Alım Satım Akdinin Meşru Oluşu:
Alım Satım Akdinin Meşru Oluşundaki Hikmet:
1. İçerisine Yemin Ve Boş Söz Karışan Ticaret
4. Faiz Yiyen Ve Yedirenin Durumu. 17
6. Alışveriş Esnasında Yemin Etmenin Mekruh Oluşu
7. Tartıyı Ağır Tutmak (Ve Ücretle Tartmak)
8. Hz. Peygamberin, "Ölçek Medine'nin Ölçeğidir"
Sözü
9. Borç Konusunda Şiddet Göstermek. 24
11. Borcu Daha İyisiyle Ödemek
13. Kılıncın Ziynetinin Gümüş Para Mukabilinde Satılması
14. Gümüşün Yerine Altın Almak
15. Hayvanı Hayvan Karşılığında Veresiye Olarak Satmak
16. (Hayvanı Hayvan Karşılığında Veresiye Satmakta) Ruhsat
17. Hayvanı Hayvan Karşılığında Peşin Olarak Satmak
18. (Taze) Hurmayı (Kuru) Hurma Karşılığında Satmak
19. Ariyye Yoluyla Yapılan Alışverişler
22. Salahı Görünmeden Önce Meyveyi Satmak
23. Ağacın Vereceği Meyveyi Birkaç Seneliğine Satmak
25. Muzdarrın (Zorda Kalanın) Satışı
27. Mudarebe
(Rabbü'l-Mal'in Emrine) Muhalefet Etmesi
Sahih Bir Müdârebe Akdinde Kâr-Zararın Bölüşülmesi:
28. Bir Kimsenin Başka Birinin Malında Onun İzni Olmadan
Ticaret Yapması
29. Sermaye Olmadan Yapılan Ortaklık
Ortakların Müzâraadan Faydalanma Şekilleri:
Müzâraanın Münfesih Sayılmasına Sebep Olan Şeyler:
31. Müzâraanın Nehyi Konusunda Ağır Hükümler Taşıyan
Hadisler
32. Sahibinin İzni Olmadan Bir Araziyi Ekmek
Müsâkâtla İlgili Bazı Hükümler:
35. (Ağaçtaki Meyveyi) Tahmin Etmek. 80
36. (Kuran) Öğretmenin (İn) Kazancı. 82
Kur'an Okuma Karşılığında Ücret Almanın Hükmü:
Kur'an-i Kerim Öğretme Karşılığında Ücret Almak:
Kur'an Öğretme Karşılığında Hediye Kabul Etmek:
Hastalara Kur'an Okumak ve Karşılığında Ücret Almak:
38. Hacamat Yoluyla Kan Alanın Kazancı
40. Erkek Hayvanın Menisi Karşılığında Ücret Almak
42. Malî Olan Bir Kölenin Satılması. 93
43. Şehre Gelen Malı Şehir Dışında Karşılamak
44. Bir Kimsenin Satın Almak İstemediği Halde Müşteriler
Arasına Girip Fiat Yükseltmesi Yasaktır
45. Şehirlinin, Köylünün Yerine Satışının Yasak Oluşu
Hakkındaki Hadisler
46. Sütlü Görünmesi İçin Birkaç Gün Sağılmayan Hayvanı
Satın Alıp Da Buna Razı Olmayanın Durumu
47. İhtikâr (Stokçuluk) Yasaktır
İhtikârın Uhrevî ve Dünyevî Sonuçları:
49. Narh Koymak (Fiatları Sınırlamak)
50. (Alışverişte) Hilekârlık Yasaktır
51. Alışveriş Yapanların Muhayyerliği
53. Bir Satış İçerisinde İki Satış Yapmak
54. Iyne Yoluyla Yapılan Alışveriş Yasaktır
Selemin Sahih Olması İçin Gerekli Olan Şartlar:
58. Âfetin (Verdiği Zararın) İndirilmesi
62. Kedi (Satışı Karşılığında Alınan) Para (Nın Hükmü)
63. Köpeklerin (Satışı Karşılığında Alınan) Para (Nın
Hükmü)
64. Şarap Ve Ölü Hayvanın (Satışından Alınan) Para
65. Satın Alınan Yiyecek Maddesini Teslim Almadan Satmak
66. Alışveriş Yaparken, 'Kandırma Yok" Diyen Adam
68. Kişinin Yanında Olmayan Bir Şeyi Satması
71. Bir Köle Satın Alıp Kullanan, Sonra Onda Bir Ayıp
Bulan Kişi Hakkındaki Hadisler
72. Satılan Mal Elde Mevcut Olduğu Halöe Alıcı Ve
Satıcının İhtilâf Etmeleri
74. Bîr Adam İflas Eder Ve Alacaklı Malının Aynını Onun
Yanında Bulursa Ne Yapar?
75. Yürümekten Aciz Bir Hayvanı Canlandıran Kişi Ona Sahip
Olur Mu?
77. İnsan Çocuğunun Malından Yiyebilir
78. Malını Birisinin Yanında Bulan Kişi Onu Alır
79. Hak Sahibi Olan Kimse Hakkını Borçlunun Malından (Onun
İzni Olmasa Bile) Alır
82. Kişinin, Bir İhtiyacını Gidermesi İçin Hediye Vermesi
83. Çocuklarının Bir Kısmına Diğerlerinden Daha Çok Mal
Bağışlayanın Durumu
84. Kadının Kocasının İzni Olmadan Hediye Vermesi, Bağışta
Bulunması
86. Ömürlük Mal Verirken; "...Ve Çocukları İçin"
Diyen Kişinin Durumu
89. Bir Şeyi Bozan Kişi Onun Mislini Öder
90. İnsanların Ekinine Zarar Veren Hayvanların Durumu
Büyü, bey' kelimesinin çoğuludur. Bey'in değişik açılardan
çeşitleri olduğu için, gerek hadis gerekse fıkıh kitaplarında ilgili bölüm,
çoğul olan büyü' kelimesi ile ifade edilir.
Bey' sözlükte; mutlak
olarak "değişim" manasınadır. "Malı, mala değişmek"
şeklinde de açıklandığı yerler vardır.
Istılahta
bey';"Taraflann rızası ile malı mala değişmek" demektir.
Bu tariften
anlaşıldığına göre; bir akdin bey' (alım satım) sayılması için;
a) Akdi
yapanların rızalarının bulunması gerekir. Rıza olmadan, başkasının zorlaması
ile ortaya çıkan bir irade beyanı ile alım satım akdi gerçekleşmez.
b) Mal
değişimi gerekir. Yani, alıcı ile satıcının birbirlerine verdikleri bedellerin
mal sayılan şeylerden olması grekir. Taraflardan birisi, eline geçene mukabil
hiçbir şey vermezse veya maldan başka (meselâ hizmet) bir şey verirse, bu akde
alım satım akdi denilmez.
Alım satım akdinin
rükünleri; icab ve kabuldür.
İcab: Bir alım satım
akdi ortaya koyabilmek için alıcı veya satıcıdan birinin önce söylediği
sözdür. Satıcının, "Ben bu malı şu kadar liraya sana sattım" veya
alıcının, "Ben bunu şu kadar liraya satın aldım" demeleri icabtır.
Kabul: İcaba cevap
olarak söylenen sözdür. Satıcının icabına karşılık alıcının "satın
aldım" ya da alıcının icabına karşılık satıcının "sattım" demeleri
kabuldür.
Alım satım akdi; icab
ve kabule delâlet eden sözlerin, "aldım, sattım" gibi mazi (geçmiş
zaman) ve "alıyorum, satıyorum" gibi hal (şimdiki zaman) sigalarıyla
söylenmesi ile.gerçekleşir.[1]
"Alacağım, satacağım" gibi gelecek zaman sigasıyla, "alır mısın,
satar mısın?" gibi soru ile ve "al, sat" gibi emir kipi ile alım
satım gerçekleşmez.
Bir alım satım akdinin
gerçekleşmesi için şu şartların bulunması gerekir:
a) Akid yapanlar
açısından:
1- Akıl: Bu
şart, "ehliyet" sözü ile de ifade edilir.
2- Aded: Alıcı ve satıcının bulunması. Bir
kişi. hem alıcı hem de satıcı olamaz.
b) Akid
yönünden:
1- Kabulün icaba
uygun olması. Yani icab hangi mala veya mallara, hangi bedel karşılığında
yapılmışsa, kabulün de buna uygun olması.
2- İcab ve
kabulün, geçmiş zaman veya şimdiki zaman sigası ile olması.
c) Akdin
yeri bakımından:
İcab ve kabulün aynı
mecliste olması. Meclisten maksat.Hanefflere göre; alışverişin konuşulması
(söz meclisi); Şâfiîlere göre, alışverişin konuşulduğu yer (beden meclisi)
dir.
d) Akde konu
olan mal bakımından:
1- Satılan
şeyin mal olması,
2- Malın
elde mevcut olması,
3- Malın
değerinin olması (mütekavvim),
4- Mal,
sahip olunan cinsten olması,
5- Satıcı,
kendi adına satmişsa o mala sahip olması,
6- Malın
tesliminin mümkün olması.
Bu şartlar, alım satım
akdinin kurulması için gerekli olan şartlardır. Hadisler şerhedilirken yeri
geldikçe bunlara daha geniş olarak temas edilecektir.
Alım satım akdinin,
nefâzı, sıhhati ve lüzumu için de birtakım şartlar vardır. Bunlar, fıkıh
kitaplarının ilgili bölümlerinde görülebilir.
Yukarıda, büyü
kelimesinin çoğul olduğu; bey'in değişik yönlerden çeşitlerine işaret için
tekil değil de çoğul olarak kullanıldığını söylemiştik. Şimdi de kısaca bey'
(alım satım akdi) in çeşitlerine göz atalım:
1- Hüküm
yönünden alım satım akdi (bey') ikiye ayrılır:
a) Mün'akid
olan,
b) Mün'akid
olmayan. Buna "bâtıl" da denilir. Hem asıl hem de vasıf yönünden
meşru olmayan akidlerdir. Bu akidler yok hükmündedir.
Mün'akid olanlar kendi
arasında ikiye ayrılır:
1) Fasid
alışverişler: Asıl itibariyle meşru olan fakat vasıf yönünden meşru almayan
akitlerdir. Fesada sebep olan şey ortadan kaldırılırsa, bu akid salih hale
gelir. Vade müddeti tayin edilmeden yapılan vadeli satışlar buna nisâldir.
2) Sahih
alışverişler: Hem asıl hem de vasıf yönünden meşru olan akit-erdir; bu da ikiye
ayrılır:
a) Mevkuf: Başka
birinin hakkı taalluk eden akitler. (Bir başkasının mamı, onun haberi olmadan
satmak gibi). Bu akit, hak sahibinin icazet ver-nesi ile geçerlilik kazanır
b) Nafiz:
Başkasının hakkı taalluk etmeyen akitlerdir. Bu akitler de ikiye ayrılır:
1) Lâzım olan
(kesinlik kazanan): İçerisinde herhangi bir muhayyerlik
bulunmayan akitler.
2) Lâzım
olmayan (kesinlik kazanmayan): Kendisinde herhangi bir muhayyerlik bulunan
akitler.
II- Alım
satım akdine konu olan mallar açısından, alışverişler dörde ayrılır:
1) Mutlak
alım satım akdi (el-bey'ul-mutlak): Bir
metal (ayni) para mukabilinde satmak. Eşya, hayvan, hububat, para, bina gibi
malları para karşılığı satmaktır. Mutlak olarak bey' denildiğinde bu alışveriş
çeşidi anlaşılır.
2) el-Mukâyaza:
Metaı meta karşılığında satmaktır. Bugünkü karşılığı ile trampadır.
3) Selem:
Parayı peşin verip malı ilerideki bir zamanda teslim almak üzere yapılan
akiddir. Bu akde "selef" de denilir.
4) Sarf:
Parayı, para karşılığında satmak, yani para bozdurmaktır.
III- Bedel
yönünden alım atım akdi de dört çeşittir:
1) el-Müsâveme: Satıcının, sattığı malın kendisine mal
oluş fiatını hiç anmadan, alıcı ile belirli bir fiat üzerinde anlaşarak malını
satmasıdir.
2) et-Tevliye: Satıcının malın kendisine mal oluş fiatını
söyleyip, aynı fiyattan satmasıdır.
3) el-Mürâbaha:
Satıcının, malın kendisine mal oluş fiyatını söyleyip üzerine belirli bir oran
veya mikdarda kâr koyarak satmasıdır. Meselâ, "Bu mal bana 100 liraya mal
oldu, sana yüzde on kârıyla sattım." demesi murabahadır.
4) el-Vadî'a:
Satıcının malın kendisine mal olduğu fiyatı söyleyip, o fiyattan biraz daha
ucuza satması, (murabahanın zıddı)dır.[2]
Alım satım akdi, dînen
kitap, sünnet ve icma ile sabittir. Buna hiçbir kimsenin itirazı yoktur. İleride
alışverişin cevazına delâlet eden hadisler gelecektir. Ayrıca, Hz. Peygamber
(s.a) peygamber olarak geldiğinde, insanların ticaretle meşgul olduklarını
görmüş ve bunu menetmemiş, hatta dürüst tüccarları övmüştür. İbn Ömer'in
rivayet ettiği bir hadiste, Rasûlullah (s.a): "Güvenilir, dürüst ve
müslümantacir, kıyamet gününde şehitlerle beraberdir" buyurmuştur.[3] Biz,
alışverişin cevazını gösteren hadlisleri ileriye bırakarak burada iki âyet-i
kerimenin mealini vermek istiyoruz.
Allah (c.c) şöyle
buyurmuştur:
"Faiz yiyen şu
faizciler (yok mu? Bunlar kabirlerinden) ancak şeytan çarpmış sarmalıların
kalktıkları gibi kalkarlar. Bu, onların; 'alışveriş faiz gibidir' demeleri
sebebiyledir. Halbuki Allah, alışverişi helâl, faizi haram kılmıştır. Kim ki,
Rabbindcn kendisine (faizden nehyeden) bir öğüt gelir de vazgeçerse, artık
geçmişi ona hükmü de Allah'a aittir. Her kim de (faizi helâl saymaya) döner,
(yeniden faiz alır) sa, bunlar da cehennemliklerdendirler; hep orada
kalacaklardır."[4]
"Ey iman edenler!
Malınızı aranızda haksızlıkla (kazanıp) yemeyiniz. Meğer ki o, kazancınız her
birinizin rızasından (doğan) bir ticaret (malı) ola."[5]
Toplum halinde yaşayan
insanların, ihtiyaç duydukları tüm malları kendilerinin üretmeleri mümkün
değildir. Medeniyetin ilerlemesi ile, fertlerin yanı sıra, devletlerde bile
bazı sahalarda ihtisaslaşmalar olmaya başlamıştır. Meselâ, bazı devletler
tekstilde ihtisaslaşırken, başkalarının demir çelikte veya ;arımda
ihtisaslaştıklan görülmüştür. Bu hal, insanların bazı ihtiyaçlarını başkalarının
ürettikleri mallarla karşılama mecburiyetini doğurmuştur.
İnsanların,
başkalarının mallarını ele geçirmeleri ya; hırsızlık, gasp, yağ-ııa gibi gayri meşru
ya da karşılığını ödeyerek veya mal sahibinin rızası ile karşılıksız olarak
meşru bir yolla mümkün olur. Dinimiz hak ve adalet ölçü-erine tamamen aykırı
olan birinci yolu kesinlikle yasak etmiş, o yola başvuranlara en ağır cezaları
koymuştur. İkinci yolu ise, kabul ve teşvik etmiştir. Parafların rızaları ile
karşılıklı mal değişimi dediğimiz ticarette, alıcı ve satınlann haklarını
korumak, aralarında anlaşmazlıkların çıkmasını önlemek, arafların haksız kazanç
sağlamalarına engel olmak için genel prensip ve kuallar koymuştur.
Önümüzde gelecek olan
hadisler, İslâm Peygamberi'nin ticaretle ilgili öz ve işlerinden bazılarıdır.
Yeri geldikçe ticaretle ilgili hükümler inşaallah lyrıntılı bir biçimde ele
alınacaktır.
Bu bölümde ikiyüz kırk
beş hadis vardır.[6]
3326... Kays
b. Ebî Garaza'nm[8] şöyle dediği rivayet
edilmiştir: Rasûlullah (s.a) devrinde bize (tacirlere) "simsarlar"
denilirdi. Rasûiullah (s.a) bize uğrayıp ondan daha güzel bir isim verdi ve:
"Ey tacirler topluluğu! Şüphesiz alışverişde boş laf ve yemin bulunur.
Onun için siz ona sadaka karıştırınız."buyurdu.[9]
Simsar; satıcı ile
alıcının arasına girip, satışı gerçekleştirmeye çalışan kişidir.
Bugün simsar denilince,
komisyoncu anlaşılır. Ancak, hadisin muhtevasından anladığımıza göre,
Hz. Peygamber devrinde "simsar" diye tacirlere deniliyordu. Hz.
Peygamber onlardan simsar adını kaldırarak "tacir" ismini verdi.
Hattâbî, Hz.
Peygamber'in, "simsar" ismini kaldırıp da "tacir"deme-siniri
hikmetini şöyle açıklar:.
"Simsar yabancı
bir kelimedir. O zaman, alışveriş işini yapanların çoğu yabancı idi. Onun için
Araplar, simsar kelimesini onlardan almışlardı. Hz. Peygamber (s.a) bu ismi
arapça bir isim olan ticaret kelimesi ile değiştirdi. Kavinin; Hz. Peygamber
bize, ondan daha güzel bir isim verdi, sözünün manası işte budur."
Tercemeye "boş
söz" diye geçtiğimiz "lağv" kelimesi; hesaba katılmayan,
faydası olmayan, insanın düşünmeden ve kasdetmeden söylediği boş sözdür.
Aliyyü'1-Kârî; "lağv"ın, "Dünya ve âhirette hiçbir faydası olmayan
söz" olduğunu söyler.
Hadiste mevzubahis
edilen "yemin"den maksat da, ya lüzumsuz yere haddinden fazla edilen
yemin .ya da yalan yere edilen yemindir.
Hz. Peygamber (s.a):
"Alışverişe boş laf ve yemin karışır" buyururken, çoğunluğu
kasdetmiştir. Yani, "Çokça alışverişe yemin ve boş laf karışır"
demiştir.
Rasûlullah (s.a), boş
laf ve yemin karıştırılan alışverişteki kusuru telafi için sadaka verilmesini
tavsiye etmiştir. Çünkü sadaka, Allah'ın gazabını söndürür, günahların b;
-ıslanmasına vesile olur.
Hattâbî'nin verd.ği
bilgiye göre; ticaret mallarında zekâtın farz olmadığını söyleyen
bazı-Zahirîler, bu hadisi görüşlerine delil göstermek istemişlerdir. Bunlar
hadisi davalarına destek yaparken şöyle derler: "Eğer diğer zahiri
mallarda olduğu gibi, ticaret mallarında da zekât gerekseydi, Efendimiz onu
emreder ve; siz ona sadaka veya sadakadan bir şey karıştırınız, demekle iktifa
etmezdi."
Ancak Zahirîlerin bu
iddiaları, davalarına delil olamaz. Çünkü Hz. Peygamber burada, zaman belli
etmeden, mikdar tayin etmeden yemin ve boş söze keffaret olarak sadakayı
emretmiştir. Sene bitiminde kırkta bir olarak verilen zekât, başka yörelerden
beyana tabi tutulmuştur. Semüre b. Cündüb (r.a)'den rivayet edildiğine göre
Rasûlullah (s.a) onlara, ticaret için hazırladıkları mallardan sadaka
vermelerini emrederdi. Üstelik tüm müslümanla-rın uygulaması ve ulemanın kahir
ekseriyetinin görüşü, ticaret mallarından zekâtın gerekli olduğu tarzındadır.
Bütün bunlara karşılık anılan bazı Zahirîlerin aksi görüşte olmaları hilaf
sayılmaz.
Hattâbfden özet olarak
aldığımız bu sözler; hadisin, ticaret mallarında zekâtın farz olmadığı
tarzındaki bir düşünceye yardımcı olmadığını ortaya koymaktadır.[10]
1. Bir dile,
başka dillerden-giren kelimelerin değiştirilmesi meşrudur.
2.
Alışverişten sonra verilen sadaka, alışveriş esnasındaki lüzumsuz sözler ve
edilen yeminler için keffaret yerine geçer.[11]
3327...
Hüseyin b. İsa el-Bestamî, Hamid b. Yahya ve Abdullah b. Muhammed ez-Zührî;
Süfyân'dan, Süfyân; Cami h. Ebî Raşid, Ab-dülmelik b. E'yen ve Âsım'dan, onlar;
Ebî Vâil'den, o da Kays b, Ehî Garaze'den, önceki hadisi rrîana olarak rivayet
etmişlerdir.
(Bu rivayete göre
Rasûlullah, ("Onda beş söz ve yemin bulunur" yerine), "Onda,
yalan ve yemin bulunur" buyurmuştur.
(Ebû Dâvûa un hocası)
Abdullah ez-Zührî (yukarıdaki cümlenin yerine), "Boş söz ve yalan"
demiştir.[12]
Görüldüğü gibi bu
rivayet yukarıdaki hadisin değişik bir isnadla gelen başka bir rivayetidir.
Metinler arasında da bazı farklar göze çarpmaktadır.[13]
3328... İbn
Abbas (r.anhüma)'dan şöyle-rivayet dilmiştir: Bir adam, on dinar alacaklı
olduğu borçlusunun peşine takılıp: Vallahi, borcunu ödeyinceye veya bir kefil
getirinceye kadar senden ayrılmam, dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) o
paraya kefil oldu.
Borçlu, Rasulullah'ın
va'd ettiği zamanda geldi.[14]
Rasûlullah (s.a) adama:
"Bu altını
nereden buldun?" diye sordu. Adam: Madenden, dedi. Rasûlullah (s.a):
“Bizim ona ihtiyacımız
yok, bunda hayır da yok." buyurup, borçlunun yerine borcunu ödedi.[15]
Hadisin İbn Mâce'nin
Sünen' indeki rivayetinde; buradakinden fazla olarak, alacaklının borçluyu Hz.
Peygamber'e çekip götürdüğü ve Hz. Peygamber'in borçlu için bir ay mühlet aldığı
kaydedilniktedir. Ayrıca hadisin sonunda, borçlunun Hz. Peygamber'in dediği
zamanda geldiği de açıkça ifade edilmiştir.
Demek ki bir adam
borcunu ödeyememiş, Hz. Peygamber de ona kefil olup bir mühlet almıştır.
Verilen sürenin bitiminde borçlu elinde bir mikdar işlenmemiş altın madeni
olduğu halde gelmiş, Hz. Peygamber de bunu kabul etmeyerek, adamın borcunu
ödemiştir..
Hadis-i şerifin gerek
ifade ettiği mana, gerekse ihtiva ettiği hükümler itibariyle izahı gereklidir.
Hattâbî, hadis için güzel bir izahda bulunmuş, sonraki sarihler de
kitaplarında genelde bu izahı aktarmakla iktifa etmişlerdir. Biz de önce,
Hattâbî'nin bu açıklamasını aynen sunmak, daha sonra da bir iki âlimin farklı
işaretine temas etmek istiyoruz.
Hattâbî, MeâlimuVSünen
adındaki eserinde şöyle der:
"Hadis-i şerif,
kefaletin ve borçlu borcunu ödeyinceye kadar alacaklının kendisini takip edip
tasarruftan menetmesinin caiz olduğuna delildir. Hz. Peygamber (s.a)'in,
borçlunun madenden çıkardığı altını kabul etmeyip, "Bizim ona ihtiyacımız
yok, onda hayır da yok " buyurması, sadece Hz. Peygamber'in bildiği bir
sebepten dolayı olsa gerek. Yoksa bu, madenden çıkartılan altına sahip olup,
mal edinmenin mubah olmayışından değildir. Zira tüm altın ve gümüşler madenden
çıkartılmıştır. Ayrıca Hz. Peygamber (s.a); Bilâl b. el-Hâris'e, Kabeliyye
madenlerini vermişti. Onlar bu madenden hak veriyorladı. Günümüze kadar
müslümanların ameli de böyledir.
Hz. Peygamber'in
altını kabul etniemesi, şu yönden de olabilir:
Madenciler, maden
toprağım onu işleyenlere satarlar; onlar da toprağın içindeki altın ve
gümüşleri ayırırlardı. Bunda ise aldanma ve aldatma olabilir. Çünkü o toprakta
altın ve gümüş var mıdır, yok mudur, bilinemez. Nitekim içlerinde Atâ, Şa'bî,
Süfyân-ı Sevrî, Şafiî, Ahmed b. Hanbel ve İs-hak b. Râhûyeh'in de bulunduğu bir
ulema grubu, maden toprağının satılmasını mekruh görmüşlerdir.
Hadiste diğer bir yön
daha var ki o da şudur:
Rasûlullah'in,
"Bizim ona ihtiyacımız yok" sözünün manası; o altına revaç yoktur,
bizim ihtiyacımız onunla giderilmez demektir. Çünkü Hz. Peygamber'in kefil
olduğu darbedilmiş sikkeli altındı. Adamın getirdiği ise dar-bedilrnemişti ve
Rasûlullah'ın yanında bu işi yapacak kimse yoktu. Onlara altın paralar Rum
memleketlerinden (Bizans'tan) getiriliyordu. İslâm'da ilk sikkeyi basan ve
altın parayı yaptıran Abdülmelik b. Mervân'dır.
Hz. Peygamber'in bu
sözü, şu yönden dolayı söylemiş olması da muhtemeldir:
Rasûlullah (s.a), bunu
altının madenden çıkartılması esnasındaki bir aldanma veya aldatmadan, ya da
ondaki bir şüpheden dolayı kerih görmüştür. Çünkü onlar altını; bulduklarının
onda biri, beşte biri, üçte biri gibi hisselere mukabil çıkartıyorlardı. Bu
ise garar (aldanma-aldatma) dır. Çünkü işçinin altın bulup bulamayacağı
bilinmemektedir. Bu, kaçan köleyi ve ürküp kaçan deveyi geri getirmek üzere
yapılan akd gibidir. Bu akdi yapan, onları ele geçirebilecek mi belli
değildir..."
Rasûlullah'ın,
borçlunun getirdiği altını kabul etmemesini Sindî şöyle yorumlar:
"O şahıs, çıkardığı
madendeki devletin hakkı olan beşte bir hisseyi devlete vermemişti. Hz.
Peygamber bunu bildiği için, altını kabul etmedi ve onda hayır olmadığını ifade
etti."
Muhammed Zekeriyya
el-Kandehlevî de, Bezlü'l-Mechûd'a yaptığı ta'-likinde, Takrir' den naklen; Hz.
Peygamber'in, adamın madenden altın çıkarmasına mani olmamasını, bunun helâl
kazanç yollarından birisi olduğuna delâlet ettiğini; Rasûlullah'ın altını
kabul etmemesini ise, Efendimiz'in adama yaptığı iyiliği tamamlamak arzusuna
bağlı olduğunu söyler.
Üzerinde durduğumuz
hadisin "alışveriş" konusu ile ilgisini tayinde Bezlü'l-Mechûd"
da şu ifadelere rastlanmaktadır:
"Bu babın
alışveriş konusu ile ilgisi; madenlerden çıkartılan altın ve gümüşün, alım
satım akdinin üzerine aktedildiği para olmaları sebebiyledir. Çünkü hadiste,
madenden çıkartılanın altın olduğu beyan edilmektedir. Aynı şekilde, borcun
ödenmesi anında, malı mal ile değişme vardır ki bu da alışveriştir. İşte bu
d,a hadisin bey1 bahsi ile ilgisi yönüdür."[16]
1. Borçluya
kefil olmak caizdir.
2. Alacaklının,
borçlunun peşine takılması ve hakkını alıncaya kadar onun mâli tasarruflarına
mani olması caizdir.
3. Kefil,
mekfûlün anh (borçlu) borcunu ödemediği takdirde alacaklıya borcu ödemek
mecburiyetindedir.
4. Borçlunun
borcunu ödemekten aciz kalması halinde, ona mühlet vermek gerekir.[17]
3329...
Nu'man b. Beşîr (r.anhuma)'dan rivayet edilmiştir; der ki:
Rasûlullah (s.a)'ı
şöyle buyururken duydum:
"Şüphesiz helâl
da bellidir, haram da bellidir. (Fakat)bunlar aramda (helâl mi, haram mı
olduğu belli olmayan birtakım) şüpheli[18]
eyler vardır; ben bu konuda size bir misâl vereceğim(bu konuyu size lir misâlle
anlatacağım): Şüphesiz Allah (c.c) (girilmesi yasak olan) ıir koru kurmuştur.
Biliniz ki, Allah'ın korusu haram kıldığı şeyler-lir. Şüphesiz hayvanlarını
korunun etrafında otlatan kişi, her an ora-a dalabilir ve şüphesiz şüpheli
şeylere dalan kişi de (harama)her an esaret edebilir.”[19]
Hayli meşhur olan bu
hadis, Kutubu Sıtte denilen altı kıta binin tamamında yer almıştır. Bu
rivayetler arasında da azı fark'ır vardır. Bunların her birine ayrı ayrı işaret
uzun süreceği için, biz sadece Buharî ve Müslim'in rivayetlerine, tercemelerini
buraya aktararak işaret etmek istiyoruz.
Buharî'nin, Kitabu'I-İman'daki
rivayetinin tercemesi şöyledir:
"Helâl da
bellidir, haram da bellidir. İkisinin arasındada (birtakım)şüpheli şeyler
vardır ki çok kimseler onları bilmezler. Her kim şüpheli şeylerden sakınırsa
ırzını da, dinini de kurtarmış olur. Her kim de şüpheli şeylere dalarsa, koru
etrafında (hayvanlarını) otlatan bir çoban gibi, çok geçmeden içeriye
dalabilir. Haberiniz olsun ki, her kralın bir korusu olur. Bilmiş olun ki,
Allah'ın yeryüzündeki korusu, haram kıldığı şeylerdir. Yine haberiniz olusn ki,
bedenin içinde bir lokmacık et (parçası) vardır. O iyi olduğu zaman bütün
beden iyi olur, bozuk olduğu zaman da bütün beden bozuk olur. İşte o (et
parçası) kalptir."
Buharî'nin
Kitabu'l-Büyû'daki rivayeti de şöyledir:
"Helâl da
bellidir, haram da bellidir. Fakat bunlar arasında (birtakım) şüpheli şeyler
vardır. Her kim kendisince günah olma şüphesi olan bir şeyi terkederse, günah
olduğu açık olanı çoktan bırakmış demektir. Kim de günah olması şüpheli olan
şeye cür'et ederse, o da haram olduğu açık olan şeylere dalmağa yaklaşmıştır.
Günahlar, Allah'ın komşudur. Korunun etrafında hayvanlarını otlatan kişi her
an oraya dalabilir."
Müslim'in rivayeti de,
Buharî'nin önceki rivayeti ile aşağı yukarı aynıdır.
Hadisin izahına ve âlimlerin
hadisle ilgili olarak söyledikeleri şeylere geçmeden önce iki kelime üzerinde
durmak istiyoruz.
Müştebihât: Şüpheli
şeyler demektir. Bu kelime altı ayrı şekilde rivayet edilmiştir. Dipnotta da
işaret edildiği gibi bunlar; "müştebihât, müştebihet, müşebbehât,
müteşebbihât, müşebbihât ve müşbihât" dır.
Hımâ: Koru demektir.
İçerisine hayvan sokulması ya da ağacının kesilmesi, otunun yolunması
yasaklanan yani korunan yerlerdir.
Hz. Peygamber (s.a);
haramlığı apaçık beli olan şeyleri koruya, haram mı yoksa helâl mi olduğu
şüpheli olan şeyleri de korunun etrafına benzetmiştir.Yine Rasûlullah (s.a),
günah olup olmadığı şüpheli olan şeyleri yapan kişiyi, korunun etrafında hayvan
otlatan çobana benzetmiş ve bu çobanın hayvanlarının her an koruya girmesi muhtemel
olduğu gibi, şüpheli şeyleri yapanların da her an günaha dalabileceklerini
bildirmiştir.
Âlimler bu hadisin,
İslâm dininde pek büyük yeri olan dört temel hadisten birisi olduğunu
söylerler.Bu dört hadis şunlardır:
1- Üzerinde
durduğumuz bu hadis.
2- "Ameller
niyetlere göredir..." diye başlayan hadis.[20]
3- "Kişinin,
kendisini ilgilendirmeyen leyleri terketmesi, iyi bir müslüman
olmasındandır." hadisi.[21]
4- "Sizden
birisi, kendisi için arzu ettiğini müslüman kardeşi için de istemedikçe,
hakkıyla iman etmiş sayıl-
naz."hadisi.[22]
İbnü'I-Arabî; bütün bu
hükümlerin sadece (üzerinde durduğumuz) bu hadisten çıkartılmasının mümkün
olduğunu söyler. Kurtubî de bu sözü izah sadedinde şöyle der:
"Çünkü bu hadis;
helâl, haram ve diğer hükümlere, bütün amellerin kalbe bağlı olduğuna işaret
etmektedir. Onun için bütün hükümlerin bu hadise döndürülmesi mümkündür."
Hadis-i şerif, önemine
ve ihtiva ettiği manaya uygun olarak âlimlercele alınmış ve enine boyuna
işlenmiştir. Askalânî, Nevevî, Aynî, Hattâbî ve Kadı Iyaz gibi sarihler,
hadisle ilgili olarak çok faydalı şeyler söylemişlerdir. Şimdi bunlardan
istifade ile, hadisi anlamaya çalışalım:
İbn Hacer el-Askalânî
ve Nevevî'nin belirttiklerine göre; hadis-i şerif, ahkâmın üç kısma ayrıldığına
işaret etmektedir:
1- Helâl
olduğu açıkça belli olan hükümler. Bunlar, beyana ihtiyaç duymayacak kadar
açık ve herkes tarafından bilinebilen şeylerdir. Ekmek yemek, yürümek, su
içmek gibi.
2- Haram
olduğu açık olan ve haramlığı herkes tarafından bilinen şeyler. İçki içmek,
zina etmek gibi.
3- Haram
veya helâl olduğu açık olmayan şüpheli şeyler:
Haram veya helâl
olduğu şüpheli olan şeylerin nelerden ibaret olduğunda âlimler ihtilâf
etmişlerdir. Askalânî'nin belirttiğine göre, bu ihtilâfların hülasası şöyledir:
a) Şüpheli
şeyler, helâl veya haram oluşunda, ulemanın ihtilâf ettikleri; yani, kiminin
helâl kiminin ise haram dedikleridir. At etinin hükmündeki ihtilâf buna misâl
gösterilmektedir.
b) Helâl
veya haram olduğunda ihtilâf edilen şüpheli şeyler, mekruh olanlardır. Bu
görüş, Maverdî'den nakledilmektedir.
c) Haram ve
helâl malı karışık olan bir kimseyle muamele yapılmasıdır. Bu görüş de
Hattâbî'ye aittir.
Bir de çarşıdan
yiyecek cinsinden bir şey almak isteyen kişiye, satıcının "tadına
bak" diyerek verdiği az bir şeyin helâl mi yoksa haram mı olduğu da
şüpheli sayılmaktadır. Çünkü, sahibinin izninin olması, o şeyin helâl olmasını
gerektirir. Sahibinin alışveriş yapılmak üzere buna müsaade etmiş olması yönü
ise haram olmasını gerektirir. O yüzden bu tür şeyler de şüphelilerden sayılmıştır.
Aynî, bunlardan farklı
olarak, şüpheli şeylerin mubahlar olduğuna dair görüşler de bulunduğunu ilâve
eder. Ancak Kurtubî, bu görüşün isabetsiz olduğunu söyleyerek reddeder.
Hattâbî, "Onlar
arasında şüpheli şeyler vardır" cümlesini izah ederken şu sözleri söyler
ki, gerçekten kayda değer:
"Yani bunlar,
bazı insanlar için karışıktır. Yoksa onlar haddizatında karışık ve şüpheli,
şeriatın aslında beyanı olmayan şeyler değildirler. Çünkü Cenab-ı Allah,
hakkında hüküm bulunması gereken hiçbir şeyi delilsiz ve beyansız
bırakmamıştır. Şu var ki, beyan; herkesin bilebileceği açık beyan ve usûl
ilmine önem veren, nasların manalarını iyice anlayan, kıyas ve istin-bât
yollarını bilen ilim adamlarının dışında kimsenin anlayamayacağı gizli beyan
olmak üzere iki çeşittir. Hadis-i şerifteki, "Onları insanların çoğu
bilmezler" ifadesi, sözümüzün sıhhatine delildir."
Hattâbî daha sonra,
bir şeyin hükmünde şüphe eden kişinin durması ve şüpheden korunması
gerektiğini, aksi takdirde harama düşebileceğini ifade eder.
İşte tesbiti zor olan
ve hükmü ancak âlimler tarafından çıkartılabilenler bunlardır. Âlimler ya
nasla, ya da başka bir delille bu tür şeylerin hükümlerini istinbât ederler.
Onu ya haram ya da helâl sınıfına ilhak ederler. Fakat bazan olur ki,
müctehidin, bir şeyin hükmünü delillerden ictihad ederek ortaya çıkarması da
mümkün olmaz ve o şey şüpheli olarak kalır. Peki bu durumda olan şeylere ne
hüküm verilecektir?
Kadı Iyaz bu konuda;
1- Bu tip
şeyler helâldir,
2- Bunlar
haramdır,
3- Bunlarla ilgili
hiçbir hüküm verilemez, şeklinde üç görüşün olduğunu bildirir.
Aynîde, bu ihtilâfın
sebebinin, hakkında şeriat gelmeden önce eşyanın hükmü konusundaki ihtilâftan
kaynaklandığını söyler.
Mâzirî; "Şüpheli
olan şeylerin haram veya helâl olduklarına dair bir görüş beyan edilemez"
der.
Şüpheli şeylere tam
olarak haram veya helâl denilmemekle birlikte, bunlardan kaçınmanın takvaya
uygun olduğunda şüphe yoktur. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) bir hadisinde;
"Sana şüphe veren şeyi bırak, şüphe etmediğini yap.”[23]
buyurmaktadır. İmam A'zam Ebû Hanîfe ve Süfyân-ı Sevrî'nin: "Gökten yere
düşmem, benim için nebiz haramdır diye fetva vermemden daha basittir; ama
kendim onu asla içmedim ve içmem de." dedikleri riva-vet edilir. Yine
Hayâtü'l-Hayvân'da anlatıldığına göre; bir zamanlar Irak'ta bdiye koyunları
ile, Kûfe'nin koyunları birbirine karışmış, koyun sahiplerinin hakları
ayırdedilemeyecek derecede birbirine girmişti. İmam Ebû Hanîfe hazretleri,
koyun cinsinin ortalama yedi sene yaşadığını öğrenmiş o ka-nşık koyunlardan
olacağı korkusuyla yedi sene et yemeyi terketmişti.
Demek oluyor ki, haram
ya da helâlliği konusunda kesin hüküm bulunmayan şeylerin haram olduğuna fetva
verilmese de onları işlemekten kanıma k takva gereğidir. Ancak, takva ile amel
edeceğim diye vesveseye düşlemek, vesvese ile takvayı birbirine karıştırmamak
gerekir. Meselâ, içine pislik karışmış olabilir diye akarsulardan abdest
almamak, iyice mutmain olmak için abdest azalarım defalarca yıkamak, saatlerce
tuvaletten çıkmamak takva değil, vesvesedir.
Hadisin bu rivayetinde
olmamakla, birlikte, bundan sonraki rivayette bulunan; Buhari ve Müslim'in
rivayetlerinde de yer alan bir cümlenin izahını da burada vermek istiyoruz. O
da Hz. Peygamber'in şu sözüdür:
"Şüpheli
şeylerden sakınan, ırzını ve dinini kurtarmış olur. Şüphelere dalan da harama
dalmış olur."
Hattâbî, bu cümleleri
izah ederken söyler der:
"Bu, cerh ve
ta'dil konusunda önemli bir asıldır. Şüphelerden sakınmayan kişinin, ırzını ve
dinini ayıplanmaya ve dedikodulara hedef olmaya arzettiğine delildir."
Buna göre; şüpheli
şeylerden sakınan kişi; dini açısından noksanlıktan, rzı açısından da ayıplanma
ve dedikodudan korunmuş olur. Buradaki din iözü, Allah'a; ırz sözü de insanlara
taalluk eden şeylerle ilgilidir.
"Şüpheli şeylere
dalan, harama da dalmış olur." sözünün manası, zaidinden anlaşıldığı gibi
değildir. Çünkü öyle olsaydı, şüpheli şeyle haram arasında fark olmaması
gerekirdi. Âlimlerin açıklamasına göre, bu sözün iki nanaya ihtimali vardır:
1- Şüpheli
şeyleri âdet haline getirip onları devamlı yapan kişi nihayet ıaramları
işlemeye cesaret eder ve haram işler.
2- Böyle bir
kimse dikkatsizliği âdet edinir ve yavaş yavaş haramlara Jalar.
Alimler, mekruhu çok
işleyenin harama düşeceğini söylerler. Bu hadisin sonundaki, "Şüpheli
şeylere dalan kişi, harama da cesaret eder." sözü de, yukarıda
söylenenlere delildir.[24]
1. İnsan
hayatındaki bazı davranışların, helâllik veya haramlık konusundaki hükümleri
apaçık olduğu halde, bazılarının hükmü açık değildir, şüphelidir.
2. Dinî hükümleri,
misallerle izah etmek caîzcHr.
3. Şüpheli
şeylerden kaçınmak gerekir.[25]
3330...
İbrahim b. Musa er-Râzî, İsa'dan; İsa, Zekeriyya'dan, o da Âmir eş-Şa'bruui
Nu'man b. Beşîr'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: Rasûlullah (s.a)'i söyle
buyururken işittim:
Aynen yukarıdaki
hadis-.
(Bu rivayete göre)
Şa'bî, Rasûlullah'ın şöyle buyurduğunu da söyledi:
"Onlar (helâller
ve haramlar) arasında şüpheli şeyler vardır, insanların çoğu onları bilmezler.
Şüphelerden sakınan kişi, ırzını ve dinini kurtarmış demektir. Kim de şüpheli
şeylere dalarsa harama dalmış olur."[26]
Bu hadis, yukarıdaki
hadisin farklı bir rivayetidir. Bu rivayetteki fazlalıklarla ilgili izah da
yukarıdaki hadiste geçmiştir.[27]
3331... Ebû Hureyre
(r.a)'den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
"İnsanlar üzerine
öyle bir zaman gelecek ki, faiz yemeyen hiçbir kimse kalmayacaktır. Kişi, faiz
yemese bile, kendisine onun buharından bulaşacaktır."
îbn îsa;"Onun
tozundan ona bulaşacaktır" dedi.[28]
Bu hadis Musannif Ebû
Davud'a iki ayrı hocadan intikal etmiştir. Bunlardan birisi Muhammed b. İsa,
diğeri de Vehb b. Bakiyye'dir. Metin, Vehb b. Bakiyye'nin rivayetidir. Onun;
"Kendisine onun buharından bir şey bulaşacaktır*' şeklinde rivayet ettiği
cümle, Muhammed b. İsa' mn rivayetinde, ' 'Kendisine, onun tozundan bir şey
bulaşacaktır" şeklinde varid olmuştur. Musannif bu farka, hadisin sonunda
işaret etmiştir.
îbn Mâce'nin rivayeti
de, İbn İsa'nın rivayeti gibidir.
Senedden, Hasen'in
hadisi Ebû Hureyre'den işittiği izlenimi ortaya çıkar. Fakat Münziri, Hasen'in
Ebû Hureyre'yi görmediğini, onun için hadisin munkatı olduğunu söyler.
Metinde geçen;
"faizin buharı" veya "tozu"ndan maksat, onun eseridir.
Rasûluîlah (s.a), bu
hadisi ile ta asırlar öncesinden bugünü görmüş, insanlığın düştüğü bu ekonomik
batağı mucizevî bir tarzda haber vermiştir. Gerçekten de Hz. Peygamber'in
bildirdiği tahakkuk etmiş, faize doğrudan ya da dolaylı olarak dalmayan hemen
hemen kalmamıştır. Dinine bağlı olarak bilinen, faizin haram olduğuna inanan
birçok insan bile maalesef ya bile bile ya da bilmeden faize bulanmıştır. Çünkü
gayri islâmî bir sisteme dayanan ve bu sistemin piyasasında gelişen ekonomi
insanlığı kıskacına almış, bütün çıkış kapılarına faizi yerleştirmiştir. Öyle
ki, piyasada iş yapmak isteyen tüccar, yatırım yapmak isteyen sanayici, ister
istemez faiz müesseselerinin kapılarına gitmek zorunda kalmıştır. Kredi ve
banka ile hiçbir ilgi kurmayan esnaf da faizden uzak kalamamaktadır. Çünkü,
İslâm'ın koyduğu şartlara uyulmadan yapılan ve yaygınlaşan fasid akidler de
faiz hükmündedir. Bu akitlerden uzak kalmak zamanımız tüccarı için imkânsız
hale gelmiştir.
Ticaret, sanayi ve
banka ile hiçbir ilgisi olmayan çiftçi, işçi, memur da yakasını bu iletten
kurtaramamaktadır. Ürününe karşılık aldığı bedel, çalışmasına karşılık aldığı
ücret faiz kurumlarından geçmekte, faize bulanmaktadır. Dostunda yediği
yemekte, arkadaşından aldığı hediyede faiz bulaşığının olmadığı, hiç kimse
tarafından garanti edilemez durumdadır, işte Hz. Peygamber (s.a)'in, insanların
faiz alıp yemese bile onun tozuna dumanına bulaşacağı yolundaki haberi budur.
Avnü'l-Ma'bûd
sahibinin ifadesine göre, AIiyyü'1-Kârî; kişinin, faizin tozuna bulaşmasını
şöyle açıklar:
"Yani kişiye
faizin eseri ulaşır. Bu; faiz muamelesine şahit olmakla, o muameleyi yazmakla,
faiz yiyenin ziyafetine iştirak etmekle veya hediyesini kabul etmekle olur.
Kişi faizden korunsa bile, onun izlerinden kendisini kurtaramaz."
Ebû Davud'un bu hadisi,
"şüphelerden kaçınmak" babına alması, hadisin bu tarafı ile ilgili
olsa gerektir. Çünkü faiz olan, faiz olduğu bilinen şey kesinlikle haramdır.
Şüphe ile hiçbir ilgisi yoktur. Şüpheli olan, akitler içerisine gizlenen,
herkesin ayırd edemeyeceği ya da başkalarının kazançları vasıtasıyla gelen
faizdir. Müslüman yaptığı muameleye çok dikkat etmelidir. Davetine gittiği,
sofrasına oturduğu kişileri iyi seçmelidir. Hatta alışveriş ettiği bakkalın
ticarî muamelelerini bilmeli ve bakkalını ona göre tesbit etmelidir.[29]
3332... Âsim
b. Küleyb babası vasıtasıyla Ensar'dan bir adamın şöyle dediğini rivayet etti:
Rasûlullah (s.a) ile
birlikte bir cenazeye çıktık. Onu, kabrin üzerinde, kabir kazan kişiye;
"Ayaklarından
tarafını genişlet, başının geleceği tarafı genişlet" diye emrederken
gördüm. Hz. Peygamber (s.a), (kabirden) dönünce, kendisini bir kadının
davetçisi karşıladı. Efendimiz de (davete) geldi. Yemek getirildi, Rasûlullah
elini yemeğe uzattı sofradakiler de uzattılar ve yediler.
Babalarımız Hz.
Peygamber'e baktılar. O, lokmayı ağızinda dolandırıyor (yutmuyor)du.
"Sahibinin izni
olmadan alınmış bir koyun eti buluyorum" buyurdu.
Bunun üzerine kadına
haber gönderildi. Kadın (gelip) şöyle dedi:
Ya Rasûlaüah! Pen,
Baki'a[30] (benim
için) bir koyun satın almak üzere (adam) gönderdim ama bulamadım. Bir koyun
satın alan komşuma, koyunu parasıyla bana göndermesi için haber gönderdim,
fakat adam (evde) bulunmadı. Bunun üzerine, onun hanımına (haber) gönderdim, o
da koyunu bana gönderdi".
Hz. Peygamber (s.a):
"Onu, esirlere
ye'dir" buyurdu.[31]
Hadisin sahâbî
ravisinin ismini tesbit edemedik.Ancak gerek bu rivayetten, gerekse Ahmed b.
Hanbel'in Müsned' indeki rivayetten, ravinin hâdiseye şahit olduğunda çocuk
olduğu anlaşılmaktadır. Yine Ahmed b. Hanbel'in rivayetinde, hadiste zikri
geçen kadının, koyununu aldığı komşusunun Âmir b. Ebî Vakkâs olduğu
belirtilmektedir.
Hadiste; Hz. Peygamber
(s.a) kabristandan dönerken, birisinin karşıladığı ve kendisini bir kadın
adına yemeğe davet ettiği bildirilmektedir. Ebû Davud'un rivayetinde, bu
kadının kim olduğuna dair hiçbir işaret yoktur. Mişkât adındaki kitapta ise Hz.
Peygamber'i davet eden kadının, defnedilen şahsın hanımı olduğu ifade
edilmektedir. Mişkât'ın şerhi olan Mîrkât'ta da AIiyyü'1-Kârî hadisi aynen
Mişkât'taki gibi vermiştir.
BezlüM-Mechûd' da,
Mişkât ve Mirkât'daki bu rivayet yadırganmakta ve şöyle denilmektedir:
"Mişkât nüshaları
ve şerhindeki rivayette bir müşkül var.Çünkü fakih-lerimiz, cenaze evinden
ziyafet verilmesinin helâl olmadığını açıkça belirtmişlerdir. Çünkü ziyafet,
hüzün günlerinde değil, sevinç günlerinde meşru kılınmıştır. Hz. Peygamber
(s.a)'in daveti kabul etmesi, o ziyafetin meşru bir ziyafet olduğunu
gösterir."
Bezlü'I-Mechûd sahibi,
daha sora Mişkât'daki rivayetle, fukahanın beyan ettiği hükmü şöyle te'lif
eder:
"Eğer Mişkât
nüshalarındaki rivayet doğru ise, bu hadisenin; cenaze evinde ziyafet çekilmesi
yasaklanmadan Önce vuku bulduğuna hamledilir."
Hadisten anlaşıldığına
göre, Hz. Peygamber (s.a) ağzına aldığı lokmayı ağzının içinde dolandırmış
durmuş, fakat yutmamıştır. Ravinin babası ve diğerleri, Efendimiz'in yaptığına
bakmışlar, Rasûlullah da; yedikleri etin, sahibinin izni olmadan alınan bir
koyunun eti olduğunu söyleyerek yemeği bırakmıştır.
Ravinin; "Biz Hz.
Peygamber'e baktık" demeyip de, "babalarımız baktı" demesi ya
kendisinin dışarıda olmasından ya da Hz. Peygamber'i göremeyeceği bir yere
oturmuş olmasından dolayıdır. Nitekim Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde ravinin,
"Biz çocukların oturdukları yere oturduk."dediği ifade edilmektedir.
Hz. Peygamber'in eti
yememesine sebep, koyunun fuzuli olarak satın alınıp, sahibinin tasdiki olmadan
kesilmiş olmasından dolayıdır. Çünkü bu durumda satın alınan mal, müşterinin
mülkiyetine girmiş olmaz.
Bey'ul-fuzûlî: Bir
kimsenin, sahibinin haberi olmadan bir malı başka birine satmasıdır. Bu
durumdaki bir satışın kesinleşmesi, alım satıma konu olan malın sahibinin, bu
satıştan haberdar olup icazet vermesine bağlıdır. Sahibinin haberi olur da
icazet vermezse, yapılan akit geçersizdir.
Üzerinde durduğumuz
hâdisede geçen akid de bu cinstendir. Çünkü davet sahibi kadın, koyunu,
kocasının izni ve haberi olmadığı halde komşu kadından satın almış ve
kesmiştir. Koyun sahibinin bu satışı kabul ettiğine dair bir işaret de mevcut
değildir. İşte bu yüzden Hz. Peygamber, yemeği bırakmış, yanındakiler de
kendisine uymuşlardır.
Hz. Peygamber'in,
kadına hitaben,"Bunu esirlere yedir" buyurması, âlimler tarafından
farklı değerlendirilmiştir.
Tıybî; esirlerin kâfir
olduklarına işaret ederek şöyle der:
"Onlar
kâfirdirler. Koyunun sahibi bulunmadığı için kendisinden helâllik alınamadı.
Dolayısıyla müslümanların onu yemeleri mümkün olmadı. Onun için Hz. Peygamber,
esirlere yedirmesini emretti. Kadın koyunu telef ettiği için, kendisine koyunun
kıymetini ödemek borç, etin esirlere yedirilmesi de kendisinden sadaka
oldu."
Zekeriyya
el-Kandehlevî, Bezlü'l-Mechûd'un tâlikında; "Hafız (İbn Ha-cer) bu hadisi,
sahibinin izni olmadan kesilen hayvanın etini yemenin caiz olduğuna delil
saydı" der.[32]
1. Çocuklann
cenaze defni esnasında kabristana gitmeleri caizdir.
2. Davete
icabet gerekir.
3. Sahibinin
izni olmadan kesilen hayvanın etini yememek icabeder.[33]
3333... Abdullah
b. Mes'ud (r.a)'un şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Rasûlullah (s.a),
faiz yiyene, yedirene, (muamelesine) şahitlik edene ve yazana lanet etti."[34]
Bu hadis, Buharî'nin
dışındaki meşhur hadis kitaplarının tümünde yer almıştır. Buhârî'de, Ebû
Cuheyfe'den rivayet edilen ve manası bu hadisin manasına yakın bir hadis
vardır.[35]
Sahih-i Müslim'de ise,
hadisin iki rivayeti yer almıştır. Bunlardan birinde Abdullah b. Mes'ud,
"Rasûlullah, faiz yiyene ve yedirene lanet etti." demiş, şahidi ve
kâtibini anmamıştır. Hatta kendisini dinleyen ravinin, "Şahitleri ve
kâtibi" ile ilgili sorusuna; "Biz sadece duyduğumuzu söyleriz"
karşılığını vermiştir.
Müslim'deki ikinci
rivayette ise, yiyen ve yedirenlerin yanı sıra şahitlerine ve kâtibine de Hz.
Peygamber'in lanet ettiği belirtilmiş ve fazla olarak bunların hepsinin eşit
olduğu ifade edilmiştir.
Faizin Arapçası
"Ribâ"dır, Onun için bazı Türkçe kitaplarda faiz konusu
"ribâ" adı altında işlenir. Meşhur manasıyla faiz; "İki mal
birbiri ile değiştirilirken; bir taraftan bedele mukabil olmaksızın verilen
fazlalıktır." Faiz ister fertle fert, ister fertle kurum isterse kurumla
kurum arasında olsun değişmez, haramdır. Yani bazılarının zannettiği gibi
sadece tefecilik değildir. Sadece Hanefîlerden İmam Ebû Hanîfe ve İmam
Muhammed'e göre dar-ı harbde, oranın tebaasından bir gayri müslim ile müslüman
arasında faiz muamelesi cari olmaz. Ebû Yusuf'a göre ve diğer mezhep imamlarına
göre, faiz nerede ve kiminle olursa olsun haramdır. İmam A'zam ve İmam
Muhammed'in görüşlerine esas aldıkları hadis, diğer âlimlerce tenkide tabi.
tutulmuştur. Hanefî âlimlerinin ileri gelenlerinden İbnü'l-Hümâm, Hidâye'ye
şerh olarak yazdığı Fethu'l-Kadîr adındaki eserinde bu hadisin
"garib" olduğunu söyler. Yine orada dar-ı harpteki faizin haram
olmadığı kabul edilirse, bunun müslümanm faiz vermesi değil, alması ile
kayıtlı olduğu belirtilir.[36]
Faizin hangi mallarda
cereyan ettiği, hangi muamelelerin faize girdiği, faizin çeşitleri gibi konular
oldukça tafsilatlıdır. Bunlar fıkıh kitaplarında uzun uzadıya işlenmiştir. Biz
de yeri geldikçe, imkân nisbetinde bu ayrıntılara gireceğiz.
Faiz yiyenden maksat,
faiz alan; yedirenden maksat da faiz verendir. Kişi faiz aldıktan sonra onu
yemeyip de başka ihtiyaçlarına sarfetse aynı şekilde günahkâr olur. İnsanlar
ellerine geçen maldan en çok yemek suretiyle faydalandıkları için bu ifade
kullanılmıştır.
Hadisten anlaşıldığı
üzere, faiz alıp verenlerin yanı sıra muamelesine şahitlik eden ve yazanlar da
Hz. Peygamber'in lanetine maruz kalmışlardır. Hatta yukarıda işaret edildiği
gibi, Sahih-i Müslim'deki bir ilâveden, bunların hepsinin eşit oldukları
anlaşılmaktadır. Ancak, Nesâî'nin rivayeti; şahitlerin ve kâtibin
yaptıklarının günahlığını, bu muamelenin faiz olduğunu bilmeleri şartına
bağlamaktadır. Yani iki kişi bir faiz akdine şahitlik etseler fakat bu akdin
faiz akdi olduğunu bilmeseler günah işlemiş olmazlar.
Hz. Peygamber'in
faizcileri lanetlemesi, ya haber ya da duadır. Yani, ya onların Allah'ın
rahmetinden uzak olduklarını bildirmek, ya da Allah'ın rahmetinden uzak
kalmaları için bedduadır. Hangisi olursa olsun bu, faizcilerin uğrayacağı
felâketin büyüklüğünü gösterir.
İmam Nevevî; bu
hadisin, faiz alma verme muamelesine şahit olma ve yazmanın haram olduğuna
delil olduğunu söyler. Faiz almanın ne derece büyük bir günah olduğunu
belirten birçok âyet ve hadis vardır. Şimdi bunlardan önce âyetleri, sonra da
hadislerin bir kısmını görelim:
"Faiz yiyenler,
mahşerde ancak şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar. Bu, onların,
'zaten alışveriş de faiz gibidir' demelerindendir. Oysa Allah alışverişi
helâl, faizi haram kıldı. Kime Rabbinden bir öğüt gelir de faizcilikten geri
durursa, geçmişi kendisinedir, onun işi Allah'a aittir. Kim faizciliğe dönerse,
işte-onlar cehennemliktir, onlar orada temelli kalacaklardır.[37]
"Allah faizi
eksiltir, sadakaları bereketlendirir. Allah pek nankör olan hiçbir günahkârı
sevmez."[38]
"Ey inananlar!
Allah'tan sakının, inanmışsanız faizden arta kalmış hesaptan vazgeçin. Böyle
yapmazsanız, bunun Allah'a ve Peygamberine karşı açılmış bir savaş olduğunu
bilin. Eğer tevbe ederseniz, sermayeniz sizindir. Böylece haksızlık etmemiş ve
haksızlığa uğramamış olursunuz."[39]
Hz. Peygamber (s.a)
şöyle buyurmuştur:
"Miraca
çıkartıldığım gece, karınları evler gibi (şişmiş) bir grubun yanma vardım.
Onların karınlarında, ta dışardan görülen yılanlar vardı.
Bunlar kimlerdir ey
Cebrail? dedim. Bunlar, faiz yiyenlerdir, dedi."[40] Bz,
Peygamber (s.a) ashabına:
“Helak edici yedi
şeyden kaçınınız" buyurdu. Sai ıbeler:
O 'ar nelerdir ya
Rasûlallah? diye sordular. Rasullah (s.a):
"Allah'a ortak
koşmak, sihir yapmak, Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıj fiak, faiz
yemek, yetim malı yemek, savaş günü kaçmak, hiçbir şeyden haberdar olmayan
mü'min hanımlara iftira etmektir."buyurdu.[41] Hz.
Peygamber (s.a), bir başka hadisinde de şöyle buyurmuştur: "Faiz yetmiş
çeşittir. Bunların en aşağısı kişinin annesine temas etmesi gibidir, (günahları
eşittir)."[42]
İbn Mâce, Beyhakî ve Hâkim
de, biraz değişik lafızlarla yukarıdaki hadisin manasına gelen hadisler
rivayet etmişlerdir.
Yukarıya aktardığımız
âyet ve hadisler, faizin ne beter bir illet, ne çirkin bir muamele olduğunu en
güzel şekilde ortaya koymaktadır. Bunlardan sonra, artık faiz şöyle kötüdür,
böyle kötüdür diye lafı uzatmaya gerek yoktur.[43]
3334... Süleyman
b. Amr; babası (Amr b. el-Ahfas)'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir:
Rasûlullah'ı (s.a)
Veda Haccmda dinledim. Şöyle diyordu:
"Haberiniz olsun,
şüphesiz cahiliye faizlerinden olan tüm faizler kaldırılmıştır. Sermayeleriniz
ise kendinize aittir. Siz zulmetmeyiniz, zulme de uğramayınız.[44]
Haberiniz olsun,
şüphesiz cahiliye devrinin bütün kan davaları kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk
kan davası Abdülmuttalib'in oğlu Hâris'-in kan davasıdır."
Haris, Benî Leys
kabilesinde çocuğuna süt annesi aramakta idi. onu Huzeyl öldürdü.
Hz. Peygamber devamla
şöyle dedi: " (Ey Allah'ım!) Tebliğ ettim mi?"
îahâbîler üç kerre: -
Evet, dediler. Rasûlullah da üç sefer:
"Allah'ım, sen
şahid ol" dedi.[45]
Hadisin Tİrmizî ve İbn
Mâce'nin Sünen'lerindeki rivayetleri buradakinden daha uzundur. Ebû Dâvûd'da da
hacc bahsinde 1905 numarada geçmiştir.
Hadisin buradaki
bölümü, Veda hutbesinin bir bölümüdür ve kan davası ve faizle alâkalı
kısmıdır. Hutbenin bu bölümünün rivayetleri arasında da bazı farklar göze
çarpmaktadır. Bunlardan birisine dipnotta işaret edilmiştir. Ayrıca Hz.
Peygamber (s.a)'in kaldırdığını bildirdiği kan davası, bu rivayete göre
Abdülmuttalib'in oğlu Hâris'in kan davasıdır. Tirmizî ve İbn Mâce'nin
rivayetleri de böyledir. Ebû Davud'un 1905 numaradaki ve İbn İshak'ın
rivayetlerine göre ise bu davanın, Hâris'in değil oğlu Rabîa'nın kan davası
olduğu bildirilmektedir.
Hattâbî; musannifin,
"Hâris'in kanı" şeklindeki rivayetini eie alıp, "diğer
rivayetlere göre Hz. Peygamber'in kaldırdığı ilk kan davası", Abdülmuttalib'in
torunu Rabîa'nın kan davasıdır" deyip, İbnü'l-Kelbî'den rivayetle; Rabîa
b. Hâris'in cahiliye devrinde öldürülmediğini, Hz. Ömer zamanına kadar
yaşadığını ilâve eder. Hattâbî'nin ifadesine göre cahiliye devrinde öldürülen
Rabîa değil Rabîa'nın küçük kardeşidir. Hadiste kan davasının Hâ-ris'e nisbet
edilmesi, kana veli olmasından dolayıdır.
Görüldüğü gibi bu
hadiste faiz ve kan davasının yasaklandığı belirtilmektedir. Bir şeyin
yasaklanması, onun haram olduğunu gösterir.
Hz. Peygamber'in;
anılan hükmün yerleşmesini temin için, önce amcalarının faiz ve kan davasından
başlaması fevkalâde psikolojik bir hadisedir. Çünkü bu âdetler, Araplar
arasında asırlardır uygulanan köklü birer âdetti. Bu gibi kökleşmiş âdetlerin
sökülüp atılması son derece güçtür. Rasûlullah Efendimiz, önce kendi
yakınlarının hakkı olan faizi ve kan davasını kaldırmak suretiyle, yasağı önce
kendi üzerlerinde uygulamış ve hiçbir kimsenin itirazına mahal bırakmadan
tatbikini sağlamıştır,
Hattâbî, bu hadisin
şerhinde değişik bir noktayı ele alıp incelemektedir. Hattâbî'nin
söylediklerini aynen aktarıyoruz:
"Bu hadiste fıkıh
acısından şu vardır: Cahiliye hükümlerinden, İslâm devrine kadar gelenler red
ve inkâr ile kaldırılır. Kâfir olan birisi, faizle para verse ve parayı almadan
müslüman olsa sadece ana parasını ahr, faizi almaz. Daha önceki yaptıklarını
ise İslâmiyet hesaba katmaz. Onların kendi hükümlerine göre yaptıklarının
peşine düşmez. Bir kimse kâfirken, dar-ı harp-de adam öldürse sonra da müslüman
olsa, kâfirken işlediği bu cinayetten dolayı takibata uğramaz.
Kâfir olan karı koca
müslüman olsalar, şarap, domuz ve benzeri haram şeylerden olan mehirleri
konusunda dava ile bize müracaat etseler; eğer kadın, haramdan olan mehrinden
almamışsa kendisine mehri misi verilmekle hükmederiz. Ama yarısını almış da
yarısını almamışsa, yarı mehir verilmesini emreder, diğer yarısını yok
sayarız. Buna göre, eğer yeni baştan bir nikâh kıymak isterlerse, biz mehirde
ancak İslâm'ın mubah kıldığı şeylere izin veririz. Ama geçmiş bir şeyse onu
ortadan kaldırmaz ve karışmayız. Bu konunun tüm hükümleri bu kıyas
üzeredir."
Bu hadisten; faizin
Veda Haccına kadar müslümanlar arasında cari olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü Hz.
Peygamber'in, "İlk kaldırdığım faiz Abdülmuttalib'in oğlu Abbas'ın
faizidir" buyurması, o zamana kadar Hz. Abbas'ın faiz alacağının devam
ettiğini gösterir. Hz. Peygamber'in, Abbas'ın faizini daha evvel kaldırıp da
bunu Veda hutbesinde ilan etmiş olması da mümkündür.
Faizin haram olduğunu
bildiren âyetler de Rasûlullah'ın ömrünün sonlarına doğru inmiştir. Hatta İbn
Mâce'nin rivayet ettiği bir habere göre Hz. Ömer (r.a);"Son inen.âyet,
faiz âyetidir. Ancak Rasûlullah (s.a) bu âyeti tefsir etmeden vefat etmiştir.
Siz, faizi de içerisinde faiz şüphesi olan muameleleri de terkediniz"
demiştir. Ancak Hz. Ömer'in bu haberi en son inen ahkâm âyetleri ile ilgili
ols.ı çörektir. Çünkü faizi yasaklayan âyetlerin tümü Veda Haccından önce
inmiştir. Halbuki, "Bugün size dininizi ikmal ettim. Size verdiğim
nimetleri tamamladım ve size din olarak İslâmiyeti seçtim" mealindeki
âyetin[46] Veda
hutbesinden sonra indiği kesindir.
En son inen âyetin;
Bakara 278-281, Nisa 177, Tevbe 129 ve Mâide 3'den birisi olduğunda farklı
görüşler vardır. Her ne kadar bunlardan, Bakara sûresinin 278. âyetinde faizin
terkedilmesi istenmekte ise de, faizin kötülendiği ve terkinin istenildiği
başka âyetler de vardır ve o âyetler, burada işaret edilenlerden daha evvel
inmişlerdir.
Elmahlı Hamdi Yazır
Hak Dini Kur'an Dili adındaki tefsirinde faizin yasaklanışını (sadeleştirerek
aktarıyorum) şöyle anlatmaktadır:
"Faizin
hükümleri, Rasûlullah'ın Peygamber olarak gönderilişinin son-senelerinde ve
Mekke'nin fethedildiği sıralarda nazil olmuştur. Hatta bu hükümlerin genel
tatbikatı ve ilanı Veda Haccına rastlar. Bu sıralarda ise; "Bugün size
dininizi ikmal ettim..." (Mâide, 5/3) âyeti gereğince İslâm dini kemale
eriyordu. Evvela Âl-i İmran süresindeki: "Ey iman edenler! Faizi kat kat
artırılmış olarak yemeyiniz..."[47]
âyeti, daha sonra da bu (Bakara, 275-279) âyetler nazil oldu. Bu bize
gösteriyor ki, faizin kaldırılması bir gelişme, olgunlaşma gayesine mebnidir.
Faizin yaygın olduğu bir toplum, henüz tekamül etmemiştir ve tekamül etmeyen
milletlerden faiz kaldırılamayacaktır. Dinî ahlâkı yükselmemiş, sosyal
yardımlaşması ağızlardan kalplere geçmemiş, sosyallikleri baskı ve tahakkümden
kurtulup kardeşlik dairesine girememiş olan toplumlar faizden kurtulamazlar,
kurtulamadıkça da Allah'ın rızasına uygun olan ahlakî ve sosyal olgunluğu
bulamazlar; kişi ve toplum çıkarları arasındaki çatışmayı önleyemezler.
Herhangi bir toplumda, faizsiz yaşanamayacağı hissi çoğalmaya ve faizin
meşruiyyetine çareler aranmaya başlanırsa orada çöküş ve cahiliye devrine
dönüş başlamıştır..."[48]
Hamdi Efendi'nin bu
nefis görüş ve açıklamaları devam etmektedir. Ancak biz, kalan kısım konumuzla
doğrudan ilgili olmadığı için burada kestik. İsteyen, işaret ettiğimiz yerden
okuyabilir.
Demek oluyor ki,
İslâm'da faizin yasaklanışı Veda Haccından daha evvel olmuş fakat umuma ilam
Veda Haccı esnasında gerçekleşmiştir. Ancak bu hal, inen âyetlerin hükümlerinin
daha önce hiç uygulanmadığına delâlet etmez. Aksine bunun zıddıni bildiren
haberler vardır.
Sabûnî'nin,
Safvetii't-Tefâsir'de, Bahru'l-Muhît'den naklettiğine göre; faizle ilgili olan
bu (Bakara 275 ve devamı) âyetlerin inişine sebep şu hâdisedir:
Sakîf kabilesinden Amr
oğullarının, Muğire oğullarından faizli alacakları vardı. Vadesi gelince bu
faizi istediler. Bunun üzerine, "Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve
faizin kalanım bırakın..." diye başlayan âyetler indi. Sakîfliler de,
"Bizim Allah ve Rasülü ile savaşacak gücümüz yoktur" dediler, tevbe
ettiler ve sadece ana paralarım aldılar.[49]
1. Faiz ve
kan davası haramdır.
2.
idareciler, konulan bir yasağın ya da emrin toplum tarafından benimsenmesi
için önce kendileri tatbik etmelidirler.
3. Sonradan
müslüman olan kişilerin, müslüman olmadan önceki tasarrufları geçerlidir.
Ancak bu tasarrufların uzantısı, müslümanlıktan sonraki hayatlarına da
geçiyorsa ve bu İslâm dinine göre haramsa, müslüman olmaları ile birlikte son
bulur.
4. Faizsiz
bir toplum en mütekâmil toplumdur.[50]
3335... Ebû
Hureyre (r.a), Rasûlullah (s.a)'i şöyle buyururken işittiğini haber vermiştir:
“Yemin; (sahibinin
zannınca) truı.n revacına, (ashnda)bereketin mahvına sebeptir."
İbn Şerh; (bereketin
yerine),”kazancın" demiştir.
İbn Şerh; "Saîd
b. el~Müseyyeb'den, o Ebû Hureyre'den, o da Hz. Peygamber'den" demiştir.[51]
Hadisin, Buharı ve
Müslimdek i rivayetleri de Ebû Hureyre'dendir. Ayrıca, İbn Mâce'de ve Müslim'de
aynı manaya gelen fakat sözleri biraz değişik bir hadis Ebû Katâde'den rivayet
edilmiştir. Bu rivayetin sözleri şu şekildedir:
"Alışverişte
yemin etmekten sakınınız. Çünkü yemin (önce) malın revacına sebep olur. Sonra
ise onu mahveder."
Görüldüğü gibi hadis-i
şerifte, kişinin malını satmak için yemin etmesinin caiz olmadığı ifade edilmektedir.
Yemin etme iki suretle olur:
a) Yalan
yere, yani malda olmayan bir özelliğin olduğunu iddia ederek,, bir kusurunu
gizleyerek veya kendisine pahalıya mal olduğunu söyleyerek yemin etmek.
Şüphesiz yalan yere edilen yemin, ticaretin dışında olduğu gibi ticarette.de
haramdır, son derece günahtır.
b) Yalan
yere olmamakla birlikte, malın revaç bulmasını, satışını sağlamak için edilen
yemin. Hadiste, men edilen yeminin, yalanla kayıtlı olmayışı; bu şıkkın da
hadisin hükmüne girdiğini gösterir. Dolayısıyla, yalan olmasa bile satış
esnasında yemin etmek doğru değildir. İmam Nevevî bu konuda şöyle der:
"Zaruret yokken, yalan yere olmasa bile yemin etmek mekruhtur. Hele bu,
malın rağbet görmesini temin için olursa daha da fenadır."
Hadiste; malını satan
kişi yemin edince belki bunun; malın satımına fayda sağlayacağı fakat sonuç
itibarıyla bereketi alıp götüreceği belirtilmektedir. Bu, "Allah faizi
mahveder, sadakaları artırır. Hem Allah (faiz helâldir, diyen) koyu kâfirleri,
i?ok günahkâr olanları sevmez."[52]
mealindeki âyetin güzel bir tefsiridir. Bu âyet-i kerimede; faiz ile,
görünüşte çoğalıyor zannedilen malın gerçekte azala azala tükeneceği;
görünüşte malı azalttığı zannedilen sadakanın da aslında malı azaltmayıp,
bereketlendirdiği ifade edilmektedir. Abdürrezzak'm Ma'mer'den rivayet ettiği
şu hadis, bu gerçeği daha açık bir biçimde ortaya koymaktadır: "Biz,
faizin kazancı üzerine kırk sene geçmeden muhakkak mahvolur, buyurulduğunu
işittik,"
Üzerinde durduğumuz hadiste
de, yeminle artan ticaretin, görünüşte bir artış sağladığı ama aslında bunun
bereket ve kazancın mahvına sebep olduğu belirtilmektedir.- İbn Mâce'nin
rivayet ettiği bir hadiste; Allah (c.c)'ın kıyamet gününde üç grup ile
konuşmayacağı, onlara rahmet nazarıyla bakmayacağı, onları temize
çıkarmayacağı belirtilmiş ve yalan yeminle malına revaç sağlamak isteyenler
bunlar arasında sayılmıştır.
İbn Mâce'nin bu
rivayeti, mal satmak için yemin etmenin kötülüğünü ifadede daha açık ve daha
kesindir.[53]
3336...
Süveyd b. Kays (r.a)'in şöyle dediği rivayet edilir: Mahrafe[54]
el-Abdî ile birlikte Hecer'den bez alıp, Mekke'ye getirdik. Rasûlullah (s.a),
yürüyerek yanımıza geldi ve bizimle bir iç don pazarlığı yaptı. Orada ücretle
tartan bir adam vardı. Rasûlullah (s.a) bu adama:
"Tart ve
(biraz)ağir tut" buyurdu.[55]
Tirmizî hadis için
"Hasen-sahih" demiştir.
Hadisin izahına
girişmeden önce, metindeki birkaç kelime üzerinde durmak istiyoruz:
Bez: Âsim Efendim'nin
Kamus tercemesinde bildirdiğine göre, mutlak olarak "elbise" manasına
gelir. Yani insanın üzerine giydiği tüm giysiler genelde "bez"
kelimesinin şumülü içindedir. Ayrıca kumaştan olan ev eşyasına da bez denilir.
Bu kelime dilimize de geçmiştir. Fakat bizde daha çok, dikilmemiş, kaput,
humayın gibi düz kumaşlara denilmektedir.
Hadiste, Hz.
Peygamber'in satın aldığı iç donunun, getirilen bezlerin arasında sayılması,
bez tabirinin dikili giysiler için de kullanıldığını gösterir.
Serâvîl: Farsçadan
Arapçaya geçmiş bir kelimedir. Farsça aslı "şalvar'-'dır. İç donu manasına
gelir. Türkçemize ise, geniş pantolon karşılığı olarak geçmiştir.
Hecer: Bahreyn'deki
bir şehrin adıdır. Medine'nin köyleri arasında da Hecer adında bir köy vardı.
Bu hadiste, iki
sahâbînin Hz. Peygamber (s.a)'e bir iç donu sattıkları ve pazarlığın sonunda
alacakları bedelin ücretle tartildiğı ve Hz. Peygamber'in satıcıya, kendi
vereceğini biraz ağır tartmasını emrettiği belirtilmektedir. Hadisin
Nesâî'deki rivayetinde bu alım satımın Mina'da gerçekleştiği anlaşılmaktadır.
Buna göre, hâdisenin hicretten evvel vuku bulmuş olması gerekir.
Bundan sonra gelecek
olan rivayette, Ebû Safvân b. Umeyra, Hz. Peygamber'e hicretten önce Mekke'de
bir iç don sattığını söylemektedir. Avnu'l-Ma'bûd sahibinin nakline göre,
Hakim, Ebü Safvân ile önceki rivayetin ra-visi Süveyd b. Kays'ın aynı şahıs
olduklarını, isimlerinden birinin adı diğerinin de künyesi olduğunu söyler.
Buna göre Hz. Pcygamber'in iç don alması hâdisesinin hicretten önce olduğu
muhakkaktır.
Rivayetlerde, Hz.
Peygamber'in satın aldığı iç dona mukabil verdiği şeye dair bir kayıt mevcut
değildir. Ancak bunun, tartılır cinsten bir şey olduğu anlaşılmaktadır. O
zaman, kullanılan paralar altın, ve gümüş olduğu ve bunların tartı ile el
değiştirdiği gözününe alınırsa, Hz. Peygamber'in dona bedel verdiği şeyin gümüş
para ya da başka bir mal olmasının mümkün olduğu söylenebilir.
Hattâbî, hadisin bazı
şeylerin caiz olduğuna delil teşkil ettiğini söyler:
a)
Bölüşülmemiş ortak maldaki hissenin hibe edilmesi caizdir. Çünkü, Hz.
Peygamber'in kendi malından fazla olarak tartılmasını istediği bölüm, satıcıya
hibedir ve verilen paradan ayrılmış değildir.
b) Ölçme ve
tartma mukabilinde ücret almak caizdir. Mal taksim edici ve hesap yapıcı için
de hüküm aynıdır.
Saîd b. Müseyyeb, mal
taksimi mukabilinde ücret almayı men eder, Ahmed b. Hanbel de bunu mekruh
sayardı.
Hattâbî daha sonra
şöyle der:
"Hz.
Peygamber'in, tartıcı ile konuşması ve ona semeni tartmasını[56]
emretmesi, semen tartıcısının ücretinin alıcıya ait olduğuna delil gibidir. Semeni
ödemek onun vazifesi olduğu için, tartmak müşteriye ait olunca, tartma
ücretinin de kendisine ait olması gerekir. Buna kıyasla satılan mal (mcbî) in
tartılma ücreti de satıcıya ait olur."
Hanefî fıkıh
kitaplarında da, semen tartıcısının ücretinin müşteriye; mebîi tartan, ölçen
veya sayanın ücretinin ise satıcıya ait olduğu belirtilmektedir.
Sarihler, Hz.
Peygamber'in iç don satın aldığının kesin olmakla birlikte, giyip giymediğinde
ihtilâf olduğunu söylerler.
Aliyyü'1-Kârî, Şemail
Şerhi'nde bu ihtilâfları zikreder. Bezlü'l-Mechûd'un ta'likında, Beycûrî'nin
Hz. Peygamber'in iç don giymediği görüşünü tercih ettiğini, Cem'ul-Fevâid'de
ise giydiği açıkça belli imiş gibi takdim edildiği söylenir. Cevâhiru'l-Muzıyye'de
de, Ebû Hanîfe'-den; "Bence Hz. Peygamber'in iç don giydiği sahih
değildir." dediği nakledilmiştir.
Konu ile ilgili
olarak, Avnu'l-Ma'bûd'da da şu malumata rastlanmaktadır:
Süyutî; bazılarının
Hz. Peygamber'in iç don aldığını belirttiklerini fakat giymediğini,
söylemektedir.
İbnü'l-Kayyim
el-Cevziye ise, Zadii'l-Meâd fi Hedyi Hayri'l-İbâd'da;
"giymiştir"
der. Zâdü'I-Meâd'daki bu ifadenin bir kalem hatası olduğu söylenir. Ancak, Ebû
Ya'lâ'nın Müsned'inde ve Taberânî'nin Mu'cemu'l-Vasît'inde Ebû Hureyre'den,
zayıf bir isnadla şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Bir gün Hz.
Peygamber'le birlikte çarşıya girdik, manifaturacıların yanına otundu ve dört
dirheme bir (şalvar) iç don satın aldı.
Ya Rasûlallah, sen iç
don giyiyor musun? dedim.
Evet, seferde de, hazarda
da, gece de gündüz de giyiyorum. Şüphesiz ben örtünme ile emrolundum ve bundan
daha iyi örten bir şey de bulamadım, buyurdu."[57]
Günümüzün insanı belki
bu münakaşayı yadırgar. Çünkü bugün herkes iç don giymekte ve bu bir mesele
olmamaktadır, Fakat Hz. Peygamber zamanında erkeklerden kimi bir entari, kimi
bir cübbe giyebiliyor, kimi de sadece bir peştemal sarabiliyordu. Belli ki iç
don giyme âdeti pek yoktu. Ebû Hureyre'nin sorusu da bunu göstermektedir. İşte
âlimler bunun için Hz. Peygamber'in iç don giyip giymediğini tam olarak tesbit
edememişlerdir.[58]
1. Ücretle
başkasının malını tartmak caizdir.
2. Tartılan
malın biraz ağır tutulması mustehaptir.
3. Semeni
tartmanın ücreti müşteriye, mebîi tartmanın ücreti de satıcıya aittir.[59]
3337... Ebû
Safvân b. Umeyra'nın şöyle dediği rivayet edilmiştir: Hicretten önce, Mekke'de
Rasûlullah (s.a)'a geldim...(Ravi), bu (önceki) hadisi söyledi, "ücretle
tartan"ı anmadı.
Ebû Dâvûd dedi ki: Bu
hadisi, Kays da Süfyân 'in dediği gibi rivayeî etti. Söz Süfyân'm sözüdür,
(doğrusu Süfyân'ın rivayetidir)[60]
Bu ve önceki
rivayetler aynı hadisin değişik rivayetleri olsa gerek. Rivayetlerin ikisinin
tâbiûndan olan ravileri aynı şahıstır. Sahâbî dahil diğer raviler ise değişik
isimlerdir. Önceki rivayeti Süf-yân, Simâk b. Harb vasıtasıyla Süveyd b.
Kays'tan; bunu ise Şu'be, yine Si-mâk b. Harb kanalıyla Ebû Safvân b.
Umeyra'dan rivayet etmişlerdir. Yani önceki rivayette, sahabenin ismi Süveyd b.
Kays, sonrakinde ise Ebû Safvân b. Umeyra'dır.
Bu iki isimin aynı
şahsa ait olduklarını önceki hadisin şerhinde söylemiştik. Ebû Dâvûd;
"Söz Süfyân'ın sözüdür" derken, doğrusunun sahabe ravinin adının
Süveyd b. Kays olduğuna işaret etmiştir. Nesâî de, "Süfyân'ın hadisi
doğruya daha uygun" diyerek aynı görüşü izhar etmiştir.[61]
3338... Ebû
Rizme der ki: Babamı şöyle derken işittim:
Bir adam Şu'be'ye:
"Safvân sana muhalefet etti" dedi. Şu'be de, "Bu başımı
yardı" karşılığını verdi.
Bana, Yahya b.
Maîn'in: "Her kim Süfyân'a muhalefet ederse (önemsizdir) söz, Süfyân'ın
sözüdür." dediği ulaştı.[62]
Bu sözler, önceki
rivayetlerdeki ihtilâflarla ilgili olarak söylenmiştir. Ebû Dâvûd bunu, yukarıda
izah edildiği gibi, Süf yân'ın rivayetinin daha doğru olduğu görüşüne destek
olarak kitabına almıştır.[63]
3339...
Ahmed b. Hanbel, Vekî vasıtasıyla Şu'be'nin, "Süfyân in hafızası benim
hafızamdan daha sağlamdır." dediğini nakletmiştir.[64]
Şu'be'nin bu sözleri
de hadisin ravisinin Süveyd b. Kays olması gerektiğine delalet eder.[65]
3340... İbn
ömer (r.anhuma)'dan, Rasûlullah (s.a)'m;
"Vezin (ağırlık
ölçüsü) Mekkelilerin vezni, ölçekse Medinelile-rin ölçeğidir" dediğini
rivayet etmiştir.
Ebû Dâvûd şöyle dedi:
Bu hadisi, Feryabî ve
Ebû Ahmed; Süf yân 'dan aynı şekilde rivayet etmişlerdir. (İbn Dükeyn), onlara
(Feryâbî ve Ebû Ahmed'e isnadda değil) metinde muvafakat etmiştir.
Ebû Ahmed, ibn Ömer'in
yerine, 'İbn Abbas'dan" demiştir.
Yine bu hadisi,
Velidb. Müslim, Hanzala'dan; "Medine'nin vezni, Mekke'nin ölçeği"
demiştir, şeklinde rivayet etmiştir.
Yine Ebû Dâvûd şöyle
der:
Mâlik b. Dinar'ın, bu
konuda A tâ vasıtasıyla Rasûluüah 'tan rivayet ettiği hadisin metninde ihtilâf
edilmiştir.[66]
Vezn: Tartmak ve
tartacak şey, yani tartıda kullanılan (gram, kilo, dirhem vs.) birim demektir.
Hadiste bu ikinci mana kastedilmiştir.
Yağ, bal, şeker gibi
tartı ile alınıp satılan maddelere, vcznî denilir.
Mikyâl: Ölçek
demektir. Buğday, arpa gibi ölçü ile alınıp satılan maddelerin ölçülmesinde
kullanılan âlettir. Zaman ve yere göre hacmi ve adı değişen çeşitleri vardır.
Hadisde kastedilen, o zamanki kullanılan sa' adındaki ölçektir.
Ölçü ile alınıp
satılan maddelere keylî denir.
Hz. Peygamber (s.a) bu
hadiste; tartıda esas alınacak birimlerin, Mekkelilerin kullandıkları ağırlık
ölçüleri; ölçeklerde muteber olanın da Medi-nelilerin ölçekleri olduğunu bildirmektedir.Azîmabâdî'nin
Kâdî'den nakline göre, Hz. Peygamber'in bu tercihine sebep; Mekkelilerin
ticaret, Medi-nelilerin de tarımla uğraşmalarıdır. Çünkü ticaretle uğraşanlar
ağırlık ölçülerini, tarımla uğraşanlar ise ölçekleri daha iyi bilirler.
Her bölgenin kendine
mahsus ağırlık ve ölçü âlet ve birimleri olduğu ve kullanıldığı gerçektir. Hz.
Peygamber'in tercih ettiği bu birim ve ölçülerin herkes tarafından
kullanılmasının mutlaka şart olduğunu kimse söylememektedir. Yani, insanlar
aralarındaki akitlerde istedikleri ölçek ve tartı birimlerini kullanabilirler.
Ancak, âlimler Hz. Peygamber'in bildirdiği bu ölçülerin kullanım sahasının
tesbitinde farklı görüştedirler.
Şevkânî; taraflar
arasında anlaşmazlık çıktığı takdirde bu ölçülere dönülmenin gerekli olduğunu
söyler. Buna göre, alıcı ve satıcı, alım satıma konu olan malın mikdarını
belirleyecek ölçek "veya ağırlık birimini tayinde anlaşmazlığa
düşerlerse; ölçekte Medinelilerin ölçeğinin, tartı biriminde de Mekkelilerin
kullandığı ağırlık ölçülerinin tercih edilmesi gerekir.
Hattâbî; sahiplerini
belirtmeden, Şevkânî ve aynı görüşü paylaşanların yukarıda geçen görüşlerine
işaret ettikten sonra bunu reddeder. Taraflar arasında, ölçek ve ağırlık
ölçülerinin tayininde anlaşmazlığın çıkması halinde o memlekette kullanılan
birimlerin esas alınacağını söyler ve iddiasını şu sözleriyle destekler:
"Bir kimse, on ölçek buğday veya arpaya selem akdi yapsa ve orada bir tek
ölçek olsa o ölçek esas alınır.[67] Ama
birden çok ölçek buIunur da bu ölçeklerden birisi belirtilmezse, selem akdi
fasîd olur ve parayı alan geri verir."
Hattâbî bu sözleriyle,
"Eğer mesele Şevkânî ve onun gibi düşünenlerin dediği gibi olsaydı, bu
şekilde akdedilen selem fasid olamayıp, Medinelilerin kullandıkları ölçek esas
alınarak malın teslimi gerekirdi." demek istemektedir.
Hattâbî'ye göre, bu
hadis-i şerif; zekât, fitre ve keffaretler gibi, Allah'ın hakları ile ilgili
olarak varid olmuştur. Hadisteki "vezin" den maksad da, başkaları
değil sadece altın ve gümüştür. Yani Hz. Peygamber (s.a), zekâtın farz olması
için gerekli olan altın ve gümüş nisabında Mekkelilerin vezninin esas
alınmasını istemiştir. Bu dirhem; islâmî (şer'î) dirhemdir.
Medinelilerin
ölçeğinden maksad da sa'dır. Keffaretlerin ödenmesinde ve fıtır sadakasının
verilmesinde bu ölçek esas alınmalıdır.
AvıuTl-Ma'bûd sahibi,
Şerhu's-Sünne, Mirkât ve Nesâî'nin Sindî haşiyesinden Hattâbî'nin görüşü
istikametinde nakiller yapmıştır.
O halde diyebiliriz
ki; Hz. Peygamebr (s.a); zekât, fitre, keffaret gibi dinî konuların ölçü ve
tartı ile ilgili yönlerinde, Mekkelilerin veznini, Medinelilerin ölçeğini
kullanmayı emretmiş ve bunlar birer şer'î ölçü olmuştur. Mekke vezni ile 200
dirhemden az gümüş veya 20 miskâldan az altına zekât düşmez. Fitre veya
keffaret verecek kişi, her gün için, Medine sa'ı ile bir sa' arpa, yarım sa'
buğday vs. veya bunların kıymetini verecektir.
Vezin ve ölçekler
arasındaki bu ayırıma sebep, o zaman kullanılan ölçü ve tartıların
birbirlerinden farklı olmaları, bazı dirhemlerin diğerlerinden daha ağır veya
daha hafif olmalarıdır.
Meselâ o zaman
kullanılan dirhemlerden:
Bağlı; 8 dânik,
Taberî; 4 dânikti.
İslâmî dirhemlerden
sayılan bir başka dirhem ise 6 dânikti.
Bu dirhemlerin,
cahiliye devrinden beri böyle mi kaldığı, yoksa değiştirilip yeni bir ağırlık
mı verildiği konusunda ihtilâf vardır. Ancak, ağırlıklarının aynı kaldığı
fakat baskılarının değiştirilerek üzerlerine "Allah" ismi celâlinin
işlendiği görüşü galiptir.
Ağırlık ve ölçü
birimleri ile ilgili bilgi, çeşitli münasebetlerle daha önce geçti. Onun için
burada tekrar o konuya dönmeyeceğiz. Ancak hadisin metni ile doğrudan ilgili
olduğu için, Mekke vezni ve Medine ölçeğinin miktarlarını kısaca hatırlatmak
istiyoruz.
Şevkânî'nin İbn
Hazm'dan naklettiğine göre;
Bir Mekke altın
dinarı, 82,3 arpa tanesinin ağırlığı kadardı. Bir dirhem 0,7 miskâldir. Bir
dirhemin ağırlığı da 57,61 arpa tanesinin ağırlığı kadardır.
