ bildirmedikçe
bilemez. Peygamber (s.a)'e de, sair insanlar gibi zahire göre hüküm vermek
caizdir. Hükümlerin sırlarını ancak Allah bilir. O halde zahire göre şahit ve
yemin gibi beyyinelerle hüküm verir. Bu hüküm sirr-ı ilâhiye muhalif olabilir;
fakat o ancak zahire (yani eldeki delile) göre hüküm vermekle mükelleftir; ta ki
bu hususta ümmeti de ona tâbi olsun.
"Herhangi bir
kimse için kardeşinin hakkı olan bir şeyin verilmesine hükmedersem..."
ifadesindeki (müslüman) kardeşinin tabiri, ihtirazi bir kayd değil, ekseri
hallere bakılarak söylenmiştir. Yoksa bu hususta zımmi, muâhid ve mürted gibi
kâfirlerin malları da müslümanın malı gibidir.
"Onu (İsterse)
üzerine alsın; yahut (dilerse) terketsin" cümlesinden maksad, muhayyerlik
değil, tehdittir. Bu cümle, "İsteyen iman etsin, isteyen de küfür"
âyet-i kerimesine benzer. Mezkûr âyetten murad tehdittir.[54]
1. Hüküm
zahire göre verilir. Mamafih bu mesele ihtılaflıdır. imam Malık in meşur
kavline göre, hakim kendi bilgisine dayanarak hiçbir hüküm veremez. İmam Ahmed
ile, İshak'ın, Ebû Ubeyd ve Şa'bî'nin görüşleri de budur.
Ulemadan bir kısmına
göre, hâkim mal ve şer'î cezalara (hududa) ait bir davada da kendi bildiği ile
amel edebilir. Ebû Sevr ile, bir kavline göre İmam Şafiî'nin mezhepleri de
budur.
Bazıları, "Hâkim
yalnız hüküm meclisinde işiterek öğrendikleri ile amel eder" demiş,
bazıları da hâkimin hüküm meclisinde ve başka yerde işittikleri ile hüküm
verebileceğini, yalnız mal davasında bunun caiz olmadığını soy-
lemislerdir.
Hanefîlerden Ebû Yusuf ile İmam Muhammed'in ve bir kavle göre İmam Şafiî'nin
mezhebi budur. Bu hususta daha başka kaviller de vardır.
2. Zanla
amel caizdir. Bu husus, hâkim hakkında ittifak edilen bir konudur. Tahavî
diyor ki: "Bir kısım âlimler; hâkimin mal temliki, mülk izâlesi, nikâh,
talâk ve benzeri şeylerde verdiği hüküm nafizdir. Ama bâtında o hüküm
şahidlerin şahadetine ve o şahadetle zahire göre verilen hükme muhalifse,
hâkimin hükmü temlik, tahrim ve tahlili icab etmez; demişlerdir. İmam Ebû Yusuf
da buna kail olanlardandır.
Başkaları bunlara
muhalefet etmiş ve; mal temliki hususunda hüküm bâtına göredir; fakat nikâh,
talâk gibi hükümler zahiren adil, bâtınen mecruh olan şahitlerin şahadetleri
ile verilmişse hem zahiren ve hem de bâtınen nafizdir, demişlerdir. Ebû Hanîfe
ile Muhammed'in kavilleri de budur."[55]
3584... Ümmü
Seleme (r.anhe)'den şöyle dediği rivayet olunmuştur:
Kendijerim ait bir
miras hususunda ihtilâfa düşen iki kişi Rasûlullah (s.a.)'a geldiler.
(Davalarını isbata yarayacak) bir belgeleri yoktu, sadece (kendilerine göre)
bir iddiaları vardı. (Bunun üzerine) Peygamber (s.a) (onlara bir önceki
hadisin) benzeri sözler söyledi. (Bu) iki adam (Hz. Peygamber'in konuşmasını
dinleyince) ağla(maya başla)dılar. Her biri (diğerine): "Benim hakkım
senin olsun" dedi. Hz. Peygamber (s.a) de;
"(Şu) davranışı
gösterdiğinize göre; malınızı kendi aranızda bölüşme yoluna gidiniz. Bunu
yaparken önce (malı) iki eşit parçaya bölünüz, sonra (aranızda) kur'a çekiniz
(sonunda birbirinizle) helâllesiniz" buyurdu.[56]
Bu hadis; sulhun
belirli bir netice üzerinde yapılabileceğini, kesin bir netice belirtmeyen
kapalı veya meçhul sözler üzerinde bir anlaşma yapmanın caiz olmayacağını ifade
etmektedir.
İşte bunun içindir ki
Hz. Peygamber, miras taksimi için kendisine müracaat eden kişilere; önce
herkesin hakkına razı olup sadece kendi hakkını almaya niyet etmesini, bu
maksatla malı iki eşit parçaya bölüp bu parçaların hangisinin kime düşeceğini
kur'a usulüyle belirlemelerini, bu şekilde herkesin payı kendi eline geçtikten
sonra da birbirleriyle helâlleşmelerini emretmiştir.
Aliyyü'l-Kârî'nin
açıklamasına göre; Hz. Peygamber'in sözü geçen kimselere mirası aralarında
kendi açıkladığı şekilde adaletli bir şekilde bölüşmelerinden sonra
birbirleriyle helâlleşmelerini de emretmesi verâ ve takva yö-nündendir. Aslında
vârislerin eline geçen malın helâl olması için malın vârisler arasında yukarda
açıklandığı şekilde bölüştürülmüş olması yeterlidir. Fakat harama düşme
korkusuyla şüpheli şeyleri de terketmek anlamına gelen verâ ve takva [57]
yönünden helâlleşme daha ihtiyatlı bir harekettir.
İmam Ebû Hanîfe'ye
göre bu hadis-i şerif Çarlığı kesin olarak bilinmeyen bir hukuk üzerinde,
ihtiyat kabilinden anlaşıp sulh yapmanın caiz olduğuna delâlet etmektedir. Hz.
Peygamber'in sözü geçen kimselere mal taksiminden sonra helâlleşmelerini tavsiye
etmesi bu manadadır.[58]
3585...
Abdullah b. Râfi'den; dedi ki:
Ben Ümmü Seleme'yi,
Peygamber (s.a.) den şu (bir önceki) hadisi (rivayet ederken) işittim.
(Abdullah b. Râfî'
sözlerine devamla şöyle) dedi: Miras ve kaybolup gitmiş bir takım mallar hususunda
(iki şahıs Hz. Peygamber'e müracaat ederek birbirlerinden) davacı oldular.
Bunun üzerine (Hz. Peygamber):
"Ben, hakkında
bana (bir vahiy) inmemiş olan hususlarda kendi re'yimle hüküm veririm"
buyurdu.[59]
Bu hadis-i şerif,
"İki husustan birinin hükmünü, aralarındaki illet benzerliğinden dolayı
diğerinde de geçerli kılmak"demek olan kıyasın meşruluğuna delâlet
etmektedir. Usûl-i fıkıh âlimleri; bu hadis-i şerife bakarak kıyasın
meşruluğuna hükmetmişlerdir.
Bilindiği gibi
hâdiseler sınırsız olduğundan, her hâdise hakkında Kitap ve sünnette nass
bulunamaz. Fakat Kitap ve sünnette bu hâdiselere asıl teşkil edecek hükümler
konmuştur. Kıyas sayesinde toplumlarda olup biten hâdiseleri bu aslî
hükümlerden birine bağlamak mümkün olur. Bu hadisin bab başlığı İle ilgisi;
hâkimin zahirî delillere göre hüküm verdiği İçin, bazen işin iç yüzüne vâkif
olamayarak hatalı hüküm vermekten kurtulamayacağı noktasındadır.[60]
3586... Ömer
b. el-Hattâb (r.a) minber üzerinde iken şöyle demiştir:
Ey insanlar, ancak
Rasûlullah (s.a)'nı içtihadında kesin isabet yardır. Çünkü Allah ona (doğruyu
bizzat kendisi) göstermiştir. Bizden (çıkan) içtihad (lar ise, doğruyu
çıkarmak için gücümüz nisbetinde ortaya konmuş fikrî) bir gayret (in
semeresinden ibaret)tir.[61]
Metinde geçen,
"Çünkü Allah ona (doğruyu bizzat kendisi) göstermiştir" cümlesiyle
kastedilen, "Biz sana kitabı gerçek ile indirdik ki, insanlar arasında
Allah'ın sana gösterdiği şekilde hüküm veresin"[62]
âyet-i kerimesidir.
Görüldüğü gibi bu
âyet-i kerimede Yüce Allah'ın hakikatleri Rasûlüne açık bir şekilde gösterdiği
ifade edilmektedir. Binaenaleyh Hz. Peygamber, Kur'an-ı Kerim ve kendisine
gelen diğer ilhamlar sayesinde hak ve hakikati eksiksiz olarak öğrendiği için
onun görüşleri hatadan uzaktır. Allah'ın hıfz-ü himâyesi altındadır. Onun
dışındaki insanların ictihadlarmın isabet derecesi ise kendi güçlen
nisbetindedir. Hakkı ortaya çıkarabilmek için olanca güçlerini sarfederler;
fakat neticenin isabetli mi yoksa hatalı mı olduğu bilinmez.
Bu hadis munkatı'dir.
Çünkü senedinde bulunan tbn Şihâb ez-Zührî'nin Hz. Ömer'le görüşüp konuşmadığı
bilinmektedir.
Hadisin bab başlığı
ile ilgisi ise, Hz. Peygamber'in dışındaki hâkimlerin verdikleri hükümlerde
yanılabilecekleri noktasındadır.[63]
3587... Muaz
b. Muaz dedi ki:
(Şu bir önceki hadisi)
bana Ebû Osman eş-Şâmî de haber verdi. Ben ondan yani (Ebû Osman eş-Şâmî
künyesiyle tanınan) Harîz b. Osman'dan daha faziletli birini gördüğümü
sanmıyorum.[64]
Bu sened, Sünen-i Ebû
Dâvûd nüshalarının bir kısmında bulunmamaktadır. Hadis sarihleri bu hadisin
burada ne maksatla zikredilmiş olduğunu tesbit edemedikleri için hadisin bu
babda zikrediliş sebebini anlayamadıklarını söylemekle yetinmişler ve hadis
üzerinde daha fazla açıklamaya girmemişlerdir.[65]
3588...
Abdullah b. ez-Zübeyr'den, (şöyle) dediği rivayet olunmuştur:
Rasûlullah (s.a.),
davacı ile davalının hâkimin önünde oturmalarını emretti.[66]
Mevzumuzu teşkil
eden bu babın
başlığında bulunan"keyfe
=nasıl" kelimesi fazladandır.Çünkü bu babda bulunan hadislerle davacı ile
davalının hâkim huzurunda nasıl oturacağına dair bir ifade yoktur. Bu sebeple
biz bab başlığını tercüme ederken söz konusu kelimeye yer vermedik.
Bu hadis-i
şerif,.mahkemede davacı ile davalının hâkimin önünde oturmalarının meşruluğuna
ve hâkimin mahkeme süresince ikisine de eşit davranması gerektiğine delâlet
etmektedir. Bu hususta Ö. Nasuhi Bilmen şöyle diyor.
Hakim,hasımların
arasında adi ile müsavata riayetle muameleye memurdur. Binaenaleyh, iki
taraftan biri her ne kadar, eşraftan, diğeri ise ahad-ı nâsdan olsa veya biri
müslim diğeri gayri müslim bulunsa hâkimin, mahkeme zamanında bunları oturtmak
ve kendilerine bakmak ve söz söylemek gibi muhakemeye müteallik bütün
hususatta adaletle, müsavata riayet etmesi lâzımdır. Nitekim bir hadis-i
şerifte: "Sizden biri kaza ile mübtela olunca hasımlarını oturtmakta,
nazarda, işarette müsavi tutsun; sesini iki hasımdan yalnız birine karşı
yükseltmesin..." buyurulmuştur.
tslâm hukukunda,
siyâsetinde müsavata riayet bir vecibedir. Hiçbir kimsenin mevkii, hakkında
icab eden cezanın sükutuna sebep olamaz ve herkes hâkim huzurunda aynı
vaziyette bulunur, müsavat ihlâl edilemez. Nitekim bir'hadis-i şerifte şöyle
buyurulmuştur: "Sizden evelki kavimleri helak eden hal şudur: Onların
arasında mevki sahiplerinden biri bir hırsızlık yapınca bırakırlardı, zayıf
mevkisiz biri yaptı mı hakkında hırsızlık cezası tatbik ederlerdi,"
Demek ki, böyle
müsavatı ihlâl eden bir muamele, bir milletin helakine, inkırazına başlıca bir
sebeptir.
Meşhurdur ki, İmam Ali
(k.v) hilâfeti zamanında kendi tarafından tayin edilmiş olan Kadı Şüreyh
huzurunda bir zırh meselesinden dolayı bir ya-hudi ile murafaada bulunmuştu.
Her ikisi de mahkemede aynı vaziyette bulunuyordu. Hâdiseye bir zat ile
beraber Hz. Ali'nin muhterem oğlu da muttali idi. Fakat bir şahit kâfi ve
babası lehine oğlun şahadeti muteber olmadığından, Kadı bunların şahadetini
kabul etmemiş, nihayet yahudinin lehine karar vermişti.
Kadı Şüreyh, mahkeme
esnasında İmam Ali'ye hitaben: "Ey Ebû Hasan" diye hitab etmişti.
Böyle künye ile hitap ise hasma karşı İmam Ali hakkında bir tazim ve ihtiram
ifadesi taşıyor olduğundan İmam Ali Hazretleri, bundan hoşlanmamış; kendisine
de yalnız adıyla hitap etmesini istemişti.
İşte bir emîrül
mü'mininde tecelli eden bu adalet ve müsavat, bu hakka inkiyad hasreti,
hasmının hakikati itiraf etmesine ve şeref-i İslama nailiyetine vesile
olmuştur."[67]
Bu hadisin senedinde
Mus'ab b. Sabit vardır. Bu ravinin rivayetlerine güvenilemez.[68]
3589...
Abdurrahman b. Ebî Bekre'nin, babası (Ebû Bekre)'den naklettiğine göre;
Ebû Bekre,
(Sicistan'da hâkimlik görevinde bulunan Ubeydullah isimli) oğluna bir mektup
yazarak, Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduğunu bildirmiştir:
"Hâkim öfkeli
iken iki kişi arasında hüküm veremez."[69]
Bilindiği gibi öfke
aklı giderir, insanın tabii halini i'tidal çizgisinden çıkarır, dolayısıyla
olculu ve dengeli hareket etmesine engel olur. Hattâbî'nin açıklamasına göre;
şiddetli açlık, korku, hastalık ve acı da öfke gibi olduğundan bu halet-i
nahiyeden biri veya birkaçı içersinde bulunan hâkimlerin bu halde iken hüküm
vermeleri yasaklanmıştır. Selâmet Yollan isimli eserde şöyle denilmektedir:
"Bu hadisteki
nehyi cumhur-u ulema kerahete hamletmişlerdir. Hatta Nevevî, Müslim Şerhi'nde,
"Hâkimin öfkeli iken hüküm vermesinin keraheti" ismiyle bir bab
tahsis etmiştir. Buharî ise aynı baba; "Öfkeli iken kadı hüküm yahud
müftü fetva verebilir mi?" adını vermiştir. Ulemanın buradaki nehyi
kerahete hamletmelerinin sebebi nehyin illetidir. İllet öfkedir. Fakat öfkenin,
hükmü menetmekle bir münasebeti yoktur. Ancak hükmün husulüne bir zan teşkil
eder. Zira fikri alt üst eder, düşünülmesi icab eden şeylerden kalbi alıkoyan
Böyle bir hal ise hata ile neticelenebilir. Şu kadar var ki her öfke ve her
insan bir değildir. Eğer öfke hakla bâtılın arasını ayırama-yacak dereceye
varırsa o halde hüküm vermek şüphesiz haramdır. O dereceye varmamışsa
mekruhtur. Hadisin zahirine bakılırsa, öfke dereceleri ile sebepleri arasında
bir fark yoktur. Lâkin İmamü'l-Harameyn ile Bagavî, bu öfkeyi Allah için
olmayan öfkeye tahsis etmişler ve: "Çünkü Allah için olan gadap zulme
manidir; fakat nefis için olan mani değildir." demişlerdir..Ha-nefîlerin
mezhebi de budur. Fakat bu tevcihi birçok hadis uleması kabul etmemişler; onu
hadisin zahirine muhalif görmüşlerdir. Bunlar; "Vakıa Peygamber (s.a)
Zübeyr kıssasında öfkeli iken hüküm vermişse de, onun ismeti gazabının kendisini
hakdan alıkoymasına manidir" diyorlar.
Fazla açlık ve
susuzluk da gazab hükmündedir. Bu babda Dârekutnî ile Beyhakî, Ebû Saîd
el-Hudrî'den şu hadisi tahric etmişlerdir:
"Peygamber (s.a):
Hâkim ancak tok ve suya kanmış iken hüküm verebilir, buyurdu." Yalnız
hadisin isnadında zayıf bir ravi vardır.
Kalbin huzurunu
kaçıran uyku, keder ve hastalık gibi şeyler de gazap hükmündedirler."[70]
Fazla sevinç,
uykusuzluk, şiddetli sıcak ve soğuk, mide dolgunluğu, ziyade yorgunluk da
sıhhatli düşünmeye engel olacağından öfke hükmündedirler.[71]
3590... İbn
Abbas'tan, şöyle dediği rivayet olunmuştur: "Sana gelirlerse ister
aralarında hükmet, ister onlara yüz çevir"[72]
(âyeti kerimesi) neshedilmiştir. (Çünkü Yüce Allah daha sonra indirdiği başka
bir âyet-i kerimesinde): "Ve aralarında Allah'ın indirdiği ile
hükmet" buyurmuştur.[73]
Bu hadis-i şerifte;
Yüce Allah, İslâmın ilk yıllarında, "Sana gelirlerse, ister aralarında
hükmet, ister onlardan yüz çevir"[74]
âyet-i kerimesiyle Hz. Peygamber'i mahkeme olmak üzere kendisine müracaat eden
gayrimüslimlerin davalarına bakıp bakmamakta muhayyer bırakmışken, daha sonra
indirdiği Mâide sûresinin 49. âyetiyle onların arasında meydana gelen
anlaşmazlıklarda da bizim kitabımıza göre hüküm vermesini emrettiği ifade
edilmektedir.
Atâ, Nehaî, Şa'bî,
Katâde, İbn Cerîr, Esamm, Ebû Müslim ve Ebû Sevr'e göre ise, Mâide sûresinin
40. âyetinde ifade buyurulan muhayyerlik bakidir, yürürlükten kaldırılmış
değildir ve tüm müslüman hâkimler için geçerlidir. Binaenaleyh, gayrimüslimler
davalarının halli için müslüman mahkemelerine müracaat ederlerse, hâkimler
onların davasına bakıp bakmamakta muhayyerdirler.
İbn Abbas (r.a) ile
Mücâhid, İkrime, Hasan-ı Basrî, Atâ el-Horasanî, Ömer b. Abdülaziz ve Zührî'ye
göre ise, bu muhayyerlik hükmü Mâide sûresinin 49. âyet-i kerimesiyle
neshedilmiştir. Bu yüzden müracaat ettikleri zaman gayrimüslimleri kendi
hâkimlerine göndermek caiz değildir. Hanefî uleması da bu görüştedir.
İmam Şafiî ise
"müslümanların himayesinde yaşayan zımmîler müracaat ettikleri zaman
onların davasına bakmak müslüman hâkim üzerine vaciptir. Fakat hâkim
müslümanlarla belli bir süre için barış antlaşması yapan antlaşmahların
davasına bakıp bakmamakla muhayyerdir" demiştir.
Muhayyerlik hükmünün,
taraflardan birisinin müracaatı haline; vücûb hükmünün de taraflardan her
ikisinin de müracaatı haline ait olduğu kabul edilirse bu görüşlerin arası
te'lif edilmiş olur.[75]
Taraflardan birisinin
müslüman olması halinde İse mahkemeye getirilen, davaya bakılmasının'vacip
olduğunda mezhep imamları ittifak etmişlerdir.[76]
3591... İbn
Abbas'tan rivayet olunmuştur; dedi ki: "Sana gelirlerse, ister aralarında
hüküm ver ister onlardan yüz çevir"[77]
âyet(i ile) bunun devamı (olan), "Ve eğer hüküm verirsen aralarında
adaletle hüküm ver. Çünkü Allah adalet yapanı sever." âyet(i) indiği
sırada Nadîr oğullan Kureyzâ oğullarından (birini) öldürdüklerinde (onlara)
diyetin yarısını öderlerdi. (Fakat) Kureyza oğullan Nadîr oğullarından
(birini) öldürdüler mi (onlara) tam diyet öderlerdi. (Bu âyetlerin inmesi
üzerine) Rasûîullah (s.a), onların arasında adaletle hüküm verme esasını
getirdi.[78]
Metinde iniş sebsbi
açıklanan âyet-i kerime hakkında tefsir
"Ebû Cafer İbn
Cerîr Taberî der ki: Bize Hennâd ve Ebû Küreyb... Abdullah İbn Abbas'tan
naklettiler ki; Mâide süresindeki bu âyetler, Benî Nadîr ile Beni Kurayzâ
arasında vâki olan bir diyet harbi üzerine nazil olmuştur. Şöyle ki, Benî
Nadîr'in ölüleri; değerli sayılır ve onlar için tam diyet ödenirdi. Benî
Kurayzâ'nın ölüsü için ise yarım diyet ödenirdi. Bu hususta Hz. Peygamber'in
hükmüne başvurdular. Allah Teâlâ da onlar hakkında bu âyet-i kerimeyi inzal
buyurdu. Rasûîullah (s.a) bu konuda onları gerçeğe sevk ederek diyetlerinin
eksik olduğunu bildirdi. Bunların hangisinin doğru olduğunu en iyi Allah
bilir. Bu rivayeti İmam Ahmed, Ebû Dâvûd ve Nesâî, İs-hak'ın hadislerinden
naklederler. Sonra İbn Cerîr Taberî der ki: Bize Ebû Küreyb... Abdullah İbn
Abbas'tan nakletti ki: Bunlar, Kurayzâ ve Nâdir oğullarıydı. Nadîr oğulları
daha üstün olduklarından, Kurayzâ oğullarından bir kişi Nadîr oğullarından
bjrini-ûldür-ecelt olunsa,, buna-mukabil o da ölürdü. Nadir oğullarından
birisi, Kurayzâ oğullarından birisini öldürecek olursa, diyet olarak yüz vesk
hurma verirdi. Hz. Peygamber Medine'ye geldiğinde, Nadîr oğullarından bir kişi,
Kurayzâ oğullarından birini öldürdü. Onlar da; bizim hakkımızı verin, dediler.
Karşı taraf: Aramızda Allah'ın Rasûlünü hakem yapalım, dediler. Bunun üzerine,
"Şayet hükmedersen aralarında adaletle hükmet..." âyeti nazil
oldu."[79]
Üzerinde durduğumuz bu
hadis; müslüman hâkimlerin, gayri müslim azınlıkların davasına da
bakabileceğine delâlet etmektedir. Bu meselenin hükmünü bir önceki hadisin
şerhinde açıkladığımız için burada tekrara lüzum görmüyoruz.[80]
3592... Hıms
halkından ve Muaz b. Cebel (r.a)'in arkadaşlarından (olan) bir takım insanlardan
rivayet olunduğuna göre;
Rasûlullah (s.a)
Muaz'ı Yemen'e göndermek istediği zaman ona şöyle sormuştur:
"Bir dava ile
karşılaşırsan nasıl hüküm vereceksin?"
Muaz da şöyle cevap
vermiştir:
Allahın Kitabıyla
hüküm vereceğim. "Allah'ın kitabında (bir hüküm) bulamazsan?
Rasûlullah (s.a)'ın
sünnetiyle.
"Ya Rasûlullah'ın
sünnetinde ve Allah'ın Kitabında da (bir hüküm) bulamazsan?"
Kendi görüşümle
ictihad ederim, (hüküm vermekten) geri
dönmem.
Bunun üzerine
Rasûlullah (s.a) (Muaz'ın) göğsüne vurarak: "Allah Rasûlünün elçisini
Allah Rasûlü'nün arzusuna (muvafık hareket etmeye) muvaffak kılan Allah'a
hamdolsun" demiştir.[81]
İctihad, lügatta,
"gayret göstermek, çalışmak, olanca güci sarfetmek" demektir. Bir
fıkıh ıstılahı olarak,"hakkında kesin hüküm bulunmayan bir dinî meselede
hüküm ortaya koyabilmek için olanca gücün sarfedilmesi" şeklinde tarif
edilmiştir.
Hattâbî'nin
açıklamasına göre; metinde geçen, "kendi içtihadımla hüküm veririm"
cümlesi, "kıyas yoluyla Allah'ın Kitabı ve Rasûlünün sünnetinin ruhuna
uygun olarak hüküm vermeye çalışırım" manasında kullanılmıştır. Kitap ve
sünnete müracaat etmeden, sırf akıl ve mantık ölçülerine göre hüküm veririm
anlamında kullanılmamıştır.
Binaenaleyh bu hadis-i
şerif, Kitap ve sünnette açık bir hüküm bulunmadığı zaman kıyasa başvurmanın
meşruluğuna ve gereken yerde kıyasla hüküm vermenin gerekliliğine delâlet
etmektedir.
Yine bu hadis-i şerif,
hâkimin, hüküm vermek istediği konuda kendisinden daha bilgin ve daha fakih de
olsa başka bir hâkimin görüşünü taklit edemeyeceğine delâlet etmektedir. Bu
duruma göre hâkim, kendisinden daha âlim olan bir hâkimin hükmünü daha önce
duymuş veya öğrenmiş de olsa, yine kendi içtihadına göre hüküm verir. Eğer
vermiş olduğu hüküm diğer hâkimin hükmüne uygun düşerse uygular, uygun değilse
uygulamaz.
Metinde geçen,
"hüküm vermekten geri dönmem" sözü de; "ben ictihad etmekten
kaçınmam, üzerime düşen ictihad görevini eksiksiz olarak yerine getirmeye
çalışırım" manasında kullanmıştır.
e!-Cevzekânî;
el-Mevzuât isimli eserinde, konumuzu teşkil eden bu hadisin mevzu olduğunu ve
ravilerinden Haris b. Amr'ın kimliğinin meçhul olduğu gibi, "Muaz'ın
arkadaşları" sözüyle de kimlerin kastedildiğinin belli olmadığını
söylemiştir.
Tirmizî de bu hadis
hakkında şöyle diyor: "Biz bu hadisi yalnız bu şekilde bilmekteyiz. Onun
senedi bizce muttasıl değildir."
Ayrıca Hafız
Cemaleddin el-Mizzî ile Buharî de bu hadisin senedini tenkid etmişlerse de
Zehebî, Mîzanu'l-İ'tidâl'inde; "Bu hadisin Hz. Ömer ile Abdullah b.
Mes'ud, Zeyd b. Sabit ve İbn Abbas'a ulaşan mevkuf şahidleri bulunduğunu,
Beyhâkî'nin de bu mevkuf hadisleri Sünen-i Kübrâ'smda tahric ettiğini"
ifade etmiştir.[82]
3593... Muaz
b. CebePden, diğer bir rivayete göre de; Hz. Peygamber onu Yemen'e göndereceği
zaman... (aralarında geçen konuşmayı anlatırken) bir önceki hadisin manasını
zikretmiştir.[83]
Bu hadisle ilgili
açıklama bir önceki hadisin şerhinde geçmiştir.[84]
3594... Ebû
Hureyre'den rivayet olunduğuna göre Rasûllah (s.a) şöyle buyurmuştur:
"Müslümanlar
arasında sulh caizdir."
Ahmed (b. Abdulvahid
ed-Dımışkî bu hadise) ilâve (olarak şu cümleyi de rivayet) etmiştir:
"Ancak bir haramı helâl kılan ya da bir helâli haram kılan sulh
müstesnadır." Süleyman b. Dâvûd da (bu hadise) ilâve (olarak şu cümleyi
rivayet) etmiştir: "Rasûlullah (s.a); Müslümanlar şartları üzerindedirler
buyurdu."[85]
Sulh: Savaşın ve
anlaşmazlığın zıddıdır. Bir fıkıh terimi olarak, “iki tarafın nzasıyla ihtilâfı
ortadan kaldıran bir akid" anlamına gelir.
Fıkıh âlimleri sulhu beş
kısma ayırmışlardır:
1-
Müslümanın kâfirle yaptığı sulh.
2- Kan koca
arasında yapılan sulh.
3- Âdil
taife ile bağîlerin yaptığı sulh.
4-
Birbirlerinden davacı olan iki müslümanın aralarında yaptıkları sulh.
5-
Müslümanların kâfirlerle haraç almak şartıyla yaptıkları sulh.
Mevzumuzu teşkil eden
hadis-i şerifte söz konusu olan sulh, iki müslümanın arasında bir mal ya da
bir hak üzerindeki anlaşmazlıktan doğan husumeti gidermek için yapılan
sulhtur.
Hattâbî şöyle der:
"Sulh, bir nevi mal ya da menfaat alışverişi cümlesinden olduğu için;
iftira davası, bir kimsenin bir kadının kendi eşi olduğunu iddia etmesi gibi
davalarda sulh caiz olmadığı gibi, nerede olduğu bilinmeyen bir mal
karşılığında bir borcun bağışlanması gibi meçhul va'dler üzerinde yapılan sulhler
de geçerli değildir. Çünkü böyle bir sulh her iki tarafın da veresiye bir
alışveriş akdi yapmaları kabilindendir."
Hattâbî bu
açıklamayla, aslında mâli bir mübadele olan sulhta mâli mübadelelerde riayet
edilmesi gereken esasların tümüne riayet edilmesi gerektiğini ifade etmek
istemektedir.
Merhum Ömer Nasuhi
Bilmen'in ifade ettiği gibi; "Aleyhine dava açılan kimsenin aleyhindeki
iddiayı kabul edip etmemesi itibariyle sulhler üç kısımdır:
1- Davalının
aleyhindeki iddiayı kabul ettiği halde yapılan sulhler.
2- Davalının
aleyhindeki iddiayı inkâr ve reddettiği halde yapılan sulhler.
3- Davalının
aleyhindeki iddiayı kabul veya reddetiğini bildirmeyip iddiayı sükutla
karşıladığı halde yapılan sulhler."[86]
İmam Ebû Hanîfe ile
İmam Mâlik ve Ahmed b. HanbePe göre; bu üç çeşit sulhten üçü de caizdir.
Fakat İmam Şafiî ile
İbn Hazme'e göre, bunlardan sadece, davalının aleyhindeki iddiaların
doğruluğunu itiraf etmesi halinde yapılan sulhler sahihtir; geriye kalan iki
nevi sulh ise bâtıldır.[87]
Davalının iddia ettiği
hak bir miktar para ise ve yapılan sulh davalının bir miktar para ödemesiyle
gerçekleşmişse, yapılan muamele bir para bozdurma muamelesinden yani
"sarf'dan ibarettir. Dolayısıyle bu sulhte sarf muamelesinin esaslarına
dikkat edilmesi gerekir.
Davalının itiraf
ettiği hak bir ticaret malı, yapılan sulh de davalının bir-miktar para
ödemesiyle gerçekleşmişse, yahutta aksi ise; yapılan muamele bir alışveriş
muamelesidir. Binaenaleyh alışveriş muamelesinin bütün inceliklerine riayet
edilmesi gerekir.
Eğer davalının itiraf
ettiği hak bir para ya da bir ticaret malı olur da, davalının bir menfaat
ödemesi karşılığında sulh yapılırsa o zaman bu sulh bir icâre muamelesi hükmünü
taşır ve icâre muamelesinin esaslarına riayet edilir.[88]
Davalının, aleyhindeki
iddiayı inkâr ya da sükutla karşılaması ve davalının bir mal ya da menfaat
vermeyi kabullenmesi halinde yapılan sulh ise; davacı için hakkının karşılığını
alması anlamına geldiği gibi davalı için de, mahkemede kendisine teklif
edilecek olan yeminden kurtulmak için vereceği bir fidye anlamına gelir. Bu
durumda davalının ödediği kıymet bir mal olursa sulh bir alışveriş muamelesi
hükmüne girer ve üzerinde alışveriş hükümleri cereyan eder. Fakat ödenen bu
kıymet bir mal değil de bir menfaat olursa o zaman sulh icâre hükmüne girer ve
icâre hükümlerine tâbi olur.[89]
Ayrıca sulhun sahih
olabilmesi için; tarafların teberruda bulunması caiz olan kimselerden
olmaları, taraflardan birinin vermesini kararlaştırdıkları malın kıymeti haiz
bir mal ya da bir menfaat olması, ihtilâf konusu olan hakta hakkullahtan bir
hakkın bulunmaması gerekir.[90]
"Müslümanlar
şartları üzerindedirler" cümlesinden maksat, "sözlerinde
dururlar" demektir. Burada "sözünde durma" kelimesini müteaddî
edatlarından olan "alâ" edatının müteaddî yapmasında, müslümanları
İslâm vasfı ile tavsif etmek ve onların mertebelerinin yüksekliğine işaret
etmek gibi manalar vardır.
Şartı bozmayarak ona
riayetkar kalmanın lüzumu da hadisin işaret ettiği ahkâmdandır.
Metinde geçen
"Ancak, bir helâli haram veya haramı helâl kılan şart müstesna"
cümlesindeki helâli haram kılan şart, bir cariyeyi satarken müşterinin onunla
cima etmemesine şart koşmak; haramı helâl kılan ise, cimai haram olan cariye
ile cima etmeyi şart koşmak gibi şeydir.[91]
Her ne kadar hadisin
senedi tenkid edilmişse de, Bezi sahibinin açıklamasına göre Hafız İbn Hacer,
bu hadisin diğer hadislerle takviye edildiği için zayıflıktan kurtulup hasen
seviyesine yükseldiğini söylemiştir.[92]
3595... Kâ'b
b. Mâlik'in haber verdiğine göre;
Kendisi, Rasûlullah (s.a)
zamanında, İbn Ebî Hadred'de olan alacağını, (ondan) mescidde sert bir şekilde
istemiş, ikisinin sesleri de evinde bulunan Rasûlullah (s.a) işitecek kadar
yükselmiş. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a) onlar(ın yanın)a çıkmak isteyip
odasının (önünde gerili bulunan) perdesini açarak Kâ'b b. Mâlik'e; "Ey
Kâ'b!" diye seslenmiş. (O da), "Buyur ya Rasûlallah" diye cevap
verince, ona "alacağının yarısını düş" diye eliyle işaret etmiş.
Kâ'b da:
"Ey Allah'ın
Rasûlu, (bu tavsiyeyi derhal) yerine getiriyorum" diye cevap vermiş.
Bunun üzerine
Rasûlullah (s.a) (borçluya dönerek):
"Kalk, (kalan)
borcunu (derhal) öde" buyurmuştur.[93]
Neylü'I-Evtâr müellifi
Şevkânî'nin de ifade ettiği gibi, alacaklı Kâ'b b. Mâlik ile borçlu İbn Ebî
Hadred arasındaki münakaşa konusu, borcun miktarı olabileceği gibi borcun ödeme
süresi de olabilir. Münakaşa konusunun, borcun miktarı üzerinde olduğu kabul
edilirse Hz. Peygamber, Kâ'b'a, "yarısını düş" derken "borcunun
yarısından vazgeç" demek istemiştir.
Bu durumda hadis, davalının,
aleyhindeki iddiayı reddetmesi halinde de taraflar arasında sulh
yapılabileceğine delâlet etmektedir. Bir önceki hadisin şerhinde de
açıkladığımız gibi İmam Ebû Hanîfe ile İmam Ahmed, İmam Mâlik ve alimlerin
çoğunluğu bu görüştedirler.
Eğer ihtilâf konusunun
ödeme süresinin sona erip ermediği meselesi olduğu kabul edilirse; o zaman bu
hadiste, davalının aleyhindeki iddianın doğruluğunu kabul etmemesi halinde
yapılan sulhun caiz olacağına dair bir delil yoktur. Sulh konusundaki
görüşleri bir önceki hadisin şerhinde açıklamıştık.
Metinde geçen
"yarısını düş" sözü bir tavsiye niteliğinde olmakla beraber;
"borcunu öde" sözü vücûb ifade eden bir emirdir.[94]
1.
Alacaklının borcunu mescidde istemesi caizdir.
2. Kadı,
hasımlar arasında sulh teklifinde bulunabilir.
3. Davacı
borcunun bir kısmını bağışlayınca borçlunun borcunu derhal ödemesi vacip olur.[95]
3596... Zeyd
b. Hâlid el-Cühenî (r.a), Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduğunu haber
vermiştir:
"Size şahitlerin en
hayırlısını haber vereyim mi? (Kendisinden şahitlik etmesi) istenmeden önce
şahitlik (görev)ini (yerine) getiren -ya da gördüğünü haber veren-
kimsedir."
(Ravi) Abdullah b. Ebî
Bekir, (babasının bu son iki cümleden) hangisini rivayet ettiğinde şüphe etmiştir.
Ehû Dâvûd dedi ki:
(Metinde geçen ''şahitlik etmesi kendisinden istenmeden önce şahitlik görevini
yerine getiren kimse" sözünü) Mâlik, "(Taraflardan) lehine yarayacak
kimsenin bilme(yip de kendisinin bil) diği bir delili (kendiliğinden) haber
vermesidir" diye açıkladı. el-Hemedâni (bu cümleyi), "Bu delili
sultana iletir" diye açıkladı. İbn Şerh ise, "Bu delili hâkimlere getirir" diye
açıkladı.
Hamedânî'nin hadisinde
"ahbere" (haber verdi) sözü vardır. İbn Şerh de, (Abdurrahman b. Ebî
Ömer'den) "İbn Ebî Ömer" diye bahsetmiş, (fakat Adurrahman
kelimesini) zikretmemiştir.[96]
İmam Nevevî bu hadisi
açıklarken âlimlerden birkaç görüş nakletmiştir:
1- İmam
Mâlik ile Şâfiîlere göre bundan maksat; hak sahibinin haberi yokken onun
hakkına şahit olan bir kimsenin, "ben senin hakkına şahidim"
demesidir. Bunu yapması lâzımdır, çünkü şehadet onun elinde hak sahibine ait
bir emanettir.
2- Bu
hadisten murad; şehadet-i hisbe (yani Allah rızası için yapılan şehadet) dir.
Bu şahitlik insanlara mahsus olmayan haklarda yapılır. Vakıf, umumi vasiyet,
hudûd-i şer'iyye, köle azadı ve boşanma gibi şeylerde hisbe şahitliği kabul
edilir. Bu nev'i bir hakka şahit olan kimsenin, hâkime müracaat ederek
şahitliğini bildirmesi icab eder.
3- Hadis-i
şerif, şahitlik istenildikten sonra onu eda hususunda mecazî olarak mübalağaya
hamledilir. Yani, "En hayırlı şahit, kendinden bu iş istenir istenmez
hemen eda edendir" manasınadır. Nitekim; "Cömert adam istemeden
verir" derler ki, bundan maksat, o adamdan bir şey istenir istenmez hemen
vermesidir.
Gerçi bir hadiste,
"Şahit gösterilmedikleri halde şahitlik ederler."[97]
buyurularak,
çağrılmadan şahitlik yapanlar kötülenmiştir. Fakat bu hadis bab'ımız hadisine
aykırı değildir. Çünkü bu rivayet; çağrılmadan mahkemede şahitlik yapanlar
hakkındadır. Bir ihtimale göre de şahadete ehil olmayan kimsenin şahitliğe
kalkışmasıdır.[98]
3597...
Abdullah b. Ömer (r.anhüma)'den, Rasûlullah (s.a)'m şöyle buyurduğunu duyduğu
rivayet edilmiştir:
"Aracılığı
Allah'ın cezalarından bir cezanın yerine getirilmesine engel olan kimse Allah'a
savaş açmış olur. Bile bile haksız bir davayı savunan kimse bu davadan dönünceye
kadar, Allah'ın gazabına uğramaya devam eder. Bir müslüman hakkında onda
olmayan şeyleri söyleyen kimseyi de Allah, söylediği (bu) sözden dönünceye
kadar, cehennem ehlinin vücudundan akan irinle toprak karışımı olan bir bataklıkta
tutar."[99]
Redf: Toprak demektîr.
Habâl: Cehennem
ehlinin vücudundan akan irin ve cerahat demektir.
İki kelime birbirine
izafe edilmekle irin ve toprak karışımı bir çamur ve bataklık anlamı ortaya
çıkmaktadır ki, Bezlü'l-Mechûd yazarının açıklamasına göre hadis-i şerifte
kastedilen mana budur.
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerifte üç esas üzerinde durulmaktadır:
1- Allah'ın
yasaklarından birini işleyerek Allah'ın bu yasak için takdir ettiği cezaya çarptırılmayı
hak eden bir kimsenin bu cezayı almaması için yetkili mercilere müracaat eden
ve o kimseyi hak ettiği cezayı almaktan kur-îaran kimse, Allah'ın emrinin
aksine hareket etmiş olacağı için Allah'a savaş açmış olur.
2- Bir
davanın asılsız ve yalan olduğunu bile bile savunan bir kimse bu dava peşinde
koştuğu ve ondan dönmediği sürece Allah'ın gazabına maruzdur. Bile bile haksız
davaları sanunanlar için bu hadis-i şerifte çok büyük bir tehdit vardır.
3- Bir
müslümanı kendisinde bulunmayan vasıflarla kötülemek büyük bir vebaldir. Allah
bu gibiler için, cehennemde büyük bir azap hazırlamıştır. Bu gibi kimselerin
cehennemdeki yeri cehennem ehlinin vücudundan akan kan, cerahat ve irinin
toprakla karışmasından meydana gelen bir bataklıktır.
İnsanın bir müslüman
hakkında sarfettiği bu gibi asılsız sözler sebebiyle yüklenmiş olduğu bu
vebalden kurtulabilmesi için, hakkında bu kötü sözleri sarfettiği kimse ile
helâlleşmesi ve bu hareketinden vazgeçmesi gerekir. Metinde geçen
"...söylediği (bu) sözden dönünceye kadar..." sözünden kastedilen
mana da budur. Avnü'l-Ma'bûd yazarı bu konuda şöyle diyor: Bazılarına göre ise
bu sözle kastedilen mana, "Bu kimse cehennemde kendisi için hazırlanan
bataklıkta bu günahının cezasını çekecek kadar kalmadıkça oradan kurtulamaz"
demektir. el-Eşref bu görüştedir.
Kadı lyâz'a göre,
burada bu sözle, "Bu kimsenin, aleyhinde konuştuğu kimseden dünyada af
dileyip onunla helalleşmedikçe yaptığı bu işin vebalinden
kurtulamayacağı" ifade edilmek İstenmektedir.
İnsan, mahkemede derdini
anlatmak ya da şahitlik yapmak gibi meşru bir sebep olmadıkça, bir müslümanda
gerçekten mevcut olan kötü vasıfları bile anlatmaktan kaçınmalıdır. Çünkü
böylesi konuşmalar da gıybetten sayılır. Bilindiği gibi eğer söylenenler o
müslümanda yoksa o zaman bu sözler hem gıybet hem de iftira olur. Bütün bu
sözler mahkemede haklıyı haksız, haksızı da haklı çıkarmak için söylenmişse
daha da büyük bir önem kazanır, vebali daha da ağırlaşır.[100]
3598... İbn
Ömer de Hz. Peygamber (s.a)'den (bir önceki hadisin) manasını (rivayet
etmiştir. İbn Ömer'in bu rivayetinde Hz. Peygamber) şöyle buyurmuştur:
"Her kim bir
davada zulme yardımcı olursa, kuşkusuz Aziz ve Celîl olan Allah'ın gazabına
uğrar.”[101]
Mana ve hüküm
bakımından bir önceki hadise benzeyen bu hadisin senedinde Matar b. Tahmân
el-Varrâk ile Müssennâ b. Yezid vardır.
Münzirî'nin
açıklamasına göre Matar; pek çok hadisçi tarafından tenkid edilmiştir.
Müsennâ'nın da kimliği meçhuldür.[102]
3599...