Hidâye'de, muteber
olan dirhemin; on tanesi yedi miskâle denk olan dirhem olduğu kaydedilir.
Ölçeğin tayininde
farklı iki görüş vardır. Bunlardan birine göre, 1 sa' 5 1/3 Irak rıtlıdır.
İçlerinde Ebû Hanîfe'nin de bulunduğu diğer görüşe göre ise; 1 sa' 8 rıtıldır.
İmam Ebû Yusuf'un önce İmam A'zam'la aynı fikirde iken, daha sonra karşı görüşe
döndüğü rivayet edilir.
Hattâbî bunlara bir
de, Şiilerin iddia ettikleri 9 1/3 ntıl olan ehl-i beyt sa'ını ekler ve;
muamelâtta herkesin kendi sa'ını kullanabileceğini ama, iş dinî konulara
geldiğinde Medine sa'ının esas alınması gerektiğini söyler.
Ebû Dâvûd, hadisin
sonunda bazı farklı rivayetlere temas etmiştir. Bunlar içerisinde en sağlamı;
metne esas alınan rivayettir.[68]
Mâli ibadetlerde
mikdarlann tayininde her beldenin kendi ölçülen değil, Hz. Peygamber in
bildirdiği şer ı ölçüler esas alınmalıdır. Bu ölçülerde; ağırlık ölçüsünde
Mekkelilerin, hacim ölçülerinde de Medinelilerin kullandıkları ölçeklerdir.[69]
3341...
Semüre (b.Cündüb)r.a'den şöyle rivayet edilmiştir. Derki:
Rasûlullah (s.a) bize
hitab edip:
"Filan
oğullarından burada kimse var mı?" diye sordu.Kimse cevap vermedi. Sonra
tekrar;
"Filan
oğulllarından burada kimse var mı?" dedi. Yine kimse cevap vermedi.
Rasûlullah (s.a) üçüncü defa tekrar;
"Filan
oğullarından burada kimse var mı?" buyurdu. Bu sefer bir adam kalkıp:
Ben varım ya Rasûlallah!
dedi. Hz. Peygamber:
"Önceki iki
seferde niçin cevap vermedin? Şüphesiz ben sizin için sadece hayır anarım.
Arkadaşınız, borcuna mukabil hapsedildi (cennete sokulmadı)" buyurdu.
(Semüre der ki:)
O adamı, arkadaşının
bütün borçlarını öderken gördüm. Öyle ki, artık ondan bir şey isteyen hiç kimse
kalmadı.
Ebû Dâvûd şöyle dedi:
(Hadisi Semüre'den nakleden Sem'ân), "Müşennec'in oğlu Sem'an'dır.[70]
Nesâî'nin rivayetinden
anlaşıldığına göre, metinde konu edilen konuşma bir cenazede geçmiştir. Hz. Peygamber
(s.a) ve sa-hâbîler, bir cenazeyi defnetmek için gitmişlerdi. Rasûlullah (s.a)
cemaate bir konuşma yapıp, falan sülâleden kimsenin olup olmadığını sordu.
Kimsenin cevap vermemesi üzerine sorusunu üç defa tekrarladı. Nihayet bir adam
kalkıp kendisinin o sülâleden olduğunu söyledi. RasûlullahJia, ölen zâtın
borçlan yüzünden hapsedildiğini, cennete bırakılmadığını söyleyip onun
borçlarının ödenmesini istedi. Adam da, cemaata sorarak, ölünün kime borcu
varsa hiç bırakmadan hepsini ödedi.
Hadis-i şerif; insanlara
olan borcun ne derece önemli olduğunu, ödenmeyen kul haklarının kişinin
cennete girmesine mani olacağını göstermektedir. Bu babda gelecek olan
hadisler, konunun önemine daha çok açıklık getireceklerdir.
Allah (c.c), şirkten
başka bütün günahları tevbe ile affettiği halde; kul borcunun affını,
alacaklının affetmesine bağlamıştır. İleride gelecek olan 3345 numaralı hadiste
belirtildiği üzere, zenginin borcunu vermeyip savsaklaması zulümdür.
Borcunu ödemeyi
istediği halde, imkânsızlığından dolayı ödeyemeyene, mühlet'vermek alacaklılar
için farzdır. Bakara sûresinin 280. âyetinde şöyle buyurulmaktadır:
"Borçlu darda ise eli genişleyinceye kadar, ona mühlet verin. Bilmiş
olasınız ki, borcu bağışlamanız sizin için daha hayırlıdır."
Âlimler bu âyetle
istidlal ederek, darda olan borçlu için mühlet vermenin farz, borcu tamamen
bağışlamasının da müstehap olduğuna hükmetmişlerdir.
Dürrü'l-Muhtâr'da;
haddizatında farzın nafileden daha üstün olduğu, ancak üç şeyin bundan müstesna
tutulduğu kaydedilir ve; darda kalanın bor-eunu bağışlamak mendûb olduğu halde,
bunun da vacib olan mühlet vermekten daha üstün olduğu ifade edilir.
Ebû Ca'fer
et-Tahavî'nin rivayet ettiği bir hadiste de Hz. Peygamber (s.a); "Darda
kalan borçluya mühlet verene, her gün için sadaka sevabı vardır."
buyurmaktadır.
Hadis-i şerif, borçlu
olan müslümanların borcunu ödeyivermenin önemine de işaret etmektedir.
Müslim'in, Ebû Mes'ud'dan rivayet ettiği şu hadis, bu durumda olanların nail
olacağı ecre en güzel bir şekilde delâlet etmektedir:
Hz. Peygamber (s.a)
şöyle buyurmuştur:
"Sizden önceki
milletlerden bir adamın hesabı görüldü. Onun hiçbir hayrı yoktu. Ancak o
zengindi, insanların arasına karışır, kölelerine; darda kalanlara göz
yummalarını emrederdi. Allah (c.c): Ondan vazgeçin, biz buna ondan daha
lâyığız, buyurdu."[71]
Yine Müslim'in Ebû
Katâde'den rivayet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
"Her kimi,
Allah'ın kendisini kıyamet gününün kederlerinden kurtarması sevindirirse, darda
olana mühlet versin ya da tamamen terketsin."[72]
Yukarıda işaret
edildiği gibi bu hadisi Nesâî rivayet etmiştir. Ayrıca Buharî'nin Tarilı-i
Kebîr'inde de vardır.
Buharı;
"Sem'an'ırt Semüre'den, Şa'bî'nin de Sem'an'dan hadis duyduğu
bilinmemektedir." der. Tehzîbu't-Tehzîb'de ise, "Sem'an'dan Âmir b.
eş-Şa'bî rivayette bulunmuştur, başkası değil." denilir. İbn Hibbân ve Ebû
Nasr da Sem'an'ın güvenilir bir ravi oluduğvnu söylerler.[73]
1. İnsanlar,
başkalarına olan borçlarını ödemede titizlik göstermelidirler.
2. Başkasına
borçlu olarak ölen kişinin borcu onun cennete girmesine engel olur.
3. Ölen
birisinin borcunun bir başkası tarafından ödenmesi caizdir.[74]
3342... Ebû
Mûse'l-Eş'arî (r.a)'den, Rasûlullah (s.a)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Allah katında;
nehyettiği büyük günahlardan sonraki en büyük günah; kişinin ödeyecek mal
bırakmadan, borçlu olduğu halde Allah'ın karşısına çıkmasıdır."[75]
Bu hadiste; kişinin
borçlu olarak ve ödeyecek mal bırakmadan ölmesinin günah olduğuna işaret
edilmektedir. Tabiatıyla günah olan, ölmek değil, ödemeden ve ödenmesi için
tedbir almadan borçlu kalmaktır.
Aslında, insanın borç
alması hiç de kötü bir iş değildir. Hatta Tıybî'nin ifadesine göre mendubdur.
Karşılıksız olarak bir müslümana borç veren kişi dinimizce övülmüştür.
"Karz-ı hasen" denilen bu güzel tutum, müslüman-lara mahsus güzel
hasletlerdendir. Bir kişinin borç vermesi, ötekinin borçlanması demektir. Bir
taraftan borç veren övülür ve buna teşvik edilirken, öbür taraftan borçlananın
kötülenmesi tasavvur edilemez. Gerçi Hz. Pey-gamber'in borçtan kaçtığı, borçtan
Allah'a sığındığı tarzında birçok haberler variddir. Ama bu, ödeyememe veya
alacaklı karşısında mahcup düşme korkusuna mebnidir. Çünkü bizzat Hz.
Peygamber'in borç aldığı ve buna mukabil zırhım rehin bıraktığı bilinmektedir.
O halde bu hadiste
günah olarak vasıflanan borç, kişinin ödemekte kusurlu olduğu veya günah olan
bir iş için aldığı borçtur. Çünkü bu, hakların zayi olmasına sebeptir.
Tıybî bu hadisi izah
ederken muhtemel bir itiraza ve bunun cevabına işaret eder. Okuyucunun da
hatırına geleceğini tahmin ettiğimiz için, Tıybî'nin sözlerini aynen
naklediyoruz:
"Eğer;
"Şehidin, borç dışındaki bütün günahları affedilir" hadisinde, Allah
haklarında kolaylaştırma esastır ama kul haklarında böyle değil denilmişti.
Halbuki burada kul borcu büyük günahlardan daha aşağı kabul edilmiştir, dersen
buna şu karşılığı veririz: Biz orada borçtan sakındırmak için, biraz mübalâğa
olarak anladık. Ama burada söz, zahir manasında kullanılmıştır."
Demek oluyor ki, borç;
hadislerde belirtilen büyük günahlar gibi değildir. Çünkü büyük günah Allah'a
isyandır. Borç almak ise caizdir. Hz. Peygamber'in borcunu ödemeyenler için
böyle ağır bir ifade kullanması, borçların önemsenmeyerek, hakların
kaybolmasını önlemek içindir.[76]
3343...
Câbir (r.a)'den rivayet edilmiştir; der ki: Rasûlullah (s.a), borçlu olarak
ölenin cenazesini kılmazdı. (Bir gün) bir cenaze getirildi. Rasûlullah (s.a):
"Onun borcu var mı?" diye sordu.
Evet, iki dinar borcu
var, dediler.
"Arkadaşınızın
namazını kılınız" buyurdu. Bunun üzerine, Ensar'dan olan Ebû Katâde;
O iki dinarı ben
yükleniyorum, Ya Rasûlallah, dedi. Hz.Peygamber de adamın namazını kıldı.
Allah (c.c), Rasûlü'ne
fetihler müyesser buyurunca Efendimiz: "Ben her mü'mine kendi nefsinden
daha evlâyım. Her kim borç bırakırsa (borçlu ölürse) onu ödemek bana aittir.
Kim de mal bırakırsa vârislerine aittir" buyurdu.[77]
Buharî'nin Seleme b. el-Ekva'dan
rivayet ettiği hadise göre, Hz. Peygamber'e üç cenaze getirilmiş, Efendimiz her
birisi için borcunun olup olmadığını sormuş, birincisinde "hayır"
cevabını alıp cenazesini kılmış, ikincisinin borcu olduğunu fakat üç dinar da
para bıraktığını öğrenmiş ve onun da cenaze namazını kılmış, üçüncünün ise
borcu olduğunu fakat geride bir şey bırakmadığını söylemişler, o da cemaate;
"Siz namazını kılın" diye emretmiş, Ebû Katâde'nin o zâtın borcunu
yüklenmesi üzerine Efendimiz de namazım kılmıştır.
Ehû Davud'un
rivayetine benzer bir-Jıadis, Müslim'de, beş ayrı rivayet halinde Ebû
Hureyre'den nakledilmiştir.
Gösterilen
rivayetlerin tümünde; Hz. Peygamber'in, getirilen bir cenazenin namazına
durmadan önce onun borcunun olup olmadığını sorduğu, yoksa veya borcu olduğu
halde geriye mal birakmışsa cenazesini kıldığı, borcu olup malı bulunmazsa
kendisinin kılmayıp sahâbîlerine kılmalarım emrettiği anlaşılmaktadır.
Bazı âlimler, Hz.
Peygamber'in bu davranışını iki türlü yorumlamışlardır:
a) İnsanları borçtan sakındırmak,
ödemedeki kusur ve savsaklamaya ceza olarak borçluların namazını kılmazdı.
b) Borçlunun
üzerindeki kul hakkından dolayı duasının makbul olmaması endişesiyle kılmazdı.
Bazı âlimler ise, Hz.
Peygamber'in borçluların namazını kılmamasının; "Kim borçlu olarak ölürse,
o borç bana aittir." sözü ile neshedildiğini söylerler. Nitekim Sahih-i
Müslim Şerhi'nde,.İbn Abbas'dan rivayet edildiği söylenen bir hadiste şöyle
denilmektedir:
"Hz. Peygamber
(s.a), borçlu olarak ölen kimsenin namazını kılmıyordu. Derken bir zat vefat
etti. Rasûlullah (s.a):
"Bunun borcu var
mı?" diye sordu. Evet, dediler.
"Öyleyse
cenazenizin namazını kılın" buyurdu.
Bunun üzerine Cebrail
(a.s) inerek şunları söyledi:
Allah (Azze ve Celle)
buyuruyor ki: "Benim indimde zalim ancak zulüm, israf ve isyan hususunda
borçlanandır; çoluk çocuk sahibi namuslu kimseye gelince onun namına ben
ödeyeceğine kefilim."
Bunu işitince
Peygamber (s.a) hemen o zâtın cenaze namazını kıldı ve bundan sonra:
"Her kim
yoksulluk veya borç bırakırsa bana yahut benim üzerime kalır; kim miras
bırakırsa ailesi efradına kalır." buyurdu. Bir daha böylesinin namazlarını
kıldı."[78]
Üzerinde durduğumuz
hadiste; Ebû Katâde'nin, ölenin borçlarına kefil olması üzerine Rasûlullah'ın
cenaze namazını kıldığı görülmektedir. Bu durum, ölünün borcuna kefil olmanın
caiz olduğunu gösterir.
Aliyyü'1-Kârî,
Mirkât'da, Şerhu's-Sünne'den şunları nakleder:
"Hadis; ister
geride mal bıraksın, ister bırakmasın, ölünün borcuna kefil olmanın caiz
olduğuna delildir. Bu, ulemanın çoğunluğunun görüşüdür. İmam Şafiî de aynı
görüştedir. Ebû Hanîfe ise, geriye mal bırakmadığında kefaletin caiz
olmadığını söyler. Bir kimse hür bir müslümanın borcuna kefil olsa ve borçlu
ölse, ittifakla kefalet devam eder. Borçlu fakirin ölümü, kefaletin devamına
mani olmadığına göre ölüye kefil olmak da caizdir."
Tıybî ise;
"Hadise sarılmak, bu kıyastan daha evlâdır." der.
Kârî devamla şöyle
demektedir: Bazı âlimlerimiz; Ebû Yusuf, Muhammed, Mâlik, Şafiî ve Ahmed,
hadise sarılmışlar ve ölen borçluya -mal bırak-masa bile- kefil olmanın caiz
olduğuna hükmetmişlerdir. "Çünkü eğer sahih olmasaydı, Hz. Peygamber o
zâtın cenaze namazını kılmazdı." derler.
İmam Ebû Hanîfe
rahimehullah; "Müflis olarak ölene kefalet sahih değildir. Çünkü müflis
olarak ölen birinin borcuna kefil olmak, düşmüş bir borca kefil olmak demektir.
Düşmüş bir borca kefil olmak da bâtıldır. Hadisteki hâdisenin önceden olan bir
kefaleti ikrar olması muhtemeldir. Çünkü kefalette ikrar ve inşa lafzı
aynıdır. Ayrıca bir fiilin hikâyesi umum ifade etmez. Sonra, Ebû Katâde'nin
sözünün kefalet değil bir va'd olması da mümkündür. Hz. Peygamber'in namaz
kılmak istememesi, ona borcunu ödeme yolunu göstermek içindir. Bu zahir olunca
da namazını kılmıştır." der.
Mirkât'tan yaptığımız
bu nakiller, ölüye kefalet konusunu yeteri kadar açıklığa kavuşturdu sanıyoruz.
Hadisin devamında;
Cenab-ı Allah Hz. Peygamber (s.a)'e fetihler müyesser kılıp, hazineye
ganimetler dolunca Efendimiz'in borçlu olarak ölenlerin borcuna kefil olduğu
ve, "Ben bütün mü'minlere kendi nefislerinden daha evlâyım" buyurduğu
görülmektedir.
Busöz: "O
peygamber mü'minlere öz nefislerinden evlâdır..."[79]
âyet-i kerimesinden iktibastır.
Hz. Peygamber'in,
mü'minlere kendi nefislerinden evlâ oluş yönünü» merhum H. B. Çantay değişik
tefsirlerden nakille şöyle izah eder:
"Din ve dünya
işlerinin hepsinde evlâdır. Zira Peygamber, mü'minlere salah ve selâmetlerini
mucib şeylerden başkasını emretmez ve razı olmaz. Fakat nefs böyle değildir. Binaenaleyh
mü'minler, peygamberini nefislerinden daha çok sevmeli, onun emrini herşeyden
üstün ve nafiz tanımalıdır (Beyzavî). İbn Mes'ud radıyallahü anh'ın kıraetinde,
“Ve o (Peygamber) onların (mü'minlerin) babasıdır." ziyadesi vardır, (bu
şazdır). İmam (Mü-câhid) der ki: Her Peygamber ümmetinin manevî babasıdır.
Bundan dolayıdır ki, mü'minler de birbirleriyle din kardeşi olmuşlardır
(Medârik). İmam Ahmed'le Buharı, Müslim, Nesâî, İbn Mâce'nin Enes radıyallahü
anh'den tahric ettikleri bir hadis-i şerif meali: "Sizden herhangi biriniz
beni evladından, babasından ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe hakiki
mirinin olamaz."[80]
1. Borçlu,
borcunu sağlığında ödemeye gayret etmelidir.
2. Hz.
Peygamber'in, borçluların borcuna kefil olması, bazı âlimlerce, borçlu olarak
ölenlerin mallarının hazinece ödenmesinin gerekli olduğuna delil sayılmıştır.
3. Ölen
kimsenin borcuna kefil olmak caizdir.
4. Kişi,
günahkâr olduğunu bildiği kimsenin cenaze namazına iştirak etmeyebilir.[81]
3344... İbn Abbas
(r.anhuma)'dan rivayet edilmiştir; der ki: Rasûlullah (s.a) bir kafileden,
yanında parası olmadığı halde bir dana satın aldı.[82]
Danaya kâr verildi, Rasûlullah da sattı. Kârı, Abdülmuttalib oğullarının muhtaç
kadınlarına dağıttı ve:
“Bundan sonra yanımda parası olmadan
hiçbir şey satın almayacağım" buyurdu.[83]
Ebû Davud'a hadis hem
Osman b. Ebî Şeybe, hem de Kuteybe b. Saîd'den gelmiştir. Kuteybe'nin rivayeti
mürseldir;
İbn Abbas hiç
anılmadan İkrime'den nakledilmiştir. Osman'ın rivayetinde ise İkrime, İbn
Abbas'dan nakilde bulunmuştur.
Tercemeye "muhtaç
kadınlar" diye geçtiğimiz "Erâmil" kelimesi, hem erkek hem de
kadınların muhtaçları karşılığında kullanılır. Muhtaç erkeğe denildiği gibi,
muhtaç kadına da denilir. Ancak İbnü'l'-Esîr, en-Nihâye adındaki eserinde bu
kelimenin erkeklerden ziyade muhtaç kadınlar için kullanıldığını söyler. .
Bu kelime ister zengin
olsun ister fakir, kocası ölen dul kadın veya karısı ölen erkek karşılığında
da kullanılmaktadır. Kelimenin bu hadis içindeki karşılığı, Avnü'l-Ma'bûd'da
birinci; Bezlü'l-Mechûd'da ikinci manası ile tefsir edilmiştir.
Hz. Peygamber'in,
muhtaçlar dururken dul da olsalar zengin kadınları sadaka vermekte tercih
etmeyeceği düşüncesiyle tercemeye Avnu'l-Ma'bûd'un izahını esas aldık.
Hadisin Ahmed b.
Hanbel'in Müsned'indeki rivayetinden, Hz. Peygamber'in dana satın aldığı
kâfirlerin Medine'ye gelmiş bir kafile olduğu anlaşılmaktadır.
Demek ki Hz. Peygamber
(s.a) Medine'ye gelen bir kafileden veresiye bir dana satın alıp teslim almış,
bilâhere kendisine bir miktar kâr teklif edilerek danaya müşteri olunmuş, o da
danayı satıp borcunu ödemiş ve kârını Abdülmuttalib oğullarının kadınlarına
dağıtmıştır. Hadisin konu ile ilgili yö-~ nü; Hz. Peygamber'in, "Bundan
sonra para olmadan bir şey satın almayacağım" tarzındaki sözleridir. Bu,
Efendimiz'in borçlanmaktan dolayı rahatsız olduğunu ve pişmanlık duyduğunu
gösterir.[84]
1. Hadis,
bizleri borçlu duruma düşmekten sakındırmaktadır. Ancak bu, borçlu bir şey
satın almanın caiz olmadığına işaret etmez. Bu özel bir prensiptir.
2. Veresiye
satın alınan bir malı teslim aldıktan sonra parasını ödemeden o malı satmak
caizdir.
3. Sadaka
verirken akrabaya öncelik tanımak müstehaptır.[85]
3345... Ebû Hureyre
(r.a)'den rivayet edildiğine göre, Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur:
"Zenginin borcunu
geciktirmesi zulümdür. Biriniz, (alacağı) bir zengine havale edilirse kabul
etsin.”[86]
Hadis-i şerifin Ebû
Hureyre'den olan rivayeti Kütüb-i Sitte'nin tümünde yer almıştır. İbn Mâce'nin
Sünen'inde bir de İbn Ömer'den gelen bir rivayet vardır.
Hadis-i şerif iki
konuya temas etmektedir:
1) Zenginin
borcunu geciktirmesi,
2)
Alacaklının zengin birine havale edilmesi hali.
Bu konuların tetkikine
başlamadan önce, hadiste geçen iki kelime üzerinde durmak istiyoruz:
Matl: Aslında, bir
şeyi uzatmak, demiri uzatmak için yaymak manalarına gelir. Burada; bir
kimsenin borcunu vermeyi geciktirmesi, alacaklıyı oyalaması, savsaklaması
karşılığında kullanılmıştır. Kurtubî, bu kelimenin; "Ödemesi gereken
borcu, imkânı varken ödememek" manasına olduğunu söyler.
Ganî: Zengin demektir.
Hadis-i şerifte, borcunu ödeme imkânına sahip olan kişi manasında
kullanılmıştır.
Kelimelerle ilgili bu
kısa açıklamamızdan sonra, hadisin temas ettiği konulara dönebiliriz.
1- Yukarıda
da işaret edildiği gibi, hadis-i şerifte önce borcunu ödeme imkânına sahip
olduğu halde, borcu ödemeyip geciktirmenin zulüm olduğu belirtilmektedir.
Tercemeden anlaşılacağı üzere, burada sözkonusu edilen zengin, borçlu
durumundadır. Yani "matl" masdarı, failine muzaf olmuştur. Bu
anlayış, ulemanın çoğunluğuna aittir.
Bazı âlimler ise
cümlenin, "Zengine olan borcu geciktirmek zulümdür." manasına
geldiğini söylerler. Bu manaya göre; matl masdarı, mef'ulüne muzaf olmuş olur.
Bu durumda hadisi; "Zengine olan borcu ödemeyip geciktirmek zulüm olduğuna
göre, fakire olanı geciktirmek öncelikle zulümdür" şeklinde anlamak
gerekir. Ancak, yukarıda da işaret edildiği gibi, âlimlerin büyük çoğunluğu
önceki manayı benimsemiş ve hadisi, "Zenginin, borcunu geciktirmesi
zulümdür" şeklinde anlamışlardır.
Hattâbî; "Bu
cümlenin delâleti ile anlıyoruz ki, ödeyecek bir şey bulamadığı için borcunu
geciktiren zalim değildir, dolayısıyla bu durumda olan borçlu hapsedilemez.
Çünkü hapis bir cezadır ve ceza ancak zalime verilir." demektedir.
Hz. Peygamber (s.a),
gücü yettiği halde borcu ödemeyi zulüm olarak nitelediğine göre, bu davranışın
caiz olmadığı kesindir. Ancak, bu yasağın delâlet ettiği hüküm konusunda
âlimler ihtilâf etmişlerdir:
Cumhura göre, borcunu
kasden ödemeyen fâsık olur. Bir kimsenin fa-sık sayılması için, Şâfiîlerden
Nevevî'nin tercihine göre, bu işi (borcunu geciktirmeyi) tekrarlaması gerekir.
Sübkî ise, tekrarlamanın şart olmadığını, bir kere borcu oyalamakla kişinin
fâsık sayılacağını söyler.
Mâlikîlerden Sahnûn
da: "Zengin birisi borcunu ödemeyip savsaklarsa, şahitliği kabul edilmez.
Çünkü kendisine zalim denilmiştir." der.
2- Hadisin
ihtiva ettiği ikinci konu, zengine yapılan havaleyi kabul konusudur. Buradaki
"zengin"den maksat, borcu ödemeye kadir olan kişidir.
Havale: Sözlükte,
"nakletmek" manasına gelir. Fıkıh ıstılahında; "Borcu bir
zimmetten başka bir zimmete aktarmak" demektir. Yani, boçlunun, alacaklıyı
alacağım almgsı için başka birisine göndermesidir. Havalenin sahih sayılması
için; muhîl, muhtâl ve muhâlün aleyhin rızaları yani havaleyi kabul etmeleri
şarttır.
Muhîl; havale eden,
yani borçlu olup da borcunu başkasının zimmetine aktaran kişidir.
Muhtâl; alacaklı
olandır. Buna muhâlün leh de denilir.
Muhâlün aleyh:
Kendisine havale edi?en muhîlin borcunu kabullenen kişidir. Buna, muhtâlün
aleyh de denilir.
Havale edilen borca
da, "muhâlün bih" denilir.
Havalenin sahih olması
için saydığımız taraflarca kabulünün şart oluşu, Hanefî mezhebindeki zahir rivayete
göredir. Diğer mezheplerde, muhtâl ve muhâlün aleyhin rızasını şart koşmayanlar
da vardır.
Havalenin sahih olması
için; borcun belli olması, muhîl ve muhâlün lehin akıllı, muhâlün aleyhin hem
âkil hem de baliğ olması gibi başka şartlar da vardır.
Hadis-i şerifin
zahiri, zengin birine yapılan havaleyi kabul etmenin va-cib olduğuna delâlet
etmektedir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) bunu emretmiştir. Zahirîler,
Hanbelîlerin çoğu,Ebü Sevr ve İbn Cerîr et-Taberî bu görüşe sahiptirler.
Cumhura göre ise havaleyi kabul etmek vacib değil müste-haptır. Buna göre
Peygamber Efendimiz'in emri, havaleyi kabule teşvik içindir. Nitekim İbn
Vehb'in bu konudaki bir sorusuna İmam Mâlik, "Bu teşvik içindir,
bağlayıcı değildir" karşılığını vermiştir.
Havale tahakkuk edince,
alacaklı alacağını sadece muhâlün aleyh (kendisine havale edilen) den
isteyebilir, muhîl (havale yapan borçlu)den isteyemez. Havale ile borçlunun
zimmeti borçtan ibra edilmiş olur. Ancak, alacaklının hakkının zayi olma
tehlikesi ortaya çıkarsa; Hanefîlere göre muhtâl, alacağını muhilden
isteyebilir.
Alacaklının hakkının
zayi olma tehlikesine "tevâ" denilir. Bu, İmam A'zam'a göre;
a) Muhâlün
aleyhin havaleyi inkâr edip, muhtâlin bunu isbat için elinde delilinin
bulunmaması,
b) Muhâlün
aleyhin, müflis olarak ölmesi ile ortaya çıkar.
İmam Ebû Yusuf ve
Muhammed'e göre yukarıdakilere ilâveten, hâkimin muhâlün aleyhin iflasına
hükmetmesi ile de, alacaklının hakkının alamama tehlikesi tahakkuk etmiş
sayılır.
İmam Mâlik, Şafiî,
Ahmed b. Hanbel, Ebû Ubeyd ve Ebû Sevr'e göre; havale tamamlandıktan sonra
muhîl tamamen borçtan kurtulmuştur. Ne olursa olsun, alacaklı alacağını
kendisinden isteyemez.
Hattâbî'nin,
Münzirî'den nakledilip "sahiplerini bilmiyorum" dediği üçüncü bir
görüşe göre; muhâlün aleyh hayatta olduğu müddetçe alacaklı borcunu ödemesi
için borçluya (muhîl) müracaat edemez. Ama muhâlün aleyh ölür ve borcun
ödenebileceği bir şey bırakmazsa, o zaman müracaat edebilir.
Bu görüş sahiplerinin
hepsi, üzerindedurduğumuz hadisi kendi görüşlerine delil kabul etmişlerdir.
Hanefîler, Hz. Peygamber (s.a)'in; "Zengine havale edilen kabul
etsin" sözünün muhtâlin borcu ödeyecek imkâna sahip olması gerektiğini
gösterdiğini, iflâs ile de bu imkânın kalktığını söylerler. Karşı görüşte
olanlar ise; zenginliğin, sonrası için değil sadece havale anında şart olduğunu
iddia ederler ve iddialarını cümledeki zarfını öne sürerek desteklerler.
Çünkü, vakitle sınırlı bir şart kelimesidir. Bununla hüküm ileriye değil,
sadece o hale bağlıdır.[87]
1. Borcunu
ödeme kudretinde olan kişinin borcu ödemeyip geciktirmesi zulümdür. Bu,
alimlerin ekseriye tine göre büyük günahtır.
2. Borcunu
ödemekten aciz olduğu için ödemeyi geciktiren kişi yukarıdaki hükmün içine
girmez.
3. Borçlunun
borcunu başka birine havale etmesi caizdir.
4. Borç, onu
ödeyebilecek durumda olan birisine havale edilirse, alacaklı bu havaleyi kabul
etmelidir. Kimi âlimler bunun vacip, kimileri ise müstehap olduğunu söylerler.[88]
3346... Ebû
Râfi'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah (s.a) genç bir deve borç
almıştı. Kendisine, sadaka develeri geldi. Bana, (alacaklı) adama genç
devesini ödememi emretti. Ben Efendimize: "Develer arasında altı yaşını
doldurmuş güzel bir deveden başkasını bulamadım" dedim. Bunun üzerine
Peygamebr Efendimiz:
"Adama onu ver,
şüphesiz insanların en hayırlısı borcunu en iyi şekilde ödeyendir."
buyurdu.[89]
Hadisin ravisi Ebu
Râfi', Hz. Peygamber (s.a)'in azatlisıdır.
Tercemeye "genç
deve" diye geçtiğimiz
"bekr" kelimesi, beş yaşından daha küçük olan develer için
kullanılan bir tabirdir. Sarihler bunu "Nasıl insanın küçüğüne çocuk
denilirse, devenin küçüğüne de bekr denilir" şeklinde izah etmektedirler.
Demek ki, "bekr" belirli bir yaştaki değil, bir yaş grubundaki
develerin-ortak adıdır.
Araplar deveye son
derece önem verirlerdi. Buna paralel olarak, ona birçok isimler vermişler;
deveyi her yaşta ayrı adlarla adlandırmışlardır. Bunları şöyle gösterebiliriz:
Süt emen deve yavrusu:
Huvar,
Sütten kesilen deve
yavrusu: Fasıl,
2 yaşına girmiş erkek
deve yavrusu: İbnü mehâd,
2 yaşına girmiş dişi
deve yavrusu: Binti mehâd,
3 yaşına girmiş erkek deve yavrusu: İbnü
lebûn, .
3 yaşına girmiş dişi deve yavrusu: Binti lebûn,
4 yaşına girmiş erkek deve yavrusu: Hıkk,
4 yaşına girmiş dişi deve yavrusu: Hıkka,
5 yaşına girmiş erkek deve yavrusu: Ceza', .
5 yaşma girmiş dişi deve yavrusu: Cezea,
6 yaşına girmiş erkek
deve yavrusu: Seniy,
6 yaşına girmiş dişi deve yavrusu: Seniyye,
7 yaşma girmiş erkek deve yavrusu: Rabâî,
7 yaşına girmiş dişi
deve yavrusu: Rabâiye,
8 yaşma girmiş deve yavrusu: Sedis,
9 yaşına girmiş deve yavrusu: Bâz'il,
10 yaşına girmiş deve yavrusu: Muhallef.
Hadiste; Hz.
Peygamebr'in birisinden borç olarak genç bir deve aldığı ve bunu zekât olarak
gelen develerden fakat daha iyisiyle ödediği ifade edil-. mektedir.
Hz. Peygamber'in bu
hayvanı kendisi için mi yoksa başkaları adına mı aldığı konusunda bir açıklık
yoktur. Âlimlerin bu konudaki görüşleri de birbirine uymamaktadır.
Aliyyü'1-Kârî, Şerhu's-Sünne'de;
"Hadis, devlet başkanının fakirler için borç almasının caiz.olduğuna
işaret eder" dendiğini nakleder. Bu ifade Hz. Peygamber'in deveyi fakir
müslümanlar için borç aldığına işaret etmektedir.
Nevevî ise,
"Zekât mallarını başkasına teberru olarak vermek caiz olmadığına göre,
nasıl olmuş da Hz. Peygamber aldığı borcu, zekât develerinden fazlasıyla
ödemiştir" şeklindeki muhtemel bir itiraza cevap verirken şöyle der:
"Hz. Peygamber (s.a), genç deveyi kendisi için ödünç almıştı. Sonra zekât
develerinden birisini satın aldı ve borcunu ödedi. Ebû Hureyre'nin
rivayetindeki, onun için bir deve satın alıp alacaklıya verdiler, şeklindeki
ifade de buna delâlet eder."
Görüldüğü gibi Nevevî
Hz. Peygamber'in genç deveyi kendisi için satın aldığı görüşündedir.
Hz. Peygamber'in
deveyi kendisi için borç alıp bunu ihtiyaç sahiplerine vermiş olması da
mümkündür.
Hadisin zahiri, hayvan
borç alıp vermenin caiz olduğuna delâlet etmektedir. Evzaî, Leys, İmam Mâlik,
İmam Şafiî ve Ahmed b. Hanbel bu görüştedirler.
Hanefîlere göre,
sadece para ve mislî olan mallar borç verilebilir.
Mislî mal; piyasada
misli bulunan, telef edildiğinde kıymeti değil misli ile tazmin olunan
mallardır. Bunlar; mekîl (ölçekle alınıp satılan mallar), mevzun (tartı ile
alınıp satılan mallar) ve ceviz, yumurta gibi büyüklük'leri birbirlerine çok
yakın olan aded-i mütekarib mallardır.
Hanefîler tu
sayılanların dışındaki mallarda borç alıp vermeyi kabul etmezler. Çünkü bu
adaletli bir ödemeye imkân vermez. Hayvan da borç olarak verilmesi caiz olmayan
mallardandır.
Nevevî, bu hadislerin
Hanefîler aleyhine delil olduğunu, delil olmadan nesh davasının kabul
edilemeyeceğini söyler.
Hanefî âlimleri; Hz.
Peygamber’in hayvan ödünç aldığına delâlet eden hadislerin mensuh (hükmünün
kaldırılmış) olduğunu ve nesh davasının delilsiz olmadığını söylerler. Tahavî,
Meâni'1-Âsâr adındaki eserinde, hayvanı borç vermenin caiz olmadığına işaret
eden bazı hadisler rivayet eder. Bunların bir iki tanesini verelim:
İbn Abbas (r.anhüma)
şöyle der: "Hz. Peygamber (s.a) veresiye olarak hayvan mukabilinde satmayı
nehyetti."[90]
Câbir (r. anh) şöyle
demiştir:
"Rasîilullah
(s.a) -peşin olarak- iki hayvanı bir hayvan karşılığında satmakta bir beis
görmez, fakat veresiye olarak satışını kerih görürdü."[91]
Tahavî; bu hadislerin,
hayvanı hayvan mukabilinde veresiye olarak satmayı caiz addeden hadisleri
neshettiğini, hayvanı ödünç almanın da aynı hükümde olduğunu söyler. Tahavî
daha sonra, karşı görüş sahipleri tarafından ileri sürülen bazı itirazlara
işaret ederek bunları cevaplandırır.
Hadis-i şerifin
delâlet ettiği diğer bir konu da şudur:
Borç alan kişi,
borcunu aldığından daha üstün bir şekilde ödeyebilir. Çünkü Hz. Peygamber borç
olarak genç bir deve almış ve bunu yedi yaşına girmiş iyi bir deve ile
ödemiştir. "Bekr" denilen genç deve, yedi yaşına giren deveye
nisbetle daha az değerlidir. Üstelik bu iyi bir davranıştır, müstehaptır.
Üstünlük borcun mikdarı yönünden olabileceği gibi, kalitesi yönünden de
olabilir. Meselâ, 1000 TL. borç alan bir kimse, borcunu 1100 TL olarak verebilir.
Yine ikinci kalite buğday borç alan, borcunu öderken birinci kaliteden
ödeyebilir. Ancak burada önemli olan, bunun borç verme esnasında şart
koşulmamış olmasıdır. Borç alınırken borcu daha fazlasıyla veya daha iyisiyle
ödemek ya da borçlunun alacaklıya fayda temin edecek başka bir şeyi yapması
şart koşulursa bu caiz değildir, faizdir. Peygamber Efendimiz bir hadisinde,
"Menfaat sağlayan her türlü borç faizdir" buyurmuştur.[92]
İmam Mâlik'e göre;
şart koşulmamış bile olsa borcu mikdar olarak fazlasıyla ödemek caiz değildir.
Hadisteki, "İnsanların en hayırlısı, borcunu en iyi şekilde
ödeyendir" cümlesi, İmam Mâlik'e karşı delil olarak ileri sürülmüştür.
Hattâbî, bu hadisin
ayrıca; sene dolmadan önce zekâtı vermenin cevazına delâlet ettiğini söyler.
Bu mesele "Zekât" konusunda işlenmiştir.[93]
1. Ödünç
olarak hayvan almak caizdir. Konu ihtilâf geçmiştir
2. Bir
kimsenin alışveriş ve borç ödeme gibi tasarruflarda bulunmak üzere başkasını
vekil tayin etmesi caizdir.
3. Borçlu
borcunu öderken, borcundan daha fazla veya daha iyisini verebilir.
4. Devlet
başkanı, tebaası için borç alabilir.[94]
3347...
Câbir b. Abdullah (r.a) şöyle demiştir: Hz. Peygamber (s.a)'ii bana borcu
vardı. Borcunu ödedi ve fazlasını da verdi.[95]
Bu hadiste, borçlunun
borcunu öderken alacaklıya borcun daha faz]a vermesmjn caiz olduğunu
göstermektedir. Konu yukarıdaki hadisin şerhinde izah edilmiştir.[96]
3348... Hz.
Ömer (r.a)'den Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Altını gümüş[97],
buğdayı buğday, hurmayı hurma ve arpayı arpa mukabilinde satmak (veya satın
almak) faizdir, ama ikisi de peşin olursa müstesna."[98]
Hadisin yukarıda
işaret edilen kaynaklardaki rivayetleri arasında bazı farklar mevcuttur. Kimi
rivayetler buradakinden daha uzun, kimileri ise daha kısadır. Meselâ, Müslim'in
rivayetinde; Hz. Ömer, Peygamber Efendimizin metindeki sözünü Mâlik b. Evs'in
para bozdurmak istemesi üzerine söylediğini bildirmektedir. Buharı'deki
rivayetlerden birinde, altın ve gümüş hiç anılmadan, buğdayın buğday, arpanın
arpa ve hurmanın hurma mukabilinde ancak her ikisi de peşin olarak satılabileceği
bildirilmektedir. Diğer bir rivayette ise, "altının gümüşle" değil de
"altının altın" mukabilinde satışı söz konusu edilmektedir. İbn Mâce'de
ise sadece; "Altının gümüş mukabilinde satışı" söz konusu edilmiştir.
Şerhler, "her
ikisi de peşin olursa..." diye terceme ettiğimiz kelimelerinin aslı ve
manası üzerinde geniş bilgi vermişlerdir. Bunların hülasası, "hâe"
kelimesinin aslı "hâke"dir ve "al şunu" manasınadır.
"Hâke" kelimesinin sonundaki "kaf" harfi
"hemze"ye dönüşmüş ve "h'âe" olmuştur. O halde "hâe
ve hâe" kelimelerinin tam karşılığı, satıcı ve alıcının mallarını
uzatarak "al bunu, al bunu" demeleridir.
Hz. Peygamber (s.a) bu
hadiste; gümüş karşılığında altını, buğday karşılığında buğdayı, arpa
karşılığında arpayı ve hurma karşılığında hurmayı veresiye olarak satmanın caiz
olmadığını, ama bedeller peşin olursa bunda bir mahzurun bulunmadığını
bildirmektedir. Diğer bazı hadislerde, bunlara ilâveten, "tuz karşılığında
tuz" ve "gümüş karşılığında gümüş (ya da altın karşılığında
altın)" in satışları da aynı hükmün altında anılmaktadır.
Demek oluyor ki,
birbirleri ile veresiye satılmaları caiz olmayan mallar hadiste altı çeşit
olarak gösterilmiştir.
Bunlar; altın, gümüş,
buğday, arpa, hurma ve tuzdur.
Bu mallara ribevî
(kendilerinde faiz sözkonusu olan) mallar denilir. Onun için hadis-i şerife hem
konu başlığı olarak seçilen "sarf" hem de "faiz" açılarından
bakmamız gerekecektir. Ancak, bundan sonraki iki hadis de aynı konularla ilgili
olduğu ve onlarda bazı mütemmim bilgiler bulunduğu için biz sarf ve faizle
ilgili temel bilgileri bu hadislerin tercemesinden sonra vermek istiyoruz.[99]
3349...
Ubâde b. Sâmit (r.a)'den Rasûlullah (s.a)'m şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir:
"Külçe olsun,
sikke olsun; altın altınla ve gümüş gümüşle (eşit olarak) satılır. Buğday
buğdayla müdyü müdyüne, arpa arpayla müdyü müdyüne, hurma hurmayla müdyü
müdyüne ve tuz tuzla müdyü müdyüne satılır. Kim fazla verir veya fazlayı
isterse faize dalmış olur. Peşin olmak üzere, gümüş, daha fazla olduğu halde
altını gümüş mukabilinde satmakta mahzur yoktur, ama veresiye caiz olmaz. Yine
peşin olmak üzere arpa daha fazla olduğu halde buğdayı arpa mukabilinde
satmakta mahzur yoktur, ama veresiye caiz olmaz."
Ebû Dâvûd dedi ki:
Bu hadisi, Saîd b. Ebî
Arûbe ve Hişâm ed-Düstüvâî, Katâde vasıtasıyla Müslim b. Yesâr'dan, Katâde'nin
isnadı ile rivayet etmişlerdir.[100]
3350... Ebû
Kılâbe, Ebu'l-Eş'as es-San'anî'den, o da Ubâde b. es-Sâmit vasıtasıyla
Rasûlullah (s.a)'dan bu (önceki) haberi hem biraz fazlasıyla hem de daha kısa
olarak rivayet etmiştir.
Ebû Kılâbe
(rivayetinde), Hz. Peygamber (s.a)'in şöyle buyurduğunu ilâve etmiştir:
"Bu çeşitler
değişik olduğunda, peşin olursa istediğiniz şekilde (eşit veya farklı olarak)
satınız."[101]
Bu rivayet öncekinin
biraz değişik şeklidir. Onun için önce yukarıdaki hadiste açıklanması gereken
noktalara işaret edeceğiz. Sonra da bu babın hadislerinin ihtiva ettiği fıkhî
hükümleri ele alacağız.
"Külçe olsun
sikke olsun" diye terceme ettiğimiz kelimeler ve karşılıkları şunlardır:
"Tibr":
Darbedilmemiş, para haline sokulmamış külçedir. Bu, altm da gümüş de olabilir.
Tercemedeki, "külçe olsun, sikke olsun" cümlesi, hem altın hem de gümüş
için geçerlidir.
"Ayn": Para
(sarı lira veya gümüş para) haline getirilmiş altın ve gümüş paradır.
"Müdy":
Hattâbî'nin belirttiğine göre, Suriye ve Mısır havalisinde kullanılan bir
ölçeğin adıdır. 22,5.sa' kadardır.
Hz. Peygamber (s.a) bu
hadiste de, ribevî mallar olarak bilinen altı çeşit malın birbirleriyle ancak
eşit olarak satılabileceğini, ama cinsler değişik olursa (altına karşılık gümüş
gibi) peşin olmak şartıyla fazla olarak değişmenin de caiz olduğunu
bildirmiştir.
Müslim'in bir rivayetinde
bu malların birbirleri ile ancak peşin ve eşit miktarda oldukları takdirde
satılabileceği beyan edilmektedir. Yine Müslim'in bir rivayetine göre, Ubâde
(r.a)'nin bu hadisi haber vermesine sebep Hz. Mu-âviye'nin bir savaşta ganimet
olarak aldığı bir gümüş kabın satılmasını emretmiş olmasıdır.
Hadiste altı çeşit mal
sözkonusu edilmiştir. Bunlar ikisi para (altın-gümüş) diğerleri de yiyecek
cinsindedir. Bu durum, hadisi hem "sarf" hem de faizle alâkalı
kılmaktadır. Şimdi biz yukarıda da belirttiğimiz gibi önce "sarf
"'dan ana hatları ile bahsedeceğiz sonra da, faizin cereyan ettiği mallara
geçeceğiz.
Sarf: Sözlükte bozmak,
değiştirmek demektir. Fıkıh ıstılahında alım satım akdinin çeşitlerinden
birisidir. Kitabu'l-Bey'in başında ifade edildiği gibi, "Parayı para
mukabilinde satmak" şeklinde tarif edilir. Bugünkü ifade ile para
bozdurmak demektir.
Birbirleri mukabilinde
satılan paraların aynı cinsten veya değişik cinsten olmaları, akdi sarf akdi
olmaktan çıkarmaz. Altını altınla veya altını gümüşle satmak sarftır.
İslâm hukukunda iki
çeşit paradan bahsedilir:
a) Allah'ın
para olmak üzere yarattığı, insanların değiştirmeleri mümkün olmayan para.
Bunlar altın ve gümüştür. Altının darbedilip para haline getirilmiş haline
"dinar", gümüşünkine "dirhem" denilir. Bunlara
"nükûd" ismi verilir. Altın ve gümüş paralarda hiçbir yabancı madde
yoksa buna "nakdi hâlis", içerisinde bakır vs. gibi yabancı madde
bulunur fakat altın ve gümüş daha fazla olursa; "mağlûbu gış",
karışık olur da yabancı madde daha fazla olursa buna da "galibi gış"
denilir.
b) Para
olmak üzere yaratılmayan ve insanların verdikleri itibarî değerle para olma
vasfını kazananlar. Bunlar içerisinde hiç altın ve gümüş bulunmayan bakır,
nikel veya kâğıttan imal edilen paralardır. Bu paralara "züyüf" veya
"fülûs" denilir.
Bu paralar piyasada
revaçda oldukları müddetçe nükûd hükmündedir-ler, ama kesada uğrarlarsa bir
eşya durumuna düşerler.
Eskiden, genelde
mübadele aracı olarak kullanılan altm ve gümüş olduğu için, bunların dışındaki
maddelerden yapılan şeylerin "nükûd" sayılıp sayılamayacağı âlimler
arasında ihtilaflıdır.
İbn Kudânıe, el-Muğnî
adındaki eserinde, çoğu yabancı madde olup içerisinde az bir altın veya gümüş
bulunan sikkelerin alım satım akdinde kullanılıp kullanılmayacağında farklı
görüşler olduğunu söyler,
Hanefî mezhebine göre
"fülûs" denilen, altın ve gümüş haricindeki bu maddeler piyasada
revaçta olduklarında aynen nükûd hükmündedirler ve alım satımlarda değişim
aracı olarak kullanılabilirler. Ancak henüz satın alınan malın bedeli ödenmeden
tedavülden kalkarlarsa, yapılan akid Ebû Hanîfe'-ye göre hükümsüz olur. Ebû
Yusuf'a göre, alışveriş sahihtir. Müşterinin; bu paranın alım satım akdi olduğu
zamanki, Muhammed'e göre ise tedavülden kalktığı zamanki alım gücü karşılığını
Ödemesi gerekir.
Sarf denildiği zaman;
para olduklarını şeriatın tayin ettiği ve bunda hiç kimsenin ihtilâf etmediği
altının altın, gümüşün gümüş ve altının gümüşle değişimi akla gelir. Bunların
sikkeli veya külçe olmaları arasında fark yoktur.
Sarfın caiz olması
için şu şartların bulunması gerekir:
1- Taraflar
bir arada bulunup, icab ve kabulde bulunmalıdırlar.
2- Taraflar,
birbirlerinden bedenen ayrılmadan önce bedelleri alıp vermeli (kabzetmeli)
dirler. Hanefî, Şafiî ve Hanbelîlere göre akit yapılır yapılmaz bedellerin
teslim tesellümü şart değildir. Taraflar birbirlerinden bedenen ayrılmadıkça
kabz caizdir. Mâlikîlere göre, akit yapılır yapılmaz kabz
gerçekleştirilmelidir.
3- Alışveriş
peşin olmalı ve taraflardan birisi için muhayyerlik şart ko-şulmamalıdır.
4-
Bedellerin aynı cinsten olmaları halinde, kaliteleri farklı bile olsa ağırlıkları
eşit olmalıdır. Meselâ, 10 gramlık 24 ayar altın karşılığında, 22 ayar altın
alınacaksa, ancak
Bedellerin ayrı olması
halinde, mikdarda eşitlik şart değildir; ama aynı mecliste peşin olarak teslim
tesellüm gerçekleşmelidir. Hadisin son rivayetinde de bu durum açıkça
görülmektedir.
Altın ve gümüşün
dışındaki maddelerden yapılan paraların birbirleri ile değişimi sarfın içinde
mütalaa edilmemektedir. Dolayısıyla bunlar peşin olarak birbirleri ile
değiştirildiğinde aralarında eşitliğin bulunması şart değildir. İmam A'zam'
Mübadele aracı olmakta,
altın ve gümüşün hemen hemen değerini kaybedip, kağıt paraların yaygınlaştığı
zamanımız şartlarında yukarıdaki hükmün iyi değerlendirilmesi gerekir, İmam
Muhammed'in görüşü günümüz için daha geçerli olsa gerek.
Hadis-i şeriflerde
sarfın yanı sıra kendilerinde ribâ (faiz) cereyan eden mallar da sayılmıştır.
Şimdi biraz da bu konu üzerinde duralım:
3333 numaralı hadiste
faiz yemenin kötülüğü, 3334 numaralı hadiste de faizin kaldırıldığı
belirtilmişti. Biz o hadisleri izah ederken, faizin hükmünü ve kötülüğünü
anlatmaya çalışmış, fakat faizle ilgili teknik bilgilere girmemiştik. Burada
kısaca faizin teknik yönü üzerinde duracağız.
Faizin karşılığı
"ribâ"dır. Mezhepler arasında ribânm illetinin nelerden ibaret olduğu
ihtilaflı olduğu için, ribânın tarifinde de bazı farklar görülebilir. Ama, İbn
Kudâme'nin şu tarifi, tüm tarifleri bünyesinde toplayacak tarzdadır:
"Ribâ, belirli bazı şeylerdeki fazlalıktır."
Hanefî ulemasının ribâ
(faiz) tarifleri de şöyledir: "Veznî veya keyîî olan bir malı, aynı
cinsten olan daha fazlası ile değişmektir." Bu tarif, (Ribâl) fazl"ın
tarifidir. Bir de "ribe' nesîe" vardır ki o da şöyle tarif edilir:
"Cinsleri aynı veya muhtelif olan keylî (ölçekle alınıp satılan), veznî
(tartı ile alınıp satılan), ziraî (uzunluk ölçüleri ile alınıp satılan) ve
adedî (tane ile alınıp satılan) olma konusunda aynı olan iki şeyden birisini
diğerine karşılık veresiye olarak mübadele etmektir."
Demek oluyor ki ribâ,
"fazl" ve "nesîe" olmak üzere iki çeşittir. Tariflerden
anlaşıldığı üzere, ribâ-i fazl; ribâya konu olan malların birbirleri ile peşin
olarak fakat birisi fazla olmak üzere değiştirilmesidir. Bir ölçek buğdayı
peşin olarak iki ölçek buğday karşılığında satmak gibi.
Ribâ-i nesîe d,,;
ribâya konu olan mallan aynı cinsleriyle (buğdayla buğday gibi) veya başka
cinsleri ile (buğdayla hurma gibi) veresiye olarak değiştirmekdir. Malların
miktarları eşit bile olsa, veresiye satıldıkları için bu faizdir.
Hem ribâ-i fazl hem.de
ribâ-i nesîenin haram olduğunda bütün mücte-hid âlimler müttefiktir. Üzerinde
durduğumuz hadisler de bu hükme ışık tutmaktadırlar.
İbn Abbas, Üsâme b.
Zeyd ve Zeyd b. Erkâm'm, ribânın sadece nesîe-de olduğu görüşünde oldukları
rivayet edilmiştir. İbn Abbas'ın bu görüşünden döndüğü de nakledilir. Buharî
ve Müslim gibi sahih hadis kitaplarında bu zâtların görüşleri istikametinde
hadisler vardır. Meselâ Buharî ve Müslim'deki bir hadiste, Rasülullah'ın,
"faiz ancak nesîededîr" buyurduğu rivayet edilir.
Fethu'l-Bârî'de,
ribâ-i fazlın haram olduğuna işaret eden hadislerle, haram olmadığına işaret
eden hadislerin arasım te'lifde âlimlerin ihtilâf halinde oldukları
belirtilir. Bazıları, ribâ-i fazlın'haram olmadığına işaret eden hadislerin
mensuh olduklarını söyler. Ancak Askalânî bunu uygun bulmamakta ve,
"İhtimalle nesh sabit olmaz" demekte, başka te'Iif usulleri göstermektedir.
Müctehid imamlar ve
onların mezheplerine tabi olan âlimler, hem ribâ-i fazl hem de ribâ-i nesîenin
haram olduğunda hemfikirdirler. Ancak ribâ illetinin ne olduğunda, yani hangi
tür mallarda faizin cereyan ettiğinde ihtilâf etmişlerdir.
Kendilerinde ribânın
tahakkuk ettiği nasla sabit olan mallar, bu babda-ki hadislerde konu edilen
altı çeşit maldır. Yani altın, gümüş, buğday, arpa, hurma ve tuzdur. Bu
mallarda bazı ortak yönler vardır. Meselâ, altın ve gümüş; para, diğerleri
gıda maddesidir. Ayrıca altın ve gümüş veznî, diğerleri keylîdirler. Müctehid
imamlar yukarıdaki maddelerdeki benzerlikleri ve bunlardaki ribâ illetini
farklı değerlendirmişler ve hangi tür mallarda faizin cereyan ettiğinde
ihtilâfa düşmüşlerdir. Bu konuda on kadar görüş zikredilir. Bunların
meşhurları:
a)
Zahirîlere göre faiz, sadece hadiste anılan bu altı çeşit maddede olur.
Başkalarında olmaz.
b)
Mâlikîlere göre ribâ illeti; semeniyyet (para olma) ve yiyecek maddelerinin
azık olarak saklanabilir olmaları ve bunların beslenme için yeterli bulunmalarıdır.
Yiyecek cinsindeki bu illet, ribâ-i fazla aittir. Ribâ-i nesîe için bir malın
sadece gıda maddesi olması yeterlidir.
Buna göre Mâlikîlerde;
parada ve buğday gibi depolanabilen ve insanın yaşayabilmesi için yeterli olan
gıda maddelerinde hem ribâ-i fazl hem de ribâ-i nesîe cereyan eder. Yani bu
mallan, birbirleri ile eşit de olsalar veresiye satmak caiz olmadığı gibi,
peşin veya veresiye olarak mikdarları farklı biçimde satmak da caiz değildir.
Her türlü yiyecek maddesinin beslenme için yeterli olmasa da birbirleriyle
veresiye olarak satılmaları da ribâ-i nesîedir.
Mâliki mezhebine göre,
para ve gıda maddelerinin dışındaki mallarda faiz sözkonusu değildir.
c)
Hanbelîlere göre faizin illeti vezn ve keyldir. Yani tartı ve ölçekle alınıp
satılan tüm mallarda (ister gıda maddesi olsun ister başka mallar) faiz
caridir. Yumurta ve karpuz gibi sayıyla satılan mallarla ise faiz sözkonusu
olmaz.
d) Şâfiîlere
göre ribâ illeti, semeniyyet ve gıda maddesi olmaktır. Yani altın ve gümüş ile
yiyecek maddelerinin tümünde faiz caridir. Şâfiîlerde ribâ-i nesîe, sadece
faize konu olan mallarda cari olur. .
e)
Hanefîlere göre faizin illeti, ribâ-i fazlda cins ile kadrdir. Yani malların
aynı cinsten ve veznî ya da keylî olmalarıdır. Buna göre ölçü ve tartı ile
satılan mallar hangi cinsten olurlarsa olsunlar birbirleri ile
değiştirildiğinde "şit olmazlarsa bu ribâ-i fazldır. Mesela, bir ölçek
buğdayı iki ölçek buğdaya satmak faiz olduğu gibi; bir ton demiri, bir buçuk
ton demir karşılığında satmak da faizdir. Ama bir ölçek buğdayı iki ölçek
arpaya mukabil satmak faiz olmaz. Yine bir karpuzu iki karpuza karşılık peşin
satmak faiz olmaz. Çünkü karpuz veznî ve keylî değildir.
Ribâ-i nesîe için,
yukarıdaki illetlerden sadece birisi kâfidir. Yani ne türden olursa olsun aynı
cinsten olan malları birbirleri ile veresiye satmak faizdir. Malların veznî
veya keylî olması şart değildir. Meselâ, bir ölçek buğdayı yine bir ölçek
buğday karşılığında veresiye satmak faiz olduğu gibi, bir karpuzu bir karpuz
karşılığında veresiye olarak satmak da faizdir. Aynı şekilde veznî veya keylî
olan malları, cinsleri aynı olmasa bile birbirleri ile veresiye satmak da
ribâ-i nesîeye girer. Meselâ, buğdayı veresiye olarak arpa mukabilinde satmak
bu kabildendir.
Görüldüğü gibi, faizin
illetini tayin konusunda âlimler arasında görülen bu ihtilâf tamamen hadiste
sayılan maddelerin özelliklerini değerlendirmedeki farklılıklardan
kaynaklanmaktadır.
Bu izahlardan sonra,
yukarıdaki hadis-i şeriflerin de ışığı altında konuyu toparlarsak şöyle bir
sonuca varabiliriz:
Mallar, genelde
(mezheplerin farklı görüşlerine göre) ribevî (faize konu) olan ve ribevî
olmayan (faize konu olmayan) mallar olmak üzere ikiye ayrılır:
.
I- Faize
konu olan (ribevî) malların satışı;
1) Birbirleri
mukabilinde olur. Buğdayı buğday, altım altın karşılığı satmak gibi. Bu da;
a) Peşin
olabilir. Bu durumda her iki bedel de eşit olmalıdır. Aksi halde ribâ-i fazl
olur.
b) Veresiye
olursa -bedeller ister eşit olsun, ister farklı- ribâ-i nesîe olur. Bir ölçek
buğdayı bir veya iki ölçek buğday karşılığında veresiye olarak satmak ribâ-i
nesîedir. Dolayısıyla caiz olmaz.
2) Buğdayı
arpa veya altını gümüş karşılığında satmakta olduğu gibi, başka cinsler
karşılığında olabilir. Bu tür satış;
a) Eğer
peşin olursa, ister bedeller eşit olsun, ister farklı caizdir, faiz olmaz. Bir
ölçek buğdayı iki ölçek arpa karşılığında satmak gibi.
Ancak İmam Mâlik, arpa
ile buğdayı aynı cinsten sayar. Onun için bu iki maddenin birbirleri ile peşin
olarak satışında da ona göre eşitlik gözetilmelidir.
b) Veresiye
olursa bedeller ister eşit olsun ister farklı olsun ribâ-i nesîe olur. Meselâ,
bir ölçek buğdayı bir veya iki ölçek arpa karşılığında veresiye olarak satmak
ribâ-i nesîedir.
II- Ribevî
olmayan (Hanefî ve Hanbelîlere göre keylî ve veznî olmayan; Şâfiîlere göre,
para ve gıda maddesi; Mâlikîlere göre de para ve dayanıklı gıda maddesi
olmayan) malların ise;
a)
Birbirleri ile peşin olarak satılması halinde, ister eşit olsun ister farklı,
hiçbir mahzur söz konusu değildir. Veresiye satılmaları ise Hanefîlere göre
ribâ-i nesîedir. Şâfiîlerde ribâ-i nesîe sadece ribevî mallarda; Mâlikîlerde
de, gıda maddelerinde cereyan eder.
b) Başka
cinslerle satımında, ister peşin olsun is^er veresiye her türlü satış caizdir.
Aslında sarf ve faiz
konularının bu kadarcık bir çerçeve içerisinde bütün detayları ile anlatılması
mümkün değildir. Biz sadece ana hatlarına temas ettik. Geniş bilgi edinmek
isteyenler fıkıh kitaplarına müracaat etmelidirler.[102]
3351... Fedâle
b. Ubeyd (r.a)'den rivayet edilmiştir; der ki:
Hayber ('in fethi)
yılında, Hz. Peygamber (s.a)'e içinde altın ve kıymetli taşlar bulunan (altın
ve kıymetli taştan yapılmış) bir gerdanlık getirildi. -Ebû Bekir ve İbn Menî'
"içerisinde, altınla bağlanmış kıymetli taşlar bulunan bir gerdanlık"
dediler.-[103]
Gerdanlığı bir adam
yedi veya dokuz dinara satın aldı.Rasûlullah (s.a):
"Olmaz, altınla taşların arasını
ayırmadıkça (caiz değil)"
buyurdu: Satın alan adam:
Ama ben sadece taşı
istedim, dedi. Hz. Peygamber (s.a) yine:
"Hayır, onların
arasını ayırmadıkça olmaz" buyurdu.
Bunun üzerine adam,
altınla taşın arasım ayırıncaya[104]
kadar geri verdi.
İbnü İsâ, (adamın; ben
sadece taşı istedim, sözünü) "ben ticareti istedim" şeklinde söyledi.
Ebû Dâvûd dedi ki:
İbn İsa'nın kitabında:
"taş" şeklindedir. [Başkası "ticareti" demiştir.][105]
Hadisin bu lafızlarla
olan rivayeti Kütüb-I Sitte'nin diğerle-rinde mevcut değildir. Ancak aynı
hâdiseden bahseden ve bundan sonra gelecek olan rivayet, Müslim'in Sahih'inde
ve Nesâî ile Tirmizî'-nin Sünen'lerinde mevcuttur. Ayrıca Taberânî'nin Mu'cem-i
Kebîr'inde de; aralarında bazı farklılıklar bulunan ve çeşitli yollarla gelmiş
birkaç rivayeti vardır. Meselâ, bir rivayette: "İçerisinde taş ve altın
bulunan bir gerdanlık"; bir başka rivayette, "altın ve cevher"
bir başkasında "altınla yapıştırılmış taş" ifadeleri yer almıştır.
Ayrıca bu gerdanlığın yedi dinara, dokuz dinara ve oniki dinara alındığı
şeklinde farklı fiatlar da nakledilmiştir.
Şevkânî'nin ifadesine
göre, Beyhakî; bu farklı ifadelerin ayrı ayrı alım satımlarla ilgili olup,
Fedâle'nin bunların hepsine şahid olduğunu söyler. Yine Şevkânî'nin nakline
göre; İbn Hacer, sözler arasındaki bu farklılığın hadisin zayıf olmasını
gerektirmediğini, delil alınacak kısımda ihtilâfın bulunmadığını, onun da
altınla taşın arasını ayırmadıkça satılmasının caiz olmayışı olduğunu söyler.
Gerdanlığın cinsi ve fiatındaki farklı görüşlerin hadise "muzdarib"
hükmünü vermeyi gerektirmeyip tercihin raviler arasında yapılması gerektiğini
de ilâve eder.
Tercemeye
"kıymetli taş" diye geçtiğimiz kelimesi, kelimesinin cem'idir. de
Kamus'ta; "dizilmiş cevher" şeklinde izah edilmiştir. Bu kelime
dilimize "boncuk" diye geçmiştir. Ancak, boncuk daha çok cam veya
naylondan yapılan değersiz şeylere denilir. Halbuki hadisten gerdanlıktaki
taşların değerli olduğu anlaşılmaktadır. Onun için biz bu kelimeyi
"kıymetli taşlar" diye terceme ettik.
Hadisin Müslim'deki
rivayetinden, bu gerdanlık alım satımının Hayber'-de olduğu, bundan sonra
gelecek olan rivayetten de, gerdanlığı satın alan. şahsın bizzat ravi Fedâle
olduğu anlaşılmaktadır. Tabii bu, rivayetler arasındaki farkın İbn Hacer'in
anlayışı istikametinde izahına göredir.
Bu hadiste ve peşinden
gelecek rivayetlerde üzerinde zinet olan kılınan gümüş para mukabilinde
satışına dair doğrudan bir ifade mevcut değildir. Babın isminin hadislerle
münasebeti, gümüş ve başka maddeden yapılan bir malı gümüş para ile veya altın
ve başka maddeden yapılan bir malı da altın para ile satma açısından olsa gerektir.
Yani nasıl ki, altın ve taştan yapılan gerdanlığı altın karşılığında satmak
caiz görülmemişse, üzerinde gümüş işlemeler bulunan kılına da gümüş
karşılığında satmak caiz değildir.
Hadis-i şerif, altın
ve başka bir maddeden yapılan bir şeyi altınla satmanın caiz olmadığına işaret
etmektedir. Hattâbî, bu konu ile ilgili geniş bilgi vermiş ve ulemanın görüşünü
nakletmiş. Biz Hattâbî'nin verdiği bilgiyi özetleyerek fakat değişik bir sunuş
tarzıyla aktarıyoruz:
Altın ve başka bir
maddeden yapılan bir şeyi altın karşılığında satmanın hükmünde dört görüş
vardır:
1- Bu yolla
yapılan alım satım, fasiddir. Bu görüş Şüreyh, Muhammed b. Şîrîn, Nehaî, Şafiî,
Ahmed b. Hanbel ve İshak b. Râhûyeh'e aittir. Bu görüş sahiplerine göre; semen
(para) olarak verilen altının, başka madde ile karışık maldaki altından az, çok
veya ona eşit olması arasında fark yoktur. Yani her halükârda içerisinde altın
bulunan bir malı, altınla satmak, fasiddir. Bu gruptaki âlimlerin delilleri
üzerinde durduğumuz hadistir. Çünkü hadis bu rivayetinde, gerdanlıktaki
altının, karşılığı olan 7 veya 9 dinar altından az veya çok olduğu konusunda
bir işaret yoktur. Ayrıca, bu akid aynı anda hem sarf hem de bir alışveriş
olup, akid anında gerdanlıktaki altının mikdarının bilinmemesi de akdin fesadı
için yeterli görülmüştür.
2- Bu mamul
maldaki altın, karşılığı olarak verilen altından ister az, ister çok isterse
ona eşit olsun satış caizdir. Bu görüş, Hammâd b. Ebî Süleyman'a aittir.
Hattâbî, Hammâd'ın bu
görüşünün hadislere ve ulemanın cumhurunun görüşüne aykırı olduğu için, münker
olduğunu söyler.
3- Eğer
altın ve başka maddeden yapılan mala karşılık verilen altın, bu maldaki
altından fazla ise satış caizdir. Altınlar eşitse veya para olarak verilen
altın maldaki altından daha az ise caiz değildir. Bu görüş Hanefîlere, Sevrî ve
Hasen b. Salih'e aittir.
Hattâbî, Hanefîlerin
bu görüşüne işaretle yetinmiş, tefsilata girmemiştir. Halbuki para olarak
verilen altın mamul maldaki altından fazla bile olsa bu akdin cevazı için mamul
mal ile ondaki altının ağırlığı kadar altının akid meclisinde, karşılıklı
olarak kabzedilmeleri gerekir. Çünkü altınların birbirleri ile satımı bir sarf
akdidir. Sarf akdinde de bedellerin peşin olması ve akid meclisinde değişimi
şarttır.
Hanefîler ve onlarla
aynı görüşte olanlar; para (semen) olarak verilen altının, maldaki altın
mikdarım o altına, fazlasını da diğer maddeye mukabil tutmuşlardır. Böylece
altının altınla satımında bir fazlalık sözkonusu olmamaktadır. Tabii bu
durumda, mamul maldaki altının mikdarınm da bilinmesi gerekir. Eğer bilinmezse
bu satış, Hanefîlere göre de caiz olmaz. Bundan sonra gelecek olan rivayet, bu
görüş sahipleri için delildir. Çünkü o rivayette; gerdanlığa karşılık verilen
paranın 12 dinar, gerdanlıktaki altının ise daha fazla olduğunun anlaşıldığı
bildirilmektedir. O zaman Hz. Peygam-ber'in bu akdi men edişine sebep
gerdanlıktaki altının, karşılık olarak verilen altından daha fazla oluşudur.
Bazı Hanefîler ise, üzerinde durduğumuz hadisi muzdarib kabul etmişlerdir.
4- Eğer
mamul maldaki altın, diğer maddenin üçte biri kadar veya daha azsa altınla
satışı caizdir. Çünkü bu durumda, haricî madde asıl, altın tâbi olmuş olur. Bu
görüş de İmam Mâlik'e aittir.
Üzerinde durduğumuz
hadiste satışa konu edilen maden altındır. Altının dışındaki (ribevî mal
konusunda ulemanın farklı görüşleri gözönünde bulundurularak), ribevî mallarda
da durum aynıdır. Meselâ, üzerinde gümüş işlemeler bulunan çelikten yapılmış
bir kılınan, gümüş para karşılığında satışında da aynı ihtilâflar variddir.
Hadisin ravilerinden
İbn İsâ, gerdanlığı satın alan zatın; "ben taş: istedim" değil de
"ben ticareti istedim" dediğini söylemiştir. Ebû Dâvûd ist İbn
İsa'nın, kitabında, söylediğinin aksine "taşı istedim" yazdığını;
"ticareti istedim" şeklindeki rivayetin başkalarına ait olduğunu
söyler.[106]
1. Ganimet
mallarının satışı caizdir.
2. Altmla
kanşık bir maddeden yapılan bir malı, altu karşılığında satarken, maldaki
maddelerin birbirlerinden ayrılmaları gere kir. Aksi halde yapılan satış caiz
olmaz. Tafsilat yukarıda geçmiştir.
3. Meşru
olmayan bir akdin feshedilmesi gerekir.[107]
3352...
Fedâle b. Ubeyd'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: Hayber savaşı günü, on iki
dinara içinde altın ve kıymetli taş bulunan bir gerdanlık satın alıp, altınım taşım
ayırdım. Gerdanlıkta on iki dinardan daha fazla altın buldum ve durumu Hz.
Peygamber (s.a)'e söyledim. Rasûlullah (s.a):
“Gerdanlık,
ayrılmadıkça satılmaz" buyurdu.[108]
Bu hadis önceki
hadisin değişik bir rivayetidir. Bunda, öncekinden farklı olarak, gerdanlığın
yedi veya dokuz değil de on iki dinara satın alındığı ve satın alanın bizzat
Fedâle olduğu belirtilmektedir. Bu hadislerin arasını te'lif konusunda Beyhakî
ve İbn Hacer'in söylediklerine önceki hadisi izah ederken işaret etmiştik. Onlardan
farklı olarak Bezlü'l-Mechûd sahibi bu konuda şunları söyler:
"Bu hadis, bundan
önce geçen İbnü'l-Mübârek hadisi ile çelişik durumdadır. Çünkü orada,
gerdanlığın 7 veya 9 dinara satın alındığı söylenmişti. Burada ise 12 dinara
alındığı belirtilmektedir. Bunların arasını birleştirmede şöyle denilebilir:
Önceki fiatta şüphe edilmiştir, bu rivayette ise 12 dinar olduğu kesin olarak
ifade edilmiştir. Yahut da 12, taşla altın ayrıldıktan sonra üzerinde akdin
vaki olduğu fiattır. Önceki ise, akidden önceki semendir."
Bezlü'l-Mechûd'daki bu
ifadeden, musannifin, her iki rivayetteki hâdisenin aynı ve kesin fiatın da 12
dinar olduğfi görüşünü benimsediği anlaşılmaktadır.
Hadisin ihtiva ettiği
hüküm ve o konudaki farklı görüşler önceki hadis izah edilirken verilmiştir.
Burada eklenecek bir şey yoktur.[109]
3353... Fedâle
b. Ubeyd (r.a)'den rivayet edilmiştir. Der ki: Biz Hayber savaşı günü
Rasûlullah (s.a) ile birlikte idik. Yahudilerden bir ûkiye[110]
altım, dinar mukabilinde -Kuteybe'den başkası; iki ve üç dinar karşılığında
dedi, sonra ittifak ettiler- satın alırdık. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a):
"Altını, altın
karşılığında ancak tartısı tartısına satınız" buyurdu.[111]
Ûkiye; yedi miskâl ya
da 40 veya 12 dirheme tekabül eden ağırlıktır.
Bu durumda sahâbîlerin
iki üç dinar verip yedi miskâl ağırlığında altın almış olmaları gerekir. Bu ise
pek makul görünmüyor. Çünkü bir kişinin yedi miskâl altın verip iki üç dinar
alması pek mümkün olmaz. Nitekim İmam Nevevî buradaki ûkıye'nin altın, taş ve
diğer kıymetli maddelerden müteşekkil olmasının muhtemel olduğunu söyler.
Sahâbîlerin önce,
hadiste konu edilen alışverişi yapmış olmaları bunun caiz olduğunu
zannettiklerinden dolayıdır.
Hz. Peygamber (s.a)'in
mezkûr akdi nehyetmesine sebep, Nevevî'nin muhtemel gördüğü izaha göre; altın,
taş ve cevherden müteşekkil bir ûkiye altının mukabilinde verilen iki üç miskâl
altından daha fazla olmasından dolayıdır. Ûkıyenin saf altından olduğunu
nazara alırsak; altın, altın karşılığında bir taraf fazla olarak satıldığı
için ribe'1-fadl olur. Onun için Rasûlullah (s.a) menetmiştir.
Hadisin babın ismi ile
ilgisi, Nevevî'nin muhtemel gördüğü izaha göre kendisini gösterir. Aksi halde,
içerisinde ribâ bulunan bir sarf muamelesi olur.
Hadisin sonundaki,
"Altını ancak tartısı tartısına satın" sözünden maksat, altının
altın karşılığında satıldığı zaman, her iki bedelin eşit olmalarıdır.[112]
3354... İbn
Ömer (r.anhüma)'dan rivayet edilmiştir; der ki: Bakî'da[113]
deve satardım; (bazan) dinar karşılığında satar dirhem alır, (bazan da) dirhem
karşılığı satar, dinar alırdım. (Sattığımda) bunun dirhemin) yerine şunu
(dinarı) alır ve (aldığımda da) bunun yerine şunu verirdim.
Rasûlullah (s.a)'a
gidip:
Ya Rasûlallah, müsaade
eder misin, sana (bir şey) soracağım. Ben (bir malı) dirhem mukabilinde satıp,
dinar alıyorum. Bunun yerine şunu alıyor ve bunun yerine şunu veriyorum
(altının yerine gümüşü alıp veriyorum), dedim.
Rasûlullah (s.a):
"Aranızda
(ödenmemiş) bir şey kalmadıkça o günün rayici ile (birinin yerine ötekini)
almanda mahzur yok" buyurdu.[114]
3355... Bize
Hüseyin b. el-Esved, Ubeydullah'dan o İsrail'den, İsrail de Simâk'den önceki
hadisi aynı mana ve isnadîa rivayet etti. Önceki hadis daha mükemmeldir. İsrail
(rivayetinde) "o günkü rayici ile" sözünü zikretmedi.[115]
Görüldüğü gibi bu
hadis, önceki hadisin farklı bir rivayetine işaret için kitaba alınmıştır. Biz
daha mükemmel olan o hadisin izahına girmeden bu farklı rivayeti de terceme
etmek istedik. Şimdi izahına çalışacağımız hadis, bundan önce tamamı
zikredilen hadistir.
Bu hadisi yukarıda
işaret ettiğimiz zatlardan başka İbn Hibbân ve Beyhakî de tahric etmişlerdir.
Hâkim de hadisin sahih olduğunu söyler. Tirmizî, "Bu hadisi merfû olarak
Simâk b. Harb'den başkasından bilmiyoruz" der ve bunun İbn Ömer'den mevkuf
olarak rivayet edildiğini söyler. Nesâî de aynı şekilde ibn Ömer'den mevkuf
olarak rivayet etmiştir.
Hadis-i şerifte, altın
karşılığında satılan bir malın bedelinin gümüş ile veya gümüş karşılığı satılan
malın bedelinin altınla ödenmesi söz konusu edilmektedir. Bilindiği gibi
"dinar" altın para, "dirhem" de gümüş paradır.
Bakî' Medine'nin
kabristanının bulunduğu yerdir. Nevevî: " O zamanlar Bakî'de kabir çok
değildi." der.
Hadis-i şerif; insanın
zimmetinde borç olan parayı, başka cins bir para ile ödemenin caiz olduğuna
işaret etmektedir. Ancak bu değişimin aynı mecliste olması gerekmektedir. Yani
altın para ile yapılan bir alışverişte bedel o mecliste gümüş para ile
ödenebilir. Ödemenin aynı mecliste olmasının şart. oluşu, Hattâbî'nin ifadesine
göre, bu akdin bir sarf (para bozma) akdi olmasından dolayıdır.
Ulemanın büyük
çoğunluğu, hadisin işaret ettiği istikamette görüş beyan etmişlerdir.
Şevkânî'nin belirttiğine göre; Hz. Ömer, oğlu Abdullah, Ha-sen, Hakem, Tâvûs,
Zührî, Mâlik, Şafiî, İmam A'zam Ebû Hanîfe, Sevrî, Ezvaî, Ahmed b. Hanbel ve
daha birçok âlim bu görüştedir.
İbn Mes'ud, İbn Abbas,
Saîd b. el-Müseyyeb ve İmam Şafiî'nin bir görüşüne göre, altın yerine gümüşle
ödemede bulunmak mekruhtur. Ancak üzerinde durduğumuz hadis onların aleyhine
delildir. Hattâbî ise, Ebû Seleme b. Abdirrahman ve îbn Şübrûme'nin bu değişimi
caiz görmediklerini söyler.
Hadisin
rivayetlerinden birinde, altın ve gümüşün birbirlerinin yerine ödendiği
takdirde o günkü rayiçlerinin esas alınmasının gereği vurgulanmaktadır. Yani,
meselâ 100 dirhem gümüş karşılığı bir mal pazarlık eden kişi gümüş yerine altın
ödeyecekse, 100 dirhem gümüşün satın alacağı altını ödeyecektir. Ahmed b.
Hanbel'in mezhebi de böyledir.
Hadisin diğer rivayetinde
ise, borçlanılan para birimi ile onun yerine ödenecek para arasında kıymet
eşitliği şartı söz konusu edilmemiştir. Ebû Hanîfe ve Şafiî de
bu.görüştedirler. Buna göre, ödenecek paranın kıymeti borçlanılan paranın
kıymetine denk olabileceği gibi, daha değersiz veya daha değerli olabilir. Bu
görüşte olanlar; ribevî mallardan değişik cinslerin birbirleri ile satılması
durumunda peşin olmak şartıyla aralarında eşitliğin şart olmadığını bildiren
hadisi görüşlerine delil alırlar.[116]
Altın ve gümüş ayrı ayrı cinslerden olduğuna göre, peşin değişimlerinde eşitlik
şart değildir.
Buraya kadarki
izahlardan anlaşıldığı üzere, altın borcunu gümüş veya gümüş borcunu altınla
ödemek, önce bunları birbirine karşılık satıp sonra takas yapmaktır. Meselâ, 5
altınla bir mal alan kişi, malı satana 5 altın borçlanmıştır. Bu borcunu
gümüşle ödeyecekse, vereceği gümüşle zimmetindeki bu 5 altım satın alır ve
gümüşü öder. Böylece altından olan borcunu gümüş ile ödemiş olur.
Hattâbî buna işaretle,
"Bir mal karşılığı olarak, gümüşten olan borcu altınla veya altından olan
borcu gümüşle ödemek, gerçekte bir malı kabzet-meden satmaktır. Hadisin bu
muameleyi caiz görmesi; malı kabzetmeden satmanın caiz olmayışının, satışında
kâr gözetilen şeylerde olduğuna delâlet eder" der.
Satın alınan bir malı,
kabzetmeden satmanın hükmü ileride gelecektir.[117]
Bir malı altın
karşılığında satın alan kişi, bu altını gümüşle ödeyebilir. Ancak o mecliste
paranın ödenmesi gerekir. Birbirlerinin yerine ödenecek paraların kıymetçe eşit
olmasının şart' olup olmadığı ihtilaflıdır. Hadisin bir rivayeti bunun şart
olduğuna delâlet eder.[118]
3356...
Semüre (r.a)'den rivayet edildiğine göre;
Hz. Peygamber (s.a);
hayvanı, hayvan karşılığında veresiye olarak satmayı menetmiştir.[119]
Hadisin sıhhati ile
ilgili olarak çelişkili şeyler söylenmiştir.Tirmizi ve İbnü'l-Cârûd, hadisin
sahih olduğunu söylerler. Ancak kaynaklarda, ravilerden el-Hasen'in Semüre'den
hadis işitip işitmediğinde ihtilâf edildiği söylenir. İmam Şafiî de bu hadisin
Rasûlullah'dan sabit olmadığını bildirir.
Bu hadisin sıhhatine
karşı söylenen sözler onun ihtiva ettiği hükme tesir edecek durumda
değildir.Çünkü bir defa ulema bu hadisin zayıf olduğunda hemfikir değildirler.
Onu ta'n edenler kadar, müdafaa edenler de var. Ayrıca aynı manaya işaret
eden, yani hayvanı hayvan karşılığında veresiye olarak satmanın caiz
olmadığını bildiren başka hadisler de vardır. Aynı manaya gelen bu hadisler
birbirlerini kuvvetlendirmektedirler. Meselâ; Bezzâr, Ta-havî, İbn Hibban ve
Dârekutnî buna benzer bir hadisi İkrime kanalıyla İbn Abbas'tan rivayet
etmişlerdir. Buharı; "Hayvanı, hayvan karşılığında veresiye olarak
satmayı nehyeden İkrime'nin İbn Abbas'tan mevkuf olarak rivayet ettiği hadisi
güvenilir raviler rivayet etmişlerdir. îkrime de Rasûlullah'dan mürsel olarak
rivayet etmiştir" der.
İbn Ömer ve İbn
Sîrîn'den, hayvanı hayvanla veresiye satamanın caiz oludğunu bildiren haberler
de gelmiştir.
Bu hadis, hayvanı
hayvan karşılığında (ister aynı cinsten ister farklı cinsten olsun) satmanın
caiz olmadığına delâlet etmektedir. İmam Ebû Hanîfe ile diğer Küfe uleması ve
Ahmed b. Hanbel bu görüştedirler. Buna göre; bir kimsenin bir kimse ile, meselâ
elindeki atını verip iki ay sonra başka bir at veya bir öküz almak üzere
alışveriş akdi yapmaları sahih değildir. Yukarıdaki hadisler bunun caiz
olmadığını ifade etmektedirler. Ayrıca, hayvan tüm özellikleri ile
zabtedilebilen bir mal değildir. Dolayısıyla ileride teslim edilmesi şart koşulan
hayvanın teslim tesellümünde taraflar arasında anlaşmazlık çıkabilir. Meselâ,
hayvanı alacak olan daha kalitelisini isterken verecek olan daha düşüğünü
vermek isteyebilir. Bu da aralarında bir nizaa sebep olabilir. "Nizaa
sebep olan bütün cehaletler akdin fesadına sebeptir."
İmam Şafiî; hayvanı
hayvan karşılığında veresiye satmanın caiz olduğu görüşündedir.Şevkânî,
ulemanın cumhurunun bu görüşü paylaştıklarını bildirir. Bundan sonra gelecek
olan hadis, bu tür bir alışverişi caiz görenler için delildir. Bunlar, üzerinde
durduğumuz hadisin tenkide tabi olduğunu söyleyerek, kendilerini savunurlar.
Ayrıca Şafiî, bu hadiste nehyedilen vadeden maksadın; iki taraflı olan vade
olduğunu söyler. Yani her iki tarafın birbirlerine verecekleri hayvanın elde
olmayıp ileride vermeyi taahhüd etmeleri ile ilgili olduğunu, bunun da
"borcu borç karşılığı satmak" olduğu için caiz olmadığını belirtir.
Şevkânî, Hanefîlerin
görüşünü destekleyerek şöyle der: "Eğer lügatta veya fıkıh ıstılahında,
elde olmayanı elde olmayan (ma'dunıu ma'dum) karşılığında satmaya veresiye
satma deniliyorsa, Şafiî'nin dediği olur. Ama öyle değilse, bu satışı nehyeden
hadislere dönmek gerekir. Çünkü her ne kadar bunların her birisi için tenkidler
yapılmışsa da bunlar Semüre, Câbir b. Semüre ve İbn Abbas'tan -üç ayrı
sahabeden gelen yollarla-sabit olmuşlardır ve birbirlerini takviye
etmektedirler. Bunlar; tenkidden tamamen hâli olmayan bir tek hadise tercih
edilirler. O tek hadis, (bundan sonra gelecek olan) İbn Amr hadisidir. Üstelik
Tirmizî ve İbnü'l-Cârûd, Semüre hadisinin sahih olduğunu söylerler. Bu da
ikinci bir tercih sebebidir. Aynı şekilde usûlde bilinmektedir ki, harama
delâlet eden delil, ibâhaya delâlet eden delile tercih edilir. Bu da üçüncü bir
tercih sebebidir. (Bu hükme zıt olarak) varid olan sahabelerin eserleri de
hüccet değildir. Olduğu farzedilse bile bu ihtilaflıdır."
Görüldüğü gibi Şevkânî
bu sözleri ile hayvanı hayvan karşılığında veresiye satmayı caiz görmeyenlerin
görüşünü üstün göstermektedir.
İmam Mâlik'in görüşü;
yukarıdaki iki görüşün ortası bir görünüm arzetmektedir. Ona göre, eğer peşin
verilecek hayvanla vade ile verilecek hayvanlar aynı cinstense (at verip at
almak gibi) bu akd caiz değil, aynı değilse (at verip inek almak gibi) caizdir.[120]
İster aynı cinsten
olsun ister farklı cinsten, iki hayvanı birbirleri karşılığında biri peşin
biri veresiye olmak üzere satmak caiz değildir. Mesele ihtilaflıdır. Bu ihtilâf
yukarıda anlatılmıştır.[121]
3357... Abdullah
b. Amr (b.el-Âs) (r.a)'dan rivayet edildiğine göre:
Rasûlullah (s.a),
kendisine bir ordu teçhiz etmesini emretti. Ancak develer tükendi, (tüm askere
yetişmedi). Bunun üzerine Rasûlullah (s.a), genç zekât develeri karşılığında
(deve) almasını emretti. Zekât develeri gelinceye kadar iki deveye karşılık bir
deve alırdı.[122]
Ahmed b. Hanbel'in
rivayeti buradakinden biraz değişiktir. Ancak ihtiva ettikleri hüküm açısından
aralarında bir fark yoktur.
Bu hadis de bazı
âlimlerce tenkide uğramıştır. Buna sebep raviler arasındaki Muhammed b. İshak
adındaki zattır. Hafız, Fethu'l-Bârî'de, bunun isnadını kuvvetlendirmektedir.
Hadis-i şeriften
anladığımıza göre, Hz. Peygamber (s.a) Abdullah b. Amr b. el-Âs'a ordunun
ihtiyacı olan araç gereçleri hazırlama görevini vermiş, o da bu görevi yerine
getirmiştir. Ancak eldeki develer askerlere tahsis edildiğinde bunun yeterli
olmadığını görmüş ve durumu Peygamber Efendimize intikal ettirmiştir. Efendimiz
de, alınacak olan zekât develeri gelince ödenmek üzere iki deveye karşılık bir
deve satın almıştır.
Önceki hadis izah
edilirken de söylediğimiz gibi bu hadis, hayvanı hayvan karşılığında veresiye
satmanın caiz olduğuna delâlet etmektedir. İmam Şafiî ve birçok ilim adamının
görüşü de bu şekildedir. Hanefî ve Hanbelîler ise karşı görüştedirler.
Ulemanın bu konudaki
görüşlerini ve görüşlerine uymayan hadislere bakış açılarını önceki hadisi izah
ederken Şevkânî'den naklen vermiştik; burada tekrar etmiyoruz.
Ancak oradakinden
fazla olarak Hanefîlerin bu hadisin mensuh olması ihtimali üzerinde
durduklarına da işaret edelim.
İbnü'l-Hümâm da Şerhu
Fethi'l-Kadîr adındaki eserinde; bu hadisin zayıf olduğunu uzun uzadıya iddia
etmiş ve Amr b. Harîş'in meçhul olduğunu, Müslim b. Cübeyr'in bundan başka bir
hadisinin bulunmadığını, Ebu Süf-yân için de sözler olduğunu söylemiştir.[123]
3358...
Câbir (r.a)'den rivayet edildiğine göre;
Rasûlullah (s.a), iki
köle karşılığında bir köle satın almıştır.[124]
Hadisin Müslim'in ve
Tirmizî'nin Sahih'lerindeki rivayeti daha geniştir. Rivayetin tercemesi şu
şekildedir:
"Hz. Peygamber
(s.a)'e bir köle gelerek, hicret etmek üzere ona bi'at etti. Rasûlullah (s.a)
onun köle oduğunu anlayamadı. Bu ara sahibi o köleyi aramaya geldi. Hz.
Peygamber adama;"Bu köleyi bana sat" dedi ve onu iki siyah köle
karşılığında satın aldı. bundan sonra, "Bu köle midir?" diye sormadan
hiçbir köle satın almadı."
Hadis-i şerif, peşin
olmak üzere bir köleyi iki köle karşılığında satın ai-manın caiz oluduğuna
delâlet etmektedir.
Tirmizî hadisi tahric
ettikten sonra, "Âlimler bu hadise göre amel etmişlerdir. İki köleyi bir
köle karşılığında peşin olarak satmak caizdir. Veresiye olması halinde
âlimlerin ihtilâfı vardır"der.
Bilindiği gibi mallar;
mislî, adedî ve kıyemî olamak üzere üçe ayrılırlar. Buğday, tuz gibi ölçek veya
tartı ile alınıp satılanlar mislî, yumurta ve karpuz gibi tane ile alınıp
satılanlar adedî, hayvan gibi her biri diğerinden çeşitli yönlerden ayrı olan
mallar da kıyemîdir. Bu son gruptaki malların her birisinin kendisine ait bir
değeri vardır. Bir hayvan, her yönden diğer bir hayvanın aynı değildir.
Bu hadiste, kıyemî
malların birbirleri karşılığında satışı söz konusu edilmektedir. Hadisin
metninde kölenin satışı söz konusu edildiği halde, musannifin, konu başlığını
önceki konulara bağlayarak; "Hayvanın hayvan karşılığında peşin olarak
satılması" şeklinde isimlendirmesi de buna delildir.
Kıyemî mallar, hadiste
adı geçen ribevî mallardan değildir. Onun için bu türdeki malların birbirleri
ile satılmalarında peşin olmak şartıyla eşitlik şartı aranmaz. Bu konuda
âlimler arasında ihtilâf yoktur. Veresiye satılmalarında ise önceki babda
geçen ihtilâflar caridir. Bu ihtilâf; mesele ile ilgili hadisler arasındaki
taaruzun yanısıra, ribevî malların tayinindeki görüş ayrılıklarından da
kaynaklanmaktadır. Bu konu 1348 ve 1349 numaralı hadislerde izah edilmiştir.[125]
3359... Ayyâş'ın
babası Zeyd'in haber verdiğine göre; O, Sa'd b. Ebî Vakkâs (r.a)'a, buğdayı
süit karşılığında, satmanın hükmünü sordu. Sa'd kendisine:
Bunların hangisi
üstün? dedi. O da:
Buğday, karşılığını
verdi.
Bunun üzerine Sa'd,
Zeyd'i bundan menedip şöyle dedi:
Rasûlullah (s.a)'a
kuru hurmayı taze hurma karşılığında satmanın hükmü sorulurken işittim;
Rasûlullah (s.a):
"Taze hurma
kuruduğu zaman eksilir mi?" buyurdu.
Evet, dediler.
Bunun üzerine
Efendimiz, bu satıştan menetti. Ebû Dâvûd; "Bu hadisi, Mâlik'in rivayetine
benzer bir şekilde İsmail b. Ümeyye de rivayet etmiştir" der.[127]
Hadisin ihtiva ettiği
hükmü kabul konusunda müctehid imamlar arasında görüş ayrılığı vardır.
Kaynaklardan edindiğimiz bilgiye göre bu ihtilâfa sebep, büyük ölçüde bu hadisin
sıhhati konusundaki endişedir. Bu endişeye sebep de ravi Ebû Ayyâş'dan
kaynaklanmaktadır. Onun için önce ravi hakkında söylenenleri özetleyip sonra da
izaha muhtaç diğer konulara ve ahkâma geçmek istiyoruz.
Bu zatın Zeyd b. Ayyaş
ez-Zürakî, Zeyd b. Ayyaş el-Mahzumî veya Me-dineli Zühre oğullarından Zeyd b.
Ayyaş olduğu şeklinde görüşler vardır. Bu farklı görüşler ravi Zeyd'in
"meçhul" olarak nitelenmesine sebep olmaktadır. Nitekim İmam A'zam
Ebû Hanîfe ve İbn Hazm bu zatın meçhul olduğunu söylerler. Rivayet edildiğine
göre, İmam A'zam Bağdat'a vardığında oradaki âlimler onun kuru hurmayı taze
hurma karşılığında satmanın cevazı yönündeki görüşünün gerekçesini sormuşlar,
o da: "Taze hurma ile kuru hurma ya aynı cinstendir ya da değil. Aynı
cinstense bunların peşin ve eşit olarak satılmaları caizdir. Çünkü Hz.
Peygamber (s.a) buna izin vermiştir. Ayrı cinstense, zaten caizdir. Çünkü
ribevî mallar değişik cinsten ve peşin olursa aralarında eşitlik aranmadan
satılabilir" karşılığını verip bu konudaki hadisi hatırlatmıştır.
Bağdatlı âlimlerin üzerinde durduğumuz babın hadisini okuyarak itiraz
etmelerine karşılık İmam A'zam; Zeyd b. Ayyâş'ın meçhul bir ravi olduğunu,
dolayısıyla hadisinin delil olamayacağını söylemiştir.
Hadis uleması İmam
A'zam'ın bu tenkidini beğenmişlerdir. Hatta İbnü'l-Mübârek* bu hâdiseyi
hatırlatarak Ebû Hanîfe'nin hadis bilmediği yolundaki sözlerin tutarsızlığını
söyler.
Ebû Ayyâş'ın sahâbî
mi, tabiî mi olduğu da tartışmalıdır. Tahâvî; Ebû Ayyaş ez-Zürakî'nin sahâbî
olduğunu, İbn Yezid'in kendisini görmesinin mümkün olmadığını söyler. Buharı
de, Ebû Ayyâş'ın Zeyd b. Samit olup, sahâbîlerin küçüklerinden oluduğunu
bildirir. Ebû Ahmed el-Hâkim ise; bir sahâbî ve bir de tabiî olmak üzere iki
tane Zeyd Ebû Ayyaş olduğuna işaret eder.
Bezlü'l-Mechûd'Ma,
Tehzîbu't-Tezhîb'den nakledilen bilgiye göre; İbn Hibbân, Tirmizî, İbn Huzeyme
ve Dârekutnî ravinin güvenilir, hadisin sahih olduğunu söylerler. İbn
Abdilberr de; Ebû Ayyaş hakkında bazı âlimlerin "meçhul",
bazılarının ise "Ebû Ayyaş ez-Zürakî" dediklerini söyler. İbn
Mâce'deki rivayette ise Ebû Ayyâş'ın, Zühre oğullarının azatlı kölesi olduğu
kaydedilir.
Hâkim ve Hattâbî; İmam
Mâlik'in makbul olmayan kişilerden hadis almadığım, onun tüm rivayetlerinin
muhkem olduğunu ileri sürerek hadisin sahih olduğunu söyler. Bezlü'l-Mechûd
sahibi, bu görüşe karşı çıkarak, bu konuda taklidle hüküm verilemeyeceğini
üstelik Mâlik'in Ebû Ayyâş'ı ne görüp ne de dinlemediğini bildirir. Bezi
yazarı, Ebû Ayyâş'ın tanınmayan biri olduğu görüşüne meyille şunları da ilâve
eder: "Hattâbî'nin; o Zühre oğullarından tanınan bir zattır, şeklindeki
sözü doğru değildir. Çünkü onun; Zü-rayklı, Mahzumlu ya da Zühre'den olduğu
şeklinde değişik görüşler vardır. Bu onun meçhul olduğuna delildir. İbn Hazm da
Ebû Hanîfe'ye uymuş ve onun meçhul olduğunu söylemiştir. Gerçek şu ki, Zeyd b.
Ayyâş'ın cerh ve ta'dili konusunda Ebû Hanîfe ile Mâlik arasında görüş ayrılığı
çıkmıştır. Mâlik'in hadisi rivayet etmesi, zımmen onun ta'dilini gerektirir.
Ebû Hanîfe'nin eerhi ise sarahaten olmuştur. Onun için Mâlik'in ta'dili Ebû
Hanîfe'nin cerhine denk olamaz. Zaten İmam Ebû Hanîfe'ye kendi zamanında kimse
karşı çıkmamıştır. Sonra gelenlere ise itibar edilmez."
Buraya kadar
edindiğimiz bilgilerden anlıyoruz ki, her ne kadar sahih olduğunu söyleyenler
varsa da hadis şaibelidir. Onun için Ebû Hanîfe hadiste belirtilenden farklı
bir hükmü benimsemesinde mazurdur.
Bunu tesbit ettikten
sonra hadiste izaha muhtaç diğer konulara geçebiliriz. Önee iki kelime
üzerinde durmak istiyoruz.
a) Beydâ:
Tercemeye "buğday" diye geçtik. Hattâbî, "beydâ"mn beyaz
renkli, Mısır'da yetişen yumuşak bir buğday olduğunu söyler. İbnü'l-Esîr de bu
kelimeyi mutlak olarak "buğday" diye açıklamış ve "Semra"
kelimesinin de aynı manaya geldiğini söylemiştir. Kâmüs'da; önce buğday manasına
geldiği söylenip, sült'ün tazesine de aynı ismin verildiği eklenmiştir. Buna
Hattâbî de işaret etmiş ve hadisin manasına daha uygun olmasına rağmen birinci
mananın daha maruf olduğunu söylemiştir. Muhammed Zehra en-Neccâr ise, Tahavînin
Şerhu Meâni'1-Âsâr adındaki eserine yaptığı ta'-lıkta Ebû Amr'a nisbet ederek,
beydâmh arpa olduğunu söylemektedir.
b) Süit:
Kamus tercemesinde "Peygamber arpası" diye isimlendirilmiştir. Ancak,
Türkiye'de bu isimle anılan bir hububat çeşidi bilmiyoruz. İbnü'l-Esîr,
Nihâye'de sült'ün, bir arpa çeşidi olup kabuksuz ve beyaz olduğunu; gerçi bir
buğday çeşidi olduğunun da söylendiğini ama, öneeki mananın daha esah olduğunu
bildirir ve çünkü buğdayın "beydâ" olduğunu ekler.
Hattâbî de; sültün,
buğdaydan daha küçük ve ondan ayrı bir çeşit olduğunu belirtir. Zehra en-Neccâr
da yukarıda işaret edilen eserde, el-Ezherî'den naklen, "Süit, buğdayla
arpa arası bir maddedir. Onun, arpa kabuğu gibi kabuğu yoktur" der.
Sa'd b. Ebî Vakkâs'ın,
süit karşılığında buğday satmanın hükmünü taze hurma karşılığında kuru hurma
satmaya benzeterek cevaplandırması, sanki süit ile beydâ'nın aynı cinsten
olduğu intibaını vermektedir ki Hattâbî buna işaret etmiştir. Aksi halde Sa'd
(r.a)'ın cevabını takvaya veya bu maddeleri birbirleri karşılığında veresiye
satmaya hamletmek gerekir. Çünkü ayrı cinsten malların birbirleri karşılığında
peşin olarak her türlü satışı caizdir. Bu, hadisle sabittir.
Hadiste; taze hurma
karşılığında kuru hurma satma ya da satın alma konusu sorulduğunda
Peygamberimizin; "Taze hurma kuruyunca eksilir mi?" diye sorduğu
görülmektedir. Aliyyü'l-Kârî'nin, Mirkât'da Kâdî'den naklettiğine göre; bu
soru, kuruduğu zaman eşitliğin bulunmasının şart olduğuna dikkat çekmek
içindir. Yoksa, taze hurmanın kuruyunca eksilip eksilmedi-ğini anlamak için
değildir. Çünkü bu apaçık ortadadır.
Hadis-i şerif, taze
hurma karşılığında kuru hurmayı satmanın caiz olmadığına delâlet etmektedir.
Rivayette, peşin ya da vadeli kaydı bulunmadığı için, ulemanın çoğunluğu bunu
peşine hamletmişlerdir. Bunların birbirleri ile vadeli satışları zaten
ittifakla caiz değildir.
İmam Şafiî, İmam Mâlik
ve İmam Ahmed'in yamsıra Hanefî imamlarından Ebû Yusuf ile Muhammed de bu
görüştedir. Bu hüküm; kuru üzümü yaş üzüm karşılığı satmak gibi, kurutulabilen
tüm meyveler için geçerlidir. Ancak Ebû Yusuf, hükmü, hadiste zikri geçen
konuya (kuru hurmayı taze hurma karşılığında satmak) hasretmiş ve bunun
dışındakilerin satışını, Ebû Hanîfe gibi caiz görmüştür. Hurma ve üzüm gibi
meyvelerin taze olarak ve ölçekle birbirleri karşılığı satılması, yukarıda
saydığımız âlimlerden Ebû Yusuf'un dışındakilere göre caiz değildir.
Bunlar, bu tür
meyveler taze iken hacim olarak eşit de olsalar kuruyunca farklı olabileceğini
ve bunun bir ribevî malı kendi cinsi ile eşit olmadan satmak anlamına geldiğini
söylerler. Buna göre meselâ, bugün bir teneke kuru üzümü bir teneke taze üzüm
karşılığı satsak; taze üzüm kuruduğu zaman bir tenekeden daha az olacak, dolayısıyla
eşitlik bozulacaktır. Aynı şekilde, iki tenekedeki taze üzüm kurudukları zaman
birbirlerinden farklı duruma düşebilirler. Yukarıda işaret edildiği gibi
üzerinde durduğumuz hadis de bu görüşün naklî delilidir.
İmam Ebû Hanîfe ise,
yukarıdaki âlimlerle aksi görüştedir. Yani ona göre, peşin olmak kaydıyla taze
hurmayı kuru hurma, taze üzümü kuru üzüm, taze hurmayı taze hurma ve taze üzümü
taze üzüm karşılığında ölçekle satmak caizdir. Hanefî mezhebinde, zahirî
rivayet böyledir. Tahavî, Kâsânî ve Merginânî gibi meşhur âlimler Ebû
Hanîfe'nin görüşünü tercih etmişlerdir.Kuru hurmayı taze hurma karşılığında
satmanın dışındaki konularda Ebû Yusuf'un da aynı görüşte olduğuna yukarıda
işaret etmiştik.
İmam Ebû Hanîfe, aynı
cinsten olan malların birbirleri ile değişimi durumunda şart olan eşitliğin,
değişim anında olmasını şart koşar. İmam Ebû Hanîfe, yukarıda da işaret
ettiğimiz gibi, taze hurma ile kuru hurmayı aynı cins saymış ve bunların
birbirleri ile değişiminde eşitliğin bulunmasını yeterli görmüştür. Nitekim
bir hadis-i şerifte belirtildiği üzere; Hz. Peygamber'e (s.a) "rutab"
(taze hurma) hediye edilmiş, Efendimiz de; "Hayber'in bütün temri
(hurması) böyle mi?" diye sormuştur. Yani, kendisine getirilen taze
hurmaya "temr" demiştir ki, "temr" kuru hurma demektir. Bu
durum, kuru hurma ile taze hurmanın aynı cinsten oludğunu gösterir. Hz.
Peygamber (s.a), aynı cinsten malları birbirleri ile peşin ve eşit olarak
satmanın caiz olduğunu bildirirken (Hadis 3348, 3349, 3350) "buğdayı
buğdayla, arpayı arpayla..." gibi ifadeler kullanmıştır. Şüphesiz
"buğday" sözü, bütün buğday cinslerine şamil oludğu gibi, nemli ve
kuru buğdaya da şamildir. Aynı şekilde "temr" kelimesi de hurmanın
hem kurusuna hem de tazesine şamildir. Hz. Peygamber (s.a) başka hadislerde de
"temr" sözünü, hem taze hem de kuru hurmayı kapsayacak şekilde
kullanmıştır. Meselâ bir hadiste; "hurmayı kı-zarıncaya kadar satmayı
nehyetmiş" ve bunu "temr" kelimesi ile ifade etmiştir.
Üzerinde durduğumuz
hadise, Ebû Hanîfe'nin bakış açısını hadisin baş tarafında belirtmiştik. Orada
belirttiğimiz gibi Ebû Hanîfe, bu hadisin ravi-si olan Ebû Ayyâş'ın meçhul
olduğunu söyleyerek delil olmaya elverişli bulmaz.
Tahavî, aynı hadisin;
"Rasûlullah (s.a), taze hurmayı kuru hurma karşılığında veresiye olarak satmayı
menetti" şeklinde birkaç ayrı rivayetini verir. Bu rivayetlerin bir kısmı
Ebû Ayyaş vasıtasıyla geldiği halde, birisinde Ebû Ayyâş'ın yerine İmrân b. Ebî
Enes yer almıştır. Bu rivayete, bundan sonraki hadiste Ebû Dâvûd da temas
etmiştir.
Tahavî; İmrân b. Ebî
Enes'in bilinen bir ravi olduğunu söyleyerek, bu zatın rivayetinin Ebû Ayyâş'ın
rivayetine tercih edilmesi gerektiğini, dolayısıyla "taze hurma
karşılığında kuru hurma satımının" yasak edilme gerekçesinin; bedellerden
birinin peşin olmayışı olduğunu söyler. Aynı cinsten olan ribevî malların
birisinin peşin olmaması durumunda bu satışın faizli bir muamele olduğu
bilinmektedir.[128]
1. Sorulan
bir soruya kıyas yoluyla cevap vermek caizdir.
2. Müftinin
fetva vermeden önce hükmün illetini araştırması gerekir.
3. Kuru
hurmayı, taze hurma karşılığında satmak caiz değildir. Bu konu ihtilaflıdır.
Tafsilat yukarıda geçmiştir.[129]
3360...
Tevbe'nin babası Rebi' b. Nâfi, Muâviye'den -yani İbn Sellâm'dan- o Yahya b.
Ebî Kesîr'den, o Abdullah'dan Abdullah da Ebû Ayyâş'dan; kendisinin Sa'd b. Ebî
Vakkâs'ı;
"Rasûlullah
(s.a), taze hurmayı kuru hurma karşılığında veresiye olarak satmayı
nehyetti" derken işittiğini haber verdi.Ebû Dâvûd dedi ki:
Bu hadisin benzerini
îmrân b. EbîEnes, BenîMahzum'un mevtasından o da Sa'd vasıtasıyla
Rasûlullah'dan rivayet etmiştir.[130]
Görüldüğü gibi bu
hadis önceki .hadisin başka bir rivayetidir. Bu rivayette Hz. Peygamber (s.a)
in menettıgı alışverişin, vade ile kayıtlı olduğu görülmektedir. Yani, meselâ
taraflardan birisi peşin olarak kuru hurma verir, birkaç ay sonra taze hurma
alır veya aksi olur. Bu rivayetin Ebû Hanîfe'nin görüşüne delil olduğunu,
bundan önceki hadisi izah ederken Tahavî'den naklen vermiştik.[131]
3361... İbn Ömer
(r.anhuma)’dan rivayet edildiğine göre;
Rasulullah (s.a.)
(ağaç üzerindeki) hurmayı (yerdeki) hurma[133]
karşılığında, (asmadaki) taze üzümü (yerdeki) kuru üzüm karşılığında ve
biçilmemiş ekini buğday karşılığında ölçü satmayı menetti.[134]
Müzabene; sözlükte,
müdafaa etmek manasına gelir.Bu kelimenin üçlü masdarı “zeben” dir, şiddetle
atmak demektir. Zebaniler; kafirleri şiddetle cehenneme attıkları için bu adı
almışlardır.Biraz sonra ıstılahi tarifinde görüleceği gibi, bu alışverişte
taraflardan biri kandığı için akdi bozmayı, öbürü de karlı çıktığı için devam
ettirmeyi isteyecekleri için haklarının müdafaa edecekleri için bu akde
“müzabene” denilmiştir.
Müzabene, fıkıh
ıstılahında; henüz dalından kopartılmamış taze hurmayı tahmin edip o kadar ölçüdeki toplanmış hurma karşılığında
satmaktır. Çubuğundaki taze üzümü belli ölçüdeki kuru üzüm karşılığı satmak da
mübazenedir. Yani bir kimsenin, mesela bağındaki üzümü 100 ölçek kuru üzüm
karşılığında bir başkasına satmasıdır.Başağından ayrılmamış buğdayın tahmini
olarak o mikdar buğday karşılığı satılmasına mühakala denir.
Hadisin Buhari’deki
rivayetlerinde ravi İbn Ömer, Rasulullah (s.a.)’ın müzabeniyi nehyettiğini
bildirdikten sonra onu tarif etmiştir. Bu rivayetlerden bir kısmındaki tarifler
bizim yukarıya verdiğimiz tarif şeklindedir.Birisinde ise; “Bir kimsenin
meyveyi ölçü ile satıp , fazla çıkarsa bana ait eksik çıkarsa sana ait
demesidir.” Şekilinde tarif edilmiştir.
İmam Şafii, aralarında
riba cereyan eden tüm malların, ister belli olsun ister olmasın birbirleri ile
satımını bu hükme ilhak etmiştir.
İmam Malik’in
müzabeneyi anlayışı ise şöyledir: Vezni, keyli veya adedi bir malı mikdarı
belli olmadan götürü usulü ile, belirli olan vezni veya keyli veya adedi bir
mal karşılığında satmaktır.Mesela bir yığın buğdayı on kilo buğday karşılığında
satmak müzabenedir.İmam Malik, mikdarları belli olmayan iki malın birbirleri
karşılığındaki satışına da müzebene der.
Müzâbeneyi başka türlü
izah edenler de vardır. Bunlardan bir kaçını daha aktaralım:
Akdi yapanların gabni
(aşırı kâr) caiz olmayan bir cins malda, birbirlerini aldatacak biçimde
pazarlık yapmalarıdır.
Âfetten emin olmadan
önce meyveyi satmaktır. Askalanî, bu tarifin hatalı olduğunu söyler.
Müzâbene, ziraî
ortakçılıktır.
Bu tarifler içerisinde
en meşhur ve makbulü, hadislerdeki izahlardan çıkartılan ilk tariftir.
Tarladaki başakta olan
buğdayı tahmin ederek hasat edilmiş buğday karşılığında satmaya da muhâkale
denilir. Bu da müzâbene gibidir.
Hadis-i şerif;
müzâbene yoluyla yapılan alışverişlerin caiz olmadığına delâlet etmektedir. Bu
konuda âlimlerden nakledilen farklı bir görüşe rastlamış değiliz. Yani
müzâbene yoluyla yapılan alışverişler ittifakla caiz değildir.
Bu alışverişin caiz
olmayış illeti, ribâ endişesidir. Çünkü daldaki hurma ile yerdeki ölçüsü belli
hurma arasında eşitliğin bulunması tesadüf olmazsa mümkün değildir. Nitekim
Tahavî'nin İbn Huzeyme kanalıyla, sermaye sahibi bazı sahâbîlerden naklettiği
bir rivayette, müzâbeneden nehyin ribâ endişesiyle olduğu sarahaten
zikredilmiştir.
Hadis-i şerifte Hz.
Peygamber (s.a), anılan meyveleri dalında iken belli ölçüdeki cinsi ile
satılmalarını caiz görmemiştir. Mikdarı belli olan bedelin "keyl =
ölçü" ile ifade edilmesi; üzüm, buğday ve hurma gibi maddelerin keylî
(ölçü ile alınıp satılan cinsten) olmaları sebebiyle olsa gerektir. Yoksa bu
asmasından koparılmamış üzümü meselâ
Bilindiği gibi çeşitli
malların mikdarlarım tayinde değişik birimler kullanılır. Meselâ, kumaş metre
ile, süt litre ile, demir kilo ile alınıp satılır. Malların mikdarlarmın
tayininde Hz. Peygamber devrinde kullanılan birimler, o malların keylî veya
veznî oluşunda esas kabul edilmiştir. Meselâ buğday, arpa, üzüm, hurma gibi
maddeler o devirde ölçekle alınıp satıldığı için bu mallara keylî denilmiştir.
İmam Ebû Hanîfe ve Muhammed'e göre; Hz. Pev-gamber'in birbirleri karşılığında
eşit olmadan ölçekle satışını caiz görmedik Ieri ebediyyen keylîdir. İnsanların
bu satış şeklini değiştirmeleri, o malları keylî olmaktan çıkarmaz. Ebû Yusuf
ise, "Rasülullah'ın bir şeye keylî veya veznî demesi, o zamanki âdete
binaendir. Dolayısıyla, maddelerin keylî veya veznî oludğunu örf ayarlar"
der.
Günümüzde; buğday,
üzüm vs. gibi maddeler tartı ile alınıp satılmaktadır. Onun için bunlar
hakkındaki hükmün, Ebû Yusuf'un görüşüne göre olması uygundur. Yani bu
maddelerin birbirleri karşılığında eşitlik bulunmadan ölçekle satılmaları caiz
olmadığı gibi, tartı ile satılmaları da caiz değildir. Bu da ribâdır.[135]
Ağacından
kopartılmamış hurmayı, belli mikdardaki hurma; asmasındakı taze uzumu beliı
mıkdardakı üzüm ve henüz hasad edilmemiş ekini, belli mikdardaki buğday
karşılığında satmak caiz değildir. Bu hüküm, tüm ribevî mallar için geçerlidir.[136]
3362... Zeyd
b. Sâbit'in oğlu Hârice'nin , babasından rivayet ettiğine göre;
Rasûlullah (s.a), taze
ve kuru hurma karşılığında,[137] ariyye
yoluyla yapılan alışverişe ruhsat verdi.[138]
Arâyâ; ariyye
kelimesinin çoğuludur. Ariyye; sözlükte, "atiyye, ihsan" manasınadır.
Arayanın ıstılahî
tarifinde ulemadan farklı görüşler nakledilmiştir. İmam Buharı Sahih'inde
müstakil bir babı arayanın tefsirine tahsis etmiş ve yedi ayrı zattan nakilde
bulunmuştur.
Buharî'nin kitabına
aldığı ilk görüş İmam Mâlik'ten nakledilmiştir: "Arâyâ, bir kimsenin hurma
ağacını bir başkasına ariyet olarak verip, sonra da o şahsın bahçesine
girmesinden rahatsız olduğu için, verdiği ağacın hurmasını tahmin ederek o
kadar hurma karşılığında satın almasıdır."
Yine Buharî'nin
Sahih'inde bu tarife benzer bir tarif İbn Ömer'den de nakledilmiştir,
Buharî'deki bir başka
tarif ise şu şekildedir: "Fakirlere ağacında hurma hibe edilir. Fakat
onlar bu hurmaların olmasını bekleyemezler ve mevcut hurmalar karşılığında
bunu satarlar. İşte arâyâ budur."
İmam Nevevî'nin
arâyâyı izahı da buna benzemektedir. Nevevî şöyle der:
"Arâyâ; tahmini
kuvvetli birinin, ağaçlar üzerindeki hurmayı tahmin edip, meselâ bu kuruduğu
zaman üç vesk[139] gelir demesi ve
sahibinin bu ağaçtaki hurmayı bir başkasına üç vesk hurma karşılığı satması,
satanın hurma ağacını alanın da mevcut hurmayı teslim etmeleridir."
Ebû Dâvûd, Sünen'inde
arâyâ ile ilgili olarak iki tasavvur nakletmektedir. Bunlar 3365, 3366
numarada gelecektir. Tekrara meydan vermemek için-biz o tasavvurları burada
aynen aktarmak istemiyoruz. Yalnız bunlardan ikisinde de, arâyâda bir hibe ya
da ariyet söz konusudur. Yani kişinin; kendisine hibe yoluyla verilen
ağacındaki hurmayı toplamadan, tahminî olarak hazır hurma karşılığında
satmasıdır.
Hattâbî bu hadisi
şerhederken arâyâ ile ilgili olarak önce 3366 numarada gelecek olan İbn
İshak'ın tarifini, sonra da İmam Şafiî'nin bir rivayetini verir. İmam Şafiî'nin
Zeyd b. Sabit veya bir başkasından arâyâyı tefsir eden nakli şu şekildedir:
Ensar'dan bazı ihtiyaç
sahibi kişiler Rasûlullah (s.a)'e gelip; pazara taze hurma geldiğini, ancak
ellerinde bunu alıp yiyecek para olmadığını ama ihtiyaçlarından arta kalan kuru
hurma bulunduğunu söylemişler, bunun üzerine kendilerine, ellerindeki
hurmaları tahmin ederek arâyâ yolu ile taze hurma satın almalarına ruhsat
verilmiştir.
Buraya kadar aldığımız
nakillerden şu iki sonucu çıkarabiliriz:
1- Arâyâ: Bir
kimsenin, sahip oluduğu veya kendisine iâreten verilen bir ağacın dalındaki
hurmayı tahmin ettirerek o kadar kuru hurma karşılığında bir başkasına
satmasıdır. Şâfiîler, arâyâyı böyle izah ederler,
2- Bir
kimsenin bahçesindeki bir veya daha fazla ağacın hurmasını bir başkasına hibe
ettikten sonra, verdiği adamın bahçesine girmesini istemeyerek, ağacın
üstündeki hurmayı tahmin edip, o kadar hurmayı karşıdakine vererek ağacı tekrar
almasıdır. Bu Hanefî ve Mâlikîlerin arâyâ anlayışıdır.
Görüldüğü gibi önceki
tasavvur, bundan önce geçen babda tefsir edilen müzâbeneye benzemektedir.
Hattâbî buna işaretle şöyle der: "Bütün bu ve-cihlerden ibaret olan arâyâ;
müzâbenenin nehyinden istisna edilmiştir. Mü-zâbene; taze hurmayı kuru hurma
karşılığında satmaktır. Nitekim hadiste; "arâyâ alışverişine ruhsat
verdi" denilmektedir. Ruhsat, ancak yasaktan sonra sözkonusudur."
Hattâbî daha sonra, haram olan müzâbenenin dalından koparılmış olan taze
hurmayı, kuru hurma karşılığında satmak, caiz olan arâyânın ise ağaçtaki hurmayı
tahminî olarak muayyen mikdar hurma karşılığında satmak olduğunu söyler.
Hattâbî'nin belirttiğine göre; Mâlik, Evzaî, Şafiî, Ahmed b. Hanbel, İshak b.
Râhûyeh ve Ebû Ubeyd bu görüştedir.
Yani bunlara göre
arâyâ; yasak olan müzâbeneden istisna edilmiş bir akit-tir. Hattâbî; Sehl b.
Ebî Hasme'den rivayet edilen ve bundan sonra gelecek olan şu haberi de görüşüne
destek olarak zikretmiştir:
"Rasûlullah
(s.a), hurmayı hurma karşılığında satmayı nehyetmiş, ariy-yeye ise ruhsat
vermiştir. O, daldaki hurmanın tahmin edilerek, o kadar hurma karşılığında
satılıp, sahibinin taze olarak yemesidir."
Hattâbî'nin bu
rivayeti görüşüne delil sayması; müstesna (istisna edi-Ien)nın, mütesna minh
(kendisinden istisna edilen)in cinsinden olması keyfiyetidir. Hattâbî der ki:
"Ruhsat, mahzuru ortadan kaldırır. Burada mahzur, nehyedilen
alışveriştir. Eğer mesele Hanefîlerin te'vil ettikleri gibi hibe olsaydı, o
zaman hadisteki "tahminî olarak" ve "ruhsat verdi"
sözlerinin hiçbir değeri olmazdı. Üstelik kişinin kendi malını kendisinin satın
almasının manası yok. Çünkü hibede kabz şarttır. Kabz olmadan mülk hibe edenin
elinden çıkmaz..."
Yine Hattâbî, diğer
bazı hadis kitaplarındaki; "Rasûlullah (s.a), muhâkale ve müzâbeneden
nehyetti, arâyâya ruhsat verdi" manasındaki rivayeti de taraftarı olduğu
görüşe delil sayar.
Bu görüş sahiplerinin
bir kısmı, arâyâyı sadece beş veskte, bir kısmı daha fazlasında da caiz
olduğunu söylerler. Bu görüşlere 3364 nolu hadis izah edilirken tekrar
dönülecektir.
Hanefîlere göre arâyâ caizdir.
Ancak, yukarıda da belirttiğimiz gibi Hanefîlerin arâyâ anlayışı diğerlerinden
farklıdır. Diğer âlimlerin anladığı manadaki arâyâ Hanefîlere göre caiz
değildir. Çünkü bu müzâbenedir, müzâ-beneyi de Rasûlullah menetmiştir.
Hanefîlerin, tasavvur
edip caiz gördükleri arâyâ bir alışveriş değil, te-berrudur. Çünkü ağaçtaki
meyveyi ariyet olarak alan kişi meyveyi kabzetmediği için henüz ona malik
olmamıştır. Dolayısıyla ağaç sahibi, hurmanın da sahibi olmaya devam
etmektedir. O halde o zatın, ağaçtaki hurmayı tahmin edip, o kadar hurmayı
ariyet verdiği kişiye vermesi, o hurmayı hibe etmesidir. Ağaçtaki hurma
karşılığında satmış olmaz.
Yukarıda Hattâbî'nin;
İmam Mâlik'in Şâfiîlerle aynı görüşte olduğunu söylediğini kaydetmiştik. Bu
birlik, arâyâyı müzâbeneden istisna olarak caiz görme yönündendir. Arâyâyı
tasvir bakımından değildir. Çünkü arâyâ, Bidâyetii'l-Müctehid'deki ifadeye
göre; Mâlikîler açısından aynen Hanefîlerin izahı gibidir. Nitekim Buharî'nin
İmam Mâlik'ten naklettiği izah da bu şekildedir.
Toparlarsak şöyle bir
sonuç elde edebiliriz:
Şâfiîlere göre; Hz.
Peygamber'in ruhsat verdiği arâyâ, ağaçtaki beş vesk kadar veya daha az bir
hurmayı tahmin edip o kadar bir hurma karşılığında herhangi bir kişiye
satmaktır.
Hanefî ve Mâlikîlere
göre ise; bahçesindeki ağacın hurmasmı.başkasma hibe eden kişinin, o hurmayı
tahmin edip kendisine alıkoyması ve hibe ettiği kişiye o kadar kuru hurma
vermesidir.
Ahmed b. Hanbel ise,
âriyyenin hibe olduğu konusunda Hanefî ve Mâlikîlerle beraberdir. Fakat,
kendisine hibe edilen kişinin meyveyi hibe edenden başkasına satabileceği
konusunda da Şâfiîlerle beraberdir.
İmam Nevevî, arayanın
hem zengin hem de fakirler için ve sadece taze üzümde caiz olduğunu söyler.
İmam Mâlik'e göre, kurutulabilen tüm meyvelerde arâyâ caizdir.[140]
3363... Sehl
b. Ebî Hasme'den rivayet edildiğine göre;
Rasûlullah (s.a),
(taze) meyveyi hurma karşılığında satmayı nehyetti, arâyâya ise ruhsat verdi.
O; meyevenin tahmin edilerek kendi mikdarı karşılığında satılmasıdır. Taze
meyveyi (satın alan) sahipleri onu taze olarak yerler.[141]
Hadiste söz konusu
edilen "meyve"den maksat taze hurmadır.Çünkü konu, aynı cins malların
birbirleri mukabilinde satımı ile ilgilidir.
Yukarıdaki hadis-i
şerif izah edilirken arâyâ ile ilgili olarak yeterli bilginin verildiği
kanaatindeyiz. Yine orada, Hattâbî'nin bu hadisi ileri sürerek Şâfiîlerin
arâyâ anlayışını savunduğunu belirtmiştik.
Karşı görüşte
olanların, yani arâyâyı bir hibe olarak gören Hanefî ve Mâlikîlerin bu rivayeti
te'vil etmeleri gerekir. Çünkü ravi Hz. Peygamber (s.a)'in arâyâya ruhsat
verdiğini söyledikten sonra onu bir alım satım olarak izah etmiştir.
Umdetu'l-Kârî'de:
"Hadiste, bu akdin ravi tarafından "satış" diye adlandırılması;
onu "satış" olarak tasavvur etmesinden dolayıdır. Onun gerçek manada
bir satış olmasından dolayı değildir. Çünkü ariyye, (adından da anlaşıldığı
gibi) bir alışveriş değil, atiyyedir" denilmektedir. Aynî bu görüşünü;
kendisine iare edilen kişinin malı eline almadan ona sahip olamayacağını,
sahib olmadığı bir malı da satamayacağını söyleyerek kuvvetlendirmek ister.
Ancak bu, karşı görüş sahiplerini ilzam etmez. Çünkü onlar arayanın bir iare
olduğunu kabul etmezler.
Bezi sahibi de
Aynî'nin bu sözlerini aynen nakletmiş, yeni bir şey ilâve etmemiştir.
Hadisin sonundaki;
"sahipleri onu taze olarak yerler" ifadesi, akdin cevazını te'kidle
ifade için söylenmiş olsa gerektir.[142]
3364... Ebû
Hureyre (r.a)'den rivayet edildiğine göre;
Rasûlullah (s.a), beş
veskten daha azında veya beş veskte -Dâvûd b. el-Husayn şüphe etti- arâyâ
yoluyla alışverişe ruhsat verdi.
Ebû Dâvûd;
"Câbir'in hadisi, dört veska kadar" şeklindedir, der.[143]
Hattâbî, bu hadisi de
arayanın bir hibe değil, alışveriş olduğuna delil kabul ederek şöyle der:
"Bu, sana açıkça gösteriyor
ki ariyyedeki ruhsatın manası bilinen alışveriştir. Eğer öyle olmasaydı bunun
dört veya beş vesk ile sınırlandırılmasında bir mana olmazdı. Çünkü karşı
görüşte olanların ariyyeyi tarif ederken ileri sürdükleri görüşte bir yasaklık
yok ki o yasağı kaldırmakta ruhsata ihtiyaç duyulsun."
Hattâbî daha sonra,
ariyyenin caiz olduğu mikdarları tayinde âlimlerin görüşlerini verir:
"İmam Mâlik,
mutlak olarak 5 veskde ariyyenin caiz olduğu görüşündedir. İmam Şafiî ise; beş
veskte alışverişi feshetmem ama daha fazlasında feshederim, der.
îbnü'I-Münzir; beş
veskteki ruhsat şüphelidir, müzâbeneden nehiy sabittir. Vacip olan; ondan
ancak mübahlığı kesin olan mikdarın mubah oluşudur. Ravi rivayetinde şüpheye
düşmüştür. O, Dâvûd b. el-Husayn'dır. Bunu Câbir de rivayet etmiş ve dört veske
kadar mubah görmüştür. O halde dört veskde mubah, fazlasında ise
yasaktır."
Hattâbî bu görüşleri
naklettikten sonra İbnü'l-Münzir'in görüşünü tasvib ettiğini bildirmiştir.
AvniTl-Ma'bûd'da;
"Beş veskten az hurmada caiz olup fazlasında caiz olmadığında İmam Şafiî
ile İmam Mâlik arasında görüş birliği vardır. Beş veskdeki cevazda ihtilâf
edilmiştir. Uygun olanı, Câbir hadisinden dolayı beş veskteki arayanın haram
oluşudur" denilir.
Demek oluyor ki; beş
veskde, arâyâ yoluyla satış İmam Şafiî'ye göre caiz değil, İmam Mâlik'e göre
caizdir.
Hanefîlerden, arayanın
caiz olacağı mikdar konusunda bir görüş nakledilmiş değildir. Bu, Hanefîlerin
arâyâyı bir satış değil hibe telakki etmelerinden dolayı olsa gerektir. Çünkü
hibenin bir ölçü ile sınırlandırılması şartı yoktur.
Vesk: 60 sa'
mikdarında bir ölçektir. Bugünün ölçüleri ile
3365... Abdu
Rabbih b. Saîd el-Ensarî'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Ariyye, bir kimsenin
hurma ağacını (n meyvesini) bir başkasına vermesi veya malından (bahçesinden)
bir veya iki ağacı yemek için ayırması ve onu hurma karşılığında satmasıdır.[145]
3366... İbn
İshak'dan, şöyle dediği rivayet edilmiştir: Arâyâ, bir kimsenin hurma ağaçlarım
(meyvelerini) bir adama hibe edip, kendisine, hibe ettiği adamın o ağaçlarla
ilgilenmesinin ağır gelmesi ve bu yüzden o (ağaçlardaki) hurmayı, tahminî
misli kadar hurma ile değiştirmesidir.[146]
Görüldüğü gibi bu
rivayetler; iki âlimin arâyâyı tefsir sadedinde söyledikleridir. Arayanın
tasavvuru ile ilgili çeşitli görüşler 3362 numaralı hadiste geçmiş ve konu
orada tartışılmıştır. Burada da aynı şeyleri tekrara lüzum görmeden, okuyucuyu
oraya havale ediyoruz.[147]
3367...
Abdullah b. Ömer (r.anhuma)'dan rivayet edildiğine göre; Rasûlullah (s.a),
salahı görünmedikçe meyveyi satmayı nehyetti. (Bundan) hem satıcıyı hem de
alıcıyı menetti.[149]
Meyvenin salahının görünmesinden
maksadın ne olduğunda değişik görüşler ilen sürülmüştür:
1- Meyvenin
kızarmaya veya sararmaya başlaması, yani olgunlaşmaya başlaması. İbnü'l-Hümâm
Şerhu Fethi'1-Kadîr'inde, bu görüşün Şâfiîlere ait olduğunu söyler. 3370
numarada gelecek hadis bu görüşe delil olacak biçimdedir.
2- Âfetten
ve bozulmaktan zarar görmez duruma gelmesidir. Bundan maksat, 3373 nolu hadiste
geleceği üzere; çürüme, dökülme ve hastalanma vaktini geçirmesidir.
Müslim veTahavî'deki
bir rivayette; salahın görünmesi bu şekilde tefsir edilmiştir. Yine Tahavî'nin,
Hz. Âişe (r.anha)'den rivayet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber (s.a)'in;
âfetten zarar görmez hale gelinceye kadar meyve satışını menettiği
belirtilmektedir.
İbnü'l-Hümâm,
Hanefîlerin; "meyvenin salahının görünmesini" böyle anladıklarını
söyler.
Ebû Hureyre (r.a)'nin
rivayet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber (s.a): "Süreyya yıldızı
sabahleyin doğduğu zaman, her memleketten âfet kalkar" buyurmuştur.
Şevkânî; Süreyya
yıldızının, yazın ilk günlerinde sabahları doğmaya başladığını ve mevsimin de,
Hicaz bölgesinde sıcakların çöküp meyvelerin olgunlaşmaya başladığı mevsim
olduğunu söyler. Bu izanıyla sanki, meyvenin kızarmaya, olgunlaşmaya başlaması
ile, âfetten emin hale gelmesinin aynı anda olduğuna işaret etmek ister.
Meyvenin ya da bitkinin bu duruma gelmiş olması, onun cinsine göre değişik
olur. Bundan sonra da gelecek hadislerden anlıyoruz ki, bu; başakta beyazlaşma
ve sertleşme, siyah üzümde siyahlaşma ve meyvede sararma ya da kızarmadır.
3-
Meyvelerin işe yarar hale gelmesi. Bundan maksat, meyvenin meselâ hayvan yemi
olacak duruma gelmesi değil, istenilen kıvama gelmesidir. Avnü'l-Ma'bud'da da
bu görüş Kastalânî'ye nisbet edilir.
Hadis-i şerifte konu
edilen satış, şüphesiz ağacın dalındaki meyve ile ilgilidir. Bu konudaki fıkhı
tafsilata dalmadan önce Hz. Peygamber (s.a)'in salahı görünmeyen meyveyi
satmaktan ve almaktan hem satıcıyı hem de alıcıyı menetmesi konusunu biraz
açalım:
Sarihlerin ifadesine
göre; Rasûlullah'ın, bu satıştan satıcıyı menetmesi, onun haram yeyici durumuna
düşmemesi içindir. Ya da meyve dalında durdukça büyüyecek, kıymeti artacaktır.
İşte Efendimiz, satıcı açısından buna işaret etmek istemiştir. Alıcıyı
menetmesi de henüz âfete karşı dayanıklı olmayan malı alıp da, malını telef
olma tehlikesiyle karşı karşıya bırakmaması içindir.
Meyvelerin dalında
satış sekilerini bir şema halinde gösterip bu konudaki görüşlere işaret
edelim: Bu şemayı İbnü'l-Hümâm'ın Hidâye şerhi, Şerhu Fethi'l-Kadîr adındaki
eserinde verdiği bilgiden çıkardık. Şevkânî, Neylü'l-Evtâr'da ve İbn Kudâme de
Muğnî'de konuyu değişik bir tasnife tabi tutmuşlardır. Büyük ölçüde bu
âlimlerin verdikleri bilgiler birbirine uymaktadır. Ancak İbnü'I-Hümâm ve İbn
Kudâme; tasniflerini sadece dört mezhebi gözönüne alarak yapmışlar, Şevkânî ise
diğer âlimlerin görüşlerine de işaret etmiştir. Biz Önce, İbnü'l-Hümâm'ın
verdiği giden çıkardığımız şemayı vereceğiz, daha sonra da Şevkânî'nin verdiği
farklı görüşlerden lüzumlu gördüklerimize işaret edeceğiz.
Meyvelerin dalında
satışı
Meyve hiç görünmeden
olabilir Meyve göründükten
(çiçekken vs) Bu
durumdaki sonra olabilir.
satış dört mezhebe
göre caiz
değildir.
Salahı göründükten
sonra olabilir.
Salahı görünmeden (Bu durumdaki satış
ittifakla
caizdir)
Meyvenin dalında
kalması Hemen
kesilmesi Hiçbir
şart koşulmamışsa
şart koşulmuşsa
(ittifakla şart
koşulmuşsa (ittifakla
(Şâfiîlere, Mâlikîlerc ve
caiv. değil) caiz)
Hanbelîlere göre caiz değil)
Hanefîlere göre ise:
ı Meyve hayvan yemi
vs. gibi Faydalanılabilecek
bir şey olmadan,
hiçbir durumda ise
satış
işe yaramaz bir
durumda ise, caiz. Ancak
müşterinin
ulema arasında
ihtilaflı olmakla malı hemen
toplaması gerekir,
birlikte ekseriyete
göre caizdir.
Şevkânî,'meyveyi
salahı görünmeden önce satmanın; İbn Ebî Leylâ, Sevrî, el-Hâdî ve Kâsım'a göre
her halükârda bâtıl olduğunu söyler ve kendisinin de aynı görüşte olduğuna
işaret eder.
Yukarıdaki şemada
görüldüğü üzere, dört mezhep uleması; meyvesi henüz görünmeyen ağacın meydana
gelecek olan meyvesini önceden satmanın bâtıl olduğunda görüşbirliği
halindedirler. Çünkü bu olmayan bir şeyin satışıdır.
Yine bu âlimler;
(Hanefîlere göre) âfetten zarar görmeyecek duruma gelen, (Şâfiîlere göre ise)
sararmaya veya kızarmaya başlayan meyveyi satmanın ve henüz
salahı.görünmemekle birlikte hemen toplanması şart koşulan meyveyi satmanın
caiz olduğunda görüşbirliği halindedirler. Bu durumda olan meyveyi, bir müddet
daha dalında kalması şartıyla satmak da ittifakla caiz değildir. 3372 no'lu
hadisten Hz. Peygamberdin, salahı görünmeyen meyveyi satmayı nehyetmesinin
istişarî mahiyette olduğu anlaşılmaktadır.
Mezhepler arasında
ihtilaflı olan konu; henüz salahı görünmeyen bir meyveyi, kesilmesi ya da
dalında kalması şeklinde hiçbir şart koşmadan satmaktır. Bu durumdaki satış;
Şafiî, Hanbelî ve Mâlikîlere göre bâtıldır. İbn Kudâme'nin dediğine göre,
bunlar üzerinde durduğumuz hadisi delil alırlar ve; "Akdi, meyveyi
toplamak ya da üzerinde bırakmak gibi bir şartla kayıtlamamak, onun ağaçta
kalmasını gerektirir. Dolayısıyla mutlak olan satış, meyvenin ağaçta kalması
şart koşularak yapılan satış gibidir" derler.
Hanefîlere göre ise,
bu satış caizdir. Bunların delili, yukarıdaki görüşün delilinin tam aksidir.
Yani Hanefîlere göre mutlak olan akid, meyvenin hemen toplanmasını gerektirir.
Bu da henüz salahı görünmemiş olan meyveyi hemen toplamak şartıyla satmak
gibidir.
Tahavî; bu hadisle,
henüz hiç çıkmamış olan meyveyi satmanın murad edilmiş olabileceğini de ihtimal
dahilinde görür.
Ömer Nasuhi Efendi,
meyveyi dalında satmanın, Hanefîlere göre hükmünü şu sözleri ile özetlemiştir.
"Kamilen belirmiş
olan meyveyi, yenilmeye salih olsun olmasın ağacı üzerinde iken satmak
sahihtir. Çünkü mebîin kendisi ile filhal intifa edilecek bir halde bulunması
şart değildir. Bu halde beldece bir örf varsa o meyve kemale erinceye kadar
ağaç üzerinde bırakılır. Ama böyle bir örf yoksa, müşteri meyveleri filhal
düşürmeye mecburdur. Bu meyvelerin yenilmeye elverişli oluncaya kadar ağaçta
bırakılması şart edilse bey1 fasid olur. Kemale gelip yeyilmeğe salih olan
meyveleri bir müddet ağaç üzerinde bırakmak şartı ise bey'i ifsad etmez.[150]
Çünkü bu şartta âkitlerden biri için bir faide yoktur."[151]
Tarladaki ekini
satmanın hükmü de, Merginânı'nin el-Hidâye'de belirt-17 tiğine göre; aynen
ağaçtaki meyveyi satmak gibidir. Ekinin satıma konu olabileceği devre konusu,
bundan sonra gelecek olan hadiste ele alınacaktır.[152]
3368... İbn
Ömer (r.anhuma)'den rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a);
Kızarıncaya kadar
hurmayı[153], beyazlayıncaya ve
âfetten zarar görmez hale gelinceye kadar da başağı satmaktan nehyetti.
(Bundan) hem satıcıyı hem de alıcıyı menetti.[154]
Dipnotta da işaret
edildiği gibi hadisteki kelimesi, ulemanın dikkatini çekmiştir. Bu kelime
Tirmizî'de, Nesaî'de de şeklindedir.
Hattâbî: "Doğrusu
şu ki, Arapçada bu kelime şeklindedir.(Bu kelimenin masdarı olan), meyvenin
kızarması veya sararması manasınadır. Bu, meyvedeki salahın işareti ve onun
âfetten kurtulmuş olmasının delilidir" demektedir.
İbnü'1-Esîr ise,
"Âlimlerden bir kısmı 'yi bir kısmı uygun görmemektedir. Ancak doğrusu;
her iki şekilde de rivayet vakidir. Hurmanın meyvesi göründü, manasına
denilir. Meyve sarardı veya kızardı karşılığında da denilir" demiştir.
Kastalanî de,
İbnü'l-Esîr'in dediğini uygun bulduğunu belirtir.
Hadiste; dalındaki
hurmanın, kızarmadan ya da âfetten zarar görmez duruma gelmeden; başağın da
beyazlaşmadan satışının caiz olmadığı belirtilmektedir. Ağaçtaki meyvenin
satışı konusu, önceki hadiste incelenmiştir. Burada ise sadece başağın satışına
göz atacağız.
Başağın
beyazlaşmasından maksat, Nevevî'nin belirttiğine göre; tanelerinin
sertleşmesidir. Bu onun âfetten zarar görmez hale gelmesi demektir.
Hadisin zahiri;
taneleri sertleşmiş olan ve kabuklanmış olan buğday vs. ibi hububat cinsinden
olan maddelerin başağında iken satışının caiz oldu-una delâlet etmektedir.
Hanefîler ve Mâlikîler bu görüşü benimsemişlerdir, unlar; başaktaki buğdayı
satmayı, kabuğundaki ceviz veya bademi satma-a benzetirler. Nohut, mercimek
gibi baklagiller için de hüküm aynıdır.
Üzerinde durduğumuz
hadisdeki mananın muhalif mefhumu da bu göjş için delildir. Çünkü Efendimiz;
başağı beyazlaşıncaya kadar satmaktan lenetmiştir. Bunun muhalifi, beyazlaşan
başaktaki buğdayın satışının caiz luşudur.
Şunu hatırlatalım ki, bu
hadiste kastedilen mana, tarladaki ekini sat-ıak değil, henüz dövülmemiş,
sapından ayrılmamış taneyi satmaktır.
Şâfîîlere göre ise,
başaktaki taneyi satmak caiz değildir. Çünkü bu du-ımda satıma konu olan
tanenin varlığı ya da mikdarı belli değildir. Yani arar vardır. Rasûlullah da
garar olan satışdan nehyetmiştir.[155]
1. Salahı
zar|ir olmayan meyveyi, ağacında iken satmak nehyedilmiştir. Konu bir önceki
hadisde izah edilıiştir.
2. Başak
beyazlaşıp, taneleri sertleşmeden başaktaki taneyi satmak caiz eğildir.
Beyazlaştıktan sonra satmak ise caizdir.
3. Yukarıda
işaret edilen nehiyler hem satıcı hem de alıcıya yöneliktir.[156]
3369... Ebû
Hureyre (r.a)'dan rivayet edildi ki: Rasûlullah (s.a.); taksim edilmedikçe
ganimetleri, her türlü âfet-:n etkilenmez hale gelmedikçe de hurmayı satmayı ve
kişinin (elbiseni beline) bağlamadan namaz kılmasını nehyetti.[157]
Avnü'l-Ma'bûd'da,
Münzirî'nin; "bu hadisin isnadında bilinmeyen birisi var" dediği
nakledilmiş, fakat bu şahsın kim Iduğuna işaret edilmemiştir.
Hadis-i şerifte
Rasûlullah (s.a) müslümanları üç şeyden menetmiştir:
1- Taksim
edilmeden önce ganimeti satmak. Bilindiği gibi ganimet, İslâm ordusunun
savaşta düşmanın elinden aldığı maldır. Bu malın beşte biri devlete, kalanı
savaşa katılan askere aittir. Bu beşte dört hisse de asker arasında
paylaştırılacaktır. İşte Efendimiz, gaet malından devletin hissesi ayrılmadan
ve askerin hissesi pay edilmeden satışını menetmiştir. Konunun tefsilatı
Kitabü'l-Cihad'da geçmiştir.
2- Her türlü
âfetten zarar görmez hale gelmedikçe hurmanın satışı. Şüphesiz burada
kastedilen âfet normal âfetlerdir. Yoksa aşırı olan âfetlerden meyvenin
etkilenmemesi mümkün değildir. Bu konu bundan önceki iki hadiste izah
edilmiştir. Ayrıca 3372 nolu hadiste de malumat gelecektir.
3- Kişinin elbisesini beline bağlamadan namaz
kılması.
Hadisteki ( fa )
kelimesi aslında, bebeği beşiğe yatırdıktan sonra üzerine bağlanan genişçe
bağcıktır. Bu bağcık ipten dokunmak suretiyle yapılır. Bazı yörelerde
"kolan" denilir. Buna "kemer" diyebiliriz. Bilindiği gibi
eskinin elbiseleri şimdiki gibi muntazam değildi. Özellikle Hz. Peygamber (s.a)
devrinde; o günün imkânları, bölgenin özelliği ve halkın ekonomik güçlerinin
çok sınırlı olması dolayısıyla giyilen elbiseler de çeşitli idi. Halk içerisinde
belinden aşağısına bir peştemal (izâr) ve belinden yukarısına bir kumaş
parçası (ridâ) bürüyerek örtünmeye çalışanlar olduğu gibi; entari giyenler,
tüm vücudunu tek parça kumaşla örtenler vs., de vardı. Bazılarının giydiği
elbiselerin cepleri genişti. Hz. Peygamber (s.a), namaz kılarken elbiselerinin
çözülüp düşmemesi ve avret yerlerinin açılmaması için, elbiselerini kemerle
güzelce bağlamadan geniş olan ceplerini büzmeden namaza durmalarını yasak
etmiştir.
Müslümanlıkta, vücudun
örtülmesi gereken kısımlarını örtmek (setrü'l-avret) farzdır. Bu namaz
içerisinde olduğu gibi, namaz dışında da böyledir. Şu var ki, avret yerinin
namazda iken açık olması günah olduğu gibi namazın sıhhatine de manidir. O
halde Hz. Peygamber'in pantolon yerine giyilen elbisenin iyice bağlanması
konusundaki emri, hem namazın içi hem de dışı için geçerlidir.[158]
1. Savaşta
elde edilen ganimetin gaziler arasında bölüşülmeden satılması caiz değildir.
2. Meyvenin
âfetlerden zarar görmez bir hale gelmedikçe ağacında iken satılması caiz
değildir.
3. Müslüman
namaza duracağı zaman elbisesini, avret mahallinin görülmesine meydan
vermeyecek bir tarzda bağlamalıdır.[159]
3370... Cabir
b. Abdillah (r.a)'ın, şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah (s.a), meyve
işkâha (renklenmeye) başlamadıkça, onu satmaktan nehyetti.
(Ravilerden Süleym b.
Hayyân tarafından, şeyhi Saîd b. Mîna'ya):
Meyvenin işkahı nedir?
diye soruldu. O da:
Meyvenin kızarmaya
veya sararmaya başlaması ve yenilecek hale gelmesi, cevabını verdi.[160]
Hadisin metnindeki;
meyvenin renklenmesi manasına gelen kelimenin if al babından, şeklinde okunması
caiz olduğu gibi, tef'îl babından şeklinde olması da caizdir. Elimizdeki Buharî
nüshasında ve Tecrid-i Sarih Tercemesi'nde ikinci şekilde olarak
harekelenmiştir. Sünen-i Ebî Davud'un tercemeye esas aldığımız baskısında ise
bu kelime şeklinde harekeli olduğu için biz kelimeyi tercemede if al babından
gösterdik ve "işkâh" dedik. Kelimeyi Türkçeleştirmeyip de aynen
alışımıza sebep, hemen peşinden ravi tarafından izah edilmiş olmasıdır.
Metinde,
"işkâh"ın ne olduğunu soran ve buna cevap veren şahısların kimler
olduğu hakkında hiçbir iz yoktur. Onun için, ilk anda sorunun Câbir'e sorulup
onun tarafından cevaplandırıldığı hissedilmektedir. Ancak Ahmed b. Hanbel'in
rivayetinde, işkâh'ın ne olduğunu soranın Süleym b. Hayyân, cevap verenin de
Saîd b. Mîna olduğu sarahaten bildirilmiştir. Tercememizde buna parantez
içerisinde işaret edilmiştir.
Yukarıda da
belirttiğimiz gibi, işkâh' veya teşkîh'in manası; çeşidine göre meyvenin
kızarmaya veya sararmaya başlaması, yenilebilecek hale gelmesidir, Saîd b.
Mîna bu manayı, if'al babında olan ve kelimeleri ile değil de ifîlâl babından
olan ve kelimeleri ile ifade etmiştir. Hattâbî bu durumu izah ederken şöyle
der:
"Ravi ve
demiştir. Çünkü o bu sözüyle halis rengi mu-rad etmemiştir. Bu siga ancak
dönmeye başlayan renk İçin kullanılır. Bir kimsenin yüzü bir kırmızı bir sarı
halde olursa denilir. Ama yüzü tamamen kırmızı veya san olduğunda ve denilir."
Hattâbî'nin bu
beyanından anlıyoruz ki, "işkâh" veya "teşkîh" meyvenin
tam olarak kızarması ya da sararması değil” kızarma ve sararmaya başladığı
devirdir. Artık bu devrede meyve sulanmaya başlamıştır. Yenilebilecek hale
gelmiştir. Onun için ravi "işkâh"ın tarifine "yenilebilecek hale
gelmesi" kaydını da ilâve etmiştir.
Buharî şârihi Kirmanı;
üzerinde durduğumuz kelimeyi "Türüne göre meyvenin kırmızılığa veya
sanlığa dönmesidir" diye tefsir etmiştir.
Hattâbî bu hadisi,
meyvenin salahının görünmesinden maksadın; onun kızarmaya veya sararmaya
başlaması olduğuna delil gösterir. "Hz. Peygamber (s.a), bazı rivayetlerde
salahı görünmedikçe meyveyi satmayı nehyetmiştir. Bu rivayette ise, işkâha
başlamadıkça satışı nehyetmiştir. İşkâh da meyvenin sararması veya kızarması
olduğuna göre, meyvenin salahının görünmesi kızarmaya veya sararmaya
başlamasıdır" der. Ki bu Şâfiîlerin izahıdır.
Konu, bu babın ilk
hadisinde izah edilmiştir.[161]
3371... Enes
b. Mâlik (r.a)'den rivayet edildiğine göre; Resûlullah (s.a), kararmadıkça
üzümü, sertleşmedikçe buğdayı (taneyi) satmaktan nehyetti.[162]
Tirmizî bu hadisin
"hasen-garib'1 olduğunu söyler. İbn Hibbân ve Hâkim ise, sahih olduğunu
bildirmişlerdir.
Bu hadis, üzümün
salahının görünmesinin; kararması, buğdayın salahının görünmesinin de
sertleşmesi olduğunu ifade etmektedir.
Bilindiği gibi, siyah
üzümün olgunlaşıp yenilebilir hale gelmesi onun kararması iledir. Beyaz
üzümlerin kararması sözkonusu olmadığına göre, hadise göre onun satışı da
olgunlaşmasından sonra mümkün olacaktır.
Buğdayın satılmasından
maksat, başağında iken satılmasıdır. 3367 nolu hadiste, Rasûlullah Efendimizin
beyazlaşmadıkça başağı satmayı nehyettiği geçmişti. Başağın beyazlaşması ile
tanelerin sertleşmesi aynı zamanda olduğu için hadisler arasında bir çelişki
olduğu söylenemez. Zaten o hadisi izah ederken bu manaya işaret etmiştik.
Bu hadiste belirtilen
esaslar; meyvenin salahının görünmesinden maksadın, onun âfetlerden zarar görmez
hale gelmesi olduğunu söyleyen Hane-fîlerin görüşü ile de çelişkili değildir.
Çünkü üzüm karardığı zaman âfetlerin mevsimi geçmiş olur. Aynı şey buğday için
de sözkonusu olur. Yani üzümün kararması ve buğdayın sertleşmesi, aynı zamanda
onların âfetlerden kurtulmuş olmasıdır. Nitekim Muvalta'da; "Üzüm
karardığı zaman âfetten korunur" denilmiştir.
Üzümün kararmadan,
buğdayın da sertleşmeden önce satışları ile ilgili hükümler, 3367 numaralı
hadisin izahı esnasında serdedilen; meyvelerin salahı görünmeden satılmaları
ile ilgili hükümler içerisinde incelenmiştir.[163]
3372 ....
Yunus'dan rivayet edilmiştir; der ki:
Ebu'z-Zinâd'a; salahı
görünmeden önce meyveyi satmanın hükmünü ve bu konuda zikredilen haberleri
sordum. Şu cevabı verdi:
Urve b. Zübeyr, Sehl b.
Ebî Hasme vasıtasıyla Zeyd b. Sâbit'in şöyle dediğini haber verdi:
(Rasûlullah s.a
zamanında), insanlar henüz salahı görünmemiş (olgunlaşmamış) meyveleri alıp
satıyorlardı. İnsanlar (müşteriler) meyveleri topladığı ve tarafların
haklarını isteme vakti geldiği zaman, müşteri; "Meyve çürüdü, ermeden
bozulup döküldü, hastalık dokundu" -ki bunlar hep âfettir- gibi laflar
ediyor ve bununla davalaşıyor (ücreti düşürmek istiyor) lardı.
Halkın, Rasûlullah
(s.a) katındaki davaları artınca Efendimiz (s.a); ihtilâf ve anlaşmazlıklarının
çokluğundan ötürü, bir istişare olmak üzere:
"Eğer bu tür
alışverişi (ağacın üzerindeki meyveyi satmayı) bı-rakmayacaksaniz, o zaman
salahı görünmedikçe (olgunlaşmadıkça, âfetten zarar görmez hale gelmedikçe)
meyveyi satmayınız” buyurdu.[164]
Hadisin Buharî'deki
rivayeti de aşağı yukarı buradakinin aynısıdır. Ancak orada Yunus'un,
"salahı görünmemiş olan meyveyi satma" konusundaki sorusu yer
almamıştır.
Fazla olarak da
Buharî'deki rivayetin sonunda şöyle bir ilâve vardır: (Ebu'z-Zinâd diyor ki);
"Zeyd b. Sâbit'in oğlu Hârice bana; Zeyd b. Sabit'-in; Süreyya yıldızı
doğup da, sarısı kırmızısından ayrılmadıkça meyveyi satmadığını haber
verdi."
Buharı bu ta'lik ile,
meyvenin salahının görünme vaktine işaret etmiş olmaktadır. Nitekim 3367.
hadiste bu meseleye temas edilmiştir. Burada, İmam Ebû Hanîfe'nin Atâ b. Ebî
Rebâh'dan rivayet ettiği bnvhaberi de nakledelim: Bu rivayette bildirildiğine
göre; "Süreyya yıldızı yazın başlangıcında sabaha karşı doğar. Artık bu
mevsimde Hicaz'da havalar iyice ısınmış, meyveler olgunlaşmaya
başlamıştır."
Önemli olan, Süreyya
yıldızının doğması değil, meyvelerin olgunlaşmasıdır. Ancak, Süreyya yıldızının
şafakta doğması, meyvenin olgunlaşmaya başladığı zamana rastlar.
Şunu hatırlamak
gerekir ki, her meyvenin olgunlaşma mevsimi aynı değildir. Meselâ kayısı yazın
başında olgunlaşırsa, ayva sonunda ermeye başlar. O halde önemli olan, şu veya
bu mevsimin girmiş olması değil, satılacak meyvenin olgunlaşma zamanının gelmiş
olmasıdır.
Bu hadis, bundan
evvelki hadislerdeki iki noktaya açıklık getirmektedir:
1- Meyvenin
âfetten zarar görmez hale gelmesinden maksat, onun çürüme, dökülme ve
hastalanma devresini atlatmış olmasıdır; semavî âfetlerden etkilenmemesi
değildir. Çünkü hangi devresinde olursa olsun, dolu gibi fırtına gibi bir âfet
meyveye zarar verebilir.
2- Hz.
Peygamber (s.a)'in, böyle olgunlaşmamış, âfetten etkilenmez duruma gelmemiş
olan meyveyi satmaktan nehyetmesi; istişari mahiyettedir.
Kesinlikle harama
delâlet için değildir. Ravi Zeyd b. Sâbit'in meyvesini olgunlaşmadıkça
satmaması, Efendimizin tavsiyesine uymak için olmuş olabilir.
Bu babın ilk
hadisinde, dört mezhep imamının da dalında kalması şart koşulmadıkça ağacın
dalında görünen meyveyi satmayı caiz gördüklerini belirtmiştik. Eğer Hz.
Peygamber'in, salahı görünmeyen meyveyi satmaktan menetmesi, kesin hüküm için
olsa idi, ulemanın bu satışı caiz görmekte birleşmeleri mümkün olmazdı.
Bu hadisten
anladığımıza göre, henüz olgunlaşmadan ağacmdaki meyveyi satın alan
müşteriler; meyveleri toplayıp da bedellerin ödenmesi söz konusu olduğunda,
meyvelerin çürük, kalitesiz, hastalıklı olduğunu ileri sürerek fiatları
düşürmek istiyorlardı. Bu hal, satıcılarla alıcılar arasında anlaşmazlıklar
çıkmasına sebep oluyor ve Hz. Peygamber'e arzediliyordu. Bu tür davalar
artınca Efendimiz, hadisteki nehyi irad buyurmuştu. Yani mezkûr nehye sebep
alıcı ve satıcı arasındaki niza ve ihtilâftır.
Sünen-i Ebı Davud'un
şerhlerinde, bizim; meyvelerin çürümesi, olgunlaşmadan dökülmesi ve
hastalanması olarak terceme ettiğimiz ve kelimelerinin mana ve harekelerj ile
ilgili geniş izah ve nakiller yer atmıştır. Biz bu konuya girmiyoruz. Ancak
merak edenlerin Avnü'I-Ma'bûd ve Bezlü'l-Mechûd'a bakmalarının gerektiğini
hatırlatmak istiyoruz.[165]
3373...
Câbir (r.a)'den rivayet edildiğine göre, Rasûlullah (s.a);
Meyveyi, salahı
görünmeden ve -arâyâ hariç- dinar ve dirhemin dışında bir şey karşılığında
satmaktan nehyetti.[166]
Hadis-i şerif iki
konuya işaret etmektedir:
a) Salahı görünmedikçe
meyveyi satmak menedilmiştir. Bu konu 3367 nolu hadiste izah edilmiştir.
b) Arâyâ
hariç, meyve ancak para karşılığında satılabilir. Nevevî, bundan maksadın;
taze hurmanın kuru hurma karşılığında satılmasının caiz olmayışıdır, der. Ama
taze meyvenin dinar, dirhem veya başka bir şey karşılığında satılması caizdir.
Bu konu âlimler arasında ihtilaflıdır. Geniş bilgi 3359 numaralı hadiste
geçmiştir.
Arayanın manası ve
hükmü ile ilgili gen ilgi, 3362 numaralı hadiste geçmiştir.[167]
3374...
Câbir b. Abdullah (r.a)'den rivayet edildiğine göre: Rasûlullah (s.a), (ağacın)
birkaç sene (içinde vereceği meyve) yi önceden satmayı nehyetti. Âfetlerin
(mahvettiği meyvelerin bedelini ise) indirdi.
Ebû Dâvûd dedi ki:
Rasûlullah (s. a) 'tan, (zararın) üçte bir olması konusunda, sahih bir haber
gelmedi. Bu ancak Medinelilerin görüşüdür. [168]
Beyu's-sinîn: Bahçe
sahibinin, bahçesindeki bir veya daha fazla ağacın ya da ağaçların tümünün bir
iki veya daha fazla sene zarfında vereceği meyveyi önceden satmasıdır. Bu satış
şekline, "Beyu'l-mu'âveme" de denilir. Bu satışta henüz meyve ortada
olmadığı gibi, ileride olacağı veya ne kadar olacağı da belli değildir. Onun
için bu satış; olmayan bir şeyin (ma'dûm) satışıdır. O bakımdan bu satış türü
bâtıldır. Nevevî, bu konuda ulemanın icmaı olduğunu söyler.
Hattâbî;
beyu's-sinînin, aynın satışı olduğunu ve caiz olmayan bu satışın, caiz olan
vasfın satışı (selem) ile karıştırılmaması gerektiğine işaret eder.
Kitabul-Bey'in baş
tarafında da söylendiği gibi, selem; bir kimsenin satıcı ile para peşin, mal
vadeli olmak üzere ve malın cinsini, kalitesini, mikdarını, (taşınması masrafı
gerektiren cinslerde) teslim edileceği yeri ve teslim edileceği zamanı tayin
ederek pazarlık edip parayı teslim etmesidir. Bu ak-din caiz olması için, akde
konu olan malın akid esnasında ve teslim edileceği zamanda piyasada bulunur
olması da şarttır. Selemde, verilecek malın belirli bir ağacın veya bahçenin
meyvesi olması şart koşulamaz.
Üzerinde durduğumuz
hadiste ise, belli bir ağacın veya bahçenin belirlenen süre zarfında vereceği
meyveyi satmak yasaklanmıştır.
Hadiste konu edilen
ikinci bir mesele de "câiha" meselesidir.
Câiha: Hayvan ve
meyveleri helak eden, onların kökünü kazıyan âfettir. Burada o âfetin sebep
olduğu zarar kastedilmektedir.
Ebû Dâvûd'daki
cümlesi, Sahih-i Müslim'de; "Rasülullah, âfetlerin (telef ettiği meyvenin
karşılığını müşteriden) indirmeyi emretti" şeklindedir. Hattâbî;
Şafiî'nin de bu hadisi Süfyân'dan, Müslim'in rivayeti gibi şeklinde rivayet
ettiğini söyler.
İbn Mâce'de
"câiha" ile ilgili rivayet ise şu şekildedir: "Bir kimse (ağaç
üzerindeki) meyveyi satıp da ona bir âfet gelirse kardeşinin (müşteri) malından
bir şey almasın. Bu durumda sizden biri müslüman kardeşinin malım neye karşılık
alacaktır?!.."
Tahavî'de de bu
rivayet aynen vardır.
Bu rivayetlerden
anlıyoruz ki, dalında iken satılan bir meyve daha koparılmadan bir âfete maruz
kalırsa Hz. Peygamber (s.a) bu âfetin verdiği zararı satıcının karşılamasını
emretmiştir. Yani bu zararın karşılığının bedelden düşürülmesini istemiştir.
Buharîbir ta'likında;
henüz salahı görünmeden satılan bir meyve âfete uğrarsa, bu zararın satıcıya
ait olduğunu söyler.
Hattâbî; Hz.
Peygamber'in, âfetin doğurduğu zararın satıcı tarafından karşılanması yolundaki
emrinin fakihlerin çoğu tarafından mendubluğa ham-ledildiğini söyler. Yani,
"Ağaçta iken satılan meyve telef olursa, satıcının bunun parasını almaması
menduptur, vacip değildir" derler.
Hattâbî'nin dediğine
göre, bu görüşteki âlimler te'villerini şu şekilde delillendirirler:
Müşteri, ağaçtaki
meyveyi satın aldıktan sonra ona malik olmuştur. İsterse o meyveyi hemen
satabilir, isterse bir başkasına hibe edebilir. Artık bu meyvenin satıcı ile
ilgisi kalmamıştır. Böyle olduğu halde, bu malın uğrayacağı zararı satıcıya
yüklememiz; müşteriye, riskine katlanmadığı bir kârı caiz görmemiz demektir.
Halbuki Rasülullah Efendimiz, riski kabullenilmeyen bir kârı caiz görmemiştir.
Sonra, eğer salahı göründükten sonra meyvenin uğrayacağı zarar satıcıya ait
olsaydı, o zaman Hz. Peygamber'in salahı görünmemiş olan meyveyi satmaktan
nehyedişinin manası kalmazdı.
Ahmed b. Hanbel, Ebû
Ubeyd ve hadis âlimlerinden bir grup âfetin sebep olduğu zararın bedelden
düşürülmesinin gerekli (vacip) olduğunu söylerler. Anlaşılıyor ki bu görüşte
olanlar hadisin zahirî manasını almışlardır.
İmam Mâlik ise; âfetin
verdiği zararın, malın üçte birinden daha az olması halinde bu zararın müşteriye,
üçte bir veya daha fazla olması halinde ise satıcıya ait olduğu görüşündedir.
Ebû Dâvûd, metnin
sonunda; hadiste bu manaya gelecek bir sözün bulunmadığını,, bunun
Medinelilere ait bir görüş olduğunu söylemiştir.
Sindî'nin hadisi
anlama tarzı daha değişik olmuştur: Ona göre, bazı âlimler bu hadisteki
zararın satıcı tarafından karşılanması hükmünü, âfetin meyvenin müşteriye
tesliminden önce olması haline hamletmişlerdir. Müşteriye teslim edildikten
sonra gelecek olan zarar ise alıcıya aittir. Şunu belirtelim ki, meyvenin
müşteriye tesliminden maksat kesilip verilmesi değil, tahliye-. dir. Yani
satıcının alıcıya, "İşte meyve buyur, istediğin zaman kes" deyip izin
vermesidir. Çünkü her malın teslim şekli kendisine hastır.
Tahavî, bu
konuda-varid olan iki hadisi (Ebû Dâvûd ve Müslim'deki hadis ile, İbn Mâce'den
nakledip Tahavî'de de bulunduğuna işaret ettğimiz iki hadis) değişik biçimlerde
yorumlar. Tahavî'ye göre:
Birinci hadis
(Rasûluliah, âfetin telef ettiği meyvenin bedelini düşürmeyi emretti, manasındaki
hadis); haracı arazilerle ilgilidir .-Yani haracı müslü-manlar için olan haracî
arazilerdeki meyveler âfete maruz-kâlıp da telef olsalar haracın kaldırılması
vacibdir, lâzımdır. Çünkü bu müsıümanların yararınadır ve arazilerini ekime
elverişli hale getirmeleri için tarla sahiplerine destektir. Bu hadis satılan
meyvelerle ilgili değildir.
"Kardeşine bir
şey satsan ve ona bir âfet dokunsa..." manasındaki hadisten maksat ise;
satıtıp da henüz müşteriye teslim edilmeyen meyvelerle ilgilidir.
Tahavî bu hadisi,
yukarıda Sindî'den naklettiğimiz manada izah etmektedir.
Buraya kadar
yazılanları birkaç kelime ile özetlersek diyebiliriz ki:
1- Hz.Peygamber
Efendimiz bir bahçenin ağaçlarının ileride vereceği meyveyi önceden satmayı
caiz görmemiştir. Bu konuda âlimler arasında da bir ihtilâf yoktur. Çünkü
olmayan bir şeyin satışıdır.
2- Bir kimse
ağacındaki meyveyi satar ve meyve toplanmadan bir âfet sebebiyle telef olursa;
a) Âlimlerin
çoğunluğuna göre; satıcının alıcının uğradığı zararı ücretten indirmesi
menduptur, vacib değildir.
b) Ahmed b.
Hanbel, Ebû Ubeyd ve bazı hadis âlimlerine göre; zararı satıcının karşılaması
lâzımdır, vacibtir.
c) Tahavî'ye
göre, bu hadis ya haracı arazilerle, ya da satılıp da henüz müşteriye teslim
edilmeyen meyve ile ilgilidir.
d) İmam
Mâlik'e göre; âfetin verdiği zarar toplam ürünün üçte birinden azsa alıcıya,
üçte bir veya daha fazla ise satıcıya aittir.[169]
3375...
Câbir b. Abdillah (r.a)'dan rivayet edildiğine göre;
Rasûlullah (s.a),
mu'âveme (seneliğine satış) tan nehyetmiştir. Ra-viler (Saîd b. Mîna ve Ebû
Zübeyr)'den birisi, (mu'âveme yerine) "beyu's-sinîn" dedi.[170]
Mu'âveme: Yıllığına,
demektir. Bu kelimenin ıstılahî manası Nihâye'de şu şekilde izah edilmiştir:
"Bir ağacın
meyvesini, daha meyveler çıkmadan önce, iki üç veya daha çok seneliğine
satmaktır. Bu satış bâtıldır, çünkü yaratılmamış bir şeyin satışıdır. Henüz
yaratılmamış yavruyu satmaya benzer."
Bu izahtan anlıyoruz
ki mu'âveme, bir ağacın veya bahçenin bir veya birkaç sene zarfında vereceği
meyveyi önceden satmaktır. Bu mana, bundan önceki hadiste geçen
"beyu's-sinîn"in karşılığıdır. Nitekim hadisin ravile-rinden birisi,
"mu'âveme" kelimesinin yerine "beyu's-sinîn" terkibini kullanmıştır.
Bu satış bâtıldır.
Bundan önceki hadiste tafsilat geçmiştir.[171]
3376... Ebû
Hureyre (r.a)'den rivayet edildiğine göre;
Rasûlullah (s.a);
kendisinde garar olan alışverişten nehyetti. (Ravilerden) Osman buna,
beyu'l-hasâtı (çakıl taşı atma yoluyla olan satışı) da ekledi.[172]
Garar, sözlükte;
"sonu belli olmayan kanma, kandırma, tehlike, içi bilinmeyen" gibi
manalara gelir.
Istılahtaki tarifinde
ise âlimler değişik ifadeler kullanmışlardır. Bu tariflerin en önemlileri
şunlardır:
İbnü'I-Esîr
en-Nihâye'de şöyle der:
"Garar olan
satış; zahirî olup müşteriyi aldatan, içi ise meçhul olan şeydir.
el-Ezherî, gararı
şöyle tarif eder: Uhde ve güven olmayan şeydir. Alıcı ve satıcının künhünü
bilmedikleri her türlü meçhulün satışı garardir."
Kâmus'ta,
İbnü'l-Esîr'in el-Ezherî'den naklettiği tarif verildikten sonra, denizdeki
balık ve havadaki kuşun satışı buna misâl gösterilmiştir.
Hattâbî,
"Garar"in kelime karşılıklarını verdikten sonra garar olan satışı
şöyle ifadelendirir:
"Kendisinden
kastedilen şey (satıma konu olan mal) bilinmeyen ve tesliminden aciz olunan
her türlü satış garardır. Sudaki balığı, havadaki kuşu, denizdeki inciyi, kaçak
köleyi, sahibinden kaçan deveyi, bir torbadaki açılıp görülmemiş elbiseyi,
açmadığı bir evdeki yiyecek maddesini, bir hayvanın henüz doğmamış yavrusunu,
bir ağacın daha çıkmamış olan meyvesini ve bunun gibi meydana gelip gelmeyeceği
bilinmeyen şeyleri satmak garardır."
Hanefî ulemasından
İbnü'l-Hümam da gararı şu şekilde tarif etmektedir:
"Garar:
Tehlikedir; kişinin sahibi olmayıp da sahip olup olmama şüphesi olan
şeydir."
Yukarıya aldığımız
tariflerin tümünden varabileceğimiz sonuç; garar, bir kimsenin sahibi olmadığı
ve ileride sahip olabileceği ya da ne kadarına sahip olabileceği belli olmayan
bir şeyi satmasıdir.'Bu satışın sonunda; malın hiç elde edilememesi, ya da
umulandan daha az olması sözkpnusu olduğu için müşterinin, umulandan daha
fazla olması mümkün olduğu için de satıcının aldanma ihtimali vardır. Bu yüzden
bu satışlara "aldanma" ve "aldatma" manasını taşıyan
"beyu'l-garar" denilmiştir.
Konuyu bir iki misâlle
açalım:
Bir balıkçı başkasına,
"Bugün avlayacağım balığı sana şu kadara sattım" veya bir avcı,
"Şu havadaki kuşu sana şu kadara sattım'" dese, karşı taraf da kabul
etse, bu satış garardır ve bâtıl (hükümsüz) dır. Çünkü birinci misâlde;
balıkçı, maliki olmadığı, elinde olmayan ve sahip olup olamayacağı belli
olmayan bîr şeyi satmıştır. İkinci misâlde de avcının kuşu avlayamama ve
dolayısıyla alıcıya teslim edememe ihtimali vardır. Halbuki satışın gerçekleşebilmesi
için; satıma konu olan şeyin mal, malın mevcud ve tesliminin mümkün olması
şarttır.
Misâlleri çoğaltmak
mümkündür. Zaten yukarıya Hattâbî'den yaptığımız nakilde daha çok misâl göre
çarpmaktadır.
Yukarıda gararın
tarifi ile ilgili yaptığımız nakillerin bir kısmında gararla cehaletin iç içe
olduğu görülmektedir. Meselâ Hattâbî, bir torbanın içindeki elbiseyi ve bir
evdeki gıda maddesini satmayı da garar mefhumu içerisinde göstermiştir.
HayreHdin Karaman,
Mukayeseli İslâm Hukuku adındaki eserinde, gararla cehaletin ayrı ayrı şeyler
olduğuna işaretle şöyle demektedir:
"Bazı fıkıhçılar
cehaletle garar kelimelerini aynı mefhum için kullanıyorlarsa da aşağıdaki
ifade bu iki terim ve mefhum arasında fark bulunduğunu göstermektedir:
Aslında garar, hasıl
olup olmayacağı bilinmeyendir; gökteki kuş, denizdeki balık gibi. Hasıl
olacağı, elde edileceği bilinmekle beraber vasfı bilinmeyene ise meçhul denir;
elbisesinin içinde gizlediği bir şeyi satmak gibi ki; bunun elde edileceği
kesindir, fakat ne olduğu bilinmemektedir. Bu iki mefhumdan her biri, diğerine
göre bir cihetten daha özel bir cihetten daha geneldir. Her biri diğeri ile
beraber bulunabileceği gibi, tek başına da bulunabilir. Cehaletsiz gararın
örneği kaçak köleyi satmaktır; mevzu kaçmadan önce bilindiği için meçhul
değildir; yakalanıp yakalanamayacağı belli olmadığı için garar vardır.
Gararsız cehaletin örneği; gördüğü, fakat cam mı yakut mu olduğunu bilmediği
bir taşı satın arfnaktır. Gördüğüne göre mevzu mevcuttur, garar yoktur, cinsini
bilmediği için cehalet vardır. Her iki mefhumun birleştiği örnek kaçmadan önce
de vasıfları bilinmeyen köledir."[173]
Yine Hayreddin
Karaman, aynı eserinin aynı yerinde garar ve cehaletin yedi noktada sözkonusu
olabileceğini söylemekte ve bunları şöyle sıralamaktadır:
"1- Varlıkta: Kaçak köle gibi.
2- Varlığı
biliniyorsa elde edilip edilemeyeceğinde (husulde): Gökte uçan kuş gibi.
3- Eşyanın
cinsinde: Adını söylemediği meta gibi.
4- Nev'inde:
İsmini söylemediği bir köle gibi.
5- Miktarda:
Atılan taşın düştüğü yere kadar satmak gibi.
6- Belirlemede (tayinde):
Farklı iki elbiseden
birini, -şudur diye göstermeden- satmak gibi.
7- Devam ve bekada:
Kurtulduğu belli olmayan meyvayı satmak gibi.[174]
Tarafların aldanmalarına sebep olabilecek her türlü gizlilik veya malın
elde olmaması, caiz
olmayan gararın hükmü altına girer mi, yoksa bunun istisnaları var mı konusu
ulema tarafından tetkik edilmiştir.
Şevkânî; bazı
hadislere dayanarak sudaki balığı, havadaki kuşu, mevcut olmayan meçhul olan
şeyleri ve kaçak köleyi satmayı "garar" olarak niteler ve Nevevî'nin
şu sözlerini nakleder:
"Garar olan
satıştan nehiy şeriatın esaslanndandır. Bunun altına birçok mesele girer.
Garar olan satıştan iki şey istisna edilmiştir:
1- Müstakillen
satışı caiz olmadığı için satılan mala tâbi olarak satılan şey. Ana ile
birlikte karnındaki yavrusunun satışa girmesi.
2- Önemsizliğinden
veya ayrılıp da tayin edilmesinde güçlük olan garar.
Şu satışlaf bu iki
istisnanın şümulüne girerler: Binanın temelini (bilinmediği halde bina ile
birlikte), hayvanın memesindeki sütü ve karnındaki yavruyu (hayvanla birlikte)
ve cübbede gizli olan pamuğu satmak."
Hayreddin Karaman da
bu konuyu el-Fürûk'dan naklen şu şekilde izah etmiştir:
"Garar ve cehalet
üç kısımdır:
1- İttifakla
akdin cevazına mani olacak kadar çok olan; gökte uçan kuş gibi.
2- İttifakla
caiz görülen ölçüde az olan; evin eşyası, hırkanın pamuğu gibi.
3- Bu
ikisinin ortasında bulunup birbirine katılamayan; işte bilginlerin ihtilâf
sebepleri budur."
Aynı kaynakda, İbn
Cevzî'den naklen yasak olan garar on madde halinde sıralanmıştır. Arzu eden
oraya bakabilir.
Hadis-i şerif,
musannif Ebû Davud'a, Ebû Şeybe'nin oğulları Ebû Bekir ve Osman tarafından
nakledilmiştir. Ebû Bekir, rivayetinde Hz. Peygam-ber'in sadece garar olan
alışverişi nehyettiğini bildirdiği halde, Osman; Efendimizin, "garar olan
ve çakıl taşı atmak suretiyle yapılan^ alışverişlerden nehyettiğini" haber
vermiştir. Hadisin Müslim ve İbn Mâce'deki rivayetleri de Osman'ın rivayeti
gibidir. Onun için biraz da "beyu'l-hasât" denilen, çakıl taşı atmak
suretiyle yapılan alışveriş üzerinde durmak istiyoruz:
Beyu'l-hasât;
Hattâbî'nin beyanına göre iki şekilde tasavvur edilmektedir:
1- Satıcının
elindeki taşı atması ve taş yere düştüğü zaman alım satım akdinin gerçekleşmiş
sayılması. Artık bundan sonra alıcının akdi kabul etmeme muhayyerliği kalmamış
oluyor.
2- Bir
kimsenin, bir sürü koyunu satışa arzedip, attığı çakıl taşı hangi koyuna
değerse, o koyunun önceden belirlenen fiata satılmış sayılmasıdır.
Hanefi fıkıh
kitaplarında bu satışa "ilkâu'l-hacer = taş atma" denilmektedir.
Îbnü'l-Hümâm bu satış şeklini ikinci maddede olduğu gibi tasavvur etmiş ve
misâlinde koyun yerine elbiseyi koymuştur.
Hidâye şerhlerinden
Nihâye'de bu satış şekli: "Satıcı veya alıcının taşı attığım zaman
alışveriş tamam olmuştur demeleri"; İnâye'de ise, "İki kişi bir malda
pazarlık yaparlar, -ancak pazarlık kesinleşmemiş, alım satım akdi tamamlanmamıştır-
satın almak isteyen o malın üzerine bir taş koyarsa alışveriş bitmiş, karşı
tarafın akdi kabullenmeme muhayyerliği kalmamış olur." şekillerinde tefsir
edilmiştir.
Hattâbî'nin
İbnü'l-Hümâm'ınki ile aynı olan tasavvuruna göre, bu satışın caiz olmayışına
sebep; satıma konu olan malın belli olmayışıdır. Çünkü taşın hangi mal üzerine
düşeceği belli değildir.
Diğer iki tasavvura
göre satışın caiz olmayışı ise; taraflardan birisi akdi kesin olarak
kabullenmediği halde, taşın düşmesi, atılması veya malın üzerine konulması ile
kabul etmek zorunda bırakılmış olmasından dolayıdır.
Fıkıh kitaplarında bu
mesele bundan sonraki hadiste konu edilen mülâmese ve münâbeze yoluyla yapılan
alışverişlere birlikte ele alınmakta ve bu iki şeklin cahiliye devrinde uygulandığı
bildirilmektedir.[175]
1. Elde
olmayan ve elde edilip edilemeyeceği belli ol-mayan bir şeyi satmak caiz
değildir.
2.
Beyu'l-hasât veya ilkâu'I-hacer denilen usulle yapılan bey' muamelesi
bâtıldır.[176]
3377... Ebû Saîd
el-Hudrî (r.a)'den rivayet edildiğine göre;
Rasûlullah (s.a), iki
türlü satıştan ve iki türlü giyimden nehyetmiştir:
Nehyettiği satışlar;
mülâmese (dokunma yoluyla) ve münâbeze (atışma) dır. Nehyettiği giyim şekilleri
de; bir tek kumaşı sol omuzu üzerinden sarıp diğer tarafını salıvermek ve
kişinin avret yerini açık bırakarak veya avret yerinin üzerinde hiçbir şey
olmadan bir tek elbise içerisinde dizlerini dikip oturmasıdır.[177]
3378...
Hasan b. Ali, Abdürrezzak'tan; Abdürrezzak, Ma'mer'-den, o Zührî'den; Zührî,
Atâ b. Yezid el-Leysî'den o da Ebû Saîd el-Hudrî vasıtasıyla Rasûlullah'dan bu
hadisi rivayet etmiştir. Abdürrezzak, şunu da ilâve etti:
îştimâlü's-sammâ;
kişinin bir ucunu sol omuzunun üzerine koyup sağ tarafım salıvermek suretiyle
tek bir kvmaşa sarılması.
Münâbeze; "Bu
kumaşı [sana] attığım zaman alışveriş tamam oldu" demesi.
Mülâmese;
"Müşterinin kumaşı açmadan ve çevirmeden eli ile ona dokunmasıdır. Kumaşa
dokununca alışveriş tamam olmuştur.”[178]
Bu rivayet önceki
hadiste geçen tabirleri tefsir etmektedir. Hadiste nehyedilen giyim şekilleri
ile ilgili bir rivayet, Kitabu’s-Savm'da 48. bab, 2417 numarada geçti ve bu
konu ile ilgili bilgi verildi. Onun için biz burada sadece nehyedilen
alışverişler (rnülâmese ve münâbeze) üzerinde durmak istiyoruz. .
Mülâmese, dokunmak
manasına gelen; münâbeze de atmak manasına gelen mastarlarından türemişlerdir.
Bu terimlerin istilahî manaları da, lügat manaları ile alâkalıdır. Ancak bu
satışların tefsirinde farklı tasavvurlar ortaya çıkmıştır. Buhari, Müslim,
Nesâî ve Ebû Dâvûd'daki tasavvurların her yönden birbirine benzemedikleri
görülmektedir.
Ahmet Naim Efendi,
Tecrid-i Sarih Tercemesi'nde bu alışverişlerin çeşitli tasavvurlarını verir.
Şimdi, Ahmet Naim Efendi'nin verdiği bu malumatı sadeleştirerek aktarmak
istiyoruz:
"Bey'-i limâs
yahut mülâmese ile bey'-i nibâz yahut münâbeze; cahili-ye devrindeki alım satım
çeşitlerinden ikisinin adıdır. İslâm dini ile yasaklandıkları için tabii
olarak her ikisi de uygulamadan kalkmış ve bu yüzden de eski uygulamalarının
nasıl olduğunda farklı izahlar yapılmıştır.
Mülâmese akdi hakkında
şöyle denilmiştir:
1-
Alışverişte bulunacak olan tarafların, "Ben senin kumaşına, sen de benim
kumaşıma dokundun mu alım satım mun'akit olsun, yani muhayyerliğimiz kalmasın.'^
diyerek pazarlık etmeleri.
2- Ebû
Hanîfe'nin tarifine göre; satıcı, "Bu eşyayı sana şu kadara sattım. Sana
dokundum mu satış vacib olsun" demesi, yahut müşterinin böyle demesi.