Hureym b. Fâtik'den; dedi ki:
Rasûlullah (s.a), (bir
gün) sabah namazını kıldı, (namazı) bitince ayağa kalkarak üç defa: "-
Yalan şahitliği Allah'a şirk koşmaya denk tutulmuştur." buyurdu.Sonra,
"Artık -siz Allah'ı birleyen ve O'na şirk koşmayan kimseler olarak -o pis
putlardan ve yalan sözden kaçının"[103]
âyetini okudu.[104]
APlKî ama Hadis-i
şerifte, yalancı şahitlik yapmanın günah bakımından Allah'a şirk
koşmaya denk olduğu
ifade edilmektedir.
Aslında Allah'a şirk
koşmanın, Allah hakkında yalancı şahitlik yapmak ve iftira etmek olduğu
düşünülürse, bu iki çirkin işin temelinde yalan ve iftira bulunduğu ve
aralarında çok büyük bir yakınlık olduğu ve dolayısıyle yalan şahitliğinin
korkunçluğu kolayca anlaşılır.
Tıybî, Allah'a şirk
koşmanın, aslında bir yalan şahitliği olduğunu açıklarken, "Aslında
müşrik Allah'a şirk koşmakla, putların ibadete lâyık olduklarını iddia
etmektedir ki bu yalan şahitliğinden başka bir şey değildir." diyor.
Rasûl-i Zîşan
Efendimizin, mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifte bu hususu açıklarken
yukarıda mealini sunduğumuz Hac sûresinin 30. âyetini okuması da Tıybî'nin bu
görüşünü te'yid etmektedir. Çünkü Peygamber Efendimiz, sözü geçen âyeti
okumakla âyetin bu manaya geldiğini ifade etmek istemiştir.
Bu konuda merhum Ömer
Nasuhi Bilmen şöyle diiyor: "Binaenaleyh yalan yere şahitlik eden bir
insan, bunun manevî mesuliyetini düşünerek hakikati itiraf etmeli, tâib ve
müstağfir olmalıdır. Nasdan utanmak bu rücûa mani olmamalıdır. Allah Teâlâ
hazretlerinden haya etmek, mahlukattan hicab etmekten evlâdır. Yalan yere
şahadetin tevbesi ise ancak hâkimin huzurunda rücû ile kabildir."[105]
3600... Amr
b. Şuayb'in dedesinden şöyle dediği rivayet olunmuştur:
Rasûlullah, (emanete)
hiyanet eden erkek ve kadın ile kardeşine kin besleyen kimsenin şahitliğini
kabul etmedi (ği gibi, geçimini temin etmekte) bir ev halkına bağımlı olan
kimsenin şahitliğini de reddetti. (Fakat bu kimsenin, bağımlı olduğu aile
halkından) başkasının lehine yaptığı şahitliği geçerli saydı.
Ebû Dâvûd dedi ki:
(Metinde geçen) "el-gimru" ya da "hinne" kelimesi
-"eş-şahnâü" kelimesiyle eş anlamlıdır. el-Kâni' kelimesi de (bir
kimsenin kendi işinde ücretle çalıştırdığı) "e!-ectrü'l-hass" gibi,
(kişinin kendi işine ve emrine bağlı) ücretli kimse demektir.[106]
Bu hadis-i şerifte Hz.
Peygamber'in şu üç kişinin şahitliklerini kabul etmediği ifade
buyurulmaktadır:
1) Hainler,
2) Din
kardeşine kin besleyenler,
3) Özel
kişilerin emrinde ücretle çalışan kimseler.
1-
Hainlerden maksat, sadece insanlara ait emanetlere hiyanet eden kimseler
değildir.
"Ey iman edenler,
Allah'a ve Rasûlüne hainlik etmeyin; bile bile kendi emanetlerinize hainlik
etmiş olursunuz."[107]
âyet-i kerimesinde Allah'a ve Rasûlüne ait emanetlere riayet etmeyen kimseler
de hainlikle vasiflandınldığı-na göre, hadisimizde geçen hainlik kelimesinin
kapsamına insanlara ait emanetlere riayet etmeyen kimseler girdiği gibi Allah
ve Rasûlüne ait emanetlere riayet etmeyen kimselerin de girmesi gerekir.
2- Din
kardeşine kin besleyenler. İbn Rüşd'ün açıklamasına göre, "Kişinin
düşmanı aleyhine yaptığı şahitliğin, caiz olup olmaması ulema arasında
ihtilaflıdır. İmam Mâlik ile İmam Şafiî'ye göre, bu şahitlik geçersizdir. İmam
Ebû Hanîfe'ye göre ise geçerlidir."[108]
Hanefî fıkıh
kitaplarından el-Gunye isimli eserde şöyle deniyor: "Dünyevî bir sebepten
dolayı düşman olan kimsenin şahitliğine gelince; bu şahitlik, düşmanlığı onu
fıska götürdüğü, kendisine bir menfaat sağladığı, ya da kendisini bir zarardan
koruduğu kesin olarak bilinmedikçe kabul edilir. Aksi taktirde kabul edilmez.
Çünkü sahibini fıska iter, fısk ise sahibinden adaleti bir başka ifadeyle
şahitliklik ehliyetini kaldırır. Ancak bu düşmanlık dinî sebepler yüzünden ise
şahitliği kabul edilir."[109]
Bu mevzuda İbn Âbidin
şöyle diyor: "Şahitliği kabul edilen ve edilmeyenden maksat, hâkimin,
şahitlikleri üzerine hüküm vermesi vacip olanlar veya olmayanlar demektir.
Mahkemede şahitliği sahih olan veya olmayanlar demek değildir. Çünkü fasık bir
insanın şahitliği sahihtir. Fakat Yakub Paşa'nın da belirttiği gibi, musannifin
da benimsediği görüşe göre, fasıkm şehadeti sonucu hâkimin buna dayanarak karar
vermesi vacip değildir."[110]
Hanefî fıkıh
kitaplarında açıklandığı üzere şu kimselerin şahitliği kabul edilmez:
1. Âmâlar.
2. Anne ve
babalar. Bunların çocukları lehine yapacakları şahitlikleri kabul edilmediği
gibi, torunları lehine yapacakları şahitlikleri de kabul edilmez. Çocukların
da anne-babalan ve yukarı doğru dede ve nineleri lehine yapacakları şahitlikler
kabul edilmez.
3. Bir
kimseye zina iftirasında bulunan ve bu yüzden hadd cezasına çarptırılan
kimseler.
4. Karı
kocanın birbirleri lehine yaptıkları şahitlikler.
5. Ortaklıkları
ile ilgili bir davada, ortağı lehine şahitlik yapan ortaklar.
6. Kendilerini
kadınlara benzeterek âdi işler yapanlar.
7. Ölü
arkasından bağırıp çağırarak ağlayanlar ve insanlara şarkı söyleyenler.
8. Eğlenmek
için devamlı şarap içenler.
9. Kuşlarla
oynayıp eğlenenler.
10. Hadd
cezasını gerektiren büyük günahlardan birini işleyenler.
11. Faiz
yiyenler.
12.
Satrançla kumar oynayanlar.
13. Hamama
peştemalsiz olarak çıplak girenler.
14. Sokakta
giderken bir şey yemek ve yol üzerine abdest bozmak gibi hafif işler yapanlar.
15. Selefe
şovenler.
16. Zımmîye
şahitlik eden müste'menler.[111]
3- Mevzumuzu
teşkil eden bu hadis-i şerifte Rasûl-i Ekrem Efendimizin, bir kimsenin lehine
şahitlik yapan özel işçisinin şahitliğini de kabul etmediği ifade
edilmektedir. Mavsılî, el-İhtiyar isimli eserinde bu hükmü şöyle ifade ediyor:
"Bir kimsenin
hususi işçisinin kendisine şahitlik yapması kabul edilemez."[112]
3601...
Süleyman b. Musa'dan; demiştir ki: Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur:
"Hain erkeğin,
hain kadının, zina eden erkeğin, zina eden kadının, (din) kardeşlerine kin
besleyen kimsenin şahitliği geçerli değildir.”[113]
3602... Ebû
Hureyre (ra)'den rivayet olunduğuna göre; Rasûlullah (s.a)'ın şöyle
buyurduğunu duymuştur:
"Bedevinin köylü
aleyhindeki şahitliği geçerli değildir."[114]
Bedevi: Yerleşik
hayata geçmemiş olan ve sürülerinin peşinde gezerek hayatını göçebelikle
geçiren kimselerdir. Metinde geçen köylüden maksat da, herhangi bir yerleşim
merkezine yerleşen kimselerdir.
Kıymetli müfessir
Merhum Muhammed Hamdi Yazır efendinin dediği gibi; Arab'ın göçebesine a'rabî,
Türk'ün göçebesine de Türkmen denir.[115]
En-Nihâye'de,
"Bedevinin şahitliğinin mekruh kılınmasının sebebi, onun şer'i hükümlerden
habersiz oluşu ve şahit olduğu olayları gereği gibi kavrayamayışıdır"
denilmiştir.
Hattâbî bu hadisle
ilgili şöyle bir açıklamada bulunmaktadır:
"Bedevilerin
şahitliğinin mekruh sayılmasının sebebi şu olabilir: Bunlar şahitliğin nasıl
yapıldığını bilmezler ve şahitliği gereği gibi ifâ edemezler. Çünkü şahitlik
ederken, dengesiz konuşmayla ifadenin amacından saptırılmış olacağını
bilmezler. Müşahade ettikleri mesele ve olayları tesbit ve gerektiğinde hâkime
intikal ettirmekten âciz insanlardır. Ahmed b. Hanbel de böyle demiştir. Ahmed
b. Hanbel'in arkadaşlarından bir topluluk bu hadisle amel etmiştir. Mâlik ve
Ebû Ubeyd de böyle demişlerdir. Fakat âlimlerin ekserisi bunun şahitliğinin
kabulüne hükmetmişlerdir. İbn Reslân'ın dediğine göre; bedevinin şahitliğinin
geçerliliğine hükmeden âimler bu hadisi, bedevilerden adaleti yani fasık
olmadığı bilinmeyenlere ait olarak yorumlamışlardır. Genellikle bedevilerin
adaleti bilinemez."
Sindî de Hattâbî'nin
bu sözünü naklettikten sonra şöyle izah etmiştir: "Bir kavle göre bu
hadisin manası; bedevinin, şehirli aleyhinde şahitlik etmesinin uygun ve isabetli
olmamasıdır. Çünkü aralarında bir münasebet ve ilişki bulunmadığı için iftira
şüphesi duyulabilir. Bu kuşku nedeniyle uygun görülmemiştir. Ama bedevi onun
lehine şahitlik ederse kabul olunur. Diğer bir kavle göre mana şöyledir:
Bedevi, şehirli aleyhinde şahitlik işini üstlenmemelidir. Çünkü gerektiğinde
bedeviyi bulmak kolay değildir. Bir başka kavle göre bu hadisteki şahitlik,
kişinin fakirliğinin ispatı hakkında şahitliktir. Bu nevi şahitlikte şahidin
inceleyici ve tecrübeli olması, dış görünüşe değil meselelerin iç yüzüne nüfuz
edebilecek kabiliyet ve dirayet sahibi olması gerekir."[116]
3603... İbn
Ebî Müleyke'den (rivayet olunduğuna göre) Ukbe b. Haris şöyle demiştir:
Ben Ümmü Yahya binti
Ebî İhâb ile evlenmiştim. Siyah bir kad in yanımıza gelip ikimizi birden
emzirdiğini iddia etti. Bunun üzerine Peygamber (s.a)'e varıp bu durumu
kendisine anlattım. Benden yüz çevirdi, (söyleyeceklerimi dinlemek istemedi).
Ey Allah'ın Rasûlü, o
kadın kesinlikle yalancıdır! dedim.
"Ne biliyorsun? O
söylediğini söyledi. Sen artık (evlendiğin) o kadını bırak" buyurdu.[117]
İbn Ebî Müleyke bu
hadisi, Ukbe b. Hâris'ten iki yolla almıştır:
1- Doğrudan
doğruya bizzat kendisinden almıştır.
2- Bu hadisi
Ukbe b. Hâris'ten, onun arkadaşları vasıtasıyla almıştır. Fakat İbn Ebî Müleyke
bu hadisi bizzat Hz. Ukbe'nin kendi ağzından işitmesinden daha ziyade ondan
arkadaşı vasıtasıyla işitmekle öğrenmiştir. Bir başka ifadeyle onun
arkadaşından duyduğu rivayet bizzat kendi dinlemesinden daha çok hatırında
kalmıştır. 3604 numaralı hadis-i şerifte İbn Ebî Mü-leyke'nin sözü geçen
arkadaşının Ubeyd b. Ebî Meryem olduğu açıklanmaktadır.
Sübülü's-Selâm isimli
eserde bu hadis hakkında şu görüşlere yer verilmektedir:
Hadis-i şerif süt
annenin şehadetinin yalnız başına kabul edilebileceğine delildir. Buharî bunun
için ayrı bir bab açmıştır. İbn Abbas ile seleften bir cemaatin ve Ahmed b.
Hanbel'in mezhebi budur. Ebû Ubeyd, "Erkeğe kendiliğinden ayrılmak vacip
olur, hâkimin hükmüne lüzum yoktur" diyor.
İmam Mâlik'e göre, süt
meselesinde ancak iki kadının şehadeti kabul edilir. Hanefîlerle diğer bir
takım ulemaya göre, süt meselesinin sair hukuktan bir farkı yoktur.
Binaenaleyh burada da iki erkek yahud bir erkekle iki kadın şahitlik etmelidir.
Yalnız süt annenin şahitliği kâfi gelmez. Şâfiîlere göre, süt anne ile birlikte
üç kadının şahadeti kabul edilir. Yalnız ücret istememesi şarttır. Şâfiîlerce
bu hadis, ihtiyata ve şüpheli şeylerden korunmaya hamledihniştir. Fakat kendilerine:
Bu sözlerinin zahire uymadığı, çünkü Peygamber (s.a)'e meselenin dört defa
sorulduğu, dördünde de;
"Nasıl olur, bak
ne söylendi" cevabım verdiği hatırlatılmıştır. Bu hadisin bazı
rivayetlerinde "Onu bırak" denilmiştir. Dârekutnî'nin rivayetinde ise,
"Ondan sana hayır yok" buyurulmuştur. Eğer ihtiyat kabilinden olsaydı
ona kadını boşamayı emrederdi. Halbuki hadisin hiçbir rivayetinde talâk
zikredilmemiştir. İbn Abbas taraftarları bu ciheti nazar-ı itibare alarak:
"Bu hüküm buraya mahsustur. Binaenaleyh sair hukukun hilâfına olarak burada
yalnız süt annenin şahadeti kâfidir." demişlerdir.[118]
Hattâbî'nin
açıklamasına göre, metinde ecen "o kadını bırak" emri far-ziyyet
değil, bir tavsiye ve irşad niteliğinde olduğundan bu hadiste bir kadının süt
kardeşlik hakkındaki şahitliğinin kabul edilmesi gerektiğine ait bir delil
yoktur.[119]
3604... (Bir
önceki hadisi) İbn Ebî Müleyke, Ukbe b. el-Hâris'ten (bir de) Ubeyd b. Ebî
Meryem vasıtasıyla rivayet etmiştir. (Bir defasında da İbn Ebî Müleyke bir
önceki hadisin man,asını (doğrudan doğruya Ukbe'den, rivayet etmiş (ve şöyle
demiştir): "Ben bu hadisi (bizzat) Ukbe'den (de) işittim, fakat
arkadaşımın rivayetini daha iyi belledim."
Ebû Dâvûd dedi ki: (Bu
hadisin ravilerinden) Hammâd b. Zeyd, Haris b. Umeyr'e bakıp: Bu (zat) Uyyub'un
(ders) arkadaşlarının güvenilenlerindendir, dedi.[120]
3605... Şa'bî'den
rivayet olunduğuna göre;
Müslümanlardan birine
şu Dakûkâ (denilen yer) de eceli gelmiş, vasiyetine şahit olacak müslüman bir
kimse bulamamış. (Ancak) kitap ehlinden iki adamı şahit tutmuş. (Kitap
ehlinden olan bu iki şahit) Kûfe'ye gelip Ebû Musa eUEş'arî'nin yanına varmışlar,
(durumu ona) anlatmışlar, (vefat eden zatın) mallarını da ona getiri (ip teslim
et) misler. Bunun üzerine Ebû Musa el-Eş'arî: "Bu, Rasûlullah (s:a) zamanından
sonra (bugüne kadar hiç) olmamış bir hâdisedir." dedi ve onlara ikindiden
sonra; (şahitliklerinde) hiyanet etmediklerine, yalan söylemediklerine,
(gerçeği) değiştirmediklerine, saklamadıklarına, bozmadıklarına, bu vasiyetin
(yolculukta vefat eden zatın) vasiyyeti, (malların da yine o zatın) geride
bıraktığı mallan olduğuna dair Allah'a yemin ettirip şahitliklerini geçerli
kıldı.[121]
Metinde geçen "Bu
Rasûlullah zamanında vuku bulduktan sonra bugüne kadar hiç olmamış bir
hâdisedir." sözüyle, bir sonraki hadiste anlatılan; müslüman Büdeyl b. Ebî
Meryem ile hıristiyan Temîm ed-Dârî ve Adiyy arasında, yolculuk esnasında geçen
bir şahitlik olayı kastedilmektedir ki, bir numara sonraki hadis-i şerifte izah
edilecektir.
Mevzumuzu teşkil eden
hâdise ise, bugünkü Irak hükümetinin başşehri olan Bağdat ile yine Irak
sınırları içersinde bulunan Erbil arasındaki "Dakûka" denilen yerde
Ebû Musa el-Eş'arî'nin iki hıristiyan işçisi ile bir müslüman arasında vuku
bulmuştur.
Hadis sarihlerinin
açıklamasına göre; Ebû Musa'nın iki hıristiyana doğru söylediklerine dair yemin
ettirmek için ikindiden sonraki vakti seçmiş olması; ikindi sonrasının,
amellerin Allah'a arz olunduğu, yer ve gök meleklerinin nöbet devir ve teslimi
için yeryüzünde hazır bulundukları, bu vakitte işlenen günahlara meleklerin de
şahit olması cihetiyle yalan söylemenin vebalinin diğer vakitlere nisbetle
daha da ağır olmasındandır.
Hattâbî, bu hadisle
ilgili olarak yaptığı açıklamada şu görüşlere yer vermektedir:
"Bu hadİs-i
şerif, zımmîlerin, müslümanlarm yolculuktaki vasiyetlerine dair şahitliklerinin
makbul olduğuna delâlet etmektedir. Evzaî ile Şüreyh ve İbrahim en-Nehaî'ye
göre ise; zımmîlerin müslümanlarm yolculuktaki vasiyetlerine dair şahitlikleri
makbul olduğu gibi, yolculuk gibi müslüman şait bulmanın imkânsızlaştığı diğer
hallerde de zımmîlerin müslümanlar hak-Kındaki şahitlikleri kabul edilir;
İmam Ahmed'e göre ise,
zımmîlerin ancak yolculuk esnasında ölen bir müslümanm vasiyetine şahitlikleri
zaruret icabı kabul edilir. İmam Şafiî'ye göre ise, zımmînin müslüman üzerine
şahitliği hiçbir zaman kabul edilmediği gibi kâfirler üzerine şahitliği de
asla kabul edilmez, imam Mâlik de bu görüştedir.
İmam Ahmed'e göre,
kitap ehlinin birbirlerine olan şahitlikleri de makbul değildir.
Rey ehline göre ise,
küfür ehlinin bir millet olması cihetiyle kâfirlerin birbirlerine olan
şahitlikleri makbuldür.
Ulemadan bazılarına
göre; her ne kadar bir yahudinin diğer bir yahudi-ye, ya da bir hıristiyanın
diğer bir hıristiyan hakkındaki şahitliği kabul edilirse de, bir hıristiyanın
bir yahudiye ya da bir yahudinin bir hıristiyana şahitliği kabul edilmez.
Çünkü yahudiler kendi aralarında ayrı ayrı birer mil-' lettirler. Bir milletin
mensuplarının birbiri hakkındaki şahitlikleri kabul edilirse de iki ayrı
milletten olan şahısların birbirleri hakkındaki şahitlikleri kabul edilemez.
İmam Şa'bî, İbn Ebî
Leylâ, İshak b. Râhûyeh ve Zührî bu görüştedirler. Çünkü, Yüce Allah'ın
Kur'an-ı Kerim'de haber verdiği, kâfirler arasındaki düşmanlık bu fırkalar
arasındaki düşmanlıktır.[122]
3606... İbn
Abbas (r.a)'dan, şöyle dediğrrivayet olunmuştur: Sehm.oğullarından (Büdeyl
isimli müslüman) bir adam,. Temîm ed-Dârî ve Adiyy b. Beddâ ile (bir yolculuğa)
çıkmıştı., (Yol'da) Sehm oğullarına mensub olan (bu müslüman) Ifimse, hiçbir
müslümanın bulunmadığı bir yerde vefat etti. (Yol arkadaşları, onım) geriye
kalan mallarını getirdikleri zaman (vefat eden zatın ailesi,sanun bıraktığı)
altın süslerle kaplı gümüş bir kabı bulamadılar. Bunım üzerine Rasülullah
(s'.a), (bu kabın kendi yanlarında olmadığına dair) vefat eden zatın yol arkadaşlarına
yemin ettirdi, (Onlar da yemin ettiler. Bir süre) sonra; kab Mekke'de (bazı
kimselerin elinde) bulundu. (Bunlar; biz) bu kabı Temîm ile Adiyy'den satın
aldık, dediler. (Vefat eden) Sehm kabilesine mensup zatın yakınlarından iki
adam ayağa kalkarak: (Müslüman olarak) bizimi şahitliğimiz Temîm ile Adiyy'in
şahitliğinden daha doğrudur ve bu kab bizim (vçfat eden) arkadaşımızın-dır,
diye yemin ettiler.(İbn Abbas sözlerine devam ederek) dedi ki: "Ey
inananlar, birinize ölüm gelince vasiyyet sırasında içinizden iki adil kişi
şahitlik etsin"[123]
âyet-i kerimesi onlar hakkında inmiştir.[124]
Metinde mevzubahis
olan hâdise, Tirmizî'nin Sünen'inde şöyle anlatılıyor: Temîm dedi ki: Büdeyl
öldüğü zaman kabı alıp bin dirheme sattık ve sonra bu parayı, ben ve Adiyy b.
Beddâ aramızda paylaştık. Büdeyl'ın ailesine geldiğimiz zaman, (eşyasından)
yanımızda olanları kendilerine verdik. Gümüş kabı bulamadılar ve onu bize
sordular. O bize yalnız bunları bıraktı, bize bunlardan başka başka bir şey
vermedi, dedik.
Hz. Peygamber (s.a)'in
Medine'ye gelişini müteakip, müslümanhğı kabul edince, yaptığım bu işten bir
suçluluk hissettim. Bunun üzerine, Büdeyl'ın ailesine geldim, durumu
kendilerine anlattım, beş yüz dirhemi de kendilerine verdim. Aynı zamanda bu
kadar da akadaşımın yanında bulunduğunu anlattım. Adiyy b. Beddâ'yı Rasülullah
(s.a)nın yadına götürdüler. Hz. Peygammer kendilerinden delil istedi,
bulamadılar. Dindaşlarınca mukaddes sayılan bir hususta ona yemin teklif
etmelerini emretti. Adiyy yemin etti.
Bunun üzerine Allah
(c.c): "Ey iman edenler, herhangi birinize ölüm gelip çattığı vakit,
vasiyet anında iki adil kişi şahitlik etsin." âyetini indirdi.
Amr b. el-Âs ile bir
başkası, kalkıp yemin ettiler ve bunun üzerine beş yüz dirhem Adiyy b.
Beddâ'dan hüküm yoluyla geri alındı.[125]
Görüldüğü gibi
Tirmizî'nin bu rivayeti mevzumuzu teşkil eden hadiste anlatılan olayın
tamamlayıcısı ve tefsiri mahiyetindedir.
Yine mevzumuzu teşkil
eden bu hadis-i şerifte geçen âyet-i kerimenin tefsiri üzerinde pek çok
görüşler vardır.
Bu hususta Hattâbî
şöyle diyor:
"Bu hadis-i
şerif, yemin etmenin davacı üzerine düştüğüne dair kuvvetli bir delildir. Hz.
Âişe ile Hasan-ı Basrî ve Amr b. Şurahbil'e göre ise, metinde geçen âyet-i
kerime muhkem olduğundan nesh ihtimali yoktur. Çünkü Kur'an-ı Kerim'in en son
nazil olan sûresi olduğundan Mâide sûresinin hiçbir âyeti neshedilmemiştir,
Aksi görüşte olanlar âyeti te'vil ederek âyet-i kerimenin şahitlik hakkında
değil de vasiyet hakkında inmiş olduğunu söylemişlerdir. Bu görüşte olan ilim
adamlarına göre, şu hususlar kendi görüşlerinin doğruluğuna delâlet
etmektedir:
1- Bu âyet-i
kerime vesiyet hakkında inmiştir.
2- Temîm
ed-Dârî ile arkadaşı Adiyy b. Beddâ şahid değil; vasî idiler.
3- Şahitlere
yemin ettirilmediği halde Hz. Peygamber'in Adiyy ile Te-mîm'e yemin ettirmesi
de onların şahit değil vasî olduklarını gösterir.
4- Âyet-i
kerimede geçen şehadet kelimesiyle, "Allah'ın şehadetini gizlemeyiniz."[126]
âyetinde geçen şehadet kelimesinin ifade ettiği "Allah'ın emaneti"
manası kastedilmiştir.
5- Sözü
geçen âyet-i kerimedeki sözü, "akrabanızdan olmayan müslümanlar"
anlamında kullanılmıştır. Genellikle vasiler akrabadan olurlar. Ancak seferde
akraba bulmak imkânsız olduğundan orada akraba olmayan kimselerin de vasî
tayin edilebileceği ifade edilmektedir ki bu da bu âyetin şahitlik hakkında
değil vasiyyet hakkında indiğini gösterir."
Bazılarına göre bu
âyetin hükmü neshedilmiştir. Bu görüşlerden en doğru olanı birincisidir. Allah
en İyi bilendir.
Merhum M.Hamdi Yazır
Efendi de bu mevzuda şöyle diyor: Burada şâyan-ı dikkat iki mesele vardır.
Birisi, bir müslümanın bulunamayacağı zaruret halinde bir gayrimüslimi şahit
tutmak ve onun şahitlik etmesi; diğeri de şahitlere yemin verilebilmesi
meselesidir. Fıkıh âlimlerinin büyük çoğunluğuna göre âyet-i kerimede
geçen kelimesi "akrabalarınızdan
ve kabilenizden" demektir. sözü de, "kabilenizden olmayan
müminlerden" demektir. Akraba, ölünün ahvaline daha vâkıf ve ona
başkalarından daha merhametli olacağı için vasiyette evvela hısım ve akrabayı,
yolculuk gibi bunların bulunamadığı hallerde ise yabancıları şahit tutmak daha
uygun gösterilmiştir. İbn Abbas ile Ebû Musa el-Eş'arî, Saîd b. Cübeyr, Saîd b.
Müseyyeb, Şüreyh, Mücâhid ve İbn Cüreyc'den nakledildiğine göre; bir insan
gurbette bulunur ve vasiyetine şahit olacak bir müs-lüman bulamazsa hıristiyan,
yahudi, mecusi, putperest veya herhangi bir kâfiri şahit tutabilir. Bu suretten
maadasında kâfirin mümin aleyhine şahitliği caiz olamaz. Binaenaleyh âyet-i kerimede
geçen kelimesi 'müslümanlar-dan";sözü de "gayrimüslimlerden"
demektir. Her ne kadar, "Erkeklerden iki kişiyi de şahit tutun. Eğer iki
erkek yoksa, razı olduğunuz şahitlerden bir erkek iki kadın şahitlik
etsin."[127] âyet-i kerimesi, gerek
hazarda ve gerekse seferde ve vasiyette gayrimüslimlerin müslüman hakkında şahitliğini
neshetmişse de Mâide sûresinin 106. âyeti zımmîlerin, müslümanlann
yolcuhıklardaki vasiyetlerine şahitlik yapmalarının caiz olduğunu ifade
ederken, zımmînin, diğer bir zımmînin vasiyetine şahitlik etmesinin caizliğini
de ifade etmektedir.
Gerçi Kadı Beyzavî,
"Zımmînin müslüman aleyhindeki şahitliğinin dinlenmeyeceğinde icmâ
vardır" demiştir ama Fahreddin Râzî bu mevzuda ihtilâf bulunduğunu
söylemiştir. Fahreddin Râzî mensuh değildir diyenlerin görüşünü açıklarken
şöyle diyor:
1- Evvelâ bu
âyet-i kerimede hitap bütün müslümanlaradır.Bu bakımdan sözü, "siz
müminlerin gayrisi" anlamına gelir.
2- Fakat
bunların şahadetinin cevazı ancak yolculukla kayıtlıdır; bunun dışında caiz
değildir.
Eğer bu âyet-i
kerimeyle zımmîlerin şahitliği değil de müslümanların şahitliği kastedilseydi,
yolculukla kayıtlanmaması gerekirdi. Çünkü müslümanların şahitliği her zaman
geçerlidir.
3- Şahitlere
yemin ettirmek gerekmediği halde burada onlara yemin ettirilmesine gelince; bu
da bu şahitlerin gayrimüslim olmalarına bir karinedir.
4- Bu âyetin
sebebi nüzûlu olarak gösterilen Ebû Dâvûd hadisi de, Büdeyl (r.a) için şahitlik
yapan kimselerin gayrimüslim olduklarını ifade etmektedir.
5- Ebû Musa
el-Eş'ari'nin iki zımmînin bir müslümanın yoldaki vasiyetine şahitlik eden iki
hıristiyanın şahitliğini kabul etmesine hiçbir sahâbî itiraz etmediğine göre
bu mevzuda icmâ var demektir.[128]
3607...
Umâre b. Huzeyme'den rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s.a)'in sahâbîlerinden
olan amcası ona şöyle demiştir: Peygamber (s.a) bedevilerden birinden bir
kısrak satın aldı. Ona atının fiatını ödemek için peşinden gelmesini istedi (ve
önden yürüyüp gitti). Râsulullah(s.a) hızlıca yürüyordu. Bedevi ise yavaş
yavaş gidiyordu. Derken halk bedevinin etrafını sarıp (onun yedeğinde bulunan)
kısrağı satın almak üzere .pazarlığa giriştiler. Bu kısrağı Hz. Peygamber
(s.a)'in bedeviden satın aldığını bilmiyorlardı. (Halkın elindeki kısrağa daha
fazla-fiat verdiğini gören) bedevi, Rasûkıirah (-s.a)'a haykırarak:
Bu kısrağı alacaksan
al, yoksa ben onu sattım! dedi. Rasûlullah (s.a) bedevinin haykırışını işitince
(yanına,varıp): "Ben bu kısrağı senden satın almadım mı?" diye sordu.
Bedevinin; -Hayır vallahi, ben bunu sana satmadım; karşılığını vermesi üzerine
Peygamber (s.a):
"Evet, ben bu
kısrağı senden satın aldım" dedi. Bedevi de;
Haydi öyleyse, şahit
göster; demeye başladı.
Derken Huzeyme b.
Sabit (ortaya atılarak bedeviye dönüp):
Ben senin bu hayvanı
(Hz. Peygamber'e) sattığına şahitlik ederim, dedi.
Peygamber (s.a)
Huzeyme'ye dönerek:
"Neye (dayanarak)
şahitlik ediyorsun?" diye sordu. (Huzeyme de):
Ey Allah'ın Rasûlü,
(ben, Allah'ın) seni tasdik etmesiyle (şahitlik ediyorum) cevabını verdi.
Bunun üzerine Rasûlullah (ş.a) Huzeyme'nin şahitliğini iki erkeğin şahitliğine
denk saydı.[129]
Hafız İbn Hacer'in açıkladığına
göre, Umâre b. Huzeyme'-nin bu hadisi aldığı amcasının ismi Huzeyme b.
Sâbk'tir.[130]
Nesâî'nin tahkikine
göre Hz. Peygamber'in (s.a) kendisinden kısrak satın aldığı bedevinin ismi
İbnü'l-Hâris'tİr. et-Telkîh isimli eserde ise Sevâ İbn el-Hâris olduğu ifade
ediliyor.Dümeyrî deHayatü'l-Hay'evân isimli eserdebu zatın isminin Sevâ ibn
el-Hâris olduğunu söylüyor.
Söz konusu kısrak, Hz.
Peygamber'in hayvanları arasında "el-Mürtecez" ismiyle anılan
kısraktır. .
Hz. Peygamber'in
Huzeyme'den daha faziletli kimseler varken ve onların şahitliğini bir kişinin
şahitliğine denk saydığı halde- Huzeyme'nln şahitliğini iki kişinin
şahitliğine denk saymasının sebebi, bir toplulukta Hz. Peygamber'in bir şahide
fevkalâde ihtiyaç duyduğu bir anda o hazretin herkesten -önce ileri atılarak
Hz.' Peygambere şahitlik etmesidir.
Bu mevzuda Hattâbî
şöyle diyor:
"Pek çok kimseler
bu hadisin yerini tayin edememektedirler. Bazı bid'atçılar da bu hadise
dayanarak her zaman.ve her meselede, doğru söylettiği bilinen bir tek kimsenin
şahitliği ile yetinilebileceğini iddia etmişlerdir. Oysa Hz. Peygamber'in,
Huzeyme'nin şahiliğini iki şahidin şahitliğine denk sayması ona mahsus özel
bir durumdur. Çünkü o her sözünde sadık olan bir peygamberdir. Hz. Huzeyme'nin
şahitliği O'nun sözünü sadece tekid etmiştir. Neticede Hz. Huzeyme'nin oradaki
şahitliği bir şahitlik, tasdiki de ikinci bir şahitlik kabul edilerek onun
şahitliği iki müslümanın şahitliğine denk sayılmıştır."
Bundan dolayıdır ki,
Hz. Huzeyme'ye "Züşşahadeteyn" unvanı verilmiştir.
Buharî'nin zımnen
anlattığına göre Zeyd b. Sabit, Kur'an-ı Kerim'i tedvin ve tahrir ederken, Hz.
Huzeyme ona Ahzâb sûresinden bir âyet getirmişti. Bu âyet, "Müminlerden
öyle erkekler var ki, Allah'a verdikleri sözlerde durdular. Onlardan kimi
adağını yerine getirdi..." âyet-i kerimesiydi. Zeyd b. Sabit, Rasûl-i
Ekrem'in Huzeyme'nin bir şahadetini iki şahadet yerine tuttuğunu bildiği için
zerre kadar tereddüt etmeden bu şahadeti kabul etmiştir.
Evs ile Hazrec
kabileleri, Hz. Huzeyme ile iftihar ederlerdi. Hz. Huzeyme Peygamberimize
aşırı muhabbetiyle maruftu. Bir gün Rasûl-i Ekrem (s.a) Efendimizi rüyada
görmüş, onu takbil eylemişti. Hz. Huzeyme, ertesi gün Rasûl-i Ekrem'in nezdine
girerek ona gördüklerini nakletmiş, Rasûl-i Ekrem, derhal alnını ona uzatmış ve
Hz. Huzeyme, Rasûl-i Ekrem'in alnından öpmüştü.
Diğer bir rivayete
göre, Hz. Huzeyme kendini Rasûl-i Ekrem'in nasiyesi üzerinde secde ederken
görmüş ve bunu Rasûl-İ Ekrem'e haber vermiş, Rasûl-i Ekrem de ona mübarek cephesini
temas ettirmişti.[131]
Kadı Iyâz'ın eş-Şifâ
isimli eserinde açıkladığına göre; Hz. Peygamber, pazarlık konusu olan kısrağı,
sözü geçen bedeviye, "Ey Allah'ım, Eğer bu adam yalan söylüyorsa bu
hayvanın hayrını görmesin!" diye dua ederek geri vermiş, sabahleyin
kısrak yerinde ölü olarak bulunmuştur.[132]
3608... İbn
Abbas'tan rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s.a), bir yeminle bir şahide
dayanarak hüküm vermiştir.[133]
Bezlü'l-Mechüd
yazarının açıklamasına göre, âlimlerin çoğunluğu bu hadis-i şerif, "Hz.
Peygamber (s.a), davasına şahidlik eden bir şahidi olan ve davasında haklı
olduğuna yemin eden bir kimsenin lehine hüküm verdi" şeklinde
anlamışlardır. Cumhura göre Hz. Peygamber bu davacının kendi yeminini bir
şahit yerine koyarak onu iki şahidi olan bir kimse gibi kabul etmiş ve bu
suretle onun lehine hüküm vermiştir.
Davacının bir şahidi
ve bir de yemini ile hüküm verilemeyeceğini söyleyen Hanefî uleması ise bu
hadisi; "Hz. Peygamber, davalının bir şahidi ile birlikte birde yemini
olması halinde davalı lehine hüküm verdi. Çünkü bir şahid ile davacı lehine
hüccet tamamlanmaz. En âz iki şahid olması gerekir." şeklinde
anlaşmışlardır. Nitekim 3612 numaralı hadisin şerhinde açıklayacağız.
Bazı hadis sarihleri
de mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifi,"Beyyine davacı için, yemin de
inkâr eden (davalı) içindir. "[134]
hadis-i şerifi ile uzlaştırabilmek için, Hz. Peygamber bazen davacının
şahidiyle hüküm verirdi, bazen de davalının yeminiyle hüküm verirdi. Eğer
davacının şahidi bulu-' hursa onun şahidliğine dayanarak, eğer onun şahidi
bulunmazsa davalının yeminine dayanarak hüküm verirdi şeklinde tevil
etmişlerdir.
Bu mevzuda cumhurun
görüşünü benimseyen Hattâbî'ye göre; yeminin davalıya ait olduğunu ifade eden
hadisle mevzumuzu teşkil eden hadis arasında sanıldığı gibi bir çelişki
olmadığından bunların arasını te'lif etmek de söz konusu değildir. Çünkü
mevzumu teşkil eden hadis, bir şahidin şahitliği ile birlikte edilen yeminle
ilgilidir. Öbür hadis ise bir şahidin şahitliği olmaksızın edilen yeminle
ilgilidir.
Yine Hattâbî'nin
açıklamasına göre, mevzumuzu teşkil eden hadisin hükmü sadece mâli hususlara
aittir, diğer hususlardaki şahitlikler buna kıyas edilemez.
İbn Rüşd de bu mevzuda
şöyle diyor:
"Ulema, bir
kişinin şahidliği ve davacının yemini ile hükmetmenin cevazında da ihtilâf
ederek; İmam Mâlik, İmam Şafiî, İmam Dâvud, Ebû Sevr, Medineli fukaha-i seb'a
ve bir cemaat: Mâli davalarda bir kişinin şahitliği ve davacının yemini ile
hükmedilebilir, demişlerdir. İmam Ebû Hanîfe, Süfyân-i Sevrî ve Irak
fukahasının cumhuruna göre; bir kişinin şahitliği ve davacının yemini ile
hükmedilemez.
İhtilâfın sebebi bu
hususta varid olan sem'î deliller arasında bulunan tearuzdur. Bir kişinin
şahitliği ve davacının yemini ile hükmedilebileceğine kail olanlar; -İbn Abbas,
Ebû Hureyre, Zeyd b. Sabit ve Câbir'in hadisleri olmak üzere- birçok hadislere
dayanmışlardır. Ancak bunlardan Müslim'in kaydettiği yalnız İbn Abbas'ın
hadisidir. Buharı'nin kaydetmeyip yalnız Müslim'in kaydettiği bu hadisin
metni, "Peygamber Efendimiz, bir şahit ve yemin ile hükmetti"
meâlindedir. İmam Mâlik ise, bu hususta mürsel olarak Ca'fer b. Muhammed'in
babasından,"Peygamber Efendimizin bir şahit ve davacının yemini ile
hükmettiğine" dair rivayet ettiği hadise[135]
dayanmıştır. Çünkü İmam Mâlik'e göre, mürsel hadislerle amel etmek vacibtir.
Diğer gurubun dayanağı da, "Eğer iki erkek şahit bulunmazsa şahitlerden
güveneceğiniz bir erkek ile iki kadın da kâfidir"[136]
âyeti kerimesidir. Derler ki: Bu âyetten iki şahidin bulunmaması halinde ancak
bir erkek ile kadının kâfi geldiği, bir erkek davacı ile yemininin kâfi
gelmediği anlaşılmaktadır. Buna göre eğer, "Bir şahid ve davacının yemini
ile hükmedilebilir" diyecek olursak, âyetin hadis ile nesholuriduğunu söylememiz
lâzım gelir. Kur'an ise mü-tevâtir olmayan hadislerle nesholunamaz. Birinci
guruba göre ise, bir, -no6İh olmayıp âyetin hükmünü değiştirmeyen bir
ziyadedir. İ'kinci grubun hadisten dayanağımla, "Ya senin iki şahidin, ya
da onun yemini"[137]
hadis-i şerifidir."[138]
3609... (Bir
önceki hadis aynı) mana ile Amr b. Dinar'dan da rivayet olunmuştur. Bu hadisi
(Ebû Davud'un şeyhi Muhammed b. Yahya'ya nakleden) Seleme b. Şebîb (bu
rivayetinde şöyle) dedi: "Amr, (bu hadisin sadece) hukuk (davaların) da (geçerli
olduğunu) söyledi."[139]
Bu hadis, biri önceki
hadisin aynısıdır. Şu farkla ki, burada ravi Amr b. Dînâr; bu hadisin hükmünün
borç ve alacak gibi hukuk konularında geçerli olduğunu, bunun dışındaki
davalarda geçerli olmadığını ifade etmektedir.
Ahmed b. Hanbel'in
rivayetinde ise, bu hadisin hükmünün sadece mâli konularda geçerli olduğu ifade
edilmektedir.[140]
3610... Ebû
Hureyre'den (r.a) rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s.a), bir şahitle beraber
yemine dayanarak hüküm vermiştir.
Ebû Dâvûd dedi ki:
Rabîb. Süleyman el-Müezzin bu hadise ilâve olarak bana şunları da söyledi:.
Şafiî bana, A bdülaziz 'in (kendisine şunları) söylediğini haber verdi:
"Ben bu hadisi (bunu Rabîa bana senden nakletmişti diyerek) Süheyl'e
okudum da Süheyl (şöyle) dedi: Bence güvenilir bir adam olan Rabîa da bana bu
hadisi kedisine okuduğumu söylemişti,, fakat ben hatırlayamamıştım."
Abdülaziz (sözlerine
devamla) dedi ki: "Gerçekten de Süheyl'e bir hastalık arız olmuş ve aklına
biraz zarar vermişti. (Bu yüzden bildiği bu) hadisin bir kısmını unutmuştu.
Daha sonra o, bu .hadisi; -Rabîa'dan, o da Süheyl'den, Süheyl'in babasından-
diyerek nâklederdi.[141]
3611... (Bu
hadis) Ebû Mus'ab senediyle ve önceki hadisle aynı manada Rabîa'dan da rivayet
olunmuştur. Hadisi (Rabîa'dan rivayet eden) Süleyman dedi ki: Ben Süheyl'le
karşılaştım ve kendisine bu nakdisi sordum, "Ben bu hadisi
bilmiyorum" cevabını verdi. Ben de kendisine, "Onu bana Rabîa senden
nakletti" dedim. O da: "Eğer (bu
hadisi) sana Rabîa
benden nakletmişse sen de onu; Rabîa'dan (naklediyorum), (Rabıa da) Süheyl'den
(nakletmiştir) diye rivayet et" cevabını verdi.[142]
Musannif Ebû Davud'un
bir önceki hadisin sonuna ilâve ettiği açıklamadan da anlaşıldığı üzere bu
hadisi Rabîa b. Ab durrahman'a Süheyl rivayet etmiş, fakat kendisine arız olan
bir hastalık sebebiyle hafızasını kaybeden Süheyl bunu hatırlayamamıştır. Daha
sonra bu hadisin kendisinden rivayet edildiğini söyleyen kimselere inandığı
için, "Siz bu hadis size hangi senetle gelmişse o şekilde rivayet
ediniz" diyerek onlara bu hadisi işittikleri senetle rivayet etmelerine
izin vermiştir.[143]
3612...