3-
Müşterinin; durulmuş bir kumaşı açıp bakmaksızın yalnız eliyle dışından
yoklayıp açıp baktığında seçme hakkı olmamak şartıyla satın alması. Ya da
satıcının; "Kumaşa dokundum mu sana satmış olayım" demesi; yahut da
satıcının malını, müşteri ona el sürünce, satış kesin olması yani seçme
hakkının kalmaması şartıyla satması.
4- Zührî'ye
göre, müşterinin satılacak kumaşa, -gece veya gündüz- eliyle dokunması ve
kumaşı açıp çevirmesiyle beraber satışın tamam olmasıdır ki, bunda ne görme
vardır ne de rıza.
5- Ebû
Avâne'nin Yunus b. Ubeyd tarikından nakline göre; müşterinin mala bakmaksızın,
satanın da malı hiç tarif etmeksizin yaptıkları alışveriştir.
6- Ebû
Hureyre'nin Sünen-i Nesâî'deki tarifine göre; birinin diğerine, "Ben
kumaşımı senin kumaşınla trampa edeceğim" demesi ve hiçbiri diğerinin
malını tedkik etmeden, sadece kumaşa dokunmanın, satışın şartı kılınması.
Hadis âlimlerinin
buraya kadar olan çeşitli izahlarını, Şafiî fakihler üç surette
toparlamışlardır:
Birincisi ve en
sahihi; satıcının gündüz herhangi bir şekilde, gece de dü-rülmüş olarak bir kumaşı
getirip müşterinin de eliyle kumaşın dışından dokunması ve mal sahibinin
alıcıya "bunun sana şu kadara- dokunman, bakman yerine geçmek üzere ve
gördükten sonra alıp almama konusunda muhayyerliğinin olmaması şartıyla-
sattım" demesi.
İkincisi; alım satım
akdine mahsus sözlerden hiç birisinisöylemeden, dokunmanın kendisini ratış
saymaları.
Üçüncüsü; dokunmayı
meclis muhayyeriğini sona erdirmeye şart kılmaları."[179]
Ahmet Naim Efendi'nin
mülâmese ile ilgili olarak verdiği malumat burada sona ermektedir. Merhum;
mülâmeseden sonra münâbezenin izahına geçmiştir. Biz buraya Hanefî fıkhının
bazı kaynaklarındaki mülâmese tasvirini verip, sonra Naim Efendi'nin münâbeze
ile ilgili olarak verdiği bilgiyi aktaracağız.
el-Hidâye adındaki
eserde, "Mülâmese; tarafların bir malda pazarlık yapmaları ve -akit
kesinleştirilmeden- müşteri mala dokununca alışverişin kesinleşmiş
sayılmasıdır.''
İbnü'l-Hümâm Şerhu
Fethi'l-Kadîr adındaki eserinde, Sahih-i Müslim'deki rivayette geçen mülâmese
tarifini verir ve peşinden bir cümle ile bunu açıklar. İbnü'l-Hümâm'ın ibaresi
şu şekildedir: "Müslim'de şu ilâve vardır: Mülâmese; taraflardan her
birinin, diğerinin kumaşına hiç düşünmeden dokunması ve gördükten sonra kabul
edip etmeme muhayyerliği olmaksızın dokunan yönünden satışın kesinleşmiş
olmasıdır. Bu, meselâ gece karanlığında veya kumaş dürülü iken olur, taraflar
alıcı kumaşa dokundu mu satışın kesinleşmiş sayılacağında anlaşmıştırlar."
Yukarıdaki
tasavvurların farklılığına sebep, Naim Efendi'nin de belirttiği gibi, bu satış
şeklinin İslâmiyet tarafından yasaklanmış olması ve müs-lümanların bunu
uygulamamalarıdır. Ancak bütün tasavvurlarda, ortak olan nokta; alıcı ve
satıcının, "aldım saftım" gibi alım satım akdinin rüknü olan icab ve
kabulde bulunmamaları ve satılan malın, alıcı tarafından görülmemesi ve gördüğü
zaman da almama muhayyerliğinin bulunmamasıdır. Zaten bu akdin, caiz
olmamasındaki hikmet, alıcının görmediği bir malı satın almak zorunda
kalmasıdır.
Ahmet Naim Efendi'nin,
münâbeze'yi tarif konusunda naklettikleri de şunlardır:
"1- Zührî'ye göre; alışverişte bulunacak
olanlardan her biri diğerinin malını görmeden veya rıza şartı olmadan, kendi
malım diğerine atar. Bu atışma ile satış tamamlanmış ve muhayyerlik hakkı
düşmüş olur.[180]
2- Şafiî'ye
göre; malın atılmasını satışın kendisi addetmektir.
3- "Sana
sattım. Fakat malı üzerine atınca muhayyerlik bitmiş ve satış bağlayıcı
olmuştur" demek.[181]
4- Münâbeze,
çakıl taşı atmaktır. Taş atmanın da iki sureti vardır: Biri, "Atacağım taş
bu kumaşlardan hangisine isabet ederse onu sana şu kadara sattım" diğeri
de; "Şu arazinin bulunduğum yerden itibaren atacağım taş nereye varırsa,
oraya kadarını sana sattım" demek.
5- "Şu
malı sana sattım, ancak bu taşı fırlatıncaya kadar muhayyerliğim var"
demek.
6- Çakıl
atmanın kendisini satış saymak ve meselâ, "Bu kumaşa taşı fırlattığım
vakitte o kumaşı sana şu kadara satmış olayım" demek.
Münâbeze yoluyla olan
satıştaki muhtelif tefsirleri de, Şafiî fakihleri üç şekle irca etmişler.
Birincisi ve en sahihi, -mülâmese yoluyla olan satışta olduğu gibi- tarafların
atışın kendisini satış saymaları; ikincisi sîga kullanmak-sizın atmayı satış
saymaları; atmayı muhayyerliği sona erdirici saymalarıdır.
Dokunma (limâs) ve
atma (nibâz) yoluyla yapılan her iki satış da garar ve kumar nevine girdikleri
için, dinen yasaklanmışlardır. Müşteri alacağı malı görmeli ve özelliklerini
bilmelidir. Aldatmaca alışveriş sahih değildir..."[182]
Hanefilere göre
münâbeze; bu maddelerden ilkinde anlatılan şekildir.[183]
1. Mülâmese ve
münâbeze yoluyla yapılan satışlar bâtıldır, geçersizdir.
2. Bir kumaş
parçasının bir ucunu sol omuzun üzerinden sarıp diğer tarafını salıvermek ve
avret mahallini örten bir çamaşır olmadan tek kumaşa bürünmek şeklindeki
giyinmeler caiz değildir. Çünkü avret mahallinin açılma ihtimali sözkonusudur.
İhramlı olmak bu hükümle birlikte mütalaa edilemez. O özel bir haldir.[184]
3379...
Ahmed b. Salih, Anbese [b.Halid]'den, o Yunus'dan, Yunus, İbn Şihâb'dan
rivayet etmiştir. İbn Şihâb der ki:
Âmir b. Sa'd b. Ebî
Vakkâs bana Ebû Saîd el-Hudrî'nin şöyle dediğini haber verdi:
Rasûlullah (s,a),
-Süfyân ve Abdürrezzak'ın rivayet ettikleri hadislerin her ikisinin de manası
ile-... nehyetti.[185]
Bu rivayet, yukarıdaki
rivayetlerin her ikisinin beraberce fakat onların isnadından başka bir isnadla
gelmiş bir şeklidir.
Yani bu rivayette hem
Hz. Peygamber (s.a)'in iki türlü satış ve iki türlü giyinişten nehyettiği
bildirilmekte, hem de o satış ve giyinişlerin şekli tarif edilmektedir.
Ebû Davud'un bu
rivayeti kitabına alması diğerlerinden farklı bir isnadla gelmiş olmasından
dolayıdır.[186]
3380...
Abdullah b. Ömer (r.anhüma)'dan rivayet edildiğine göre; Rasûlullah (s.a),
habelü'l-habeleyi satmaktan nehyetti.[187]
3381...
İbnÖmer (r.anhüma); Rasûlullah (s.a)'dan, önceki hadisin aynısını rivayet etti
ve; "Habelü'l-habele; devenin [karnındaki cenini] doğurması, sonra da o
yavrunun hamile olmasıdır." dedi.[188]
İbn Ömer'den
nakledilen ikinci rivayette "habelüM-habele"nin tefsin
yapılmıştır.Sahih-i Müslim'deki bir rivayette de aynı tefsir yer almıştır.
Ancak o rivayette; "Cahiliyye halkı, deve etlerini habelü'l-habeleye kadar
satarlardı" denildikten sonra, habelü'l-habelenin izahı yapılmıştır.
Buharî'nin rivayetinin
sonunda ise, habelü'l-habele İbn Ömer tarafından şu şekilde izah edilmiştir:
"Bu cahiliye
halkının uyguladığı bir alışveriş şekli idi; kişi deve etini, deve doğuruncaya
sonra da karnındaki doğuruncaya kadar bir vade ile sat-masıdir."
Görüldüğü gibi,
habelü'l-habelenin bizzat ravî tarafından yapılan tefsiri, Buharı'deki ve
Müslim ile Ebû Dâvüd'daki rivayetler arasında biraz farklılık göstermiştir.
Yani birisinde "hayvanın karnındaki yavrusunun hamile olması",
ötekinde ise "o yavrunun da doğurması" denilmiştir.
Hadis-i şerifteki
habelü'l-habelenin satışından maksadın ne olduğunda da âlimler ihtilâf
etmişlerdir. Azîmâbâdî, Sindî ve Şevkânî'nin naklettiklerine göre bu konuda
âlimler iki gruba ayrılmışlardır:
1-
Satıcının, "Bu malı sana, şu deve karnındakini doğurup sonra da o yavru
doğuruncaya kadar bir vade ile sattım" demesidir.
İmam Şafii ve İmam
Mâlik bu görüştedir.
2- Bir
kimsenin, devesinin karnındaki yavrunun doğuracağı yavruyu satmasıdır. Yani
"Şu devenin karnındaki yavrudan doğacak olan yavruyu sana sattım"
demesidir.
Lügat âlimlerinin
ekserisi, Ahmed b. Hanbel, İsbak b. Râhûyeh, İbn Habib el-Mekkî ve Tirmizî bu
görüşü benimsemişlerdir. İbnü'l-Hümâm'ın izahından Haııefîlerin de bu görüşte
oldukları anlaşılmaktadır. Bâbertî de el-İnâye'de,
"Habelü'l-habele"nin satrşını bu maddedeki gibi izah etmiştir.
Her iki tefsire göre
de bu satış caiz değildir. Çünkü, birinci izaha göre vade belirsizdir. İkinci
izaha göre ise olmayan bir şeyin satışı söz konusudur. Ayrıca devenin
karnındaki yavrunun canlı olarak doğacağı ve onun dişi olması halinde, o
yavrudan bir yavrunun doğup doğmayacağı belli değildir. Yani işin içine garar
da girmektedir.[189]
3382... Benî
Temim (kabilesin)'den bir ihtiyar şöyle demiştir:
Ali b. Ebî Tâlib (r.a)
bize şöyle hitab etti:
Veya Ali şöyle dedi:
îbn îsa; "Hüşeym bize böylece haber verdi" dedi-.
İnsanların üzerine.çok
şiddetli bir zaman gelecek; onunla emrolunmadiğı halde zengin elindeki malını ısıracak
(sıkı sıkıya sarılıp fakire vermeyecek). Halbuki Allah (c.c), "Aranızda
iyiliği unutmayınız" buyurmuştur.[190]
Zorda kalanlar (mallarım) satacaklar. Oysa Rasûlullah (s.a); muzdarnn
satışını, içerisinde zarar olan satışı ve olgunlaşmadan önceki meyvenin
satışını nehyetmiştir.[191]
Sünen-i Ebu Dâvûd
şârihi Hattâbî; muzdarnn satışının iki manada kullanılmış olmasını muhtemel
görür:
a) Kişinin,
ikrah (zorlama) yoluyla, satışı yapmak mecburiyetinde kalmasıdır. Bu yolla
yapılan alışveriş fasiddir.
b) Bir
kimsenin borcunu ödemek veya yapması gereken bir işi yapmak için elindekini
değerinden çok aza satmasıdır. Halbuki bu durumda olan borçluya yardım
edilmeli, mühlet verilmeli, kredi sağlanmalıdır.
Hattâbî: "Bu tür
bir satış caizdir, ancak ulemanın çoğunluğu bunu mekruh addetmişlerdir."
der.
Hattâbî, hadisin
isnadında bilinmeyen meçhul bir ravinin bulunduğunu da kaydeder.
Hanefî fıkıh
kitaplarından Dürrü'l-Muhtâr'da, muzdarnn satışı ve alışının fasid olduğu
belirtilir ve bu alış'veriş şu şekilde tasvir edilir:
"Muzdarrın satın
alışı şöyle olur: Meselâ bir kimse yiyecek veya içecek veya başka bir şeye son
derece muhtaç olur. Ancak satıcı bunları ancak normal değerinden çok fazlaya
satar.
Muzdarrın satışı da,
bir kimsenin malını satmak zorunda kalması ve müşterinin değerinden çok düşük
bir fiatla satın almasıdır. Meselâ, kişinin borcu vardır, hâkim borçluya
borcunu ödemesi için malını satmaya zorlar. Müş: teri de çok ucuza alır."
Dürrü'l-Muhtâr'ın bu
izahı, Hattâbî'in koyduğu tasvirlerden ikincisi ile aynıdır.
Hz. Ali kerremellahü
vechehu, hutbesinde; ileride şiddetli zamanların geleceğini bildirirken bunu
"adûd" kelimesi ile ifade etmiştir. Bu kelime aslında
"ısırıcı" demektir. O zaman metindeki bu bölüm "ısırıcı bir
zaman" manasına gelir. Kâmus'ta; zamanın ısırmasından maksadın, onun
şiddetli olduğu ifade edilir.
Hz. Ali (r.a), bu
şiddetli zamanın özelliklerinden bahsederken, iki şeye temas etmiştir:
1- Hali
vakti yerinde olan zenginler, mallarına sıkı sıkıya sarılacaklar, cimrilik
yapacaklar, fakirleri düşkünleri düşünmeyeceklerdir. Halbuki müs-lümanlar
cimrilik yapmakla değil, cömertlikle emrolunmuşlardır. Hz. Ali Efendimiz,
sözüne şahit olarak da bir âyet okumuştur.
2- İnsanlar,
zorunlu olarak mallarını satmak durumunda olacaklardır. Hz. Ali sonra;
Rasülullah'ın muzdarrın satışını, kendisinde garar olan satışı ve olgunlaşmamış
meyvenin satışını nehyettiğini söylemiştir. Bu satışlarla ilgili bilgi daha
önce geçmişti.[192]
1. İnsanın,
hâdiselere ve insanların tutumlarına bakarak ilerisi için tahminde bulunması
caizdir.
2. Müslümanlar
birbirlerine yardımcı olmalı, insanların düştükleri zor durumlardan yararlanma
yoluna gitmemelidirler.
3. Darda
kalıp, malını satmak zorunda olan kişinin satışı, garar olan satış ve henüz
olgunlaşmayan meyvenin satışı caiz değildir.[193]
3383... Ebû
Hureyre (r.a)'den, Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Allah (c.c)
buyurur ki:
Ortaklardan biri,
arkadaşına hıyanet etmediği müddetçe ben iki ortağın üçüncüsüyüm. Ama birisi diğerine
hıyanet edince aralarından çekilirim."[194]
Şirket; sözlükte,
"Ortaklık, ortak olmak" manaları nadir.
Istılahta: "Bir
şeyin birden fazla kişiye ait olması" demektir. Bu, oldukça genel bir
tariftir. Biraz sonra, şirket çeşitleri ele alındığı zaman mesele daha açık
olarak ortaya çıkacaktır.
Hadis-i şerif,
İslâmiyetin ortaklığı caiz gördüğüne delâlet etmektedir. Kur'an-ı Kerim'de de
buna delâlet eden âyetler vardır. Meselâ bir âyette: "Onlar terekenin
üçte birinde ortaktırlar"[195]
buyurulmaktadır. Bir başka âyetin meali de şöyledir: "Mallarını
karıştırmış olan birçok ortaktan bazısı, bazısının hakkına tecavüz eder durur.
İman edip salih amelleri işleyenler müstesna, bunlar ise ne kadar da
azdır."[196]
Ayrıca Hz.Peygamber
(s.a)'in fiilî tatbikatı da şirketin caiz olduğunun delillerindendir. Sâib
isminde bir zat, Mekke-i Mükerreme'nin fethi günü Hz.Peygamber (s.a)'in
huzuruna gelerek; "Ya Rasûlallah, beni tanıdınız mı?" diye sormuş,
Efendimiz de: "Seni nasıl tanımam, sen benim ortağım idin, sen hayırlı bir
ortaktın. Ne müdâra eder, ne de mücadelede bulunurduk." buyurmuştur.
Üzerinde durduğumuz
hadis-i şerifte', Allah (e.c)'ın; "Birbirine hıyanet etmeyen dürüst
ortakların üçüncüsü olduğu, hıyanet etmeleri halinde de aralarından
çekileceği" haber verilmektedir.
Allah'ın onlara ortalc
olmasından maksat; mallarını koruması, bereketlendirmesi, rızıklarım
arttırmasıdır. Aralarından çekilmesinden maksat da bereketin ortadan
kalkmasıdır. Bir rivayette, "aralarına şeytanın gireceğine" dair bir
ilâve yer almıştır.
Tıybî bu mesele ile
ilgili olarak şöyle der:
"Şirket; bir
kısım insanların mallarının birbirleri ile ayrılamayacak şekilde karışmasından
ibarettir. Allah'ın iki ortağa ortak oluşu istiare yoluyladır. Sanki Allah
(c.c) bereketi, fazlı ve kârı, ortaya koymuş, mal kabul etmiş ve kendisini iki
ortağın üçüncüsü olarak isimlendirmiştir. Şeytanın hıyanetini ve bereketi
gidermesini de hain ortakların malına karıştırılmış mal kabul etmiş ve şeytanı
da onların üçüncüsü saymıştır..."
Hadisle ilgili olarak
verdiğimiz bu kısa açıklamadan sonra, şirket çeşitleri ve ahkâmına özet olarak
işaret etmek istiyoruz.
Önce şirket
çeşitlerini şema halinde gösterip; sonra kısa kısa tariflerini vereceğiz.
Yapacağımız bu taksim, Hanefî fukahasına aittir. Aslında fuka-hanın şirketleri
tasnifleri biçim olarak pek birbirlerini tutmamaktadır. Ama bu fark sonuca
tesir edecek derecede büyük değildir.
Biz Kâsânî'nin
tasnifine yakın bir tasnifle konuyu sunmak istiyoruz:
Şirket
Şirket-i Emlâk şirket i ukfld
Vasıflarına Göre Sebeplerine Göre
Aynda Deyndv ihtiyarî Icbârî
Malda Vücûhda Amelde
Inân Mufâvaza
Inân Mufâvaza
Inân Mufâvaza
Bu şemadan anlaşıldığı
üzere şirket önce; şirket-i emlâk ve şirket-i ukûd olmak üzere ikiye ayrılıyor.
Şirket-i emlâk;
vasıflarına ve sebeplerine göre ayrı ayrı tasnife tabi oluyor. Vasıflarına
göre; a) Ayn'da ortaklık, b) Deyn'de ortaklık. Sebeplerine göre
de; a) İhtiyarî olan, b) İcbârî olan diye kısımlara
ayrılıyor.
Şirket-i ukûd da; a) Malda ortaklık (şirketü emval), b) Vücûh (kredi) de ortaklık (şirket-i
vücûh), c) Emekte ortaklık, (şirket-i a'mâl) olmak üzere üçe ayrılıyor.
Bunların her birinin de inan ve mufâvaza kısımları vardır. Bazı kaynaklarda,
şirket-i ukûd; inan ve mufâvaza kısımlarına, bunların her biri de, emval,
vücûh ve a'mâl bölümlerine ayrılmıştır. Sonuç farklı değildir. Şimdi de kısa
kısa bu tabirlerin manalarım verelim:
1- Şirket-i emlâk:
Bazı kaynaklarda "emlâk"in müfredi olan "mülk" kelimesi
kullanılarak "şirket-i mülk" şeklinde ifadelendirilmiştir.
Bir malın birden fazla
kişi arasında mülk edinme yollarından birisi ile ortak olmasıdır. Meselâ; iki
veya daha çok kişi bir malı beraberce satın alsalar veya varis olsalar, mala
mülk şirketi yoluyla sahip olmuşlardır.
Yukarıda da işaret
edildiği gibi bu ortaklık, vasıfları itibariyle ayn'da veya deyn'de olabilir.
Sebepleri itibariyle de ihtiyari veya icbârî olur.
a) Şirket-i
ayn (ayn'da ortaklık): Muayyen, mevcud ve kendisinde ortaklık mümkün olan bir
maldaki ortaklıktır. İki kişinin beraberce bir ev satın almaları gibi.
b) Şirket-i
deyn (deynde ortaklık): İki veya daha fazla kişinin bir başkasının zimmetinde
olan müşterek alacaklarındaki ortaklıktır. İki kişinin ortak oldukları bir malı
satıp buna mukabil alacak oldukları paradaki ortaklık buna misaldir.
c) Şirket-i
ihtiyariyye (isteğe bağlı ortaklık): Ortakların kendi fiilleri ile meydana
getirdikleri ortaklıktır. İki kişinin beraberce bir malı satın almaları gibi.
d) Şirket-i
icbâriyye (zorunlu ortaklık): Ortakların kendi dahli olmadan, başka bir sebeple
hasıl olan ortaklık. İki kişinin bir mala vâris olmaları veya mallarının
birbirinden kolayca ayrılamayacak şekilde karışması ile ortaya çıkan ortaklık
bu kabildendir.
2- Şirket-i
ukûd: "Şirket-i akd" olarak da adlandırılır. İki veya daha çok
kişinin elde edilecek kârda ortak olmak üzere aralarında bir şirket kurmalarıdır.
Fıkıh kitapları daha
çok bu tür şirketler üzerinde durmuşlardır. Bu şirket, ortaya konulan
sermayenin cinsine göre üçe ayrılır:
a) Şirket-i
emval: Ortakların sermaye olarak mal koyup ticaret yaparak kâr elde etmek üzere
ortaklık kurmalarıdır.
b) Şirket-i
a'mâl: Ortakların, emeklerini birleştirerek kurmuş oldukları ortaklıktır.
Meselâ; iki terzi aralarında anlaşıp, her biri diktiği elbiseden elde edeceği
parada diğerinin de ortak olmasını kabul eder ve bu yolda bir ortaklık
kurarlarsa bu bir şirket-i a'mâldir. Bu şirkete "şirket-i ebdân",
"şirket-i sanayi", "şirket-i tekabbül" de denilir.
c) Şirket-i
vücûh: Birden fazla kişinin, sermayeleri olmadığı halde, tüccar arasındaki
kredileri ile veresiye mal alıp satmak ve elde edecekleri kârda ortak olmak
üzere kurdukları şirkettir. Bu ortaklığa, iflâs edenlerin şirketi anlamına,
"Şirket-i mefâlis" de denilir.
Bu şirketlerin her
birinin de kendi arasında inan ve mufâvaza kısımlarına ayrıldığını görmüştük.
Şimdi de bunları gözden geçirelim:
Şirket-i inan:
Ortaklar arasında, sermaye, kâr ve çalışma gibi konularda eşitlik şartı
aranmayan şirkettir. Şirketi inanda, tarafların tüm varlıklarını sermaye
olarak koymak mecburiyeti yoktur. Meselâ, iki ortaktan birisinin bir milyon
lira diğerinin de iki milyon lira sermayesi olabilir. Ayrıca sonuçta
alacakları kârlar paralarına oranla olabileceği gibi, farklı da olabilir.
Şirket-i a'mâlin,
inanında; emek ve kazanç yarı yarıya eşit olabileceği gibi; emek eşit, kazanç
farklı da olabilir. Bu farklılık şirkete zarar vermez.
Şirket-i vücûhun
inanında; satın alınan mal ve elde edilecek kâr ikili birli şart koşulabilir.
Yani, ortaklardan biri kredi ile alınan malın üçte birine, diğerinin de üçte
ikisine sahip olması şart koşulsa, kâr ve zarar da aynı oranda pay edilir.
Şirket-i inanda,
ortaklar birbirlerinin otomatikman vekilidirler ama kefili değildirler. Yani bu
ortaklık kurulur kurulmaz, ortaklardan her biri diğerinin vekilidir. Şirket
için satın aldığı mal doğrudan doğruya diğer ortağın veya ortakların da
hisselerine girer. Bir ortak, "hayır ben bunu kabul etmiyorum"
diyemez.
Bu ortaklıkta kefalet
sözkonusu değildir. Dolayısıyla ortaklardan birisinde alacağı olan kişi, bu
alacağım diğer ortaktan tahsil edemez.
Şirket-i mufâvaza:
Ortaklar arasında; sermaye, kâr, tasarruf ve dinde eşitliğin bulunması şart
olan şirkettir. Bu şirkette ortaklar aynı dine mensup olacaklar, iki ortaktan
her biri diğerinin yapabildiği tüm tasarruflarda bulunabilecek, şirkete
sermaye olabilecek malları eşit olacak, malların tümü sermaye olarak ortaya
konulacak ve sonunda ele geçen kâr aralarında eşit olacaktır. Şayet şart olan
bu eşitliklerden birisi bozulursa, şirket mufâvaza olmaktan çıkar; eğer inanın
şartları bulunursa şirket inana dönüşür.
Şirkete konu olacak
mal, paradır. Ama taraflar diğer mallarını ortaya koyarak şirket kurmak
isterlerse, her biri kendi malının yansını diğer ortağın malının yarısı
karşılığında satarak ortaklık kurarlar.
Mufâvaza şirketi, hem
vekâleti hem de kefaleti içine alır. Yani şirket kurulur kurulmaz ortaklar
otomatikman birbirlerinin hem vekili hem de kefili olurlar. Dolayısıyla
birisinin yiyecek ve giyecek dışında satın aldığı her şeyin yarısı diğer ortağa
aittir. Ortaklardan birisinden alacağı olan kişi alacağını hangi ortaktan
isterse tahsil edebilir. Hatta ortaklardan birisi yabancı birisine kefil olsa,
İmam A'zam'a göre; kefil olunan kişinin alacaklısı kefil olanın diğer
ortaklarından birisinden alacağını isteyebilir. Ebû Yusuf ve Muhammed'e göre
isteyemez.
Mufâvazada,
ortaklardan birisinin eline hibe, veraset veya başka bir yolla para geçse,
sermayedeki eşitlik bozulacağı, için mufâvaza bozulur, şirket inan olur.
İmam Şafiî, mufâvâza
şirketini kabul etmez. Bazı Hanefî fıkıh kitaplarında İmam Mâlik'in de
mufavazayı kabul etmediği söylenir. Fakat Bidâyetii'l-Müctehid'de bazı
şartlarında ihtilâf olmakla birlikte İmam Mâlik'in de İmam Ebû Hanîfe gibi
mufavazayı kabul ettiği belirtilmektedir.
Yukarıdaki kısa
bilgiden de anlaşılacağı gibi mufâvaza, pratiği çok zor
bir şirkettir.
Fıkıh kitaplarımızda
"Şirketler" başlığı altında konu edilen ortaklıklar bunlardır. Ancak
haddizatında şirket olan, ama başka başka isimleri olan üç ortaklık şekli daha
vardır. Bunlar; Mudârabe, Müzâraa, Müsâkât'tır. Bunların her biri, önümüzdeki
bablarda gelecek ve oralarda gerekli görülen malumat verilecektir. Burada
sadece kelime karşılıklarına işaret edelim:
Mudârabe: Emek bir
taraftan, sermaye diğer taraftan olmak üzere kurulan şirkettir.
Müzâraa: Ziraî
ortakçılıktır.
Müsâkât: Ağaç bir
taraftan, bakım diğer taraftan, çıkan meyve ortak olmak üzere kurulan
şirkettir.
Mecelle'de, şirket; mudârabe,
müzâraa ve müsâkât başlığı altında incelenmiştir.
Şirkete ait hükümlerin
tamamını bizim burada vermemiz mümkün değildir. Geniş bilgi isteyenler, fıkıh
kitaplarının "Kitabü'ş-şirke" bölümüne müracaat edebilirler.
Diğer mezheplerin
şirketleri tasniflerinde de bazı değişiklikler vardır. Biz o konuya da girmek
istemiyoruz.[197]
3384...
Urve, yani [İbn Ebi'I-Ca'd] e ârikî'nin[198]
dediğine göre;
Rasûlullah (s.a)
kendisine, bir kurban -veya koyun-[199] satın
alması için bir dinar verdi. O da iki koyun satın alıp, birisini bir dinara
sattı. Bir koyun ve bir dinarı Rasûlullah'a getirdi. Efendimiz (s.a) Ur-ve'ye
ticaretinin bereketli olması için dua etti.
Artık o, toprak satın
alsa kâr ederdi.[200]
Hadisle ilgili
malumata geçmeden önce, başlıkta geçen müdârib ve rabbü'1-mal terimlerini
açıklamak istiyoruz:
Önceki hadisi izah
ederken de söylediğimiz gibi, müdârabe; sermaye bir taraftan, emek bir taraftan
ve kâr ortak olmak üzere kurulan ortaklıktır. Taraflar kârı ortaklığı kurarken
yaptıkları anlaşmaya göre paylaşırlar.
Müdârib: Müdârabedeki
emek sahibidir. Yani sermaye sahibinin verdiği parayı kullanarak kâr etmeye
çalışan kişidir. Buna âmil de denir.
Rabbü'1-mal: Mal
sahibi demektir. Müdârabe ortaklığında sermaye sahibi olan kişiye denilir.
Hadisin isnadında;
Garkade'nİn, kendisine "kabile"nin haber verdiğini söylediği
görülmektedir. Çünkü "el-hayy" kelimesi kabile manasınadır. Bu durum,
bazılarının hadisi delil almamalarına sebep olmuştur.
Avnü'l-Ma'bûd'da;
hadisin babın başlığı ile doğrudan bir ilgisinin-olmadığına işaret
edilmektedir. Çünkü başlıkta, müdâribin rabbü'l-malin emrine aykırı davranması
söz konusu olduğu halde, hadis metnindeki hâdise bir vekâletten ibarettir. Zira
Hz. Peygamber (s.a) Urve'ye, kendisi için bir koyun satın alması için vekâlet
vermiş, o da Rasûlullah'ın verdiği para ile iki koyun satın almış, birisini bir
dinara satıp Efendimize; hem elinde bir dinar hiem de bir koyun olduğu halde
dönmüştür. Hz. Peygamber, (s.a) de Urve i-in dua etmiştir. Urve bundan sonra
toprak satın alsa, kâr edermiş. Bun-4an maksat bazı âlimlere göre onun
kazancının bereketine işarettir. Bazıları ise, onun satılan toprakları alıp
satarak kâr elde ettiğini söylerler.
Görüldüğü gibi bu
hâdise bir müdârabe değil, vekâlettir.
Biz önce bu hadisin
içerisindeki fıkhı hükümlere kısaca temas edeceğiz, sonra da babın başlığı olan
müdârabe konusunu ele alacağız.
Hadiste iki ana hüküm
göze çarpmaktadır:
1- Vekil,
müvekkilin menfaatine olan bir şeyi vekilin emrine uymasa bile yapabilir. Buna
göre müvekkil vekilinden Özelliklerini belirterek tayin ettiği bir fiata bir
mal satın almasını istese, vekilin o parayla, istenilen özellikleri taşıyan
iki tane mal satın alması caizdir. Aynı şekilde bir şeyi satmakla vekil olan
kişi o şeyi müvekkilinin istediği fiattan daha fazlaya satabilir. Yani vekil,
müvekkilinin menfaatine olduğu takdirde, onun emrine muhalefet edebilir. Bundan
maksat; müvekkil, emrine muhalefet edildiğini öne sürerek malı kabullenmekten
imtina edemez.
Şevkânî'nin
naklettiğine göre Nevevî, Şâfiîlerin görüşünün bu şekilde olduğunu söylemiştir.
Hanefîlerden Ebû Yusuf da aynı görüştedir. İmam Mu-hammed'den iki görüş
nakledilmiştir. İmam Ebû Hanîfe'ye göre ise bu durumda, müvekkil paranın
yarısını vererek satın alınan malın yarısını alır. Mesele Hidâye'de şu şekilde
tasvir edilmektedir: "Bir kimse başka birine bir dirheme on rıtıl et almak
üzere vekâlet verse, vekil de on ntlı bir dirheme satılan etten bir dirheme
yirmi rıtıl alsa, müvekkile lâzım olan, etin on rıtlını yarım dirheme almaktır.
Bu Ebû Hanîfe'ye göredir. Ebû Yusuf ve Muhammed ise, bir dirheme yirmi ritim
tamamını alması gerektiğini söylerler. Ku-dûrî'nin bazı nüshalarında
Muhammed'in görüşü, Ebû Hanîfe'nin görüşü ile birlikte zikredilmektedir."
2- Bir kimse
başka birinin malını, onun haberi olmadan fuzuli olarak satabilir. Tabii bu
satışın geçerli sayılması, mal sahibinin satışa icazet vermesine
(onaylamasına) bağlıdır. Bu satışa, fuzulînin satışı manasına
"beyu'l-fuzûlî" denilir.
Ulemanın çoğunluğu
beyu'l-fuzulî'yi caiz görmüşlerdir. Seleften Hz. Ali, İbn Mes'ud, İbn Abbas ve
İbn Ömer (r.anhum), müetehid imamlardan Ebû Hanîfe, Mâlik, Ahmed b. Hanbel ve
ilk kavlinde Şafiî bu görüştedirler. Çünkü bu hadiste Urve (r.a), Hz. Peygamber
için satın aldığı iki hayvandan birisini onun haberi olmadan satmış, Efendimiz
de bu satışı kabul etmiştir. İmam Şafiî'nin sonraki" görüşüne (kavl-i
cedidine) göre ise, fuzulînin satışı bâtıldır, hiçbir değeri yoktur. İmam
Şafiî, Hz Peygamber (s.a)'in kişinin yanında olmayan bir şeyi satmasını
meneden hadisine dayanmıştır. Üzerinde durduğumuz bu hadis ile 3386 numarada
gelecek olan ve kendi görüşüne uymayan hadisleri, Şafiî, senetlerinde meçhul
şahıslar olduğunu ileri sürerek delil olmaya elverişli görmez.
Yukarıda da işaret
ettiğimiz gibi, fuzulînin satışını caiz görenler onu, mal sahibinin icazetine
bağlı görürler. Yani esas mal sahibi satışı kabul ederse satış tamamdır, kabul
etmezse geçersizdir.
Bir kimse başkası adına
onun haberi olmadan bir mal satın alsa, Hanefilere göre durum farklıdır. Satın
alan şahıs malı bizzat kendisi için almış olur. Dolayısıyla yapılan alışveriş
kesinleşmiştir, bozulamaz. Yalnız fuzûlî durumda olan müşteri isterse, kendisi
için satın aldığı malı o kimseye verir; ama bu yeni bir satış sayılır.
Şimdi biraz- da bu
bölümün esas konusu olan müdârabe ortaklığı üzerinde duralım:
Müdârabenin tarifini
yukarıda vermiştik. Bu tariften, onun ne tür bir akit olduğu da
anlaşılmaktadır.
Tüm akitlerde olduğu
gibi, bunda da akdin kurulması icab ve kabul ile olur. Yani taraflardan birisi
müdârabeye delâlet eden bir sözle akdi teklif eder, diğeri de bunu kabul
ederse, müdârabe ortaklığı kurulmuş olur. Bu akde kırâz, mukâraza, muamele de
denilir.
Müdârabe iki çeşittir:
1- Mutlak
müdârabe: Zaman, yer, satıcı, alıcı ve bir ticaret türü ile kayıtlanmamış olan
müdârabedir. Bu çeşit ortaklıkta müdârib, istediği yerde istediği kişilerle
istediği malın ticaretini yapabilir. Bu ticaretten dolayı sorumlu tutulamaz.
2- Mukayyet
müdârabe: Sermaye sahibi olan ortak, emek sahibinin yapacağı ticarî faaliyeti
bir yer, zaman, tür ve bazı şahıslarla kayıtlarsa bu müdârabe mukayyed olur.
Bu kayıt; bazı yerlerde, bazı şahıslarla ve bazı sahalarda ticareti istememekle
olabileceği gibi, sadece oralarda o şahıslarla ve o sahada yapılmasını emir
suretiyle de olabilir. Müdâribin bu şartlara riayeti gerekir. Çünkü o bir
yönden sermaye sahibinin vekili gibidir. Vekil de vekil olduğu konuda
müvekkilin emrine aykırı davranamaz. Müdârib şayet sermaye sahibinin şartlarına
aykırı davranışta bulunursa, yaptığı faaliyet sadece kendisine ait olur,
kâr-zarar kendisine aittir. Diğer ortağın sermayesini iade etmesi gerekir.
Üzerinde durmakta
olduğumuz bab bu konu ile ilgilidir. Yani mudâri-bin rabbü'l-mal'in emrine
aykırı faaliyette bulunmasının caiz olup olmadığını mevzubahs etmiştir. Şayet
müdârib ticaretinde rabbü'l-mal'in emrine uymasa elde edilen kârın durumu
nedir? Bu meselede fakihler değişik görüşlere sahip olmuşlardır. Hattâbî, bu görüşleri
şu şekilde özetlemiştir:
1- Kâr,
sermaye sahibine aittir. Bu görüş İbn Ömer'den rivayet edilmiştir.
2- Kâr
sermaye sahibine ait olur ve müdârib sermayeyi de dâmindir. Yani alışverişten
kâr edilirse bu sermaye sahibine, zarar ise müdâribe ait olur. Bu görüş, Ebû
Kılâbe, Nâfi, Ahmed ve İshak'a aittir.
3- Elde
edilecek kâr da zarar da müdâribe aittir. Ancak kâr ederse bu kârı sadaka
olarak vermesi gerekir.
Müdârib, sermaye
sahibinin faydalı olan şartına muhalefet edince gâ-sib durumuna düşmüştür. Dolayısıyla
ihtilâf anından itibaren sermaye sahibinin koyduğu şartlara uygun olarak
davranana kadar sermaye telef olsa müdârib sermayeyi öder. Hane.fîler bu
görüştedir.
4- Kâr,
hukuken müdâribe aittir, ama manevi mes'uliyetten kurtulmak için onu tasadduk
etmelidir. Bunu, Evzaî söylemiştir.
5- Eğer,
sermaye sahibinin alınmamasını istediği mal, sermayenin kendisi ile alınmışsa
bu alışveriş bâtıldır. Sermayeden başka bir malla alınmışsa, bu mal satın
alana (müdâribe) ait olur. Ancak, sermayeyi dâmin olur. Yani kân sermaye
sahibine ödemek zorundadır. Bu görüş de İmam Şafiî'nindir.
Hattâbî'nin bu
ifadesinden anlaşıldığı üzere, İmam Şafiî'ye göre; müdârib, sermaye sahibinin
şartına aykırı bir ticarî faaliyette bulunursa bakılır: Eğer aldığı malı,
kendisine verilen sermaye ile satın almışsa bu satın alış bâtıldır. Sermayeden
başka bir para ile almışsa bu alışveriş kendisine ait olur.
Şimdi de müdârabenin
sahih olması için gerekli olan şartları ve müdârabeyi fesheden şeyleri kısaca
gözden geçirelim. Bu şartlar Hanefîlerin ileri sürdükleri şartlardır:
Müdârabenin sahih
olması için:
1- Sermaye
sahibi vekâlet vermeye, emek sahibi de vekil olmaya ehil olmalıdırlar.Yani
âkil ve baliğ olmalıdırlar.
2- Sermaye
para cinsinden bir mal olmalıdır.
3- Sermayenin
mikdan belli olmalıdır.
4- Sermaye,
müdâribe (emek sahibi) teslim edilmiş olmalıdır.
5- Kâr
aralarında yan yarıya, üçte bir üçte iki gibi oranlarla şart koşul-maiıdır.
Kârdan, meselâ yüz bini benim kalanı senin gibi bir ayarlama caiz değildir.
6- Her
birinin kârdan alacakları hisseler önceden belirlenmiş olmalıdır.
7- Emek
sahibine verilecek kâr hissesi, edilen kârın kendisinden olmalıdır. Müdârabe
ortaklığını fesh eden. şeyler de şunlardır:
1- Sermaye
veya emek sahiplerinden birinin ölmesi.
2- Sermaye
ve emek sahiplerinden birinin sürekli bir şekilde cinnet ge tirmesi.
3-
Taraflardan birine sefeh sebebiyle hacr karan verilmesi.
4- Müdârabe
süreli olursa, sürenin bitmesi.
5- Sermaye
sahibinin emek sahibini azletmesi.
6- Emek
sahibinin akdi bozması.
7- Sermayede
tasarrufa başlanmadan, malın telef olması.[201]
Müdârib. yaptığı
ticarî faaliyet sonucu kâr elde ederse bu kâr taraflar arasında şart koştukları
orana göre paylaşılır.
Müdâfabeden, önce kâr
edilir fakat daha sonra müdârabe malı telef olur veya zarar edilirse, bu telef
önce kârdan karşılanır. Telefin karşılanmasından sonra kâr kalırsa, şarta göre
bölüşülür; fakat kâr telefi karşılamazsa, kalanı sermayeden ödenir. Müdâribe
herhangi bir sorumluluk yüklenemez. Bunu bir misâlle izah edelim:
Sermaye 1 milyon olsa
ve yapılan bir ticarî faaliyet sonucu 500.000 lira kazanılsa, bu kâr daha
bölüşülmeden tüm malın 600.000 liralık kısmı telef olsa, bu telefe önce 500.000
lira olan kâr sarfedilir. Kalan yüz bin lira da sermayeden gider ve sermaye 900
bin liraya düşer.
Müdârabeden hiç kâr
edilmez, zarar edilirse zarar rabbü'l-mal'e ait olur. Çünkü müdârib emindir,
vekil mesabesindedir.[202]
3385... Bize
el-Hasen b. Sabbah haber verdi, bize Ebu'l-Münzir haber verdi, bize Hammâd b.
Zeyd'in kardeşi Saîd b. Zeyd haber verdi. Bize, Ebû Lebîd'den Zübeyr b.
el-Hırrît haber verdi, bize bu (önceki) haberi Urve el-Bârikî haber verdi,
onun lafzı farklıdır.[203]
3386...
Hakîm b. Hizam (r.a)'dan rivayet edildiğine göre;
Rasûlullah (s.a) onu,
bir dinar ile kendisi için bir kurban almak üzere gönderdi. Hakîm bir dinara
bir kurban aldı ve o kurbanı iki dinara sattı. Sonra da Rasûlullah (s.a) için
bir dinara (başka) bir kurban satın aldı. Bir dinarı da Hz. Peygamber'e (s.a)
getirdi. Efendimiz o parayı sadaka olarak verdi ve Hakîm'e ticaretinin
bereketli olması için dua etti.[204]
Hadisin isnadında
meçhul bir şahıs vardır. Çünkü Husayn, hadisi kendisine Hakîm b. Hizam'dan
nakleden zatın ismini vermemiş, "Medinelilerden bir ihtiyardan" ıiştir.
Bu hal, görüşü hadisin delâletine uymayan Şafiî için bir mazeret olmuştur.
Avnü'l-Mabûd'da
belirtildiğine göre Müzem, Şafiî'den el-Bârikî'nin hadisinin ona göre sabit
olmadığını nakletmiştir. Yine Avnu'l-Ma'bud'da, Ebû Bekir el-Beyhakî'nin,
"Ebû Husayn'a Hakîm b. Hizâm'dan hadisi nakleden ihtiyarı bilmiyoruz. Bu
hadisçilerin haberleri kabulde ileri sürdükleri şartlardan değildir"
dediği söylenmektedir.
Hattâbî de bu ve
bundan önceki hadisin muttasıl olmadıklarını, çünkü HakîmMn bu hadisinde meçhul
bir şahsın bulunduğunu ve onun kim olduğunun bilinmediğini, Urve'nin hadisinin
isnadında ise "kabile"nin haber verdiğini söyleyerek bu yolun
rivayet yolu olmadığını kaydeder.
Yukarıya aldığımız
ifadeler hadisi tenkid etmekdir. Aynı hadisin Tirmizî'deki rivayetinde ise
buradaki kopukluk yoktur. Çünkü orada Hakîm b. Hizâm'dan nakilde bulunan zatın
Habib b. Ebî Sabit olduğu ifade edilmektedir. Ancak Tirmîzî, "Bİu hadisi
sadece bu yolla biliyoruz. Buna göre, Habib b. Sabit, Hakîm b. Hizâm'dan hadis
işitmemiştir" der.
Bezlü'l-Mechûd sahibi,
Habib b. Ebî Sâbit'in, Hakîm b. Hizâm'dan hadis rivayet etmediği konusunda bir
delilin bulunmadığını ve onun işitmesine engelin de olmadığını söyleyerek,
Tirmizî'ye itiraz eder ve; "Habib'in, Hakîm'-den hadis işitmediğini kabul
etsek bile bize göre mürsel delildir" der.
İhtiva ettiği hüküm
itibariyle bu hadisin önceki hadisten hiçbir farkı yoktur. Görüldüğü gibi,
haber verdikleri hâdiseler arasında da çok büyük benzerlik var. Sadece
Rasûlullah'a koyun almak üzere giden şahıslar ayrı ve hâdisenin oluş tarzı
biraz farklı. Bu iki hadisde konu. edilen olayların aynı mı yoksa farklı mı
olduğu konusunda şerhlerde bir işarete rastlayamadık. Koyun almak için giden
şahıslar ayrı olduğuna göre hâdiseler de farklı olmalıdır.
Önceki hadiste,
hükümlerle ilgili yeterli malumat verilmiştir. Burada tekrarına lüzum yoktur.[205]
3387...
Salim b. Abdullah, babası (Abdullah b. Ömer)'nın şöyle dediğini haber
vermiştir:
Rasûlullah (s.a)'ı
şöyle buyururken işittim:
"Sizden, bir
ferak (ölçek) pirinç sahibi gibi olmaya gücü yeten onun gibi olsun."
Sahâbîler:
Bir ferak pirinç
sahibi kimdir ya Rasûlallah? dediler. O da, üzerlerine dağ göçtüğü zamanki
"Mağara hadisini" anlattı ve şöyle dedi:
Mağaradakilerden
birisi; "Amellerinizin en iyisini anlatınız" demişti; bunun üzerine
üçüncüsü şöyle anlattı:
Ey Allah'ım!
Biliyorsun ki, ben bir ferak (ölçek) pirince[206] bir
işçi tuttum. Akşam olunca kendisine hakkını vermek istedim ama almak istemedi
ve çekip gitti. Ben, o pirinci ürettim; o kadar ki, işçi için çobanı ile
birlikte bir sığır sürüsü biriktirdim. Sonra adam bana gelip; hakkımı ver,
dedi. Ben de, "Şu sığır sürüsüne ve çobanına git, hepsini al" dedim.
Adam gitti, sürüyü önüne katıp götürdü.[207]
Ferak: Medinelilerin
kullandığı bir ölçektir. Onaltı rıtıl kadardır.
Bu rivayet tam
değildir. Ebû Dâvûd, uzun olduğu için olsa gerek hadisi tam olarak almamış,
sadece başkasının malı ile ticaret yapmak ile ilgili bölümü almıştır. Hadisin
tamamı bazı küçük farklarla Buharı ve Müslim'de mevcuttur. Buharî'nin büyû'daki
rivayetine göre hâdise şudur:
"Üç kişi yola
çıkmışlar, giderken yağmura tutulup, dağdaki bir mağaraya girmişler. Ama bir
taş yuvarlanıp mağaranın ağzını kapamış. Bunlar birbirlerine; yaptığınız en iyi
amelle tevessül ederek dua ediniz, demişler.
İçlerinden birisi
başlayıp şöyle demiş:
Ey Allahım! Benim
ihtiyar anam ve babam vardı. Ben (her gün kırlara) gider, (koyunlarımı)
otlatır, sonra gelip sağardım. Sütü getirir önce anama babama verirdim, onlar
içerlerdi. Sonra küçük kızıma, aile fertlerime ve hanımıma içirirdim. Bir gece
geciktim, geldiğimde anamı babamı uyumuş buldum. Ayak ucumda küçük çocuklar
ağlayıp durdukları halde anamı babamı uyandırmak istemedim. Sabaha kadar onlar
uyudular, ben de elimde sütle bekledim. Ey Allah'ım, eğer bunu, senin rızanı
isteyerek yaptığımı bilirsen (yapmışsam) bize bir delik aç da o delikten
gökyüzünü görelim.
Bunun üzerine taş
birazcık aralandı. Diğer birisi şöyle dedi:
Allah'ım! Biliyorsun
ki, ben amcamın kızlarından birisini bir erkeğin kadınları sevebileceği en
büyük bir aşkla sevdim. O: "Bana yüz dinar vermedikçe benden hiçbir şey
elde edemezsin" dedi. Ben de gidip yüz dinarı biriktirinceye kadar
çalıştım. Tam istediğimi elde edeceğim anda kız bana: Allah'tan kork, (bekaret)
mührünü haksız yere açma, dedi. Ben de kalktım ve onu bıraktım. Eğer bunu,
senin rızanı isteyerek yaptığımı biliyorsan şu taşı arala.
Bu sefer kapının üçte
ikisi aralandı.
Diğer şahıs da şöyle
anlatmaya başladı:
Ey Allah'ım!
Biliyorsun ki ben bir ferak (ölçek) darıya bir işçi tuttum. Ücretini kendisine
verdim ama onu almak istemedi. Ben de bu darıyı ektim ve onunla çobanıyla
birlikte bir sığır satın aldım. Bir zaman sonra adam gelip, "Ey Allah'ın
kulu! Hakkımı ver!" dedi. Ben de: "Şu sığıra ve çobanına git, o
senindir" dedim. Adam; "Benimle alay mı ediyorsun?" dedi.
"Hayır, seninle alay etmiyorum, ama o senin" dedim.
Ey Allah'ım, eğer bunu
senin rızanı elde etmek için yaptıysam şu kayayı bizden uzaklaştır, dedi ve
kapı açıldı."
Anlaşıldığı gibi bu
hâdise, Hz. Peygamber (s.a)'den önceki ümmetlerden birisinde olmuştur.
Rasûlullah'ın bunu anlatması, ümmetini başkasının hakkını yememeye ve o malı
tükenmeye terketmeyip, üretmeye teşvik içindir.
Ebû Dâvûd ve
Buharî'nin bu hadisleri "ahşveriş"le ilgili bölümde zikretmeleri,
başkasının malında onun haberi olmadan ticarî muamele yapılabileceğine işaret
içindir. İbn Hacer, "Bu hadisin delil olarak alınması; 'Bizden önceki
şeriatler, bizim için de şeriattır' esasına mebnidir, ama cumhur buna
muhaliftir" der.
Aynî ise;
"Şâri'nin inkârı bulunmadıkça bizden öncekilerin şeriatleri, bizim için de
uyulması gereken bir delildir. Üstelik Hz. Peygamber Efendimiz bunu yapanı
övmüştür. Eğer başkasının malında ticaret caiz olmasaydı, bunu söylerdi"
demektedir.
Bundan evvelki babın
hadisini izah ederken, beyu'l-fuzûlî (başkasının malını, onun haberi olmadan
satmak) konusundaki görüşleri aktarmıştık. Hatırlanacağı üzere İmam Şafiî'nin
dışındaki mezhep imamları bunu caiz görmüşlerdir. Hadis sarihlerinden bir kısmı
bu üzerinde durduğumuz hadisi, beyu'l-füzûlîyi caiz görenler için bir delil
kabul ederler. Çünkü, işçiyi bir ölçek pirinç (veya darı) karşılığında
kiralayan şahıs; -işçi hakkını almadığı için-işçinin hakkını üretmiş, gelince
ona teslim etmiş, Efendimiz de bunu övmüştür.
Avnü'l-Ma'bûd'da
nakledildiğine göre Kastalânî, Buharı şerhinde özetle şöyle demektedir:
"Bu hadiste;
kişinin işçinin malında onun izni olmadan tasarrufta bulunduğu görülmektedir. Müellif
(Buharı) bununla, füzûlînin satış ve satın alışının caiz olduğunu istidlal
etmiştir. Bey'ul-füzûlî'nin caiz oluşu, Mâlik'-in mezhebidir. Şafiî'nin ilk
görüşü (kavl-i kadîmi) de böyledir. Buna göre, satış sahibinin icazetine bağlı
olarak gerçekleşir. Sahibi icazet verirse kesin-leşir, vermezse hükümsüz olur.
Şafiî'nin sonraki gördüşü (kavl-i cedîdi) ne göre ise füzûlînin satışı
bâtıldır.
Bu hadisteki hâdise şu
şekilde ele alınmıştır: Zahir olan şu ki, işçi Ölçeğe malik olmamıştı. Çünkü
işveren onu, belli bir ölçek (darı veya pirinç) karşılığında tutmadı. Aksine
zimmetindeki bir ölçek karşılığında tuttu. İşçiye ücreti verilince o kötü
olduğu için kabul etmedi, dolayısıyla ölçekteki mahsul onun mülküne girmedi.
Bilâkis hakkı, işverenin zimmetinde bir borç olarak kaldı. Çünkü zimmette olan
bir şey, ancak kabz ile (ele almakla) muayyen hale gelir. Öyleyse işverenin
mülkünde meydana gelen mahsul, onun işçisine teberrusudur. Bu da her ikisinin
rızası ile olmuştur. Mesele şudur: İşveren, borcunu en iyi şekilde ve
fazlasıyla ödemiştir. Eğer ölçek işçi için taayyün etse idi, işverenin ondaki
tasarrufu haksız olurdu."
Avnü'l-Ma'bûd sahibi,
Kastalânî'nin bu sözünün birçok yönden ten-kid edilebileceğini ama bunun sözü
uzatacağını söyler.[208]
3388...
Abdullah (b.Mes'ud)'un şöyle dediği rivayet edilmiştir:Ben, Ammâr ve Sa'd,
Bedir günü, ele geçireceğimiz (ganimet) de ortak olmayı kararlaştırdık. Sa'd
iki esir getirdi, Ammâr ile ben ise bir şey getiremedik.[209]
Münzirî,Ebû Ubeyde'nin
babasından hadis işitmediğini söyleyerek, hadisin münkatı' olduğunu ifade
etmiştir.
Sarihler genellikle,
bu hadisi "şirket-i a'mâP'in caiz oluşuna delil göstermektedirler.
Şirketin çeşitlerini
izah ederken (hadis no: 3383) şirket-i a'mâli tarif etmiş ve bu şirkete;
şirket-i ebdân ve şirket-i sanâî de denildiğini söylemiştik.
Şirket-i a'mâl'da
ortakların meşgul oldukları sahalar aynı olabileceği gibi, farklı da olabilir.
Meselâ iki terzi ortak olabileceği gibi, bir terzi ve bir marangoz da ortak
olabilirler. Her ortağın aynı sanatla meşgul olması şart değildir.
Ulemanın şirket-i
a'mâlin hükmü konusundaki görüşleri aynı değildir; Süfyân-ı Sevrî, Ahmed b.
Hanbel ve Hanefîlere göre caizdir. Ebû Sevr ve Şâfiîlere göre ise bâtıldır.
Şirket-i a'mâl (sermayesiz ortaklık) iki türlü tasavvur edilebilir:
1-
Yukarıdaki misâllerde olduğu gibi, şahısların yapacakları iş ve elde edecekleri
ücrette ortaklık kurmaları ki, buna şirket-i ebdân, şirket-i a'mâl ve şirket-i
sanâî denir.
2- Dağdan
odun toplamak, otlaktan ot yolmak gibi haddizatında mubah olan şeyleri elde
etmekteki ortaklık. Yani iki veya daha çok kişinin aralarında, "Hepimiz
birbirimizin toplayacağı oduna ya da yolacağımız ota ortağız" şeklinde
anlaşmaları.
Bu yolla aktedilen bir
şirket Hanefîlere göre caiz değildir. Hanbelî ve Mâlikîlere göre ise caizdir.
Şirket-i a'mâli caiz
görenler; bu konuda varid olan haberlere dayanırlar. Caiz görmeyen Şâfiîler
ise, insanların güç ve kabiliyetlerinin eşit olmadığını, dolayısıyla böyle bir
ortaklığın haksızlığa sebep olacağım söylerler.
Şevkânî; şirket-i
ebdânı caiz görenlerin bu hadisi delil aldıklarım söyledikten sonra Şâfiîlerin
cevabını şu şekjlde ortaya koyar: "Bedir savaşının ganimetleri, Rasûlullah
(s.a)'a aitti, o istediğine verirdi." Şâfiîlere göre Abdullah, Ammâr ve
Sa'd'ın anlaşmalarının önemli olmadığı; Sa'd'in getirdiği iki köleye
diğerlerinin ortak oluşu, kurdukları ortaklıktan dolayı değildi. Ra-sûlullah'ın
kendi hakkı olan bir şeyi üçüne bağışlaması idi.
Şevkânî bu hadisin;
herkesin elde etmesi mubah olan şeyleri yapmakta vekâleti caiz görmeyen
Hanefîlerin de aleyhine delil olduğunu söyler. Hanefi'ler hiç kimseye ait
olmayan ormandaki odunu toplamak, mer'adaki otu yolmak gibi herkes için mubah
olan şeylerde başkasını vekil tayin etmeyi caiz görmezler. Şevkânî'nin bu
hadisi Hanefîlerin aleyhine telakki etmesi, savaştaki ganimetin tüm gazilere
ait olması ve şirketin vekâleti de içine almasıdır. O bu hadisi, mübâhatı elde
etmedeki ortaklığın cevazına delil sayar.
Hanefîler, şirket-i
a'mâl ile mubah olan şeyleri elde etmekteki ortaklığı ayrı ayrı telakki ederler
ve yukarıda belirtildiği gibi birincisini mubah, ikincisini fasid sayarlar.
Üzerinde durduğumuz hadîsi de aleyhlerine kabul etmezler. İbnü'l-Hümâm bu
hadisi şöyle değerlendirmiştir: "Savaşta elde edilen ganimet, Allah'ın
hükmü ile gaziler arasında ortaktır. Sadece birkaç kişinin ganimetin bir
bölümüne ortak olmaları mümkün değildir. Hz. Peygamber (s.a)'in bu üç sahâbîye
yaptığı (Sa'dın getirdiği esirleri onlara vermesi) tenfîldir[210] ya
da onlara düşen hissedir. Bazı Şâfiîler Bedir ganimetinin Hz. Peygamber'e ait
olduğunu, dolayısıyla istediği şekilde dağıtılabileceğini söylerler."
İbnü'l-Hümâm bu
sözleriyle, Hanefîlerin görüşü ile hadis arasında bir çelişki olmadığını ortaya
koymuştur.[211]
İki veya daha fazla
kişinin, emekleri sonunda elde ede-çekleri gelirde ortak olmak üzere, ortaklık
kurmaları caizdir.[212]
Müzâraa: İki kişinin,,
tarla bir taraftan, emek karşı taraftan ve çıkan mahsul; aralarında anlaştıkları
bir oranda ortak olmak üzere yaptıkları ziraî ortaklık demektir.
Müzâraanın en meşhur
ve en yaygın tarifi budur. Diğer tarifler ve müzâraanın hükmü hadisin şerhinde
anlatılacaktır.[213]
3389... Amr
b. Dînâr şöyle demiştir:
İbn Ömer (r.anhüma)'mn;
"Râfi' b. Hadîc'in; Rasûlullah (s.a) bizi müzâraadan menetti, dediğini
duyuncaya kadar biz onda bir mahzur görmezdik." dediğini duydum ve bunu
Tâvûs'a söyledim.
Tâvûs da şöyle dedi:
İbn Abbas (r.anhüma) bana: Şüphesiz Rasûlullah (s.a) ondan nehyetmedi, fakat;
"Birinizin arazisini karşılıksız olarak (ekime) vermesi, onun
karşılığında belirli bir ücret almasından daha hayırlıdır" buyurdu, dedi.[214]
Bu rivayetin Râfi' b.
Hadîc'den nakledilen kısmı, müzâraa akdinin caiz olmadığına işaret etmektedir.
Tâvûs'un İbn Abbas'dan
naklettiği kısım ise; müzâraanın haram olmadığım ama tarla sahibinin hiç
karşılık beklemeden tarlasını iare olarak vermesinin daha hayırlı olduğunu
bildirmektedir.
Hattâbî, Râfi'in bu
rivayetinin mücmel olduğunu, onun ve başkalarının diğer hadislerinin bu
rivayeti tefsir ettiğini söyler. Nitekim bundan sonra gelecek olan hadiste,
Zeyd b. Sâbit'in Râfi'i tenkid ederek şöyle dediği görülmektedir: "Allah
Râfi' b. Hadîc'i affetsin. Vallahi, o hadisi ben ondan daha iyi bilirim; Rasûlullah'a,
Ensar'dan -birbiri ile kavga eden- iki adam geldi, Efendimiz de onlara: Eğer
böyle yapacaksanız, tarlalarınızı kiraya vermeyiniz, buyurdu." Bu
ifadeden anlaşıldığına göre müzâraanın menedilmesine sebep adamların kavga
etmiş olmalarıdır ve nehiy genel değildir.
Zeyd b. Sabit bu
sözleri ile müzâraanın caiz'olmadığını söyleyen Râfi'in yanıldığını ifade
etmek istiyc.. Hatta Müsedded rivayetinde İbn Mes'ud'-un, "Râfi'"
sadece Rasûlullah'ın, arazileri kiraya vermeyiniz buyurduğunu duymuş"
dediğini kaydeder.
Müzâraanın şekilleri
ve hükmü âlimler tarafından farklı biçimlerde ortaya konmuştur. Biz, hadisi
terceme etmeden önce müzâraanın en meşhur tarifini vermiştik.
Şimdi müzâraanın şekli
ile ilgili görüşleri ve bunların hükümlerine ait ihtilâfları verelim:
Bezlü'l-Mechûd'da
müzâraa için dört şekil gösterilmektedir:
1- Mikdarı
belli edilmiş para karşılığında tarlayı kiraya vermek.
2- Tarlayı,
mikdarı belli edilmiş hububat karşılığı kiraya vermek. Tarla sahibi tarlasını
şu kadar ölçek buğday veya arpa ya da başka bir hububat karşılığında verir.
Tarlayı kiralayan da, tarlaya ne ekerse eksin, anlaştıkları maddeyi tarla
sahibine verir.
3- Tarladan
çıkan mahsul, tarla sahibi ile emek sahibi arasında 1/2, 1/3, 1/4 gibi bir
oranla ortak olmak üzere anlaşılır. Bu şekil, yukarıda tarifini verdiğimiz
müzâraadır.
4- Tarlanın,
ark kenarları gibi belli bir kısmından çıkacak mahsul tarla sahibinin, geri
kalanı da emek sahibinin olmak üzere yapılan akiddir.
Şimdi de yukarıdaki
şekillerin her birinin hükmü ile ilgili görüşleri verelim:
1, 2-
Yukarıdaki şekillerden ilk ikisi, bir ortaklık değil, kira akdidir. Çünkü
taraflardan birisi tarlasını para veya hububat karşılığı bir başkasına kiraya
vermektedir.
Tarlanın kiraya
verilmesi konusunda şu görüşler nakledilmektedir:
a)
Şevkânî'nin bildirdiğine göre Tâvûs ve çok az bir grup ne karşılığında olursa
olsun tarlayı kiraya vermeyi caiz görmezler. İbn Hazin da bu görüşü benimsemiş
ve müdafaa etmiştir. Delilleri tarlayı kiraya vermeyi meneden hadislerin
zahiridir.
Bezi sahibi,
Şevkânî'nin, Tâvûs'un tarlayı kiraya vermeyi caiz görmediği tarzındaki
haberine karşı çıkarak; üzerinde durduğumuz bu haberden, Tâvûs'un müzâraanın
her türlüsünü caiz gördüğünün anlaşıldığını söyler.
b) Ebû
Hanîfe, Şafiî ve birçok âlime göre; karşılığı ne olursa olsun araziyi kiraya
vermek caizdir. İleride tekrar işaret edeceğimiz gibi bu zatlar araziden
çıkacak mahsulün bir kısmı karşılığında araziyi kiralamayı caiz görmezler.
İbnü'l-Münzir,
sahâbîlerin araziyi altın ve gümüş karşılığında kiraya vermenin caiz olduğunda
ittifak ettiklerini söyler.
c) İmam
Mâlik'e göre; arazinin taam (yiyecek maddesi) karşılığında kiralanması caiz
değil, taamın dışında bir şey karşılığında kiralanması caizdir. İmam Mâlik'in
bu görüşü; yapılan muamelenin, taamı taam karşılığında satmak olmaması esasına
dayanır. İbnü'l-Münzir, Mâlik'in bu görüşünün; tarla sahibinin alacağı taamı,
emek sahibinin zimmetindeki değil de tarladan çıkacak mahsulün bir parçasının
şart koşulması haline hamledilmesi gerektiğini söyler. Tarladan çıkacak
mahsulün belirli bir mikdarı tarla sahibine, geri kalanı kiracıya ait olmak
üzere kurulan ortaklık Hanefîlere göre de bâtıldır.
3- Tarlayı,
çıkacak olan mahsulün belirli bir oranı karşılığında kiraya vermek. (Müzâraa
denildiği zaman bu anlaşılır.) Ebû Hanîfe, Mâlik ve Şafiî'ye göre caiz
değildir.
Hattâbî, bu görüş
sahiplerinin Râfi' b. Hadîc'den rivayet edilen hadisin zahirine baktıklarını
ama Ahmed b. Hanbel'in vâkıf olduğu gibi, hadisin illetine vâkıf olmadıklarını
söyler. Ahmed b. Hanbel, Râfi' hadisini çok değişik biçimlerde rivayet edildiği
için zayıf saymış ve; "O çok renklidir" demiştir. Bundan sonra
gelecek olan babda görüleceği gibi Râfi'in haberi gerçekten çok farklıdır.
Bazan Rasûlullah'dan bizzat işittiğini söylerken, bazan amcalarından duyduğunu
söylemektedir. Ancak, müzârâayı meneden başka hadisler de vardır.
Bu görüşte olanlar;
müzârâayı caiz görenlerin en önemli delili olan, Hay-ber arazisinin çıkan
mahsul yan yarıya ortak olmak üzere eski sahiplerine ortağa verilmesi hâdisesini
şöyle yorumlarlar: Hayber zorla fethedilmiştir. Dolayısıyla Hayberliler Hz.
Peygamber (s.a)'in kölesidirler. Durum böyle olunca Rasûlullah'ın o arazinin
mahsulünden aldığı da, Hayberlilere bıraktığı da kendisine aittir.
Hâzimî, bu görüşü
yukarıda adı geçen üç mezhep imamından başka İbn Ömer, İbn Abbas, Râfi' b.
Hadîc, Üseyd b. Hudayr, Ebû Hureyre ve Nâfi'e de nisbet etmektedir.
Buharı ve Müslim'de
müzâraayı meneden ve Câbir (r.a)'den rivayet edilen başka hadisler de vardır.
Bunlardan birkaçının meali şu şekildedir:
"Kimin arazisi
varsa eksin, ekmiyorsa kardeşine ektirsin".[215]
Rasûlullah'm
ashabından bazılarının fazla toprağı vardı. Rasûlullah (s.a); "Kimin
arazisi varsa kendisi eksin veya kardeşine ekmesi için versin. Eğer istemiyorsa
arazisini elinde tutsun" buyurdu.[216]
Tabii bunların yanında
müzâraanın cevazına işaret eden rivayetler de vardır.
Ahmed b. Hanbel, İmam
Ebû Yusuf, İmam Muhammed, İbn Ebî Leylâ, İbnü'l-Müseyyeb, İbn Şîrîn, Zührî ve
Ömer b. Abdülaziz; müzâraayı caiz görmüşlerdir.
Muhammed b. İshak b.
Huzeyme; müzâraa konusunda bir risale yazmış, orada bu konuda varid olan
hadislerin illetlerini beyan etmiş ve müza-râanın caiz olduğu sonucuna
varmıştır.
Hattâbî; "Yarıya,
üçte bire, dörtte bire ve ortakların razı olacakları bir şey karşılığında
kurulan müzâraa akdi caizdir. Ancak hisseler belli olmalı ve içerisinde akdi
ifsad eden bir şart bulunmamalıdır. Bu muamele şekli doğuda ve batıda tüm
müslümanların uyguladıkları bir muameledir. Ben hiçbir kimsenin bu muameleyi
ibtal ettiğini gördüğümü ve duyduğumu bilmiyorum" der.
Münteka'l-Ahbâr
adındaki kitapta, müzâraanın caiz olduğuna işaret eden, ashabın müzâraa akdini
çok çok uyguladıklarını bildiren birçok hadis ve haber nakledilmiştir.
Şevkânî, Buharî'nin
Sahih'inde seleften birçok eser naklettiğini ve bununla muradının, herhalde
sahabeden özellikle Medinelilerden müzâraanın caiz oluşu konusunda bir
ihtilâfın nakledilmediğine işaret olduğunu söyler, sonra da Hâzimî'nin şöyle
dediğini nakleder: "Ali b. Ebî Tâlib, Abdullah b. Mes'ud, Ammâr b. Yâsir,
Muhammed b. Şîrîn, Ömer b. Abdülaziz, İbn Ebî Leylâ, Zührî, Ebû Yusuf,
Muhammed; çıkacak mahsulün bir kısmı karşılığında müzâraa ve müsâkatın caiz
olduğunu söylerler..."
İmam Buharî,
Sahih'inde şöyle demektedir:
"Medine'ye göç
edip de, üçte bir dörtte bir karşılığında ziraat ortakçılığı yapmayan hiçbir
aile yoktur. Ali, Saîd b. Mâlik, Abdullah b. Mes'ud, Ömer b. Abdülaziz, Kasım,
Urve, Ebû Bekir, Ömer, Ali ve İbn Sîrîn'in aileleri hep müzâraa yapmışlardır.
Hz. Ömer halkla; tohumu kendisi verirse yarıya, tarla sahipleri verirse üçte
bire ortakçılık yapardı."[217]
Bu görüşte olanlar,
müzâraayı nehyeden hadisleri tenzihe hamletmişler veya yasağın tarla sahibinin
tarlanın belirli bir bölümünden çıkacak olan mahsulü kendisi için şart koşması
haline ait olduğunu söylemişlerdir. Yukarıda işaret ettiğimiz gibi, müzâraayı
caiz görmeyen hadislerin zayıf olduğu da iddia edilmektedir.
Hanefî mezhebine ait
fıkıh kitaplarında Ebû Hanîfe ve talebelerinin görüşleri ve delilleri
verildikten sonra, "müzâraanın sahih olduğunu söyleyenlere göre onun
birtakım şartları vardır..." denilerek, müzâraanın şartlan ve diğer
ahkâmına geçilmektedir. Bu hal, mezhebde benimsenen görüşün, müzâraanın caiz
olduğunu söyleyenlerin görüşü olduğuna işaret etmektedir. Ni-utekim Ömer Nasuhi
Efendi; "Müzâraanın meşruiyyeti sünnet-i nebeviyye ile sabittir."
diyerek bunu açıkça belirtmiştir.
4- Tarlanın
belirli bir yerinden çıkacak olan mahsul tarla sahibinin, geri kalan da emek
sahibinin olmak üzere yapılan bir ziraî ortaklık caiz değildir. Bunda ittifak
vardır. Çünkü bu şekilde yapılan ortaklıkta taraflardan birisinin aldanması
ihtimali büyüktür. Taraflardan birisinin eline hiçbir şeyin geçmemesi
mümkündür.
Müzâraanın meşruiyeti
konusundaki görüşleri böylece özetlendikten sonra, Hanefî mezhebine göre
müzâraanın şartlarına ve müzâraaya ait ahkâma da kısaca işaret etmek istiyoruz.[218]
Hidâye'de; caiz
görenlere göre, müzâraanın sahih olması için şu şartlar sıralanmıştır:
1- Tarla,
tarıma elverişli olmalıdır.
2- Taraflar,
şer'î akidleri yapmaya ehil yani âkil olmalıdırlar.
3-
Ortaklığın müddeti tayin edilmelidir.
4- Tohumu
kimin vereceği belli edilmelidir.
5-
Tarafların alacakları hisseler tayin edilmelidir.
6- Tarla
sahibi, tarlayı ortağa teslim etmelidir. Eğer, tarla sahibinin de çalışması
şart koşulursa akid fasid olur.
7- Ortaklık
tarladan kalkan mahsulde kurulmalıdır.
8- Tohumun
cinsi belli edilmeli veya çiftçinin istediğini ekebileceği önceden belli
edilmelidir.
Müzâraanın, tarla bir
taraftan emek bir taraftan ve çıkan mahsul ortak olmak üzere yapılan bir akit
olduğunu söylemiştik. Tohumun kimin tarafından verileceği, çifti sürecek
hayvan veya traktörün kime ait olacağı gibi meseleler ele alınınca müzâraa için
yedi şekil ortaya çıkar. Bunların bir kısmı caizdir, bir kısmı ise caiz
değildir. Şimdi de bu şekillere göz atalım.[219]
1- Arazi ile
tohum bir taraftan; emek ile araç (traktör, hayvan vs.) bir taraftan olur; bu
müzâraa sahihtir.
2- Arazi,
tohum ve araç bir taraftan; emek diğer taraftan olabilir, bu da sahihtir.
3- Arazi bir
taraftan; emek, araç ve tohum diğer taraftan olabilir. Bu tür akid de
sahihtir.
4- Arazi ile
araç bir taraftan; emek ile tohum diğer taraftan olur. Bu müzâraa fasiddir.
5- Arazi ile
emek bir taraftan; tohum ile araç diğer taraftan olabilir. Bu da fasiddir.
6- Arazi,
tohum ve emek bir taraftan; araç da diğer taraftan olabilir. Bu tür bir akid de
fasiddir.
7- Arazi,
emek ve araç bir taraftan tohum diğer taraftan olabilir. Bu müzâraa da
fasiddir.
Demek ki, arazi ile
emek veya arazi ile araç bir taraftan olursa bu tür müzâraa fasit olmaktadır.[220]
Taraflar, tarladan
kalkan hasılatı aralarında önceden tesbit ettikleri şarta göre bölüşürler.
Tarladan hiçbir şey çıkmazsa taraflar bir şey alamazlar.
Tarladan kalkan mahsul
çiftçinin elinde emanettir. Dolayısıyla kendisinin bir katkısı olmadan telef
olsa bir şey lâzım gelmez.
Herhangi bir sebepten
dolayı müzâraa fasid olacak olsa, çıkan mahsul tohum sahibine aittir. Eğer
tohumu çiftçi atmışsa, tarla sahibi tarlanın icarını alır. Tohumu tarla sahibi
atmışsa çiftçi ecr-i mislini alır.[221]
Müzâraa akdi şu beş
sebepten birisi ile münfesih olur:
1- Taraflardan
birisinin ölümü ile.
2- Tohum
sahibinin, daha tohum atılmadan akdi feshetmesi ile.
3- Bazı
özürler sebebiyle; meselâ tarla sahibinin borcu çıkar ve tarlasının satılması
gerekirse, müzâraa fesh olur.
4- Emek
sahibi çiftçi hastalansa, bir yolculuğa çıkacak veya iş değiştirecek olsa
müzâraayı feshedebilir.
5- Çiftçi
hain olup hasılatı çalmasından korkulursa tarla sahibi akdi feshedebilir.
Şu ana kadar
müzâraanın ahkâmı ile ilgili olarak verdiğimiz bilgiler Hanefî mezhebine
aittir. Diğer mezheplerin görüşlerinde bazı farklılıklar vardır. Ancak
bunların hepsini buraya aktarmak çok yer alacağı ve maksat dışı oludğu için, bu
kadarla yetiniyoruz.[222]
3390... Urve
b. Zübeyr (r.a)'den, Zeyd b. Sâbit'in şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Allah, Râfi' b. Hadîc'i
affetsin. Vallahi, ben hadisi ondan daha iyi bilirim; Rasûlullah (s.a)'a
birbiri ile kavga eden iki adam geldi. -Müsedded, adamların Ensar'dan
olduklarını söyledi.- Rasûlullah (s.a):
"Eğer haliniz
böyle ise, bari arazileri kiraya vermeyiniz" buyurdu.
Müsedded rivayetinde;
Râfi', sadece Hz. Peygamberin, "arazileri kiraya vermeyin" dediğini
duydu, diye ilâve etti.[223]
Zeyd b. Sâbit'in,
"Allah Râfi'i affetsin" demesine sebep, iyice anlamadan hadis rivayet
ettiği içindir.
Hadis metninden
anladığımıza göre; ziraî ortaklık yapan iki Medineli kavga etmişler ve Hz.
Peygamber'e gelmişler. Efendimiz durumu görünce, "Eğer böyle kavga
edecekseniz, arazileri kiraya vermeyiniz" buyurmuştur. Râfi' ise,
meselenin başını anlamadan, hadisin sadece, "arazileri kiraya
vermeyiniz" kısmını duyup nakletmiştir.
Ebû Dâvûd, Râfi' b,
Hadîc'in bu hadisinin değişik şekillerde birçok rivayetini nakletmiştir. Bu
hadisler, her ne kadar birbirlerini açıklar mahiyette ise de aralarında
oldukça farklılıklar vardır. Bu durum, Râfi1 hadisinin zayıf sayılmasına sebep
olmuştur. Bu rivayetlerle ilgili malumat yeri gelince verilecektir.
Bu hadiste açıkça
görüldüğü üzere, Hz. Peygamber'in tarlayı kiraya vermeyi nehyetmesine sebep
tarafların kavga etmiş olmalarıdır. Zaten, Râfi' b. Hadîc'in; Zeyd b. Sâbit'in
dediğini duyunca eski görüşünden döndüğü de rivayet edilmiştir. Hanzala b.
Kays'tan rivayet edildiğine göre; o, durumu Râfi'e sormuş o da, ."Biz,
para karşılığında arazi kiralamaktan men edilmedik" demiştir.
Arazinin kiraya ve
ortağa verilmesi ile ilgili görüşler bundan önceki hadisin şerhinde
verilmiştir.[224]
3391... Saîd
b. el-Müseyyeb, Sa'd (b.Ebî Vakkâs)'dan, şöyle dediğini rivayet etmiştir:
Biz araziyi, ark
kenarlarındaki ve onlardaki su ile sulanan ekin karşılığında kiraya verirdik.
Rasûlullah (s.a) bunu nehyetti ve tarlayı altın ve gümüş karşılığında
kiralamamızı emretti.[225]
Hadisin NesâTdeki
rivayeti şu şekildedir: "Rasûlullah (s.a) zamanında tarla sahipleri tarlalarını
ark kenarından çıkacak mahsul karşılığında kiraya veriyorlardı. Anlaşmazlığa
düştüler ve Hz. Peygamber'e geldiler, o da bu şekilde kiraya vermelerini men
etti ve: Altın veya gümüş karşılığında kiraya veriniz, buyurdu."
Hadis açıkça,
tarlaların belirli bir bölümünden çıkacak mahsul karşılığı araziyi kiraya
vermenin caiz olmadığını göstermektedir. Çünkü bu bölümden veya arazinin geri
kalan kısmından hiçbir şeyin çıkmaması mümkündür. Bu babın ilk hadisi
şerhedilirken belirtildiği gibi, bu yolla yapılan kiralama veya ortaklıkların
caiz olmadığında tüm âlimler görüş birliği içerisindedirler. Hadisin son
bölümünde de, altın ve gümüş yani para karşılığında araziyi kiralamanın caiz
olduğu bildirilmektedir. Âlimlerin büyük çoğunluğunun içtihadı da bu istikamettedir.[226]
3392...
Hanzala b. Kays el-Ensarî'den rivayet edilmiştir, der ki: Râfi' b. Hadîc'e,
tarlayı altın ve gümüş karşılığında kiraya vermenin hükmünü sordum.
"Mahzur yok, ama Rasûlullah (s.a) devrinde insanlar (tarlalarını); ark
kenarlarındaki, ırmak başlarındaki ve ekinden (belirli) bir kısmı kendilerinde
kalmak üzere kiraya veriyorlardı. (Bazan) şu helak oluyor, bu kurtuluyor;
(bazen de) şu kurtuluyor bu helak oluyordu. İnsanlar için de sadece bu (helak
olmayan) kiralanmış oluyordu. İşte bunun için Hz. Peygamber (s.a), (bu türlü)
kiralamayı yasak etti. (Kiracının) yüklendiği belli bir şey (karşılığında kiralamak)
da ise mahzur yoktur." dedi.
İbrahim'in hadisi daha
tamdır. Kuteybe; "Hanzala, Râfi'den rivayet etti" dedi.
Ebû Dâvûd dedi ki: Yahya
b. Saîd'in Hanzala'dan rivayeti de bunun gibidir.[227]
Bu hadis-i şerif;
arazinin belirli kısımlarından çıkacak mahsul tarla sahibinin, geri kalzrrdan
çıkacak mahsul de kiracıun olmak şartıyla tarla kiralamanın caiz olmûdtğına
delâlet etmektedir. Böyle ıir akdin caiz olmayış sebebi de hadiste
belirtilmiştir: Tarla sahibi için şart koşulan kısmın mahsul verip geri kalan
kısımdan hiçbir şeyin çıkmaması mümkün olduğu gibi, aksi de mümkündür. Bu ise
garardır. Dolayısıyla bu şekildeki bir ziraî ortaklık veya kiralama, Rasûlullah
(s.a) tarafından yasaklan-nıştır. Ulema arasında da bu tür muamelenin caiz
olmayışı konusunda gö-üş ayrılığı yoktur. Bilindiği gibi, ulemanın hükmünde
ihtilâf ettiği müzâraa ekli; çıkan mahsul aralarında belirtilen oranda paylaşılmak
üzere kurulan ataklıktır. Bu hadiste bu tür ortaklığın hükmüne ait bir kayıt
mevcut değildir.
Yine bu hadiste,
araziden çıkacak mahsulün muayyen bir mikdarı mal ahibine, kalanın da kiracıya
ait olmak üzere tarla kiralamanın caiz olmadıkı ifade edilmektedir. Çünkü,
araziden sadece mal sahibi için şart koşulan niktarın çıkıp başka bir şeyin
çıkmaması mümkündür. Bu türlü bir akdin Hanefîlerce de caiz görülmediği babın
ilk hadisinin şerhinde belirtilmişti.
Hadiste konu edilen
diğer bir mesele de para karşılığında tarla kiralananın caiz oluşudur.
Hattâbî bu hadisin
şerhinde şöyle der:
"Bu hadiste Râfi'
sana anlatmış oluyor ki, yasaklanmış olan müzâraa; ıisse meçhul olandır, malum
olan değil. Arapların müzâraada birtakım fa-iid şartlar koşmak, ark ve kanal
kenarlanndakini mal sahibi için ayırmak >ibi birtakım âdetleri vardı. Oysa
müzâraa bir ortaklıktır. Ortaklıkta da ta-"afların hisselerinin belli
olması gerekir. Bazan ark kenarlarındaki ekinin kurulup diğer yerlerdekinin
helak olması mümkündür. Bu durumda çiftçiye hiç-Dir şey kalmaz, bu da garardır.
Müdârabe ortaklığında sermaye sahibi ken-lisine belli olan kâr hissesinin
haricinde fazla para şart koşarsa müdârabe 'asid olur. Müdârabe ile müzâraa
aynıdır. Müdârabe, müzâraa ve müsâka-ın aslı, sünnetle sabittir. Fer'in caiz
olup da aslın caiz olmaması nasıl mümkün olur?"
Hattâbî; bu sözleri
ile meşhur manasıyla bilinen müzâraanm caiz oldu-|unu söylemekte, yasaklanan
müzâraanın fasid şartlar koşulan müzâraa ol-iuğuna işaret etmektedir.
Hadis, Ebû Davud'a iki
ayrı raviden gelmiştir. Bunlar İbrahim b. Musa ve Kuteybe b. Saîd'dir,
Musannif, hadisin sonunda, İbrahim'in rivayetinin daha tam olduğunu ifade
etmiştir.
Hadisin isnadındaki
ifadeden anlaşıldığı üzere metin İbrahim b. Musa'nın İsa kanalıyla el-Evzaî'den
yaptığı nakildir. Diğer tarikin ravisi Kuteybe hadisi naklederken,
"Hanzala'dan, Râfi'den" ifadesini kullanmıştır. İbrahim'in
rivayetine göre ise; Hanzala, "Râfi' b. Hadîc'e, altın ve gümüş karşılığında
arazî kiralamanın hükmünü sordum..." demektedir. Musannif, metnin
sonundaki ilâve ile, bu farklara işaret etmiştir.[228]
3393...
Hanzala b. Kays'dan rivayet edildiğine göre, o Râfi' b. Hadîc'e, tarla
kiralamanın hükmünü sormuş, Râfi' de;
"Rasûlullah
(s.a), tarlayı kiralamaktan menetti" demiştir. Bunun üzerine Hanzala:
Altın ve gümüş
karşılığında mı? diye sormuş, Râfi' de:
Altın ve gümüş
karşılığında kiralamakta mahzur yok, cevabını vermiştir.[229]
Münzirî'nin ifadesine
göre bu rivayet, önceki hadisin bir bölümüdür. Hadisle ilgili olarak
öncekinden fazla söylenecek bir şey yoktur.[230]
3394...
Salim b. Abdullah b. Ömer'den rivayet edildiğine göre;
İbn Ömer (r.anhüma),
Râfi' b. Hadîc'in "Rasûlullah (s.a) araziyi kiraya vermeyi
nehyederdi." dediği haberini alıncaya kadar toprağını kiralardı. Râfi'a
varıp;
Ey İbn Hadîc, araziyi
kiralama konusunda Rasûlullah'dan ne haber veriyorsun? dedi.
Râfi'de Abdullah b.
Ömer'e şu cevabı verdi:
Amcalarımı, -ikisi de
Bedir'e iştirak etmişlerdir- ev halkına, Rasûlullah (s.a)'ın araziyi
kiralamayı nehyettiğini haber verirlerken işittim.Bunun üzerine Abdullah:
Vallahi, Rasûlullah
(s.a) devrinde tarlanın kiraya verildiğini zannediyordum, dedi.
Sonra Abdullah,
Rasûlullah'ın bu konuda kendisinin bilmediği bir şey ihdas etmiş olmasından
korktu ve araziyi kiraya vermeyi bıraktı.Ebû Dâvûd dedi ki:
Bu hadisi Eyyub,
Ubeydullah, Kesîr brFerkad ve Mâlik, Nâfi'-den, Nâfi' Râfi'den, o da
Rasûlullah'tan rivayet etti. Evzaî de aynı hadisi Hafs b. înân [et-HanefîJ'den,
o Nâfi'den Nâfi'de Râfi'den rivayet etmiştir. (Bu rivayette) Râfi',
''Rasûlullah'tan işittim... " dedi. Aynı şekilde Zeyd b. Ebî Üneyse'nin
Hakem'den, Hakem'in Nâfi'den, onun da îbn Ömer'den rivayet ettiğine göre; İbn
Ömer, Râfi'e gelip; "Rasûlullah'tan işittin mi?" demiş, Râfi' de
''evet" karşılığını vermiştir.
Yine bu hadisi, îkrime
b. Ammâr, Ebû Necâşî'den, Ebû Necaşı de Râfi' [b.Hadîc)"den,
"Rasûlullah (s.a)'tan işittim" şeklinde rivayet etmişlerdir.
el-Evzaîise, Ebû Necâşî'den, o Râfi' b. Hadîc'ten, Râfi' de amcası Zahir b.
Râfi' vasıtasıyla Hz. Peygamber'den rivayet etmiştir.
Ebû Dâvûd:
"Necâşî'nin babası Atâ b. Süheyb'dir" der.[231]
Bu hadisten
anlaşıldığına göre, İbn Ömer tarlasını kiraya verip ektiriyor ve bunun meşru
olduğunu biliyordu. Ancak, Râfi' b. Hadîc'in, Rasûlullah'ın tarlayı kiraya
vermeyi nehyettiğine dair haberini duydu ve konuyu kendisi ile görüştü. Daha
sonra da Hz. Peygamber'in önceki hükmü değiştirip tarlayı kiralamayı
yasakladığı ve kendisinin bundan haberdar olmadığı endişesiyle tarlasını kiraya
vermekten vazgeçti.
Hadisin Müslim'deki
bir rivayetinde, İbn Ömer'in Muâviye'nin hilâfetinin ilk yıllarına kadar
tarlasını kiraladığı, o zaman Râfi'in haberini duyduğu ifade edilmektedir.
Önceki babın ilk
hadisini izah ederken de işaret ettiğimiz gibi, müzâra-anın caiz olmadığına
delâlet eden bu hadis birçok yoldan ve değişik lafızlarla gelmiştir. Ebû Dâvûd
bu yollan, hadisin sonunda göstermiştir. Münzirî bütün isnadların gayet iyi
olduğunu söyler.
Ebû Davud'un hadisin
sonunda işaret ettiği rivayetlerde görüldüğü üzere hadisin bazı rivayetlerinde
Râfi'in bizzat kendisinin Hz. Peygamber'den işittiği ifade edilmektedir.
Bazılarında ise tarlayı kiraya vermenin caiz olmadığına delâlet eden haberi
kendisine amcalarının verdiği belirtilmektedir. Bu farklı ifadeler, bir kısım
âlim tarafından rivayette bir kusur olarak görülmüş ve delil olmaya uygun
bulunmamıştır.
Hadisin zahiri,
tarlayı kiraya vermenin caiz olmadığına delâlet etmektedir. Bu konu ile ilgili
geniş bilgi, bundan öncei babın ilk hadisinin şerhinde geçmiştir. Burada
tekrarına lüzum yoktur.[232]
1. Tarlayı
kiraya vermek caiz değildir. Konu daha önce tartışılmıştır.
2. Yaptığı
bir işin, Hz. Peygamber'in emir ve tatbikatına uymadığını öğrenen bir kimse,
derhal o işi terk etmelidir.[233]
3395...
Râfi' b. Hadîc şöyle demiştir:
Biz Rasûlullah (s.a)
zamanında ziraî ortakçılık yapardık.
Râfi', amcalarından
birisinin kendisine gelip şöyle dediğini söyledi:
Rasûlullah (s.a) bizim
için faydalı olan bir şeyi yasakladı, arna Allah'a ve Rasûlüne itaat bizim için
daha faydalıdır, daha faydalıdır.
Râfi' devamla der ki:
O nedir? dedik.
Rasûlullah (s.a);
"Kimin arazisi varsa eksin veya kardeşine ektirsin. Üçte birine veya
dörtte birine veya mikdarı belli olan bir buğday karşılığında kiraya
vermesin" buyurdu.[234]
Tercemeye, "Ziraî
ortakçılık yapardık" diye geçtiğimiz kelimesinin maşdan olan
"el-muhâbere" kelimesinin manası konusunda farklı görüşler vardır.
AIiyyü'1-Kârî bu hadisi izah ederken; "Yani ekin eker ve müzâraanın caiz
oludğuna hükmeder ve sıhhatine inanırdık" der. Şevkânî, muhabere
kelimesinin "el-habîr" kelimesinden türediğini, bu kelimenin de
çiftçi, köylü, ziraatçi manasına geldiğini söyler. Ebû Ubeyde ve birçok lügat
ve fıkıh âliminin de bu görüşü benimsediği belirtilmektedir.
Şâfiîler de
"muhâbere"yi, "Tohumu ortakçı verip çıkan mahsulün bir kısmım
almak üzere yapılan muamele" şeklinde tarif ederler.