Şuays b. Abdullah b. ez-Zübeyb dedi ki: Ben dedem Zübeyb (b. Sa'lebe'y)i
(şöyle) derken işittim:
Allah'ın elçisi
(Muhammed) (s.a) Anber oğulları üzerine (bir) asker (î kuvvet) göndermişti.
(Bu askerler) onları Tâif in nahiyelerinden Rukbe'de yakaladılar ve Peygamber
(s.a)'e götürdüler. (Ben de bir hayvana) bindim (aradan sıvışarak) onlardan
önce Peygamber (s.a)'e geldim. "Selâm sana ey Allah'ın elçisi, Allah'ın
rahmet ve bereketi (senin üzerine olsun). Senin askerlerin bizi yakaladılar.
Oysa biz (daha önce) müslüman olmuş ve (müslüman olduğumuzun bilinmesi için)
de-veler(imiz)in kulaklarını kesmiştik" dedim. Anber oğulları gelince Peygamber
(s.a) bana:
"Bu günlerde
yakalanmanızdan önce nuislü man lığı kabul ettiğinize dair bir şahidiniz var
mıdır?" diye sordu. Ben "Evet" cevabım verdim.
"Şahidin
kimdir?" dedi.
Anber oğullarından
Semüre isimli bir adamla, başka bir adam, dedi(m ve) Peygamber (s.a)'e adamın ismini
söyledi(rri). Adam (bizim daha önceden müslümanlığı kabul ettiğimize) şahitlik
etti (fakat) Semüre şahitlik etmedi. Peygamber (s.a) (bana hitaben):.
"(Semüre)senin
lehine şahitlik etmekten kaçındı, öbür şahidin(in) şahitliğiyle birlikte sen de
yemin yeder misin?" dedi. "Evet" karşılığım verdim. Bunun
üzerine bana yemin teklif etti. Ben de: Biz (daha önce) falanca gün müslüman
olmuştuk ve develerin kulaklarını kesmiştik diye Allah'a yemin ettim.
Bunun üzerine
Peygamber (s.a) (oradaki sahâbilere dönerek):
"Haydi, gidiniz
mallan(mn) yansım (onlardan ahnız, diğer yarısını da) kendilerine bırakınız.
Çoluk çocuklarına dokunmayınız" buyurdu. (Sonra Anber oğullarına
dönerek):
"Eğer Allah amelleri
boşa çıkarmayı sevmez olmasaydı(bu mallardan) size bir ipi dahi eksik
vermezdim" (Fakat askerlerin emeğini boşa çıkarmak istemediğim, için
mallarınızın bir kısmını onlara, verdim) buyurdu.
ez-Zübeyb (sözlerine
devamla şöyle) dedi:
"O şırada, annem
beni çağırıp (askerlerden birini göstererek): Bu adam benim saçaklı yaygımı
aldı, diye şikâyet etti. Ben de hemen Peygamber (s.a)'e gidip şikâyette
butundum. (Peygamber Efendimiz) bana: "Onu yakala" dedi. Bunun
üzerine hemen (varıp onun) yakasını topladım, bulunduğumuz yerde onunla
birlikte beklemeye başladım. O sırada
Peygamber (s.a) bizim orada beklemekte olduğumuzu görünce (bana): "Bu
yakaladığın adamdan ne istiyorsun?" dedi. Ben de onu elimden bırakıverdim.
Peygamber (s.a) karşımıza geçip o adama,hitap ederek:"Biî,adama
annesinden aldığın saçaklı sergiyi geri ver".buyurdu. (Adam da): Ey
Allah'ın Rasûlü, o kadın benim elimden çıktı, dedi. Peygamber (s,a) de adamın
kılıcım çekip aldı, bana-verdi ve ona: "Git, buna ilaveten bir ölçek de
yiyecek ver" buyurdu. O zat bana (kıhca) ilâve olarak bir ölçek de arpa
verdi."[144]
3608 numaralı hadis-i
şerifin şerhinde de açıkladığımız gibi, âlimlerin çoğunluğu bu babdaki hadis-i
şeriflere bakarak; davalının kendi yemini ve şahidinin şahitlik etmesiyle hâkimin
onun lehine hüküm verebileceğini söylemişlerdir.
Hanefî âlimlerine
göre; en az iki şahit şahitlik etmedikçe hâkim davacı lehine hüküm veremez.
Davacı iki şahit getiremezse.o zaman hakim davalıya yemin teklif eder.
Alimlerin çoğunluğu, davaca
durumunda olan Anber oğullarından birinin, daha önce müslüman olduklarına dair
yemin etmesi ve bir şahidin de buna şahitlik etmesiyle Hz. Peygamber'in Anber
oğullarını serbest bıraktığını ifade eden bu hadis-i şerifim kendilerinin bu
mevzudaki görüşlerine delil olduğunu söylemişlerdir.
Hanefî âlimlerine göre
ise; Hz. Peygamber, Anber oğullarımı! serbest bırakılmasına hüküm verirken
davacının yeminine dayanmamıştır. Çünkü hüküm vermek için davacının yeminine
müracaat edilmez. Bu bakımdan Hz. Peygamber p davacıya yemin ettirirken onun
yeminine dayanarak hüküm vermeyi değil, dadasında gerçekten samimi olup
olmadığını tespit etmeyi düşünmüştür. Eğer bu kimse yemin etmekten caysa idi
Hz. Peygamber onun doğru söylemediğini anlamış olacaktı. Fakat o zat yemin
edince hiçbir hüküm vermedi.
Yine Hanefî âlimlerine
göre, eğer Hz. Peygamber orada bu zatın yemini ile onların daha önce müslüman
olduklarına hüküm verseydi o zaman Hz. Peygamber'in onların mallarından
hiçbirini müslüman askerlere vermemesi gerekirdi. Çünkü hiçbir kimse
müslümanların mallarını ellerinden alamaz.
Bununla beraber Hz.
Peygamber, Anber oğullarının gönlünü kazanmak maksadıyla, askerlerin hakkı olan
ganimetlerin yarısını kendi rızalarıyla ellerinden alıp Anber oğullarına geri
verdi.
Hz. Peygamber'in,
müslüman askelerden birinin Anber oğullarından bir kadından aldığı saçaklı
sergiyi kadına geri verilmesini emretmesi ve müslüman askerin vermek
istemediğini görünce ondan kılıcını alıp kadına vermesi ve üstüne de biraz
yiyecek vermesini istemesi.meselesine gelince; bu meselede âlimlerin
çoğunluğunun görüşünü destekleyecek bir durum yoktur. Çünkü Hz. Peygamber'in o
askere aldığı sergiyi geri vermesini emretmesinin sebebi, o askerin bu sergiyi
ganimetlerin bölüşülmesinden ve sözü geçen kadının payına düştükten sonra
almış olmasıdır. Hz. Peygamber'in emri üzerine ganimetler bölüşüldükten sonra,
bu mallardan birinin sahibinden alınmasının da gasbdan başka bir şey olmadığı
herkesçe malumdur.
Askerin kendini
savunmaya kalkması üzerine Hz. Peygamber'in onun kılıcını alması ise, hâkimin
borçlu üzerinde bulunan maldan alacaklının alacağı kadar alıp, alacaklıya
teslim etmesinin caiz olduğuna delâlet eder ki, İmam Şafiî ile Hanefî
ulemasından müteahhirînin görüşü budur.
Bu hadis-i şerif
ayrıca, bir kimsenin gasp ettiği malın değerini sahibine ödedikten sonra o mala
sahip olacağına ve mal üzerindeki tasarruflarının geçerli olacağına delâlet
etmektedir.
Ebû Ömer en-Nemrî, bu
hadisin hasen olduğunu söylemiştir.[145]
3613... Ebû
Musa el-Eş'arî'den rivayet olunduğuna göre;
İki adam bir deve ya
da bir hayvan üzerinde hak iddia ederek Peygamber (s.a)'e başvurmuşlar;
hiçbirinin de şahidi yokmuş. Peygamber (s.a) de o deveyi ikisi arasında paylaştırmış.[146]
Hattâbî'nin
açıklamasına göre; dava konusu olan hayvanın davacılardan sadece birinin elinde
olmayıp ortaklaşa ikisinin elinde bulunmuş olması gerekir. Eğer böyle olmayıp
da sadece birinin elinde bulunmuş olsaydı, o zaman hayvanı ikisi arasında eşit
olarak paylaştırmazdı. Aliyyü'I-Kârî'nin açıklamasına göre; hayvanın hiçbir hak
iddiasında bulunmayan üçüncü bir şahsın elinde bulunmuş olması da aynı şekilde
bu hadisin kapsamı ve hükmü içerisine girer.[147]
3614... (Bir
önceki hadis) senediyle ve manasıyla (yine) Sâid (b. Ebî Bürde)'den rivayet
olunmuştur.[148]
3615... (Bir
önceki hadisdeki senetle) Katâde'den rivayet olunduğuna göre;
Peygamber (s.a)
zamanında iki adam bir deve üzerinde hak iddia etmişler ve (ikisi de) iki (şer)
şahit (bulup) göndermişler. Bunun üzerine Peygamber (s.a) o deveyi bu iki kişi
arasında eşit olarak paylaştırmış.[149]
İbn Reslan’ın
açıklamasına göre; mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifle 3613 numaralı
hadis-i şerifte anlatılan olay aynıdır. Her ne kadar 3613 numaralı hadis-i
şerifte "davacıların ikisinin de şahidi yoktu" derken, burada her
ikisinin de ikişer şahidi olduğundan bahse-diliyorsa da aslında bu iki ifade
arasında bir fark yoktur. Çünkü netice itibariyle her iki hadiste anlatılmak
istenen mana birdir. Şöyle ki, 3613 numaralı hadis-i şerifte taraflardan
hiçbirisinin davasını isbatlayacak bir şahidi bulunmadığı ifade edilirken,
burada da şahitler sayı itibariyle denk olduğundan birisi lehine hüküm vermek
mümkün olmadığı, taraflardan hiçbirisinin davayı isbatlayacak ve kazandıracak
bir şahit getirmediği, bir başka ifadeyle, tarafların şahitleri eşit
olduklarından yok hükmüne düştükleri ve Hz. Peygamber'in de bu sebeple hayvanı
taraflar arasında eşit olarak paylaştırdığı ifade edilmektedir.
Ayrıca bu hadislerden
birinin, dava konusu olan hayvanın taraflardan birinin elinde olması, diğerinin
ise hayvanın tarafların dışında üçüncü bir şahsın elinde olmasıyla ilgili
olması da mümkündür. Nitekim Nesâî'den rivayet edilen bir hadis-i şerif bu
manadadır. Esasen bu ihtimal diğerinden daha da kuvvetli görünmektedir.
Hattâbî de bu mevzuda
aynen böyle düşünmektedir. Kendine ait olmadığını ve ihtilâfa düşenlere ait
olduğunu itiraf eden bir kimsenin elindeki mal için tarafların birer şahit
getirmeleri halinde nasıl hüküm verileceği konusunda fıkıh âlimleri ihtilâfa
düşmüşlerdir.
Ahmed b. Hanbel
ileîshak b. Râhûyeh'e göre, bu gibi durumda taraflar arasında kur'a çekilir,
kur'a kime çıkarsa hak onun olur.İmam Şafiî’ nin eski görüşü de budur, yani
mezhebinde iki görüş rivayet edilmiştir:
1) Bu
meselede hayvan taraflar arasında eşit olarak taksim edilir. Hanefî ulemasıyla
Süfyân-i Sevrî de bu görüştedir.
2)
Aralarında kur'a çekilir, kur'a hangisine çıkarsa, ona iddiasında doğru
olduğuna dair yemin etmesi teklif edilir. Yemin ederse onun lehine hüküm
verilir.
İmanı Mâlik,
"Üçüncü bir şahıs elinde bulunan bir mal hakkında hak iddia ederek
davalarını ispat için birer şahit getiren taraflar hakkında ben hüküm
vermem" demiştir. Ancak ondan bu durumda şahitleri en adil ve en salih
olan tarafın lehine hüküm verileceği de rivayet olunmuştur.İmam EvzaF ye göre,
şahidi daha çok olan tarafın lehine hüküm verilir.
Şa'bî'den, taraflardan
her birinin şahidi nisbetinde hisse alacağı rivayet edilmiştir.[150]
3616... Ebû
Hureyre'den rivayet olunduğuna göre;
İki kişi bir mal
üzerinde anlaşmazlığa düşerek, Peygamber (s.a)'e başvurmuşlar. Peygamber (s.a)
de (onlara):
"İsteyerek de
olsa istemeyerek de olsa,(sonunda)yemin etmek üzere kur'a çekiniz"
buyurmuştur.[151]
Bu hadis-i şerif,
hüküm verebilmek için bazen kur'aya başvurabileceğini söyleyenlerin delilidir.
Nitekim 2269 numaralı hadisin şerhinde açıklamıştık.
Avnü'l-Ma'bûd yazarı,
bu babda bahis mevzuu edilen hususlarda muhtelif nakiller yapmıştır. Bunları
şöylece özetlemek mümkündür:
"Hattâbî diyor
ki: Buradaki "İstihâm"dan maksat kur'a çekmektir. Taraflar kur'a
çekerler, kur'a kime. isabet ederse, o yemin eder ve mal onun olur. Bunun bir
benzeri Hz. Ali (r.a)'den rivayet edilmiştir. Şöyle ki:
Hanş b. el-Mu'temir
demiştir ki: Çarşıda satılığa çıkarılan bir katır yakalanıp Ali (r.a)'ye
getirildi. Bir adam; bu katır benimdir; ne sattım ne de kimseye hibe ettim,
dedi ve katırın kendisine ait olduğuna dair beş şahit getirdi. Bunun üzerine
Ali (r.a): Bu mesele hakkında hüküm etmek de var, sulh etmek de vardır. Ben
ikisini de size anlatayım. Sulh söyle olur: Katır satılır ve bedeli yedi paya
ayrılır. Beş şahit getirene beş pay ve iki şahit getirene iki pay verilir. Eğer
taraflar sulh olmayıp da hüküm isterlerse hüküm şudur: Taraflardan birisi
katırı satmadığına ve hibe etmediğine yemin eder. Yemin etme hususunda
anlaşamazsanız, yemin etmek için ben aranızda kur'a çektiririm. Kur'a
hanginize isabet ederse o yemin eder, (ve katır onun olur) dedi. Ravi demiş ki:
Ben buna şahidim, Ali böyle hükmetti, diye bilgi vermiştir.
Bir kavle göre kur'a
şöyle olur: İhtilâf konusu mal taraflardan hiç birisinin elinde değil ve hiç
birinin şahitleri de yok ise, aralarında kur'a çekilir.Kur'a kime isabet ederse
o yemin eder ve mal onun olur.
Kirmânî şöyle
demiştir: "Kur'a, tarafların mala müstehaklık derecesinde eşit oldukları
zaman yapılır. Meselâ; mal tarafların ikisinin elindedir. Her biri malın
tamamınının kendisine ait olduğunu iddia eder. Birisi yemin etmek suretiyle
malın tamamını elde etmek ister. Diğer taraf da aynı şekilde yemin edip
tamamını kazanmak ister. İşte bu durumda taraflar arasında kur'a çekilir. Kur'a
kime isabet ederse o yemin eder ve malın tamamı kendisine verilir.
Şevkânî de şöyle der:
"Kur'a usulünün uygulanmasının sebebi şudur: Taraflar mala sahip olma
iddiasında delil açısından eşit oldukları zaman, tercih sebebi yok iken bir
tarafı tercih etmek caiz olmaz. Tarafları eşit tutmak bakımından kur'a
usulünden başka bir çare kalmaz. Kur'a usulü de hasımlar arasında eşitlik
sağlamanın bir nevidir. İhtilâf konusu mal tarafların ikisinin elinde veya
üçüncü bir şahsın elinde olup malın kendisine değil, taraflara ait olduğu
ikrar edildiğinde, bu malın nasıl verileceği veya ne şekilde taksim edileceği
hususunda fıkıh imamlarının beyan ettikleri görüşler pek uzundur. Fakat mal bir
tarafın elinde olduğu takdirde o taraf davalı ve karşı taraf davacı sayılır.
Artık şahit getirmek davacıya, yemin etmek de davalıya ait olur. Yemin etmek
için söz konusu kur'a meselesine gelince, Şafiî fıkıh kitaplarındaki hüküm,
yemin teklifinin kur'a usulü ile değil de hâkimin takdirine ait olmasıdır.
Hâkim istediği tarafa yemin teklifinde bulunabilir. Lakin el-Bermavî demiş ki:
Hadis kur'a usulünü emrettiği için, en uygun olanı bununla amel
etmektir."[152]
Bu konu birkaç şıkka
ayrılır:
1- Mal
üçüncü bir şahsın elindedir. Bu şahıs malın kendisine ait olmadığını ve
ihtilâfa düşenlere ait olduğunu söyler. Fakat bir tarafın mı ya da tarafların
müşterek malı mıdır bilmez; iki tarafın da şahitleri vardır.
2- Mal
üçüncü bir şahsın elindedir. Bu şahıs malın kendisine ait olmadığını söyler.
Fakat taraflardan kime ait olduğunu bilmez; tarafların şahitleri de yoktur.
3- Mal
tarafların ikisinin de elindedir ve iki tarafın da şahitleri vardır veya hiçbir
tarafın şahitleri yoktur.[153]
Biz fıkıh âlimlerinin
birinci meseleye ait görüşlerini bir önceki hadisin şerhinde açıkladığımızdan
şimdi burada sadece 2. ve 3. meseleye aft görüşlerini nakletmekle yetineceğiz.
2. meseleye ait görüşler şöyledir:
el-Mişkât şerhinde
mesele şöyle anlatılmaktadır: Üçüncü bir şahsın elinde bulunan mala taraflar
sahip çıkmak ister. İki tarafın da şahitleri yoktur veya iki tarafın da
şahitleri vardır. Yanında mal bulunan üçüncü şahıs; ben bu malın kime ait
olduğunu bilmiyorum, der. Bu durumda taraflar arasında kur'a çekilir. Kur'a
kime çıkarsa yemin eder ve mal kendisinin olur. Ali (r.a) böyle hükmetmiştir.
İbnü'l-Melik'in dediğine göre, Ahmed ve bir kavlinde Şafiî de böyle demiştir.
Ebû Hanîfe'ye göre,
tarafların ikisi de yemin ederler. Sonra mal ikisi arasında eşit olarak taksim
edilir.
Ebû Hanîfe ile
Şafiî'nin diğer bir kavillerine göre, mal üçüncü şahsın elinde bırakılır.
3. meseleye gelince:
Mal ikisinin elinde bulunduğu için iki taraf da malın yarısı için davacı ve
malın yarısı için davalı durumdadırlar. İki tarafın da şahidi bulunmadığı
takdirde davacı durumunda oldukları yarım için bir hak talebinde bulunamazlar.
Fakat davalı durumunda oldukları yarım için yemin etmeleri yeterlidir. Bunun
için hâkim bu malı ikisinin arasında eşit olarak taksim eder. İki tarafın
şahitleri olsa yine hüküm budur. Çünkü şahitler, birbirlerinin ifadelerini
etkisiz hale getirmekle yok gibi sayılırlar. İki taraf yemin etse veya yeminden
istinkâf etse yine hüküm budur.[154]
3617... Ebû
Hureyre'dem rivayet edildiğine göre; Peygamber (s.a): "(İhtilaflı olan)
iki kişi yemin etmeyi isteseler de istemeseler de (sonunda) yemin etmek üzere
(aralarında) kur'a çekmelidirler." buyurmuştur.
(Ravi) Seleme
(b.Şebîb) dedi ki: (Abdürrezzak bu hadisi bana): "Bize Ma'mer haber
verdi" (tabiriyle) ve 'İki kişiye, istemedikleri halde yemin teklif edilirse
"(sözleriyle) rivayet etti.[155]
Buradaki "yemîne
zorlandıkları zaman" sözünden maksat, fıkıh ıstılahında kastedilen bir
zorlama değil, istemediği halde yemin teklif etmektir.Nitekim tercemede bu
hususu göz önünde bulundurduk. Kur'anm nasıl çekileceği ve yeminin nasıl
edileceği hususu bir önceki hadisin şerhinde açıklandı.[156]
3618... Saîd
b. Ebî Arûbe'den, (yine) aynen (3613 numaralı) îbn Minhâl (hadisinin)senediyle
rivayet edilmiştir ki,Ebu Musa el-Eş'arî şöyle dedi:
(İki adam) bir hayvan
üzerinde (hak iddia ederek Peygamber (s.a)'e başvurdular), ikisinin de şahidi
yoktu. Rasûlullah (s.a) onlara (sonunda) yemin etmek üzere kur'a çekmelerini
emir buyurdu.[157]
3619... İbn Ebî
Müleyke'den (şöyle) dediği rivayet olunmuştur: İbn Abbas bana bir mektup
yazarak Rasûlullah (s.a)'ın, yeminin davalı üzerine düştüğüne hükmettiğini
bildirdi.[158]
"Davacı"
sözü, zahirî duruma ters düşen ve sükut etmesi davanm düşmesine ve davayı
kaybetmesine sebep olan kimse anlamına gelir. Davacının sözleri zahire ters
düştüğü için onun sözlerine inanmak zor olduğundan kendisine inanabilmek için
yemin etmesi yeterli değildir. Onun sözlerine inanabilmek için kuvvetli bir
delil getirmesi gerekir.