Muhabere, müzâraa ve
müsâkat'ın aynı manada kullanıldığı da söylenir. Buharı ve Şafiî'nin
ifadelerinden bu anlaşılmaktadır.
Kâmus'da;
"Muhabere, tarlayı yarıya veya başka bir oran karşılığında ekmektir."
denilir.
Bu kelimenin manası
konusunda daha başka görüşler de vardır. Ama en meşhurları bunlardır. Buradaki
ifadelerden, muhaberenin müzâraa manasında olduğu anlaşılmaktadır.
Görüldüğü gibi bu
rivayete göre müzâraayı nehyeden haberi Rasûlul-lah'tan işiten Râfi' b. Hadîc
değil, amcasıdır. Bundan evvelki hadiste, bizzat kendisinin işittiğine dair
rivayetlere de işaret edilmişti.
Hadis; çıkacak
mahsulün üçte biri, dörtte biri gibi bir oran karşılığında olanın yanı sıra,
mikdarı belli edilen buğday ve arpa karşılığında arazi kiralamanın da caiz
olmadığını göstermektedir. Önce de geçtiği gibi, âlimler arasında üçte biri,
dörtte biri karşılığında arazi kiralamayı caiz görmeyenler vardı. Mikdarı tayin
edilen buğday veya arpa karşılığında kiralamak ise İmam Mâ-lik'in dışındaki
ulemaya göre caizdir. Ulemanın görüşlerinin hadisin bu bölümüne ters düşmemesi
için şöyle bir.izaha ihtiyaç vardır: Hadiste belirtilen; "Mikdarı tayin
edilen (taam) buğday veya arpadan maksad; kiralanan tarladan kalkan buğdaylar,
ya da arazinin belli yerlerinden çıkacak mahsuldür. Yahutta buradaki nehiy
tenzihîdir."[235]
3396... Bize
Muhammed b. Ubeyd haber verdi, bize Eyyub'dan Hammâd b. Zeyd haber verdi. Eyyub
şöyle dedi: "Ya'lâ b. Hakîm: Süleyman b. Yesâr'dan işittim (diyerek)
Ubeydullah'ın, mana olarak isnadım ve hadisini bana yazdı."[236]
Bu rivayet vukandaki
hadisin başka bir rivayetidir.[237]
3397...
Râfi' b. Hadîc'in oğlu babası (Râfi') nın şöyle dediğini rivayet etti:
Ebû Râfi', Rasûlullah
(s.a)'in yanından gelip bize şöyle dedi: Rasûlullah (s.a) bizi, bize faydalı
bir işten nehyetti. Ama Allah'a ve Rasûlüne itaat bizim için daha faydalıdır.
Bizi, maliyetine sahip olduğumuz veya birisinin karşılıksız olarak ekmemiz
için- verdiğinin dışındaki bir toprağı ekmekten nehyetti.[238]
Hadisteki Ebû Râfi',
Râfi' b. Hadîc'in amcaları olan Zuhayr veya Muzhır den birisi olsa gerektir.
Hadisin, Râfi'in bu
konudaki diğer hadislerinden farklı bir tarafı yoktur. Müzâraanın yasak
oluşuna delâlet etmektedir.[239]
3398...
Üseyd b. Zuhayr şöyle demiştir:
Râfi' b. Hadîc bize
gelip;
Şüphesiz Rasûlullah
(s.a) size, sizin için faydalı olan bir şeyi yasaklıyor. Ama Allah'a ve
Rasûlüne itaat sizin için daha faydalıdır. Şüphesiz Rasûlullah size, araziyi
kiraya ve eyi yasak ediyor. Efendimiz; "Toprağına ihtiyaç duymayan kişi ya
kardeşine versin ya da boş bıraksın" buyurdu, dedi.
Ebû Dâvûd dedi ki: Bu
hadisi, Şu'be ve Mufaddai b. Mühelhel de Mansur'dan aynen böyle rivayet etti.
Şu'be; "Üseyd,
Râfi' b. Hadîc'in kardeşinin oğludur." dedi.[240]
Hadis, müzâraayı
menetmektedir. Hz. Peygamber, ihtiyacından fazla tarlası olanlara, tarlalarını
öncelikle, toprağı olma yan müsİümanlara karşılık beklemeden vermelerini
tavsiye etmektedir. Bu verme, mallığına değil, iare oUrâk vermedir. Ama yine de
büyük bir âlicenablık ve şefkat duygusunun eseridir. Bir kimse için kendi
malını, hiçbir karşılık gözetmeden diğer bir müslümanın istifadesine sunması
İslâm'ın dışındaki din ve düzenlerde pek rastlanacak bir şey değildir.
Bilindiği gibi dinimiz, devamlı olarak zenginlerin fakirlere yardımcı
olmalarını, ikramda bulunmalarını emretmiştir. Böylece hem fakirin karnı doyacak,
hem de zengin ve fakir arasında sevgi ve saygı yayılacaktır. Bu iki kesim
birbirine diş bileyen, kin besleyen iki ayrı kamp değil, sevgi ve saygı duyan
kardeşler olacaklardır.
Efendimiz, tarlasını
ekmeyen ve bir başkasının istifadesine sunmak istemeyenlere boş bırakmalarını,
kiraya vermemelerini emretmektedir. "Arazi boş bırakılacağına ihtiyaç
sahiplerine kiraya ya da ortağa verilse, her iki taraf için daha iyi olmaz
mı?" şeklinde bir itiraz gelebilir. Gerçi araziyi boş bırakmak onu tamamen
faydasız bırakmak demek değildir. Çünkü bu, tarlanın dinlenmesini sağlayacağı
gibi, hayvanlar için otlak vazifesi de yapabilir. Ama, toprağı olmayana ortağa
veya kiraya verilmesinin ekonomik faydası daha büyüktür. Bir taraftan, ortak
eken ihtiyaç sahibi ürün elde eder. Öbür taraftan öşür alınmak suretiyle devlet
hazinesi, dolayısıyla fakir halk fayda sağlar. Buna rağmen tarlayı kiraya
vermeyi yasaklamaktaki hikmetin ne olduğunu anlamakta güçlük çekiyoruz. .
Ulemanın büyük
çoğunluğunun ictihadlarının bu manadaki hadislere zıt olduğunu biliyoruz. Ahmed
b. Hanbel'in bu konudaki Râfi' hadisleri için; "Çok renkli" dediğine
yukarıda işaret etmiştik.[241]
3399... Ebu
Ca'fer el-Hatmî şöyle dedi:
Amcam, beni bir çocuğu
ile birlikte Saîd b. el-Müseyyeb'e gönderdi. Biz Saîd'e;
Senden bize müzâraa
ile ilgili bir haber ulaştı, dedik. Şu karşılığı verdi:
İbn Ömer kendisine
Râfi' b. Hadîc'in hadisi gelinceye kadar mü-zâraada bir mahzur görmezdi. Râfi',
İbn Ömer'e gelip şunu haber verdi:
Rasûlullah (s.a);
Harise oğullarına gelip, Zuhayr'ın tarlasındaki ekini gördü ve:
"Zuhayr'ın ekini
ne kadar güzel!" dedi. Oradakiler:
Zuhayr'ın değil,
dediler.
"Tarla Zuhayr'ın
değil mi?"
Evet, ama o ekin
filanın.
"Ekininizi alın,
Zuhayr'a da ücretini verin" buyurdu. Râfi'; "Biz ekinimizi aldık, ona
da ücretini verdik" dedi. Saîd der ki: "Tarlanı ya kardeşine iare
olarak (karşılıksız), ya da dirhem karşılığında kiraya ver."[242]
Hadis, tarlayı ortağa
vermenin caiz olmadığına işaret etmektedir. Ayrıca ziraat ortaklığı fasıd olduğu
takdirde, ekımn çift çiye ait olacağı; tarla sahibine de tarlasının ücretinin
verileceği anlaşılmaktadır. Hanefî mezhebine göre bu durumda, yani ortaklık
fasid olduğunda, mahsul tohum sahibine ait olur. Karşı taraf ise ecr-i misli;
yani çiftçi ise emeğinin karşılığını, tarla sahibi ise tarlasının kira
bedelini alır. Hanefîler bu hadisten, tohumu tarla sahibi olan Zuhayr'ın
verdiğini anlamaktadırlar. Bu anlayışa göre Hanefîlerin görüşü ile hadis
arasında bir çelişki kalmamaktadır.[243]
1. Tarlayı
kiraya vermek caiz değildir.
2. Muzaraa
fasıd olduğu takdirde, tarladaki ekin çiftçiye aittir. Tarla sahibine tarlanın
ücreti verilir.[244]
3400...
Râfi' b. Hadîc'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah (s.a), münâkale
ve müzâbeneyi nehyetti ve; " Ancak üç kişi ekin ekebilir. Bunlar: Tarlası
olan, kendisine karşılıksız olarak arazi verilen, -o kendisine verilen tarlayı
eker- ve altın ya da gümüş karşılığında tarla kiraya tutan kişi" buyurdu.[245]
Bu rivayete göre,
müzâraayı yasak eden hadisi Hz. Peygamber'den Râfi' b. Hadîc bizzat kendisi
duymuştur. Müzâraa-nın yasak oluşu, hadisin son bölümünden anlaşılmaktadır.
Çünkü orada ekin ekebilecek kişiler sayılmış, ortakçı olanlar bu sayının
içerisinde yer almamıştır. Hadisin baş tarafında ise muhâkale ve müzâbenenin
caiz olmadığı belirtilmiştir. Önce de belirtildiği gibi müzâbene; ağacın
başındaki taze hurmayı yerdeki kuru hurma karşılığında, muhâkale de tarladaki
ekini buğday karşılığında satmaktır.
Bu tabirlerle ilgili
daha geniş bilgi 3361 no'lu hadiste geçmişti.[246]
3401... [Ebû
Dâvûd şöyle dedi]: Saîd b. Ya'kub et-Tâlekanî'ye okudum; dedim ki:
Îbnü'l-Mübârek size
Şüca'ın babası Saîd'den, "Bana Osman b. Sehl b. Râfi' b. Hadîc haber
verdi" diyerek şöyle rivayette bulundu mu?
Ben (dedem) Râfi' b.
Hadîc'in yanında bir yetimdim. Onunla birlikte haccettim. Kardeşim İmrân b.
Sehl, Râfi'a gelip;
Tarlamızı ikiyüz
dirheme filân kadına kiraya verdik, dedi. O ise:
Bırak onu. Çünkü
Rasûlullah (s.a) tarlayı kiraya vermeyi nehyetti, dedi.[247]
Bu haber, para ile de
olsa tarlayı kiralamanın caiz olmadiğına delalet etmektedir. Oysa, daha önce
gecen birçok hadiste, para karşılığında tarla kiralamanın caiz olduğu ifade
edilmişti. Bu durumda hadisler arasında bir çelişki göze çarpmaktadır. Ancak
bundan sonraki hadisin açıklamasında ulemamızın konuya bakış açıları hakkında
genel bir fikir verilmiştir.[248]
3402...
Râfi' b. Hadîc'ten rivayet edildiğine göre;
O bir araziyi ekmişti,
tarlayı sularken kendisine Rasûlullah (s.a) uğrayıp:
"Ekin kimin, tarla
kimin?" diye sordu.Râfi':
Tohumum ve emeğim
karşılığında benim ekinim; yarısı benim, yarısı da filan oğullarının,
karşılığını verdi.
Bunun üzerine
Rasûlullah (s.a):
"Ribâ muamelesi
yaptınız, araziyi sahibine ver, sen de ücretini al" buyurdu.[249]
Tamamı Râfi' b.
Hadîc'in hadislerinden teşekkül eden bab bu rivayetle son bulmaktadır.
Görüldüğü gibi, hadisin rivayetleri arasında oldukça önemli farklılıklar var.
Hz. Peygamber'in müzâraayı menettiğine dair haberi, bazı rivayetlere göre Râfi'in
amcaları kendisine söylemişler, bazılarına göre bizzat kendisi duymuştur. Bu
rivayete göre ise ortakçı çiftçi bizzat Râfi'in kendisidir. Ayrıca hâdisenin
sunuluşu da rivayetler arasında oldukça farklıdır. Bu durumu gözönüne alan
âlimler hadisin muzdarip olduğunu söylerler.
Avnü'l-Ma'bûd ve
Bezlü'l-Mechûd'da, Fethu'l-Vedûd'dan naklen şöyle denilmektedir:
"Râfi'in
hadisinin muzdarib olduğu, dolayısıyla onun terk edilip Hay-ber hadisine
dönmenin gerekli olduğu söylendi. "Hayberlilerin âmili çıkan malın yansını
Hz. Peygamber'e getirdi. Bu mahsulün içerisinde hurma ve ekin de vardı.'' Bu
hadis, müzâraanın caiz olduğuna delildir. Ahmed b. Han-bel ve Hanefî
âlimlerimizden Ebû Yusuf ve Muhammed böyle demişlerdir. Birçok âlim ise, mutlak
olarak veya müzâraa müsâkata tabi olmadığı zaman da yasak olduğunu
söylerler."
Yine Avnü'l-Ma'bûd'un
ifadesine göre; Aliyyül-Kârî, Hanefî mezhebinde fetvanın Ebû Yusuf ve
Muhammed'in görüşüne göre olduğunu söyler.
Nevevî; müzâraayı caiz
görenlerin, onu nehyeden hadisleri iki şekilde te'vil ettiklerini bildirir:
a) Ark
kenarlarından veya belli bir kısımdan kalkacak mahsûl karşılığında kiraya
vermek.
b) Bu
hadislerdeki nehiy, tenzîhen mekruha ve arazinin karşılıksız olarak iare
yoluyla ektirilmesine hamledilir.
Avnü'l-Ma'bûd'da;
hadisler arasında uygunluk sağlamak için bu iki te'vilin veya birisinin
yapılmasının şart olduğu söylenir. Nitekim Buharı ikinci te'vili yapmıştır.[250]
3403... Râfi'
b. Hadîc'ten, Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Bir kavmin
arazisini izinleri olmadan eken kimseye ekinden hiçbir şey yoktur. Onun için
ücreti vardır."[251]
Tirmizî bu hadis için;
"Hasen- gariptir. Muhammed b. İsmail'e -yani Buharı- bu hadisi sordum;
hasen bir hadistir, dedi" demektedir.
Hattâbî ise bu
hadisin, marifet ehlince hadis olarak bilinmediğini söyler ve şunları ekler:
"Hasen b. Yahya, Musa b. Harun el-Hammal'm bu hadisi münker görüp zayıf
kabul ettiğini ve şöyle dediğini haber verdi: Ebû İshak'tan Şüreyk'ten başka,
Atâ'dan da Ebû İshak'tan başka kimse hadis rivayet etmemiştir. Atâ ise Râfi' b.
Hadîc'ten bir şey işitmemiştir."
Yine Hattâbî'nin
ifadesine göre, Buharı de bu hadisi zayıf olarak nitelemiş ve; "Bu hadisi
Ebû İshak'tan sadece Şüreyk rivayet etmiştir. Şüreyk de çokça veya zaman zaman
vehme düşerdi." demiştir.
Hattâbî'nin verdiği
bilgiye göre; fakihlerin büyük çoğunluğu, ekinin tohum sahibine ait olduğu
görüşündedir. Eğer tohumu çiftçi vermişse tarlanın kirasını vermek zorundadır.
Ahmed b. Hanbel, "Eğer ekin duruyorsa tarla sahibine aittir, hasad
edilmişse tarla sahibi ücretini alır." derdi.
Avnü'i-Ma'bûd'da ise
bu hadisle ilgili olarak şu bilgi verilmektedir:
Hadis-i şerif, bir
kimsenin bir araziyi gasbedip de ekmesi halinde, çıkacak mahsulün arazi
sahibine ait olacağına delildir. Tarlayı eken de arazi sahibinden emeğinin
karşılığını alır.
Tirmizî; âlimlerin bir
kısmının bu hadisle amel ettiğini söyler. Bu görüşte olanlar Ahmed b. Hanbel
ve İshak'tir.
İbn Reslân da Sünen
Şerhinde şöyle der: "Tirmizî'nin dediği gibi Ahmed b. Hanbel bu hadisi
delil alarak şöyle demiştir:
Bir kimse başkasının
toprağını eker de sahibi arazisini geri isterse, eğer o zaman ekin hasad
edilmişse ekin gâsıba aittir. Bu konuda herhangi bir ihtilâf bilmiyoruz. Çünkü
mahsul kendi malı (tohum) nın ürünüdür. Ama arazinin teslim vaktine kadarki
kirasını verir. Ayrıca, arazide meydana gelen noksanlığı da dâmin olur ve
tarladaki çukurları düzeltir. Eğer tarla sahibi tarlasını daha ekin biçilmeden
geri alırsa, gâsıbı ekini sökmeye zorlamaz. Tarla sahibi, dilerse gâsıbın
ücretini verip ekine sahib olur, dilerse ekini gâsıba bırakır.
İmam Şafiî ve
fakihlerin çoğuna göre ise tarla sahibi gâsıbı ekini sökmeye zorlayabilir.
Bunlar: "Hiçbir zalimin (diktiği) kökü için hak yoktur" hadisini
delil almışlardır. Bunlara göre, ekin her halükârda tohum sahibine aittir.
Arazinin kirasını vermek zorundadır."
Şevkânî, birinci
görüşün (Ahmed b. Hanbel*in görüşü) daha haklı olduğunu söyler ve İmam Mâlik
ile Medineli âlimlerin birçoğundan da aynı görüşün nakledildiğini bildirir..
Hanefîlere göre; gâsıb
ekini alır, ancak arazinin kirasını verir, tarlada meydana gelen noksanı öder,
tohumunu ve yaptığı masrafları alır, kalanını da fakirlere tasadduk eder. Çünkü
başka birinin mülkünde tasarruf edilerek elde edilen kazancın tasadduk edilmesi
gerekir.
Bu konuyu toparlarsak
diyebiliriz ki; bir kimse başka birisinin toprağını onun izni olmadan ekerse,
Ahmed b. Hanbel'e göre, ekin henüz hasad edilmemişse, tarla sahibine aittir;
hasad edilmişse, gâsıba aittir. Ancak tarlanın kirasını öder.
Hanefî ve Şâfiilere
göre ekin gâsıba ait ohuytarla sahibine kirayı ve ekinin tarlada meydana
getirdiği noksanı öder.[252]
Bir kimse sahibinin
izni olmadan bir tarlayı ekerse, ücretim alır. Ekinden hiçbir şey alamaz.[253]
Muhâbera; üçte bir,
dörtte bir gibi muayyen bir hisse karşılığında yapılan müzâraa akdidir. Buharî
bu tarifi benimser. Bu kelime, Kâmus'ta da böyle tarif edilmiştir. Nevevî;
müzâraa ve muhâberamn birbirine yakın manalarda kullanıldıklarım söyler.
Nevevî'nin Şafiî ulemasının cumhuruna nisbet ettiği bir ifadeye göre; tohum
tarla sahibi tarafından verilirse mûzâraa çiftçi tarafından verilirse muhâbera
denilir.[254]
3404...
Câbir b. Abdullah'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Rasûlullah (s.a);
muhâkale, müzâbene, muhabere, muâveme -Müsedded; Hammâd'dan, ikisinden (Ebu
Zübeyr ve Saîd b. Mîna) birisinin; el-mu'âveme, diğerinin beyu's-sinîn
(seneliğine satış) dediğini nakleder- ve simyadan menetmiş, arâyâya ruhsat
vermiştir.[255]
Hadiste terceme
edilmeden, aynen aktarılan tabirlerin bir kısmı daha önce geçmişti. Burada bu
tabirlerin kısaca manala rını verip, önceki geçtiği yerlere işaretle
yetineceğiz.
Muhâkale: Tarladaki ekini,
buğday veya arpa gibi hububat karşılığında satmaktır. Bu kelime; "Tarlayı
buğday karşılığında kiralamak, üçte bir dörtte bir gibi muayyen bir hisse
karşılığında ortaklık" diye de tarif edilir.
Müzâbene: Ağaçtaki
taze hurmayı kuru hurma karşılığında satmaktır.
Bu konu 3361 nolu
hadiste geçmiştir.
Mu'âveme: Belirli
ağaçların bir veya birkaç sene içerisinde vereceği meyveyi önceden satmaktır.
Buna "beyu's-sinîn" de denilir. Hadis ravilerinden Ebû Zübeyr ve Saîd
b. Mîna'dan birisi bu tabiri "mu'âveme" diğeri de aynı manaya gelen
"beyu's-sinîn" diye rivayet etmişlerdir.
Sünyâ: Bir kimsenin,
bahçesinin meyvesini muayyen olmayan bir kısmını istisna ederek satmasıdır.
"Bu ağaçlan bir kısmı hariç sana sattım" demek gibi.
Bu satış bâtıldır.
Çünkü satılan şey belli değildir. Ama belli bazı ağaçları istisna ederek geri
kalanım satarsa o zaman caiz olur.
Arâyâ: Bu tabirin
anlayış ve izahı âlimler tarafından farklı yapılmıştır. Bu tarifler 3362
numaralı hadisin şerhinde geçmiştir.
Bu hadisin buraya
alınması, içerisindeki muhabere sözcüğünden dolayıdır. Bu kelime, yukarıda da
işaret edildiği gibi müzâraa ile aynı veya pek yakın manada kullanılmaktadır.
Hadis-i şerif sayılan diğer satış şekillen ile birlikte muhaberenin de caiz
olmadığına delildir.
Müzâraanın hükmü
konusundaki münakaşa daha önce geçmişti. Onun için müzâraa konusuna tekrar
girmeyeceğiz.[256]
3405...
Câbir b. Abdullah (r.a)'dan; şöyle dediği rivayet edildi: Rasûlullah (s.a);
müzâbene, muhâkale ve bilinir olması hariç sünyâdan nehyetti.[257]
Bu hadis, önceki
rivayetten isnad olarak farklı fakat metin olarak hemen hemen aynıdır. Bu
rivayette; istisna edilen kıs mın belli olması halinde "sünyâ"
denilen satışın caiz olduğu ifade edilmektedir. Sünyânın manası önceki hadiste
geçmiştir.
Âlimler, bu satışı
sadece1 bahçedeki bazı ağaçları istisna edip kalanını satmaya tahsis etmezler.
Birkaçım istisna ederek geri kalan sürüyü veya birkaç ölçeğini istisna ederek
geri kalan buğday yığınını satmak da aynı hükümdedir. Caiz değildir.[258]
3406...
Câbir b. Abdullah'ın şöyle dediği haber verilmiştir: Resûlullah (s.a)'in şöyle
buyurduğunu işittim:
"Her kim
Muhaberayı bırakmazsa Allah ve Rasûlü ile savaş halinde olduğunu bilsin."[259]
Muhâberanın müzâraa
manasına geldiği babın başında belirtilmişti.
Hadiste, muhâbera
yapanlar jçin çok büyük bir tehdid vardır. Bu tehdide sebep Avnü'l-Ma'bûd'daki
ifadeye göre; tarlayı para karşılığında icara vermek mümkünken içerisinden
kalkacak mahsulün bir kısmı karşılığında kiraya vermektir. Çünkü önceden de
geçtiği gibi; tarlayı oradan çıkacak mahsulün bir kısmı karşılığında kiralamak
caiz değildir.
Bezlü'l-Mechûd'da;
muhâberanın fâsid bir muamele olduğu için faize benzetilmiş olduğu söylenir.
Çünkü Kru'an-ı Kerim'de faiz muamelesi yapanlar, Allah ve Rasûlü ile savaşır
bir halde nitelenmiştir. Bakara sûresinin 278 ve 279. ayetlerinde şöyle
buyurulmaktadır:
"Ey inananlar!
Allah'tan sakının, inanmışsanız faizden arta kalmış hesaptan vazgeçin. Böyle
yapmazsanız, bunun Allah'a ve Peygamberine karşı açılmış bir savaş olduğunu bilin.
Eğer tevbe ederseniz sermayeniz sizindir. Böylece haksızlık etmemiş ve
haksızlığa uğramamış olursunuz."
Bir kısım âlimler bu
âyetteki ifadelerle, muhaberayı nehyeden hadisteki ifadelerin benzerliğine
bakarak, muhâberanın faiz muamelesi sayıldığı sonucuna varmışlardır.[260]
3407...
Sabit b. el-Haccâc, Zeyd b. Sâbit'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:
Rasûlullah (s.a)
muhâberadan nehyetti. (Sabit b. el-Haccâc dedi ki:)
(Zeyd'e), muhâbera
nedir? dedim.
Tarlayı, çıkan mahsulün
yarısı, üçte biri veya dörtte biri karşılığında alman (kiralaman) dır, dedi.[261]
Bu hadiste,
muhâberanın yasak olduğu bildirilmekte, ayrıca da Zeyd b. Sabit tarafından
muhâbera izah edilmektedir. Müzâraa ve muhâbera adı verilen bablarda geçen
hadislerden edindiğimiz bilgiye göre arazinin sahibinden başka birisi
tarafından ekilmesi şu yollarla olur:
1- Sahibi
hiçbir karşılık beklemeden toprağını bir müslüman kardeşine geçici olarak verir
ve o da ekip mahsulünün tümünü alır. Bu ne bir ortaklık ne de arazi
kiralamaktır. Hz. Peygamber bunu teşvik etmiş, hatta bu usûlün yaygınlaşması
için araziyi kiraya vermeyi menetmiştir.
2- Toprağı,
para cinsinden bir şey (altın, gümüş, banknot vs.) karşılığında kiraya vermek.
Bu yol ortaklık değil, kiralamaktır. Geçen hadislerin bir kısmında mutlak
olarak araziyi kiraya vermek menedildiği halde, bir kıs-mındf Dara k
.rşılığında kiralamaya izin verilmiştir. Bu uygulamanın cevazına izin veren
hadislerin, mutlak olan diğer hadisleri takyid ve tefsir ettiği gözönüne
alınarak bunun caiz olduğu hükmü çıkartılmıştır. Tarlayı, içinden çıkacak
mahsulün bir kısmı karşılığında ekmeyi caiz görmeyen Ebû Ha-nîfe ve Şafiî gibi
âlimler de bu tür muameleyi caiz kabul ederler.
3- Tarlayı
içinden çıkacak olan mahsulün bir bölümü karşılığında değil de, lalettayin bir
hububat veya başka bir madde karşılığında kiralayıp ekmek. Bu uygulama da
âlimlerin çoğu tarafından caiz görülür.
4- Tarlayı,
tarladan çıkacak mahsulün bir kısmı karşılığında kiralamak veya ortak ekmek.
Yani çiftçi çıkacak mahsulün yarısı, üçte biri veya anlaştıkları başka bir
oranı kendisinin; kalanı tarla sahibinin olmak üzere tarlayı eker. Bazı âlimler
t(muhâbera"nin bu olduğunu söylerler.
Âlimlerin üzerinde
ihtilâf ettikleri uygulama budur. Daha önce de belirtildiği gibi, Ebû Hanîfe
ve İmam Şafiî bu tür bir akdi caiz görmemişlerdir. Ebû Yusuf, İmam Muhammed ve
Ahmed b. Hanbel gibi âlimler ise caiz kabul etmişlerdir. Ulema arasındaki görüş
ayrılığına sebep, bu konu ile ilgili olarak nakledilen hadisler arasındaki
çelişkidir. Çünkü bu konudaki hadislerin bir kısmı müzâraanın caiz olduğuna
işaret ederken bazıları yasak olduğunu ifade etmektedir. Önce de belirtildiği
gibi, müzâraanın yasaklığına işaret eden hadislerin hepsi Râfi' b. Hadîc'den
nakledilmiştir. Bu rivayetler arasında farklılıklar ve hatta çelişkiler
bulunduğu için Ahmed b. Hanbel, Hat-tâbî gibi âlimler bu hadisleri pek kuvvetli
bulmamışlardır.
Bu hadislerin sıhhati
konusunda itirazda bulunmayıp da, müzâraanın caiz olduğunu söyleyenler ise;
hadisleri te'vil etmişlerdir. Bu te'vile biraz sonra temas edeceğiz.
Muhâberaile ilgili
olarak gelen hadisler Câbir b. Abdullah ve Zeyd b. Sâbit'ten nakledilmiştir.
Bunların hepsi muhâberamn caiz olmadığına delâlet etmektedir. Ama âlimlerin
büyük çoğunluğunun bu akdin caiz olduğu görüşünde olduklarını ifade etmiştik.
Bu görüşü benimseyen
âlimler, muhâbera ve müzâraayı yasak eden hadisleri; ya içerisinde ark
kenarları gibi belirli kısımlardan kalkacak mahsulü bir taraf için şart koşmak
gibi akdi ifsad eden bir şartın bulunmasına hamletmişler ya da hadislerdeki
yasağı tenzîhen kerahete almışlardır.
Konuyu, Avnü'l-Ma'bûd
yazarının el-Müntekâ adındaki kitaptan aktardığı şu sözlerle noktalıyoruz:
"Muhabere ve
müzâraanın mutlak olarak yasaklığını ifade eden hadisler; içerisinde fasid
şart bulunan akidlere veya bu muameleden kaçınmanın nıüstehap veya mendup
olduğuna hamledilir. Nitekim bu anlayışa delâlet eden haberler gelmiştir. Amr
b. Dinar'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: Tâvûs'a, muhabereyi terketsen ya,
çünkü onlar (bazı âlimler) Rasûlullah'ın onu neh-yettiğini zannediyorlar,
dedim. Şu karşılığı verdi: Âlimlerin en üstünü yani İbn Abbas bana
Rasûlullah'ın muhabereyi menetmediğini haber verdi ve Ra-sûlullah; Sizden
birinizin tarlasını karşılık beklemeden geçici olarak bir kardeşine vermesi,
ondan belli bir ücret almasından daha hayırlıdır, buyurdu dedi. Bu haberi Ahmed
ve Buharı rivayet etmişlerdir."[262]
Müsâkât: Bağ veya
bahçe bir taraftan, bakım ve işçiliği diğer taraftan ve çıkacak meyve veya üzüm
aralarında anlaştıkları orana göre bölüşülmek üzere kurulan bir ortaklıktır.
Buna, muamele de denilir.[263]
3408... İbn
Ömer (r.a)'den rivayet edildiğine göre; Rasûlullah (s.a), (Hayber arazisini ve
bahçelerini) çıkacak ekin ve meyvenin yarısı karşılığında Hayberlilere ortağa
verdi.[264]
Hadis-i şerif,
müsâkâtın caiz olduğuna delâlet etmektedir. Hanefi uleması arasında, müzâraanın
hukmu ile ilgili ihtilaf bu rada da geçerlidir. Yani müzâraayı caiz görenler müsâkâtı
da caiz görürler. Caiz görmeyenler bunu da caiz görmezler.
Hattâbî, bu hadisin
şerhinde şunları söylemektedir:
"Bu hadis, Râfi'
b. Hadîc'in müzâraayı nehyeden rivayetinin zayıf olduğuna vc müzâraanın
cevazına delâlet eder. İbn Ömer'in bilâhere Râfi'in haberine uyması ihtiyat ve
takvaya mebnidir. Çünkü o Hayber hadisinin ra-visİdir. Hayatta iken
Rasûlullah'ın, sonra da Ebû Bekir ve Ömer'in vefatlarına kadar müzâraayı kabul
ettiklerini bizzat müşahede etmiştir.
Yine bu hadis
Iraklıların, muamele dedikleri müsâkâtın caiz olduğunu gösterir..."
Hattâbî müsâkâtın
tarif ve tasavvurunu verdikten sonra sözlerini şöyle sürdürür:
"Müsâkât
muamelesi fukahanın ekserisince sabittir. Ebû Hanîfe'nin dışında bu muamelenin
bâtıl olduğunu söyleyen birisini bilmiyorum. İki arkadaşı kendisine muhalefet
etmişler ve ulemanın çoğunluğunun dediği ile hükmetmişlerdir.
Âlimler, hangi ağaç ve
meyvelerde müsâkât yapılabileceği konusunda ihtilâf etmişlerdir. Şafiî, sadece
hurma ve üzüm çubuğunda bunu caiz görüyordu. Çünkü onlar tahmin edilebilirler,
meyveleri meydandadır, gözle görülür.
Ebû Yusuf, Muhammed ve
İmam Mâlik; gövdesi olan tüm ağaçlarda müsâkâtın caiz olduğunu söylerler. İmam
Mâlik, karpuz ve acurda da muameleyi caiz görür. Ancak bunun gerçekleşmesi
için çok zor bazı şartlar ileri sürer. Ebû Sevr; hurma, üzüm çubuğu, patlıcan
ve gövdesi olan herşeyde müsâkâtın caiz olduğu görüşündedir..."
Avnü'l-Ma'bûd'da,
hadisteki "meyve ve ekinden çıkana..." cümlesindeki
"ekin"in, müzâraaya delâlet ettiği söylenir. Aynı eserde İmam Mâlik,
Sevrî, Leys, Şafiî, Ahmed ve tüm yeni fakihlerin müsâkâtı caiz gördükleri; Ebû
Hanîfe'nin ise bâtıl saydığı belirtilmektedir.
Müsâkâtın caiz
olduğunu söyleyenler, üzerinde durduğumuz ve bundan sonra gelecek olan
hadisleri delil almışlardır.
Caiz görmeyen Ebû
Hanîfe ağacın vereceği meyvenin mikdarı ve hatta meyvenin çıkıp çıkmayacağı
belli olmadığı için bu muameleyi meçhul bir ücret karşılığında yapılan kiralama
olarak görmektedir. Meçhul bir ücret karşılığında kira akdi caiz olmadığına
göre, müsâkât da caiz olmaz. Ebû Hanîfe'-nin miisâkâtı caiz gören, Hayber
arazisi ile ilgili hadise bakış tarzı, müzâraa ile ilgili babların ilk hadisi
şerhedilirken geçmiştir.
Miisâkâtı caiz
görenlerin, Ebû Hanîfe'nin itirazına verdikleri cevap şöyledir: Müsâkât,
mudârabeye benzer, çünkü her ikisi de elde edilecek kârda ortak olmak üzere,
sermaye bir taraftan, emek karşı taraftan olarak kurulan bir ortaklıktır.
Mudârabede elde edilecek kâr belli olmadığı halde caizdir. Ayrıca kiralanan
bir maldan elde edilecek gelir belli olmadığı halde bu çeşit kiralama da
caizdir. O halde, müsâkâtın caiz olmaması için bir sebep yoktur.
İmam Şafiî; müstakil
müzâraa ile, müsâkât ile birlikte yapılan müzâraa akitlerini farklı
değerlendirmektedir. Bilindiği gibi Şafiî hazretleri müzâraayı caiz görmemekte
idi. Müsâkâtla birlikteki müzâraayı ise caiz görür. Buna göre, bir kimse hurma
bahçesini veya üzüm bağını birisine ortağa verse, buna tabi olarak tarlasını
da ekin ekmek üzere verebilir. Ama içerisinde ağaç olmayan tarlanın sahibi,
tarlasını müzâraa yoluyla ortağa veremez.
fmam Mâlik'e göre ise,
ancak müsâkât için verilen ağaçların dibi mü-zâraaya verilebilir.
Müzâraada olduğu gibi
müsâkâtın sıhhati için de birtakım şartlar vardır. Bu şartlar şunlardır:
1- Müsâkât
için belirli bir müddet tayin edilmelidir. Eğer müddet tayin edilmemişse
müsâkât yine caizdir, ancak ilk meyvenin toplanmasından sonra ortaklık sona
erer.
2-
Tarafların alacakları hisseler şayi olmalıdır. Ama, şu ağaçların meyvesi
senin, şunlarınki benim tarzındaki bir müsâkât caiz değildir.[265]
1- Bahçe
sahibi, özürsüz yere, işçi (ortak) yi işten çıkaramaz (ortaklığa son veremez).
2- İşçi
(ortak) de özürsüz olarak akdi bozamaz.
3- Müsâkât
fasid olduğu takdirde, çıkan meyve ağaç sahibine aittir, âmil (işçi) ecri
mislini alır.
4- Müsâkât
tarafların ölümü ile sona erer.
5- İşçinin
hırsız veya hasta olması, tarla sahibine akdi fesh imkânı veren özürlerdendir.
Müsâkâtla ilgili daha geniş
hükümler için fıkıh kitaplarına başvurulmalıdır. Tüm ayrıntıların burada
verilmesi mümkün değildir. Burada yapabileceğimiz hadisleri izah ve konular
hakkında genel bir malumat vermektir.[266]
3409... İbn Ömer
(r.anhüma)'den rivayet edildi ki: Rasûlullah (s.a), Hayber'in hurmalıklarını ve
arazisini kendi mallarını kullanarak işlemeleri ve bakmaları için Hayber
yahudilerine verdi. Çıkacak meyvenin yarısı Hz. Peygambere ait olacaktı.[267]
Hz. Peygamber (s.a)
Hayber'i fethettikten sonra arazilerini ganimet olarak almıştı. Hayberliler,
kendilerinin tarım sahasında daha mahir olduklarını söyleyerek arazilerin
bakım ve işlenmesine talip oldular. Çıkacak mahsulün yansı Rasûlullah'a,
yarısı da yahudilere ait olacaktı. Ayrıca bahçe ve tarlaların bakımı için
gerekli olan âletler, Hayberliler tarafından temin edilecekti.
Hadis-i şerif,
bahçenin bakımı için gerekli olan çapa, traktör gibi âletler işçi tarafından
olmak üzere yapılan müsâkâtın caiz olduğuna delildir.[268]
3410... İbn
Abbas (r.anhüma)'dan, şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Rasûlullah (s.a),
Hayber'i fethetti; arazinin, beyaz (gümüş) ve sarı (altın) ne varsa hepsinin
kendisine ait olmasını şart koştu.Hayberliler:
"Biz çiftçiliği
sizden daha iyi biliriz. Araziyi (çıkacak) meyvenin yarısı sizin yarısı da
bizim olmak üzere bize ver" dediler. -İbn Abbas, Hz. Peygamber'in bu şart
üzere onlara verdiğini zannetti-.
Hurmaların toplanma
vakti geldiği zaman Rasûlullah (s.a) Abdullah b. Revâha'yı Hayberlilere gönderdi.
Abdullah (ağaçlardaki) hurmayı tahmin etti. Medineliler ona (tahmin etti
manasına gelen "harez" kelimesine) el-haras diyorlardı. Abdullah:
Şu hurma ağaçlarında;
şu kadar, şu kadar hurma var, dedi.
Hayberliler:
Ey Revâha'nın oğlu!
Bize çok söyledin (çok tahmin ettin), dediler. Abdullah:
Hurmayı tahmine ben
yetkiliyim. Söylediğimin yarısını size vereceğim.
Hayberliler:
İşte bu hak, yer ve
gök onunla ayakta duruyor. Biz senin dediğini almaya razıyız, dediler.[269]
Hadis-i şerif, Hayber
arazisinin yahudilere nasıl ortağa verildiğini açıklamaktadır.
Görüldüğü gibi, Hz.
Peygamber (s.a) hurmaların toplanma vakti gelince, Abdullah b. Revâha'yı tek
başına Hayber'e gönderdi. Bu hali bazı âlimler tarafından haberi vahidle amel
etmenin cevazına delâlet sayılmıştır. Abdullah b. Revâha ağaçtaki meyveyi çok
iyi tahmin edebiliyordu.
Abdullah Hayber'e
varınca bahçelerdeki hurmanın mikdarını tahmin etti. Yahudiler bu tahminin
fazla olduğunu ileri sürerek itiraz ettiler. Abdullah bu itiraza tahmininin
fazla olmadığını ima ederek, "tahmin ettiğim hurmanın yansım size
vereceğim" dedi. Yani fazla tahminde bulunmuşsa bunun zararını kendisinin
çekeceğini söyledi. Yahudiler buna razı olup takdir ettiler ve, "yerin ve
göğün adalet üzere durduğunu" söylediler. Yahudilerin bu sözü
söylemelerine sebep olan hadise Muvatta'da şöyle anlatılır:
Yahudiler,
kadınlarının zinetlerinden topladılar ve Abdullah'a: "Bunlar senin,
ölçüyü biraz azalt ve taksimde göz yum" dediler. Buna Abdullah b. Revâha
şöyle karşılık verdi: "Ey yahudiler! Vallahi sizler bana göre Allah'ın
yarattıklarının en kötüsüsünüz. Ben size ne için zulmedeyim ki? Ama sizin bana
teklif ettiğiniz rüşvet zulümdür. Biz onu asla yemeyiz." Bunun üzerine
yahudiler: "İşte gökler ve yer bununla (adaletle) ayakta durur"
dediler.
Abdullah b. Revâha'nın
hurma ağaçlarındaki hurmayı önceden tahmin etmesi iki maksada dayanabilir:
1- Meyveden
yenilmeden önce, ondan verilecek meyvenin hesaplanması. Böylece zekâtının tamı
tamına verilmesi. 3413 numarada gelecek olan hadis buna delâlet eder.
2-
Yahudilerin, hurmaları bölüşülmeden önce koparıp çalmalarım önlemek. Çünkü
onlar müslüman olmadıkları için kendilerinden her türlü melanet beklenir.[270]
1. Gayri
müslimlerle müsâkât (bahçe ortaklığı) caizdir.
2. Ortağa verilen
bahçenin mahsulünün önceden tahmin edilip, ona göre hisse istenmesi caizdir.
3. Karşı
tarafı razı etmek için, tahmin edilen mikdann yarısını işçiye verip kalanını
bahçe sahibinin alması caizdir.
4. Haberi
vahidle amel etmek caizdir.[271]
3411... Bize
Ali b. Sehl er-Remlî haber verdi, bize Zeyd b. Ebî Zerkâ, Ca'fer b. Bürkân'dan,
önceki isnad ve mana ile haber verdi;
Ca'fer, (tahamin etti
manasına); dedi. "Her san ve beyaz" kelimelerinin yanında da,
"yani altın ve gümüş" dedi.[272]
Bu rivayet, yukarıdaki
hadisin bir başka naklidir. Bu rivayette de, “Abdullah b Revâha tahmin etti" denilirken
"tanmin etti manasına "hazera" denilmiş, "haresa"
denilmemiştir. Bir de önceki rivayette "hurmayı tahmin etti"
denildiği htdrîe, burada hurma hiç anılmamış, sadece "tahmin etti"
denilmiştir.
"hazera"
kelimesi Bezlü'l-Mechöd'da "hareza" olarak tesbit edilmiştir.
Ayrıca"her sarı ve beyazın kendisi için olmasını şart koştu"
cümlesinden sonra, san ve beyazı açıklanın sadedinde "yani altın ve
gümüş" ifadesi yer almıştır. Halbuki bu ilâve önceki hadiste mevcut
değildir.[273]
3412... Bize
Muhammed b. Süleyman haber verdi, bize Kesîr -yani İbn Hişâm- Ca'fer b.
Bürkân'dan rivayet etti, bize Miksem'den naklen Meymûn haber verdi:
Rasûlullah (s.a)
Hayber'i fethettiği zaman...
Ravi Kesîr, Zeyd'in
hadisinin benzerini zikretti, (rivayetinde): "hurmayı tahmin etti"[274]
dedi. Ayrıca; (hurmayı tahmine ben yetkiliyim cümlesinin yerine) "Hurmayı
toplamaya ben yetkiliyim; size, söylediğimin yarısını vereceğim" dedi.[275]
Bu rivayet de 3410
no'lu hadisin çok küçük farklılıklarla gelen başka bir naklidir. Senedde de
fark olduğu için, senedi aynen terceme ettik.
Hadisin metnindeki
farklılıklara terceme esnasında ve dipnotta işaret ettik.[276]
3413... Âişe
(r.anha)'dan, şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah (s.a), Abdullah b.
Revâha'yı gönderir, o da olgunlaşınca daha yenilmeden önce hurmaları tahmin
ederdi. Sonra, yahudi-ler bu tahmini almak veya. onu müslümanlara vermek
arasında muhayyer bırakılırlardı.[277]
(Bu), meyveler yenilmeden ve (ihtiyaçlara) sarfedilmeden önce zekâtın tayin
edilmesi içindi.[278]
Tahmin etmek diye
terceme ettiğimiz "el-hars" kelimesi şu manaya gelir: Bahçesini
ortağa veren veya bağdan bahçeden öşür ya da haraç alacak olan görevlinin meyve
veya üzümü dalında iken tahmin edip, karşı tarafı bu mikdarda sorumlu
tutmasıdır.
İmam Mâlik'in
rivayetinde Abdullah b. Revâha'nm, "(Tahmin edilen)-isterseniz sizin olsun
isterseniz benim" dediği kaydedilmektedir.
Abdullah b. Revâha'nm,
dalındaki hurmaları tahmin ettikten sonra, onu almak veya müslümanlara vermek
arasında yahudileri muhayyer bırakmasından maksat şudur: Ağaçtaki hurmaların
mikdarını tahmin eder, sonra da: "İsterseniz bu mikdarın yansını bize
verin, ağaçlardaki hurmayı siz toplayın; isterseniz meyvelerin tümünü biz
alalım, tahmin ettiğimiz mikdarın yarısını size verelim" dedi.
Hz. Âişe'nin
ifadesinden anladığımıza göre, Hz. Peygamber'in Abdullah b. Revâha'yı meyveleri
tahmin için göndermekten maksadı; zekâtını almak için hurmaların mikdarmı
tesbitti. Çünkü yoksulların orada muayyen bir hisseleri yoktu. Meyvelerin
mikdarı tahmin edilmeden kendi haline bırakılması halinde yahudiler yer ve
bundan müslümanlar zarar görürdü.
Zürkanî, Muvatta
şerhinde İbn Rezîn'in şöyle dediğini nakleder: "İsa'ya; İbn Revâha'nın bu
yaptığı; bahçe ortakları veya ortaklar için (meyveyi tahmin edip bölüşmek) caiz
olur mu? diye sordum. Hayır, bunun taksimi sadece ölçek ile olur, ancak ona
ihtiyaçları muhtelif ise hars (tahmin) yoluyla paylaşırlar, dedi." İsa,
Abdullah b. Revâha'nın tahmininin, ona mahsus olduğunu söyler.
Bâcî ise, Abdullah'ın
tahminini şöyle izah eder: "Onun, zekâtın hakkını ayırmak için tahminde
bulunmuş olması muhtemeldir. Çünkü zekâtın verileceği yerler, savaşla zaptedilen
arazinin gelirinin sarfedileceği yerlerden ayrıdır."
Ağaçlardaki hurmanın,
zekât hissesini tayin için değil de, bölüşmek için tahmin edildiği kabul
edilirse bu, meyveyi meyve karşılığında tahminî olarak satmak olur ki, caiz
değildir.
İbn Abdilberr de; Hz.
Peygamber'in Abdullah b. Revâha'yı Hayber hurmalarını tahmine göndermesindeki
maksadın, zekât mikdarını tayin için olduğuna işaretle şöyle der:
"Müsâkâtta meyveyi tahmin etmek ulemanın tümüne göre caiz değildir. Çünkü
müsâkâttaki taraflar (bahçe sahibi ve işçi) birer ortaktırlar. Onun için ancak
meyveyi meyve karşılığında satmanın caiz olduğu bir yolla bölüşebilhier. Aksi
halde bu, müzâbeneye girer."
Müsâkâtta, ortakların
meyveyi tahmin ederek bölüşmelerinin caiz olup olmadığı konusunda farklı şeyler
söylenmektedir. Bezlü'l-Mechûd ta'likın-da, Takrîr'den naklen Hanelilerin
görüşüne şöyle temas edilir. "Müzâraa-nın caiz olup olmayışı konusundaki
ihtilâfdan dolayı âlimlerimiz, tahmine dayanarak taksimin caiz olup olmayışında
ihtilâf etmişlerdir. İmam A'zam, Hz. Peygamber'in Hayberlilere karşı yaptığının
müzâraa değil de haraç olduğunu savunduğuna göre, haraç ve cizye alırken
tahmini esas almayı caiz görüyor demektir. Ona göre, müzâraa ve müsâkâtta ise
tahminle bölüşmek caiz değildir. Diğer âlimler müzâraa ve müsâkâtı caiz
gördüklerine göre, mü-zâraada tahminle taksimi de caiz görürler."
Münzirî bu hadisin
isnadında, bilinmeyen bir adamın olduğunu söyler. Bu şahıs îbn Şihâb ile İbn
Cüreyc arasındadır. Çünkü İbn Cüreyc, "Bana ibn Şihâb'dan haber verildi"
der, fakat kimin haber verdiğini söylemez. Ab-dürrezzak ve Dârekutnî hadisi bu
anılan vasıta olmadan nakletmişlerdir. Ama îbn Cüreyc müdellistir. Hadisi
kuvvetli göstermek için aradaki bilinmeyen kişiyi gizlemiş olabilir.
Avnü'l-Ma'bûd'da, bu
hadiste bilinmeyen bir ravinin bulunduğuna işaret edildikten sonra, hurma ve
üzümlerin tahmininin caiz oluşuna delâlet eden birçok hadis nakledilmiştir.
Bu hadislerden birkaçı
şöyledir:
Attâb b. Üseyd şöyle
demiştir: "Rasûlullah (s.a), insanlara, meyve ve üzüm çubuklarını tahmin
edecek kişi gönderirdi".[279]
Sehl b. Ebî Hasme'den
rivayet edildiğine göre, Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur: "(Meyve)
tahmin ettiğiniz zaman (tahmin ettiğinizi) alınız ve üçte birini bırakınız.
Eğer üçte birini bırakmazsanız dörtte birini bırakınız..."[280]
Câbir (r.a),
Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduğunu haber vermiştir:
"Tahmini hafif
tutunuz, tahminde toleranslı davranınız".[281]
Bu hadisler; hurma,
üzüm ve tahmini mümkün olan meyveleri ağacında iken tahmin edip buna göre
bölüşüimesinin caiz olduğuna delâlet etmektedir.
Ancak yukarıda da
işaret ettiğimiz gibi bazı âlimler; bu hadislerdeki tahminden maksad, araziden
alınacak haraç, zekât ve cizye gibi vergilerle ilgilidir. Ortak olan meyvenin
tahminle bölüşülmesi caiz olmaz, demektedirler.[282]
3414...
Câbir (r.a)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: Allah (c.c), Rasûlüne Hayber'i
nasibetti. Rasûlullah da onları oldukları gibi bıraktı. Hayber'i kendisi
ile.Hayberliler arasında (ortak) kıldı. Abdullah b. Revâha'yı gönderdi,
Abdullah da Hayberlilere (bahçelerin ürününü) tahmin etti.[283]
Câbir (r.a), Cenab-ı
Allah'ın Rasûlüne Hayber'in fethini müyesser kılmasmı şekıinde ifade etmiştir.
Aslında fey', kâfirlerin mallarından müslümanlann eline harpsiz geçen hasıladır.
Câbir'in ifadesi: "Allah'ın, fethedilen memleketler halkının mallarından
Peygamberine verdikleri..."[284]
âyet-i kerimesine işarettir.
Avnü'l-Ma'bûd'da
Zürkanî'den naklen şöyle denilmektedir: "Yani zekâtın hakkını diğerinden
ayırmak için tahmine gönderdi. Çünkü zekâtın sarf yeri ayrıdır. Muhtelif
ihtiyaçlar için gönderdi de denilebilir. Hadis-i şerif, bu maksatlarla ürünü
önceden tahmin etmenin caiz olduğuna delildir. Ulemanın çoğunluğunun görüşü de
bu istikamettedir. Süfyân-ı Sevrî ise bunu hiçbir şekilde caiz görmez. Yine hadis
müsâkâtın cevazına da delildir. Ebû Hanîfe, Rasûlullah'ın; olup olmayacağı
belli olmayan bir şeyi satmaktan meneden hadisine dayanarak müsâkâtı caiz
görmez..."
Zürkanî daha sonra
müsâkâtın hükmü ve caiz olduğu sahalarla ilgili münakaşaları vermektedir. Biz,
daha önce o konuyu gözden geçirdiğimiz için Zürkanî'nin sözünün tamamını
aktarmadık.[285]
3415... Ebû
Zübeyr (el-Mekkî), Câbir b. Abdullah'ı şöyle derken işittiğim haber verdi:
İbn Revâha (Hayber'in
hurmasını) kırk bin vesk olarak tahmin etti.
(Câbir), İbn Revâha
kendilerini muhayyer bırakınca, yahudilerin meyveyi alıp, yirmi bin vesk
borçlandıklarını zannetti.[286]
Bu rivayet
öncekilerden farklı olarak, Hayber hurmalıklarından elde edilecek hurmanın Abdullah
b. Revâha tarafından tahmin edilen mikdarını da vermektedir; bu mikdar 40 bin
vesktir. Bir vesk
Câbir b. Abdullah,
Abdullah b. Revâha'nın yaptığı tahminden sonra, yahudilerin 20 bin vesk (4.000
ton) hurmayı müslümanlara vermeyi kabul edip meyveyi aldıklarım zannetmektedir.[287]
Ebû Dâvûd nüshalarının
bazılarında, "İcâre Kitabı" sözkonusu edilmeden doğrudan doğruya
"Öğretmenin Kazancı Konusu" babı yer almıştır. Böylece bundan sonraki
bahislerde, "Kitabü'l-Bey"in bahisleri içerisinde yer almıştır.
Nüshaların çoğunda ise bu bölümün başında: "Kitabü'l-İcâre" başlığı
yer almıştır.[288]
3416...
Ubâde b. Sâmit'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: Suffe ehlinden bazı
insanlara yazı yazmasını ve Kur'an'ı öğrettim.[289]
İçlerinden birisi de bana bir yay hediye etti.(Kendi kendime);
bu bir mal değildir.
Onunla, Allah yolunda ok atarım. Rasülullah'a gidip sorayım dedim. Varıp;
"Ya Rasûlallah, kendilerine yazı ve Kur'an öğrettiklerimden birisi bana
bir yay hediye etti. O, mal değil, Allah yolunda ondan ok atarım" dedim.
"Eğer boynuna
ateşten bir halka takılmasını istiyorsan, kabul et" buyurdu.[290]
Münzirî, hadisin isnadı
ile ilgili olarak şöyle der: "Hadisin isnadmda Mugîre b. Sa'd -Ebû Hâşim
el-Mevsılî- var. Veki' ve Yahya b. Maîn onun sika (güvenilir) olduğunu
söylemişlerdir. Bir grup âlim ise onun hakkında konuşmuşlardır. İmam Ahmed,
"Hadisi zayıftır, münker hadisler rivayet etmiştir. Hz. Peygamber'den
naklen haber verdiği tüm hadisler münkerdir" demiştir."
Ebû Zür'a er-Râzî de
Muğîre'nin hadisinin deli! alınamayacağını söyledikten sonra, "Ama Ebû
Dâvûd'da, Ubâde'den başka bir yolla da rivayet edilmiştir" der. Ebû
Zür'a'nın işaret ettiği bu rivayet, bir sonraki hadistir.
Hadis-i şerifte Ubâde
b. es-Sâmit (r.a.)'in Suffa ashabından bazılarına Kur'an öğrettiği
belirtilmektedir. Hadisin fıkhı yönüne geçmeden önce suffa ehlinden bahsetmek
istiyoruz.[291]
Suffa, Türkçemizde
"sofa" olarak geçen yüksekçe set, seki manasına gelir.
Mescid-i Nebevî'nin
etrafında üstü örtülü sekiler vardı. Burada kimsesiz fakirler barınırlardı.
Buranın 400 kişi kadar kadrosu vardı. Çıkanların yerine yenileri alınırdı.
Bunlar, Kur'an okumak ve cihad etmekle meşgul olurlar, Hz. Peygamber (s.a.)'in
konuşmalarını dinlerlerdi. Geçimlerini zengin müslümanlarm yardımı ile
sağlarlardı. Şu âyet-i kerime bunlar hakkıda nazil olmuştur:
"(Ey mü'minler!
Sadakalarınızı çok fakirlere tahsis ediniz) ki, onlar nefislerini Allah
yolunda cihad ve gazaya tahsis etmişlerdir. (Bu yüzden) onlar (ticaret için)
yeryüzünde dolaşmaya muktedir olmazlar. Bunların halini bilmeyenler onları
zengin sanırlar. (Habibim!) Sen bu fakirleri simaları (ndaki kansızlıkları) ile
bilirsin. Bunlar halktan (istemeye mecbur olurlarsa) ısrarla istemezler. (Ey
mü'minler!) Bu fakirlere verdiğiniz her sadakayı Allah çok iyi bilir."[292]
Mescid-i Nebevî'nin
etrafındaki sofada yaşayanlara yaşadıkları yere nisbetle Ashab-ı Suffa (Suffa
ashabı) denilirdi. Hz. Peygamber (s.a.) burada yaşayan müslümanlara özel
muallimler tayin eder ve onlara Kur'an okumasını öğretirdi. Bu müslümanlar da
Kur'an okumasını öğrendikten sonra, yeni müslüman olan kabilelere muallim
olarak gönderilirlerdi. İşte Ubâde b. Sâmit de Suffa ashabına kur'an
öğretenlerdendir.
Hadis-i şerifin
zahiri, Kur'an öğretme karşılığında ücret veya hediye kabul etmenin caiz
olmadığına delâlet etmektedir. Kur'an-ı Kerim okuma veya okutma karşılığında
ücret alma konusu birkaç yönden ele alınabilir:
1- Kur'an
okumak, hatim yapmak karşılığında ücret almak,
2- Kur'an-ı
Kerim öğretmek karşılığında;
a) Ücret
almak
b) Hediye
kabul etmek.
3- Hastalara
Kur'an okumak ve karşılığında ücret almak. Şimdi bunları teker teker ele
alalım.[293]
Hadis-i şerifin
şerhlerinde bu konuya pek temas edilmemekte, daha çok Kur'an öğretme
karşılığında ücretin alınıp alınamayacağının münakaşası yapılmaktadır.
Hanefî fıkıh
kitaplarında, ihtilâfa temas edilmeden, Kur'an okuma ve zikir gibi ibadetler
karşılığında ücret almanın caiz olmadığı belirtilmektedir. Hanefî uleması bu
görüşü; "Müslümanlara mahsus olan hiçbir taatte başkasını kiralamak caiz
değildir" kaidesine ve bu konudaki âyet ve hadislere dayandırırlar. Bu
konudaki hadisler, "Kur'an öğretme karşılığında ücret almak" başlığı
altında biraz sonra gelecektir.
İbn Âbidin; Ukûd-u
Resmi'l-Müftî adındaki risalesinde; bazı fıkıh kitaplarında, "Kur'an
okuma karşılığında ücret almanın caiz oluşu müftâbihtir" denildiğini
kaydeder ve bu naklin hatalı olduğunu söyler. Doğrusunun ise, sonraki
âlimlerin; halkın ehemmiyet vermemesi yüzünden Kur'an okuyanın kalmayacağı
endişesiyle Kur'an öğretme karşılığında ücret almanın caiz oluşuna fetva
vermiş oldukları olduğunu kaydeder. İbn Âbidin devamla şöyle der:
"Anılan zaruret
olmadığı halde müteahhirîn (sonraki) âlimlerinin görüşlerinin; mücerred Kur'an
okuma karşılığında ücret almanın cevazı istikametinde olduğu nasıl
söylenebilir? Çünkü devirler geçse ve hiç kimse Kur'an okuması için birini
tutmasa bundan hiçbir zarar gelmez. Aksine asıl zarar, Kur'an okuması için adam
kiralamaktır. Çünkü bu, Kur'an'ı bir kazanç aleti ve ticaret metaı haline
getirmektir. Bu durumda Kur'an okuyan kişi Allah rızası için bir şey okumaz.
Sadece ücret için okur. Bu ise Allah'tan başkası için ibadet etmek manasında
katıksız bir riyadır. Bu durumda müstecir (para verip Kur'ân okutan) in ölüsüne
hediye etmek için beklediği sevap nereden olacak? (Çünkü ölüye sevap
gönderebilmek için önce sevap kazanmak gerekir. Allah için değil de para için
okunan Kur'an karşılığında sevap alınamayacağına göre, ölünün ruhuna
gönderilecek sevap yok demektir.) İmam Kâdî Han; zikir karşılığında ücret
almak, sevap elde etmeye manidir, der. Bunun benzeri ifadeler, müezzinin ücret
alması hakkında Fethu'l-Kadir'de de vardır. Eğer Kur'an okutan müstecir bu
okumanın sevabı olamayacağını bilse okuyana bir kuruş bile vermez. Okuyucular
zikir ve Kur'an vasıtasıyla haram olan dünya metaını toplamaya yönelirler.
Zamanımızda insanlar parayla Kur'an okutmanın en büyük ibadetlerden biri
olduğuna inanmaya başladılar. Halbuki bu en büyük kötülüklerdendir. Ayrıca
bunda yetimlerin mallarını yemek, evlerinde oturmak, bağırarak uyuyanları
rahatsız etmek, def çalıp nağmeler söylemek, kadınların ve çocukların
toplanması gibi daha nice fenalıklar vardır."[294]
İbn Âbidin aynı konuda
bir risale kaleme almış ve bunda meseleyi daha geniş bir biçimde işlemiştir.
Arzu edenler, Şifâu'1-Alîl ve bellu'l-galîl fi hukmi'l-vasıyyeti bi'1-hatemâti
ve't-tehâlîl adınd.aki bu risaleye (Resâil-i İbn Âbidin'in 7. risalesi)
bakılabilir.[295]
Üzerinde durduğumuz
hadisin esas konusu budur. Hattâbî, âlimlerin bu hadisin mana ve te'vilinde ihtilâf
ettiklerini söyleyerek bu konuda dört ayrı görüş nakletmektedir:
1- Kur'an-ı
Kerim öğretmek karşılığında ücret almak hiçbir surette caiz değildir. Zührî,
Ebû Hanîfe ve İshak b. Râhûyeh bu görüştedir, bbu Hanî-fe'nin seçkin talebeleri
Ebû Yusuf ve Muhammed ile Ahmed b. Hanbel, Atâ, Dahhâk b. Kays ve Abdullah b.
Şakîk'ın görüşleri de aynı merkezdedir. Bu görüş sahiplen, üzerinde durduğumuz
hadisin yamsıra şu hadisleri de delilleri arasında saymaktadırlar:
Abdurrahman b.
Şiblî'den Rasûlullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Kur'an'ı okuyunuz. Onun hakkında haddi aşmayınız, ondan uzak kalmayınız,
onu kazanç metaı yapmayınız, onunla mal biriktirme cihetine gitmeyiniz."[296]
İmrân b. Husayn'dan
rivayet edildiğine göre, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kur'an'ı
okuyunuz ve onun karşılığım Allah'tan isteyiniz. Şüphesiz sizden sonra
Kur'an'ı okuyan ve karşılığını insanlardan isteyen bir kavim gelecektir."[297]
Ebu'd-Derdâ, Rasülu
İlah'dan şöyle nakletmiştir: "Kur'an öğretmek karşılığında bir yay alanın
boynuna Allah ateşten bir yay takar."[298]
Süleyman b. Bürde,
babası kanalıyla Rasûhıllah'tan şöyle rivayet etmiştir: "Karşılığında
insanlardan yiyecek temin ederek Kur'an okuyan kişinin yüzü kıyamet gününde
üzerinde et olmayan bir kemik halinde gelir."[299]
Bu görüşte olanlar
Kur'an öğretme karşılığında ücret almayı caiz görenlerin dayanmış oldukları,
tamamına biraz sonra temas edeceğim; "Sizi, senin ezberindeki Kur'an
üzerine evlendirdim" hadisini şöyle izah ederler:[300]
"Bu haberde Kur'an öğretmenin mehir olduğu açıkça ifade edilmiş değildir.
Hz. Peygamber'in o kadını Kur'an bilen zata ikram için mehirsiz olarak evlendirmiş
olması da muhtemeldir. Nitekim Ebû Talha'ya, müslüman olması üzerine Ümmü
Süleym'i nikahlamıştı. (Rasûlullah'ın Kur'an Öğretmeyi mehir yerine saydığı
farzedilirse), mehirle ücretin bir olmadığını söyleriz. Çünkü mehir mutlak bir
ücret değildir, o bir bağıştır. Onun için mehir anılmadan da nikâh caizdir,
mehrin fasid oluşu akdi de ifsad etmez. Ücret ise böyle değildir."
İbn Kudâme; imamet,
müezzinlik ve Kur'an öğretmek gibi hizmetlerde bulunanların geçimlerine yetecek
meblağın hazineden verilmesinin caiz olduğunu söyler. Buna gerekçe olarak da
bu hizmetlerin müslümanların menfaatine, hazinenin de müslümanlar için
olduğunu söyler.
2- Hasenü'l-Basrî,
İbn Şîrîn, Şa'bî, Atâ, Mâlik, Şafiî ve Ebû Sevr; Kur'an öğretme karşılığında
ücret almanın caiz olduğu görüşündedirler. Bunlar Bu-harî'deki
"Karşılığında ücret aldığınız vazifelerin en haklı olanı, Allah'ın kitabı
mukabilindeki ücrettir." hadisine dayanırlar. Hanefîler, bu hadisten maksadın,
Kur'an ile dua edip karşılığında ücret alma olduğunu söylerler.
Seni b. Sa'd'ın şu
hadisi de bu görüşte olanların delillerindendir: Rasûlullah (s.a.)'a bir kadın
gelip; "Ya Rasûlallah, ben kendimi sana bağışladım (beni kendine
nikâhla)" dedi ve uzun müddet ayakta bekledi. Bunun üzerine bir adam
kalkıp; "Ya Rasûlallah! Senin ona ihtiyacın yoksa bana nikâhla" dedi.
Hz. Peygamber (s.a):
"Ona mehir olarak
vereceğin bir şey var mı?" diye sordu.
Şu izarımdan başka bir
şeyim yok.
"İzarını
verirsen, izarsız kalırsın, başka bir şey ara."
Hiçbir şey
bulamıyorum.
"Demir bir yüzük
bile olsa bir şey ara."
Adam arandı fakat bir
şey bulamadı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a): "Yanında (ezberinde)
Kur'an'dan bir şey var mı?”
Evet -isimlerini
sayarak- şu, şu sûreler var, dedi.
"O halde sizi
Kur'an'dan ezberindekiler karşılığında evlendirdim." buyurdu.
Bir rivayette Hz.
Peygamber'in adama; "Ona yirmi âyet öğret, senin carındır" buyurduğu
beyan edilmektedir.
Kur'an öğretme
karşılığında ücret almayı caiz görenler, bu rivayetteki nehri ücrete kıyas
ederler. İzah etmekte olduğumuz Ubâde hadisini ise şöy-e te'vil etmektedirler:
Ubâde'nin yaptığı önceden bir teberru idi. O, Kur'an öğretirken herhangi bir
ücret ve karşılık istememişti. Onun için Hz. Peygamber Jbâde'yi, sevabı
kaçırmaması için ücret almaktan sakındırdı. Ubâde'yi, s.e-?abi kaçırmaması için
ücret almaktan sakınırdı. Ubâde'nin bu konuda ta-cib edeceği yol, birisinin
kaybolan.hayvanını bulup karşılıksız olarak sahibine veren ve denizde kaybolan
malını çıkartıp sahibine iade edenin yolu-lur. Onun bu işleri karşılıksız
olarak yaptıktan sonra ücret alması caiz delildir. Ama, daha hayvanı bulmadan
veya denizdeki malı çıkarmadan önce icret almayı şart koşarsa bu caizdir.
Bu görüş sahiplerinin
dayandığı diğer bir haber de, bundan sonraki babda gelecek olan Ebû Saîd
el-Hudrî hadisidir. Bu hadisin delil oluşu ve karşı gö-üşte olanların cevabı
orada gelecektir.
Hanefî mezhebindeki
bazı müteahhirîn (sonraki) âlimler de, insanların Kur'an'a karşı ilgilerinin
zayıfladığını gözönüne alarak Kur'an öğretme karalığında ücret almanın caiz
olduğuna fetva vermişlerdir. Ancak bugün için söyle bir durum sözkonusu
değildir. Çünkü binlerce kur'an kursu ve İmam Hatip Okulunda devletin görevli
memurları Kur'an öğretmekte ve bunun için devletten maaş almaktadırlar. İsteyen
herkes bu görevlilerden Kur'an öğrenebilmektedir.
3- Bazı
âlimlere göre, Kur'an öğretme karşılığında ücret almak birkaç /önden ele
alınmalıdır:
a) Eğer
müslümanlar arasında Kur'an-ı Kerim öğretebilecek durumda 3İan kişiler birden
fazla ise, o zaman Kur'an öğreten kişi ücret alabilir. Çünkü m durumda öğretmek
onun için farz olarak taayyün etmemiştir.
b) Eğer bir
yerde Kur'an öğretebilecek başkası yoksa o zaman alamaz. Birbirleri ile çelişki
arzeden hadisler de bu anlayışa göre te'vil edilebilir.[301]
el-Muğnî ve
İ'lâu's-Sünen'deki ifadelere göre; önceden pazarlık yapılmaması şartıyla Kur'an
öğretene hediye vermek caizdir.Çünkü bu,hibehük-mündedir. Kur'an öğretme gibi
bir konu olmadan hediye vermek nasıl caizse, Kur'an öğrettikten sonra da
caizdir. Hz. Peygamber (s.a); Übeyy (r.a.)'in, kendilerine Kur'an öğrettiği
kişilerin yemeğinden -özellikle kendisi (Übeyy) için hazırlanmamışsa- yemesini
caiz görmüştür.
Bu görüşte olanlar,
yay hadisini (şerhi ile meşgul olduğumuz hadis) şöyle açıklarlar: Ubâde, Suffa
ashabına sırf Allah için Kur'an okutuyordu. Onun için Rasûlullah onun alacağı
ecirde bir noksanlığın olmamasını istedi, Suffa ashabı fakir oldukları için;
onlardan mal almanın mekruh, yardımda bulunmanın müstehap olduğunu ileri
sürerek, Hz. Peygamber'in Ubâde'yi yayı almaktan menettiğini söyleyenler de
vardır.
Bazı âlimler, Kur'an
öğretme karşılığında hediye kabul etmenin de mekruh olduğu görüşündedirler.
İbn Kudâme bu görüşe temas etmekte ama kimlere ait olduğundan
bahsetmemektedir.[302]
Bu konu bundan sonra
gelecek olan babda müstakil olarak ele alınacaktır.[303]
1. Kur'ân-i
Kerim öğretme karşılığında ücret almak caiz değildir. Bu, imam Ebu Hanıre,
Ahmed b. Hanbel, Ebû Yusuf ve İmam Muhammed'in görüşüdür. İmam Şafiî, İmam Mâlik
ve Hanefîlerin müteahhirîn ulemasına göre ise caizdir.
2. Kur'an
okumak ve hatim karşılığında ücret almak caiz değildir. Bu konuda değişik bir
görüşe rastlayamadık.
3. Kur'an
öğreticisine, önceden şart koşulmaması ve hocanın talebi olmaması şartıyla
hediye verilmesi dört mezhebe göre de caizdir.
Bahsimizin sonuna
Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarîh'i terceme ve şerheden Prof. Kamil
Miras'ın hafızlara ve okuyucularına hitaben kaleme aldığı bir yazıyı
sadeleştirerek vermek istiyoruz. Kamil Miras şöyle diyor:
"Âciz muharrir,
bir Buhari hizmetkârı olarak, selef ulemanın nassa dayanan ictihad yollarını
takip ve sonraki âlimlerin istihsan yollarından ayrılmak kanaat ve mevkiinde
bulunuyorum. Size de selefin yolunu takib etmenizi tavsiye ederek derim ki;
yukarıda terceme ettiğimiz hadisi şeriflerin bize ilham ettiği hakikate göre
Rasûlullah (s.a.) Efendimiz, Kur'an-ı Azimü'ş-Şân'ın bir ticaret malı gibi
kiralamaya tabi tutularak horlanmasını istemiyor. Maddi hayatımızdaki şartlar
eda ve istîfadan yüce bulunması ve böylece Allah kelâmının yüce mevkiinde ve
hürmette tutulması Şâri'in arzusudur. Bu yüce gayenin gerçekleşmesi için
Kur'an-ı Kerim'in yüce şanına izafetle hafızların sadece Allah'ın kerem
hazinesine ihtiyaçlarını arzetmelerini tavsiye etmiştir. Hafızların Kur'an
okumak üzere kiralanarak, halka el açmaktan tenzih ederek, sadece Kur'an
okunduktan sonra verilecek hediyeyi kabul etmelerine müsaade buyurmuştur.
Bütün bu tavsiyelerden hedeflenen tek gaye Kur'an'ın ve Kur'an hamilleri
(hafızlar)nin saygıya değer tutulmasıdır. Ey hafızlar! Ramazanda ve diğer
günlerde hatm-i şerif veya diğer bir dini görev için davet edildiğiniz zaman
Kur'an-ı Kerim'in pek haklı olarak üzerinizde taşıdığınız paha biçilmez yükünü,
itibarını koruyunuz; bazılarının yaptığı gibi üç aşağı beş yukarı pazarlığa
girmeyiniz. Bu hem sizin hem de Kur'an'ın şeref ve itibarını zedeler.
Sayın okuyucularım!
Hatm-i şerif ve dinî bir vazifenin ifasına davet ettiğiniz hafızlarımızı bir
işçi durumuna düşürüp, pazarlığa mecbur etmeyiniz. Hz. Kur'an'ın üstün şanına
yakışır bir hediye ile karşılayınız..."[304]
3417... Cenâde
b. Ebî Ümeyye, Ubâde b. Sâfnit'ten, önceki hadisin benzerini rivayet etmiştir.
Önceki rivayet daha ükemmeldir.
(Bu rivayette
öncekinden farklı olarak şu ifadeler yer almıştır):
- Ubâde der ki:-
Ya Rasûlallah, bu konuda
ne diyorsun? dedim.
"Omuzların
arasına, (boynuna) takındığın -veya astığın- bir kor" buyurdu.[305]
İbnu'UMünzir, bu
rivayetin isnadında Bakiyye b. el-Velîd'in bulunduğunu ve birçok alımın onu
tenkid ettiğini söyler.
Önceki rivayette konu enine
boyuna açıklanmıştır, burada tekrarına gerek yoktur.[306]
3418 ... Ebû
Saîd el-Hudrî (r.a.)'den, şöyle (dediği) rivayet edilmiştir:
Rasûlullah (s.a.)'ın
ashabından bir grup bir sefere çıktı ve Arap kabilelerinden birisinin yanında
konakladı. Onlardan kendilerini misafir etmelerini istedik . Kabiledekiler ise
misafir etmekten kaçındılar. (O esnada) kabilenin reisini akrep .soktu. Onun
için her şeyle şifa aradılar ama hiçbir şey fayda vermiyordu. Bunlardan
bazıları:
Şu yanınıza konaklayan
kafileye gitseniz, belki onların birinde arkadaşınıza fayda verecek bir şey
vardır, dediler. Bunun üzerine birkaç kişi (kafileye gelip):
Reisimizi akrep soktu;
kendisi için her çareye başvurduk fakat hiçbir şey fayda vermiyor. Sizden
birinizin yanında arkadaşımıza şifa verecek bir şey, yani rukye (dua) var mı?
diye sordular.
Kafileden bir adam (ki
o Ebû Saîd'dir):
Ben dua ederim ama
sizden bizi misafir etmenizi istedik, fakat siz misafir etmekten kaçındınız.
Onun için ben de şimdi benim için bir ücret tayin edinceye kadar dua etmiyorum,
dedi.
Bunun üzerine onun
için bir sürü koyun kararlaştırdılar, o da hastaya gelip üzerine Fatiha
sûresini okudu ve üfledi. Nihayet adam iyileşti, sanki bağından kurtulmuş
(hayvan) gibi idi. (Kabile reisi) kafileye anlaştıkları ücreti verdi.
Kafiledekiler; "Sürüyü paylaşınız" dediler. Okuyup dua eden (Ebû
Saîd) ise;
Rasûlullah'a gidip de
meseleyi danışmadıkça yapmayınız, dedi. Onlar da Rasûlullah'a gidip hâdiseyi
anlattılar. Rasûluilah (s.a):
"Onun
(Fâtiha'nın) bu kadar tesirli bir dua olduğunu nereden bildiniz? İyi
yapmışsınız, sizinle birlikte bana da bir pay ayırınız" buyurdu.[307]
Haberin İbn Mâce'deki
rivayetinden anladığımıza göre Hz. Peygamber (s.a)'in gönderdiği kafile otuz
kişi idi. Anılan kabile reisinin hastalığını Fatiha okuyarak tedavi eden zat da
bizzat ravi Ebû Saîd el-Hudrî idi. Yine İbn Mâce'nin rivayetinde, kabilenin Ebû
Saîd'e ücret olarak verdikleri koyun sayısı da otuz tane idi. Ebû Saîd,
Fâtiha'yı yedi kere okumuştu.
Hadisin diğer bazı rivayetlerinde
ise, anılan hastanın asabı bir hastalığa tutulmuş ve zincire vurulmuş bir deli
olduğu belirtilmektedir.
Hadis-i şerif rukyenin
ve rukye karşılığında ücret almanın caiz olduğuna delâlet etmektedir.
Rukye: Hastanın
iyileşmesini istemek için, Kur'ân-i Kerîm okumak, Allah'ın isimleri ve
sıfatlarını anmak suretiyle dua etmektir. Başka bir izaha göre rukye; bir ağrı,
korku, şeytan veya sihirden kurtulmak için okunan sözlere denilir.
Hadis-i şerif iki
önemli konuya işaret etmektedir:
1- Hastalara
Kur'an okumak konusu,
2- Kur'an
okuma karşılığında ücret almak meselesi. Şimdi bu konulan teker teker ele
alalım:
1- Hastalara
şifa bulmaları için Kur'an-ı Kerim okumak meşrudur, hatta bu sünnettir. Hz.
Peygamber (s.a)'in, kendisine yapılan bir sihiri yeni nazil olan Felâk ve Nas
sûrelerini okuyarak çözdüğü ve bu hâdisenin anılan sûrelerin nüzul sebebi
olduğu rivayet edilmektedir.
Fatiha sûresinin
isimlerinden ikisi Sûretü'ş-Şifa ve Sûretü'ş-Şâfiye'dir. Rasûluilah (s.a) bir
hadisinde, "Fatiha sûresi, ölümün dışında, tüm dertlere şifadır"
buyurmuştur. Şüphesiz Fatiha sûresinin şifa oluşu, onun hastaya okunması
suretiyledir. Sadedinde olduğumuz hadis-i şerifte de Hz. Peygamber (s.a)'in
Kur'an okuyarak hastalığı tedavi eden müslümanları tasvio etmesi; "İyi yapmışsınız"
buyurması, rukyenin (Kur'an okuyup dua ederek şifa aramanın) caiz olduğuna
delildir. Âlimlerin bunun caiz oluşunda icma halinde oldukları nakledilmiştir.
Gerçi Sahih-i Müslim'in tıp, hastalık ve rukye bölümünde; rukye yapmayan ve
yaptırmayanların hesaba çekilmeden cennete gideceklerine dair bir hadis
rivayet edilmektedir. Ama âlimler bu hadisin rukyenin yasaklığma delâlet
etmediğini söylerler. Nevevî, bu hadiste tas-vib edilmeyen ve terki övülen
rukyeden maksadın, manası bilinmeyen sözlerle yapılan veya kâfirlerin
yaptıkları rukye olduğuna işaret eder.
el-Mâzirî şöyle
demektedir: "Rukye, Kur'an ve Allah'ın zikri ile yapıldığı takdirde
caizdir. Fakat, yabancı bir dil ve manası bilinmeyen sözlerle yapılırsa caiz olmaz.
Çünkü bu tür rukyelerde küfrü gerektiren şeyler bulunabilir."
Bazı âlimler de
rukyenin yasaklığma delâlet eden hadise şöyle bir izah getirmektedirler:
a)
Rasûluîlah (s.a) önce rukyeyi yasaklamış, sonra buna izin vermiş, hatta kendisi
yapmıştır. Yani rukyeyi meneden hadis mensuhtur.
b) Yasak
olan rukye, -yukarıda temas edilen- manası-bilinmeyen sözlerle yapılan
rukyedir.
c) Rukyenin
yasak oluşu, her türlü şifanın Allah'tan olduğunu unutup şifayı kendi nefesinde
görenlerle ilgilidir. Yoksa Allah (c.c)'a dua eden, şifayı ondan bekleyen,
okuduğu Kur'an ve yaptığı zikrin bereketiyle Allah'a sığınan kişinin yaptığı
rukyede mahzur yoktur.
Bu hadisten, hastaya
Kur'an okuduktan sonra üflemenin meşru olduğu anlaşılmaktadır.
Bu yazdıklarımızdan,
"Hastaları doktor yerine üfürükçüye götürmeli, hastalıkları ilaç yerine
nefesle tedavi ettirmeli" gibi bir mana çıkartılmasın. Şüphesiz
organizmadaki çeşitli bozukluklardan meydana gelen hastalıkları teşhis tabibin
işidir ve bu bozuklukları tedavinin yolu da onlarda müessir olan ilaçlardır. O
halde, hastanın başvuracağı makam tabip, tedavi için uygulayacağı usul,
tabibin tavsiyesidir. Fakat unutulmamalıdır ki, derdi de dermanı da veren
Allah'tır. Onun izni olmadan en basit bir hastalık tedavi edilemez. Eğer
tedavinin esası sadece tıp olsaydı, tıbbın tüm inceliklerini bilip uygulayan
tıp adamlarının hastalanıp ölmemeleri gerekirdi. Oysa durum öyle değildir.
Ayrıca Kur'an'ın bereketini, duanın faziletini ve bunların hastaya vereceği
psikolojik tesir ve morali de kenara atmak, bunu inkâr etmek mümkün değildir.
Üfürükçülüğü meslek haline getirmemek ve Kur'an'ı kazanç aracı yapmamak
şartıyla ihlâs ve samimiyetle bir hastaya Kur'an okuyup iyileşmesi için dua
etmenin karşısında olmamak gerekir. Ama Kur'an ve dua ile hiç ilgisi olmayan
sözler mırıldanıp üflemek ve bununla para kazanmak, kadınları kızları kötü
arzularına âlet etmek, kağıt üzerine acaip şekiller çizip anlaşılmaz şeyler
yazıp muska diye satmak müslümana yakışan bir davranış değildir, bunun dinle
diyanetle alâkası yoktur. Böyle yapanların da hocalıkla en ufak bir ilgileri
mevcut değildir. Gerçek ilim erbabından, böyle bir davranış İçinde olan ne
duyulmuş ne de görülmüştür.
2- Hadisten
istinbat edilen ikinci önemli konu da hastanın iyileşmesi için Kur'an okumak
karşılığında ücret almak meselesidir.
Hastaya Kur'an okuma
karşılığında ücret almak caizdir. Bu konuda herhangi bir ihtilâf
nakledilmemiştir. Kur'an okumak ve okutmak karşılığında ücret almayı caiz
görmeyenler, bunun bir ibadet oluşunu ve parayla ibadet etmenin caiz olmayışı
prensibini esas almışlardır. Hastaya Kur'an okuyanın maksadı ise ibadet
değildir.
İmam Nevevî bu hadisi
şerhederken şöyle demektedir: "Bu hadis, Fatiha ve zikirle rukye etmenin
caiz olduğuna ve bunda bir mekruhluğun bulunmadığına açıkça delâlet
etmektedir. Aynı şekilde bu hadis, Kur'an öğretme karşılığında ücret almanın
cevazına da delildir. Bu Şafiî, Mâlik, Ahmed, İs-hak, Ebû Sevr ve selef
(önceki) ve halef (sonraki) âlimlerin görüşüdür. Ebû Hanîfe ise, Kur'an
öğretmek karşılığında ücret almayı menetmiş, hastaya okumak karşılığındaki
ücreti ise caiz görmüştür."
Nevevî'nin işaret
ettiği gibi; bazı müctehidler bu hadisin aynı zamanda Kur'an öğretme
mukabilinde ücret almanın cevazına delâlet ettiğini savunmuşlardır. Biz 3416
no'lu hadisi izah ederken bu konuyu tartışmış ve Kur'an öğretmek karşılığında
ücret almayı caiz görmeyenlerin bu hadise bakış açılarına ileride temas
edeceğimizi söylemiştik. Şimdi bu konuya kısaca temas edelim:
İbnü'l-Cevzî, üzerinde
durduğumuz Ebû Saîd hadisi ile Kur'an öğretmek karşılığında ücret almayı
yasaklayan hadisler arasında varmış gibi görünen çelişkiye şu üç yolla cevap
vermektedir:
a) Ebû Saîd
eî-Hudrî'nin, reislerine dua ettiği Arap kabilesi kâfirdi, onların mallarını
almak caizdir.
b)
Misafirperverlik, onların vazifesi oluduğu halde, onlar bir İslam birliğini
misafir etmemişlerdi.
c) Dua halis
bir ibadet değildir. Dolayısıyla dua karşılığında ücret almak caizdir.
Kurtubî; dua ve şifa
için Kur'an okumak karşılığında alınan ücreti, Kur'an öğretmek karşılığında
alınan ücretle kıyaslamayı uygun görmemektedir.
Hanefî âlimlerinden
Tahavî, "İçerisinde Kur'an âyetleri bulunsa bile dua ve şifa için Kur'an
okumak karşılığında ücret almak caizdir. Çünkü insanların birbirleri için dua
etmeleri vazifeleri değildir. Fakat Kur'an okumasını bilenlerin bilmeyenlere
öğretmeleri dinî bir vazifedir." der.
Hadisin sonunda, Ebû
Saîd'in, Kur'an okuyarak hastanın iyileşmesine vesile olması karşılığında
aldığı koyun sürüsünü, kafilede bulunanların bölüşmesi için Rasûlullah'ın emir
verdiği görülmektedir. Bu taksim bir borç değildir. Çünkü hak Ebû Saîd'indir.
Rasûlullah (s.a) bunu, üstün bir ahlakî tezahür olarak söylemiştir.
Efendimizin, "Bana da bir hisse ayırın" buyurması, onların
gönüllerini yatıştırmak, şüphelerini def etmek içindir.[308]
1.
Hastalara, Kur'an okuyarak, Allah'ın isimlerini anarak ve dua ederek şifa
dilemek caizdir
2. Hasta
için Kur'an okuduktan
sonra hastanın üzerine üflemek
meşrudur.
3. Hasta
için Kur'an okumak karşılığında ücret almak caizdir.
4. Bir
kimsenin sırf kendi hakkı olan ücreti arkadaşları ile paylaşması caizdir.[309]
3419... Bize
Hasen b. Ali haber verdi, bize Zeyd b. Harun haber verdi, bize Hişâm b. Hassan,
Muhammed b. Sîrîn'den rivayet etti. Muhammed, kardeşi Ma'bed b. Sîrîn'den o da
Ebû Saîd el-Hudrî vasıtasıyla bu (önceki) hadisi haber verdi.[310]
Bu rivayet önceki
rivayetin değişik bir ravi silsilesi tarafından şeklidir Musannif, isnaddaki
farklılığa işaret için
bu rivayeti almıştır.[311]
3420... Hârice
b. es-Salt, amcasından[312]
rivayet ettiğine göre:
O (Hârice'nin amcası)
bir kavme uğradı. Kavimdekiler onun, yanma gelip;
Şüphesiz sen o zat
(Hz. Peygamberdin yanından hayırlı bir şey getirmişsindir, bizim için şu adama
rukye yap, dediler ve kendisine iplerle bağlı deli bir adam getirdiler.
Hârice'nin amcası
sabahlı akşamlı üç gün adama Fatiha sûresini okudu. Sûreyi her bitirişinde
tükrüğünü biriktiriyor sonra da tükürü-yordu. Adam sanki kösteğinden kurtulmuş
gibi oldu, (iyileşti). (Delinin arkadaşları) rukye yapan zata (ücret olarak)
bir şey verdiler. Adam, Rasûlullah (s.a)'a gelip durumu haber verdi.
Efendimiz (s.a):
"Ye, ömrüme yemin
ederim ki, kimileri bâtıl bir rukye ile yerler, sen ise hak bir rukye ile
yersin." buyurdu. [313]
Bu hadis-i şerif de
hastanın iyileşmesi için Kur'an okuyup dua etmenin caiz olduğuna delâlet
etmektedir. Bu konuyu önceki hadisin şerhinde izah ettiğimiz için burada
tekrar girmeyeceğiz. Sadece iki hususa dikkat çekmek istiyoruz:
1- Hz.
Peygamber (s.a) bu hadiste, "Ömrüme yemin ederim ki" buyurmuş, yani
ömüre yemin etmiştir. Aslında bu çeşit bir yemin müslümanlar için caiz
değildir. Rasûlullah'm bu şekilde yemin etmesini Tıybî iki şekilde izah eder:
a) Hz.
Peygamber (s.a)'e bu şekilde yemin etmesine izin verilmişti. Bu onun
özelliklerindendir. Çünkü Cenab-ı Allah onun hayatına yemin ederek; "Ey
Muhammed, ömrüne yemin olsun ki onlar sarhoşlukları içinde bocalayıp
duruyorlardı."[314]
buyurmuştur.
b) Allah
(c.c), kendisine ikram olmak üzere sadece Hz. Peygamber (s.a)'in hayatı için
yemin etmiştir, başka hiçbir kimse için yemin etmemiştir.
2- Hz.
Peygamber (s.a) Fatiha okuyarak hasta tedavi eden ve bunun karşılığında ücret
alan zata, "Onu ye, kimileri bâtıl rukye ile yiyorlar, sen ise hak bir
rukye ile yersin" buyurmuştur.
Bâtıl rukyeden maksat;
yıldızları anmak, yıldızlardan ve cinlerden yardım dilemek suretiyle yapılan
rukyedir.[315]
3421...
Râfi'-b. Hadîc(r.a), Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Hacamat eden
(kafadan kan alan) in ücreti pistir, köpeğin satışı karşılığında alınan para
pistir, fahişenin zina karşılığı aldığı ücret pistir."[316]
Hadiste üç tür
kazancın pis olduğuna işaret edilmiştir. "Pis" diye terceme
ettiğimiz “habîs" kelimesi, hem
haram hem de mekruh olan şeyler hakkında kullanılmaktadır. Bu mananın tayini,
diğer deliller ve maksatlar gözönüne alınarak yapılır. Aynı şekilde emir sigası
da bazen vücub, bazan nedb, bazan ibahaya delâlet eder. Sığanın bu manalardan
hahagisine delâlet ettiği karîneler yardımıyla bilinir. İşte buradaki
"habîs = pis" kelimesi de, hem haramlığa hem de kerahete delâlet
edebilir.
Hadiste pis olduğu
belirtilen üç kazanç türü şunlardır:
1- Hacamat
ücreti:
Hacamat, başın arka
tarafının çizilip kanatılması ve bu kanın bir boru vasıtasıyla emilip
çıkartılması yoluyla yapılan kan alma şeklidir. Bu şekilde kan alan kişiye
"haccâm" tabir edilir. Günümüzde "kan alma" denildiği
zaman, şırınga ile ve modern yollarla kan alma akla geldiği için, tercemede kelimenin
aslını kullanmayı uygun gördük.
Yukarıda da işaret
ettiğimiz gibi, kan alma karşılığında ücret almak habistir. Bu habis (pis)
likten maksadın ne oludğunda ihtilâf edilmiştir.
Bazı hadis uleması,
maksadın haramlık olduğu görüşünü ileri sürerek kan alma (hacamat) karşılığında
ücret almanın haram olduğu görüşünü savunmuşlardır. Ayrıca el-Hâzimî'nin Ebû
Hureyre (r.a)'den rivayet ettiği şu hadis de bu görüş sahiplerinin delilidir:
"Fahişenin mehri (ücreti) ve kan alıcının ücreti zulümdür."
Ulemanın cumhuru ise
kan alma karşılığında alman ücretin helâl olduğu görüşündedir. Bunlar aşağında
gelecek olan İbn Abbas ve Enes b. Mâlik hadislerini delil almışlardır. O
hadislerde Hz. Peygamber (s.a)'in kafasından kan aldırdığı ve kanı alan şahsa
ücret verdiği çok açık bir şekilde dile getirilmiştir.
Cumhur, üzerinde
durduğumuz hadisteki hubsu (pisliği), yapılan işin düşüklüğünden dolayı
tenzîhen mekruha hamletmişlerdir. Çünkü kan almak düşük bir iştir, Allah (c.c)
şerefli işleri sever. Ayrıca müslümanlann ihtiyaç anında birbirlerine yardımcı
olmaları görevleridir. Demek oluyor ki kan alma karşılığında ücret almak caiz,
ancak tenzîhen mekruhtur.
Tahavî, kan alma
karşılığında üciet almanın caiz olmayışına işaret eden bu hadisin mensuh
olduğunu söyler. Şevkânî ise, bu konuda neshe delâlet eden bir delil
bulunmadığını belirterek Tahavî'nin görüşünü kabul etmez.
Haram olan kan alma
ücretinin, alınan kanın satılması karşılığında alınan ücret olduğunu söylemek
de mümkündür. Nitekim cahiliye devrinde kanı yiyorlardı. Dolayısıyla yemek için
kan satın alınması akla uzak bir şey değildir. Ancak bu izah pek uygun
görülmemiştir.
Kan alma karşılığında
ücret almanın pis oluşuna ve helâl oluşuna delâlet eden hadisler arasındaki
çelişkiyi gidermede en makbul yol, buradaki pislikten maksadın tenzîhen mekruh
olduğu şeklindeki izahtır.
2- Köpeğin
satışı karşılığında alınan para. Bu konuda üç görüş vardır:
a) Ulemanın
cumhuruna göre; ister av köpeği olsun ister başka bir köpek, ister eğitilmiş olsun
ister olmasın her türlüsünün satışı karşılığında alınan bedel haramdır. Bunlar
bu konuda varid olan hadislerin m ut Ia4o oluşunu gözönüne almışlardır. Çünkü
Hz. Peygamber (s.a), köpeğin satışı karşılığı alınan paranın haram olduğunu
ifade ettiği birçok hadisinde av köpeği ve sokak köpeği diye bir ayırım
yapmamıştır. Üzerinde durduğumuz hadisin yanı sıra şu hadislerde de Efendimiz
mutlak olarak, köpeğin bedelinin haram olduğunu beyan buyurmuştur:
"Rasûlullah
(s.a); kan karşılığı alınan parayı, köpek karşılığı alınan parayı ve fahişenin
kazancını haram kıldı. Dövme yapan ve yaptırana, faiz yiyen ve yedirene, resim
yapanlara lanet etti."[317]
"Rasûlullah
(s.a), köpeğin satışı karşılığı alınan paradan, fahişenin ücretinden ve
kâhinin aldığından nehyetti."
Rasûlullah (s.a),
köpeğin satışı karşılığında para almayı men etti ve; "Eğer köpeğin
bedelini almaya gelirse avucuna toprak doldur*' buyurdu.[318]
Bu hadisler, köpeği
satmanın sahih olmadığına, köpek satışı karşılığında alınan paranın caiz
olmadığına delildir. Aynı şekilde bu görüş sahilerine göre; başkasının köpeğini
öldüren kişi onun kıymetini ödemez. Ebû Hureyre, Hasan-ı Basrî, Rabîa, Evzaî,
Hakem, Hammâd, Şafiî, Ahmed, Dâvûd ve İbnü'l-Münzir bu görüşü
benimseyenlerdendirler.
b)
Hanefîlere göre, ister talimli olsun ister olmasın her türlü köpeğin satışı
caizdir, karşılığında alman para helâldir. Ancak Ebû Yusuf'tan talim edilmemiş
olan ısıran köpeklerin satışının caiz olmadığı rivayet edilmiştir.
Bu görüş sahiplerinin
delilleri:"Rasûlullah (s.a), av veya çoban köpeği dışındaki köpeklerin
satışını menetti" manasındaki hadistir. Ayrıca köpek, avcılıkta ve
bekçilikte kullanılan bir hayvandır. Satışı nehyeden hadisler, İslâm'ın ilk
günleri içindir. Arapları, eskiden beri ittihaz ettikleri köpek beslemek alışkanlığından
uzaklaştırmak içindir.
c) Ata ve
Nehaî'ye göre, sadece av köpeğinin satışı caizdir, diğerlerinin satışı caiz
değildir.
İmam Mâlik'ten, köpek
satışının haram, sahih ve mekruh olduğuna dair üç görüş rivayet edilmiştir.
Sahih olmadığı tarzındaki görüşünde telef edenin kıymetini vermesi gerektiğini
söyler.
3- Fahişenin
zina karşılığında aldığı ücret: Fahişenin aldığı ücret hadiste
"mehir" olarak ifadelendirilmiştir. Çünkü, kadının kendisini bir
erkeğe teslim etmesi karşılığında aldığı ücret şeklen mehre benzemektedir.
Çünkü kadın, kendisini kocasına teslim karşılığı mehir alır.
Fahişenin aldığı ücret
haramdır. Bunda tüm âlimler icma etmişlerdir. Çünkü haram bir işin karşılığında
alınan ücret de haramdır.[319]
Kan alma ve köpek satma
karşılığında ücret almak pistir. Konu yukarıda, izah edilmiştir. Fahişenin zina
karşılığı aldığı ücret haramdır. Bunda ittifak vardır.[320]
3422... İbn
Muhayyisa'nın, babasın (Muhayyisa) dan rivayet ettiğine göre;
O (Muhayyisa) kan
alıcı (haccâm) olarak kiralanma konusunda Rasûlullah'tan izin istedi, ama
Rasûlullah bundan nehyetti. Muhayyisa ise sormaya ve izin istemeye devam etti.
Nihayet RasûİuIIah (s.a) ona:
"Onu (kan alma
karşılığı aldığın ücreti), devene Ve kölene yedir" emrini verdi.[321]
Tirmizî hadis için;
"Hasendir" der. İbn Mâce de "Haram b. Muhayyisa babasından
rivayet etti demiştir.
Hadis-i şeriften
anladığımıza göre, Muhayyisa adındaki sahâbînin mesleği hacamat yoluyla kan
almaktı. Bu zat kan almak için kiralanıp, karşılığında ücret almak için Hz.
Peygamber (s.a)'den izin istedi fakat Efendimiz, bunun düşük bir meslek olması
dolayısıyla izin vermedi. Muhayyisa'y* bu düşük meslekten uzaklaştırıp şerefli
bir iş tutmasını sağlamak istiyordu. Ama onun ısrarlı müracaatları sonucu, ücretle
kan almasına izin verdi ama aldığı ücreti devesine ve kölesine yedirmesini
emretti.
Avnü'l-Ma'bûd'daki
ifadeye göre; Hz. Peygamber (s.a)'in, kan alma karşılığında alınan ücreti deve
ve köleye yedirmeyi emretmesi onların şereflerinin söz konusu olmamasından
dolayıdır.
Nevevî; bu hadisin,
kan almak karşılığında ücret almanın cevazına delil olduğunu söyler. Çünkü eğer
bu ücret haram olsaydı Hz. Peygamber (a.s) bunu kölesine yedirmesini
emretmezdi. Çünkü efendinin helâl olmayan bir şeyi kölesine yedirmesi caiz
değildir.
Ahmed b. Hanbel ve bir
grup âlim, bu hadisin zahirini alarak kan alma ücretinin köle için caiz
olduğunu, hür için ise caiz olmadığını söylerler. "Kan alma mesleği hürler
için mekruh, köleler için caizdir. Kişinin hacamat karşılığı aldığı ücreti
kendi ihtiyacına sarfetmesi haram, kölesine veya hayvanına yedirmesi
caizdir." derler.[322]
3423... İbn
Abbas (r.anhüma)'dan, şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah (s.a) kan
aldırdı ve kan alana ücretini verdi. Eğer onu haram bilseydi vermezdi.[323]
3424... Enes
b. Mâlik (r.a)'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: Ebû Taybe, Rasûlullah
(s.a)'dan kan aldı. Efendimiz ona bir sa' hurma verilmesini, ailesine de ondan
haracını hafifletmesini emretti.[324]
Ebû Taybe'nin ismi
Nâfi'dir. Müslim'in rivayetinden anlaşıklığına göre bu şahıs Beni Beyaza nm
kölesi idi.
Haraç kelimesi bu
hadiste, efendinin, kölesinin kendisine her gün ödemesini kararlaştırdığı
paradır. Bu hadiste adı anılan Ebû Taybe'ye efendileri her gün üç sa' hurma
getirmesini kararlaştırmıştı. Hz. Peygamber (s.a)'in emri ile bu ücret günlük
bir sa'a indirilmiştir.
Bu iki hadis, kan
aldırmanın ve kan alma karşılığında ücret almanın caiz olduğuna delildir. Bu
konu önce geçen hadislerde işlenmiştir.[325]
3425... Ebû Hâzim,
Ebû Hureyre (r.a)'nin şöyle dediğini duymuştur:
Rasûlullah (s.a),
cariyelerin kazancından nehyetti.[326]
Cariyelerin yasaklanan
kazancı fuhuş yoluyla elde ettikleri, kazançtır.
Hattâbî bu hadisin
şerhinde şöyle demektedir:
"Mekkeli ve
Medinelilerin, kendilerine her gün belirli bir ücreti getirmek zorunda olan
cariyeleri vardı. İnsanlara hizmet ederlerdi; ekmek yaparlar, su taşırlar ve
başka işler yaparlardı. Böylece efendilerine vermeleri gereken vergiyi
kazanırlardı. Cariyeler bu yerlere gidip, bu işlerle uğraşınca -belirli bir
ücret ödemek zorunda oldukları için- kendilerinin bir kötülük yapmamalarından
emin olunamazdı. Onun için Rasûlullah (s.a) cariyelerin kazancından
kaçındırmıştır. Onların hangi yoldan kazanç sağladıkları bilinmediği takdirde,
kazançları öncelikle yasaktır."
Bu ifadelerden de
anlaşıldığı gibi, cariyelerin caiz olmayan kazançları, fuhuş yoluyla olanıdır,
meşru yollarla elde edileni değil.
Günümüzde kölelik ve
cariyelik müesseseleri ortadan kalktığı için konuyu uzatmaya gerek duymuyoruz.[327]
3426...
Târik b. Abdurrahman el-Kuraşî'nin rivayet ettiğine göre; Râfi' b. Rifâ'a,
Ensar'ın bulunduğu bir meclise geldi ve:
Bugün Rasûllah (s.a)
bizi bazı şeylerden nehyetti; Râfi' bazı şeyleri saydı- deyip devamla,
parmaklarıyla (üç parmağı ile) işaret ederek; ekmek yapmak, ip eğirmek ve yün
ditmek gibi eli ile yaptıklarının dışında cariyenin kazancından nehyetti,
dedi.[328]
3427...
Râfi' b. Hadîc (r.a)'den şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Rasûiullah (s.a) bizi,
nerede kazandığı bilinmedikçe cariyenin kazancından nehyetti.[329]
Bu iki rivayetten
açıkça anlaşıldığı gibi cariyenin menedilen kazancı, meşru olmayan yollarla
elde ettiğidir. Ama el emegı alın teri ile elde ettiği kazancı helâldir, bunda
herhangi bir sorumluluk yoktur.
Hz. Peygamber'in
cariyenin kazancı konusunda bu derece titiz davranmasına sebep, bazı cahiliye
devri araplarının cariyelerine fuhuş yaptırarak para kazanmalarıdır. Efendimiz,
eskiden kalma bu kötü âdeti ortadan kaldırmak ve bir daha dönülmesini engellemek
için cariyenin meşru yollar dışında elde ettiği gelirin helâl olmadığını beyan
etmiştir.[330]
3428... Ebû
Mes'ud (r.a)'dan rivayet edildiğine göre; Rasûlullah (s.a), köpeğin satışı
karşılığı alınan parayı, fahişenin ücretini ve kâhinin (kehânete karşı) aldığı
ücreti nehyetti.[332]
Bu hadis-i Şerifte Rasûlullah (s.a) üç çeşit kazancın
caiz olmadığını belirtmiştir. Bunlardan ilk ikisi daha önce incelenmişti. Burada
sadece üçüncüsünden, kâhinin aldığı ücretten bahsedeceğiz. Önce kâhin
kelimesinin araplar arasında hangi manalarda kullanıldığını görelim, kâhin;
1- İleride
olacak olan hadiseleri bildiğini iddia edip onlarla ilgili haberler verendir.
Araplar arasında ileride olacak hadiseleri bildiklerini iddia eden birçok kâhin
vardı. Bunlar, cinlerden adamları olduğunu ve onların kendilerine haber
verdiklerini iddia ederlerdi.
2- Kendilerine
verilen bir kabiliyetle gizli şeyleri anladığını iddia edenlerdir.
3- Olayların
sebeplerine ve ön bilgilerine dayanarak gizli şeyleri bildiklerini iddia
edenler; bunlar faili bilinmeyen hırsızlıkların faillerini, zina ithamı
altında tutulan bir kadının zina edip etmediğini bildiklerini söylerler.
4- Bazıları,
yıldızlara bakarak olacak hadiseleri haber veren müneccimlere de kâhin derler.
Tabii bugün rasathanelerde hassas ve modern âletlerle gök cisimlerinin
hareketlerini inceleyip hesaplar yapan bilim adamlarına ve ilmî yollarla hava
tahminlerinde bulunan meteoroloji uzmanlarına kâhin denemez.
Avnü'l-Ma'bûd'daki
Aliyyü'1-Kârî ve Hattâbî'ye nisbet edilen ifadelere göre hadisteki nehiy iki
şeye şamildir:
a) Yukarıda
maddeleştirilen ve kâhin kelimesinin ifade ettiği manalar altına giren tüm
hareketler, bunların hiçbiri caiz değildir. Dolayısıyla bu hareketler
karşılığında alınan ücret ve bahşişler de haramdır.
b)
Kâhinlerin haber verdikleri bilgilere inanmak da caiz değildir. Günümüzde
çeşitli yollarla tatbik edilen falcılık için de hüküm aynıdır.
İster yıldız, ister
kahve falı olsun ya da başka bir usule dayansın, falcılık yapmak ve fala
inanmak kesinlikle caiz değildir. Gaybı Allah'tan başka hiçbir kimse bilemez.
Fala inanmak, Allah korusun kişiyi imanından edebilir. Kur'an-ı Kerim'in birçok
âyetinde gaybı sadece Allah'ın bildiğine dikkat çekilmiştir. Bunlardan
birkaçını hatırlayalım:
"Gaybın
anahtarları kendi yanındadır. Onları Allah'tan başka hiç kimse bilmez."[333]
"Hiçbir kimse
yarın ne kazanacağını bilmez..."[334]
"De ki: Göklerde ve yerde gaybı Allah'tan başka bilen yoktur."[335]
Dinimiz bir tek fal şekline müsaade etmiştir. O da tefe'üldür; hadiseleri iyiye
yorumlamaktır. İşitilen bir sözü hayra yormaktır. Büreyde'nin rivayetine göre
Rasûlullah (s.a), bir işe göndereceği kişinin isim veya vardıkları yerin ismi
ile tefe'ülde bulunur, bunları iyiye yorardı. Bu şekilde bir tefe'ül en
entellektüel kişilerde de bulunan bir özelliktir. Müslümanlar, girişecekleri
bir işin sonucunun hayır mı şer mi olacağı konusunda bir gönül rahatlığı elde
etmek için istihare yaparlar. İstihare konusu daha önce işlenmiştir. Tabii
tefe'ül dediğimiz şey bugünkü manasıyla fal sayılmaz.[336]
Köpek satışı, fuhuş ve
kâhinlik caiz değil, bunlar karsıngında alınan ücret de haramdır. Daha önce de
belirtildiği gibi köpeğin satışının cevazına delâlet eden deliller de vardır.
Hanefîler köpeği satmanın caiz olduğu istikametinde içtihatta bulunmuşlardır.
Fuhuş ve kâhinlik ücretinin ve bunları yapmanın caiz olmayışında hiçbir
ihtilâf söz konusu değildir.[337]
3429... İbn
Ömer (r.anhüma) şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a), erkek hayvanın menisi
(döllemesi) karşılığında
ücret almayı nehyetti.[338]
Hadis-i şerif, dişi
hayvanları döllemek için boğa, koç, at gibi erkek hayvan kiralamanın ve bu
kiralama karşılığında ücret almanın caiz olmadığına işaret etmektedir. Çünkü bu
kiralamada bir aldanma söz konusudur. Bir defa erkek hayvanın dişi hayvana
aşacağı kesin belli değildir. Aşsa bile dölleyip döllemeyeceği bilinemez. Çünkü
her aşmanın döllenmeyi gerektirdiği söylenemez.
İşte ulemanın büyük
çoğunluğu, hadis-i şerifi ve kiralamadaki aldanma durumunu gözönüne alarak
döllemesi için hayvan kiralamanın bâtıl olduğu görüşündedirler.
İmam Mâlik ise dişi hayvanlara
aşması için belirli bir müddet için erkek hayvan kiralamanın caiz olduğunu
söyler. Bazı Mâlikîler de erkek hayvan kiralamayı süt anne kiralamaya
benzeterek, ihtiyaca ve maslahata binaen caiz olduğunu söylerler. Hattâbî,
Hasen ve İbn Sîrîn'in de bunu caiz gördüklerini söylemektedir.
Şüphesiz dişi hayvanı
olan herkesin bir boğaya, bir koça sahip olması mümkün değildir. Ücretle boğa
kiralamak da caiz olmadığına göre bunların hayvanları nasıl aşılanacaktır?
Şüphesiz bunun yolu iare, yani bir ücret şartı koşulmadan, erkek hayvanın
sahibinin hayvanını vermesidir, fakat erkek hayvan sahipleri buna razı olurlar
mı? Çünkü damızlık hayvanın güçlü, iyi cins ve sıhhatli olması gerekir. Bu da
epey bir masrafla mümkündür. Dolayısıyla hayvan sahiplerinin bunca masraf
ederek besledikleri erkek hayvanlarını karşılıksız olarak vermeleri her zaman
beklenemez. O halde çare nedir:
1- Ya İmam
Mâlik'in içtihadı ile amel edilip, erkek hayvan bir günlüğüne, 2 saatliğine
gibi belirli bir müddet için kiralanacaktır.
2- Ya da
hiçbir ücret konuşulmadan erkek hayvan sahibi hayvanını verecektir. Dişi
hayvan sahibi de dölleme işi bittikten sonra hediye kabilinden bir şeyi
diğerine verir. Bunu almanın hiçbir sakıncası yoktur. Böylece hem tüm âlimlerce
caiz olan bir yolla hayvanın aşılanması sağlanmış, hem de erkek hayvan
sahibinin eline bir şeyler geçmiş olur.[339]
3430... Ebû
Mâcide'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: Bir kölenin kulağından biraz kestim
-ya da kulağımdan birazı kesildi-.[340] O
esnada Hz. Ebû Bekir (r.a) hacdan gelmişti. Onun yanında toplandık. Ebû Bekir
bizi Ömer b. el-Hattâb'a havale etti. Ömer (r.a):
Bu mikdar (kulağın
kesilen kısmı) kısas mikdarına ulaşmış. Kısas yapması için bana bir haccâm
(kan alıcı) çağırın, dedi.
Haccâm çağırılınca Ömer
şöyle dedi:
Rasûlullah. (s.a)'ı
şöyle derken işittim:
"Ben teyzeme,
kendisi için bereket olacağım umarak bir köle hediye ettim ve ona; köleyi kan
alıcıya, kuyumcuya ve kasaba verme dedim."
Ebû Dâvûd dedi ki:
Abdül-A'/â,' İbn İshak'ın; "İbn Mâcid, Benî Sehm'den bir adamdır"
dediğini Ömer b. el-Hattâb'dan rivayet etti.[341]
Metinde görüldüğü
üzere ravi; Ebû Mâcide'nin mi bir kölenin kulağını kestiği yoksa Ebû
Mâcide'nin-kendi kulağının mı kesildiğinde şüphe etmiştir. Birinci ihtimal daha
kuvvetli görülüyor. Kulağından bir bölümü kesilenle kesen kişi meseleyi Hz.
Ebû Bekir'e arzetmiş-ler, o da hüküm vermesi için Hz. Ömer'e göndermiş, Hz.
Ömer (r.a) kesilen kısmın kısası gerektirecek kadar olduğunu görünce kısası
uygulaması için kan alıcılık yapan ve haccâm denilen birisini çağırtmış, o
esnada da Rasûlullah (s.a)'dan duyduğu bir hadisi haber vermiştir.
Hz. Ömer'in
bildirdiğine göre Hz. Peygamber, teyzesine bağışladığı bir köle çocuğun, sanat
öğrenmesi için kan alıcı, kuyumcu ve kasabın yanma vermemesini istemiştir. Buna
sebep kan alıcılık ve kasaplık mesleklerinin pisliğidir. Çünkü her iki
meslekte de kan bulundğu için bundan kaçınması pek kolay olmaz. Ayrıca kan
alıcılık daha çok düşük seviyelerin yaptıkları bir iştir. Nitekim günümüzde de
kalburculuk, sepetçilik gibi meslekler düşük sayılır.
Kölenin kuyumcuya
verilmemesini istemesindeki hikmet için şerhlerde şöyle denilmektedir:
"Kuyumcunun sanatına hile karışabilir. Ayrıca (kullanılması yasak olan)
altın ve gümüş kaplar, erkekler için zinetler yapabilir. Yapacağı işleri teslim
konusunda asılsız va'dlere ve yalanlara dalabilir."
Şüphesiz Hz.
Peygamber'in köleyi bu sanatlara verilmemesini istemesi bu sanatların haram
olmasını gerektirmez. Kan alıcılığın caiz olduğu daha önce izah edilmişti.
Kasaplık ve kuyumculuk meslekleri insanların son derece muhtaç oldukları
mesleklerdir. Kan bulaşma ihtimalinden veya hile yapılması endişesinden dolayı
Hz. Peygamber'in bu meslekleri yasaklaması düşünülemez. Kuyumcunun altın ve
gümüş kaplar veya erkekler için altından zinet yapması uygun olmayabilir. Ama
bunları yapmak mecburiyetinde değildir.[342]
1. Hacdan
dönen kişiyi ziyaret meşrudur.
2. İhsanlar,
aralarındaki husumetleri mahkeme kanalıyla çözme yolunu aramalıdırlar.
3. Hâkimin
hüküm esnasında taraflara nasihat etmesi, bilgi vermesi caizdir.[343]
3431... Bize
Yusuf b. Musa haber verdi, bize Seleme b. Fazl rivayet etti, bize İbn İshak,
Alâ b. Abdurrahman (el-Hurakî)'dan rivayet etti. O da İbn Mâcide es-Sehmî vasıtasıyla
Ömer (b. el-Hattâb)'dan, o da Rasûlullah (s.a)'dan; (önceki) hadisin benzerini
rivayet etti.[344]
3432... Bize
Fazl b. Yakub haber haber verdi, bize Abdül-A'lâ, Muhammed b. İshak'tan haber
verdi. Bize el- AHâ b. Abdurrahman (el-Hurakî), İbn Mâcide es-Sehmfden haber
verdi. O dâ Ömer b. el-Hattâb (r.a) vasıtasıyla Rasûlullah (s.a)'den o (önceki)
hadisin mislini haber verdi.[345]
Bu iki rivayet de
önceki hadisin isnad ve metin bakımından farklı rjvayetleridir lsnaddaki
farktan dolayı senetleri
aynen aldık.[346]
3433...
Salim, babasın (Abdullah b. Ömer)'dan Rasûlullah (s.a)'m şöyle buyurduğunu
rivayet etmiştir:
"Bir kimse, malı
olan bir köleyi satarsa, müşteri şart koşmamışsa mal satıcıya aittir. Yine bir
kimse aşılanmış bir hurma ağacını satarsa, meyvesi -müşteri kendisi için
olmasını şart koşmamışsa- satıcıya aittir."[347]
İşaret edilen
kaynaklarda, hadisin birbirinden küçük farklarla ayrılan çeşitli rivayetleri
vardır. Ayrıca hadisin sadece . köle satışıyla ilgili bölümü NâfT kanalıyla Hz.
Ömer'den, sadece hurma üe ilgili bölümü de İbn Ömer'den ve Nâfi' kanalıyla
rivayet edilmiştir.
Hadis âlimleri bu
rivayetleri tercih konusunda farklı görüşler benimsemişlerdir. Buharî, Ali b.
el-Medinî ve İbn Abdilberr; Sâlim'in üzerinde durduğumuz rivayetini; Müslim,
Nesâî ve Dârekutnî ise Nâfi'in yukarıda işaret ettiğimiz rivayetlerini tercih
etmişlerdir,
Hadis-i şerif hüküm
itibariyle iki konuyu ihtiva etmektedir:
1- Elinde
malı olan bir köle satıldığı takdirde, mal satıcıya aittir. Ama müşteri
pazarlık ederken malı da birlikte satın almayı şart koşmuşsa o zaman mal
müşterinin olur.
Aslında konu ,
ulemanın görüş birliği halinde oldukları bir mesele değildir. İyi anlaşılması
için etraflı bir izah gerekir. Ama kölelik ortadan kalktığı ve meselenin
pratiği olmadığı için biz sözü uzatmıyoruz.
2- Dalında
meyve olan aşılanmış bir hurma ağacı satılırsa, ağaçtaki hurma satıcıya aittir.
Ama müşteri hurmanın kendisi için olmasını şart koşmuşsa hurma müşterinin olmuş
olur.
Hattâbî bu hadisin
şerhinde şu bilgiyi vermektedir: "Hadisten anlaşılıyor ki aşılamak,
meyvenin asla tabi olması konusunda bir sınırdır. Eğer ağaç aşılanmışsa meyve
ağaçtan ayrılmış demektir. Anasından ayrılmış olan yavruya benzer. Dolayısıyla
bizatihi kastedümedikçe asla tabi olarak satışa girmez. Aşılanmamışsa, meyve
ağacın dalı mesabesindedir. Ağacın dalı, ağacın satışına girdiği gibi,
aşılanmamış hurma ağacının hurması da satışa girer ve müşteriye ait
olur..."
Hattâbî bundan sonra,
aşılamanın nasıl yapıldığım tarif eder ve satılan hurmanın kime ait olacağı
konusunda âlimler arasındaki ihtilâfa işaret eder. Buna göre, konu ile ilgili
üç görüş vardır:
a) Ağaç
aşılanmamışsa, meyve ağaca tabidir. Aşılanmışsa, satışa girmez. Ama müşteri
şart koşarsa müstesna. Bu görüş, Mâlik, Şafiî ve Ahmed b. Hanbel'e aittir.
Bu görüş hadisin
zahirine uygundur.
b) Ağaç
ister aşılı olsun ister aşısız, meyve ağacın satışına girmez, satıcıya aittir.
Müşteri meyvenin kendisine ait olmasını şart koşmuşsa müşterinin olur. Bu görüş
Hanefîlerin ve Evzaî'nin görüşüdür. Hanefîler bu görüşlerini şu hadise
dayandırırlar: "Bir kimse içerisinde hurma ağacı olan bir araziyi satın
alırsa, meyve satıcıya aittir. Müşteri meyveyi kendisi için şart koşarsa
başka." NasbıTr-Râye'de, hadisin bu lafızla garib olduğu söylenir. Hanefîler
bu meseleyi ekine kıyas ederler.
c) Ağaç
ister aşılı olsun ister aşısız, ister şart koşulsun ister şart koşulmasın
satılan ağacın meyvesi müşteriye aittir. Bu görüş de İbn Ebî Leylâ'ya aiıdr.[348]
1. Malı olan
bir köle satıldığı takdirde, müşteri için olması şart koşulmamışsa, mal
satıcıya aittir.
2. Dalında
meyve olan aşılı bir ağaç satılırsa meyve satıcınındır. Ama, şart koşulduğu
takdirde müşterinin olur.[349]
3434... İbn
Ömer, (babası) Hz. Ömer (r.a) vasıtasıyla Rasûlullah (s.a)'dan (yukarıdaki
hadisin) köle ile ilgili bölümünü rivayet etti.
Nâfi', İbn Ömer
(r.anhüma) kanalıyla Hz. Peygamber (s.a)'den (yukarıdaki hadisin) hurma ağacı
ile ilgili bölümünü rivayet etti.
EbûDâvûd; "Zührî
ve Nâfi, dört hadiste ihtilâf ettiler. Bu, onlardan birisidir" dedi.[350]
3435...
Câbir b. Abdullah'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Rasûlullah (s.a):
"Bir kimse, malı
olan bir köleyi satarsa, o mal satıcıya aittir. Ama müşteri (kendisi için) şart
koşmuşsa müstesna." buyurdu.[351]
Bu üç rivayetten ilk
ikisine, daha önceki hadisi izah ederken işaret etmiştik. Câbir'den rivayet edilen üçüncü hadisin
senedinde bilinmeyen biri vardır. Çünkü hadisi Câbir (r.a)'den işitip nakleden
zâtın ismi bilinmemektedir. Onun için hadis makbul sayılmaz.
Görüldüğü gibi bu
hadiste de, elinde malı olan bir kölenin satılması halinde malın satıcıya ait
olacağı, ama müşteri için şart koşulmuşsa müşterinin olabileceği ifade
edilmektedir.[352]
3436...
Abdullah b. Ömer (r.anhüma)'dan rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a) şöyle
buyurmuştur:
"Bazınız
bazınızın satışı üzerine satışta bulunmasın. Mallar çarşıya indirilinceye
kadar (onları) karşılamayınız."[353]
Hadis-i şerife göre Hz.
Peygamber (s.a), alışverişle ilgili iki şeyi men etmiştir:
1- Yapılan
bir satışı bir başkasının bozup kendi malını satmasıdır. Bu mesele şu şekilde
tasavvur edilir: İki kişi bir malı alıp satma konusunda anlaşırlar, fiatta
.ıiutabakat sağlarlar. Fakat daha meclis muhayyerliği varken üçüncü bir şahıs
gelir, müşteri için daha avantajlı şartlarla kendi malım satmak ister. Böylece
müşteri önceki akdi fesheder. Bu durumda satıcı zarara uğrar. İşte Hz.
Peygamber (s.a)'in yasakladığı budur. Ama, iki kişi pazarlık halinde iken,
henüz alım satım gerçekleşmeden bir başkası araya girip kendi malını satmak
isterse bu caizdir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) açık artırma yoluyla bir çul ve
maşraba satmıştır.
2- Şehre
getirilmekte olan malları daha şehir dışında iken karşılayıp satın almak,
onların şehire girmesine engel olmak. Hz. Peygamber (s.a)'in bunu
yasaklamasının iki önemli hikmeti vardır:
a) Üreticiyi
korumak: Genellikle yollara çıkıp ticarî kafileleri karşılayanların maksadı,
üreticinin elindeki malı ucuza almaktır. Çünkü köyden gelen üretici şehirdeki
fiatı bilemez. Özellikle, kendilerini karşılayan tacirler pazardaki fiatları
gizler veya olduklarından daha az gösterirlerse, üreticinin aldanması daha
fazla olur.
b)
Tüketiciyi korumak: Çünkü şehre gelen malı yolda karşılayanın maksadı, fazla
kâr etmektir. Dolayısıyla bu durumda olan kişi üreticiden aldığı malı elinden
geldiği kadar pahalıya satmak isteyecektir. Ayrıca tüccarın üreticilerin
mallarını yollarda kaşılayıp satın alması tekelciliğe sebep olur. Serbest
rekabete engel olur. Fiatların düşmesinde önemli payı olan rekabet imkânı
ortadan kalkınca fiatlar artar, bundan da tüketici zarar görür.
Bilindiği gibi
dinin.'z, kişinin hem dünya hem de âhiret hayatına hita-beder. Bazan dünya
hayatının dizenini sağlayacak şeyleri, uhrevî müeyyidelerle disipline eder.
İşte burada da, gerek üretici olsun gerek tüketici olsun bütün halkın, dünya
nenfaatım ilgilendiren bir konu uhrevî bir müeyyide ile kontrol edilmektedir. O
müveyyide, Hz. Peygamber'in emrine karşı gelmenin doğuracağı sonuçtur. O da en
azından kerahattır.
Âlimlerimiz;
üreticileri şehir dışında karşılayıp, mallarını ta orada satın almanın dinî
açıdan mahzur olduğunda müttefik oldukları halde, hukukî açıdan bu alışverişin
geçersiz olduğunu söylememektedirler. Hattâbî, âlimlerin bu konudaki
görüşlerini şöyle özetler:
"Bazı âlimler,
üreticileri şehir dışında karşılamayı mekruh görmüşlerdir. Mâlik, Şafiî, Ahmed
b. Hanbel ve İshak bu gruptandır. Onlardan, bu satışın fasid olduğunu söyleyen
hiç kimseyi bilmiyorum. Ancak, Şafiî bu durumda hadisin zahirine bakarak,
satıcının muhayyer olduğunu söyler. Zannediyorum Ahmed de aynı görüştedir. Ebu
Hanîfe, şehir dışında mal karşılamayı mekruh görmez ve satıcı pazara geldiği
zaman ona muhayyerlik de tanımaz..."
Hattâbî'nin
ifadesinden Ebu Hanîfe'nin, sanki şehir dışında mal karşılamayı normal gördüğü
izlenimi edinilmektedir. Oysa gerçek öyle değildir. Hidâye'de, Hanefilerîn bu
konudaki görüşleri şöyle dile getirilir:
"Şehire gelen
malı yolda karşılamak yasaklanmıştır. Bu, şehir halkına zarar verdiği zamandır.
Ama zarar vermezse mahzur yoktur. Ayrıca tacir, mal getirenlerden çarşıdaki
fiatları gizlerse yine mekruhtur. Çünkü bunda hem aldatma hem de zarar verme
sözkonusudur."
İbnii'l-Hiimâm da
şöyle der:
"Şehir dışında
mal karşılamanın iki şekli vardır:
a) Zahire
alıcıları, kıtlık senesinde şehre mal getirenleri karşılarlar. Maksatları,
daha sonra şehir halkına pahalı satmaktır.
b) Mal
getirenler şehirdeki fiatları bilmedikleri için, tacirler onları karşılarlar
ve daha ucuza satın alırlar. Şafiî'ye göre; tacirler bunu kasden yapmışlarsa
isyan etmiş olurlar. Ama tesadüfen şehir dışına çıkmış ve orada şehre mal
getirenlere rastlamışlarsa bunun günah olup olmadığında iki görüş vardır.
Onlardaki kuvvetli görüşe göre bu da günahtır. Ama bize göre yasak, ya şehir
halkına zarar vermek ya da fiatları gizlemekle kayıtlıdır. Halka zararı yoksa
ve fiatlar gizlenmemişse bu hareketin mahzuru yoktur."[354]
1. Bir
kişjnin pazarlığı arasına girip, onun satışına manı olarak kendi malını satmak
caiz değildir.
2. Tacirlerin,
şehir dışına çıkıp, şehre mal getiren tüketicilerin malını yolda satın
almaları, onların pazara girmelerine engel olmaları caiz değildir.[355]
3437... Ebû
Hureyre (r.a)'den rivayet edildiğine göre; Rasûlullah (s.a), şehre satılmak
için getirilen malı, yolda karşılamayı nehyetmiştir. Eğer müşteri malı
karşılar da satın alırsa, mal sahibi şehre geldiği zaman muhayyerdir, (isterse
satışı feshedebilir).
Ebû Ali der ki:
Ebû Davud'un şöyle
söylediğini işittim: "Süfyân; bazınız bazınızın sarışı üzerine satışta
bulunmasın sözünün manası; bende on liraya ondan daha iyisi var,
demesidir."[356]
Buharî'deki bir
rivayette bu mana şu şekilde ifade edilmiştir: "Rasûlullah (s.a) (malı
yolda) karşılamayı ve şehirlinin köylü için satmasını nehyetti."
Şehirlinin köylü için satmasından maksat, onun malını daha pahalı satmak için
aracı olmasıdır. Nehye sebep, piyasada pahalılığın baş göstermesidir.
Bu hadiste Hz. Peygamber
(s.a), mal sahibinin şehre gelip de fiatları öğrendiği zaman yaptığı satışı
feshedebileceğini söylüyor. AIiyyü'1-Kârî; bunun, önceki satışın geçerli
olduğuna delil olduğunu, çünkü fasit bir satışta muhayyerlik düşünülemeyeceğini
söyler.
İbnü'l-Hacer de şöyle
der: "Kendi sattığı fiat piyasa fiatının üstünde veya ona eşitse bu
durumda iki yön vardır: Bir açıdan hadis mutlak olduğu için muhayyerlik
vardır". Ama esah olan, aldatma olmadığı için muhayyerliğin
olmamasıdır."
Konunun daha geniş
izahı önceki hadisin şerhinde geçmiştir.[357]
3438... Ebû
Hureyre (r.a), Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
satın almayacaksanız,
müşteri kızıştırmak için fiat artırmayınız."[358]
"Kişinin bir malı
satın almak istemediği halde müşteriler arasına girip fiat yükseltmesi"
manasını veren ibare sadece bir kelimedir. Bu kelime "necş" dir.
Türkçede kelime olarak karşılığı yoktur. Onun için mefhum tercemesi
yapılmıştır.
Hattâbî bu hadisin
şerhinde şöyle demektedir:
"Necş; bir
kimsenin satılan bir malı görüp satın almak istemediği halde fiatını
yükseltmesidir. Bunu, müşterileri kızıştırmak, fiatı artırmak için yapar. Bu
harekette malı satın almak isteyenleri kandırmak ve emrolunan nasihati
terketmek vardır. Âlimler, necşin akdi ifsad etmediğinde hemfikirdirler. Ancak
bazı âlimler, fiat yükselticinin bunu satıcının izni ile yapması halinde
müşterinin muhayyer olduğunu söylerler."
Nevevî de şunları
söyler: "Satın alma niyeti olmadığı halde fiat yükseltmek icma ile
haramdır, satış ise sahihtir. Eğer satıcı durumdan haberdar değilse günahı fiat
yükseltene aittir. Fakat bu, satıcının muvafakati ile olmuşsa her ikisi de
günahkâr olur. İster satıcının muvafakati olsun ister olmasın, müşterinin
satışı feshetme muhayyerliği yoktur. Çünkü o aldanma konusunda
kusurludur."
İmam Mâlik'den bu
satışın bâtıl olduğu şeklinde bir görüş nakledilmiştir.
Yukarıda da beyan
edildiği gibi bu yolla yapılan bir satış dinen mahzurludur Ancak, hukuken
geçerlidir.[359]
3439...
Tâvûs, İbn Abbas (r.anhuma)'ın şöyle dediğini rivayet etti:
Rasûlullah (s.a);
şehirlinin bedevi namına (malını) satıvermesini nehyetti.Tâvûs dedi ki:
(İbn Abbas'a);
şehirlinin bedevi namına (mal) satması nedir, (bu nasıl olur)? dedim.
Onun için simsarlık
yapmaz, karşılığını verdi.[360]
Bedevi: çölde yaşayan,
hayvancılıkla geçinen kişidir. Ticaretten ve şehir hayatından pek anlamaz.
Simsar: Kastalânî' nin belirttiğine göre; "dellâl" karşılığınadır.
Feth'de ise; önceleri kayyım ve koruyucu manasına olduğu, daha sonra ise
başkası namına alım satımda bulunan kişi için kullanıldığı belirtilir:
Hattâbî; hadisteki,
"satmaz" diye terceme ettiğimiz fiilinin, hem satmak hem de satın
almak manalarına geldiğini kayderek, hadisin; şehirlinin bedevi namına hem
satış yapmasını hem de satın almasını yasakladığını söyler.
Hadis-i şerif;
şehirlinin, bedevinin malını satıvermesinin caiz olmadığına delâlet
etmektedir. Bu yasaktaki hikmet, hem şehir halkının hem de bedevinin zararına
engel olmaktır. Bugün köyden şehire mal getiren köylü veya taşradan büyük
şehirlere mal getirip, simsarların eline düşen taşralı da bedevi hükündedir.
Şevkânî'nin belirttiğine göre, hadiste bedevinin tahsis edilişi, o zamanki
çoğunluğa binaendir. Piyasa fiatlarını bilmeyen herkes bedevi hükmündedir.
Mâlikîler ise, hadisteki hükmün sadece bedeviye has olduğunu söylerler.
Nevevî ve Hattâbî; bu
yasağın mutlak olmadığını,bazı kayıtlarla sınırlı olduğunu söylerler.
Hattâbî'nin bu konudaki sözleri şu şekildedir: "Bu nehiy, şehirlinin
bedevi (köylü)nin malını o günkü fiatlarla satmayıp, bekletmesi ile ilgilidir.
Simsar olmasa, bedevi (köylü) yabancı olduğu şehirde yaşamadığı için malını o
günkü Hatlarla satacak ve bundan tüketici yararlanacaktır. İşte simsar bu
durumda olan kişiye gelip de, "Ben senin için malı bekletir, pahalanınca
satarım" der ve tüketicinin menfaatına engel olursa işte bu caiz değildir.
Yasaklığın, şehirde kıtlık veya darlığa sebep olması halinde sözkonusu
olduğunu söyleyenler de vardır. Bu görüşte olanlara göre; şehirde betfıangi bir
sıkıntı sözkonusu değilse simsarın köylünün malını bekletip onun namına
salıvermesinde bir sakınca yoktur."
Nevevî'nin izahı da şu
şekildedir: "Arkadaşlarımız, hadisteki yasaklamanın şu manada olduğunu
söylerler: Çölden veya başka bir memleketten bir yabancının, o günkü fiyatlarla
satmak için herkesin ihtiyaç duyduğu bir mal getirmesi, fakat şehirlinin
kendisine gelip; o malı bana bırak ben ilerde daha pahalıya satayım, demesidir.
Âlimlerimiz (Şafiî âlimleri); bu şartlar gerçekleşirse ve köylü bunun yasak
oludğunu bilmezse, şehirlinin köylü namına onun malını satmasının haram
olduğunu söylerler. Ama, kişi bu yasağı bilmezse veya mal, herkesin ihtiyaç
duyduğu mal olmazsa ya da ihtiyaç az olduğu için mal bekletmek zarar vermiyorsa
bunda mahzur yoktur..."
Âlimler, bir simsarın
bedevi (köyle) nin malım satmasının hükmünde ihtilâf etmişlerdir. Şâfiîler,
Hanbelîler ve bir kısım Mâlikîier, yukarıda Nevevî'den naklettiğimiz şartlar
bulunduğu takdirde bu tür satışın haram olduğunu söylerler. Fakat böyle bir
satış yapılmışsa, haram olmakla birlikte geçerlidir.
Hanefîlere göre, bu
şekildeki bir satış mekruhtur. Nevevî bu satışın Hanefîlere göre mutlak olarak
caiz olduğunu söylemektedir. Fakat, konu, Hanefî kitaplarında mekruh olan
alışverişler altında mütalaa edilmekte ve Hz. Peygamber (s.a)'in nehyettiği
muamelelerden sayılniaktadır. Ancak hukuken bu satış geçerlidir.
Hanefîlerin, Hidâye
adındaki meşhur fıkıh kitabında aynen şöyle denilmektedir:
"(Rasûlullah
(s.a); şehirlinin bedevi namına onun malını satmasını neh-yetti.) Rasûlullah
(s.a) şöyle buyurdu: "Şehirli, bedevi namına onun malını satmasın."
Bu nehiy; şehirli kıtlık ve ihtiyaç içerisinde olduğu zaman sözko-nusudur. Bu
satış; şehirlinin, daha yüksek fiyata tama' ederek bedevi namına satmasıdır.
Şehirlilere zarar vereceği için yasaklanmıştır. Ama ortalıkta kıtlık veya
ihtiyaç olmazsa, herhangi bir zarar sözkonusu olmadığı için mahzur
yoktur."
Buharı, bu hadisteki
nehyin; şehirlinin, yaptığına karşılık ücret alması durumunda sözkonusu olacağı
görüşündedir. Buharî, görüşünü, her müslü-mana nasihatin gerekliliğine işaret
eden hadisle takviye etmektedir.
Hattâbî, 3442 numarada
gelecek olan hadisin şerhinde, âlimlerin çoğunun bu muameleyi mekruh
saydıklarını söyler. Mücâhid; "Zamanımızda bu tür bir satışta mahzur
yoktur. Nehy, Hz. Peygamber'in zamanında olmuştur." der. Hasanü'l-Basrî
de, bazı âlimlerce; bu konudaki yasağın mutlak tatbik için değil, -yol
göstermek için olduğunu söyler.
Alım satım sahalarının
fevkalâde genişlediği zamanımızda bu yolla yapılan satışların caiz addedilmesi
uygun olur kanaatindeyiz.[361]
3440... Enes
b. Mâlik (r.a)'den rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a) şöyle
buyurmuştur:
"Şehirli, babası
veya kardeşi bile olsa, bedevi (köylü) nin (malını) onun namına
satmasın."
Ebû Dâvûd dedi ki:
Hafs b. Ömer'den
işittim, şöyle diyordu: Bize Hilâl haber verdi, bize Muhammed, Enes b. Mâlik'in
şöyle dediğini haber verdi: "Şehirli bedevi namına satmasın, deniliyordu.
Ama bu kelime hem onun için bir şey satmasın, hem de onun için bir şey satın
almasın manalarına gelen bir kelimedir. "[362]
Önceki hadisin
şerhinde Hattâbî'den naklen belirttiğimiz ifadeleri bu hadisin peşinde bizzat
Ebû Dâvûd kendisi ifade etmekte, "Şehirli bedevi namına satmasın"
cümlesinin aynı zamanda satın almaya da şamil olduğunu söylemektedir. Şevkânî
de, hadisteki nehyin hem satmak, hem de satın almakla ilgili olduğunu söyler.
Konu önceki hadiste izah edilmiştir.[363]
3441...
Salim e!-Mekkî'nin bir bedeviden haber verdiğine göre;
O, (bedevi) Rasûlullah
(s.a) zamanında sağmal devesini getirip, Talha b. Ubeydullah'a misafir oldu.
Talha:
Rasûlullah (s.a);
şehirlilerin, bedevi (nin malını onun) namına atmasını yasakladı. Ama sen
çarşıya git, satın almak isteyenlere bak, sonra gel) bana danış. Ben sana
(verilen fiata göre) sat veya satma ierim, dedi.[364]
Hz. Talha'ya gelen
bedevinin ismi kaynaklarda belirtilmemiştır, ama şahabıdır.
Eldeki nüshalarda;
bedevinin satmak için getirdiği malın 'halûbe = sağmal deve) olduğu
belirtilmektedir. Fethu'l-Vedûd'da, Ebû Musa :1-Medinî'nin bu kelimeyi
"celûbe" şeklinde zaptettiği söylenmektedir. Kelime, Nihâye'de de
aynı şekilde yer almıştır.
Celûbe: "Satılmak
üzere getirilen herhangibir mal" demektir.
Bedevinin getirdiği
malın sağmal bir deve veya başka bir mal olması pek önemli değildir. Bizim
hadisten istifade edeceğimiz mana ve hüküm şudur: iedevi, malını, kendi namına
satıvermesi için Talha b. Ubeydullah'a getir-niş, o da Hz. Peygameber'in bunu
yasakladığını söylemiştir. Talha daha sonra )edeeviye; çarşıya çıkmasını,
müşterilerin verdiği fiatı kendisi ile istişare et-nesini tenbihlemiştir.
Bedevinin Talha (r.a)'ya gelmesine sebep, kendisinin »iyasayı bilmemesi ve
kandırılma endişesidir.
Hadis, şehirlinin,
köylünün malını onun hamına satmasının caiz olma-lığına delâlet etmektedir.
Konu ile ilgili görüşler babın ilk hadisinde geçmiştir.[365]
1. Şen'rnmn
bedevinin malını onun namına satıvermesi caiz değildir.
2. Bir
kimsenin piyasayı dolaşıp aldığı bilgileri birisine aktarması ve ondan lacağı
görüş istikametinde hareket etmesi meşrudur.[366]
3442...
Câbir (r.a)'den, Rasûlullah (s.a)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Şehirli, köylü
namına satmasın.[367]
İnsanları (kendi hallerine) bırakın. Allah (c.c) onlann bazısını, bazıları
vasıtasıyla rıziklandırır."[368]
Hadiste, şehirlinin
köylü namına mal satmasının yasaklanmasmdaki hikmet belirtilmektedir. Görüldüğü
gibi, ticaretteki serbestlik insanların birbirleri sayesinde kâr sağlamalarına
sebeptir. Buradaki kârdan maksat, tarafların birbirlerini kandırmaları değil,
meşru bir şeklide elde ettikleri kârdır.
Hadisin diğer
kaynaklardaki zaptında, "bırakınız" manasındaki kelimesinin yerine,
yine aynı manaya gelen kullanılmıştır.[369]
3443... Ebû
Hüreyre (r.a)'den, Rasûlullah (s.a)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Malını satmak
için gelen kafileleri (yolda) karşılamayınız. Bazılarınız bazılarınızın satışı
üzerine satışta bulunmasın. Deveyi ve koyunu, sütlü görünsünler diye sağmayı
terkedip sütünü memesinde bekletmeyin. Bu durumda olan bir hayvanı satın alan
kimse, onu sağdıktan sonra şu iki şey arasında muhayyerdir: O şekliyle razı
olursa malı alıkoyar, razı olmazsa hayvanı bir sa' hurma ile birlikte geri
verir."[370]
3444... Ebû
Hureyre (r.a)'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur:
“Sütlü görünsün diye
sağılmayıp sütü memesinde bekletilen bir koyun satın alan kişi üç gün
muhayyerdir. İsterse koyunu buğday olmayan, bir sa' yiyecek maddesi ile
birlikte geri verir."[371]
3445... Ebû Hureyre
(r.a), Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduğunu söylemiştir:
"Sütü memesinde
bekletilen koyun cinsinden bir şey alan kimse onları sağar, eğer razı olursa
alıkoyar, razı olmazsa her bir sağısına bir sa' hurma verir."[372]
3446...
Abdullah b. Ömer (r. anhüma), Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduğunu rivayet
etmiştir:
"Sütü memesinde
bekletilip sağılmayan bir hayvanı satın alan kişi üç gün muhayyerdir; eğer
(alıkoymaz da) geri verirse sütünün (kıymetinin) bir veya iki misli[373]
buğdayla birlikte geri verir."[374]
Sütlü görünsün de
fiatı artsın diye hayvanı sağmayıp sütünü memesinde bekletmeye
"tasriye", bu durumdaki hayvana da "musarrât" denilir. Bu
bab, musarrâtın satışı ve ilgili hükümleri ihtiva eden hadisleri konu
edinmektedir. Buradaki hadislerden üçü Ebû Hureyre'den, birisi de Abdullah b.
Ömer'den nakledilmiştir. Konunun hükmünü tayinde hadisler birbirlerinin
tamamlayıcısı durumunda olduğu için, ayrı değil de topluca izah etmeyi uygun
gördük. İzahımız esnasında gerekirse hadislere tek tek işaret edeceğiz.
Bu konudaki hadisler,
bâtını inkıta konusunda cereyan eden ihtilâflara da misal olmuştur. Meselenin
hükmü ile ilgili görüşler verilirken bu konuya da temas edilecektir. Şimdi,
söylenilecek şeyleri maddeler halinde ele alalım:
1-
Hadislerde, deve ve koyunun sütünün sağılmayıp bekletilmesi söz-konusu edilmiş,
sığırdan bahsedilmemiştir. Sığır da koyun ve deve hükmündedir.
2- İlk
hadiste, mal satmak için şehre gelen kafileyi yolda karşılayıp malını satın
almak ve yapılan bir alış verişin arasına girip kendi malını satmak
menedilmektedir. Bu konu 43. babda işlenmiştir.
3- Pahalı
satmak için sağılır hayvanı birkaç gün sağmayıp. bekletmek caiz değildir. Çünkü
bu, müşteriyi kandırmak için yapılmaktadır.
4- Caiz
olmamasına rağmen, mal sahibi bu yola gider ve malını satarsa müşteri ne
yapacaktır? Bu konu âlimler arasında ihtilaflıdır:
a) Mâlik,
Şafiî, Leys b. Sa'd, Ahmed b. Hanbel, İshak b. Râhûyeh, Ebû Ubeyd ve Ebû Sevr'e
göre; müşteri isterse malı yanında alıkoyar, isterse geri verir, geri verdiği
takdirde hayvanla birlikte sağdığı süte karşılık bir sa' da hurma verir.
Üzerinde durduğumuz hadisler, cumhurun bu görüşünün delilidirler. Ancak babın
1. hadisi (no: 3443) ile son hadisi (3446) arasında bir tezat sözkonusu
olmaktadır. Çünkü ilk hadiste, hayvanla birlikte bir sa' hurmanın verilmesi
öngörülürken, son hadiste sütün bir veya iki misli kıymetinde buğdayın iadesi
sözkonusu edilmektedir. Avnü'l-Ma'bud'da son hadisin isnadının zayıf olduğuna
işaretle çelişki izale edilmektedir. İbn Kudâme de; ''Bu hadisin zahiri
ittifakla terkedilmiştir" der. Hadis, hayvanla birlikte iade edilecek
şeyin bir sa' hurma olduğunu ifade ettiği halde farklı görüşte olanlar da
vardır. "Herkes kendisinin gıdalandığı maddeyi iade eder" diyenler
vardır. Buna göre; hurmayla beslenen hurma; buğdayla beslenen buğday, arpayla
beslenen arpa verir.
b) İbn Ebî
Leylâ ve Ebû Yusuf'a göre; müşteri hayvanı iade edecekse, yanında sağdığı sütün
kıymetini de birlikte iade eder.
c) Ebû
Hanîfe'ye göre; müşteri hayvanı sağdıktan sonra artık geri veremez, satıcıdan
hayvanın değerinin farkını taleb edebilir. Aynî'nin belirttiğine göre; Küfe
uleması, İbn Ebî Leylâ ve İmam Mâlik'in bir görüşü Ebû Ha-nîfe ile birliktedir.
Görüldüğü gibi
Hanefîler, musarrât konusunda yukarıdaki hadislere uygun amel etmemişleridir.
Buna sebep şudur:
Bu konuda varid olan
haberler ahaddır. Ahad hadisle amel edilebilmesi için birtakım şartlar vardır.
Bunlardan birisi de; hadisin kıyasa (şeriattaki temel kaide ve prensiplere)
aykırı olmamasıdır. Halbuki bu konudaki hadisler, birçok yönden genel kaide ve
prensiplere aykırıdır. Aynî, bu prensipleri şu sekiz maddede toplar:
I- Hadisler,
şart ve ayıp olmadığı bir halde muhayyerliği isbat etmektedir.
Bezlü'l-Mechûd'da
Aynî'nin bu sözlerine izah olarak şunlar eklenmiştir: "Bu söz bütün
ümmetin genel bir kaide olarak ittifak ettiği bir hadise işarettir. O hadise
göre; alışveriş yapanlar, birbirlerinden -kimi âlimlere göre bedenen,
kimilerine göre söz olarak- ayrılmadıkları müddetçe akdi kabul veya red
konusunda muhayyerdirler. Ama ayrılmışlarsa, -taraflardan hiçbirisi kendisi
içiiı muhayyerlik şart koşmamışsa- artık muhayyerlik kalmaz."
II- Bu
konudaki hadislerde, muhayyerlik üç gün olarak sınırlandırılmıştır. Halbuki üç
gün muhayyerlik, I. maddede işaret ettiğimiz hadise göre şart muhayyerliği
(hıyâr-ı şart) ile kayıtlıdır.
III- Malın
iadesi, onun bir kısmı yok olduktan sonra (süt sağıldıktan sonra) mümkündür.
Oysa bu caiz değildir.
IV- Elde
esas mal (süt) mevcut olduğu halde, bedeli (bir sa' hurma)nın iadesi
istenilmektedir. Halbuki esas mal varken bedeli iade edilemez.
V-
Hadislerde; sağılan sütün hurma veya buğdayla tazmini öngörülmektedir. Halbuki
telef edilen mallar (mislî ise) kendi misilleri ile veya (kıyemî ise) para olarak
kıymetiyle tazmin ettirilir. Allah (c.c) şöyle buyurur: "Size tecavüz
edene, size tecavüz ettikleri gibi tecavüz edin..."[375];
"Eğer ceza verirseniz, size yapılanın aynı ile mukabele ediniz.”[376] Bu
âyetlerde, telef edilen malların ve düşmanlıkların tazmininin misille olduğu
beyan edilmektedir. Üzerinde durduğumuz konudaki hadisler ise âyetlerdeki
hükme aykırıdır. Bir hadisi şerifte de; "Bir şeyi telef eden kişi onun,
mislî ise mislini,kıyemî ise kıymetini öder" buyurulmaktadır.
VI- Süt,
mislî mallardandır. Bu hadiste ise damanın kıymetle olacağı istenilmektedir.
VII- İnsan,
sütü bir sa' hurma ile dâmin olursa bu faize götürür.
VIII- Hayvan
iade edildiğinde hem mal, hem de bedelinin bir kısmı satıcının elinde
birleşmektedir.
Aynî, bu konudaki münakaşayı
hayli uzatmış, görüşlerine karşı öne sürülen itirazları ele almış ve bunları
cevaplandırmıştır.
Yukarıya aktardığımız
vecihler, Hanefîlerin musarrât hadisi ile amel etmeyişlerinin sebepleridir.
Önce de işaret ettiğimiz gibi Ebû Hanîfe hazretleri, müşterinin aldığı hayvanı
geri veremeyeceği ve sağdığı sütün kendisine ait olacağı görüşündedir. Bu
görüşü benimserken başka bir genel prensibe dayanmaktadır. O prensip;
"Gelir ve menfaat, sorumluluk ve kefalet karşılığıdır" kaidesidir.
Müşteri, aldığı hayvanı beslemek ve korumakla yükümlü olduğuna göre, hayvandan
elde edilen gelirin müşteriye ait olması gerekir.
Musarrât konusundaki
hadisleri delil alıp, onlardaki ahkâmı benimseyen âlimler, Hanefîlerin
yukarıdaki görüşlerine ayrı ayrı cevap vermişlerdir: "Bu hadisler Hz.
Peygamber'den sabit olduğuna göre bunlarda âa başlı başına birer asıl olurlar.
Bize düşen görev, müfesser şeriatı kabul etiğimiz gibi mübhem şeriati de kabul
etmemizdir. Genel kaide ve prensipler, şeriat getirdiği için asıl olmuşlardır.
Musarrât hadisini de şeriat vaz'etmiş ve oldukça sağlam yollarla gelmiştir. O
halde o hadisin hükmünü uygulamak gerekir. Başka asıllardan dolayı bu.haberi
terketmek, onları terketmemekten daha iyi değildir..." derler.
Hattâbî; İslâm
hukukunda, genel prensip ve asıllara uymayan birçok uygulama bulunduğunu
söyleyerek bunlara misaller verir. Hanefîlerin de bu istikametteki görüşlerine
dikkat çeker. Daha sonra da, Ebû Hanîfe ve Mâlik'in bu hadisi tamamen
reddetmeyip birisinin hadisin bir tarafını, ötekinin de diğer tarafım aldığına
işaretle şöyle der: "Ebu Hanîfe ve Mâlik'ten her birisi hadisin bir
bölümünü alıp, diğer bölümünü terketmişlerdir. Ebû Hanîfe; üç günden fazla
muhayyerlik yoktur demiş ve bu hadise dayanmış ama, sağılan süt karşılığında
bir sa' hurma vermeyi kabul etmemiştir. Mâlik ise süt karşılığında bir sa'
hurma vermeyi kabul etmiş, üç günlük muhayyerliği kabul etmemiştir..."
Hattâbî'nin bu
sözlerine karşılık kaydetmek gerekir ki, Ebû Hanîfe şart muhayyerliğini üç
günle sınırlarken buna değil, Hibbân b. Munkız b. Amr el-Ensârî'nin Hz.
Peygarriber'den rivayet ettiği; "Sattığın zaman; kandırma yok, benim üç
gün muhayyerlik hakkım var, de." hadisine dayanmıştır.[377]
Sütlü görünüp de
pahalıya satılması için sağılmayan hayvanın satılması halinde uygulanacak işlem
konusunda bu kadarla yetiniyor ve temas edilmesi gereken diğer noktalara
geçiyoruz.
5- 3444 ve
3446 numaralı hadislerde, musarrât hayvanı satın alan müşterinin, malı kabul
veya red konusundaki muhayyerliğinin üç gün olduğu belirtilmektedir. Buna göre,
bir kimse satın aldığı andan itibaren üç gün içerisinde -daha önce sağmış bile
olsa- kabul veya reddetmek hakkına sahiptir. İmam Şafiî bu görüştedir. Bazı
Şâfiîler ise, muhayyerliğin süreli olmadığı, hayvanı sağıp da musarrât olduğunu
anlar anlamaz kabul veya red konusundaki kararın verilmesi gerektiği
görüşündedirler. Bu gruba göre; hadisteki "üç gün" kaydı, daha önce
musarrât olduğunun farkedilememesi haline hamledilir.
Üç günlük muhayyerlik
müddetinin başlangıcı hakkında da görüş ayrılığı vardır: Şâfiîlere göre
muhayyerlik, akit anından itibaren; Hanbelîlere göre ise; tasriyenin
anlaşıldığı andan itibaren başlar.
6- Sütü
memesinde bekletilen hayvan ister tek olsun ister daha fazla olsun, onun
karşılığından bir sa' hurma verilir.
İbn Abdilberr; hadisle
amel edenlerden; İbn Battal, âlimlerin ekserisinden; İbn Kudâme de, Şafiî,
Hanbelî ve Mâlikîlerin çoğundan, "Her bir koyun için bir sa'verir"
görüşünü nakletmişlerdir.
7- Hadis-i
şerif; sütlü bir koyunu, yine sütlü bir koyun ve süt karşılığında satmanın
caiz olmadığına delâlet etmektedir.
8- Babın ilk
üç hadisinde; sağılmayan sütü memesinde bekletilen hayvan için
"musarrât" tabiri kullanıldı, Son hadiste ise bu mana,
"muhaffele" kelimesi ile ifade edildi. Hattâbî; "Muhaffele de
musarrât manasındadır. Süt memede meydana gelip, biriktiği için böyle
denilmiştir" der.[378]
1. Sütlü
görünsün diye bir hayvanı sağmayıp birkaç gün bekletmek caiz değildir.
2. Sütü
sağılmadan bekletilen bir hayvanı satın alan kişi; sağdıktan sonra isterse
hayvanı kabullenir, isterse satıcıya iade edip, sağdığı süt karşılığında bir
sa' buğday (veya hurma) verir.
3. Şehir
esnafının, şehre dışarıdan gelen mallan yolda karşılayıp satın almaları caiz
değildir.
4. Birisinin
satışı üzerine satışta bulunmak caiz değildir.[379]
3447... Adiy
b. Kâ'b oğullarından Ma'mer b. Ebî Ma'mer[380]'den;
Rasûlullah (s.a)ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Günahkârdan
başkası asla ihtikâr yapmaz."
(Muhammed b. Amr dedi
ki:) Saîd (b. el-MüseyyebJ'e; " Ama sen ihtikâr yapıyorsun" dedim.
"Ma'mer de ihtikâr yapardı" dedi.
Ebû Dâvûd şöyle dedi:
Ahmed'e; "ihtikâr
nedir?" dedim. "Halkın yaşayışında etkili olan şeydir" cevabını
verdi.
Yine Ebû Dâvûd dedi
ki:
"Evzaî; ihtikâra (stokçu)
çarşıya çıkan (çarşıdan satın alıp stoklayan) dır, dedi."[381]
3448...
Hemmâm Katâde'nin, "Hurma'da ihtikâr olmaz" dediğini nakletti.
İbnü'l-Müsennâ; Yahya
b. Feyyaz, Hasen'den de aynısını nakletti, dedi ve ilâve etti: "Biz ona;
Hasen (ül-Basrî)'den bunu söyleme, (Hasen böyle söylemedi)" dedik.
Ebû Dâvûd şöyle
demiştir:
Satd b. el-Müseyyeb;
çekirdek, kurumuş yaprak ve tohumu biriktirirdi.
Ahmed b. Yunus'un
şöyle dediğini işittim: Süfyân 'a taze et stok-lamayı sordum. "Stokçuluğu
kerih görüyorlardı” dedi. Ebû Bekir b. Ayyaş'a sordum, "stokla" dedi.[382]
ihtikar;"
sözlükte; biriktirmek, hapsetmek, toplamak demektır.Istılahta, çoğunluğun
görüşüne göre; yiyecek cinsinden olan bir şeyi satın alıp
depolamak, pahalanmasını bekleyerek piyasaya sürmemektir."
ihtikârın hangi tür
mallarda cari olduğu, şartları, caiz olmayan stoklama müddeti gibi konular
âlimler arasında ihtilaflıdır. Bu ihtilâflara biraz sonra temas edeceğiz. Önce,
ihtikârın hükmü ve bu konuda varid olan bazı hadisleri ele almak istiyoruz.
Üzerinde durduğumuz
hadiste Hz. Peygamber (s.a); günahkâr olanlardan başkasının ihtikâr
(stokçuluk) yapmayacağını, yani stokçuluğun günahkârların işi olduğunu
belirtmektedir. Bu açık olarak ihtikârın caiz olmadığına delâlet etmektedir. Nevevî,
Ma'mer'in bu hadisinin açık bir surette ihtikârın haram olduğunun delili
olduğunu söyler. Daha başka hadislerde de Efendimiz, ihtikârın caiz olmadığını
beyan etmiştir. Bunlardan birkaçım hatırlatmak işitiyoruz:
"Bir kimse kırk
gün ihtikâr yapsa, sonra da o malı olduğu gibi sadaka olarak dağıtsa,
madrabazlığına keffaret olamaz."
"Her kim halkın
gıdası olan şeyleri kırk gün stok ederse, kalbi katılaşır."
"Bir kimse
müslümanların zararına bir yiyecek maddesini stoklarsa, Allah ona cüzzam
hastalığı ve iflas verir."
“Müslümanların
zararına olarak, fiatların artmasını isteyerek stokçuluk yapan kişi
günahkârdır."
Görüldüğü gibi bu
hadislerin hepsi ihtikârın caiz olmadığını ifade etmektedir.
Hattâbî, üzerinde
durduğumuz son hadisten ihtikârın her çeşidinin mahzurlu olmadığının
anlaşıldığını söylemektedir. Çünkü hadiste; İbnü'l-Müseyyeb ve Ma'mer'in, bazı
malları toplayıp beklettikleri görülmektedir. Bunlardan birisi, âlim, fakih bir
tabiî, diğeri de sahâbîdir. Onuların, Hz. Peygamber (s.a)'in yasak ettiği bir
şeyi yapmaları asla düşünülemez. Nitekim ikinci haberde Ebû Dâvûd; Saîd b.
el-Müseyyeb'in çekirdek, tohum ve ağaç yaprağı biriktirip beklettiğini
söylemektedir. Bu zâtların, bekletilmesi halka zarar vermeyen veya başka
şehirlerden getirdikleri mallan bekletmi.1; olmaları da mümkündür.
Âlimler, ihtikâra konu
olan malların tayininde ihtilâf etmişlerdir. Bv konudaki görüşler özet olarak
şöyledir:
1- İhtikâr,
her türlü malda cereyan eder. Buna göre; piyasaya çıkarılmaması halka zarar
verdiği takdirde; insan ve hayvan yiyeceği olan maddelerde, bezde, yağda vs.
ihtikâr caridir. Bunları stoklamak caiz değildir. İmam Mâlik, Sevrî, Ebû Yusuf
bu görüştedir.
2- İhtikâr,
insanların ve hayvanların gıda maddelerinde gerçekleşir. Bu görüş, İmam
Muhammed'e aittir.
3- İhtikâr,
sadece insanlar için olan gıda maddelerinde olur. Ahmed b. Hanbel ve İmam
Şafiî'nin görüşleri de bu istikamettedir.[383]
Bir malı toplayıp
bekletmenin ihtikâr sayılması için bazı şartların bulunması gerekir:
I- Kişi, beklettiği
malı kendi arazisinden kaldırmış olmamalıdır. Buna göre; bir kimse kendi
arazisinden kaldırdığı mahsulü piyasaya sürmese ve bundan halk zarar da görse
muhtekir (stokçu) sayılmaz. Çünkü kişi, tarlasını ekmek zorunda olmadığı gibi
kaldırdığı mahsulü satmak mecburiyetinde de değildir. Ancak, diğer müslümanlar
ihtiyaç içinde yüzerken, onun sırf daha fazla para kazanmak maksadı ile malını
satmaması bir müslümana yakışmaz.
II-
Stoklanan mal, bizzat o şehirden veya o şehrin banliyösünden satın alınmış olmalıdır.
Başka şehirlerden mal getirip deposunda bekleten kişi stokçu (muhtekir)
sayılmaz. Dolayısıyla bu hareketi haram olmaz. Babın ilk hadisinin (3447)
sonunda Ebû Davud'un Evzaî'ye nisbetle kaydettiği; "İhtikârcı, çarşıya
çıkandır" sözü buna işarettir. Ama halkın ihtiyacı olduğu halde satmaması
mekruhtur. Hz. Peygamber (s.a) bir hadisinde; "Bir kimse başka bir yerden
yiyecek maddesi getirip günün piyasasına göre satarsa onu ta-sadduk etmiş
sayılır." buyurmaktadır.
İmam Ebû Yusuf'a göre
ise, bu da ihtikârdır ve caiz değildir.
III- İhtikâr,
satılacak malı bir müddet satmayip bekletmekle gerçekleşir. Bu müddet bir
görüşe göre kırk gün, diğer bir görüşe göre de bir aydır.
IV- Kişinin
mal stoklaması, kıtlık zamanında ve daha fazla kazanç sağlamak maksadıyla
yapılmış olmalıdır. İmam Nevevî, bolluk zamanındaki stoklama ve kıtlık
zamanında kendi ihtiyacı için mal bekletmenin ihtikâr sayılmayacağını söyler.
Ancak, insanlara zarar vermese bile gıda maddelerini toplayıp bekletmek
kerahetten hali değildir. İmam Gazali, İhyâ'sında şöyle der:
"İnsanların
zararına sebep olmasa bile, yenilecek şeylerde ihtikâr kerahetten hali
değildir. Çünkü bu, fiatların yükselmesini beklemektir. Zararı beklemek ise
yasaktır."[384]
Yukarıda da
belirttiğimiz gibi; insanların ihtiyacı olduğu halde, fiatların artmasını
bekleyerek, satın aldığı malı satmayıp bekletmek (ihtikâr) caiz değildir. Bunu
yapan günahkârdır, âhirette cezayı haketmiştir. Bu, meselenin uhrevî yönüdür.
Dünyevî yönüne gelince;
Yetkili merci,
kendisine halkın ihtiyacı olduğu halde bazı kişilerin ihtikâr yaptıkları,
mallarını satmadıkları haber verilince; önce onlara nasihat eder, iyilikle
mallarını piyasaya sürmelerini ister ve bir müddet bekler. Yine satmazlarsa,
ihtikârı terkedinceye kadar hapseder ve onlara uygun göreceği bir ceza verir.
İmam A'zam'a göre
mallarını ellerinden alıp, zorla satamaz. Çünkü İmam A'zam, kişiliğe çok değer
verir. Âkil ve baliğ olan bir kimsenin, tasarrufuna hacr konulamayacağını
söyler. İmam Ebû Yusuf ve İmam Mu-hammed'e göre ise yetkili kişi, ihtikârcımn
malını onun namına satabilir.
İkinci (no:3448)
haberdeki bir meseleye de temas edip konuyu kapatalım:
3448 numarada geçen
haberde Katâde, hurmada ihtikârın cari olmadığını söylemiştir. Yahya b.
Feyyaz, Hasenü'l-Basrî'nin de aynı kanaatte olduğunu haber vermiş, fakat,
kendisini dinleyenler bunu inkâr ederek; "Hasen'den böyle bir şey
nakletme, o bu görüşte değil" karşılığını vermişlerdir.
Ebû Dâvûd; bu haberin
kendilerince bâtıl olduğunu söyler. Ebû Davud'un haberi bâtıl sayması, onun
delil kabul edilemeyeceğini gösterir.[385]
3449...
Alkame b. Abdullah'ın, babasından rivayet ettiğine göre; Rasûlullah (s.a);
müslümanların tedavüldeki parasının, ihtiyaç yokken kırılmasını yasakladı.[386]
Bu hadis-i şerif,
tedavülde olan madenî paraların kırılmasının ihtiyaç olmadığı takdirde caiz
olmadığına delâlet etektedir.
Mutlak olarak
"para" diye terceme ettiğimiz "sikke" altın ve gümüşten yapılmış
paralara denilir. Hattâbî; "Sikke; üzerine dirhem tab edilen
demirdir" demektedir.
Yukarıda, tedavüldeki
altın ve gümüş paranın, ihtiyaç olmadan kırılamayacağını söyledik. Bu
ihtiyaçtan maksat; paranın sahte olması şüphesi veya ayarının düşük olması
endişesidir.
Hz. Peygamber'in,
altın ve gümüş parayı kırmaktan men etmesindeki sebebin ne olduğunda farklı
görüşler ileri sürülmüştür. Hattâbî bu görüşleri şu şekilde beyan etmektedir:
1- Paraların
üzerinde Allah'ın ismi yazılı olduğu için yasaklanmış olabilir.
2- Para bir
emanettir. Onun kırılması malı telef etmektir.
Ebu'l-Abbas'dan rivayet edildiğine göre; bazı şahıslar paranın
kenarlarını makasla alıyorlar, böylece kâr ettiklerini zannediyorlardı. Bazı
âlimler yasağa sebebin bu olduğunu söylerler.
3- Paranın
kesilmesi onun zayıflatılmasına sebep oluyordu, menedilme-sine sebep bu idi.
Şevkânî; altın ve
başka madenlerden yapılan paraların kesilip küçültülmesinin de dirhemi (gümüş
para) kırmak hükmünde olduğunu belirtir ve bunun yasaklanmasındakihikmetin,
mal kaybma sebep olması olduğunu söyler. Şevkânî devamla; paranın kırılıp
kesilmesini caiz kılacak ihtiyacın şahsî ihtiyaç olamayacağını, çünkü topluma
zararı olan bir şeyin, ferdm ihtiyacı için bile olsa irtikâb edilemeyeceğini
belirtir. Yine Şevkânî'nin İbn Süreyc'ten naklettiğine göre bazıları,
Şamlıların yaptıkları gibi, paraları makasla kesip biriktiriyorlar ve bunları
eritip önemli miktarda para kazanıyorlardı. Rasülullah (s.a) bu yüzden parayı
kırmayı yasak etmiştir.
Bilindiği gibi
paraların değeri itibaridir. Fakat bu, paranın masrafsız olduğu manasına
gelmez. Bugün kullanılan kâğıt paranın bile azımsanmayacak bir maliyeti vardır.
Dolayısıyla madenî paraların kırılıp parçalanması, kâğıt paraların yırtılması
veya yıpratüması millî servet kaybıdır. Onun için, madenî paraların kırılması
konusundaki yasağı, kâğıt paralara da teşmil etmek mümkündür.[387]
1. Toplumun
menfaati için hazırlanmış olan şeyleri telef etmek caiz değildir.
2. Haksız
kazanç sağlamak haramdır.
3. Paraların
kırılması, yıpratılması caiz değildir.[388]
3450... Ebû
Hureyre (r.a)'den rivayet edildiğine göre; bir adam Hz. Peygamber (s.a)'e
gelip:
Ya Rasûlallah, narh
koy (fiatları sınırla), dedi. Rasülullah (s.a):
"Hayır,
(rızkınızın artması için) dua ediniz." buyurdu. Daha sonra başka bir adam
gelip:
Ya Rasûlallah, narh
koy, dedi. Hz. Peygamber (s.a) ona da:
"Hayır, fiatları
ancak Allah eksiltir, Allah artırır. Ben Allah'a, yanımda hiç kimsenin hakkı
olmadığı bir halde ulaşmayı umarım" buyurdu.[389]
3451... Enes
b. Mâlik (r.a)'den rivayet edildiğine göre; Sahâbîler:
Ya Rasûlallah! Fiatlar
arttı, bizim için narh koy, dediler.
Rasûlullah (s.a):
"Şüphesiz
fiatları ayarlayan, rızkı eksilten, çoğaltan, rızık veren Allah (c.c)'dır. Ben
Allah'a hiç kimsenin benden ne mal ne de kan konusunda isteyeceği bir-hakkı
olmadığı halde ulaşmak isterim" buyurdu.[390]
Bu iki hadis, malların
Hatlarını sınırlamanın, fiatlara narh koymanın caiz olmadığına delâlet etmektedir.
Bunun hikmeti;insanların, mallan üzerindeki tasarruf serbestisini hacr altına
almamaktır. Ayrıca fiatlara narh koymak, serbest rekabeti engeller, fiatların
pahalı kalmasına sebep olur. Devletin görevi vatandaşın faydasına olan işleri
yapmaktır. İlk anda fiatları serbest bırakmanın tüketici açısından zararlı
olduğu zannedilebilir. Fakat üretimin bol olduğu gelişmiş ülkelerde, serbest
piyasanın rekabet serbestliğinin faydaları görülmektedir. O halde devlete
düşen, fiatları sınırlamak değil, üretimi artırmanın yollarını aramaktır.
Ayrıca, narh koymanın alıcıya faydası olduğu farzedilse bile bu sefer satıcıya
zarar vermesi sözkonusu olur. Bir kesimin menfaati düşünülerek diğer kesime
zarar verilemez. Ancak toplumun tümünün htiyacı olan temel gıda maddelerinde
aşırı bir fiat artışı sözkonusu olursa devlet, uzmanların görüşünü alarak bir
sınır koyabilir. Bu durum, Hanefî fıkıh kitaplarında açıkça görülür.
Ulemanın büyük
ekseriyeti, bu konudaki hadisleri esas alarak narh koymanın caiz olmadığım söylemişlerdir.
Sadece İmam Mâlik'ten, bunun caiz olduğu konusunda bir rivayet vardır.
Ömer Nasuhi Efendi,
Kamus'unun konu ile ilgili bölümünde (özet olarak ve sadeleştirerek) şöyle
demektedir:
"Devletin fiat
koymaması, malların fiatlarını tayin etmemesi esastır. Bunda icma vardır.
Nitekim bir hadis-i şerifte; "Eşyaya, yiyecek maddelerine narh koymayınız.
Çünkü narh koyan, dürüp yayan, ucuzluğu pahalılığı vücuda getiren,
yaratıklarını rızıklandıran ancak Allah Telâlâdir." buyurul-muştur.
Filhakika Hak Teâlâ
hazretlerinin her işte bir hikmeti vardır. Malların fiatları bazan yükselir,
bazan alçalır. Ticaret hayatına daima müdahale edilmesi uygun olmaz. Hatta
deniliyor ki, malın karşılığı olan para satıcının hakkıdır, bunu takdir etmek
kendisine aittir. Artık onun hakkına taarruz efmek devlete yakışmaz. Ancak eğer
gıda tüccarları, kendilerine verilen öğüt ve ten-bihe rağmen bunları haddinden
aşırı bir fiatla satmaya devam ederlerse devlet, müslümanların hakkını korumak
için başka çare bulamazsa narh koyabilir. Bu durumda, bu işten anlayanlarla
istişarede bulunup, narh koyabilir."[391]
1. Devlet,
normal hallerde fiatları sınırlayamaz. Serbest piyasa oluşmasını engelleyemez.
2. İnsanlar,
azıklarının bollaşması için Allah'a dua etmelidirler.
3. Allah dilediği
kullarının rızkını .artırır, dilediklerinin eksiltir.[392]
3452... Ebû
Hureyre (r.a)'den rivayet edildiğine göre;
Rasûlullah (s.a),
zahire satan bir adama uğradı ve:
"Ne
satıyorsun?" diye sordu.
Adam, (sattığını) Hz.
Peygamber'e söyledi. Bunun üzerine Ra-sûlullah'a, "Elini zahirenin içine
sok" diye vahyolundu, o da elini soktu. Hayretle onun ıslak olduğunu
gördü ve:
“Hile yapan bizden
değildir'* buyurdu.[393]
3453...
Yahya (el-Kattân)'dan, şöyle dediği rivayet edilmiştir: Süfyân; "Bizden
değildir" sözünü, "Bizim gibi değildir" şeklinde tefsir etmeyi
beğenmezdi.[394]
Hadis-i şerif, malını
değerli göstermek, onu satabilmek için hile yapmanın caiz olmadığım göstermektedir.
Müslüman,malın iyi tarafını üste getirip, kötüsünü altına saklayamaz. Malının
altı üstü, içi dışı aynı kalitede olur. Aksi halde yaptığı sahtekârlıktır,
müslümanı kandırmaktır. Bu ise asla caiz değildir. Avnu'l-Ma'bûd'da, bunun
haramlı-ğında icma olduğu söylenir.
Hadisin Tirmizî'deki
rivayetinde, Hz. Peygamber (s.a)'in elini zahire yığınına sokup parmaklan
ıslanınca satıcıya; "Bu nedir?" diye sorduğu, adamın;
"Yağmurdan ıslandı" dediği, Efendimiz'in de; "Öyleyse nemli
kısmı yığının üstüne koysaydın da herkes görseydi ya" buyurduğu
belirtilmektedir.
Metinde görüldüğü
üzere Efendimiz; hâdiseye şahid olduktan sonra, "Hile yapan (kandıran)
bizden değildir" buyurmuştur. Bu sözün zahiri, sanki hile yapanın müslüman
olmadığı intibaını verir. Ancak maksat; böyle yapanların dinden çıkacağına
işaret değil, insanları bu tür çirkin davranışlardan sakındırmaktır.
Hattâbî, bu konu ile
ilgili olarak şöyle demektedir: "Hile yapan bizden değildir" sözünün
manası; bizim yolumuz ve siretimizden değildir, demektir. Rasûlullah (s.a) bu
sözüyle kardeşini kandıran ona samimi davranmayan, bana tâbi olmayı ve benim
sünnetimden gitmeyi terketmiştir, demek istemiştir.
Bazıları, Hz.
Peygamber'in böyle yapanların İslâm dininden olmadıklarını belirtmek İstediği
görüşünü savunmuşlardır. Ama bu te'vil doğru değildir. Doğrusu; benim
söylediğimdir. Bu bir adamın arkadaşına ona uymayı ve muvafakati dileyerek;
"ben sendenim ve sanayım" demesine benzer. Şu âyet-i kerime buna
şahitlik eder: "... Bana uyan, bendendir. Bana isyan edeni sana bırakırın
sen bağışlarsın, merhamet edersin."[395]
Aynı konuda Nevevî de
şunları söyler:
"Bu sözün manası;
benim yolumda gidenlerden, benim ilmim ve amelime güzel yoluma uyanlardan
değildir, demektir. Bu; bir adamın yaptığını beğenmediği çocuğuna; sen benden
değilsin, demesine benzer. Süfyân b. Uyey-ne; bu şekildeki bir izahı doğru
bulmaz ve: Bu ne kötü bir izahtır. Aksine o, sözün te'vilinde gönüllere daha
çok tesir edecek bir şeye yapışmak gerekir, der."
Ebû Dâvûd da; hadisi
verdikten sonra, 3453 numarıdaki haberinde Süf-yân'ın; "bizden
değildir" sözünü "bizim gibi değildir" şeklinde izah etmeyi
uygun bulmadığını nakletmiştir. Bezlü'I-Mechûd'da Süfyân'ın; "Bu izah,
Ra-sülullah'm maksadına muhaliftir. Çünkü onun bu sözdeki maksadı; o yoldan sakındırmak
ve korkutmaktır. O halde, meselenin insanların korku ve sakınmasını
hafifletecek bir tarzda ele alınması uygun değildir. Ama bu, yukarıdaki izah
caiz değildir manasına alınmasına gelmez." dediği kaydedilir.
Bezlü'I-Mechûd'un
ta'likmda da, Süfyân'ın; Nevevî'nin ifadesine göre, Süfyân b. Uyeyne;
Tirmizî'nin ifadesine göre ise Süfyân es-Sevrî olduğu belirtilmektedir.
Ayıplı olup da aybı
gizlenen veya aybını görmediği bir malı satın alan kişi, o ayıba muttali
olunca, malı geri verip parasını alma yetkisine sahiptir.[396]
1. Yetkililer
zaman zaman çarşıyı pazarı dolaşıp piyasayı kontrol etmelidirler.
2.
Müslümanlar ticarette dürüst olmalı, malların kusurunu gizlememeli,
birbirlerini kandırmamalıdırlar.[397]
3454...
Abdullah b. Ömer (r.anhüma)'den, Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir:
"Alışveriş
yapanlardan her biri, birbirlerinden ayrılmadıkları müddetçe, arkadaşına karşı
muhayyerdir. Ama muhayyerlikle satış müstesna."[398]
Bu hadis, alıcı ve
satıcının birbirlerinden ayrılmadıkları müddetçe, yaptıkları akdi
feshedebileceklerine delâlet etmektedir.
Bu muhayyerliğe bazı
âlimler; meclis muhayyerliği, bazıları da kabul muhayyerliği demektedir. Bu
ayrı isimlendirmeye sebep; konunun hükmündeki farklı görüşlerdir. Şimdi bu
görüşlere göz atalım:
a) Alıcı ve
satıcı akdi yaptıkları meclisten bedenen ayrılmadıkça taraflardan birisi akdi
bozmak yetkisine sahiptir. Buna göre; taraflar arasında icab (alım veya satım
teklifi) ve kabul (yapılan teklifi kabul) tamamlanmış, yani alışveriş
yapılmışsa, taraflar o mecliste bulundukları müddetçe birisi; "Ben akdi
bozuyorum, almaktan -ya da satmaktan- vazgeçtim" diyebilir.-Buna meclis
muhayyerliği denilir. Taraflar, alışverişi yaptıktan sonra bir muhayyerlik
şartı koşmadan kalkar giderlerse, yani meclis dağılırsa artık akid
kesinleşmiştir. Bu babın hadislerinin zahirleri bu görüşü desteklemektedir.
Nevevî, âlimlerin büyük çoğunluğunun bu görüşte olduklarını söyler. Şafiî ve
Hanbelî mezheplerinin görüşleri de bu istikamettedir.
b) Alıcı ve
satıcı fiatta anlaşıp "aldım ve sattım" diyerek akdi
kesinleştirdikten sonra artık tarafların hiçbirisinin akdi bozma yetkisi yoktur.
Bu konudaki hadislerde sözkonusu edilen muhayyerlikten maksat; kabul muhayyerliğidir.
Meclisten maksat da söz meclisidir.
Bu görüşe göre;
alışverişte bulunacak olan taraflardan birisi icabda bulunsa alışverişle
ilgili söz devam ettiği müddetçe bu icabı kabul edip etmemekte serbesttir.
Yani isterse kabul eder ve akit kesinleşir, isterse kabul etmez. İcabda
bulunan kişi de, karşı taraf kabul etmediği müddetçe teklifinden vazgeçebilir.
Fakat karşı taraf kabul etmişse akit kesinleşmiş olur. İcab-dan sonra karşı
taraf daha akdi kabul etmeden önce, söz mevzuu değişirse artık icab hükümsüz
kalır ve bundan sonraki kabulün faydası olamaz.
Bu görüşte olanlar;
yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, "Taraflar birbirlerinden ayrılmadıkça
muhayyerdirler" manasındaki hadislerdeki muhayyerliği kabul
muhayyerliğine hamletmişler, alışverişle ilgili konuşma devam ettiği müddetçe
kendisine icabda bulunan kişinin bu icabı kabul edip etmeme konusunda muhayyer
olacağını söylemişlerdir. Bu görüş sahipleri; karşı görüşün iddiasının,
yapılan akdi bozmak istemeyen tarafın hakkını ibtali gerektireceğini ve bunun
da caiz olmadığını söylerler. Yine bunlar hadislerdeki "alışveriş
yapanlar" ifadesini kendi görüşleri için delil alırlar. ÇÜnkü,
"alışveriş yapanlar" tabiri akdi yapmakta olanlar için kullanılır.
"Aldım, sattım" tabirlerini kullanıp alışverişi bitirdikten sonra,
taraflar "alışveriş yapan" olmaktan çıkarlar, birbirlerine yabancı
olurlar.
Bu görüş Hanefî
veMâlikîlere aittir. Rabîa, Nehaî ve bir rivayete göre Sevrî de aynı
görüştedirler.
Hattâbî; Nehaî ve
Hanefîlerle Mâlikîlerin bu görüşlerine temas ettikten sonra, hadislerin karşı
görüşü desteklediklerini, hadisin ravisi İbn Ömer'in de bu şekilde tefsir
ettiğini söyler.
Hattâbî; Nehaî ve onun
görüşünde olanların görüşlerini tenkid sadedinde şöyle der:
"Eğer hadisin
manası, Nehaî'nin anladığı gibi olsaydı, onun hiçbir faydasının olmaması
gerekirdi. Çünkü çok açıktır ki, alıcı akdi kabul etmeden önce kabul edip
etmeme konusunda serbesttir. -Yani bu konunun hadisle ısbat edilmesine ihtiyaç
yoktur.- Aynı şekilde satıcı da satış akdini gerçekleştirmeden önce malının tek
mâlikidir. İstediği gibi tasarrufta bulunabilirler. Kimse onları, mallarını
ellerinden çıkarmaya zorlayamaz. Ancak kendileri isterlerse satarlar. Bu herkesçe
bilinen genel bir hükümdür. Özel bir haber ise ancak özel bir hüküm için
rivayet edilir. Sabittir ki; alışveriş yapanlar (mütebâyi'an) sözcüğü, akid
yapanlar için kullanılır. Bey' (alışveriş) kelimesi alışverişi yapanların
yaptıkları işten türemiştir. Bu da ancak o iş bittikten (alışveriş akdi
tamamlandıktan) sonra aercekleşir. Meselâ, zinakâr diye zina yapmış olana,
hırsız diye hırsızlık yapmış öiana denilir. Durum böyle olunca alışveriş
yapanların, akdi yapanlar olduğu kesin olur. O halde, akid bittikten sonraki
ayrılma (sözle değil) ancak bedenle olur."
Hattâbî, her iki
tarafın daha başka bazı delillerine de temas ederek, daha geniş bilgi
vermektedir. Ama biz, yukarıya aktardığımız özet bilgi ile meseleye ışık
tuttuğumuz, okuyucuya genel bir malumat verdiğimiz kanaatıyla daha geniş
tafsilata girmiyoruz.
Hadisin sonunda Hz.
Peygamber (s.a), tarafların birbirlerinden ayrılmadıkları müddetçe muhayyer
olduklarını belirttikten sonra, "muhayyerlikle satışı" o hükümden
istisna etmiştir; şimdi de kısaca bu tabiri açıklayalım:
"Muhayyerlikle
satış" tabirinin ifade ettiği ilk mana, alıcı ve satıcıdan birisine
bilâhare akdi bozabilme yetkisi tanıyan bir şartla yapılan satıştır. Tabii,
meselenin birtakım teknik incelikleri vardır. Biz bu konuya 3500 numaralı
hadisi izah ederken temas edeceğiz. Akla gelen bu ilk manaya göre hadisin
manası; "Alışverişte bulunanlardan her biri, ayrılmadıkları müddetçe akdi
fesh veya kabul konusunda muhayyerdir. Ayrılınca akit kesinleşir, taraflar
dönmez. Ama eğer birisi için muhayyerlik şart koşulmuşsa (üç gün içerisinde
veya tayin edilen başka bir müdde. zarfında akdi bozabilme yetkisi şart
koşulmuşsa) onun akdi bozma yetkisi meclisle kayıtlı kalmaz. Şart koşulan
müddetin bitimine kadar devam eder." şeklinde anlaşılacaktır..