Davalının sözleri ise
zahire uygun olduğundan, onun kendini savunmak gayesiyle söylediği sözlerin
doğruluğuna inanabilmek için sadece bir yemin etmesi yeterlidir.[159]
Binaenaleyh, hâkim
huzuruna gelen davacıyı dinledikten sonra eğer davalı, aleyhindeki iddiaları
ikrar ederse hâkim onu ikrarı ile ilzam eder, aleyhine hüküm vererek davayı
neticelendirir. Fakat davalı, aleyhindeki iddiayı inkâr ve reddederse hâkim bu
sefer davacıdan beyyine (delil) ister. Davacı bu beyyineyi getirerek davasını
isbat ettiği takdirde hâkim davalının aleyhine hüküm verir. Davacı davasını
isbat için delil getirmekten ve dolayisıyle davasını isbattan aciz kaldığı
takdirde, hâkim davacının isteğiyle davalıya yemin teklif eder. Eğer davalı
yemin ederse davalıyı davadan men eder.[160]
Eğer davalı yeminden
kaçınırsa hâkim onun yeminden kaçınmasıyla hüküm verip davayı neticelendirir.[161]
Davalı yeminden kaçındığı için davacıya yemin teklif edilmez. İmam Şafiî'ye
göre ise, bu durumda hâkim yemini davacıya teklif eder, eğer davacı yemin
ederse davacı lehine hüküm verir.[162]
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerif hakkında Avnü'l-Ma'bûd yazarı şöyle diyor:
"Bu hadis; davacı
ile davalı arasında bir görüşüp konuşma olduğu bilinsin bilinmesin, davalıya
mutlaka yemin ettirilir, diyen âlimler çoğunluğu ile Şafiî mezhebinin lehine
bir delildir.
İmam Mâlik ile
taraftarlarına, meşhur yedi fıkıh âlimine ve Medineli fakîhlere göre ise;
davalıya yemin teklif edilmesi için davalı ile davacı arasında görüşüp
konuşma, alışveriş yapma gibi bir ilişkinin bulunması gerekir. Çünkü böyle bir
şart bulunmadığı takdirde, kötü niyetli kişilerin yalancı şahitlere yemin
ettirmek suretiyle fazilet sahiplerinin mallarını ellerinden alma fırsatı
doğar.
Taraflar arasındaki bu
ilişkinin mahiyyeti konusunda âlimler ihtilâf etmişlerdir. Bazılarına göre bu,
iki taraftan birinin diğerinden alışveriş ve veresiye muamele yaptığı bir ya
da iki şahitle ispatlanmış olur. Bazılarına göre de, taraflar arasında böyle
bir muamele yapılmış olmasının ihtimal dahilinde olması bu ilişkinin varsayılmasi
için yeterlidir. Ancak çoğunluk âlimlere göre; bu şartı geçerli kılacak
kitaptan, sünnetten ve icmâdan hiçbir delil mevcut değildir."[163]
3620... İbn
Abbas'tan rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s.a) yemin ettir(mek iste)diği
bir adama:
"Davacının sende
hiçbir hakkı bulunmadığına dair, kendisinden başka hakiki bir ma'bud bulunmayan
Allah'a yemin et" buyurmuştur.
Ebû Dâvûd dedi ki:
(Ravi) Ebû Yahya'nın adı Ziyâd'dır. Kendisi güvenilir bir kimsedir ve
Kûfelidir.[164]
Bu hadis-i şerifte
hâkimin mahkemede davalıya nasıl yemin ettireceği açıklanmaktadır.
Hadisin ifadesinden
açıkça anlaşılacağı üzere, Rasûl-i Zîşan Efendimiz, mahkemede huzura gelen
davacıdan;"Kendisinden başka ilâh olmayan Allah'a yemin ederim."
şeklinde yemin etmesini istemiştir.
Her ne kadar Allah
(c.c)'nun sıfatlarını anmadan sadece, "Vallahi" Allah'a yemin
ederim" şeklinde yemin ettirmek yeterli ise de, sıfatlarını zikrederek
edilen yemin daha kuvvetli olduğundan bu şekilde yemin ettirmesi daha da
isabetli olur.
el-İhtiyâr müellifi
Mavsilî bu mevzuda şöyle diyor:
"Allah'tan başka
hiçbir şeye yemin edilmez. Hâkim isterse Allah'ın sıfatları ile yemini daha da
kuvvetlendirir. Yeminin tekrarlanmasında ihtiyat vardır. Zaman ve mekân ile
yemin kuvvetlendirilmez. Yahudiye, "Musa (a.s)'ya Tevrat'ı indiren Allah
Teâlâ'ya yemin ederim" diye yemin ettirilir. Mecusilere, "Ateşi
yaratan Allah'a"; putperestlere de sadece; Allah'a diye yemin ettirilir.
Bu sınıflara, tapındıkları mabetlerde yemin verdirilmez."[165]
3621...
el-Eş'as'dan rivayet edilmiştir; dedi ki:
Benimle yahudilerden
bir adam arasında (ihtilaflı) bir arazi vardı. Adam beni (m hakkımı) inkâr et(miş)ti.
(Tutup) kendisini Peygamber (s.a)'e götürdüm. Peygamber (s.a) bana:
"Senin şahidin
var mı?" diye sordu. Bende, "Hayır" cevabını verdim. (Bunun
üzerine) yahudiye (dönerek):
"Yemin et"
diye emir verdi. Ben (onun yemin etmesine fırsat vermeden):
"Ey Allah'ın
Rasûlü, bu durumda (bu adam) yemin eder ve malımı (da elimden alır) götürür,
dedim. Bunun üzerine Yüce Allah;"Fakat Allah'a verdikleri sözü ve
yeminlerini az (bir) paraya satanlar var ya..."[166]
âyetini, sonuna kadar indirdi.[167]
Avnü'l-Ma'bûd
yazarının açıklamasına göre; "Tıybî, metinde geçen; "Bu durumda (bu
adam) yemin eder ve malımı götürür gider" sözüyle bu söz üzerine inen Âl-i
İmran sûresinin 77. âyet-i kerimesi arasında iki yönden ilgi bulunduğunu
söylemiştir:
1- Sanki âyet-i
kerime'de Eş'aş'a; "Davalı aleyhine bir delilin bulunmadığına göre, senin
yapabileceğin tek şey ona yemin ettirmektir" denilmektedir. Bu bakımdan
metinde geçen bu sözle sözü geçen âyet-i kerime arasında çok yakın bir ilgi
görülmektedir.
2- Âyet-i kerimede,
hakiki Tevrat'ta da bu hükmün bulunduğunu yahudilere ihtar eden bir nükte
olduğu söylenebilir. Bu da âyet-i kerime ile hadis-i şerif arasındaki ilgiyi
gösterir."
Görülüyor ki,
mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerif, mahkemelerde azınlıklara da yemin
ettirileceğine delâlet etmektedir. Bu yeminin nasıl ettirileceğini bir önceki
hadis-i şerifte açıklamıştık.[168]
3622...
Es'aş b. Kays'dan rivayet olunduğuna göre;
Kindeli bir adam ile
Hadramevtli bir adam Yemen'de bulunan bir arazi üzerinde anlaşamayarak
Peygamber (s.a)'e başvurmuşlar.Hadramevtli adam:
Ey Allah'ın Rasûlü, şu
adamın babası benim toprağımı haksızlıkla elimden aldı. (Şimdi) bu toprak
kendi elinde bulunuyor, dedi.Hz. Peygamber de ona:
" Senin (bu
iddianı doğrulayacak) bir şahidin var mı?" diye sordu.
Hayır, (yok) fakat ben
ona bu arazinin benim olup da babasının onu benden haksızlıkla aldığını
bilmediğine dair yemin etmesini teklif ediyorum, dedi.
Bunun üzerine Kindeli
adam yemin etmeye hazırlandı... (el-Eş'as . Kays, sözlerine devam ederek bir
önceki) hadisi (aynen) anlattı.[169]
Şevkânî'nin
Neylü'l-Evtâr isimli eserinde açıkladığı gibi; bu hadis, bir kimseye bildiğini
dosdoğru ifade ettiğine dair yemin etmesi teklif edildiği zaman bu şekilde
yemin etmesinin o zat üzerine vacip olduğunu ifade etmektedir.
Bir başka ifadeyle,
hâdiseyi görmediğini ve bilmediğini söyleyen davalının yemini, "Vallahi ben
hakkımda davacı olan bu zatın hakkımdaki iddiasının doğru olduğunu
bilmiyorum" şeklinde olur. Bu şekilde yemin ederse mahkeme lehine
sonuçlanır. Aksi takdirde aleyhine sonuçlanır.[170]
3623...
Alkame b. Vâil b. Hucr el-Hadramî'nin babasından şöyle dediği rivayet
olunmuştur:
Hadramevtli bir adamla
Kindeli bir adam (aralarında ihtilâfa düşerek) Rasûlullah (s.a)'a geldi(ler).
Hadramevtli (adam diğerini göstererek);
Ey Allah'ın Rasûlü, bu
adam, babama ait olan bir araziyi üzerinde hiçbir hakkı olmadığı halde zorla
elimden aldı, dedi.Kindeli de:
O benim toprağımdır.
Benim elimde bulunmaktadır. Onu ben işlemekteyim, cevabını verdi.
Peygamber (s.a)
Hadramevtliye:
“Şahidin var mı?"
diye sordu. Adam, "Hayır" cevabını verdi. Rasûlullah (s.a):
"Bu durumda senin
ondan (sadece bir) yemin etmesini isteme hakkın vardır"
buyurdu.(Hadramevtli bu cevabı işitince):
Ey Allah'ın Rasûlü, o,
yemine önem vermeyen yalancının biridir. Hiçbir günahdan da çekinmez, dedi.
(Hz. Peygamber de).
“Senin için ondan
(isteyebileceğin) bundan başka (bir şey) yoktur" buyurdu.[171]
Hattâbî, bu hadis-i
şerifi açıklarken; "Bu hadis, davacının isbat edememesi halinde davalının
yemin etmesiyle davanın düşeceğine ve mahkemede yalancı kimselere de doğru
dürüst insanlar gibi yemin ettirileceğine delâlet etmektedir" diyor.
Mevzumuzu teşkil eden
buhadis-i şerif ile bir önceki hadis-i şerifte, Hz, Peygamber'e getirilen
davanın taraflarından birisi Hadramevtli diğerinin de Kindeli olduğu ifade
edilirken; aynen bu davaya benzeyen bir davadan bahsedilen 2621 numaralı
hadis-i şerifte ise, taraflardan birinin Eş'as' diğerinir de biri yahudi olduğu
ifade edilmektedir. Bu durum mevzumuzu teşkil eder bab hadislerinde anlatılan
hâdise ile 2621 numaralı hadiste anlatılan olayır birbirinden tamamen farklı iki
olay olduğunu gösterir.
Bu hadis-i şerif daha
önce 3245 numarada da geçmişti.[172]
3624... Ebû
Hureyre'den rivayet edildiğne göre;
Peygamber (s.a)
yahudilere (yemin teklif ederken) şöyle buyurdu:
"Sizden, Tevrat'ı
Musa'ya indiren Allah aşkına doğru söylemenizi istiyorum; Tevrat'ta zina eden
kimse hakkında hiçbir hükme rastladınız mı?"
Musannif Ebû Dâvûd, bu
hadisi recm olayında (4446 numaralı hadis) da nakletmiştir.[173]
3625... Şu
(bir önceki) hadis (yine bir önceki) senediyle ez-Zührî'den de rivayet
olunmuştur. Bu hadiste (şu ibare vardır: ez-Zührî): "Bana (bu hadisi)
Müzeyne (kabilesin) den, ilim peşinde koşup onu gereğince belleyen bir adam
haber verdi. (Ve bu adam bu hadisi kendisine rivayet eden kimseden
bahsederken) Saîd b. el-Müseyyeb'i zikretti" dedi ve (önceki hadisi)
manasıyla rivayet etti.[174]
3626...
İkrime'den rivayet olunduğuna göre;
Peygamber (s.a) İbn
Sûriyâ'ya (yemin teklif ederken) şöyle dedi:
"Size, sizi Firavun
hanedanından kurtaran, denizi size yaran ve üzerinizi bulutlarla gölgelendiren
ve size kudret helvasıyla bıldırcın indiren, Musa'ya indirdiği Tevrat'ı size
de gönderen Allah'ı hatırlatarak size yemin veriyorum. (Doğru söyleyin),siz
kitabınızda recm cezasını görüyor musunuz?"
İbn Sûriyâ da:
Sen bana çok büyük bir
yemin verdin. Artık benim yalan söylemem caiz olmaz, dedi.
(Ravi rivayetine devam
ederek bir önceki) hadisi (bütünüyle) rivayet etti.[175]
Mevzumuzu teşkil eden
bu babda gelen üç rivayetin üçü de aslında yahudilerin bir zina olayı hakkında
hüküm vermesi için Hz. Peygamber'e başvurmaları ve Hz. Peygamberin de, bu
mevzuda Tevrat'ın hükmünün nasıl olduğuna dair bildiklerini dosdoğru
söylemeleri için onlara yemin ettiriş tarzı anlatılır. Olayın bu babla ilgili
kısmı da işte burasıdır. Olay bu babda özet olarak anlatılmıştır. Tamamını
anlatabilmek için hâdisenin değişik taraflarını anlatan hadisleri bir araya
getirmek gerekir. Mâlik, Nâfi' kanalıyla Abdullah b. Ömer'den şu lafızlarla nakletmektedir:
"Yahudiler, Hz.
Peygamber'e geldiler ve kendilerinden bir kadınla bir erkeğin zina ettiğini
söylediler. Rasûlullah (s.a) onlara: "Tevrat'ta recm konusunda ne
görüyorsunuz?" diye sordu. Onlar: Biz, zina edenleri sopalatırız,
dediler. Abdullah b. Selâm dedi ki: Yalan söylüyorsunuz, Tevrat'ta recm vardır.
Tevrat'ı getirdiler, ortaya yaydılar. Birisi elini recm bölümünün üzerine
koydu. Bölümün öncesini ve sonrasını okudu. Abdullah b. Selâm: Elini kaldır,
dedi. O kişi elini kaldırdı, görüldü ki bu kısımda recm ile ilgili bölüm
bulunmaktadır. Yahudiler: Muhammed doğru söylüyor. Tevrat'ta recm bahsi vardır,
dediler. Rasûlullah (s.a) onlara emretti ve zina eden kişiyi recm ettirdi.
Ben, adamın kadının üzerine eğiliponu taş değmesinden korumaya çalıştığını
gördüm."[176]
Aynı olay 4446
numaralı hadis-i şerifte de şöyle anlatılıyor:
"Abdullah b. Ömer
dedi ki: Yahudilerden bir topluluk gelip Hz. Pey-gamber'i Kuff (Medine'de bir
vadi)'e çağırdılar. Hz. Peygamber onların yanına varınca; Ey Ebul Kasım, bizden
bir erkek ile bir kadın zina etti, sen aralarında hüküm ver, dediler. Abdullah
b. Ömer der ki: Hz. Peygamber'in altına bir minder koydular, üzerine oturdu.
Sönra;"Bana Tevrat'ı getirin" dedi. Onlar Tevrat'ı getirdiler. Hz.
Peygamber de minderi altından kaldırarak üzerine Tevrat'ı koydu. "Sana ve
seni indirene iman ettim" dedi. Genç bir delikanlı getirdiler..."
Hadisin bundan sonraki kısmı Buharî'nin Mâlik ve Nâfi' vasıtasıyla İbn Ömer'den
naklettiği yukarıda mealini sunduğumuz hadis gibidir.
Bu hadisler Mâlik ve
Nâfi' yoluyla İbn Ömer (r.a)'den rivayet olunmuştur. Mevzumuzu teşkil eden
babtaki hadislerden 3624 numaraları hadisi ise Zührî, kimliği meçhul Müzeyneli
bir adam ve Saîd b. el-Müseyyeb kanalıyla Ebû Hureyre'den; 3625 numaralı hadisi
yine Zührî kimliği meçhul Müzeymeli âlim bir adam vasıtasıyla yine Said b.
el-Müseyyeb'den rivayet etmiştir. Bu durum, her iki hadiste de aynı olayın
aynı raviler tarafından rivayet edildiğini gösterir.
Görüldüğü gibi 3626
numaralı hadisin senedinde Saîd b. el-Müseyyeb, Katâde ve İkrime bulunmaktadır.
İkrime'nin ise sahâbî olmadığı, yani Hz. Peygamber'den hadis almadığı bilinen
bir gerçek olduğuna göre, onun bu hadisi bir sahâbîden almış olması gerekir.
Yukarıdaki iki hadis-i
şeriften Saîd b. el-Müseyyeb'in kanalıyla gelen hadisin Ebû Hureyre'den
alındığı anlaşıldığına göre, mevzumuzu teşkil eden Saîd b. el-Müseyyeb'den
gelen bu hadisi de İkrime'nin Ebû Hureyre'den almış olması gerekir. Hafız
Münzirî de, "Bu hadis mürseldir" derken bu gerçeği ifade etmek
istenmiştir.
Bu hadis-i şerifler,
müslümanlarm idaresinde yaşayan azınlıklara mahkemede yemin ettirmek icab
edince, Allah'a yemin etmeleri teklif edileceğine delâlet etmektedir. 3620
numaralı hadisin şerhinde de açıkladığımız gibi, yahudilerin mahkemede nasıl
yemin edecekleri Hanefî fıkıh kitaplarında şöyle anlatılır:
"Yahudiye, Musa
(a.s)'ya Tevrat'ı indiren Allah Teâlâ'ya yemin ederim, şeklinde yemin
ettirilir."[177]
3627... Avf
b. Mâlik'ten, şöyle dediği rivayet olunmuştur: Peygamber (s.a) iki kişi
arasında hüküm vermişti. (Bunlardan) aleyhine hüküm verilen adam, dönüp
giderken; "Hasbiyallah ve ni'-mel vekîl = Bana Allah yeter; O, ne güzel
bir vekildir" dedi. (Bunu gören) Peygamber (s.a) de (ona):
"Allah
miskinlerden hoşlanmaz. Senin akıllıca ye tedbirli davranman gerekir.
Binaenaleyh bir iş karşısında acze düştüğün zaman, (işi oluruna bırakıverme,
gereken tedbirleri akıllıca al) sonra; hasbiy-yallah ve ni'mel vekîl, de"
buyurdu.[178]
Bu hadisi şerif; zamamn
akı§1 ferisinde çetin işlerle ve haksızhklarla karşııaşan bir müslümanın,
üzerine düşen tedbirleri almadan, işi kendi oluruna bırakıp
"Hasbunallah" çekmesinin, Allah'ın hoşlanmadığı bir iş olduğunu;
müslümanın bu gibi durumlarda akıllıca tedbirler alması gerektiğini, ancak bu
tedbirleri aldıktan sonra işin geri kalan kısmını Allah'a havale edebileceğini
ifade etmektedir.
İnsanın mahkemede
hakkını isbat edebilmesi için yemin etmesi gerektiğinde, bu yemini etmesi
hakkını elde etmesi için gerekli bir tedbir olacağın dan, bu hadis, kişinin
gerektiği zaman hakkım isbat için yemnin etmesinır meşruluğuna delâlet
etmektedir.[179]
3628... Amr
b. eş-Şerîd'in babasından, Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir:
"Varlıklı bir
kimsenin borcununu ödemeyi geciktirmesi (alacaklıya ondan) şikâyetçi olmayı ve
(hâkime de)onu (hapis cezasıyle) cezalandırmayı meşru kılar."
Îbnü'l-Mübârek dedi
ki; (Metinde geçen) "Yuhillu ırzahû" (cümlesi) "Ona sertçe
çıkışabilir" analamına gelir, "Ve ukûbetehu" cümlesi de,
"hapsedilebilir' anlamına gelir.[180]
Hattâbî; bu hadis-i
şerif, maddî imkânı olduğu halde borcunu bile bile geciktiren kimsenin borcunu
ödemesi için hapsedileceğine; fakirliğinden dolayı borcunu zamanında ödemeyen
bir kimsenin hapsedilemeyeceğine delâlet etmektedir, der.
Hattâbî, bu hususta
âlimler arasındaki farklı görüşlere şöylece işaret etmektedir:
"Kadı Şüreyh'e
göre; borcunu zamanında ödemeyen kimse fakir olsun zengin olsun, borcunu
ödeyinceye kadar hapsedilir. Yani bu mevzuda borçlunun fakir olmasıyla zengin
olması arasında bir fark yoktur.Rey taraftarları da bu görüştedirler.
İmam Mâlik'e göre;
borcunu zamanında ödemeyen bir fakir bu borcundan dolayı hapsedilmez, ona
sadece borcunu ödemesi için mühlet verilir.
İmam Şafiî' ye göre
ise; borçlunun zahirî haline bakılır; eğer fakir görünüyorsa hapsedilmez,
fakat zengin görünüyorsa kendisine borcunu derhal ödemesi teklif edilir. Eğer
borcunu öderse serbest bırakılır, ödemekten kaçınırsa borcunu ödeyinceye kadar
hapsedilir."[181]
3629...
Bedevilerden birisi olan Hirmâs b. Habib'in dedesinin şöyle dediği rivayet
olunmuştur:
Bana borçlu olan bir
kimseyi Peygamber (s.a)'e getirmiştim. Ba-na;"Borçlunun peşini
bırakma" buyurdu. (Bir süre) sonra da, "Ey Temîm oğullarının kardeşi,
esirine ne yapmak istiyorsun?" dedi.[182]
"Lüzum"
kelimesi burada; alacaklının, borçlunun peşini bırakmayıp onu devamlı takıp
etmesi anlamında kullanılmıştır.
Şevkânî, Neylü'l-Evtâr
isimli eserinde, alacaklının borçlusunun peşini takip etmesi konusunda âlimler
arasındaki ihtilâfı şöyle anlatmaktadır:
"İmam Ebû
Hanîfe'ye ve Şafiî âlimlerinden nakledilen iki kavilden birine göre; borçlu,
borçlusunun çalışıp para kazanmasına engel olmayacak şekilde onun peşine
takılabilir. Borçlu nereye giderse o da ardından gider. Oturunca oturur,
kalkınca kalkar, yürüyünce yürür, evine girince o da ardından girebilir.
İmam Ahmed'e göre;
alacaklı kişi mahkemede, alacaklı olduğunu isbat için yakında bulunan delilini
getirmek üzere evine veya benzeri yakın bir yere gidip gelinceye kadar
borçlusunun orada tutulmasını istediği takdirde bu isteği yerine getirilir.
Fakat uzakta bulunan bir delili getirmek için borçlunun göz altında
bulunmasını isteyemez.
Âlimlerin çoğunluğuna
göre ise, borçlunun arkasını takip etmek, mahkeme esnasında alacaklının
delilinin getirilmesi için onu orada bekletmek asla caiz değildir.
Cumhura göre, bu
hadis-i şerifte geçen "Iüzûm" kelimesiyle kastedilen, borçluyu uzaktan
göz altında bulundurmaktır."