Nevevî, bu istisnanın
manası konusunda üç görüş olduğuna işaret eder. Bu görüşler şunlardır:
1- Akid
bittikten sonra, meclis dağılmadan önce taraflardan birisini muhayyer
bırakmak.
2- Bizim yukarıda
işaret ettiğimiz; üç gün veya daha az bir müddet için şart koşulmuş şart
muhayyerliği (hıyâr-ı şart). Buna göre, meclis dağılsa bile muhayyerlik devam
eder.
3- Meclis
içerisinde her iki taraf için de muhayyerliğin bulunmaması şartıyla yapılan
akiddir. Bu durumda taraflar akde başlarken, mec lis muhayyerliğinin
bulunmamasını şart koşmuşlarsa, "aldım, sattım" sözleri ile akid
kesinleşmiş olur. Ancak bu yolla yapılan bir alışveriş, -içerisinde şart bulunduğu
için- âlimlerin çoğuna göre caiz değildir.[399]
1. Alışveriş
yaparken, alıcı ve satıcı birbirlerinden ayrılmadıkları müddetçe akdi
feshedebilirler.
2. Taraflar
ayrıldıklarında akit kesinleşir, ancak birisi için muhayyerlik şart koşulmuşsa,
öngörülen süre içerisinde muhayyer olan kişi akdi feshedebilir.[400]
3455... Bize
Musa b. İsmail haber verdi, bize Hammâd Eyyûb'dan, o Nâfi'den; Nâfi, İbn
Ömer'den, İbn Ömer de Hz. Peygamber (s.a)'den önceki hadisi mana olarak rivayet
etti. (Bu rivayetinde):
"... Ama birisi
arkadaşına; "seç (muhayyer ol)" derse müstesna" dedi.[401]
Bu rivayet önceki
hadisin başka bir naklidir. Önceki hadisten farklı olarak bunda yukarıdaki
cümleyer almıştır. Buna göre bu rivayetin tamamı şu şekilde olacaktır:
"Alışveriş
yapanlardan her biri, birbirlerinden ayrılmadıkları müddetçe arkadaşına karşı
muhayyerdir. Ama birisi ötekine, seç (muhayyersin) derse müstesna."
Demek ki, önceki
rivayetteki; "Ama satışta muhayyerlik bulunursa müstesna" cümlesi bu
rivayette, "Ama birisi, ötekine seç derse müstesna" şeklindedir.
Rivayetler arasında mana yönünden pek fark yoktur. Hattâbî, bu istisnanın;
hadiste sözkonusu edilen muhayyerliğin, meclis muhayyerliği; ayrılmadan
maksadın da bedenle ayrılma olduğuna delâlet ettiğini söyler.
Aynî ise şöyle der:
"Hattâbî; bu,
meclis muhayyerliğinin sübutu konusunda en açık şeydir. Bu söz, hadisin
zahirine zıt düşen tüm te'villeri ortadan kaldırır, demiştir. Buna karşı ben
de derim ki: Hattâbî'nin meclis muhayyerliğinin sübu-tundaki en açık şeydir,
sözü, âkitlerden birisi icabda bulunduğu zaman öteki muhayyerdir; isterse
kabul eder, isterse reddeder şeklinde anlaşılmalıdır. Ama, taraflar icab ve
kabulde bulundukları zaman akid tamamlanmıştır. Muhayyerlik şart koşulmamişsa
veya mal ayıplı değilse muhayyerlik sözkonusu değildir. Nesâî'nin, Semüre'den
tahric ettiği şu hadis bunun delilidir:
Hz. Peygamber (s.a) üç
defa: "Alışveriş yapanlar, birbirlerinden ayrılıncaya veya her biri
akitten arzu ettiğini alıncaya kadar muhayyerdirler" buyurdu. Tahavî,
"Rasûlullah'm bu hadisteki; her biri arzu ettiğini alıncaya kadar sözü,
taraflar için caiz olan muhayyerliğin akdin tamamlanmasından önceki
muhayyerlik olduğuna delâlet eder. Bu durumda, taraflar arasında, hadiste söz
konusu edilen ayrılmanın, satıştan sonra bedenle ayrılma olduğunda ihtilâf yoktur.
Ve yine müşterinin maldan istediğini alıp, istemediğini bırakmasının caiz
olmayışında da ihtilâf yoktur" der.
Ben de diyorum ki;
hadisteki ayrılmaktan maksat söz ile ayrılmaktır, bedenen değil. -Yani
taraflar, alım satımla ilgili konuşmayı terkedinceye kadar muhayyerdirler.
Hattâbî'nin; bu mana
tüm te'villeri ortadan kaldırır, sözü kabul edilemez. Çünkü iki te'vil
çelişirse hadis bırakılır, kıyasla amel edilir. Bu konudaki kıyas; alışveriş
akdinin kira ve nikâh akidleri ile kıyaslanmasıdır. Muhayyerlik, bu akidlerde
akid bittikten sonra bedenen ayrılıncaya kadar devam etmediği gibi, alım satım
akdinde de devam etmez. Bu akidler arasındaki ortak nokta, hepsinin icab ve
kabulle tamamlanmalarıdır..."
Görüldüğü gibi Aynî bu
sözleri ile, Hanefîlerin görüşünü kuvvetlendirmeye çalışmıştır.[402]
3456...
Abdullah b. Amr b. el-Âs, Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduğunu rivayet
etmiştir:
"Alışveriş
yapanlar, birbirlerinden ayrılmadıkça (akdi kabul edip etmemekte)
muhayyerdirler; ama akitte muhayyerlik şartı bulunursa müstesna, (o zaman
birbirlerinden aynlsalar bile, lehine şart koşulanın muhayyerliği devam eder).
Akit yapanlardan birisinin karşı taraf ikâle ister korkusuyla (oradan hemen)
ayrılması helâl olmaz.”[403]
Tirmizî, hadisin
hasen; İbn Huzeyme de sahih olduğunu söylemiştir.
Hadisin zahiri,
alışverişte bulunan tarafların meclis içinde oldukları müddetçe akdi
kesinleştirmek veya feshetmek serbestisinde uluduklarına delâlet etmektedir. Bu
muhayyerliğin meclis muhayyerliği mi yoksa kabul muhayyerliği mi olduğu
konusunda 52. bâbda geçen hadislerde verdiğimiz görüşler burada aynen caridir.
Hadisin bir bölümünde; akit yapılırken taraflardan birisi lehine muhayyerlik
şartı koşulması halinde hüküm önceki hükümden istisna edilmektedir. Bu durumda
taraflar birbirlerinden ayrılmış olsalar dahi, lehinde muhayyerlik şart
koşulmuş olanın seçme hakkı, kararlaştırılan müddetin -Ebû Hanîfe'ye göre bu
müddet üç güriü geçemez- sonuna kadar devam eder.
Hadisin son bölümünde
de Hz. Peygamber (s.a) Efendimiz; alım satım akdini yapanlardan birisinin,
karşı taraf ikâle yapmayı ister endişesiyle meclisten ayrılmasının caiz
olmadığına işaret buyurmuştur.
İkâle: Alım satım akdi
kesinleştikten sonra, tarafların kendi rızaları ile akdi feshetmeleridir. Bu
konu ile ilgili yeterli bilgi 3460 nolu hadisin izahı esnasında verilecektir.
Bilindiği gibi; alım
satım a/di yapanların muhayyerliği konusunda âlimlerin iki farklı görüşü
vardı. İçlerinde Hanefîlerin de bulunduğu bir gruba göre; bu muhayyerlikten
maksat kabul muhayyerliği, meclisten maksat da söz meclisi idi. Şâfiîler ve
Hanbelîlere göre ise; bu muhayyerlik meclis muhayyerliği, ayrılması da bedenen
ayrılmak idi. İşte hadisin ikâle ile ilgili olan son bölümünü her grub kendi
anlayışına göre izah etmiş ve kendi görüşüne delil kabul etmiştir.
Bezlü'l-Mechûd'da,
Hanefîlerin görüşünü teyid eder bir tarzda şöyle denilmektedir:
"Bu söz; alım
satım akdinin icab ve kabul ile tamamlanıp bundan sonra muhayyerliğin
kalmadığını teyid etmektedir. İkâle isteme meselesi buna delâlet eder. Çünkü
eğer taraflar meclisin sonuna kadar fesh serbestisine sahip olsalardı,
hiçbirisinin ikâle (akdi fesh) istemeye ihtiyaçları olmazdı. Çünkü
muhayyerliğin bulunması halinde, her bir taraf ikâle isteme ihtiyacı duymadan
akdi tek başına feshedebilirdi."
Avnü'l-Md'bûd'da da,
meclis muhayyerliğini kabul etmeyenler (Hane-fîler)*in bu hadisi delil
edindiklerine işaretle, onların; "Çünkü bu hadiste; karşı tarafın, ikâle
dışında bir yolla akdi fesh edemeyeceği bildirilmektedir." dedikleri
kaydedilmektedir.
Yine Avnü'l-Ma'bûd'da,
meclis muhayyerliğini kabul edenlerin (Şafiî ve Hanbelîler) yukarıdaki görüşe
verdikleri cevap şu sözlerle beyan edilmektedir:
"Hadis bu
ilâveyle onların lehine değil, aleyhine delildir. Çünkü hadisin manası;
taraflardan birisi, karşı taraf akdi fesheder endişesiyle meclisten ayrılmasın
demektir. İkâle istemekten murad; taraflardan pişmanlık duyanın akdi
feshetmesidir. Tirmizî ve başka âlimler bu şekilde anlamışlar ve şöyle
demişlerdir: Eğer ayrılmak ^sözle olsaydı o zaman kişinin akidden sonra muhayyerliği
olmazdı. İkâleden murat da gerçek manası olsaydı, meclisten ayrılmanın bir
manisi olmazdı. Çünkü ikâle, meclise mahsus değildir. Hadisin baş tarafında
meclis muhayyerliğinin caizliği belirtilmiş ve bunun meclisin sonuna kadar devam
ettiği ifade edilmiştir. Malumdur ki muhayyerlik hakkı olan kişinin ikâle
istemeye ihtiyacı yoktur. O halde buradaki ikâle istemekten maksat akdi
feshetmektir.
Kişinin meclisten
ayrılmasının helâl olmayışından maksat da ayrılmanın haramhğı değil, mekruh
oluşudur."
Her iki tarafın hadise
bakış açılarını kaynaklardan naklen verdik. Ayrı bir yoruma girmek istemiyoruz.[404]
3457...
Ebu'l-Vadiy' (Abbâd b. Nüseyb)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Bir savaş için sefere çıkmıştık.
Bir yerde konakladık. Arkadaşlarımızdan biri, bir köle karşılığında bir at
sattı. Sonra günlerinin kalanını (bu şekilde) geçirdiler. Ertesi gün sabah
olunca asker hazırlandı. Atı alan atını eğerlemek üzere kalktı. (Ama) satan
pişman olup alıcıya geldi ve alışveriş (i feshetmek) istedi. Müşteri ise atı
vermek istemedi. Bunun üzerine satan;
Hz. Peygamber (s.a)'in
arkadaşı Ebû Berze aramızda hakem olsun, dedi.
Beraberce, ordunun bir
bölümünde bulunan Ebû Berze'ye geldiler ve ona hâdiseyi anlattılar.
Ebû Berze:
Aranızda Hz. Peygamber
(s.a)'in hükmü ile hükmetmeme razı mısınız? Rasûlullah (s.a); "Alışveriş
yapanlar birbirlerinden ayrılmadıkça (akdi kesinleştirmek veya feshetmekte)
serbesttirler" buyurdu
dedi.
Hişâm b. Hassan dedi
ki: "Cemil (İbn Mürre), Ebû Berze'nin: Sizi ayrılmış olarak görmedim,
dediğini haber verdi. "[405]
İbn Mâce'nin
rivayetinde at alım satımından bahseden hâdise hiç anılmamakta, sadece Ebû
Berze'nin Rasûlullah (s.a)'den naklettiği cümle yer almaktadır.
Tirmizî'deki rivayette
ise; at alım satımı ile ilgili olan hâdisenin bir gemide cereyan ettiği
görülmektedir,
Hişâm b. Hassan'ın
Cemil b. Mürre'den yaptığı rivayete göre; Ebû Berze, at alıp satan kişileri
-akdin üzerinden bir gece ve gündüzün bir kısmı geçmiş olmasına rağmen-
birbirlerinden ayrılmış telakki etmemiştir. Halbuki bu iki şahsın tüm bu zaman
zarfında aynı mecliste olmaları düşünülemez. Şüphesiz her biri yemek, içmek,
zaruri ihtiyaçlarını gidermek, namaz kılmak gibi vesilelerle birbirlerinden
ayrılmışlardır. Demek oluyor ki Ebû Berze'nin mec-liten maksadı, alım satımın
yapıldı?' mevki, bölgedir. Taraflar aynı ordunun içinde bulundukları için,
ordugâhın tamamını tek meclis kabul etmiş ve taraflar burasını
terketmediklerine göre, birbirlerinden ayrılmamışlardır. O halde Rasûlullah'ın
hadis-i şerifleri gereğince, taraflardan isteyen akdi feshedebilir hükmüne
varmıştır.
Şafiî ve Mâlikîler,
Ebû Berze'nin bu sözlerine bakarak onun da, muhayyerliği kaldıran ayrılmanın
bedenen ayrılma olduğu görüşünü benimsediğini söylerler. Ancak, Ebû Berze
meclisin sınırlarını geniş tutmuş, ayrılmış saymak için tarafların sadece
bedenen ayrılmalarını yeterli görmeyip, akdin yapıldığı yeri terketmelerini de
gerekli görmüştür.
Hanefîler; Ebû
Berze'nin sözlerinin kendi anlayışının eseri olduğunu, onun için hadisin
aleyhlerine delil kabul edilemeyeceğini söylerler.[406]
1.
Bedellerden birisi para olmasa bile iki malı birbirlerı ile alıp satmak
caizdir.
2. İnsanlar
aralarındaki anlaşmazlıkları, bir hakem tayin ederek çözebilirler.
3. Tayin
edilen hakemin bilgili olmasr gerekir.
4. Hakem
hüküm vereceği zaman âyet ve hadislerin ışığında hüküm vermelidir.
5. Alışveriş
kesinleşmeden (taraflar akit meclisini terketmeden) isteyen akdi feshedebilir.
Bu mesele ulema arasında ihtilaflıdır.[407]
3458...
Yahya b. Eyyûb şöyle demiştir:
Ebû Zür'a,[408]
birisine bir şey sattığı zaman onu muhayyer bırakır, sonra da; "Sen de
beni muhayyer bırak. Ben, Ebû Hureyre (r.a)'yi, Rasûlullah (s.a); (alışveriş
yapan) iki kişi ancak birbirlerinden razı olarak ayrılsınlar, buyurdu derken
işittim." derdi.[409]
Tirmizî'nin
rivayetinde Ebû Zür'a'nm kıssası mevcut değildir. Tirmizî hadis için; "bu
garib hadistir" demektedir.
Hadisten, ilk bakışta
anladığımıza göre Ebû Zür'a bir alışveriş yaptığında, "arzu etmiyorsan
akdi feshet, pişmanlık duyarsan vazgeçebilirsin" gibi sözlerle karşı
tarafı muhayyer bırakır, aynı muhayyerliğin kendisi için de tanınmasını
isterdi. Bu hareketine delil olarak da Ebû Hureyre'den işittiği Rasûlullah'ın
şu sözlerini naklederdi: "Alışverişte bulunan iki kişi (ayrıldıklarında)
birbirlerinden razı olarak ayrılsınlar."
Alım satım akdinde
meclis muhayyerliğini kabul edenler, bu hadisi de kendileri için delil
sayarlar. Ancak hadis böyle bir anlayışa pek müsait değildir. Çünkü; hadisin
Hz. Peygamber (s.a)'den nakledilen bölümünün muhayyerlikle bir ilgisi yoktur.
Ebû Zür'a'nın; karşı tarafı muhayyer bırakıp, kendisi için de muhayyerlik
istemesi aslında meclis muhayyerliğine değil şart muhayyerliğine delâlet eder.
Zira eğer bu meclis muhayyerliği olsa idi, Ebû Zür'a'nın onu vermesine ve
kendisi için istemesine gerek kalmazdı. Zaten mevcut olan bir şeyin verilmesi
veya istenilmesi düşünülemez.
Aliyyü'1-Kârî bu
hadisi izah ederken şöyle der:
"Allah bilir,
hadisten kastedilen; tarafların parayı vermek ve malı teslim konularında
birbirlerinden razı olarak ayrılmalarıdır. Aksi halde, zarara uğramak ve zarar
vermek sözkonusu olur ki bu da dinen yasaktır. O halde maksat, birisinin
ayrılacağı zaman öbüründen izin istemesi, yapılan alışverişten pişmanlık
duymuşsa ikâle yapabileceklerini söylemesidir. Böyle yapmadan ayrılmak
konusundaki nehiy tenzihidir. Yani yukarıdaki söylenilenleri yapmadan meclisi
terketmesi haram değildir, belki tenzîhen mekruhtur. Burfun caiz oluşunda icma
vardır."
Aliyyü'l-Kârî'nin
ifadesine göre; el-Eşref ise, meclis muhayyerliğinin ortadan kalkmasını
gerektireceği için, taraflardan birinin ötekinin izni ve haberi olmadan
ayrılmasının caiz olmadığını söyler. Ancak, yukarıda işaret edildiği üzere
tarafların birbirinin izni olmadan ayrılmalarınının caiz olduğu icma ile
sabittir.[410]
1. Alışveriş
yapanlar, yaptıkları akde razı olmalıdırlar.
2. Ahşverişte
taraflardan birisine veya her ikisine -bir süre tayin ederek, o süre
içerisinde- akdi feshetme muhayyerliği verilebilir. Bu muhayyerliğe şart
muhayyerliği denilir. Akdin gereğinden değildir. Şart koşmaya bağlıdır.[411]
3459...
Hakîm b. Hizâm'dan, Rasûlullah (s.a)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Alım satım akdi
yapanlar birbirlerinden ayrılmadıkça muhayyerdirler. Eğer (malın özellik ve
kıymeti konusunda) doğru konuşurlar ve (aybını) açıkça söylerlerse akidleri
onlar için bereketlendirilir. Ama (aybı) gizlerler ve yalan söylerlerse,
yaptıkları alım satımın bereketi giderilir."
Ebü Dâvûd dedi ki: '
Saîd b. EbîA rûbe ve
Hammâd da aynen böyle rivayet ettiler. Hemmâm ise üç kerre:
"Birbirlerinden ayrılıncaya veya (akdi kesinleştirme ya da feshetmeyi)
seçinceye kadar..." dedi.[412]
Hadis-i şerifin ilk
bölümünde, alım satım akdi yapanların birbirlerinden ayrılmadıkları müddetçe
akdi feshetme serbestisine sahip oldukları bildirilmektedir. Bu konu, üzerinde
durduğumuz babın tüm hadislerinin esas mevzuu olduğu için, şimdiye kadar
gereken bilgi verilmiştir.
İkinci bölümde ise,
alışveriş yapan müslümanlar dürüstlüğe teşvik edilmekte; dürüstlüğün, akde
bereket, hile ve yalancılığın ise zarar vereceği belirtilmektedir. Bu arada;
malın varsa aybının açıkça söylenmesinin berekete, gizlenmesinin ise zarara
sebep olduğu ifade edilmektedir.
Burada akla şöyle bir
soru gelebilir: Peki, bu satışın hukukî sonucu nedir? Herkes başına gelene
razı mı olacaktır, yoksa malı verip parasını geri almak hakkına sahip midir?
Kısaca bu konuya temas
edelim:
Önce ayıp (kusur) ne
demektir? Bunun tarifini verelim. Hanefî âlimlerine göre; tacirler arasında
fiata menfi yönden tesir eden yani fiatı düşüren her kusur ayıptır. Aybı
tayinde başvurulacak merci bu işin ehli olan tacirlerdir.
Ayıplı olan bir mal
satın alan kişi, eğer malı alırken maldaki kusuru görür ve buna razı'olursa
artık itiraz hakkı kalmaz. Ama alıcf, malı aldığı zaman maldaki aybı farketmez
de daha sonra anlarsa isterse fiatta değişiklik yapmadan malı kabul eder,
isterse satıcıya geri verip parasını alır. İşte müşterideki bu muhayyerliğe;
ayıp muhayyerliği manasına "hıyâru'1-ayb" denilir. Müşterinin, malı
geri vermeyip de, fiatını düşürtmeye hakkı yoktur. Ancak müşteri, satın aldığı
mal üzerinde onun özelliğini değiştirecek biçimde bir tasarrufda bulunur, veya
mal müşterinin elinde de ayıplanır ve daha sonra eski aybını farkederse; eski
aybm malda meydana getireceği değer farkını geri alır. Fakat sonraki durumda
satıcı malını yeni aybı ile birlikte geri almaya razı olursa alır. Bu durumda
müşteri, malı vermeyip ayıpdan dolayı paranın bir kısmını geri isteme hakkına
sahip değildir. Ya eski ayba razı olup, malı elinde tutacak veya geri verip
parasını alacaktır.
Maldaki ayıptan dolayı
müşterinin muhayyerliği olan "hıyâru'1-ayb"; fıkıh kitaplarının bey' (alım
satım akdi) bahsinde müstakil bir başlık altında incelenmiştir. Geniş malumat
oralarda vardır.[413]
1. Alışveriş
yapanlar birbirlerinden ayrılmadıkça, akdi feshedebilirle yetkisine
sahiptirler.
2. Alışveriş
yapanlar dürüst oldukları takdirde kazançlarının bereketi artar. Dürüstlüğü
terkederlerse zarar ederler.[414]
3460... Ebû
Hureyre (r.a)'den, Rasûlullah (s.a)'m şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Allah (c.c), bir
müslümana ikâle yapan kimsenin günahını affeder."[415]
"İkâle;"
sözlükte düşeni kaldırmak, vazgeçmek, affetmek, alışverişi bozmak manasınadır.
Terim olarak da; alışveriş ya pan tarafların -birisinin istemesi üzerine-
müşterek nzalarıyla akdi feshetmeleridir. Akdin bozulmasını istemeye de
"istikâle" denilir. Bu kelime hadiste iki defa geçmektedir.
Birincisindeki kastedilen mana, terim karşılığıdır. Bu yüzden kelimeyi terceme
etmeden "ikâle yapan" diye aktardık ve izahını açıklama bölümüne
bıraktık. İkincisinde ise "affeder" karşılığı ile terceme ettik.
İkâleyi daha iyi
anlaşılması için bir tasavurla anlatalım: İki kişi alışverişte bulunurlar. Akit
kesinleştikten sonra, taraflardan birisi (alıcı veya satıcı) pişmanlık duyar
ve karşı tarafa gidip alışverişi bozmayı (dönmeyi) teklif eder. O da bu teklifi
kabul edip akdi fesheder. İşte yaptık-4arı bu muamele ikâledir. îkâlede
taraflardan her biri aldığı bedeli (müşteri malı, satıcı parayı) iade eder.
Hadis-i şerifte Hz.
Peygameber (s.a); müslümanları, kendileri ile alışverişte bulundukları bir
müslüman pişmanlık duyarak gelip akdi feshetmek istediğinde onların arzusuna
uymaya teşvik etmekte, bu isteğe uymanın mükâfatının da günahlarının
bağışlanması olduğunu bildirmektedir. Kendisine müracaatta bulunulan kişinin,
bu isteğe, uyması (ikâle yapması) farz ya da vacip değil, müstehaptır.
İkâlenin caiz olması
için birtakım şartların bulunması gerekir. Hanefî mezhebine göre bu şartlar
şunlardır:
I- Mebî'in
(satılan malın) mevcut olması. Alıcı malı istihlâk etmişse veya elinden
çıkarmışsa ikâle mümkün olmaz. Ama malın bir kısmı telef olmuş da bir kısmı
kalmışsa kalan kısımda ikâle caizdir.
II- İkâle
meclisinin tek olması, (ikâlede icab ve kabulün aynı mecliste olması).
III- Mebî
(mal)'in değişmemiş olması; eski halini koruması.
IV- Bedelde (fiatta) bir artma veya eksilmenin olmaması.
Eğer ikâle esnasında, önceki fiatın yükseltilmesi şart koşulmuşsa şart bâtıl,
akid sahihtir. Satıcı önceden aldığı parayı iade eder.
İkâle; alıcı ve
satıcıya nisbetle önceki akdi fesh, üçüncü bir şahsa nis-betle ise yeni bir
alışveriştir. Bunu bir misalle izah edelim:
Bir kimse tarlasını
satsa, sonra da müşteri ile anlaşıp ikâle yapsalar, bu kendilerine göre eski
akdi fesihtir. Ama komşu tarla sahibine nisbetle yeni bir alım satım aktidir.
Dolayısıyla önceki satışta şüf'a hakkından vazgeçmiş bile olsa ikâle ile
yeniden şüf'a hakkı doğar. Çünkü onun açısından komşu tarla tekrar satılmıştır.
Satıştan da şüf'a hakkı doğar.[416]
3461... Ebû Hureyre
(r.a)'den, Rasûlullah (s.a)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Bir satış içinde
iki satış yapan kişiye ya daha ucuz olanı veya ribâ vardır."[417]
Bu hadisi Ebû
Dâvûd'dan başka rivayel eden yoktur. Hadisin zahirine göre; bir kimse aynı akıt
içerisinde ıkı ayrı fıat söylese ve bu şekilde satışı gerçekleştirse daha düşük
olan bedeli alacaktır, aksi halde faiz almış olur. Ancak âlimler hadisten
kastedilenin bu olmadığını söylemektedirler.
Hattâbî şöyle der:
"Ben, âlimlerden;
bu hadisin zahirini anlayan ve daha düşük olan fiatla akit sahihtir diyen
birini bilmiyorum. Evzaî'den nakledilen küçük bir istisna varsa da bu yanlış
bir görüştür. Çünkü bu yolla yapılan bir satışta hem fiat bilinmemekte, hem de
bir kanma ve kandırma sözkonusu olmaktadır.
Bu hadisin; Muhammed
b. Amr, Ebû Seleme ve Ebû Hureyre tarikiyle gelen meşhur rivayeti şu
şekildedir: "Rasûlullah (s.a) bir satış içinde iki satışı nchyetfi."
Bu hadisin daha sonraki isnadında şu isimler yer almaktadır: el-Esam, Rabî,
Şafiî ve Derâverdî. Hadis ayrıca Muhammed b. İdris el-Hanzalî el-Ensârî
tarikiyle de Muhammed b. Amr'dan rivayet edilmiştir. Ebû Dâ-vûd'un zikrettiği
şekilde Yahya b. Zekeriyya'nın Muhammed b. Amr'dan yaptığı rivayet ise; muayyen
bir şey hakkında özel bir hüküm olmalıdır. O hüküm de şudur: Sanki kişi, bir
dinar karşılığı iki ölçek buğdaya, bir aylığına selem akdi yapmış[418] ve
vakti dolunca buğdayı istemiştir. Buğdayı vermesi gereken kişi öbürüne;
"Benden alacağın bir ölçeği bir ay vade ile iki Ölçeğe sat" der. İşte
bu önceki satışa giren ikinci bir satıştır. Bu hal, bir satış içinde iki satış
olmuş olur. Bu satış ucuz olan fiata döndürülür. Bu asıldır. Ama birinci akdi
bozmadan ikinci mebîi esas alarak alışveriş yapsalar bu ribâ olur.
Bir satış içinde iki
satış iki şekilde tefsir edilir:
1- "Bu
kumaşı saıîa peşin olursa on, veresiye olursa on beş dirheme sattım"
demesidir. Bu şekildeki bir satış caiz değildir. Çünkü malın bedelinin hangisi
olduğu belli değildir. Fiat belli olmadan yapılan alışverişler ise bâtıldır.
Tâvûs'un, bunda bir
mahzur görmediği rivayet edilir. Hammâd, Hakem ve Evzaî; taraflar ayrılmadan
fiatlardan birinde karar kılarlarsa caiz olduğunu söylerler."
Hattabî'nin sözlerine
biraz ara verip, günümüzde yaygın olan vadeli alışverişlerin bu hadisin şumülü
ile ilgisine göz atmak istiyoruz.
Hadis-i şerif, bir
izah tarzına göre; bu günkü tabiriyle alışverişlerde vade farkını konu
edinmektedir. Konuyu canlı hale getirmek için bir misalle izaha çalışalım:
Müşteri mağazaya gidip
bir buzdolabı almak istiyor ve fiatını soruyor. Saticr, "Peşin olursa 100
bin, üç ay vade 120 bin, altı ay vade 140 bin" diyor.Bu durumda müşteri;
a)
Fiatlardan birisi üzerinde karar kılıp anlaşmadan, "tamam aldım"
diyebilir. Bu durumda yapılan akit fasiddir. Çünkü iki taraf belli bir mikdar
üzerinde anlaşıp akdi onun üzerine bina etmemişlerdir.
b) Müşteri
firatları duyduktan sonra bunlardan birini seçer ve satıcıya; "Tamam, ben
bunu şu kadar (mesela altı ay) vade ile 140 bin liraya aldım" satıcı da,
"Oldu, ben de sattım" diyebilir. Bu şekildeki satış caizdir. Bedeldeki
meçhul olma durumu ortadan kaldırılmış ve alım satım akdinin fesadına sebep
olan şey izale edilmiştir.
Peşin olduğu takdirde
100 bin liraya alınacak bir mal vadeli olduğu için 140 bin liraya alınınca ilk
bakışta faiz zannedilebilir. Ama bu faiz sayılmaz. Çünkü bir muamelenin faiz
sayılması için (Hanefîlere göre) iki özelliğin bulunması gerekir: Bunlar, cins
(her iki bedelin aynı cinsten olması) ve kadr (malların keylî veya veznî
olmaları) dır. Bu özelliklerin her ikisinin ya da birisinin bulunması
durumunda ribe'1-fadl veya ribe'n-nesîe tahakkuk eder. Bu konu, ribâ ile ilgili
hadislerin izahında anlatılmıştır. O bakımdan tafsilata girmiyoruz. Üzerinde
durduğumuz konuda ise; mallar arasında ne cins, ne de kadr özellikleri mevcut
değildir. Çünkü birisi para, öbürü dolaptır.
Bu yolla yapılan bir
satışın caiz olduğu fıkıh kitaplarımızın bir çoğunda açıkça belirtilmektedir.
Biz bir örnek olmak üzere Hanefî mezhebinin en meşhur eseri olan Serahsî'nin
Mebsût'undaki ifadeyi aktarıyoruz. Serahsî şöyle diyor:
"Akdi; şu vadeye
kadar şu fiata, peşin olursa şu fiata veya bir ay vade ile şu fiata iki ay vade
ile şu fiata diyerek yaparsa bu alım satım fasiddir. Çünkü belli bir bedel
karşılığı vermemiştir. Hz. Peygamber de bir satışta iki şartın bulunmasını
yasak etmiştir. Bu hüküm, taraflar bu şekilde ayrıldıkları takdirdedir. Fakat
aralarında anlaşmış olsalar ve belli bir fiatı kesinleştir-dikten sonra
ayrılsalar akit caiz olur. Çünkü taraflar akdin sahih olması için gerekli olan
şart (fiatın belli olması) tamamlandıktan sonra ayrılmışlardır."[419]
Şimdi Hattabî'nin
hadisin şerhi ile ilgili olarak söylediklerine dönüyoruz: Hattâbî, bir satış
içerisinde iki satıştan anlaşılabilecek ihtimalleri sıralamıştı ve yukarıda
birinci te'vili beyan etmişti; şimdi ikinci te'vile geçiyoruz:
II-
Rasûlullah'ın bir satış içerisinde iki satıştan nehyinin tefsirindeki ikinci
yön de şudur:
Bir kimsenin,
karşısındakine, "Ben şu atımı sana 50 bin liraya sattım. Fakat senin
kısrağını bana 30 bin liraya satman şart." demesidir. Bu satış ta
fasittir. Çünkü kişi atın fiatını 50 bin lira olarak tayin etmiş, karşısındakinin
de kısrağını 30 bin liraya kendisine satmasını şart koşmuştur. Bu ise bağlayıcı
değildir. Öyle olsaydı fiatın bir kısmının düşmesi gerekirdi. O zaman da
fiatın kalan kısmı meçhul olurdu.[420]
III- Bu
konuda şöyle demek de mümkündür: Bir satışta iki satış; bir kimsenin (meselâ)
elbisesini iki dinara satıp müşterinin bu dinarlara karşılık yirmi veya otuz
dirhem vermesini şart koşmasıdır. İki ayrı malı bir tek fiat karşılığında
satmak ise caizdir...
Bir satış içerisinde
iki satış konusunda yazdıklarımızda, Hattâbî'nin verdiği bilgiyi esas aldık,
ama başka kaynaklardan da yararlandık.. Hattâbî'-den naklettiğimiz bilgileri de
aynen terceme şeklinde değil, mefhum olarak aktardık.
. .
Son olarak konuyu bir
iki cümle ile toparlayalım:
En çok kabul gören
tefsire göre bir satış içerisinde iki satış; satılacak mal karşılığında birden
fazla fiat söyleyip bunlardan birisini kesinleştirmeden satışı tamamlamaktır.
Bu ise caiz değildir. Ama aktı tamamlamadan önce fiatlardan birisi
kesinleştirilir, sonra satış gerçekleştirilirse (fiatlar peşin ve vade
durumlarına göre farklı olsa bile) caizdir.[421]
3462...
Abdullah b. Ömer (r.anhüma), Rasûlullah (s.a)'ı şöyle buyururken dinlediğini
haber vermiştir:
“Iyne yoluyla alışveriş
yaptığınız, öküzlerin kuyruğuna yapıştığınız, tarımı seçtiğiniz ve cihadı
terkettiğiniz zaman Allah size öyle bir zillet musallat eder ki dininize
dönünceye kadar onu üzerinizden atamazsınız.”
Ebû Dâvûd dedi ki:
Hadisin lafzı Ca'fer'e
aittir. Bu, onun ifadesidir.[422]
Rasûlullah (s.a); ıyne
yoluyla alışveriş yapmayı, öküzlerin kuyruğuna yapışmayı, tarımı seçmeyi ve
cihadı terketmeyı zillete sebep göstermiş; müslümanların dinlerinin icabını
yaşamaya dönmedikçe bu zilletten kurtulamayacaklarını bildirmiştir.
Esas mevzumuz ıyne
yoluyla yapılan alışverişlerdir. Bu yüzden bu konuyu daha detaylı
inceleyeceğiz. Onun için ıyne konusunu sona bırakıp önce hadisin diğer
bölümlerine göz atalım:
Müslümanların;
özüzlerin kuyruğuna yapışıp ziraatı seçmelerinden maksat; cihad edilmesi
gereken bir zamanda cihadı terkedip işleri ve güçleriyle meşgul olmalarıdır.
Öküzün kuyruğuna yapışmak; tarlayı sürmek, ekin ekip biçmektir. Şüphesiz tarım
insanların beslenmeleri, hayatlarını sürdürmeleri için ihmal edilmemesi gereken
bir meşguliyettir. Dolayısıyla Hz. Peygamber (s.a)'in böyle bir meşguliyeti
tenkid etmesi, uğraşılmasını zillet sayması beklenemez. O halde maksat,
dediğimiz gibi Allah yolunda cihadı terkedip dünyalık için çalışmaktır. Çünkü
bu; müslümanların başka güçlerin emrine girmesine, sömürülmesine sebep olur.
Bir insan için bundan daha büyük bir zillet ve meskenet olmaz.
Öküzlerin kuyruğuna
yapışmaktan maksadın, "şerefle ata binenler olduktan sonra, zilletle
öküzlerin peşinde yürüyenler olduğunuz zaman" manasında olması da
muhtemeldir.
Rasûlullah (s.a)'ın
bildirdiğine göre; düşülen bu zilletten kurtulmanın çaresi, tekrar dine
dönmektir. Bundan maksat; dinin istediği yaşama şekline dönmek, Allah'ın
emrettiği cihad ve çalışmaya sarılmaktır. Yoksa bir müs-lüman hadiste sayılan
şeyleri yaptığı için dinden çıkmaz. Müslümanın dinden çıkmasını gerektirecek
söz ve davranışları bellidir. Bunlar içerisinde ne ıyne muamelesi, ne de cihadı
ihmal edip ziraatla iştigal vardır.
Şimdi de esas mevzumuz
olan ıyne konusuna dönelim:
"Iyne":
Kelime olarak; veresiye satmak demektir.
Iyne yoluyla yapılan
alışveriş Hz. Peygamber tarafından yasaklandığı halde, ne O'ndan ne de
sahâbîlerden, bu satış şeklinin tarif ve şekline dair bir haber gelmemiştir.
Onun için âlimlerimizin, bu satış şeklini izah ve tasavvurda değişik
görüşlerde olduklarını görmekteyiz. Hatta aynı mezhebe mensup fakihler bile tek
bir tasavvur üzerinde birleşebilmiş değillerdir. Sadece Hanefîlerde lyne ile
ilgili dört ayrı tarif göre çarpmaktadır. Tabii ıyne-nin hükmü de verilen
tarife göre farklılık arzetmektedir. Şimdi bu tasavvurları görelim:
1- Hanefî
âlimlerinden Nesefî'nin Tilbetu't-Tâlibe adlı kitabında verdiği tarife göre
"lyne; bir kimsenin, bir malı değerinden daha fazla bir fiata vadeli
olarak alıp bir başkasına peşin parayla satmasıdır."
Bu tarife göre,
müşteri aldığı malı, bizzat satana değil, bir başkasına satmaktadır. Bu yola
gidilmesine sebep; borç verecek kişinin faize düşmeden verdiği borçtan fayda
sağlamasıdır. Bu muameleyi şöyle bir örnekle canlandıralım:
İhtiyaç sahibi birisi
bir esnafa gidip borç para istiyor. Esnaf, karşılık olmadan, borç vermeyi
istemiyor ama faiz almaktan da çekiniyor. Onun için borç isteyene para vermiyor
da bir malı değer fiatından daha fazla bir karşılıkla ve vadeli olarak
satıyor. Borç isteyen ihtiyaç sahibi bu malı alıyor ve bir başkasına aldığından
daha ucuz bir fiata fakat peşin parayla satıyor. Böylece o, ihtiyacını temin
etmiş, kendisinden borç istenen de verdiği .maldan vade karşılığı kâr sağlamış
oluyor.
İbnü'l-Hümâm, ıynenin
böyle anlaşılmasını uygun bulmamaktadır. Bu şekildeki bir uygulama caizdir,
yasak yönü yoktur.
2- Hanefî
kaynaklarda görülen diğer bir tasavvur da şu şekildedir: İhtiyaç sahibi gidip,
bir esnaftan değer fiatından daha fazla bir bedelle
ve vade ile bir mal
satın alıyor. Sonra da götürüp bu malı, başka birisine aldığından daha ucuza ve
peşin para ile satıyor. Bu şahıs da malı götürüp ilk sahibine aldığı fiata ve
peşin olarak satıp parasını alıyor. Böylece mal kendisine geri dönmüş, elinden
çıkan paraya karşılık olarak da bir mikdar kazanç sağlamış oluyor.
Bu yolla yapılan
muamele de caizdir. Çünkü araya üçüncü bir şahıs girmiştir.
3- Kendisinden
borç istenen kişi, borç isteyene istediğini verir, fakat sonra ona bir malını
değerinden daha fazlaya satıp, verdiği parayı geri alır.
Bu muamele de haram
değildir.
4- Bir
kimsenin, başka birisinden alacağı vardır. Borcun vadesi dolunca, vadeyi
uzatıp alacağını artırmayı ister. Bunu meşru hale getirmek için de borçlunun bir
malını borcu kadar bir bedelle satın alır. Sonra da aynı malı, aldığı fiata
eski alacağını da ekleyerek öngörülen vade ile satar. Böylece zahirde faize
düşmeden hem vadeyi uzatmış, hem de alacağını artırmış olur.
Haniye sahibi; Belh
âlimlerinin; zamanlarında çarşılarda cereyan eden ahşverişlerdeki fesadları
gözönüne alarak; "lyne yoluyla yapılan alışveriş, zamanımızda çarşılarda
cereyan eden alışverişlerden daha hayırlıdır. Ama bundan da kaçınmak
evlâdır" dediklerini söyler.
Ebû Yusuf, bu dört
çeşit akdi kerahatsiz caiz görür. İmam Muhammed ise, "Bu satış türü, benim
gönlümde dağlar kadar çirkin bir şeydir. Hz.-Peygamber bunu kötülediği halde
faiz yiyiciler uydurmuşlardır" der.
5- lyne; bir
kimsenin malını peşin satmayıp, pahalı olsun diye sadece vade ile satmasıdır.
Bu tarif, Ahmed b. Hanbel'den nakledilir ve mekruh olarak nitelenir. Sebep,
faize benzemesidir.
6- lyne, bir
kimsenin sattığı bir malı, daha parası ödenmeden aynı şahıstan ve daha ucuz
bir fiatla tekrar alıp parasını ödemesidir.
Kamus, Mısbâhu'l-Münîr
gibi lügat kitaplarının verdiği bu tarif, Şafiî fıkıh kitaplarında da hemen
hemen aynı şekilde göre çarpar. Hanefî fıkıh kitaplarında bu tarife
rastlayamadık. Ancak, Mecme'ul-Enhur (Dâmad diye meşhur) adındaki kitapta;
ulemanın lyne için başka bir tasavvurda bulundukları ve bunun mezmûn olduğu
söylenir. Kanaatimizce bu tarife işaret edilmek istenmiştir.
Hattâbî de üzerinde
durduğumuz hadisin şerhinde bu tarifi vermiştir. İbn İshak es-SübeyTnin, hanımı
vasıtasıyla Hz. Âişe'den rivayet ettiği bir haber de yasak olan ıynenin bu
olduğu intibaını vermektedir. Bu rivayete geçmeden önce; bu maddedeki tarifi
canlı bir misalle anlatalım:
İhtiyaç sahibi, borç
istemek üzere bir esnafa gider. Esnaf para vermez fakat malını değerinden daha
fazla bir fiatla borç isteyene vadeli olarak satar. Arkasından da peşin fiatla
tekrar satın alıp, parayı öder. Böylece sattığı malı, parası ödenmeden daha
ucuza geri almış olur.
Bu şekildeki bir
muamele Şâfiîlere göre caiz, fakat âdet haline getirilirse mekruhtur. Diğer
mezheplere ait fıkıh kitplarında bu muameleye lyne de-nilmemekle birlikte, caiz
olmadığı beyan edilmiştir. Hanefî kitaplarından Hidâye'de şöyle denilir:
"Bir kimse, peşin
veya vadeli olarak bin dirheme bir cariye satın alıp teslim alsa, sonra da
parayı ödemeden satıcıya 500 dirheme geri satsa bu ikinci satış caiz
değildir."
Görüldüğü gibi bu
tasavvur, bu maddede verilen ıyne tarifinin aynıdır, fakat adına ıyne
denilmemiştir.
İbn Kudâme; Ebû Zinâd,
Rabîa, Abdul-Aziz b. Ebî Seleme, Sevrî, Ev-zaî, Mâlik ve İshak'm da aynı
görüşte olduklarını söyler. Dârekutnî'nin rivayet ettiği şu haber de bu
muamelenin caiz olmadığına delildir:
İbn İshak es-SübeyTnin
hanımı, Zeyd b. Erkam'ın ümmü veledi (kendisinden çocuk dünyaya getiren cariye
ile birlikte Hz. Âişe'nin yanma girmiş. Zeyd'in ümmü veledi Hz. Âİşe'ye:
Ey mü'minlerin annesi!
Ben Zeyd b. Erkam'a 800 dirheme vade ile bir köle sallım. Sonra da aynı köleyi
ondan peşin olarak 600 dirheme satın aldım, dedi.
Hz. Aişe:
Ne köıu biı alım
satım. Şüphesiz Zeyd'in Rasûlullah'la birlikteki cihadı boşa gidiliştir. Ama
levbe ederse müstesna, karşılığını verdi.
Bu haberin bazı
rivayetlerinde, satılan şeyin cariye olduğu;'bazılarında da, H/. Âişe'nin
kadına: "Zeyd b. Erkam'a haber ver, o Rasüiullah ile birlikte ettiği
cihadı boşa çıkarmıştır." dediği kaydedilir.
Aişe'nin bit
alışverişi Hz. Peygamber ile birlikte yapılan bir cihadın sevabını boşa
çıkaracak bir şekilde nitelemesi, bu alışverişin caiz olmayışını
Rasûlullah'tan duyduğunu gösterir. Çünkü bu gibi şeylerin akılla bilinmesi
mümkün değlidir.
İbnü'l-Kayyim
el-Cevziyye; Hz. Peygamber'in, "Bir gün gelecek, insanlar alını satım adı
altında faize helâl diyecekler" hadisi ile lynenin haram olduhiıkı
hükmeder.
Bu maddedeki alışveriş
şeklinin haram oluşu ile ilgili hükümler; satıcının malı, sattığından daha
ucuza aldığı hallerdedir. Fakat;
a) Satıcı,
sattığı malı sattığı fiattan daha pahalıya veya sattığı fiata geri alırsa.
b) Malda,
müşterinin elinde iken bir kusur meydana gelir, ve bu kusur sebebiyle i!k
satıcıya daha ucuza iade edilirse,
c) Müşteri,
satın alırken veya satıcıya geri satarken para yerine başka bir mal üzerine
pazarlık yaparsa (trampa yoluyla alım satım yaparlarsa),
d) İlk
satıcı malı sattığı zaman parasını alır, fakat sonra daha ucuza malını tekrar
satın alırsa akid caiz olur.[423]
1. Iyne
yoluyla alışveriş yapmak caiz değildir.
2.
Müslümanlar, ahıretı ve Allah yolunda cihadı terkederek dünyaya dalmamahdırlar.[424]
3463... İbn
Abbas (r.anhüma) şöyle demiştir:
Rasûlullah (s.a) Medine'ye
geldiğinde Medineliler hurmada bir, iki ve üç seneliğine selem yapıyorlardı.
Rasûlullah (s.a):
"Hurmada selem
yapan kişi; belli ölçüde belli ağırlıkta ve belli zamana kadar selem
yapsın" buyurdu.[425]
Buharı ve Müslim'in
rivayetlerinde; "H/. Peygamber (s.a), Medine'ye geldiğinde onlar meyvede
selem yapıyorlardı" denilmektedir. Yani hurma yerine meyve kelimesi
kullanılmıştır. Yine Müslim'in bir rivayetinde, "belli bir zamana
kadar" kısmı yer almamıştır. Buharî'nin bir rivayetinde ise, "Bir şeyde
selem yapan..." şeklindedir.
"Selem",
sözlükte; takdim ve teslim manasınadır.
"Selef "de;
geçmiş zamanda gelip geçmek demektir.
Selem ve selef
kelimelerinin ifade ettiği terim mana aynıdır. Yani ıstılah olarak bu iki
kelime aynı manada kullanılır. Âlimlerimizin bu ıstılahı ifadede kullandıkları
tabirler farklıdır. Ama hepsi aynı manaya gelir.
Selem veya selef; alım
satım akillerinden bir çeşittir. Macelle'nin 122. maddesinde: "Müecceli
muaccele mukabil satmaktır, yani peşin para ile veresiye mal satmaktır"
şeklinde tarif edilir.
Bu tarifi biraz
açıklayalım:
Selem; parayı peşin
verip malı daha sonra leslim almak üzere yapılan bir akiddir. Alıcı (müslim)
satıcıya (müslemün ileyh) gider ve selem için gerekli olan şartlara rivayet
ederek ondan mal satın alır ve parayı teslim eder. Satıcı (müslemün ileyh) de
anlaştıkları vade dolunca taahhüd ettiği malı teslim eder. İşte bu muameleye
selem denir. Yalnız şunu hatırlatalım ki; selem akdinde malın vadeli olması
şartı Hanefîlerin görüşüdür. Şâfiîler, malın (müslemün fîh) peşin de
olabileceği görüşündedirler.
Selem oldukça geniş
bir konudur. Ulemanın selemle ilgili görüşleri arasında da oldukça ayrılıklar
vardır. Bizim tüm görüşleri bütün ayrıntıları ile buraya aktarmamız mümkün
değildir. Onun İçin Hanefî mezhebini esas alarak ana hatları ile bu akdi
tanıtmaya çalışacağız. Çok önemli konularda Şâfiîleıin laikli görüşüne de temas
edeceğiz.[426]
Selem akdinin-kıyasa
göre caiz olmaması gerekir. Çünkü akid yapıldığı zaman mal (müslemün fih) elde
m'evcut değildir. Olmayan bir şeyin satılması ise caiz değildir. Ahmed b.
Hanbel'in Müsned'indeki bir hadiste.Hz. Peygamber (s.a): "Kişinin, sahip
olmadığı kadını boşaması, malik olmadığı köleyi azad ermesi ve malik olmadığı
malı satması caiz değildir." buyurmuştur. Bu esas Mecelle'de;
"Ma'dıımüri (olmayan bir şeyin).bey'i (satışı) bâtıldır." şeklinde
maddeleştirilmiştir. Ama selem, kıyasa aykırı olmasına rağmen kitap, sünnet ve
icma ile caiz görülmüştür.
Bu akdin caiz oluşunun
Kur'an'daki delili, müdâyene âyeti diye bilinen, Bakara sûresinin 282.
âyetidir. Abdullah İbn Abbas (r.anhüma), bu âyetten muradın selem olduğunu
söylemiştir.
Selemin caiz oluşunun
sünnet delili, üzerinde durduğumuz hadis ve bu babda gelecek olan diğer
hadislerdir. Bu hadiste belirtildiği üzere; Hz. Peygamber (s.a)'in Medine'ye
geldiği zaman onların selem muamelesi yaptıklarını gördüğü halde, onları bu
muameleden menetmemesi, bu muamelenin caiz olduğunun delilidir.
Yukarıda işaret ettiğimiz
gibi; selemin caiz oluşunda İslâm âlimleri görüş birliğindedirler.[427]
1- Tüm
akitlerde olduğu gibi bu akidde de akdi yapan taraflar akıllı, mümeyyiz ve hür
olmalıdırlar.
Biraz önce işaret
etmiştik; selem akdinde satıcı durumunda olan tarafa; "müslemün
ileyh", alıcıya "müslim" veya "rabbü's-selem", akde
konu olan mala "müslemün fîh", para alarak verilen bedele de
"re'sül-mâl" denilir.
2- Akit
yapılırken kullanılan tabirlerin (icab-kabul) geçmiş zaman siga-sı ile olmaları
gerekir.
3- İcab ve
kabul aynı mecliste.olmalıdır.
4- Akid
kesin olmalıdır. Taraflardan birisi veya her ikisi için muhayyerlik şartı
koşulamaz. Mâlikîler, mutlak alım satım akdinde olduğu gibi selemde de üç güne
kadar muhayyerlik, şartının koşulabileceğini söylerler.
5-
Re'sül-mâ] (para olarak verilen bedel)'in cinsi, nevi ve" vasfının belli
olması gerekir. Bu şart; birden fazla para biriminin revaçta bulunduğu yerler
veya para yerine başka mallar verildiği hallerde söz konusudur.
6-
Re'sül-mâlin mikdan belli edilmelidir. İmam Mâlik, Ahmed b. Hanbel, İmam Şafiî,
Ebû Yusuf ve İmam Muhammed'c göre; rc'sül-mâl, işaret edilerek tayin edilmişse
ayrıca miktarını belli etmek şart değildir.
7- Re'sül-mâlin
akit meclisinde müslemün ileyhe teslim edilmesi gerekir. Mâlİkîlere göre bu
şart değildir.
8- Müslemün
fîh (akde konu olan mal)'in; özellikleri tayin edilebilen ve mikdarının
bilinmesi mümkün olan mallardan olması gerekir. Bu şart Ha-nefîlere aittir.
Şarta göre; ölçekle ölçülen, tartı ile alınıp satılan, uzunluk ölçüleri ile
miktarı tayin edilen ve her bir tanesi birbirine çok yakın olan (adedi
mütekarib) mallarda selem caizdir. Bu bütün mezheplerde aynıdır.
Taneleri birbirinden
çok farklı olan (kavun, karpuz gibi) mallarda selem; Hanefîlere göre caiz
değildir. Şâfiîlere göre; (tane ile değil) tartı ile caizdir.
Sayı itibariyle tayin
edilebildiği halde, özellik yönünden tam olarak zap-tedilemiyen mallarda
(hayvanda olduğu gibi) selem, Hanelilere göre caiz değil, Mâliki ve Şâfiîlere
göre caizdir.
Ev, arsa, dükkan gibi
borç olarak zimmete geçmeyen mallarda selem, ittifakla caiz değildir.
9- Müslemün
fîhin; cinsi (buğday, arpa gibi), nevi (kıraç buğdayı, sulak buğdayı gibi),
kalitesi ve miktarının akit esnasında belirtilmesi gerekir.
10- Müslemün
fîhin cinsinin piyasada bulunmasrlâzımdir. Ancak malın; akid yapıldığı zaman
mı, mal teslim edileceği zaman mı, yoksa akit anında teslim zamanına kadarki
müddetin tümünde mi şart olduğu mezhepler arasında ihtilaflıdır. Uzun süreceği
için bu ihtilâfa girmek istemiyoruz.
11- Müslemün
fîhin teslimi için bir vade şart koşulmah ve vadenin müddeti belli
edilmelidir. Buna göre; müslemün fih peşin olamaz.
İmam Şafiî'ye göre,
selemde müslemün fîhin tesliminin vadeli olması şart değildir. Peşin de
olabilir.
12- Müslemün
fîh; taşınması külfet ve meşakkati gerektiren cinsten bir mal ise, malın teslim
edileceği yer belirtilmelidir. Bu şart; İmam A'zam'a göredir. Ebû Yusuf ve
Muhammed bu şartı koşmazlar.
13- Müslemün
fîhin; (falan tarlanın buğdayı, şu elbise gibi) muayyen bir mal olmaması
lâzımdır. Çünkü o muayyen malın telef olması ve müslemün ileyhin taahhüdünü
yerine getirememesi muhtemeldir.
Selemin sıhhati için
gerekli olan şartlar, ana hatları ile bunlardır. Bu kitap bir fıkıh kitabı
olmadığı için, selemle ilgili tüm meseleleri ele alıp incelememiz mümkün
değildir. Onun için; vadesi dolduğu halde, malın teslim edilememesi durumunda
yapılabilecek işleme de tem-as edip konuyu kapatmak istiyoruz:
Mal, normal olarak
tayin edilen vadede piyasada bulunan cinsten olduğu halde, herhangi bir
sebepten dolayı vadesinde teslimi mümkün olmazsa;
a) Müslim
(rabbü's-selem) akdi feshedip, verdiği parayı geri alabilir,
b) Vadeyi,
malın piyasaya gelmesi muhtemel bir zamana kadar uzatabilir.
Müslemün fîhin başka
bir malla değiştirilmesi caiz değildir. Meselâ, pirinç için selem yapılmışsa
teslime kadir olunamadığı için yerine mercimek alınamaz.
Selem akdi; a) Müslemün fîhin teslimi, b) Müslemün ileyhin teslimden aciz
duruma düşmesi, c) Hâkimin akdi
feshetmesi, d) Müslemün ileyhin
ölümü 'rabbü's-selem ölürse vârisleri onun yerine geçerek akdi devam
ettirirler), e) İkâle (tarafların
kendi rızaları ile-akde son vermeleri) yollarından biri ile sona erer.[428]
1. Selem
muamelesi caizdir.
2. Seleme,
selef de denilir.
3. İslama
aykırı olmaması kaydıyle, gayr-i müslim âdetlerin devam ettirilmesi caizdir.
4. Hurmada
veya başka bir üründe selem yapılacaksa, selem yapılan malın mikdarı ve teslim
edileceği vade tayin edilmelidir.[429]
3464...
Şu'be'nin haber verdiğine göre Muhammed veya Abdullah b. Mücâlid[430]
şöyle dedi:
Abdullah b. Şeddâd ve
Ebû Bürde, selef (selem) konusunda ihtilâf ettiler. Beni, İbn Ebî Evfâ'ya
gönderdiler. Kendisine selemi sordum. Şu karşılığı verdi:
Biz Rasûlullah (s.a),
Ebû Bekir ve Ömer (r.anhüma) zamanlarında buğday, arpa, kuru hurma ve kuru
üzümde -İbn Kesîr, "Yanlarında bunlar bulunmayan bir kavme" sözünü
ilave etti- selem yapardık.
Sonra (Ebû Davud'un
üstadlan Hafs b. Ömer ve İbn Kesîr) ravinin şu sözünde ittifak ettiler:
"İbn Ebzâ'ya sordum. O da (Ebû Bürde'nin söylediğinin) benzerini
söyledi."[431]
Buharı ve Ebû Davud'un
rivayetlerinde selem konusunda ihtilâfa düşen zatların; Abdullah b. Şeddâd ve
Ebû Bürde olduğu görülmektedir. İbn Mâce'nin rivayetinde ise; Ebû Bürde'nin
yerine Ebû Berze yer alır. Bunun bir yazım hatası olup, doğrusunun Ebû Bürde
olması muhtemeldir.Hadisten anladığımıza göre; Abdullah b. Şeddâd ve Ebû Bürde,
selem konusunda ihtilâfa düşmüşler. Sarihlerin belirttiğine göre; ihtilâf
konusu, müslemün ileyhin (satıcı) elinde bulunmayan malda selemin caiz olup
olmadığı imiş. Yani selemin caiz olması için akit yapıldığı zaman malın müslemün
ileyhin elinde bulunmasının şart olup olmadığında ihtilâf etmişler ve meselenin
hükmünü sorması için İbn Mücâlid'i, sahâbî Ebû Evfâ'ya göndermişler.
Ravilerden İbn Kesîr'in bildirdiğine göre, Ebû Evfâ; kendilerinin Hz. Peygamber
(s.a) ve sonraki iki halifesi devirlerinde, buğday, arpa, kuru hurma ve kuru
üzümde, bu mallar ellerinde olmayan insanlarla selem muamelesi yaptıklarını
haber vermiştir. Hafs b. Ömer'in rivayetinde ise; kendileri ile selem
muamelesi yapılan insanların seleme konu olan mallara sahip olmadıklarına dair
bir kayıt yoktur. Bu kayıt, Buharî'de de mevcut değildir. İbn Mâce'nin rivayeti
ise, İbn Kesîr'in rivayeti gibidir.
Hem İbn Kesîr hem de
Hafs b. Ömer'in bildirdiklerine göre İbn Mücâlid aynı soruyu Abdurrahman b.
Ebzâ'ya sormuş, ondan da aynı cevabı almıştır.
Hadisin,,İbn Kesîr
kanalı ile gelen rivayetine göre; selemin sahih olması için, akit yapıldığı
zaman müslemün fîh'in (akde konu olan mal), müslemün ileyh (satıcı)'in elinde
bulunması şart değildir. Yani bir kimse, şartlarına riayet ederek, karşılığını
şimdiden alıp, belli olan ileriki bir tarihte teslim etmek üzere elinde
olmayan bir malı satabilir.
Âlimlerin cumhuru,
vadesi dolduğu zaman teslimi mümkün olması şartıyla mevcut olmayan bir malda
selemin caiz olduğu görüşündedir. Delilleri bu hadistir.
Hanefîlere göre; selem
akdine konu olan malın, akit yapıldığı andan teslim vaktine kadar piyasada
mevcut olması şarttır. Bu görüşün delili; "Salahı görününceye kadar,
meyvede selem akdi yapmayınız." manasındaki hadistir. Rasûlullah, burada,
olmayan bir şeyde selemin caiz olmayışına işaret etmiştir. Çünkü salahı
görünmeyen (âfetten emin hale gelmeyen , kızarıp sulanmayan) meyve henüz meyve
sayılmadığı için yok hükmündedir.
Süfyân-ı Sevrî ve
Evzaî de Hanefîlerle aynı görüştedir.[432]
3465... Bize
Muhammed b. Beşşâr haber verdi, bize Yahya ve İbn Mehdî, Şu'be kanalıyla
Abdullah b. Ebî Mücâlid'den, -Abdurrahman; (İbn)[433] Ebî
Mücâlid dedi.- bu (önceki) hadisi naklettiler. (Bu rivayette) İbn Ebî Evfâ:
"Bu mallar kendilerinde olmayan bir kavme..." dedi.
Ebû Dâvûd: Doğrusu İbn
Ebi'l-MücâUd'dir. Bu konuda Şu'be hata etmiştir, dedi.[434]
Bu hadis önceki hadisin
farklı bir isnadla gelen başka bir rivayetidir. Görüldüğü gibi metni, önceki
hadisin ibn Kesir vasıtasıyla olan nakline uygundur. Yani selem yapılacak
malın, müslemün ileyhin elinde olmadığı ifade edilmektedir.
Bu rivayette dikkat
çekilen diğer bir husus da, hadisi Şu'be'ye nakleden zatın adı ve künyesi
Abdullah b. Mücâlid değil, Abdullah b. Ebî Mücâlid olduğudur. Bu durumda
Abdullah, Mücâlid'in oğlu değil, kardeşi olmaktadır. Ebû Dâvûd, doğrusunun bu
olduğuna işaret edip Şu'be'nin hata ettiğine dikkat çeker. Önceki hadisin
dipnotunda belirttiğimiz gibi, Buharî'deki rivayet de bu şekildedir.[435]
3466...
Eslemli Abdullah b. Ebû Evfâ'mn şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Rasûlullah (s.a) ile
birlikte Şam'a sefere gittik. Şam'daki Nebatlar bize gelirler, biz de onlarla
belli fiatla ve belli vade ile buğday ve zeytinyağında[436]
selem yapardık.
İbn Ebî Evfâ'ya:
Bu mallar elinde olan
kimse ile mi? denildi.
Bunu onlara sormazdık,
dedi.[437]
Nebat; aslı arap olup,
İran'a yerleşen bir millettir. Dillen ve nesilleri karışmıştır. Bunlara nebat
denilmesine sebep; kaynaklardan su çıkarmasını iyi bilmeleridir.
Bir başka görüşe göre
bunlar Şam'da yaşayan hristiyan Araplardir. Rum diyarına girmişler ve Şam
vadisine yerleşmişlerdir. Neylü'l-Evtâr'da, hadisin bu görüşe delâlet ettiği
belirtilir.
Hadisin Buharî'deki
rivayeti şu manadadır: "Abdurrahman b. Ebzâ ve Abdullah b. Ebî Evfâ; Biz
Rasûlullah'la birlikte ganimet elde ederdik. Şam Nebatlarından bazıları bize
gelirler, biz de onlarla tayin edilen bir vadeye kadar buğday, arpa ve kuru
üzümde selem yapardık, dediler.
Muhammed b. Ebî
Mücâlid der ki: Onların ekinleri var mıydı yok muydu? diye sordum: Bunu onlara
sormazdık, dediler."
Ahmed b. Hanbel'in
Müsned'inde de buna benzer bir rivayet vardır.
Hadis-i şerif, selemin
sahih olması için, akid anında müslemün fihin, müslemün ileyhin elinde
bulunmasının şart olmadığına delildir. İbn Reslân; "Müslemün ileyhin
elinde olmayan mal, başkalarının elinde varsa bunda selemin caiz oluşunda
ihtilâf yoktur." der.
Yukarıda'işaret
ettiğimiz gibi; Hanefîlerin görüşü, bu haberin ifade ettiği hükme uygun
değildir. Çünkü Hanefîlere göre; malın piyasada bulunması gerekir.[438]
3467... İbn
Ömer (r.anhüma)'dan rivayet edildiğine göre: Bir adam, birisi ile (muayyen) bir
hurma bahçesinin meyvesinde selem akdi yaptı. Fakat bu ağaçlar o sene bir şey
vermedi. Bunun üzerine meseleyi Hz. Peygamber (s.a)'e götürdüler. Rasûlullah
(s.a) şöyle buyurdu:
"Onun malını ne
karşılığında helâl ediniyorsun?! Malını (parasını) geri ver. Salâhı görününceye
kadar hurmada selem yapmayınız."[439]
Münzİrî; "Hadisin
isnadında meçhul bir adam var" der.
Hanefîler bu hadisin,
"Selem yapıldığı zaman malın mevcud olması şarttır" tarzındaki
görüşlerine delil olduğunu söylerler.
Şevkânî şöyle der: “Bu
hadis sahihse, buna göre amel etmek gerekir. Çünkü bunun delâleti, bundan
önceki Abdullah b. Ebî Evfâ'nın hadisinin delâletinden daha açıktır. Burada Hz.
Peygamber açıkça nehyetmiştir. Öbüründe ise yapılan bir muameleyi ikrarı söz konusudur.
Ama îbn Ömer hadisinin isnadında meçhul birisi var. Bu gibi hadisler delil
olmaya elverişli değildir. Selem akdi yapılırken malın bulunmasını şart
koşmayanlar; hadisin sahih olması halinde, belirli malı satmak veya mal hemen
teslim edilmek üzere yapılan selem muamelesine hamledileceğim' söylerler.
(Bilindiği gibi Şâfiîlere göre müslemün ileyhin tesliminin vadeli olması şart
değildir; peşin de olabilir.) Bunlar; daha önce geçen bir hadisteki;
"Onlar, iki üç seneliğine meyvede selem yapıyorlardı" şeklindeki
ifadenin de kendileri için delil olduğunu söylerler. Çünkü bilinmektedir ki bir
taze meyvenin iki üç sene kesintisiz piyasada bulunması mümkün değildir."
Bu hadisten
anladığımıza göre; muayyen bir bahçenin meyvesinde selem olmadığı gibi, muayyen
bir tarlanın hatta muayyen bir köyün mahsulünde de selem caiz değildir. Çünkü
buralardaki mahsulün tümünün bir âfete uğraması ve ele hiçbir şeyin geçmemesi
mümkündür. Bu hükümde Mâlikîlerin dışındaki mezhepler hemfikirdirler.
İbnü'l-Münzir; "Muayyen bir bahçenin meyvesinde âlimlerin çoğuna göre
selem akdi yapılamaz" der.
Malı tahsis bakımından
değil de malın vasfını tayin için bir yer belirtmekte (Amasya elması gibi)
mahzur yoktur. Çünkü bu malın nevini tayine yarar.
Buna kıyasla; (selemin
caiz olduğu mallardan olması şartıyla) belli bir fabrikanın malı veya belli bir
maden ocağının madeninde de selem yapılamaz, denilebilir. Çünkü bir âfet
sebebiyle, söz konusu edilen fabrikadan hiç ürün alınamaması muhtemeldir.[440]
Ele geçip geçmeyeceği
kesin olarak belli olmayan bir mal üzerinde selem yapmak caiz değildir.[441]
3468... Ebû
Saîd el-Hudrî (r.a)'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a) şöyle
buyurmuştur:
"Selem yoluyla
bir şey satın alan kimse onu başka bir malla değiştirmesin."[442]
Hadis-i şerifin İbn
Mâce'nin rivayetindeki hitap; "Sen selem yaptığın zaman..." şeklinde,
doğrudan doğruya muhatabadır.
Hadisin ifade ettiği
mana, âlimler tarafından değişik biçimlerde anlaşılmıştır. Bizim tercememiz
Sindî'nin izahına göre yapılmıştır. Avnü'l-Ma'bûd'da, hadisin ifade ettiği
manalar ve hadisten elde edilen hükümler konusunda yeterince bilgi vardır.
Buna göre hadisin,
tercemede verdiğimizin yanı sıra şu manaya ihtimali de vardır:
"Selem yoluyla
bir şey satın alan kimse, malı teslim almadan önce satmak, hibe etmek gibi bir
yolla başkasına aktarmasın."
Terceme olarak
verdiğimiz manaya göre Hz. Peygamber Efendimizin murad ettiği mana şu oluyor:
"Sizden birisi
selem yoluyla bir şey satın alırsa, onun yerine başka bir mal almasın. Eğer
müslemün ileyh, müslemün fîhi teslim edemezse, başka bir mal almasın, parasını
alsın."
İkinci anlayışa göre
ise Efendimizin maksadı şudur: "Birisi selem yoluyla bir şey satın
alırsa, malı teslim almadan satış ve hibe yoluyla bir başkasına
vermesin."
İlk manadan elde
edilen hüküm, Ebû Hanîfe'nin görüşü olmuştur. İmam Azam'a göre müslemün ileyh,
selemin vadesi dolduğu zaman malı teslimden aciz kalırsa, onun yerine başka
bir mal veremez. Rabbü's-selem ancak verdiği parayı geri alabilir. Para yerine
başka bir şey vermişse, mal müslemün ileyhin elinde duruyorsa onu alır.
Değilse mal misliyâttan ise mislini, kıyemiyâttan ise kıymetini alır.
İmam Şafiî'ye göre;
taraflar akdi feshettikleri zaman, önce verilen para (re'sü'1-mal) karşılığında
başka bir mal almak caizdir. Fakat, birbirlerinden ayrılmadan malı kabzetmeleri
gerekir. Aksi halde, borcu borca satmak olur ki bu caiz değildir. Akdi
feshetmeden, müslemün fîhin yerine başka bir şey almak ise caiz değildir.
Alkamî şöyle der:
"Hadis zayıftır.
Hadisle müslemün fîhin kendi cins ve nevinden başka bir şeyle değiştirilmesinin
sahih olmadığına istidlal edilmiştir. Çünkü bu satın alınan malı ele
geçirmeden satmak demektir ki bu caiz değildir. Dârekut-nî, Rasûlullah'ın şu
hadisini rivayet etmiştir: "Bir şeyde selem yapan kişi müslemün fîh veya
resü'l- maldan başkasını almasın." Bu hadis dezayıftır.
Müslemün fîhin
değiştirilmesinin caiz olmayışından anlaşıldığına göre; ele gerçirmeden, malı
satmak da caiz değildir. Aynı şekilde müslemün fîhde tevliye, şirket, sulh vs.
de caiz değildir..."
Münzirî, "Atıyye
b. Sa'd'in hadisi ile ihticac edilemez." dedi.[443]
Müslemün ileyh rabbü's
seleme, üzerinde anlaştıklan malı vermek zorundadır. O malın yerine başka bir
mal veremez.[444]
3469... Ebû
Saîd el-Hudrî (r.a)'den, şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Rasûlullah (s.a)
zamanında bir adamın satın aldığı meyveler telef oldu, borcu çoğaldı. Bunun
üzerine Rasûlullah (s.a):
"Ona yardım
ediniz (bağış yapınız)" buyurdu. Halk da yardım etti, fakat bu, borcunu
ödemeye yetmedi. O zaman Rasûlullah (s.a) (alacaklılara);
“Ne (yini) bulursanız
alınız, size bundan başka birşey yok" buyurdu.[445]
"Câiha"mn
manası 3471 nolu hadiste açıklanmaktadır. Oradaki izaha göre caıha; meyvelere
zarar veren (yağmur, dolu, soğuk, çekirge, kasırga, yangın gibi) her türlü
tabiî âfettir. Câihaya ait özel hükümler bulunduğu İçin hangi âfetlerin
câihanın şümulüne girdiği, hangilerinin girmediği tartışma konusu olmuştur.
Neylü'l-Evtâr'da; semavî ve tabiî âfetlerin câiha olduğunda âlimlerin görüş
birliği içerisinde oldukları; hırsızlık gibi, insanların yaptıklarında ise
ihtilâf olduğu kaydedilmektedir.
Bu hadis-i şerifte
isim olarak câiha kelimesi zikredilmiş olmamakla beraber, meyve satın alan
zatın meyvelerine bir âfetin musallat olduğu görülmektedir. Meyvelerdeki bu
telefe "câiha" denilmesini Hattâbî şu ihtimallere bağlamaktadır:
"Bu meyvelerin
toplanıp sergi yerine getirildikten sonra bir âfete uğramış olmaları
muhtemeldir. Ayrıca oradan bir hırsızın çalmış olması, selin alıp götürmesi,
sahibinin başkasına satıp da alacaklının hakkının zayi olması mümkündür. Bütün
bu ihtimallerde, âfetin satın alınan meyveye izafesi caizdir. Durum böyle
olunca, rabbü'1-mal (mal sahibi, alacakh)'nın hakkının gittiğine hükmetmek
vacip değildir.
Hadis-i şerifte;
zarara uğrayan mal ister üçte bir olsun ister az, ister daha çok; mal
sahiplerinin alacaklarından bir şey indirmeleri emredilmemek-tedir. Ancak,
borçlunun eli bollaşmcaya kadar onu sıkıştırmayıp, haklarını alacakları bir
zaman belirlemeleri istenmektedir. Bu hüküm, borcu mal varlığından fazla olan
tüm müflisler için geçerlidir."
Görüldüğü gibi,
Hattâbî bu hadiste anılan hâdiseyi câiha olarak değerlendirmemekte ve hükmün
tüm müflisler için uygulanacak hüküm olduğuna dikkat çekmektedir.
Dalında iken satılıp
da bir âfete maruz kalan meyvelerin durumu farklıdır ve câiha meselesi odur.
Bu durumdaki zararın satıcıya mı, alıcıya mı ait olduğu konusundaki görüşler
3374 nolu hadisin izahı yapılırken verilmiştir. Burada tekrarına lüzum
görmüyoruz.
İmam Nevevî, bu
hadisten şu hükümlerin de çıkartılabileceğini bildirmektedir:
1- Muhtaç ve
borçlulara yardım etmek, bu durumda olanlara sadaka vermek müstehaptır.
2- Borcunu
Ödeyemez duruma düşen birinin peşine takılmak, onu hapsettirmek caiz değildir.
Bu hüküm, Mâlik ve Şafiî'nin de içlerinde bulduğu cumhurun görüşüdür. Ebu
Hanîfe'ye göre borçlunun peşine düşüp alacağı tahsile "alışmak caizdir.[446]
3- İflas edenin
elindeki malların tamamı alacaklılara dağıtılır. Müflise sadece giyeceği
elbisesi ve zaruri ihtiyaçları bırakılır.
Bu son maddede
belirtilen hüküm, ulemanın ittifakı ile sabit değildir. Bu konu oldukça
ihtilaflıdır. Şimdi müflisin hacz konulamayacak olan mallarını görelim:
1- Ev:
Hanefî ve Hanbelîlere göre, müflisin sadece oturacağı evi varsa bu ev elinden
alınamaz. Ama birden fazla evi varsa fazla olan ev alınabilir. Şayet evi lüks
ise bu ev satılıp daha mütevazı bir ev satın alınır.
Şüreyh, Mâlikî ve
Şâfiîlere göre ev haczedilebilir. Ev satılıp parası alacaltlılara dağıtılır.
Borçlu kiraya çıkar.
2- Elbise:
Borçlunun ihtiyacı olan elbiseye hacz konulamaz. Bunda ittifak vardır.
Borçlunun ihtiyacı olan elbisenin mikdarını örf tayin eder.
3- Sanat âletleri:
Sanat âletlerinin haczedilip edilemeyeceği Şafiî, Mâlikî ve Hanbelî âlimler
arasında ihtilaflıdır. Hanefîlerin bu konudaki görüşlerini bilemiyoruz.
4- Tüccarın
sermayesi: Şafiî ve Hanbelîlere göre tüccarın, iaşesini temin edebilmesi için,
elinde bir mikdar sermaye bırakabilir.
5- Kitaplar:
Mâlikîlere göre dinî kitaplara, Şâfiîlere göre bütün kitaplara haciz konamaz.
6- Ev
eşyası: Zaruri olan ve kıymetli olmayan ev eşyasına haciz konulmaz. Kıymetli
olanlara ise haciz konulabilir.
7- Bazı
âlimlere göre borçlunun bineceği vasıtaya haciz konulamaz.
8- Erzak ve
nafakası da haczedilmez.[447]
3470...
Câbir b. Abdullah (r.a)'dan, Rasûlullah (s.a)'in şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir:
"Eğer kardeşine
(dalında iken) hurma satsan ve ona bir âfet gelse, müşteriden bir şey alman
helâl olmaz. (Alırsan) kardeşinin malını haksız yere ne karşılığı almış
olacaksın ki?!"[448]
Bu hadiste câiha
(âfet) kelimesi açıkça zikredilmiştir. Bu bakımdan bab ile münasebeti daha
açıktır.
Hadisin zahirinin
ifade ettiği manaya göre; bir kimse meyvesini daha ağacında iken satsa ve meyve
tabiî bir âfetle telef olsa, satıcının müşteriden herhangi bir bedel alması
caiz olmaz. Alırsa, haksız yere almış olur.
AIiyyü'1-Kârî, hadisin
zahirinin, İmam Mâlik'in görüşüne delâlet ettiğini söyler. Bilindiği gibi İmâm
Mâlik'e göre bu durumda zarar malın üçte birinden fazla ise satıcıya ait olur.
Aliyyü'1-Kârî; "Hadiste kastedilenin, henüz âfetten emin olmayan meyvenin
satılması olması mümkündür. Bu takdirde hüküm tüm âlimlerce aynı olur"
demektedir. Enes b. Mâlik'den rivayet edilen şu hadis de Aliyyü'l-Kârî'nin
izahını teyid etmektedir: "Rasülul-lah (s.a) Efendimiz, kızanncaya kadar,
meyvenin satılmasını nehyetti."
İslâm âlimlerinin çoğu
bu hadisteki nehyin haramlığa delâlet etmediğini ama satıcının âfete uğrayan
mal karşılığında para istememesinin müste-hap olduğunu söylerler.
Hattâbî şöyle der:
"Bu hadisle murad
edilen mana, müşteriden para almamanın farz veya vacip oluşu değil, ondan yükü
hafifletmek, ona kolaylık sağlamaktır. Müşterinin, bir meyve satın aldığı
zaman ona sahip olduğu, istediği zaman satabileceği konusunda ihtilâf yoktur.
Rasûlullah (s.a), âfetten emin hale gelmeden (olgunlaşmadan) meyve satımını
yasaklamıştır. Eğer meyve, salahı göründükten sonra satıldığında, satıcının
damanı altında olsaydı, bu yasağın ne kıymeti kalırdı. Bu hadiste kastedilen
şeyin; olgunlaşıp âfetten emin olmadan satılan ve bir âfete uğrayan meyve
olması muhtemeldir."
Sindî'nin belirttiğine
göre bazı âlimler bu hadisi; satıcının meyveyi müşteriye teslim etmesinden
önce meydana gelen âfete hamletmişlerdir. Satılan meyvelerin bulunduğu bahçe
alıcıya teslim edildikten sonra mal, satıcının damâmndan çıkmış ve müşterinin
damâmna girmiştir. Dolayısıyla bundan sonraki zararlar müşteriye ait olur. Satıcı
parasının alamadığı kısmını isteyebilir.
Yazılanlardan elde
ettiğimiz sonuca göre;
1-
Ağacındakı meyve âfetten korunabilir ve olgunlaşmaya yüz tutmuş bir halde
satılırsa ve satıcı usulüne göre alıcıya teslim etmişse artık mal müşterinindir.
Bundan sonra malın uğrayacağı zarar da müşteriye aittir. Ancak meyveler, tabiî
bir âfete maruz kalırlarsa, satıcının alıcıya bazı kolaylıklar sağlaması,
fiatta indirim yapması müstehaptır.
2- Meyve
satıldığı zaman daha olgunlaşmaya yüz tutmamış, âfetten korunabilecek duruma
gelmemişse veya satıcı malı müşteriye teslim etmemişse meyvenin uğrayacağı
zarar satıcıya aittir.[449]
3471... İbn
Cüreyc, Atâ'nın şöyle dediğini rivayet etmiştir: Cevâih; yağmur, soğuk, çekirge,
rüzgâr veya yangın gibi, zarar veren, telef eden herşeydir.[450]
3472...
Yahya b. Saîd şöyle demiştir:
Re'sü'1-mal
(sermaye)'in üçte birinden daha azma arız olan âfette câiha yoktur. Bu,
müslümanların âdetinde böyledir.[451]
Önceki haberde adı
geçen Atâ, Atâ b. Ebî Rebâh'tır.Cevaın, cama kelimesinin çoğuludur.
Bu iki haberde iki
âlimin câiha kelimesinin ifade ettiği mana ile ilgili görüşleri yer almaktadır.
Birinci haberde Atâ b. Ebî Rebâh; soğuk, yağmur, çekirge baskını, yangın ve
rüzgâr gibi her türlü tabiî âfetlerin meydana getirdiği zararların câiha
olduğunu söylemektedir.
İkinci haberde ise
Yahya b. Saîd; müslümanların âdetine göre; sermayenin üçte birinden daha az
olan telefn câiha sayılmadığını söyler.
Neylü'l-Evtâr'da şöyle
denilmektedir: "Soğuk, kuraklık ve kıtlığın câiha olduğunda ihtilâf
yoktur. Aynı şekilde tüm semavi âfetler câihadır. İnsanların yaptıkları
zararların câiha sayılıp sayılamayacağı ise ihtilaflıdır. Hırsızlık buna
örnektir..."
Bundan önceki
hadislerde câiha ile ilgili hükümler geçmişti. Oraya müracaat edilebilir.[452]
3473... Ebû
Hureyre (r.a)'den, Rasûlullah (s.a)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Sonucu
(etrafındaki) otu vermemeye varacağı için, suyun fazlası (ihtiyaç sahibinden)
sakınılmaz."[453]
Hadisin Buharî'deki
rivayeti ve Müslim'in üç rivayetinden birisi aynen buradaki gibidir. Müslim'in
bir rivayetinde muhataba hitaben "sakınılmaz", diğerinde de
"...satılmaz" denilmiştir.
Sarihlerin ifadesine
göre; suyun ihtiyaç sahiplerinden esirgenmesinin yasaklanışına sebep; bunun,
dolayısıyla otu esirgemeye vesile olacağından dolayıdır.
Hattâbî'nin hadisle
ilgili verdiği bilgiler özetle şöyledir: Hadis-i şerif; işlenmemiş sahipsiz bir
arazide kuyu kazıp da oraya sahip olan kişi hakkındadır. Bu kuyunun etrafında
veya yakınında otlaklar varsa insanların oralarda hayvanlarını otlatmaları
ancak kuyu sahibinin su vermesiyle mümkündür. Hz. Peygamber (s.a) kuyu
sahiplerine, ihtiyaçlarından fazla olan suyu hayvan sahiplerinden esirgememelerini
emretmiştir. Çünkü onlara su vermezse, otu da vermemiş sayılır. Zira su
olmadan hayvanların orada barınmaları ve otlamaları mümkün değildir. İmam
Şafiî, İmam Mâlik, Evzaî veLeys b. Sa'd hadisi bu manada anlamışlardır. Bu
âlimlere göre hadisteki nehy harama hamledilir. Yani kişinin, ihtiyacından
fazla suyu vermemesi haramdır.
Diğer âlimler ise,
hadisteki nehyin haramlık için olmadığı görüşündedirler. Ancak, ihtiyaç
sahibine suyu vermek bir fazilettir. Ama bir kimse vermek istemezse suyu
elinden zorla alınamaz. Bu konuda, suyun diğe mallardan farkı yoktur. Ancak
gönül rızasıyla alınabilir.
Bir başka grup da, su
sahibinin suyu esirgemesinin caiz olmadığı, ancak hayvan sahiplerinin suyun kıymetini
vermek zorunda oldukları görüşündedir. Bunlar suyu, başkasına ait yemeği yemek
zorunda kalan kişiye benzetmişlerdir. Bu durumda olan kişi o yemeği yiyip,
kıymetini verir. Eğer su sahibine karşılıksız olarak suyunu vermesi gerekli
olsaydı, arazisindeki otu. da karşılıksız olarak vermesi gerekirdi. Aynı
şekilde, yakınındaki bir ekin o su olmadan yaşayamayacaksa, o araziyi sulamak
üzere de suyu vermek zorunda olması lâzımdır.
Hadisi, vücub değil de
müstahaphk manâsına alanların, zahirî manayı terki gerektirecek bir delil
getirmeleri gerekir. Nehy esas itibariyle haramlık ifade eder. Suyun fazlasını
ihtiyaç sahibine vermemek hadisin zahirine göre mahzurdur. Suya karşılık
kıymeti kadar parayı gerekli görenler, hadisin hilâfına hükmetmişlerdir. Hz.
Peygamber (s.a) suyun fazlasını satmayı yasaklamıştır..
Suyun yemeğe
benzetilmesi de mümkün değildir. Çünkü su aslında herkesin faydalanabileceği
mubah bir şeydir. Menbamda olduğu müddetçe arkası gelir. Yemek ise böyle
değildir. Kıymeti olan bir maldır ve tükenir, yerine gelmez. Âdeten, diğer
mallar gibi yemek cinsi de mal olarak saklanır. Su ise genelde mal olarak
saklanmaz.
Suyu, sahibi bir
kapta, sarnıçta veya havuzda biriktirip saklarsa, başkasına vermeyebilir.
Çünkü onu sadece kendisi için ayırmıştır, başkası ortak olamaz. Bu, kuyu
suyuna benzemez. Çünkü kuyunun suyu çıkarıldıkça yerine yenisi gelir. Kaptaki
su ise böyle değildir. Ayrıca kaplara alınan su genelde ihtiyaçtan fazla olmaz.
Hadis-i şerif, ihtiyaç fazlası olan su hakkında varid olmuştur.
Hattâbî'nin hadis
hakkındaki söyledikleri özet olarak bunlardır. Hattâbî'nin söylerinden; İmam
Şafiî ve İmam Mâlik'in görüşünün; ihtiyaç fazlası suyu vermemenin haram
olduğunu anlamıştık.
Bazı âlimlere göre
ise, ihtiyaç sahiplerine su vermenin vacip olmayıp, müstehap olduğu da
Hattâbî'nin sözleri arasında yer almıştı.
Hanefîlere göre; kuyu
ve nehir sahibi, suyu insan ve hayvanların içmesine mani olamaz; ama
başkasının arazisine girmesine izin vermeyebilir. Bu durumda eğer yakında başka
su yoksa ve tarlasına girmeye izin vermezse, kendisinin suyu çıkarıp vermesi
gerekir. Bu, kuyunun veya kanalın bir kimsenin şahsî arazisinde olması
halindedir. Ama sahipsiz, ölü bir arazide kuyu açan kişi, ihtiyaç sahibinin
gelip su almasına veya hayvanını sulamasına mani olamaz. Eğer mani olmak
isterse ve ihtiyaç sahibi kendisinin veya hayvanının susuzluktan telef
olmasından korkarsa, silah gücüyle su alabilir.
Su sahibi, arazisini
sulamak isteyen kişiye su vermeme hakkına sahiptir.
Bahsimizi Nevevî'nin
şu sözleriyle bitirelim: "Kuyu sahibi, ihtiyaç fazlası suyunu arazisini
sulamak isteyene vermeyebilir. Hayvan sulamak için isteyene ise vermek
zorundadır. Ancak bu, bazı şartlara bağlıdır:
1- Hayvan
sahibinin başka mubah bir su bulamaması,
2- Suyun
sadece hayvanın ihtiyacı için verilmesi,
3- Kuyu
sahibinin bu suya muhtaç olmamasıdır.[454]
1. Kişinin
ihtiyacından fazla olan suyu başkasından kıskanması caiz değildir.
2. Haram
olan bir şeye vesile olan şeyi yapmak da caiz değildir. Bu konu mezhepler
arasında ihtilaflıdır.[455]
3474... Ebû
Hureyre (r.a)'den Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Üç sınıf var ki,
Allah (c.c) kıyamet gününde onlarla (razı olarak) konuşmaz. Bunlar: Yanındaki
suyun fazlasını yolcuya vermeyen kişi, ikindiden sonra malını satmak için
-yalan yere- yemin eden kişi ve halifeye bîat edip, halife kendisine verirse
sözünde duran, vermezse sözünde durmayan kişidir.”[456]
Hadis-i şerifte Allah
(c.c)'ın kıyamet gününde üç grupla konuşmayacağı bildiriliyor. Aliyyü'l-Kârî'nin
belirttiğine göre bu Allah'ın hiç konuşmayacağı manasına değil; ondan razı
olarak, isteyerek konuşmayacağı manasınadır.
Şimdi bu üç grup
insanı ayrı ayrı ele alıp inceleyelim:
I- Yanında
ihtiyaçtan fazla suyu olduğu halde bunu ihtiyaç sahibi yolculardan kıskanan
onlara yermeyen kişi. Hadisin konu ile ilgili bölümü burasıdır. Bu bölüm
Buharî'nin bir rivayetinde, "Yolda fazla suyu bulunup da onu vermeyen
kişi" şeklindedir. Bu rivayete göre; Allah'ın kendisi ile konuşmayacağı
kişilerden birisi, yol arkadaşından suyunu kıskanan yolcudur.
İster yolda olsun,
ister olmasın bir kimsenin fazla suyu olduğu takdirde bunu ihtiyaç sahibi
yolcudan kıskanması caiz değildir. Eğer su, önceki hadiste olduğu gibi mubah
su ise (kuyuda, ırmakta vs.) karşılıksız; kabında ise değer kıymetiyle vermek
mecburiyetindedir.
II- Malını
satabilmek için ikindiden sora yere yemin eden kişi.
Bu yeminin ikindiden
sonra ile kayıtlanması değişik biçimlerde yorumlanmaktadır:
a) En ağır
yeminler bu saatlerde yapılır.
b) Bu vakit eve
dönüş vaktidir. O zamana kadar malını satamayıp kâr edemeyen kişi eve eli boş
dönmemek için ne pahasına olursa olsun malını satmak ister. Bu iş için yalan
yere yemin bile edebilir. İşte hadisteki yemin bunun için o vakitle
kayıtlanmıştır.
c) İkindi
vaktinin şerefinden dolayı böyle denilmiştir. Bu vakitteki yeminler daha ağır
ve daha şiddetlidir. Bu yüzden Hz. Peygamber Efendimiz davalara bakmak için
ikindiden sonrasını seçerdi.
Bu tefsirler
Aliyyü'l-Kârî'ye aittir. Kastalanî'nin izahları ise şu şekildedir:
1- İkindiden
sonra kaydı özel bir maksada bağlı değildir. Çoğunlukla mal satmak için edilen
yeminler bu vakte rastladığı içindir.
2- Hadiste
özellikle bu vaktin anılması amellerin o esnada Allah'a arze-dilmelerinden
dolayı olabilir.
Bilindiği gibi, bir
kimsenin yalan yere yemin etmesi haramdır. Bu-yemin ister mal satmak için
olsun, ister başka bir maksat için olsun aynıdır. Ancak mal satmak için olursa
daha da ağır bir günah olur. Hadisteki yalan yere sözü ravilerden birinin
tefsiridir. Mal satmak için edilen yemin yalan yere olmasa bile doğru değildir.
III-
Halifeye bîat eden ama ondan iyilik gördüğü müddetçe bîatına sadakat gösterip
sözünde duran, iyilik görmeyince de Matından dönüp karşı çıkan kişi. Yani
Buharî'nin rivayetinde olduğu gibi; dünyalık elde etmek için halifeye bîat eden
kişi.
Bu son cümlede
müslümanların siyasî hayat ve düşüncelerinde ders almaları gereken çok önemli
bir incelik vardır: Müslüman, kendisini idare edecek kişi veya kişileri
seçerken dünya menfaatini veya şahsî çıkarlarını önde tutmamalıdır. Öncelikle
dinini kayıran, âhiret hayatını düşünen bir tercih içerisinde olmalıdır.
Şüphesiz idarecinin, idare kabiliyeti, siyasî dehası, ekonomik' bilgi ve
görüşü önemlidir. Ama bunlar müslüman için öncelikle tercih sebebi sayılmamalıdır.
"Benim kesemi kasamı doldursun da gerisi önemli değil" şeklinde bir
zihniyet, müslümana yakışan bir düşünce değildir.. Müslüman, manevî
çıkarlarını, maddî çıkarlarından daha üstün tutmalıdır. Madde açısından ne
kadar üstün olursa, manevî hayata, dinî düşünceye değer vermeyen düzen ve
gruplar müslümanın gözünde bir hiç olmalıdır.[457]
1. Allah
(c.c) kıyamet gününde; suyunun fazlasını suyu olmayan yolcuya vermeyen, malını
satmak için yalan yere yemin eden ve dünyalık, menfaat elde edemediği için
halifeye karşı çıkan kişilerle konuşmaz.