İbn Ebî Hatim,
mevzumuzu teşkil eden bu hadisin ravisi el-Hirmâs'm dedesinin sahâbî olduğunu
söylemiştir.[183]
3630... Behz
b. Hâkim'in dedesinden rivayet olduğuna göre; Peygamber (s.a)
bir adamı, bir
suçlamadan dolayı hapsetmiştir.[184]
Hadis-i şerifte,
Rasûl-i Zişan Efendimizin, borcunu ödememek gibi bir suçla suçlanan bir
kimseyi hapsettiği ifade edilmektedir. Tirmizî'nin rivayetinde ifade edildiği
üzere, Efendimiz bu sanığı bir süre hapettikten sonra serbest bırakmıştır.
Hattâbî, bu hadisle
ilgili olarak şu açıklamayı yapıyor: "Bu hadis-i şerif, birisi ceza hapsi,
diğeri de hüküm vermek için belge toplama hapsi olmak üzere iki çeşit hapis
olduğuna delâlet etmektedir. Ceza hapsi, hükmün kesinleştiği hallerde
uygulanır. Belge toplama hapsi ise, şahitleri yada belgeleri ortaya koyabilmek
için uygulanır. Hz. Peygamber'in, suçlu olduğu iddia edilen bir şahsı gündüzün
bir süre hapsettikten sonra aleyhindeki suçlamalar isbat edilemeyince serbest
bırakması bunu gösterir."[185]
3631... İbn
Kudâme'nin dedi(ğine göre, Behz b. Hakim b. Muâ-viye'nin dedesi olan. Muâviye
îbn Hayde'nin) kardeşi ya da amcası :Müemmel'in söyledi (ğine göre ise
Muâviye'nin bizzat) kendisi-kalkıp hutbe okumakta olan Hz. Peygamber'e varmış
ve iki defa:
Komşularım niçin
tutuklandılar? diye sormuş. Sonra cevap alamayınca bir şeyler daha söylemiş.
Bunun üzerine Peygamber (s.a):
"Onun komşularım
serbest bırakınız" buyurmuş.
(Ancak) Müemmel, (İbn
Kudâme'nin rivayetinde geçen) "hutbe okumakta olan" sözünü rivayet
etmemiştir.[186]
Bu hadis-i şerif
Musannif Ebû Davud'a, biri Muhammed b. Kudâme; diğeri de Müemmel b. Hişâm
yoluyla olmak üzere iki yoldan ulaşmıştır. Şu farkla ki, İbn Kudâme'nin
rivayetine göre, tutuluların niçin tutuklandıklarını Öğrenmek üzere Hz.
Peygamber'in huzuna giden kimse Muâviye b. Hayde'nin kardeşi veya amcasıdır.
Müemmel b. Hişâm'ın rivayetine göre; sözü geçen şahıs Muâviye b. Hayde'nin
bizzat kendisidir. Bir de Müemmel'in rivayetinde Hz. Peygamber'in o anda hutbe
okumakta olduğundan söz edilmiyor. Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde açıklandığı
üzere, Hz. Peygamber'in huzuruna varan Muâviye'nin kardeşi veya amcası;
komşularının niçin tutuklandıklarını iki defa sorup cevap alamayınca Hz.
Peygambere hitaben: "Eğer bu insanları tutukladığını halka söylersem,
senin insanları serden men ettiğini hem de şerri bizzat kendinin işlediğini
söylerler" demiş. Bunu duyan Muâviye, Hz. Peygamber'in bu sözleri duyup
halka beddua edeceğinden korktuğu için sözle araya girmişse de Hz. Peygamber
muhatabına yönelerek: "Demek siz bana böyle söylüyorsunuz. -Veya,
içinizden biri bana bunu söylüyor öyle mi?- Oysa bu işi ben yapmışsam onun
vebali bana aittir, size değildir" demiş, ve sonra:"Onun komşularını
bırakıverin" buyurmuş. Hz. Peygamber'in söz konusu sanıkları tutuklaması
aslında son derece makul ve meşru bir uygulama olduğu halde, kendisi fevkalâde
bir mekârim-i ahlâk sahibi olduğu için o kimsenin bu saygısızca tutumu
karşısında hiddete ve öfkeye kapılmamış, ona komşularını serbest bırakmakla
karşılık vermiştir.[187]
Bu hadisle ilgili
fıkhı açıklamalar bir önceki hadisin şerhinde geçmiştir.[188]
3632...
Câbir b. Abdullah'tan (r.a) şöyle dediği rivayet olunmuştur:
Ben Hayber'e gitmek istemiştim.
Peygamber (s.a)'e varıp selâm verdim ve kendisine;
Ben Hayber'e gitmek
istiyorum, dedim.
"Vekilimin yanına
vardığın zaman ondan (benim hesabıma) on-beş vesk (hurma) al. Eğer senden
(benim vekilim olduğuna dair)bir alâmet isterse, elini onun köprücük kemiğinin
üstüne koy" buyurdu.[189]
Vesk: Kûfelilere göre
1. Vekil
tutmak veya vekil olmak caizdir.
2. Vekil ile
müvekkilin, aralarında haberleşmeyi ve anlaşmayı kolayca sağlamak maksadıyla
kimsenin bilmediği gizli bir alâmet kullanmaları müstehaptır. Bu yolla
haberleşmek diğer yollardan daha emniyetlidir.[191]
3633... Ebû
Hureyre (s.a)'den rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
"Yol (un
eni)hakkında anlaşmazlığa düştüğünü/ zaman onu yedi arşın yapın."[192]
Zira', arşın demektir.
Hem müzekker, hem de müennes bir kelimedir. Bazı rivayetlerde müzekker
bazılarında müennes olarak zikredilmesi bundandır. Burada zira'dan murad; her
beldede âdet olan arşın ve metre gibi uzunluk ölçüleridir.
Açılacak yol hakkında
Nevevî şunları söylüyor: "Bir kimse mülkü olan bir yerin bir kısmını gelip
geçenlere yol olarak ayırırsa, bu yolun mikdarı o kimsenin ihtiyarına
bırakılır. Efdal olan yolu geniş bırakmaktır. Ama hadisten murad bu değildir.
Şayet yol, bir cemaatin arazisi arasında bulunur da onu yenilemek isterler ve
şu kadar olsun diye bir mikdar üzerinde anlaşırlarsa, bu anlaşma muteber olur.
Yolun ne kadar olacağında ihtilâf ederlerse o zaman yol yedi arşın bırakılır.
îşte hadisten murad budur. Ama yedi arşından daha geniş olarak yapılmış bir yol
bulursak bu yolun az da olsa bir yerini ele geçirmeye kalkışmak hiçbir kimseye
caiz değildir. Yalnız etrafındaki boş yerleri işlemek caizdir.Yoldan geçenlere
zarar vermemek şartıyla bu yer ihya suretiyle mülk edinebilir..."
Tahavî, bu hadisin;
yeni açılacak yollar hakkında olduğunu söylemiştir. el-Mühelleb ise, "Bu
hüküm evlerin arasındaki yollar hakkındadır. Ev sahipleri aralarında yol açmak
isterlerse yedi arşın genişliğinde yapmaları icap eder. Ta ki gelip geçenlere
ve yük getirip götürenlere zarar vermesin" demiştir.
Taberî, bu hükmün
âlimlere göre vücub ifade ettiğini bildiriyor. Bazıları da bu hadisin ana
caddeler hakkında olduğunu, mahalle arasında yeni açılacak yolların anlaşmaya
bağlı olup yedi arşından daha az olabileceğini söylemişlerdir.[193]
Hadis-i şerifin o günkü şartlar altında vârid olduğunu, bu günse şartların
değiştiğini unutmamak lâzımdır.[194]
3634... Ebû
Hureyre (r.a)'den rivayet olduğuna göre; Rasûlullah (s.a):
"Biriniz (din
kardeşinizden) duvarına ağaç (ucu) sokmak için izin isterse (duvar sahibi)
onu(n bu isteğim) reddetmesin" buyurmuştur.
(Bu hadisi Ebû
Hureyre'den rivayet eden A'rac bu hadise ilâveten şunları da söyledi: Ebû
Hureyre bu hadisi söyleyince onu dinleyen halk işittikleri sözlerden memnun
olmadılar, hemen) başlarını önlerine eğdiler. Bunun üzerine (Ebû Hureyre):
"Sizi niçin (böyle hadisten) yüz çevirir bir halde görüyorum? (Şunu iyi
bilin ki) ben bu (sözün sorumluluğu) nu sizin omuzlarınız üzerine
atıyorum." dedi.
Ebû Dâvûd dedi ki; "Bu
hadisi bana îbn Ebî Halef rivayet etmiştir, en uzun rivayet de budur.”[195]
Bi'r müslümanın diğer
bir müslümandan duvarına ağaç ucu sokmak üzere izin istemesi, komşular arasında
olabilecek bir durumdur. Komşulardan biri ev yaptırırken yaptıracağı evin
ağaçlarının bir ucunu ekonomik sebeplerle komşusunun duvarı üzerine koymak
suretiyle komşu duvarın4an yararlanmak ve bu suretle masrafın ağırlığından
kurtulmak ister. Rasûl-i Zişan Efendimiz, bu hadis-i şerifte ümmetine, kendi
duvarlarından bahsedilen şekilde yararlanmak isteyen din kardeşlerinin bu
isteklerini reddetmemelerini tavsiye etmektedir.
Hattâbî'nin
açıklamasına göre; İmam Ahmed'in dışındaki tüm ulemaya göre bu hadiste geçen
"reddetmesin" emrinin hükmü farz değildir. İyi komşuluk münasebetleri
cümlesinden bir tavsiye niteliğindedir.
İmam Ahmed'e göre ise,
bu emir farziyyet ifade etmektedir. Bu bakımdan bir kimse duvarından bu
şekilde yararlanmak isteyen kimsenin isteğini reddedemez. Kendisine gelen bu
mevzu ile ilgili duvarlar hakkında hâkim buna göre hüküm vermekle mükelleftir.
Kastalânî'nin-açıklamasına
göre, Ebû Hureyre'nin sözünde geçen "ha" zamiri bazılarına göre
metindeki "ağaç" anlamına gelen "hasebe" kelimesine dönmektedir.
Bü takdirde Ebû Hureyre'nin sözü, "Eğer siz bu hadisin hükmünden
hoşlanmazsanız o zaman ben de bu ağaçları sizin omuzlarınızın üzerine
koyarım" anlamına gelir ve bu hükmün yerine getirilmesinin gerekliliği
mübalağalı bir şekilde ifade edilmek için söylenmiştir. Hattâbî de bu
görüştedir.
Tıybî'ye göre, Ebû
Hureyre böyle demekle, bu hadisin hükmünden memnun olmayan kimselere hadisin
sıhhatini ve hükmünün mutlaka uygulanması gerektiğini isbat etmek, Hz,
Peygamber'in komşuluk hukuku ile ilgili sözlerini düşünmeye davet etmek
istemiştir.
Biz Bezlü'l-Mechûd
yazarının şerhine uyarak, tercememizde bu zamiri Hz. Peygamber'in hadisine ve
onun sorumluluğuna gönderdik.
Nevevî'ye göre, Ebû
Hureyre'nin bu sözünün manası, "Bu hükmü sizin aranızda açıkça söyleyip
omuzlarınızın arasına ağır bir şeyle vurur gibi sizin canınızı sıkacağım"
demektir.
Bu hadisin hükmü
konusundaAvnü'l-Ma'bûd yazarı Nevevî'den naklen şöyle diyor:"İmam Şafiî
ile Mâlikî alimlerinden bu mevzuda iki görüş nakledilmiştir. Birinci görüşe göre,
bu hadisle amel etmek farz, ikinci görüşe göre ise menduptur. Bu iki görüşten
en sahih olanı, bu hükmün mendup olduğu görüşüdür.İmam Ebû Hanîfe'ye göre de bu
hadisle amel etmek menduptur.İmam Ahmed ile hadis ulemasına göre ise, bu
hadisle amel etmek farzdır."[196]
3635...
Peygamber (s.a)'in sahâbîlerinden olan Ebû Sırma'dan rivayet edildiğine göre;
Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
"Zarar verene
Allah zarar verir. Güçlük çıkarana Allah güçlük çıkarır."[197]
Hadis-i şerifte,
herhangi bir müslümamn malına, canına veya şerefine haksızlıkla zarar veren
bir kimseyi Allah'ın zarara sokacağı, yine aynı şekilde bir müslümamn işlerini
güçleştiren bir kimseye de Allah'ın güçlük çıkaracağı ifade buyurulmaktadır.
"el-Cezâü min cinsi'l-amel" Cezalar işlenen suçun cinsinden
verilir." İlâhî kaidesince yüce Allah, kendi ehli ve iyâli durumunda olan
mü'min kullara haksız yere zarar veren kimseleri zarara uğrattığı gibi, meşru
bir sebep olmaksızın bir müslümana güçlük çıkaran kimselere de güçlük çıkararak
ondan kulunun intikamını alır. Bu hadis-i şerif müslümana eziyet etmenin haram
olduğuna delâlet etmektedir.
Bu hadisin ravisi Ebû
Sırma (s.a), Hz. Peygamber'in sohbetinde bulunma saadetine eren
sahâbilerdendir.
Avnü'l-Ma'bûd
yazarının açıklamasına göre; ismi Mâlik b. Kays olup İbn Ebî Enîs diye anılan
bu sahâbî Bedir savaşına katılmıştır. İsminin Kays b. Mâlik, Mâlik b. Es'ad
veya Lübâbe b. Kays olduğuna dair rivayetler de bulunan bu sâhabî Ensar'dan ve
Neccâr kabilesindendir.[198]
3636...
Semüre b. Cündüb'den rivayet olunduğuna göre;
Kendisinin Ensar'dan
birisinin bahçesinde yeni dikilmiş bir hurma ağacı varmış. (Bahçe sahibi olan)
kişi ailesi ile beraber (o bahçede kalıyor) imiş. Semüre o hurmanın yanına
giri(p çıkı)yormuş. Onun bu giriş çıkışından (bahçe sahibi) rahatsız oluyor ve
(bu durum) onun gücüne gidiyormuş. Bu sebeple (Semüre'den) bu hurmayı
kendisine satmasını istemiş. Semüre (bu teklifi) kabul etmemiş. Bunun üzerine
Semüre'ye ağacı (oradan söküp başka bir bahçeye) götürmesini teklif etmiş.
(Semüre bu teklifi de) reddetmiş. Bunun üzerine (bahçe sahibi) Peygamber
(s.a)'e varıp durumu kendisine anlatmış. Peygamber (s.a) de Semüre'ye bu ağacı
(bahçe sahibine) satmasını rica etmiş, Semüre (bu teklifi) kabul etmemiş. Sonra
ona bu ağacı (buradan başka bir yere) nakletmesini teklif etmiş, (Semüre) bunu
da kabui etmemiş. Bunun üzerine, yapılmasını tavsiye ettiği (iyi) bir iş
olarak;
"Onu bu bahçenin
sahibine bağışla, (karşılığında) sana şu kadar (sevap) var" diye
emretmiş.
(Semüre yine) kabu!
etmeyince;
"Sen zarar
göreceksin!" demiş ve (bahçe sahibi olan) Ensarî'ye de:
"Git, onun
hurmasını sök!" buyurmuş.[199]
Hadis-i şerifte, bir
kimsenin bir müslümana zarar vermeye hakkı olmadığı, bir kimsenin bir müslümana
zarar vermesi halinde bu zararın önlenmesi için verilen zarardan daha az olmak
şartıyla, zarar ile mukabele etmenin bile caiz olduğu ifade edilmektedir.
Çünkü bu hadis-i
şerifte Peygamber Efendimizin Semüre'ye, komşusunun hurmalarına verdiği
zarardan dolayı kendi hurma fidanını komşusunun hurma bahçesinden sökmesini
emrettiği açıklanmaktadır.
Bu, bir zarar önlenmek
istendiği zaman kendi misli ile mukabele edilemeyeceği, ancak daha az bir
zararla mukabele edilebileceği anlamına gelir.
Bu husus islâm ulemasının
şu sözlerinde ifadesini bulmuş ve kanunlaşmıştır:
"ed-Dararü'leşeddyüzâlü
bi'1-ehaff = Bir Zarar-ı eşed, zarar-ı ehaf ile izâle olunur."[200]
"ed-Dararü lâ
yüzâlü bi'd-darar = Bir zarar kendi misli ile izâle olunamaz."[201]
Hattâbî, hadis-i
şerifte sözü geçen hurma ağacının söküldüğüne dair bir ifade bulunmadığına
bakarak, Hz. Peygamber'in, metinde geçen "Git onun hurmasını sök"
anlamındaki emrinin hakiki manada bir emir olmayıp Se-müre'yi komşusuna verdiği
zarardan alıkoymak için söylenmiş bir tehdit olduğunu söylemiştir. Bu
Hattâbî'nin şahsi görüşüdür.[202]
3637...
Urve'nin Abdullah b. ez-Zübeyr'den rivayet ettiğine göre;
Bir adam (halkın)
kendisi ile (hurma bahçelerini) suladıkları Harre arkı (içinden gelen su)
yüzünden Zübeyr'den davacı olmuş. (Zübeyr'i dava eden bu) Ensarlı (zat
Zübeyr'e):
Suyu bırak,
(önünü.kesme kendi haline) akıp gitsin! demiş. (Zü-beyr onun bu isteğini) kabul
etmemiş.
Peygamber (s.a) de
Zübeyr'e:
“Ey Zübeyr, (bahçeni)
sula ve sonra suyu bırakıver, komşuna (gitsin)" buyurmuş. Bunun üzerine
Ensarlı öfkelenip:
Ey Allah'ın Rasûlü!
(Zübeyr) halanın oğlu olduğu için mi (böyle hüküm veriyorsun)? demiş.
Rasûlullah (s.a)'ın
yüzünün rengi atmış, sonra:
“(Ey Zübeyr! Sen kendi
bahçeni iyice) sula, sonra suyu (bahçe)
duvann(ın) temeline
(veya ağaçların köklerine) erişinceye kadar salma" buyurdu.
Zübeyr (sözlerine
devam ederek) dedi ki: Allah'a yemin olsun ki,"Rabbin hakkı için, onlar
aralarında vuku bulan her çekişmede seni hakem kılmadıkları sürece iman etmiş
olmazlar"[203]
âyetinin bu hâdise hakkında indiğini zannediyorum.[204]
Metinde geçen
"cedr" aslında "duvar" demektir. Hadis sarihlerinin
açıklamalarına göre burada "duvar temeli" anlamında
kullanılmıştır."Ağaçların kökü" anlamında kullanıldığını söyleyenler
de vardır.
Hafız İbn Hacer'e göre,
bu kelime burada, bahçe sulanırken ağaçların arasına toprakların yığılmasıyla
yapılan ark anlamında kullanılmıştır. Bu görüşe göre Hz. Peygamber Zübeyr'e,
"Suyu toprak kanalları seviyesine çıkıncaya kadar bahçende tut. Ondan
sonra komşunun bahçesine gönder" demek istemiştir.
Aslında Rasûl-i Zişan
Efendimiz, Zübeyr ile şikâyetçi durumunda olar kişi arasında ilk verdiği
hükümde, iyi komşuluk münasebetleri açısından müsamahalı davramış, kendi
yakınının biraz feragat etmesini gerektirecek şekilde hüküm vermişti.
Karşıdakinin bunu anlamadığını görünce Zübeyr'e: suyu bahçede ağaçların
köklerine kadar iyice işleyinceye kadar bekletmel suretiyle hakkını son haddine
kadar kullanmadıkça komşu bahçeye salma masını emretti. Burada, Hz.
Peygamber'in öfkeli anında bile olsa her zaman hakkı söylediğini[205]
unutmamak gerekir.
Hz. Peygamber'in ilk
hükmüne itiraz eden kişi şayet müslüman idiyse şüphesiz ki bu yaptığı iş
şeytanın iğvâsına kapılmaktan başka bir şey değil dir. Fakat bu kimsenin hakiki
bir müslüman olmayıp münafıklardan biri ol ması ve kabilesi Ensar toluluğundan
olduğu için Ensarî diye anılmış olmas ihtimali de vardır. Nitekim Rasûl-i
Ekrem'in hükmüne uymayanların mü' min olamayacağını bildiren Nisa sûresinin 65.
âyetinin bu olay üzerine inmesi de bu ihtimali kuvvetlendirmektedir.
Bununla beraber belki
de âyet daha önce inmiştir. Ensarhmn Hz. Peygamber'in hükmüne rıza göstermemesi
üzerine âyet kendisine okunurak Al lah'ın buyruğu hatırlatılmış da olabilir.[206]
3638...
Sa'lebe b. EM Mâlik'den rivayet olunduğuna göre; kendisi (ashab-ı kiramın)
ileri gelenlerinden bazı kimseleri şöyle derlerken işitmiştir:
Kureyş'ten bir adamın
Kureyza oğulları (mn arazisi) içerisinde bir hissesi vardı. Mehzûr (vadisin)de
suyunu beraberce paylaştıkları bir su kanalından dolayı (Kureyza oğullarını)
Rasûlullah (s.a)'a şikâyet etti. Rasûlullah (s.a) da onlar arasında; suyun (bir
bahçede) ancak topuklara yükselinceye kadar (tutulabileceğine), yukarı (başta
bulunan) kimsenin (suyu bu kadar süre bahçesinde tuttuktan sonra), aşağıda bulunan
kimse(nin bahçesi) üzerine göndermesi gerektiğine hükmetti.[207]
3639... Amr
b. Şu'ayb'in dedesinden rivayet olunduğuna göre;
Rasûlullah (s.a),
el-Mehzûr (denilen vadi)deki su kanalı hakkında, (insanın oradan gelen suyu)
topuklara yükselinceye kadar tutabileceğine, (kanalın) yukarı (başında
bulunan) kimse (nin onu bu kadar beklettikten) sonra aşağı (da bulunan
bahçeler) üzerine bırakıvermesi gerektiğine hükmetmiştir.[208]
Bu hadıs-i şerifler,
tarlası veya bahçesi suyun kaynağına daha yakın olduğu için aşağıdaki tarlalara
nisbetle suyun kendi tarlasına daha önce uğradığı tarla sahiplerinin bu suyu
topuklara ulaşıncaya kadar kendi tarlalarında tutabileceklerine, daha sonra
aşağı tarlalara salıvermeleri gerektiğine delâlet etmektedir.
Avnü'l-Ma'bûd
yazarının İbnü't-Tîn'den naklen yaptığı açıklamaya göre; bu hadisler, bahçesine
veya tarlasına su gelen kimse o suyu topuklara erişinceye kadar bahçesinde
bekleterek aşağıda bulunan bahçelere salmayabilir diyen cumhuru ulemânın
delilidir.
İbn Kinâne'ye göre
ise; bu hüküm, her tarla veya bahçe için geçerli değildir. Ancak, hurmalıklar
ve ağaçlıklar için geçerlidir. Ekin tarlaları için ise bu süre suyun nalın
tasması seviyesine çıkmasına kadardır. Bundan sonra salıverilir.
Taberi'ye göre ise, bu
süre araziden araziye değişir. Her arazi için yeteri kadar bekletilir.[209]
3640... Ebû
Saîd el-Hudrî'den, şöyle dediği rivayet olunmuştur:
İki adam bir hurma
ağacına ait sahanın boyutları hakkında anlaşmazlığa düşerek Rasûlullah (s.a)'a
başvurmuşlardı.
(Bu hadisi Amr b.
Yahya'nın babasından nakleden Ebû Tuvale Abdurrahman b. Ma'mer ile Amr b.
Yahya'dan) birinin rivayetinde (şu ibare vardır): "Hz. Peygamber) o
ağacıfn ölçülmesini) emretti, (ağaç) ölçüldü yedi zira, (uzunluğunda) bulundu."
(Diğerinin rivayetinde de:) "Beş zira' (uzunluğunda) bulundu. Bunun
üzerine (Hz. Peygamber, bu ağacın sahasının boyutları hakkında) buna göre
hüküm verdi." ibaresi vardır.
(Bu hadisi Ebû Tuvale'dert nakleden) Abdülaziz
(b. Muhammed de bu tesbit işini açıklarken şöyle) dedi: (Hz. Peygamber, sözü
geçen) hurmanın yapraksız dallarından birini(n getirilmesini) istedi. Dal getirildi
ve ağaç (bu dalla) ölçüldü.[210]
Hadis-i şerifte, bir hurma
ağacının çevresinin mikdarı üzerinde çıkan bir ihtilâfı Hz. Peygamber'in nasıl
çözümlediği anlatılmaktadır.
Metinde açıklandığı
üzere, Hz. Peygamber bu ağacın boyunun ölçülmesini emretmiş, ölçülünce ağacın
yedi zira' (dirsekten parmak uçlarına kadar olan mesafe) yahutta beş zira'
uzunluğunda olduğu görülmüş. Bunun üzerine ağacın dört tarafından bu kadar
uzunluktaki bir mesafenin bu ağacın harimi (sahası) olduğuna, binaenaleyh bu
sahayı kimsenin ihlâl edemeyeceğine hükmetmiştir.
Ravi Abdülaziz'in hadisin
sonuna eklediği açıklamadan anlaşıldığı üzere ağacın boyu şöyle ölçülmüştür:
Ağacın dallarından bir zira' uzunluğunda bir dal kesilip onunla ağacın boyu
ölçülmüştür.
Hadis-i şerif, ölü bir
arazide dikilen bir ağacın hariminin her taraftan beş zira'(3-
Harim ise, bir şeyin
çevresinde bulunan sahadır ki o şeyinhukuku ve ayrılmaz bir bütünü
kabilindendir. Bu yerde sahibinden başkasının tasarrufu haramdır.[213]
Abdullah b. Ahmed'in
Zevâidü'I-Miisned'inde ayrıca Ebû Avâne ile Taberânî'nin Ubâde b. Sâmit'ten
rivayet ettiği bir hadis-i şerif se, Hz. Peygamber'in her bir hurma ağacı için
dört taraftan dalı uzunluğunda harim tesbit ettiği ifade edilmektedir.
İbn Mâce'nin rivayeti de
böyledir. Bu durum hâdisenin tekerrür ettiğini gösterir. Durum böyle olunca,
bir ağacın hariminin iki şekilde tesbit edildiğini ve bu iki şeklin de caiz
olduğu ortaya çıkar.
Yahutta mevzumuzu
teşkil eden hadisin en doğru tefsiri Ubâde b. Sâmit hadisidir.[214]
[1] Bk. Yeniçeri, Celal; el-İhtiyâr Tercemesi, 112;
Davudoğlu, A, Selâmet Yollan, IV, 224.
[2] İsrâ, (17) 23.
[3] İsrâ, (17), 4.
[4] Bk. Selâmet Yolları, a.g.y.
[5] Bk. el-İhtiyâr Tercemesi, 244.
[6] Nisa, (4) 105.
[7] Mâide, (5) 42.
[8] Mâide, (5) 49.
[9] Sâd,(38)26.
[10] Nisa, (4) 135.
[11] ez-Zühaylî, el-Fıkhu'1-İslâmî fi Üslûbihi'l-Cedîd, II,
569-571.
[12] Bilmem Ömer Nasuhi, Hukuki İslâmiye Kamusu, VIII, 214;
el-İhtiyâr Tercemesi, 113.
[13] Bk. Debbasoğhı Ahmet, Ansiklopedik Büyük İslâm
İlmihali, 192-193.
[14] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/143-145.
[15] Tirmizî, ahkâm 1; İbn Mâce, ahkâm 1; Ahmed b. Hanbel,
II, 230, 365.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/146.
[16] Tirmizî, ahkâm 1, Mâce, ahkâm 1; Ahmet b. Hanbel, II.
230, 365.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/146.
[17] Bk. Bilmen Ö.Nasuhi, Hukuk-i İslâmiye Kamusu, VIII,
212.
[18] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/146-147.
[19] İbn Mâce, ahkâm 3.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/148.
[20] Bk. Bilmen Ö.N, Hukuk-i İslâmiyye Kamusu, VIII, 214.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/148-149.
[21] Buharı, i'tisâm 20, 21; Müslim, akdiye 15, Nesâî,
ahkâm 2, kudât 3; tbn Mâce, ahkâm 3; Ahmed b. Hanbel, IV, 198, 204, 205.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/149-150.
[22] Bk. Davudoğlu Ahmed, Salih-i Müslim Terceme ve Şerhi,
VI, 414.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/150-152.
[23] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/152.
[24] Mirkâtu'l-Mefâtih, IV, 147.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/153.
[25] Mâide, (5) 44.
[26] Mâide, (5) 47.
[27] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/153-154.
[28] Bk. Müslim, hudûd 28.
[29] Bk. Tefsiru'l-Hâzin, II, 57.
[30] Bk. Kadı Beydavî, Envârü't-Tenzîl, II, 293.
[31] Bk. Hak Dini Kuran Dili, III, 1969.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/154-155.
[32] Ravi Ebû Mes'ud (r.a), sahabenin büyüklerindendir.
Rical kitaplarında açıklandığına göre; ismi, Ukbe; künyesi, Ukbe b. Ömer b. Sa'lebe
b. Asîre b. Atiyye b. Hadare b. Avf b. Haris b. Hazrec.dir.
Ebû Mes'ud, İkinci
Akabe bîatında Rasûl-i Ekrem'e bîat ederek İslâmiyetİ kabul etmiş, Bedir
savaşından başka Hz. Peygamber'in bütün sa-vaşlarına katılmıştır. Hz. Ali'nin
en yakınlarından olan Ebû Mes'ud, Hz. Ali İle birlikte Sıffin harbine de
iştirak etmiş, hemen ardından onunla birlikte Kûfe'ye dönmüştü. Uzun süre
Kûfe'de kaldıktan sonra hayatının son zamanlarında Medine-i Münevvere'ye döndü.
Ebû Mes'ud, Hz. Peygamber'in hadislerini rivayet ederek ümmete büyük
hizmetler ifa eden yüksek zatlardandır. Hadis kitaplarında onun 102 rivayeti
nakledilir. Hicretin 40. senesinde vefat ettiği söylenir. (Eşref Edib, Asr-ı
Saadet, III, 287-289)
[33] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/155-156.
[34] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/156.
[35] Tirmizî, ahkâm 1.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/156-157.
[36] el-Binâye fî Şerhi'l-Hidâye, VII, 7.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/157-158.
[37] Buharı, icâre 1, mürteddîn 2, ahkâm 7; Müslim, imâre
15; Ebû Dâvûd, hudüd 1; Ahmed b. Hanbel, IV, 409.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/158.
[38] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/158.
[39] Tirmizî, ahkâm 9; İbn Mâce, ahkâm 2; Ahmed b. Hanbel,
II, 164, 190, 194, 212, 387, 388, V, 279.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/158-159.
[40] Mübârekfurî, Tuhfetul-Ahvezî, IV, 565-566;
Aliyyü'1-Kârî, Mirkâtü'l-Mefâtih, IV, 153.
[41] Neylül-Evtâr, VIII, 302.
[42] el-Binâye fi Şerhi'l-Hidâye, VII, 7.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/159-160.
[43] Ahmed b. Hanbel IV, 192.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/160-161.
[44] Ahmed b. Hanbel, IV, 424; Telhîsü'l-Habîr, IV, 189;
Mecmaü'z-Zevâid, IV, 200.
[45] Bk. 2946 nolu hadis.
[46] Bk. Vehbe ez-Zühay!î, el-Fıkhu'l-İslâmî fî Üslûbi
hi'I-Cedîd, II, 594; Bedâyiu’s-Sanâi, VII, 9; Fethu'l-Kadîr, V, 497; Lübâb, IV,
81.
[47] Hukuk-i İslâmiyye Kamusu, VIII, 220.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/161.
[48] Tirmizî, ahkâm 5; Ahmed b. Hanbel, I, 111, 149, 150.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/162.
[49] Bk. el-Binâye, VII, 60.
[50] Müslim, akdiye 7.
[51] Hukuk-i İslâmiye Kamusu, VIII, 231.
[52] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/162-164.
[53] Buharı, şehâdât 27, hayt 10, ahkâm 20; Müslim, akdiye
4; Ebû Dâvûd, edeb 87; Tirmizî, ahkâm 11, 18; Nesâî, kudât 12, 33; İbn Mâce,
ahkâm 5; Muvatta, akdiye 1; Ahmed b. Hanbel, II, 332, VI, 203, 290, 307, 308,
320.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/164.
[54] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/165.
[55] Bk. Davudoğlu Ahmed, Sahih-İ Müslim Terceme ve Şerhi,
VIII, 403-404.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/165-166.
[56] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/166-167.
[57] Bk. Debbağoğlu Ahmed, Ansiklopedik Büyük İslâm
İlmihali, 676.
[58] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/167.
[59] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/167-168.
[60] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/168.
[61] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/168.
[62] Nisa, (4) 105.
[63] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/168-169.
[64] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/169.
[65] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/169.
[66] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/169-170.
[67] Hukuk-i İslâmiye Kamusu, VIII, 220-222; Binâye, VIII,
28.
[68] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/170-171.
[69] Buharı, ahkâm 13; Müslim, akdiye 16; Tirmizî, ahkâm 7;
Nesâî, kudât 32; Ibn Mâce, ahkâm 4; Ahmed h. Hanbel, V, 36, 38, 46, 52.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/171.
[70] Davudoğlu Ahmed, Selâmet Yollan, IV, 257-258.
[71] Hukuk-i İslâmiyye Kamusu, VIII, 224.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/171-172.
[72] Mâide, (5) 42.
[73] Mâide, (5) 49.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/172-173.
[74] Mâide, (5) 42.
[75] Hak Dini Kur'an Dili, III, 1688.
[76] Bk. Ahmed es-Sâvî, es-Sâvî Ale'l-Celîeyn, I, 247.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/173-174.
[77] Mâide, (5) 42.
[78] Ahmed b. Hanbel, I, 363.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/174.
[79] Bk. Çeviren: Karlığa
Bekir; Hadislerle Kur'an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesîr, V, 2348-2349.
[80] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/174-175.
[81] Tirmizî, ahkâm 3; Ahmed b. Hanbel, V, 230, 236. 242.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/175-176.
[82] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/176-177.
[83] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/177.
[84] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/177.
[85] Tirmizî, ahkâm 17; İbn Mâce, ahkâm 23; Ahmed b.
Hanbel, II, 366.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/178.
[86] Hukuk-i İslâmiyye Kamusu, VIII, 7.
[87] Bk. Seyyid Sabık, Fıkhü's-Sünne, III, 310.
[88] Bk. A.g.e, 309.
[89] bk. A.g.e, 310.
[90] Bk. A.g.e, 306, 310.
[91] Bk. Davudoğlu A, Selâmet Yolları, IV, 124.
[92] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/178-180.
[93] Buharı, salât 71, 83, husûmât 4, sulh 14; Müslim,
müsâkât 20; Nesâî, kudât 20; İbn Mâce, sadakat 18; Dârimî, büyü 49; Ahmed b.
Hanbel, VI, 390.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/180-181.
[94] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/181.
[95] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/182.
[96] Müslim, akdiye 19; Tirmizî, şehadât 1; îbn Mâce, ahkâm
28; Muvatta, akdiye 3; Ah-med b. Hanbel, I, 18, IV, 115, 117, V, 192, 193.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/182-183.
[97] Bk. Sünen-i Ebû Dâvûd, Hadis no:4657.
[98] Bk. Davudoğlu Ahmed, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi,
VIII, 418-419.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/183.
[99] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/184.
[100] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/184-185.
[101] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/185-186.
[102] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/186.
[103] Hacc, (22) 30.
[104] Tirmizî, şehadât 3; tbn Mâce, ahkâm 32; Ahmed b.
Hanbel, IV, 178, 233, 321, 322.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/186.
[105] Hukuk-i İslâmiyye Kamusu,VIII, 160.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/187.
[106] Tirmizî, şehadât 2; İbn Mâce, ahkâm 3; Ahmed b.
Hanbel, II, 204, 208, 225.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/187-188.
[107] Enfâl, (8) 27.
[108] Bk.Bidâyetü'l-Müctehid Tercemesi, II, 597.
[109] Ek. el-îhtiyâr Tercemesi, 139.
[110] Bk. Savaş Mehmet, İbn Âbidin Terceme ve Şerhi, XII,
476.
[111] Bk.el-îhtiyâr Tercemesi, 139.
[112] Bk. A.g.e, 138.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/188-189.
[113] Tirmizî, şehadât 2; İbn Mâce, ahkâm 3; Ahmed b.
Hanbel, II, 204, 208, 225.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/190.
[114] İbn Mâce, ahkâm 30.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/190.
[115] Bk. Hak Dini Kur'ân Dili, IV, 2604.
[116] Sünen-i İbn Mâce Tercemesi ve Şerhi, VI, 467.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/190-191.
[117] Buharı, nikâh 23; Tİrmizî, radâ 4; Ahmed b. Hanbel,
IV, 384.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/191-192.
[118] Bk. Davudoğlu Ahmed; Bülûğu'l-Merâm Terceme ve Şerhi,
lif, 467-468.
[119] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/192-193.
[120] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/193-194.
[121] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/194-195.
[122] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/195-196.
[123] Mâide, (5) 106.
[124] Buharı, vesâyâ 35; Tirmizî, tefsir sûre (5) 20.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/196-197.
[125] Bk. Mollamehmetoğlu, O. Zeki, Sünen-i Tirmizî
Tercemesi, V, 174.
[126] Mâide, (5) 106.
[127] Bakara, (2) 282.
[128] Bk. Hak Dini Kur'an Dili.III, 1831-1833.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/197-199.
[129] Buharî, cihad 12, tefsir sûre (33) 3; Nesâî, büyü 81;
Ahmed b. Hanbel, V, 188, 189, 216.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/199-200.
[130] Bk. İbn Hacer, Fethu’I-Bârî, X, 137.
[131] Bk. Eşref Edip, Asrı Saadet-Peygamberimizin
Ashabı,III, 388, Şamil Yayınevi.
[132] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/201-202.
[133] Müslim, akdiye 3; Tirmizî, ahkâm 13; Muvatta, akdiye
5, 6, 7; İbn Mâce, ahkâm 31; Ahmed b. Hanbel, I, 315, 323, III, 305, V, 285.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/202.
[134] Buharî, rehn 6; Müslim, akdiye 1; Ahmed b. Hanbel, I,
343, 351, 363.
[135] Zürkanî, Şerhu Muvatta,IV, 377; Muvatta, akdiye 4.
[136] Bakara,(2) 282.
[137] Buharı, rehn 6, şehadât 20,29, diyât 22; Müslim, eymân
221; Ahmed b. Hanbel, V, 211.
[138] Bk.Bidâyetü'l-Müctehid Tercümesi, II, 602.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/202-204.
[139] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/204.
[140] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/204.
[141] Müslim, akdiye 3; Tirmİzî, ahkâm 13; İbn Mâce, ahkâm
31; Muvatta, akdiye 5, 6, 7;Ahmed b. Hanbel, I, 315, 323, III, 305.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/204-205.
[142] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/205-206.
[143] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/206.
[144] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/206-208.
[145] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/208-209.
[146] Nesâî, kudât 35; İbn Mâce, ahkâm 11.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/209-210.
[147] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/210.
[148] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/210.
[149] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/210-211.
[150] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/211.
[151] îbn Mâce, ahkâm II, 20; Ahmed b. Hanbel, II, 317, 489,
524.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/212.
[152] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/212-213.
[153] Sünen-i İbn Mâce Terceme ve Şerhi, VI, 397-399.
[154] A.g.e, 399-400.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/213-214.
[155] Buharı, şehadât 24.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/214.
[156] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/215.
[157] Nesâî, kudât 35; İbn Mâce, ahkâm 11.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/215.
[158] Buharı, şehadât 20, rehn 6, 20, 23, tefsir sûre (3) 3;
Müslim, akdiye 23;Tirmizî, ahkâm 12; Nesâî, kudât 36; İbn Mâce, ahkâm 7; Ahmed
b. Hanbel, I, 253, 288, 323, 351, 356, 363, II, 70.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/215.
[159] Bk. Mübârekfurî, Tuhfetü'l-Ahvezî, IV, 571
[160] Bk. Süleyman Hasbî, Tafsil li-Tavzîhi'l Kavâidi'l-Fıkhiyye
ve'l-Usûliyye Evvelil-Mecelleti'l- Ahkâmi'l-Adliyye,198.
[161] Bk. A.g.y; Yeniçeri Celal, el-İhtiyâr Metn-i Muhtar
Tercemesi, 125.
[162] Bk. Erkan Arif, Gurer ve Dürer Tercemesi,IV, 160.
[163] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/215-216.
[164] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/217.
[165] Bk. el-İhtiyâr Tercemesi, 125-126.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/217.
[166] Âli İmran, (3) 77.
[167] Buharî, husumât 4, ahkâm 30; Müslim, eymân 220, 223,224;
Tirmizî, büyü 42, ahkâm 12, tefsir sûre (3) 4; Ebû Dâvûd, eymân 25; İbn Mâce,
ahkâm 7; Ahmed b. Hanbel, I, 379, 426.IV, 317, V, 211, 212.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/218.
[168] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/218-219.
[169] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/219-220.
[170] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/220.
[171] Müslim, eymân 223; Tirmizî, ahkâm 12; Ebû Dâvûd 3245
nolu hadis.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/220-221.
[172] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/221.
[173] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/221-222.
[174] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/222.
[175] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/222-223.
[176] Buharı, menakıb 26; tefsir sûre (3) 6.
[177] Bk. Yeniçeri Celal, el-ihtiyâr Tercemesi,125.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/223-224.
[178] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/225.
[179] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/225.
[180] Buharı, istikraz 13; Nesâî, büyü 100; İbn Mâce,
sadakat 18; Ahmed b. Hanbel, V, 388, 389.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/226.
[181] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/226-227.
[182] İbn Mâce, sadakat 18.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/227.
[183] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/227-228.
[184] Tirmizi, diyât 20; Nesâî, sarık 2; Ahmed b. Hanbel, V,
2.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/228.
[185] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/228.
[186] Ahmed b. Hanbel, V, 2, 4.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/228-229.
[187] El-Benna A.A,Biiluğu'l-Emânî min
Esrâri'l-Fethi'r-Rabbânî, XVI, 124.
[188] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/229.
[189] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/230.
[190] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/230.
[191] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/230.
[192] Buharî, mezâlim 29; Müslim, müsâkât 144; Tirmizî,
ahkâm 20; İbn Mâce, ahkâm 16; Ahmed b. Hanbel, I, 235, 303, 313, 317, II, 228,
429, 466, 474, 495.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/231.
[193] Bk. Davudoğlu Ahmed,Sahih-i Müslim Tercüme ve
Şerhi,VIII, 121.
[194] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/231-232.
[195] Buharı, mezâlim 20, eşribe 24; Müslim, müsâkât 136;
Tirmizî, ahkâm 18; İbn Mâce, ahkâm 15; Muvatta, akdiye 32; Ahmed b. Hanbel, II,
240, 463, 111,480.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/232.
[196] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/232-233.
[197] Tirmizî, birr 27; İbn Mâce, ahkâm 17; Ahmed b. Hanbel,
III, 457.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/233-234.
[198] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/234.
[199] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/234-235.
[200] Bk.Mecelle,Madde 27.
[201] Bk.Mecelle,Madde 25.
[202] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/235-236.
[203] Nisâ,(4) 65.
[204] Buharı, tefsir (4) 12, sulh 12, müsâkât 6-8; Müslim,
fadâil 129; Tirmizî, ahkâm 2( tefsir (4) 13; İbn Mâce, mukaddime 2, rühûn 20;
Nesâî, kudât 19,27; Ahmed b. Hanbel, I, 166, IV, 5.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/236-237.
[205] Bk. 3646 nolu hadis.
[206] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/237.
[207] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/237-238.
[208] İbn Mâce, rühûn 20; Muvatta, akdiye 28.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/238.
[209] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/239.
[210] İbn Mâce, rühûn 23.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/239-240.
[211] Bk. el-İhtiyâr Tercemesi, 189.
[212] Bk. Aynî, Binâye, IX, 448.
[213] Bk. el-İhtiyâr Tercemesi, 188.
[214] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/240.