2. Müslüman;
idarecisini seçerken, maddî çıkarlarını değil, dinî duygularını esas
almalıdır.[458]
3475... Bize
Osman b. Ebî Şeybe haber verdi, bize Cerîr; A'meş'ten önceki hadisi aynı isnad
ve aynı mana ile haber verdi. Cerîr rivayetinde, (Allah kıyamet günü onlarla
konuşmaz, sözünden sonra:) "Onları temize çıkarmaz ve onlar için çok elem
verici bir azab vardır." dedi. Yine Cerîr, mal ile ilgili olarak;
"(Satıcı), vallahi bu mala şu kadar verildi der, öbürü de onu tasdik eder
ve alır" dedi.[459]
Görüldüğü gibi bu
rivayet, önceki hadisin başka bir rivayetidir. Ondan farklı olarak bu
rivayette Hz.. Peygamber (s.a)'in; Allah onlarla konuşmaz, sözünden sonra
"Onları temize çıkarmaz ve onlar için çok acı verici bir azab vardır"
buyurduğu belirtilmektedir. Ayrıca malını satamk için yemin eden kişi hakkında
da: "Salıcı; vallahi bu mala şu kadar verildi der, diğeri de buna inanıp
malı satın alır" ilâvesi yer almıştır. Bu rivayette malını satacak olan
kişinin yemin etme biçimi açıklanmaktadır.[460]
3476...
Buhayse adındaki bir kadın,[461]
babasından bahisle şöyle
demiştir:
Babam, Rasûlullah
(s.a)'dan izin isteyip onun gömleği ile bedeni arasına girdi. Onu öpmeye ve
-sarılmaya başladı. Sonra;
Ey Allah'ın nebisi! Verilmemesi
(esirgenmesi) helâl olmayan şey nedir? dedi.
Rasûlullah (s.a):
"Su", buyurdu. Babam (tekrar):
Ey Allah'ın nebisi!
Verilmemesi helâl olmayan şey nedir? dedi. Rasûlullah (s.a):
Tuz," buyurdu.
" (Babam) yine:
Ey Allah'ın nebisi! Menedilmesi
helâl olmayan şey nedir? diye sordu.
Rasûlullah (s.a):
“Hayır işlemen senin
için hayırlıdır" buyurdu.[462]
İbnü'1-Esîr,
Üsdü'l-Gâbe adındaki eserinde, Buhayse'nin babasının adının Umeyr olduğunu
söylerler.
Buhayse (r.anha)'mn
babası, Hz. Peygamber (s.a)'e olan sevgi ve aşkından dolayı, izin alarak Hz.
Peygamber'in gömleğinin altına girmiş, onu öpmüş ve sarılmıştır. Sonra da
Efendimizden, "istenildiği zaman reddedilmesi, verilmemesi caiz olmayan
şeyin" ne olduğunu sormuş; RasûluIIah da "su" karşılığını
vermiştir. Anılan zat, Efendimize tekrar aynı soruyu yöneltmiş, bu sefer de
"tuz" karşılığını almıştır. Hattâbî; istenildiğinde verilmemesi caiz
olmayan tuzun, dağdaki veya arazideki madeninden çıkartılmamış olan tuz
olduğunu söyler. Kişinin evindeki tuz ise kendisine aittir. Dolayısıyla bunu,
isteyene vermeyebilir, satabilir, istediği gibi tasarrufta bulunabilir.
Buhayse'nin babası
aynı sorusunu üçüncü kez tekrarlayınca, Efendimiz bu sorulara bir son vermek
için; "Bir hayır işlemen senin için hayırdır" karşılığını vermiştir.
Yani sen Allah için ne yaparsan, ne verirsen bunların hepsi senin hayrınadır,
karşılığını vermiştir.[463]
1. Bir
erkeğin belinden yukarısına sarılıp, teberrüken öpmek caizdir.
2. Allah'ın
sevgili kullarına sarılmak meşrudur.
3. Suyu ve
tuzladaki tuzu başkalarından kıskanmak caiz değildir.
4. Kişinin
fazla sorularla kafasını meşgul etme yerine, hayır işlemesi gerekir.[464]
3477... Ebû
Hıdâş, Rasûlullah'ın ashabından olan muhacirlerden birisinin şöyle dediğini
rivayet etmiştir:
Rasûlulİah (s.a) ile
birlikte üç defa savaşa katıldım. Onun; "Müslümanlar şu üç şeyde
ortaktırlar: Ot, su ve ateş" buyurduğunu bizzat kendisinden işitiyordum.[465]
İbn Ebî Adiy,
el-KâmiI'de; Ahmed b. Hanbel ve Yahya b. Maîn'in; (ravilerden birisi) için sika
dediklerini ve sahâbînin bilinmemesinin hadise zarar vermeyeceğini
söylediklerini rivayet eder.
Hadisten; ot, su ve
ateşte bütün mü s lü man lar in ortak oldukları, bunlara sahip olunamayacağı,
satılamayacağı, herkesin rahatça faydalanabileceği anlaşılmaktadır. Ama bu
mutlak değildir. Yani herkes her suda, her ateşte ve her otta ortak
değildirler. Ortaklık bazı kayıtlarla sınırlıdır.
İbnü'l-Hümâm, Hidâye
şerhi Şerhu Fethi'l-Kadîr'inde şöyle demektedir:
"Ateşteki ortaklıktan
maksat onunla ısınmak ve elbise kurutmaktır. Yani bir adam ateş yakarsa
herkesin onunla ısınmaya hakkı vardır. Ama ondan bir parça almak isterse
sahibinin izni olmadan bunu yapamaz. Kudûrî böyle söylemiştir.
Suda ortaklıktan
maksat da; içmek, hayvan sulamak, kuyu, havuz ve sahipli nehirlerden su
almaktır.
Ota gelince; her
müslümanın bir kimsenin arazisinde bile olsa otu toplamaya hakkı vardır. Ancak
tarla sahibi tarlasına girilmesine engel olabilir. Bu durumda da ot isteyen;
benim senin tarlanda ot toplama hakkım var.. Ya izin ver gireyim ya da sen otu
toplayıp ya da suyu doldurup bana" ver, diyebilir. Bu bir adamın
elbisesinin başka birinin avlusuna düşmesine benzer. Avlu sahibi ya elbise
sahibinin girip elbisesini almasına izin vermeli, ya -
da kendisi elbiseyi
alıp sahibine vermelidir. Fakat şahıs suyu.kaba doldurmuş veya otu yolup
toplamışsa pnâ sahip olur. Dolayısıyla satabilir.
Bu hüküm, ot kendi
kendine bittiği takdirdedir. Ama kişi otu sularsa ve onu yetiştirmek için yer
hazırlar da ot biterse o zaman; Zahire, Muhîtve NevâziFde belirtildiğine göre;
o otu satmak.caizdir, (başkasının hakkı yoktur). Çünkü kişi ona sahip
olmuştur. Sadru'ş-Şehid'in tercihi de bu istikamettedir. "Ebu Hanîfe ve
Züfer Arasındaki İhtilâflar" adındaki kitapta da şöyle denilmiştir: Eğer
ot, tarla sahibinin emeği ile bitmişse satışı caizdir. Aynı şekilde eğer bir
kimse tarlasının etrafını çevirir ve ot yetiştirmesi için hazırlar ve orada
kamış biterse bu kamış onun mülkü olur. Tarla sahibi toplamadan önce tarlasında
çıkan mantarı satamaz..."[466]
İbnü'l-Hümâm;
Kudûri'nin, "Bir kimse tarlasında biten otu, -tarlasını sulamış bile olsa-
satamaz. Çünkü tarlaya su salmak, otu ele geçirmek değildir" dediğini,
fakat âlimlerin çoğunun önceki görüşü (sulamakla ota sahip olunacağı görüşünü)
benimsediklerini söyler.
İbnü'l-hümâm'dan
nakletiklerimiz Hanefîlerin görüşüdür.
Hattâbî, ortak olan
otun kırlarda, sahipsiz arazilerde biten ot olup sahipli arazilerde bitenin
ise arazi sahibinin malı olduğunu, dolayısıyla sahibinin izni olmadan hiç
kimsenin bu ottan yararlanamayacağını söyler.
Hattâbî'nin ateşle
ilgili sözleri de şu şekildedir:
"Bazı âlimlerin
tefsirine göre; Hz. Peygamber bununla ateş gizleyen, ateş yakmaya yarayan taşf
kasdetmiştir. Buna göre Efendimiz; hiç kimse o' taşlardan ateş tutuşturacak
şeyi reddedemez, demiştir. İnsanın yaktığı ateşi ise başkasına vermemesi
caizdir.
Bazıları ise, insanın
ateşinden bir kor almak isteyeni bundan men edemeyeceğini söyler. Yine insanın
ateşinden aydınlanmak isteyen veya çırasını tutuşturmak için yaklaşanı
engelleme yetkisi yoktur. Çünkü bu o ateşten bir, şey eksiltmez." .
Âlimlerin anlayış ve
izahlarının hepsi genelde akla uygun düşmektedir. En doğrusunu sadece Allah
bilir.[467]
Su, ateş ve ot bütün
müslümanlar arasında ortaktır.Bunların başkalarından esirgenmesi caiz değildir.[468]
3478... İyâs
İbn Abd'den[469] rivayet edildiğine göre;
Rasûlullah (s.a) suyun
fazlasını satmayı menetti.[470]
Tirmizî, hadis-i şerif
için; "hasen sahih" der.
Hadis-i şerif, insanın
kendi ailesi, hayvanları ve arazisi için gerekli olandan fazla suyu
satamayacağına delâlet etmektedir. Yine hadisin zahirinden, fazla suyu satmanın
haram olduğu anlaşılmaktadır. Neyl'deki ifadeye göre; görünüşte sahipsiz
arazideki bir su ile sahipli arazideki arasında fark yoktur. Aynı şekilde
suyun; içmek, hayvan sulamak veya ekin sulamak için ihtiyaç duyulması da
birdir. Kurtubî ise, hadisteki nehyin içme suyunun fazlası ile ilgili olduğunu
söyler.
Bundan önce geçen
hadislerde hangi suya sahip olunup, hangisine olunamayacağı görülmüştü. Buna
göre; satılıp satılmaması yönünden bütün sular eşit değildir. Âlimler; kaplarda,
özel sarnıç ve havuzlarda tutulan suların satılabileceği görüşündedirler. Aynı
şekilde kişi kendi arazisindeki suyu, tarla sulamak maksadıyla isteyene
vermeyebilir..Fakat kuyu ve nehirlerdeki suyu, içmek ya da hayvanını sulamak
için isteyene vermemezlik edemeyeceği gibi, karşılığında para da isteyemez.
Para isteyebileceğini söyleyenler varsa da bunlar azınlıktadır.
Bir kimsenin kendi
kabında ihtiyacından fazla su olsa ve birisi ona içmek için muhtaç olup,
ihtiyacını karşılamaya başka su bulamazsa su sahibi suyunu o şahsa satmak
zorundadır.
İhtiyaçtan fazla olun
suyun satılmasının nehyindeki sebep, suyun mubah mallardan olmasıdır,
denilebilir. Bu durumda dağdaki toplanmamış odunun ve otun da aynı hükümde
olması gerekir.[471]
3479...
Câbir b. AbdiIIah (r.a)'dan rivayet edildiğine göre; Hz. Peygamber (s.a), köpek
ve kedinin parasından (satılıp karşılığında para almaktan) nehyetti.[472]
Tirmizî, hadisin
isnadında ızdırab olduğunu söyler. Beyhakî de; hadisin, Müslim'in şartlarına
uygun olup Buharî'nin şartlarına ise uymadığını belirtir.
Beyhakî'nin ifadesine
göre hadisin Buharî'nin şartlarına uymayan yönü isnaddaki Ebû Süfyân'dır.
Çünkü Buharı onun hadisine itimad etmez. Müslim'in hadisi Sahih'ine almamasına
sebep de Nekî b. Cerrâh'ın A'meş'-ten rivayet etmiş olmasıdır.
Hadiste, köpek ve
kedinin satışları söz konusu edilmektedir. Köpek satışı ile ilgili bir miktar
malumat, 3421 ve 3428 nolu hadislerde verilmişti. Burada kısaca kedi satışı ve
bunun karşılığında alınan para üzerinde durmak istiyoruz.
Hattâbî'nin ifadesine
göre; kedi satışının nehyedilmesi iki sebepten olabilir:
1- Kedinin
zaptedilmesi, dolayısıyla alıcıya teslimi mümkün değildir. Çünkü kedi evlerde
dolaşır, görünür, sonra kaybolur. Ne ahırlara bağlanan hayvanlara ne de
kafeslerdeki kuşa benzer. Bazan, insanlara alışmışken tekrar vahşileşir. Bir
daha insanların arasına dönmez ve yakalanamaz. Müşteriye teslim edilse bile,
onun kediyi bağlayıp o şekilde faydalanması mümkün değildir. İşte bunlardan
dolayı kedinin satışı nehyedilmiştir.
2- Kediler
değişik evlere girip çıkarlar. Böylece birçok kişi bunlardan faydalanabilir.
Eğer satışı caiz olursa bu istifade ortadan kalkar. Mülkiyet iddiasıyla
insanlar arasına anlaşmazlıklar girer.
Bazı görüşlere göre
ise satışı nehyedilen kedi vahşi kedidir. Evcil olanların satılması ise
caizdir.
Bir kısım âlimler ise,
hadisin isnadını tenkid etmişler, Rasûlullah'tan bunun sabit olmadığını
zannetmişlerdir. Kedi satışının hukukî sonucu konusunda âlimler hemfikir
değildirler.
İbn Abbas,
Hasenü'l-Basrî, İbn Şîrîn, Hakem, Hammâd, Mâlik b. Enes, Süfyân es-Sevrî,
ashâb-i re'y (Hanefîler), Şafiî, Ahmed ve İshak'a göre kedi satışı caizdir. Ebû
Hureyre, Câbir, Tâvûs ve Mücâhid'e göre ise mekruhtur.
Şevkânî; kedi
satışının cumhura göre caiz, ashab-ı hadise göre haram olduğunu nakleder. İbn
Rüşd de, "Kedi satışı hakkında nehy sabittir, fakat cumhur caiz oluşuna
hükmetmiştir" demektedir.
Hadislerde kedi satışı
yasaklandığına göre, âlimler ya hadisin isnadındaki izdırap yönünden onu delil
saymamışlardır; ya da hadisteki nehyi tenzihe hamletmişlerdir. Bir şeyin
tenzîhen mekruh olması, onun caiz olmamasını gerektirmez. Âlimlerin, sahih ve
sabit bir hadisin hilâfına bir görüşe varmaları söz konusu olmaz.[473]
3480...
Câbir (r.a)'den; Rasûlullah (s.a)'ın, kedinin (satışı karşılığı alınan)
parasından nehyettiği rivayet edilmiştir.[474]
Bu hadis için Tirmizî
" garib", Nesâî de "münker" demektedir.
Hadisirt.hu şekilde ta'n
edilmesi, ravilerden Ömer b. Zeyd es-San'anî'den ötürüdür.
İbn Hibbân;
"Meşhurlardan münkerleri rivayette tek kalır. Onun için kendisi ile
ihticac edilemez." demektedir.
Ebu Ömer b. Abdilberr
de, "Kedi satışı ile ilgili hadisin Hz. Peygam-ber'e kadar varışı sabit
değildir" der.
Hadisin ihtiva ettiği
hüküm ve diğer yönleri ile ilgili söylenecekler yukarıdaki hadiste
söylenmiştir.[475]
3481... Ebû
Mes'ud (r.a)'un Rasûlullah (s.a)'dan rivayetine göre;
O (Hz. Peygamber);
köpeğin parasından, fahişenin mehrinden (zina karşılığı aldığı ücret) ve
kâhinin ücretinden nehyetti.[476]
Tafiricde görüldüğü
gibi, bu hadis, hadis kitaplarının deği-şik bölümlerinde yer almıştır. Buna
sebep; hadisin üç ayrı konuyu ilgilendiren meselelere şamil oluşudur. Bu kadar
çok rivayeti bulunan bir hadisin rivayetleri arasında bazı küçük farklar
olması tabiîdir. Ayrıca aynı manaya gelen değişik lafızlarla ifade edilmiş
başka hadisler de vardır. Meselâ Müslim'in Râfi' b. Hadîc'den rivayet ettiği
bir hadiste Efendimiz; "Kazancın en kötüsü fahişenin mehri, köpeğin
parası ve kan alıcı (haccâm) in ücretidir” buyurmuştur.
Bu hadiste üç türlü
kazanç yasaklanmıştır:
a) Köpek
satıp karşılığında para almak.
b) Fahişenin
kendisini vermesi karşılığında aldığı ücret.
c) Kâhinin
kehaneti karşılığında aldığı ücret.
Bunlardan ilk ikisi
3421 nolu hadiste, üçüncüsü de 3428 nolu hadiste geçmiş ve orada bilgi
verilmiştir. Burada sadece Hattâbî'nin şu sözlerini aktarmak istiyoruz:
"Köpeğin
parasının yasak oluşu, onun satışının fasid oluşuna da delildir. Çünkü akit
sahih olsaydı, bedelin verilmesi gerekli olurdu. Yasaklanmaz, emredilirdi.
Satışın nehyedilmesi, parayı verme zorunluluğunun olmayışına delildir. Bedel
bâtıl olunca, alım atım akdi de bâtıl olur. Çünkü Efendimiz (s.a): "Allah
yahudilere lanet etsin. Allah onlara iç yağını yasak etti. Onlar ise onu eritip
sattılar ve parasını yediler" buyurdu. Burada para ile
malın hükmünü bir
tuttu."[477]
3482... Abdullah
b. Abbas (r.a) şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a) köpeğin parasından nehyetti ve:
"Eğer satıcı köpeğin parasını istemeye gelirse avucuna toprak doldur"
buyurdu.[478]
Bu hadiste İbn Abbas
(r.anhüma), Hz. Peygamber'in köpek satıp karşılığında para almayı nehyettiğini haber
vermiş, sonra da; "Satıcı para istemeye gelince avucuna toprak
doldur" demiştir. İbarenin gelişinden bu söz İbn Abbas'a ait gibi
zannediliyor. Fakat Hz. Peygamber (s.a)'in sözü olması daha uygundur. Tabiî o
zaman cümlede bir hazfın olduğunu düşünmek gerekir. Nitekim Hattâbî'nin izahı
bu anlayışa uygun düşmektedir.
Avucuna toprak
doldurmaktan maksat, Hattâbî'nin ifadesine göre; eli boş göndermek, hiç bir şey
vermemektir. Hattâbî, "Buradaki toprak mahrumiyet demektir. Bu, elinde
topraktan başka bir şey yoktur demeye benzer. ..' 'der. Hattâbî'nin
belirttiğine göre selef ulemasından bazıları hadisi zahirî manasında anlamışlar
ve köpek satıp para istemeye gelenin avucuna toprak doldurulacağını
söylemişlerdir. Bunlar, Mikdâd'ın şu hâdisesine dayanırlar: Mikdâd (r.a), bir
adamı öven birisini görmüş, hemen kalkıp yüzüne toprak serpmiş ve Hz.
Peygamber'in; "Meddahları gördüğünüz zaman yüzlerine toprak
serpiniz." hadisini kastederek; "Biz böyle emrolunduk" demiştir.
"Satan para istemeye
gelince avucuna toprak doldur." sözü; köpeğin kıymetinin olmadığına
delildir. Dolayısıyla, öldürülmesi halinde hiçbir karşılık gerekmez. Mâlik b.
Enes; öldürülürse fiat değil kıymetin gerekli olduğunu söylemiştir.
Hattâbî, Mâlik'in bu
görüşüne açıklık getirmek üzere; "İki türlü semen (alışverişlerde mal
karşılığında ödenmesi kararlaştırılan bedel) vardır. Bunlar; alışverişlerde
kabul edilen semen ve itlaf halinde ödenmek üzere tayin olunan semendir. Hz.
Peygamber (s.a), avucuna toprak doldur, buyurmakla bu iki semeni de iptal
etmiştir. Böylece hiçbir şekilde (ister satış ister öldürme) köpeğin bedelinin
olmadığı sabit olmuş olur." der.
Hattâbî'nin; malların
itlafı halinde verilmesi gereken semen dediği bedele fıkıhta daha çok
"kıymet" denilir.[479]
3483... Ebû
Cuhayfe (r.a)'nin;
Rasûlullah (s.a),
köpeğin parasından nehyetti, dediği rivayet edilmiştir.[480]
Hadisin Buharî'deki
rivayeti daha uzundur. Bundan, Ebû Dâvûd'un hadisin sadece konu ile ilgili
bölümünü aldığı anlaşılmaktadır.
Buharî'nin rivayeti şu
şekildedir:
Ebû Cuhayfe'nin oğlu
der ki: "Babamı bir haccâm satın alırken görüp onun hükmünü sordum. Şöyle
dedi: Rasûlullah (s.a); kanın ve köpeğin parasından, cariyenin (meşru olmayan)
kazancından nehyetti. Dövme yapana ve yaptırana, faiz yiyene ve yedirene (alana
ve verene), resim yapana lanet etti."
Buharî'nin
rivayetindeki haccâmdan maksat ya köledir, ya da satmaktan maksat
kiralamaktır.[481]
3484... Ebû
Hureyre (r.a), Rasûlullah (s.a)'in şöyle buyurduğunu söylemiştir:
"Köpeğin parası;
kâhinin kehanet ücreti ve fahişenin mehri (fuhuş karşılığı aldığı para) helâl
değildir."[482]
Bu hadft de öncekiler
gibi; köpek satışı karşılığı alınan paranın, kâhinin aldığı ücretin ve
fahişenin fuhuş bedeli aldığı ücretin helâl olmadığını bildirmektedir* Tabiî bu
aynı zamanda o fiillerin de caiz olmadığını gösterir. Yani köpek satışı
karşılığında alınan para helâl olmayınca, köpeğin satışı da caiz olmaz: Aynı
şekilde kâhinlik yapmak, fuhuş yapmak da haramdır.
Kehanet ve kâhinin
aldığı ücret konusu 3428, fahişenin mehri meselesi de 3421 nolu hadislerde
işlenmiştir.[483]
3485... Ebû
Hureyre (r.a)'den, Hz. Peygamber (s.a)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Şüphesiz Allah
(c.c), şarabı ve karşılığında alınan parayı, ölü hayvanı ve karşılığında alınan
parayı, domuzu ve karşılığında alınan parayı haram kılmıştır."[484]
Hadis-i şerif, anılan üç
şeyin hem kendilerinin hem de satılmalan karşılığında alınan paranın haram
olduğunu çok açık bir şekilde bildirmektedir." Bunların haram oluşu
Kur'an-ı Kerim'de de sabittir. Bakara sûresinin 173. âyetinde domuz ve ölü
hayvan eti yasaklanmıştır. Bu âyetin meali şu şekildedir: "Şüphesiz
(Allah) size ölü hayvan etini, kanı, domuz etini, Allah'tan başkası için
kesilen hayvanı haram kılmıştır; fakat, darda kalana,.başkasının payına el
uzatmamak ve zaruret mikdarını aşmamak üzere günah sayılmaz. Çünkü Allah bağışlayandır,
merhamet edendir."
Mâide sûresinin 90.
âyetinde de içki, şeytan işi sayılarak şöyle denilmiş-tir:"Ey inananlar!
İçki, kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytan işi pisliklerdir, bunlardan
kaçının ki saadete eresiniz."
Hanefî mezhebinde caiz
olmayan alışverişler; fasid ve bâtıl olmak üzere ikiye ayrılır:
Bâtıl alışveriş: Hem
asıl hem de vasıf yönünden sahih olmayan alışveriştir. Başka bir deyişle,
in'ikad şartlarının tamamı veya bir kısmı bulunmadığı için sahih olmayan
alışveriştir. Bâtıl alışveriş hiçbir şekilde mülkiyet ifade etmez. Dolayısıyla
bâtıl bir alışverişle müşteri eline geçen mal onda emanettir; müşterinin
elinde onun kusuru olmadan telef olsa satıcı durumunda olan şahıstan gider.
Semavi hiçbir din tarafından mal kabul edilmeyen bir şeyin satışı da bâtıldır.
Kanın satışı .gibi.
Fasid alışveriş:
Esasen sahih olup, vasıf yönünden sahih olmayan alışveriştir. Fasid alışveriş
aslında tam bir akiddir, fakat haricî vasıflar bakımından meşru değildir.
Semavi din mensuplarından bazılarına göre mal sa-yılmadığı halde bazılarına
göre mal sayılan bir şeyin başka bir mal karşılığında satılması fasiddir.
Fasid bir alışverişle satılan bir malı, müşteri kabzederse bu mülkiyet ifade
eder. Dolayısıyla müşterinin elinde telef olsa müşteriden gider.
Bâtıl olan
alışverişlerin sahih olması mümkün değildir. Fasid olan alışverişlerde ise
fesada sebep olan şey kaldırıldığı zaman, akid sahih hale gelebilir.
Bâtıl ve fasid
alışverişlerin tümü bunlardan ibaret değildir. Biz sadece konumuzu ilgilendiren
yönünü aldık.
Hadis-i şerifte
anılan, ölü hayvan eti (leş)nin satışı bâtıldır. Çünkü leş hiçbir semavi dinde
mal olarak kabul edilmemektedir. Domuz ve şarabın, para karşılığı değil de
başka bir mal karşılığında satışı fasiddir. Çünkü bunlar hristiyanlara göre
maldır. Para karşılığı satılması halinde ise satış bâtıldır. Bu ayırıma
sebebin ne olduğu fıkıh kitaplarında vardır. Fakat biz buraya aktarmayı fazla
ayrıntı görüyoruz. Ancak şunu belirtelim ki, şarap veya domuz herhangi bir meta
(meselâ kumaş vs.) karşılığında satıldığında, metâa karşılık olarak konuşulan
şarap veya domuz verilemez. O metam kıymeti para olarak verilir.
Hattâbî; hadisin
delaletiyle bir hıristiyanın şarabını döken veya domuzunu öldüren kişiye daman
(ödeme) gerekmediğini söyler. Bu; İmam Şafiî'nin görüşüdür.
Hanefîlere göre İse,
bir müslüman bir zimmînin şarabını veya domuzunu telef etse bunların kıymetini
öder. Çünkü bunlar her ne kadar bizim için mal değilse de zimmîlere göre
maldır. Dolayısıyla bu itlaf, kıymeti olan bir malı itlaf olur. Biz müslümanlar
zimmîleri kendi inançları ile başbaşa bırakmakla emrolunduk.
Domuzun kendisini
olduğu gibi, kılını satmak da caiz değildir. Kılının kullanılıp
kullanılamayacağı âlimler arasında ihtilaflıdır. İbn Şîrîn, el-Hakem, Hammâd,
Şafiî, Ahmed b. Hanbel ve îshak domuz kılını kullanmayı mekruh saymışlardır.
Hanefîler, zarurete binaen bazı iş dallarında onun kullanılabileceğini
söylemişlerdir. Hasenü'l-Basrî, Evzaî ve İmam Mâlik de Hanefîlerle aynı
görüştedirler. Son görüşü biraz açalım: Bu gruba göre her-hangibir işin domuz
kılından başka bir madde ile yapılması mümkün olmaz ise domuz kılını kullanmak
cazdir, aksi halde caiz değildir.
Hattâbî, hadisin
hayvan gübresi ve aynı necis olanların tümünün satışının caiz olmayışına da
delil olduğunu söyler. Hanefîlere göre ise; hayvan gübresinin satışı caizdir.
Çünkü bu madde tarladan daha fazla ürün alınması için kullanılır. Dolayısıyla
maldır ve mal olan bir şeyin satılması caizdir. İnsan pisliğinin satılması ise
hem Hanefî hem de Şâfiîlere göre caiz değildir. Ancak insan pisliği başka bir
şeyle karışık olursa satılabilir. Çünkü bu durumda yararlanılır. Şâfiîlere
göre hayvan tersinin satışı da caiz değildir.[485]
1. Ölü eti,
domuz ve şarap haramdır.
2. Aynı
haram olan bir şeyin satışı ve onun karşılığında para alınması da haramdır.[486]
3486...
Câbir b. Abdillah (r.a), Rasûlullah (s.a)'ı fetih yılında Mekke'de şöyle
derken işitmiştir:
"Şüphesiz Allah
(c.c) şarap (içki), leş, domuz ve putların satışını haram kıldı."
Kendisine:
Ya Rasûlallah, leş
yağları konusunda ne dersin? Onlarla gemiler boyanıyor, deriler yağlanıyor,
insanlar aydınlanıyor, dediler.
“Hayır,
haramdır." buyurdu.
Daha sonra Rasûlullah
(s.a) şöyle devam etti:
"Allah yahudileri
kahretsin! -Veya Allah yahudilerin belâsını verin-. Şüphesiz Allah (c.c) onlara
leşlerin iç yağlarını yasakladığı zaman, onu erittiler sonra satıp parasını
yediler."[487]
Hadisin Buharı ve Müslim'deki
rivayetleri de buradakinin aşağı yukarı aynıdır. Burada "Allah haram
kıldı" denildiği halde Sahîhayn'da, "Allah ve Rasûlü haram
kıldı" denilmiştir.
Metinde görüldüğü
üzere Efendimizin bu hadisi irad buyurmaları Mekke'nin fethedildiği senede olmuştur.
Âlimlerin bir kısmı, hadiste adı geçen şeylerin aslında daha evvel haram
kılınıp Rasûlullah'ın o esnada hükmü duymayanlara duyurmak için tekrarlamış
olmasının muhtemel olduğunu söylerler.
Hadiste beş şeyin
satışının haram olduğu bildirilmiştir. Bunlar: İçki, leş, domuz, putlar ve
leşlerin iç yağlarıdır. Bunlardan ilk üçü önceki hadisin şerhinde izah
edilmiştir. Burada put ve leşin iç yağı üzerinde duracağız.
Bilindiği-gibi put;
taş, ağaç, tunç, alçı, bakır, demir gibi maddelerden çeşitli şekillerde yapılıp
tapınılan, saygı beslenilen heykelciklerdir. İslâmiyetin en büyük hedefi,
putçuluğu ortadan kaldırıp tek Allah inancını yerleştirmektir. Dolayısıyla
putu, değeri olan bir mal sayması düşünülemez. Onun için put satışı ve bunun
karşılığında alman para haramdır. Bunda âlimler arasında herhangi bir görüş
ayrılığı mevcut değildir. Ancak bazı Hanefîlerle Şâfiîlere göre, put parçalanır
ve parçaları başka bir sahada kullanılabilirse bu parçaları satmak caizdir.
Çünkü bunlar put olmaktan çıkmışlardır.
Leş yağını iki açıdan
ele almak gerekir:
a) Satışı,
b)
Kullanılması.
Hadiste, Hz. Peygamber
(s.a); kendisine leşlerin iç yağı sorulduğunda, “O haramdır" karşılığım
vermiştir. Bazı âlimler buradaki "o" zamirini; yağın satışına,
bazıları ise kullanılmasına bağlamışlardır. Birinci görüşe göre; "onların
satışı haramdır", ikinci görüşe göre ise "onların kullanılması
haramdır" manası çıkar. İmam Şafiî, birinci görüşü benimsemiştir. Ona göre
ölü hayvanların yağlarıyla gemi boyamak, deri yağlamak, kandillerde yakmak; onları
satıp parasını almak gibi değildir. Sahâbîlerden Hz. Ali, İbn Abbas ve İbn
Ömer'in leş yağını kullanmanın caiz olduğu görüşünde oldukları nakledilir.
İmam Nevevî şöyle der:
"Yememek ve
vücuda sürmemek şartıyla bu yağlan kendilde yakmak, pis zeytinyağından sabun
yapmak, pis balı anlara yedirmek, leşi köpeklere yedirmek gibi konularda
âlimler ihtilâf etmişlerdir. Bize göre bunların hepsi caizdir. Kadı lyaz bu
görüşü İmam Mâlik, İmam Şafiî, Süfyân-ı Sevrî, İmam Ebû Hanîfe ve
arkadaşlarından da nakletmiştir."
Hattâbî de; hadisin,
pis zeytinyağını kandillerde yakmanın caiz, satışınım ise haram oluşuna delil
olduğunu söyler. Yine Hattâbî'nin ifadesine göre put satışı ve bunun karşılığı
para almanın haram oluşu; çamur, ahşap, demir, altın, gümüş ve buna benzer
bütün maddelerden yapılan timsallerin satışının haram olduğuna da delildir.
Avnü'I-Ma'bûd'un
bildirdiğine göre; âlimlerin çoğunluğu ölü hayvanların iç yağlarını hem
satmanın hem de kullanmanın haram oluşu görüşündedir. Bu âlimlere göre ölü
hayvanların sadece tabaklanmış derisinden yararlanılabilir. Çünkü bu konuda
özel nass vardır.
Hz. Peygamber (s.a)
sahâbîlerin kendisine, ölü yağlarından bazı istifade şekillerini söyleyerek
hükmünü sormaları üzerine, onun haram olduğunu söylemiş ve bunu yahudilerin
yaptıklarına benzetmiştir. Rasûlullah (s.a)'ın bildirdiği üzere; yahudiler,
Allah kendilerine ölü hayvanların yağlarını haram edince bir hileye
başvurmuşlar, yağları eritip isim ve şekillerini değiştirerek parasını
yemişlerdi. Hz. Peygamber (s.a) bu muamelenin yağı haram olmaktan
çıkarmayacağını vurgulamış, yahudiler için beddua etmiştir. "Allah
yahudileri kahretsin" diye terceme ettiğimiz o cümlenin dua manasına
olmayıp, haber manasına olması da mümkündür. O zaman cümlenin tercemesi,
"Allah yahudileri kahretti" şeklinde olur.
Hattâbî; Rasûlullah'm
bu ifadesinden, yasak olan bazı şeyleri caiz hale getirmek için baş vurulan
hilenin caiz olmadığı hükmüne varmıştır. Hattâbî şöyle der: "Bunda haramı
helâl yapmak için uygulanan bütün hilelerin bâtıl olduğunun beyanı vardır. Yine
bu, bir şeyin şekli ve isminin değişmesi ile hükmünün değişmeyeceğine
delildir." Ancak Hattâbî'nin bu sözleri tüm sahalarda geçerli değildir.
İsmi ve şekli değişince hükmünün de değiştiği bir çok mesele vardır. Meselâ: Şıra
helâldir, fakat şıra şarap haline gelirse haram olur. Tuzlaya düşüp ölen bir
hayvanın eti haramdır, ama bu hayvan tuz haline gelirse helâl olur.[488]
1. Şarap,
leş, put, domuz ve leşteki yağın satılması caiz değildir.
2. İbret
alınması ve mukayesede bulunulması için başka din mensuplarının başlarından
geçen veya yaptıkları şeyleri misâl getirmek caizdir.
3. Hakkında
nass bulunmayan meselelerin hükmünü, hakkında nass bulunan benzeri meselelerin
hükmüne kıyaslayarak bulmak caizdir.
4. Haddizatında
haram olan şeyleri kullanabilmek, onları caiz hale sokabilmek için hileye
başvurmak caiz değildir.[489]
3487... Abdü'l-Hamid
b. Ca'fer, Ebû Asım ve Muhammed b. Beşşâr tarîki ile gelen rivayette, Yezîd b.
Ebî Habîb:
"Atâ, Câbir'den
naklen bana onun (önceki hadis) benzerini yazdı; o haramdır demedi
(Rasûlullah'm "o haramdır" sözünü nakletmedi)" dedi.[490]
3488... İbn
Abbas (r.anhüma)'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Rasûlullah (s.a)'ı; rüknün
yanında otururken gördüm. Gözünü havaya doğru kaldırıp güldü ve üç defa:
"Allah yahudilere
lanet etsin!" dedi, ve devamla;
"Şüphesiz Allah
(c.c) onlara iç yağım haram etti ama onlar yağları satıp, parasını yediler.
Allah bir topluma bir şeyi yemeyi haram ettiğinde onlara parasını da haram
eder" buyurdu.
Müsedded: Haiid b.
Abdullah (et-Tahhân), hadisinde (İbn Abbas'in) "gördüm" (dediğini)
söylemedi. Ayrıca (Allah yahudilere lanet etsin sözü yerine), "Allah
yahudüeri kahretsin" dedi.[491]
Müsedded; hadisi, Bişr
b. el-Müfaddal ve Halid b. AbdulIah'dan rivayet etmiştir. Metin Bişr'in
rivayetidir. Halid'in rivayetinde İbn Abbas'ın "gördüm" ifadesi yer
almamış, ayrıca Efendimizin yahudilere laneti, "Allah yahudüeri
kahretsin, helak etsin" şeklinde aktarılmıştır. Bu farka metnin sonunda
işaret edilmiştir.
Hadis-i şerif ifade
ettiği hüküm itibariyle 3486 nolu hadisten farklı değildir. Orada yeterince
bilgi verilmiştir.[492]
3489...
Mugîre b.Şu'be (r.a)'den, Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur:
"İçki satan kişi,
domuzları da boğazlasın (domuz etini de yesin)."[493]
"Boğazlasın"
diye terceme ettiğimiz kelime; bıçakla kessin, kestikten sonra yemek üzere
parçalasan, manalarına gelir.
Efendimizin sözünün
ifade ettiği mana şudur: İçki satmayı helâl sayan kişi, domuz eti yemeyi de
helâl saysın. Nasıl ki domuz eti helâl değilse içki satmak da helâl değildir.
Haramlık yönünden ikisi arasında fark yoktur.
Hz. Peygamber'in içki
satışının haramlığını bir benzetme ile ifade buyurması; manaya kuvvet kazandırmak,
içki satışının haramlığının ne derece şiddetli olduğuna dikkat çekmek içindir.
Hadis-i şerif; aynı
haram olan şeyin ticaretinin de haram olduğuna delildir.[494]
3490... Âişe
(r.anha)'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: Bakara sûresinin son âyetleri inince
Rasûlullah (s.a) çıkıp onları bize okudu ve: “İçki ticareti haram edildi"
buyurdu.[495]
Hadisin Buharı'deki
rivayeti ile Müslim'in bir rivayeti aynen buradaki gibidir. Müslim'in bir
rivayetinde ise Hz. Âişe: "Ra sûlullah (s.a) mescide çıktı ve içki
ticaretini yasakladı” demektedir.
Sarihlerin
belirttiğine göre; Âişe'nin kasdettiği âyetler Bakara sûresinin 275 ile 281.
âyetleridir. Ancak, o âyetler içki ile değil, faizle ilgilidir. İçkinin
haramhğına delâlet eden âyet Mâide sûresinin 90. âyetidir. Faizin haramlığını
bildiren âyet, içkinin haramlığını bildirenden hayli sonra gelmiştir. Hatta
faiz âyetinin en son inen âyetlerden olduğu söylenmektedir.
İçki satışının haram oluşu,
ya içkinin içilişinin haram oluş ile bir olmuştur; -bu ihtimali te*kid eden
hadis ve prensipler vardır. 3488 nolu hadisteki, "Allah bir topluma bir
şeyi yemeyi haram kıldığı zaman parasını da haram etmiştir" ifadesi
bunlardandır. Bu durumda faiz âyeti ile içki ticaretinin yasaklığı te-yid
edilmiştir- ya da içki ticaretinin yasak edilişi, içilişinin haram edilişinden
sonra olmuştur.
îmam Nevevî konu ile
ilgili olarak şöyle demektedir: "Kâdî ve başkaları derler ki: İçkinin
haram edilişi Mâide.sûresindedir. Bu âyet faiz âyetinden çok önce inmiştir.
Çünkü faiz âyeti ya en son inen âyettir, ya da en son inenlerdendir. İçki
ticaretinin yasaklanışının, içkinin haram edilişinden sonra olması muhtemeldir.
Hz. Peygamber (s.a)'in, içki haram edildiği zaman onun ticaretinin de haram
olduğunu bildirip sonra faiz âyeti inince hem yasağı tekid hem de haberi
yaymak için tekrar haber vermesi de muhtemeldir. Mümkündür ki sonraki mecliste
önceden içki ticaretinin yasak olduğunu bilmeyenler de bulunacaktır."
Sahih-i Müslim'deki
Ebu Saîd el-Hudrî'den rivayet edilen bir hadiste Hz. Peygamber (s.a):
"Kendisine bu âyet (Mâide, 90) ulaşan kimse, yanında içkiden bir şey
varsa onu içmesin ve satmasın..." buyurmuştur. Yine Müslim'in İbn
Abbas'tan rivayet ettiği başka bir hadise göre; içkinin yasaklandığını
öğrendikten sonra, elindeki içkiyi satmak isteyen birisine: "Onu içmeyi
haram kılan, satmayı da haram kıldı" buyurmuştur. Bu rivayetler, içkinin
içilmesi ile satılmasının yasaklanışının aynı ana rastladığı intibaını vermektedir.
Ama Nevevî, "Görünüşe bakılırsa, içki satışı, içki haram edildikten az
bir zaman sonra, daha içkinin haramhğı yayılmadan olmuştur" der.[496]
3491...
Osman b. Ebî Şeybe ve Ebû Muâviye, A'meş'ten önceki hadisi aynı isnad ve aynı
mana ile rivayet etmişlerdir. A'meş; "Son âyetler faiz hakkındadır"
demiştir.[497]
A'meş, bu rivayette;
önceki rivayette olması muhtemel bir zühule işaret etmektedir.Bakara suresinin
son ayetleri faiz hakkındadır" demekten maksadı, içki satışı ile Bakara
sûresinin son âyetleri arasında bir irtibatın olmadığına, dikkat çekmektedir.[498]
3492... İbn
Ömer (r.anhüma)'den rivayet edildiğine göre, H. Peygamber (s.a) şöyle
buyurmuştur:
"Bir yiyecek
maddesi satın alan kişi, onu tam olarak teslim alıncaya kadar (başkasına)
satmasın."[499]
"Taam":
Misbâhu'l Münîr'de ifade edildiğine göre; yenilen her şeydir. Hicazlılar ise
onu, mutlak olarak buğday manasına kullanırlar.
Kelimenin
kullamlışındaki bu farklılıklardan dolayı, hadisteki taam kelimesi değişik
biçimlerde anlaşılmaktadır. Kimi âlimler bu kelimeyi sadece buğday olarak
anlarken, kimileri tüm gıda maddelerine teşmil etmişlerdir. Az sonra temas
edileceği üzere; satın alınıp da teslim alınmadan satışı caiz olmayan malların
neler olduğu âlimler arasında ihtilaflıdır. Mâlikîler, bu ve buna benzer
hadislerde teslim almamadan satışı caiz görülmeyen malların sadece
"taam" oluşuna bakarak, yiyecek maddeleri dışındaki malların teslim
alınmadan satılmasını caiz görmüşlerdir. Yani hadislerdeki "taam" kelimesini
sadece buğdaya tahsis etmemişler, başka gıda maddelerini de aynı hükmün içine
koymuşlardır-
Bidâyetü'l-Müctehid'de;
"Maliki mezhebinde, ribevî olan taamın teslim alınmadan satılamayacağı
konusunda ihtilâfın olmadığı söylenilmekte-dir. Ribevî olmayan taamın
dışındakilerin teslim alınmadan satımı konusunda ise iki görüş vardır; meşhur
olana göre caiz değildir." denilir.[500]
Bidâyetü'l-Müctehid'in
İfadesinden anlaşılıyor ki, "taam" sözü sadece buğday karşılığında
anlaşılmamıştır. Çünkü ribevî olan taam sadece buğday değildir. Mâlikîlere göre
yiyecek maddelerindeki ribâ illeti; ribe'l-fazlda, o yiyecek maddesinin tek
başına insanı yaşatabilme özelliği ve bekletilebilme-sidir. Ribâ-i nesîede ise,
sadece gıdalanmak maksadıyla yenilir olmasıdır. Bu illetler sadece buğdayda
değildir. İnsan buğdayla yaşayabileceği kadar arpa, çavdar, hurma vs. ile de
yaşayabilir.
TehanevFnin
İ'Iâu's-Siinen'de naklettiğine göre,[501]
İmam Nevevî de Şerhu'l-Muhezzeb'inde İmam Mâlik'in görüşünü verirken şöyle
demektedir: "Mâlik ve Ebû Sevr'e göre yenilen ve içilen şeylerin dışındaki
tüm malların teslim alınmadan önce satılmaları caizdir. İbnü'l-Münzir; teslim
alınmadan önce, taamın satışını nehyeden hadisten dolayı en sahih mezhep budur,
demiştir."
Görüldüğü gibi Nevevî
bu cümlede taamı yiyecek ve içecek maddelerinin tümüne teşmil etmiştir.
Türkçeye terceme
edilen hadis kitaplarından Tecrid-i Sarîh'de "taam" kelimesi aynı
konudaki bir hadisin tercemesinde "erzak"[502] bir
başka hadisin tercemesinde de "yiyecek maddesi"[503]
olarak aktarılmıştır. Sofuoğlu da Sahih-i Müslim Tercemesi'nde "taam"
karşılığı olarak; "yiyecek maddesi, gıda maddesi" tabirlerini
kullanmıştır.[504] İbn Mâce Tercemesi'nde
ise "zahire" denilmiştir.[505]
Kelime üzerinde bu
kadar duruşumuzun sebebi bu konudaki hükmün şumülü üzerindeki tereddütlerdir.
Yani Mâlikîlere göre; kabzedilmeden önce satışı caiz olmayan maddenin sadece
buğday mı olduğu; diğer gıda maddelerinin bu hükmün kapsamına girip girmediği
konusundaki farklı anlayışlardır. Kanaatimizce yukarıya aktardığımız nakiller
meseleye az çok ışık tutmuştur.
Üzerinde durduğumuz
hadis-i şerif, yiyecek maddesi satın alan bir kimsenin o malı kabzetmeden bir
başkasına satamayacağına delildir.
Bu hüküm sadece
yiyecek maddelerine mi mahsustur, yoksa başka maddelere de şamil midir? Bu
konuda dört görüş vardır:
1- Cinsi ne
olursa olsun her çeşit malın teilm alınmadan bir başkasına satılması caiz
değildir. Bu görüş Şâfiîler ile Hanelilerden İmam Muhammed'e aittir. Delilleri;
Hakîm b. Hizâm'ın rivayet ettiği, "Teslim alıp eline geçirmediğin şeyi
satma" hadisi ile Zeyd b. Sâbit'in rivayet ettiği, "RasûJullah (s.a)
tacirler dükkanlarına koyuncaya kadar, malları satıldıkları yerde satın
alınmasını yasakladı" manasındaki hadistir. İmam Şafiî teslim alınmamış
malın, satın alanın damânına girmediği için satışını caiz görmemiştir. Çünkü
daman (sorumluluk) altına girmeyen maldan kâr sağlamasını Hz. Peygamber caiz
görmemiştir. İbn Abbas'm: "Zannederim herşey taam gibidir" ifadesi bu
görüşü destekler.
Bu ikinci hadis,
isnadında Muhammed b. İshak bulunduğu için zayıf görülmüştür. Çünkü Muhammed b.
İshak, müdellistir.
2- Ölçü ve
tartı ile alınıp satılan malların teslim alınmadan satılmaları caiz değil,
diğerlerinin satılmaları caizdir. Bu görüşün sahipleri Osman b. Affân, Saîd b.
Müseyyeb, Hasanü'-Basrî, Hakem, Hammâd, Evzaî, Ahmed b. Hanbel ve İshak'tır.
3- Akar
(taşınmaz mallar)m, teslim alınmadan başka birine satışı caiz, diğer malların
satışı caiz değildir. Bu görüş de Ebû Hanîfe ve Ebû Yusuf'a aittir. Delilleri;
Hz. Osman'la Hz. Talha arasında Kûfe'deki bir arazinin satışı konusundaki
konuşmadır. Hz. Osman kendisi Medine'de iken Kûfe'deki bir arazisini Hz.
Talha'ya satmış ve; "Benim için görme muhayyerliği var. Çünkü ben
görmediğim bir araziyi sattım" demişti. Talha buna itiraz etti ve görme
muhayyerliğinin alıcıya ait olduğunu söyledi. Bunun üzerine Cü-beyr b. Mut'im'i
hakem tayin ederek aralarında hükmetmesini istediler. Cübeyr de Talha'yı haklı
buldu.
Hâdisenin konumuzla
ilgili yönü, Hz. Osman'ın satmak istediği araziyi görmemiş olmasıdır. Hanefîler
o araziyi görmemeyi kabzetmeme (teslim almamak) olarak değerlendirirler. Çünkü
bir malın görülmeden teslim alınması mümkün değildir. Hz. Osman'ın araziyi bir
vekil kanalıyla teslim almış olabileceği tarzındaki bir ihtimal de
geçersizdir. Çünkü vekilin görmesi, müvekkilin görmesi sayılır. Hz. Osman'ın
görmediği için kendisine görme muhayyerliği talep etmesi, vekili kanalıyla
teslim almadığına da delildir.
Ayrıca Hanefîlere
göre; satın alınan bir malın teslim alınmadan satılmasının caiz olmayışındaki
hikmetlerden birisi; başkasının elinde olan malın telef olup, müşteriye teslim
edilememe endişesidir. Taşınmaz mallarda ise bu düşünülemez. Binanın yıkılması
söz konusu olabilir. Ama bina satıldığı zaman arsası ile birlikte satılır.
Arsa ise telef olmaz.
4- Yenilen
ve içilen maddelerin teslim alınmadan satılmaları caiz değil, bunların
dışındakilerin satışı ise caizdir. Bu görüş de İmam Mâlik ve Ebû Sevr'e aittir.
İbnü'l-Münzir, bu konuda en sahih görüşün bu olduğunu söyler. Delilleri;
üzerinde durduğumuz hadis, bundan sonra gelecek olan aynı manadaki hadisler ve
bunların muhalif mefhumlarıdır. Çünkü bu hadislerde Rasûlullah (s.a), taamın
kabzedilmeden satışını men etmiştir. Bunun mefhumu muhalifi, taam olmayanlarda
satışın caiz olmasıdır.
Ancak şunu belirtmek
gerekir ki; mefhumu muhalif, Hanefîlere göre delil sayılmaz.
Yukarıda da işaret
edildiği gibi, Mâlikîlere göre; kendilerinde ribâ (faiz) illeti bulunan
yiyecek maddeleri konusunda ihtilâf yoktur. Kendilerinde ribâ cari olmayan
mallar konusunda İmam Mâlik'ten iki görüş vardır. Birisine göre; bunların da
kabzedilmeden satışı caiz değildir. Meşhur olan budur. Diğerine göre ise
caizdir.
Satın alınan bir malın
kabzedilmeden satışının caiz olmayışındaki hikmet, bu usûlün ihtikâra
(spekülasyona), Hatların artmasına sebep olmasıdır. Depolarda tutulan malların
el değmeden sözle satışı sebepsiz yere fiatların kabarmasına, parası çok
olanların daha çok kazanıp yoksulların ezilmesine sebep olur.
İbn Abbas bunu bir
nevi faize benzetir. Tâvûs b. Keysân, kendisine;
Bu yolla satışın yasak
oluşunun sebebi nedir? diye sormuş, o da:
Müşterinin, satın
aldığı bir gıda maddesini teslim almadan başkasına satması, parayı para
karşılığında satması demektir. Önceden satın alınmış olan malın edası ise tehir
edilmiştir, karşılığını vermiştir.
Konuyu toparlarsak
diyebiliriz ki:
Gıda maddelerinin
teslim alınmadan satılmaları bütün âlimlere göre caiz değildir. Diğer
maddelerde ise ulema ihtilaflıdır. Hz. Peygamber'den varid olan hadisler
genelde gıda maddelerini konu edinmiş, bir genelleme yapmamıştır. Zamanımızda
bu yolla yapılan alışverişlerin yaygınlığı ve bundan kurtuluşun mümkün
olmadığı gözönüne alınınca en yumuşak görüş olan Mâlikîlerin görüşünü taklidde zaruret
görünmektedir. Tabiî bu gıda maddelerinde uygulanamaz.
Hadisin izahında kabz
konusuna da temas uygundur. Ancak bu konu bir sonraki hadiste ele alınacaktır.[506]
3493... İbn
Ömer (r.anhüma)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: Biz Rasûhıllah (s.a) zamanında
yiyecek maddesi satm alırdık. (O zaman) bize, malı satmadan önce satm aldığımız
yerden başka bir yere nakletmemizi emreden birisi gönderilirdi. Yani (biz
yiyecek maddesini) götürü usulüyle alırdık.[507]
"Bize.....birisi
gönderilirdi" manasına gelen fiili Avnu'I-Ma'bûd'da meçhul olarak
harekelenmiş ve bunun doğru olduğuna işaret edilmiştir. Zürkânî ise Muvatta
Şerhi'nde bu fiili malum olarak şeklinde harekelemiştir. O zaman mana;
"Hz. Peygamber (s.a) bize malı satmadan önce satın aldığımız yerden başka
bir yere nakletmemizi emreden birisini gönderirdi" şeklinde olur. Aslında
her iki mananın ifade ettikleri mefhum aynıdır. Aralarında sadece ibare
farklılığı vardır.
İbn Ömer'in haberi;
satın alman gıda maddesinin alındığı yerden başka bir yere nakledilmeden
satılamayacağına delâlet etmektedir. Buna göre gıda maddesinin kabzı (teslim
alınması), onu başka bir yere nakletmek suretiyle gerçekleşmektedir.
Hattâbî, malların
kabzı konusunda şu bilgiyi verir:
"Malların kabzı
(teslim alınması) malların cinsi ve insanların örfüne göre farklılık gösterir.
Bazıları müşterinin eline verilmekle, bazıları mal İle alıcının arasını
tahliye ile, bazıları bir yerden başka bir yere nakledilerek, bazıları da
ölçülerek kabzedilir. Bu keylî mallardan ölçekle satılanlarda olur. KeyIî
malların yere yığılmış yığının götürü usûlle satılması halinde ise kabz, o malı
başka bir yere nakletmekledir. Bir kimse ölçekle ölçerek zahire alsa ve sonra
onu birisine satmak istese, müşteri için tekrar ölçmelidir. Çünkü Hz. Peygamber
(s.a); bir satıcı, bir de alıcı için olmak üzere iki defa ölçülmedikçe
hububatın satılamayacağını beyan buyurmuştur.
İki defa ölçülmesini
şart koşanlar; Ebû Hanîfe ve arkadaşları, Şafiî, Ahmed, İshak, Hasenü'l-Basrî,
Muhammed b. Şîrîn ve Şa'bî'dir. Mâlik'e göre ise, eğer vadeli satarsa
mekruhtur. Ama peşin satarsa ikinci bir ölçüye lüzum yoktur, önceki Ölçü
kâfidir. Atâ'dan; ister peşin olsun ister vadeli, bir defa ölçmenin yeterli
olduğu rivayet edilmiştir."
Hattâbî, bu sözleri
ile hem satın alınan malların kabzına hem de keylî olanların ölçülmesine temas
etmiştir. Bu hadiste esas konu edilen kabz olduğu için bu konuda başka bir
nakil yapmak istiyoruz:
Şafiî âlimlerinden
Râfiî, Şerhu'l-Vecsz adındaki kitabında şöyle der:
"Eğer satılan mal;
ev ve tarla gibi taşınmayan mallardan ise onun kabzı, mal ile müşterinin
arasını tahliye etmek, ona tasarruf imkânı vermektir. Mal taşınır cinsten ise,
meşhur görüşe göre o malın başka bir yere taşınması ve nakledilmesi gerekir.
Ahmed b. Hanbel de bu görüştedir. İmam Mâlik ve Ebû Hanîfe'ye göre ise taşınmaz
mallarda olduğu gibi tahliye {müşterinin almasına imkân verme) kâfidir..."
Râfiî'nin kabz
konusunda Hanefîlere nisbet ettiği görüş, benzeri ifadelerle Hanefî fıkıh
kitaplarında da yer almaktadır. Bedâiu's-Sanâi'de, "Eğer keylî ve veznî
olan bir malı, ölçü ve tartı ile satar ve müşterinin almasına imkân verirse,
mal satıcının damâmndan çıkıp, alıcının damânına girer. Bunda ihtilâf
yoktur..." denilmektedir.
İbn Ömer;
satabilmeleri için başka bir yere nakletmeleri şart koşulan malın götürü
yoluyla satın alınan mal olduğuna işaret etmiştir. Cizâf, cüzâf veya mücâzefe
denilen bu satış şeklinde ölçü yoktur. Ortaya yığılmış olan mal toptan satılır.
Bu satış ittifakla caizdir. Ancak İmam Şafiî'den, bu .yolla satışın tenzîhen
mekruh olduğu şeklinde bir rivayet vardır. İmam Mâlik'den de; satıcı, malın
mikdarını bilmiyorsa o malın götürü usulüyle satılmasının caiz olmadığı
tarzında bir rivayet gelmiştir. Yalnız hububat kendi cinsî ile, Hanefîlere göre
de götürü usulüyle satılamaz. Çünkü bedellerden birisinin daha fazla olup
ribâyı gerektirmesi mümkündür.
Bu konuda
yazılanlardan; her malın kendine göre bir teslim alma şekli olduğunu ve bunun
insanların örfüne göre değişebileceğini anladık. Kabz sa-yılabilmesi için bir
yerden başka bir yere nakli gereken şey, götürü yoluyla satın alınan gıda
maddeleridir. Bu, tüm âlimler tarafından ittifakla kabul edilen bir şey
değildir.
Hanefîlere göre; bir
kimse bir mal satın alıp satıcıya içine doldurması için kap verse, satıcı da
doldursa bu kabz sayılır. Ama, "Sen benim aldığım kadarını ölç bir kenara
yığ" dese bu kabz sayılmaz. Yeni müşteri kabzetmiş sayılması için, malı ya
kendi evine veya anbarına aktarmış olmalı ya da kendisine ait bir kaba
doldurmalıdır.
Günümüz örfünde taşınmaz
malların kabzı, tapu tescili ile olmaktadır. Gerçi Hanefîlere göre; taşınmaz
malın satışı için kabza gerek yoktur. Ama sonunda anlaşmazlık çıkmaması,
istenilmeyen olaylara meydan verilmemesi için tapu tescilinden sonra satılması
daha uygundur. Ama tescil edilmeden satıldığı takdirde alışveriş dinen
sahihtir.[508]
3494... İbn
Ömer (r.anhüma) şöyle demiştir:
(İnsanlar) çarşının
üst tarafında götürü usulüyle gıda maddesi alıp satıyorlardı. Rasûlullah (s.a)
onu (aldıkları yerden başka bir yere) nakledinceye kadar (satmalarını) yasak
etti.[509]
Avnu'l-Ma'bûd sahibi,
Tıybî'nin ; taamın kabzı başka bir yere nakletmek suretiyle olur, dediğini
kaydettikten sonra şöyle demektedir:
"Hadis; bir
kimsenin, ister götürü yoluyla ister ölçekle olsun gıda maddesi satın aldığı
zaman onu kabzetmeden başka birine s atamayacağına delildir. Âlimlerin cumhuru
da bu görüştedir. Feth'de, Mâlik'in; götürü usulüyIe almakla başka türlü alma
arasını ayırdığı, götürü yolla alınanı kabzetmeden satmayı caiz gördüğü
söylenir. Evzaî ve İshak da aynı görüştedir. Bu hadis onların aleyhine
delildir."
Bu babın ilk
hadisinde, bir malı kabzetmeden satmak konusunda âlimlerin görüşleri
geçmiştir. Burada ihtilâfa tekrar girmeyeceğiz.[510]
3495...
Abdullah b. Ömer (r.anhüma)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Rasûlullah (s.a), bir
kimsenin ölçü ile satın aldığı bir gıda maddesini teslim almadıkça başkasına
satmayı nehyetti.[511]
Bu hadis,
yukarıdakinden farklı olarak, satın alınan gıda maddesini ölçekle
kayıtlamaktadır, önceki hadiste ise götürü yoluyla satın alınan gıda
maddesinden bahsediliyordu. Bu iki rivayet birleştirilince; satın alınan bir
gıda maddesinin teslim alınmadan satılamayacağı konusunda, götürü usulüyle
alınanla ölçekle alınan arasında fark olmadığı ortaya çıkar.[512]
3496... İbn
Abbas (r.anhüma)'dan, Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Zahire satın
alan kimse, onu bir daha ölçmedikçe satmasın."
Ebû Bekir[513] şunu da ilave etti: Tâvûs der ki:
İbn Abbas'a; Niçin
(yasak etti)? dedim.
Görmüyor musun, onlar
zahire daha sonra Ödenmek üzere altın karşılığında alışveriş yapıyorlar, dedi.[514]
Hadiste; satın alman
zahirenin ölçülmeden başkasına satılmasının caiz olmadığı
görülmektedir.Zahirenin ölçülmesinden maksat onun teslim alınmasıdır.
Hadisin tâbiûndan olan
raviâi Tâvûs, İbn Abbas'tan, satın alman zahirenin teslim alınmadan satışı
konusundaki yasağı duyunca bunun sebebini sormuş; o da bu muamelenin, zahirenin
teslimi geciktirildiği için altını altın karşılığı satmak olduğunu söylemiştir.
İbn Abbas'm bu cümlesi
üç şekilde anlaşılmıştır:
1- Bir
kimse, meselâ 1000 liraya zahire alır, fakat daha sonra onu teslim almadan
200Ö liraya bir başkasına satar, böylece müşteriye zahireyi teslim etmeden
1000 lirası karşılığında 2000 lira kazanmış olur.
Bu
manaNeylü'l-Evtâr'dan nakledilmiştir.
2-
Hattâbî'nin izahına göre bu;'aslında bir selem muamelesidir. Meselâ, bir kimse
malı belirli bir müddet sonra teslim almak üzere buğday satın alır ve 1000 lira
verir. Fakat daha buğdayı teslim almadan önce 2000 liraya satar. İşte bu
muamele caiz değildir. Çünkü, bu buğday vadeli olduğu, hazır olmadığı halde
altını altın karşılığında satmak demektir. Zira selem yapan kişi teslim
almadığı zahireyi satar ve parasını alırsa bu satış sahih olmaz. Çünkü sattığı
mal tehir edilmiştir, başkasının kefaletindedir. Dolayısıyla bu, parayı para
kaşılığında satmak gibidir. Selem karşılığı verdiği 1000 lirayı, aldığı 2000
lira karşılığında satmıştır. Bu, bir yönden 1000 lirayı 2000 liraya satmak
olduğu için ribâ, öbür taraftan olmayan bir şeyi kesin bir şekilde satmaktır.
3-
Mirkâtü's-Suûd'un meseleyi tasavvuru da şu şekildedir:
Bir kimse birisinden
vadeli olarak zahire alır. Sonra da zahireyi teslim almadan satana veya bir
başkasına daha pahalıya satar. Bu da caiz değildir. Çünkü ya parayı para
karşılığında satmak, ya da elde olmayanı satmaktır. Her ikisi de caiz değildir.[515]
3497... İbn
Abbas (r.anhüma)'dan rivayet edildiğine göre, Rasûlullah (s.a) şöyle
buyurmuştur:
“Biriniz gıda maddesi
alırsa, onu kabzetmedikçe (bir başkasına) satmasın."
Süleyman b. Harb
(rivayetinde); "Teslim almadıkça" dedi. Müsedded (rivayetinde)
Tâvûs'un;
"ibn Abbas:
Zannediyorum herşey gıda maddeleri gibidir, dedi." dediğini ilâve etti.[516]
Hadis-i şerifi Ebû
Davud'a hem Müsedded, hem de Süleyman b. Harb nakletmiştir. Bunların nakilleri
arasında da bazı küçük farklar vardır. Müsedded'in rivayetine Rasûlulah'ın
"...onu kabzetmedikçe satmasın" buyurduğu bildirildiği halde
Süleyman'ın rivayetinde "...onu teslim almadıkça satmasın" buyurduğu
ifade edilmektedir. Bu fark mana değil, kelime farkıdır. Ayrıca Müsedded
rivayetinde İbn Abbas'ın; "Zannediyorum herşey gıda maddeleri
gibidir" dediğini ilâve etmiştir. Bu ilâve Süleyman'ın rivayetinde mevcut
değildir.
Müsedded'in rivayetine
göre İbn Abbas, kabzedilmeden satılamayacağı konusunda başka malları da gıda
maddelerine benzetmiştir. Buna sebep, ya kabzetmediği malı tayin etmesi, ya da
kendisine Efendimizin, kişinin riskine katlanmadığı kârdan nehy konusundaki
emrinin ulaşmış olmasıdır. Çünkü satılan bir şeyin kabzedilmeden önceki damanı
(riski) satıcıyadır. Dolayısıyla müşterinin bu malda kâr sağlaması caiz
değildir.
İbn Abbas'ın bu
tefsiri; her türlü malın kabzedilmeden satışım caiz görmeyenler için delildir.
Hattâbî'nin
belirttiğine göre; gıda maddelerinin dışındaki malların satın alındıkları
zaman, kabzedilmeden satışını caiz görenlerin bazıları İbn Ömer'in şu haberini
kendilerine delil almışlardır: "Sahâbîler, Rasûlullah devrinde Bakî'da
altın para (dinar) karşılığında deve satarlar ve onun yerine dirhem (gümüş
para) alırlardı. Taraflar ayrılmadan öence mal ve paranın teslim tesellümü
gerçekleşirse Rasûlullah bunu caiz görürdü." Bu görüşte olanlar; dinar
yerine dirhem veya dirhem yerine dinar almayı kabzedilmeden satış sayarlar ve
yasağın gıda maddelerine münhasır olduğunu söylerlerdi.
Ancak bu istidlal
yerinde görülmemektedir. Çünkü dinar yerine dirhem ödenmesinden maksat, dinarı
dirhem karşılığında satmak değil, borç ödemektir. Bunların her İkisi de
paradır. Paraların birbirlerinin yerini tutmaları caizdir. Meselâ bir malı
telef eden kişiye hâkim isterse dinar, isterse dirhemle tazmin ettirir. Diğer
mallar ise böyle değildir.[517]
3498... İbn
Ömer (r.anhüma) şöyle demiştir: Ben, Rasûlullah (s.a) zamanında götürü usulüyle
gıda maddesi satın aldıklarında onu ev (anbar)Ianna götürmeden sattıklarından
dolayı dövülen insanlar gördüm.[518]
Hadisten; Rasûlullah
zamanında, satın aldığı gıda maddesini evine götürmeden önce (kabzetmeden önce)
satanların ceza olarak dövüldükleri anlaşılmaktadır. Aslında önemli olan eve
götürmek değil, başka bir yere nakletmektir.
Süyutî; bu dövmenin
muhtesip (zabıta)lar tarafından gerçekleştiğini, alışveriş ve muamelelerde
serî hükümlerin hilâfına hareket edildiği için bu yola başvurulduğunu söyler.
Nevevî de bu hadisin;
fasid yolla alışveriş yapanları yetkili merciin cezalandırabileceğine delil
olduğunu söyler. Verilecek cezanın tayini yetkili merciye aittir. Hatta bedenî
bir ceza da verebilir.
Aym.hadisin şerhi
olarak Kurtubî de şunları söylemektedir: "Hadis, kabzedilmeden önce
satılmalarının caiz olmayışı bakımından götürü usulüyle olanla, ölçekle olan
arasında fark olmadığını söyleyenlere delildir. Yine bu, götürü yoluyla satın
alanın malı nakletmesinin kabz sayıldığının da delilidir. Kûfeli âlimlerle
Şafiî, Ebû Sevr, Ahmed b. Hanbel ve Dâvûd bu görüştedirler."
Şer'i hükümlere aykırı
davrananların dövülerek cezalandırılması pek yadırganmamalıdır. Üstelik bu
dövme ölesiye ya da sakat bırakasıya dövme değil, yaptıkları yanlış işi
düzeltmek için küçük çapta bir te'dibdir. Cezadan maksat, kinin tatmini değil
insanları aynı suçu işlemekten sakındırmaktır. Yani ceza caydırıcı özelliği
olan bir yaptırımdır. Şüphesiz bazen bu onur kırıcı da olabilir. Aslında,
kanunsuz bir davranıştan dolayı verilen her ceza onur kırıcıdır. Bu ceza, ister
para ister hapis isterse dövme cezası olsun; aralarında fark yoktur. Onur
sahibi için önemli olan, çarptırıldığı ceza değil, o suçu işlemiş olmasıdır.
Yani ceza, suçun simgesidir. O devirlerde dayak atılarak ceza vermek âdeti
varsa bu, onur kırıcılık açısından başka cezalardan farksızdır. Bu gün bunun
yadırganması, o yolla verilen bir cezanın bulunmamasından dolayıdır. Hâkimin
hükmü olmadan ceza verilmesi de yadırganmamalıdır. Kanun, bir fiilin cezasını
belirli sınırlar içerisinde vermeyi zabıtaya tammışsa bu normal
karşılanmalıdır. Nitekim birçok batı ülkesinde polis bazı cezalan vermek
yetkisine haizdir.[519]
3499... îbn
Ömer (r.anhüma)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Çarşıda zeytinyağı
satın aldım. Malı elime geçirince (akti kesin-leştirince) bir adam geldi ve çok
iyi kâr verdi, (iyi bir kârla satın almak istedi). Ben de adamın eline vurmak
(yağı satmak) istedim. Ama ardımdan birisi gömleğimi tuttu, döndüm baktım ki
Zeyd b. Sabit! Şöyle dedi:
Evine götürmedikçe
satın aldığın yerde satma. Rasûlullah (s.a); tüccarlar evlerine götürmedikçe
malların satın alındıkları yerde satılmalarını nehyetti.[520]
İbn Ömer'in,
"Eline vurmak istedim" sözü, malı satmaktan kinayedir. Çünkü bir alım
satım akdi yaptıklarında müşteri ile satıcının ellerini birbirlerine vurmaları
Araplarda âdetti. Nitekim bizde de buna benzer hareketler,
"hayırlaşma" adı altında el sıkışıp kolları sallamak suretiyle
uygulanmaktadır.
Bu hadis, satın alman
bir yiyecek maddesinin kabzedilmiş sayılması için, alıcının evine veya deposuna
götürmesinin şart olduğunu gösterir. Ancak ravilerden Muhammed b. İshak pek
sağlam değildir.
Konu, âlimler arasında
ihtilaflıdır.[521]
3500.. İbn Ömer (r.anhüma)'den rivayet edildiğine
göre;
Bir adam, Hz.
Peygamber (s.a)'e alışverişlerde aldatıldığını söyledi. Bunun üzerine
Peygamberimiz (s.a) ona:
"Bir alışveriş
yaptığın zaman 'aldatma yokî'de" buyurdu.
(Ondan sonra) bu adam
bir alışveriş yaptığı zaman, "aldatma yok" derdi.[522]
Buharî'nin,
Kitabu'l-İstikrâz'daki rivayeti aynen buradaki gibidir.Müslim'in rivayetinde
ise bu hadisin
sonundaki "aldatma yok" sözü, "zarara uğramak yok"
şeklindedir.
Hz. Peygamber (ş.a)'e gelip
alışverişlerde aldatıldığından şikayet eden şahıs, meşhur olan görüşe göre
Habbân b. Münkız'dır. Bir görüşe göre ise Habbân'm babası Münkiz b. Amr'dır. Bu
zât 130 yaşına basmıştı. Hz. Peygamberle bazı savaşlara katılmıştı. Bu
savaşlarda başından yaralanmış, aklî dengesini ve konuşma yeteğini kaybetmişti.
Ama temyiz kabiliyeti yerinde idi.
Bu zât, alışveriş
yaparken aldandığı gerekçesiyle Hz.Peygamber (s.a)'e başvurunca Efendimiz (s.a)
kendisine; bir alışveriş yapacağı zaman "dinde aldatma yok" demesini
söyledi. O zat da ondan sonra Rasûlullah'm dediğini yaptı. Böylece onunla
alışveriş yapan müslüman, onun ticaretten anlamadığını, fiatlara vâkıf
olmadığını anlıyor ve onu kandırma cihetine gitmiyordu.
Beyhakî'nin
rivayetinde Hz. Peygamber (s.a)'in Habbân'a; "Sonra sen, satın aldığın her
malda üç gün muhayyersin" buyurduğu ilâve edilmiştir. Böylece onun; malı
satın alırken, "Kandırma yok" dediği takdirde üç gün muhayyer
olduğunu, isterse bu müddet zarfında yaptığı akidden dönebileceğini
bildirmiştir.
Âlimler bu haberde
geçen hükmün sadece Habbân b. Münkız'a mı mahsus, yoksa herkes için geçerli mi
olduğu konusunda ihtilâf etmişlerdir:
Hanefî ve Şâfiîlere
göre; aldatılma, yapılan bir alışverişi bozma sebebi değildir. Aldatma az olsun
çok olsun hüküm aynıdır. Bunlara göre Habbân hâdisesi bir vakıadır, bir halin
hikâyesidir. İbnü'l-Arabî, bu hükmün sahibine mahsus olup başkasma geçmediğini
söyler.
İmam Mâlik'e göre;
hadisteki hüküm geneldir.. Ticaretten anlamayan herkes için aldatıldığı
takdirde akdi bozma muhayyerliği vardır. Ahmed b. Hanbel de; fiatları bilmeyen,
ticaretten anlamayan kişinin akit esnasında "kandırma yok" demesi
halinde fahiş bir biçimde aldatılırsa akdi bozabileceğini söylemiştir. Bazı
Hanbelîler aldatılmanın fahiş oluşunu; malın kıymetinin üçte bir veya altıda
bir fazasıyla sınırlamışladır.
Hattâbî; fakihlerin
ekserisine göre, alışveriş yapanların aklı başında olup mahcur değillerse ve
kendi rızaları ile akdi yaparlarsa aldatmadan dolayı akdi bozamayacaklarını
söyler.
Hanefîler bu hadisi
kaynak göstererek, alışverişlerdeki şart muhayyerliğinin caiz olduğuna
hükmetmişlerdir.
Şart muhayyerliği:
Alım satım akdi yapan tarafların, akit esnasında, isterse akdi
bozabileceklerini şart koşmalarıdır. Eğer her iki taraf da muhayyerlik şartı
koşmuşsa ikisi de muhayyer olur. Birisi şart koşmuş öbürü de kabul etmişse,
sadece şart koşan muhayyerdir.
İmam Ebû Hanîfe ve
Züfer'e göre muhayyerlik müddeti üç gündür. Çünkü hadisin bazı rivayetlerinde
"üç gün" kaydı vardır. İmam Şafiî de aynı görüştedir. Bir kimse üç
günden fazla muhayyerlik şart koşar ve üç gün içerisinde akdi kesinleştirirse
yapılan alışveriş sahih olur.
İmam Ebû Yusuf ve İmam
Muhammed'e göre; şart koşulan müddet malum olmak kaydıyla muhayyerlik
süresinin sınırı yoktur.
Muhayyerlik satıcıya
ait olursa yaptıkları akitle mal elinden çıkmaz. Fakat müşteriye ait olursa
çıkar.
Kendisi için
muhayyerlik şart koşulan kişi muhayyerlik müddeti içerisinde isterse akdi
fesheder, isterse kesinleştirir. Feshederse bunu karşı tarafın yanında
söylemelidir. Kesinleştirirse onun gıyabında da yapabilir. Muhayyerlik müddeti
içerisinde feshedilmezse, müddetin bitimi ile akit kesinleşmiş olur.
Muhayyerlik müşteriye ait olduğu takdirde, malda akdi kesinleştirdiğine delâlet
eden bir tasarrufta bulunursa bu muhayyerliği sona erdirir.
İçerisinde şart
muhayyerliği bulunan bir alışveriş, kendisi için muhayyerlik şartı koşulmayan
taraf açısından kesindir. Onun, feshetme yetkisi yoktur.
Muhayyerlik şartı
bizzat akit yapanlardan birisi için koşulabileceği gibi üçüncü bir şahıs için
de koşabilir. Yani meselâ alıcı; "Falan adam 3 gün muhayyer olmak
şartıyla bu malı satın aldım" diyebilir. Bunu satıcı da kabul edince
muhayyerlik o şahıs için olur.
Muhayyerlik şartı
diğer üç mezhebe göre de caizdir. Her mezhep içerisinde bazı ayrıntılarda
farklılık olabilir.[523]
3501... Enes
b. Mâlik (r.a)'den rivayet edildiğine göre; Rasûlullah (s.a) zamanında bir
adam, aklında noksanlık olduğu halde alışveriş yapardı. Ailesi Rasûlulah'a
(s.a) gelip:
Ey Allah'ın nebisi!
Falana hacr koy, çünkü o aklında noks'anlık olduğu halde alışveriş yapıyor,
dediler.
Efendimiz adamı
çağırıp alışveriş yapmasını yasakladı. Adam:
Ya Rasûlallah,
alışverişe dayanamam (alışveriş yapmadan duramam), dedi. Bunuri üzerine Hz.
Peygamber (s.a):
“Eğer alışverişi
terkedemiyorsan; (alışveriş yaparken) al, 'ama aldatma yok ha' de"
buyurdu.
Ebû Sevr;
(Saîd bize haber verdi sözünün yerine)
"Saîd'den "dedi.[524]
Tirmizî bu hadis için,
"Hasen, sahih garib" demektedir. Bu hadiste konu edilen şahıs da Habbân
b.Münkız'dır. Aslında bu hadisle önceki aynı manayı ifade etmektedir. Ama bunda
fazla olarak, hadisin vüruduna sebep olan hâdise de anlatılmaktadır.
"Aklında
noksanlık olduğu halde" diye terceme ettiğimiz cümleciğinin, "dilinde
kekemelik olduğu halde" manasına gelmesi de muhtemeldir. Çünkü bazı
rivayetlerde; Habbân'ın dilinin kusurlu olduğu, bu yüzden "aldatma
yok" manasındaki "lâ hılâbete" sözünü “lâ hızâbete"
şeklinde söylediği kaydedilmektedir. Önceki hadiste işaret edildiği gibi, bu
söz; Müslim'in Sahîh'inde "la hmâbete" şeklindedir.
terkibi, bazı
âlimlerce "rey ve görüşünde zayıftık var" şeklinde tefsir edilmiştir.
Hadisin sonundaki
cümlesini "al ama aldatma yok ha!" şeklinde terceme ettik. Bu
cümledeki kelimeleri; Avnu'I-Ma'bûd'da; "Alışveriş yapanlardan her birinin
"ha" deyip, elindekini vermesi" veya "al, ver"
şekillerinde izah edilmiştir.
Hadisten anlaşıldığına
göre; Habbân b. Münkız'ın akrabaları onun alışverişte aldatıldığı gerekçesiyle
Hz. Peygamber'e başvurup tasarruflarını hac-retmesini istemişler;
Rasûlullahadamı çağırıp, alışveriş yapmamasını söylemiş, fakat onun "ben
alışveriş yapmadan duramam" şeklindeki beyanı üzerine, hacr koymamış,
fakat bir şey alıp sattığında; "al, ama aldatma yok ha!" demesini
tenbih etmiştir.
Hz. Peygamber'in,
Habbân'a hacr koymamasını delil alarak, bazı âlimler, yetişkin birisinin hacr
edilemeyeceği görüşüne varmışlardır. Bunlar; "Eğer hacr caiz olsaydı, Hz.
Peygamber ona hacr kor, alışveriş yapmasını yasak-lardı"derler.
Hacr: Sözlükte
menetmektir. Istılahta; bir kimseyi sözlü tasarruftan menetmek, sözlü
tasarruflarını geçersiz saymaktır.
Yetişkinlere de sefeh
halinde hacr konulabileceğini söyleyenler ise aynı hadisi kendileri için delil
saymışlar; Habbân'ın ailesinin hacr için müracaatlarını, Efendimizin onu önce
alışverişten menetmesini, hacrin cevazına alâmet saymışlardır. Âlimlerin
çoğunluğu ihtiyaç halinde yetişkinlere de sefa-hetden dolayı hacr
konulabileceği görüşündedirler. Ancak hacr, hâkimden istenilmek suretiyle, onun
kararı ile konulabilir.
Hattâbi şöyle der:
"Yetişkin birisi
eğer sefihse, malını telef ediyorsa, çocuğa olduğu gibi ona da hacr konulması
vaciptir. Bu hadis; Habbân b. Münkız hakkında va-rid olmuş, fakat onun sefih
olduğundan veya malını telef ettiğinden bahsedilmemiştir. Ancak onun,
alışverişlerde aldatıldığı bahis konusu edilmiştir.Bir konuda aldatılan herkes
hacr altına alınamaz. Hacrin bir sınırı vardır. O sınıra varılmadan hacr
konulamaz."
Deli, çocuk ve kölenin
mal üzerindeki sözlü tasarrufları geçersizdir. Bu konuda âlimler görüşbirliği
halindedir. Sefeh veya borçluluktan dolayı hacr uygulanıp uygulanamayacağı ise
ihtilaflıdır.
Sefeh: Aklı başında,
temyiz kudreti yerinde olmasına rağmen malı üzerinde akıl, mantık ve
ekonominin gereklerine göre tasarrufta bulunamayanın halidir. Bu durumda olan
kişiye de "sefih" denilir.
Sefihler iki çeşittir:
a) Çocukluğundan
beri sefih olup, o şekilde buluğa erenler: Aşağı yukarı âlimlerin tümü, bu
durumda olanlara mallarının teslim edilemeyeceği görüşündedirler.
"Allah'ın geçiminize medar kıldığı mallarınızı sefihlere vermeyin..."[525]
mealindeki âyet buna delâlet etmektedir. Ancak Ebû Hanîfe'-ye göre böyle birisi
25 yaşına kadar beklenir, o yaştan sonra akılca olgunluk sağlayamasa bile
malları kendisine teslim edilir.
Çoğunluğa göre ise,
reşit olmadıkça bu durumda olanların, sadece kendileri için "sırf
faydalı" olan tasarrufları geçerlidir.
b) Buluğa
erdikten sonra sefih olanlar: Bu durumda olanlar; Ebû Ha-nîfe ve İbrahim
en-Nehaî'ye göre hacr edilemezler. Çünkü bunların tasarrufları her ne kadar
mallarına zarar verebilirse de, hacr konulması kişiliklerine aykırıdır. İnsan
haysiyet ve hürriyetine aykırıdır.
Diğer mezhep imamları
ile, Ebû Yusuf ve Muhammed'e göre sefih hacr edilebilir. Hz. Peygamber
(s.a)'in, Muaz b.Cebel'in iflâsına karar vermesi, borçlanıp borçlarını
ödeyemeyen birisi için müslümanları yaFdıma teşvik etmesi ve yetmeyince onun
borçlarını yüklenmesi bu görüşün delilleridir.
Hacr; kişinin
şahsiyetini rencide eder. Ama sefih hacr edilmezse toplum zarar görür. Millî
servet heder olur. Halbuki toplumun menfaatları, kişinin menfaatlanndan üstün
tutulur. İmam Muhammed'e göre; hacrin başlaması için sefeh yeterlidir. Ayrıca
hacr karan alınmasına gerek yoktur. İmam Ebû Yusuf'a göre ise, sefih ancak
hâkimin kararıyla hacr altına alınabilir.
Dürrü'l-Muhtâr'daki
ifadeye göre Hanefî mezhebinde fetva verilen görüş, Ebû Yusuf ve Muhammed’in
görüşleridir.
Bedâiu's-Sanâi'cle;
Ebû Hanîfe'ye göre hacrin delilik, çocukluk ve kölelik olmak üzere üç
sebebinin olduğu zikredilmektedir. Ebû Yusuf, Muhammed, Şafiî ve âlimlerin
çoğuna göre ise sefahet, israf, zenginin borcunu ödemeyip savsaklaması,
borçların mal varlığını geçmesi, ticaret yoluyla malın yok olması,
alacaklılardan başkası için borç ikrarı hep hacr sebebidir. Bunlara göre; bir
kimsenin malını bâtıl yerlerde telef etmesi de hacra sebeptir.
Hadisin ilk bölümünde
belirtilen; alışveriş esnasında "aldatma yok" diyerek muhayyerlik
isteme meselesi önceki hadisin şerhinde geçmiştir.[526]
1. Sefihin
akrabaları hâkime müracaatla sefih için hacr koymasını isteyebilirler.
2. Piyasayı
bilmeyen, alım satımda zarar etme endişesi olan kişinin akit esnasında kendisi
için muhayyerlik şartı koşması caizdir.[527]
3502... Amrb.
Şuayb, dedesi (Abdullah b. Amrb. el-Âs)'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:
Rasûlullah (s.a),
kaporalı satıştan nehyetti.
Malik dedi ki:
"Allah bilir, kanaatimize göre bu satış şöyle olur; Adam bir köle satın
alır veya hayvan kiralar. Sonrada; (satıcı veya kiralayana), malı veya kirayı
bırakırsam verdiğim senin olmak üzere sana bir dinar verdim (veriyorum), der.
"[528]
"Kapora
vermek" diye terceme ettiğimiz "urban"" alışveriş yapmrken
uyguıanan bir usuldür. Bu mana; "arbun ve "urbûn" kelimeleri ile
de ifade edilir.
"Urban",
hadisin ravisi İmam Mâlik tarafından tefsir edilmiştir. İmam Mâlik'in
Muvatta'daki izahı daha açıktır. Orada şöyle demektedir: "- Allah bilir,
kanaatimize göre- bunun izahı şudur: Adam bir köle veya cariye satın alır, ya
da bir hayvan kiralar. Sonra da satıcı veya kiralayana; eğer malı ahrsam veya
kiraladığım hayvana binersem kira ücreti veya satış bedelinden sayılması,
almazsam ya da kirayı bozarsam karşılıksız olarak sende kalması şartıyla sana
bir dinar veya bir dirhem veriyorum, demesidir."
Görüldüğü gibi bu
tarif bizim kapora dediğimiz şeyin aynısıdır. Bu usule "urban"
denmesine sebep, bu kelimenin ıslah ve bozukluğu giderme manası ifade
etmesidir.
Hadis açık bir surette
kapora iie satışın caiz olmayışına delildir. Hanefî, Şafiî ve Mâlikîlerin
görüşü bu istikamettededir. Bu yolla yapılan satışın fasid olmasına sebep, hem
içerisinde fasid bir şart hem de aldatmanın bulunmasıdır. Çünkü kaporayı veren
kişi, "Alırsam şöyle, almazsam böyle" gibi laflarla fasit bir şart
koşmuştur.
İsnadda görüldüğü
üzere, İmam Mâlik hadisi bizzat Amr b. Şu'ayb'tan işitmemiş, ondan kendisine
ulaşmıştır. Bu yüzden hadisin münkatı ve zayıf olduğu ileri sürülmüştür.
Zürkânî bu iddiayı reddetmiş; "Hadise munkatı' veya zayıftır diyenlere
iltifat edilmez. Hiçbir surette onun münkatı olduğu sözü sahih olmaz. Çünkü
munkatı' hadis sahâbîden önce bir ravisi düşen veya muttasıl olmayan hadistir.
Bu ise muttasıldır, ancak içerisinde bilinmeyen bir ravi vardır."
demiştir.
Fasit olan kaporalı
satış; "Eğer alışverişten cayarsam verdiğim para sende kalsın"
şeklinde olanıdır. Öyle olmayıp da, "Önceden para verip, satışı
ke-sinleştirirsem bunu bedelden düşeriz. Ama almaktan vazgeçersem paramı
alırım" derse bu caizdir. Bu durumda taraflardan birisine muhayyerlik şartı
tanınmıştır. Muhayyerlik şartı (hıyâru'ş-şart) nın caiz olduğu daha önce
geçmişti.
Sahâbîlerden Hz.Ömer
ve oğlu Abdullah ile müctehid imamlardan Ah-med b. HanbePe göre kaporah satış
caizdir. Ahmed b. Hanbel; üzerinde durduğumuz hadise munkatı' ve zayıf diye
itiraz etmiştir. Bu itiraza Zürkânî'-nin cevabını az önce aktardık.
Abdürrezzak'm Zeyd b. Eslem'den rivayet ettiği şu hadis de Ahmed b. Hanbel'in
görüşünü destekler: "Zeyd b. Eşlem; Rasûlullah'a kaporalı satışı sormuş, o
da bunun helâl olduğunu söylemiştir."
Aksi görüşte olan
cumhur, Zeyd b. Eslem'in bu rivayetine iki sebeple itiraz ederler:
1) Hadis
mürseldir,
2) İsnadında
İbrahim b. Yahya vardır, bu zat zayıftır.
Bir de bu iki
rivayette; ibaha ile yasak karşılaşmaktadır. Böyle durumlarda yasağı işaret
eden haber tercih edilir.[529]
3503...
Hakîm b. Hizâm'dan rivayet edildiğine göre o (Hz.Peygamber'e):
Ya Rasûlallah! Birisi
bana geliyor ve yanımda olmayan bir şeyi (satmamı) istiyor. Onu (ona satmak)
için çarşıdan alayım mı? dedi.Rasûlallah (s.a):
"Hayır, yanında
olmayan bir şeyi satma" buyurdu.[530]
İbn Mâce'nin
rivayetinde, haber bizzat Hakîm b. Hizam'm ağzından "...dedim"
şeklinde nakledilmiştir. Ayrıca orada; Hakîm'in, "çarşıdan alayım
mı?" sözü "Ona satayım mı?" şeklinde varid olmuştur.
Hadis-i şerif;
kişinin, mâliki olmadığı bir malı satamayacağını gösterir. Avnü'l-Ma'bûd
yazarının Şerhu's-Sünne'den naklettiğine göre bu; ayn'm satışı ile ilgilidir.
Vasıfları belli edilerek, uyulması gerekli şartlara uyularak yapılan selemle
ilgili değildir. Bilindiği gibi selem akdi de kişinin elinde olmayan bir şeyi
satmasıdır. Fakat birçok hadiste bu akdin caiz olduğuna işaret edilmiştir.
Onun için Hanefîler selem akdi için; "Kıyasa aykırı olarak, istihsan-la caiz
görülmüş bir alım satım şeklidir. İstihsanın delili de hadistir" derler.
Bir kimsenin yanında
olmayan bir şeyi satmasına; kaybolan ve nerede olduğunu bilmediği bir hayvanı
veya satın alıp henüz kabzetmediği bir şeyi ya da başkasına ait bir malı satması
misâl gösterilmektedir. Bir kimsenin, mülkü olmayan bir malı satıp sonra onu
piyasadan satın alarak alıcıya teslim etmesi de kişinin yanında olmayan bir
şeyi satmasıdır.
Bir kimsenin, başka
birine ait bir malı satması Hanefîlere göre, mal sahibinin icazetine bağlı
olarak sahihtir. Yani mal sahibi bu satışı kabullenir, geçerli sayılmasını
onaylarsa satış geçerli olur. Kabul etmezse bâtıl olur. Bu satış şekline
"beyu'l-fuzûlî= fuzûlînin satışı" denilir. Fuzûlînin satışı, Hanbelî
ve Mâlikîlere göre de caizdir. Şiâfiîlere göre ise caiz değildir.
Fuzûlî'nin satışını
caiz gördükleri için Hanefîler, alım satım akdinin sahih olma şartlarını
sayarken, "malın satıcının mülkü olması" demezler; "kişinin
kendisine nisbet ettiği satışta mala mâlik olması gerekir" derler.
Asla olmayan bir şeyin
satılması ise hiç kimseye göre caiz değildir.[531]
3504...
Abdullah b. Amr (r.a)'dan, Rasûlullah (s.a)'in şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir:
"Borç (para)
verme şartıyla satış, bir satışta iki şart, dâmin olunmayan malın kârı ve
yanında olmayan bir şeyi satman helâl değildir.”[532]
Hz. Peygamber (s.a) bu
hadiste dört tür alışveriş şeklinin helâl sayılmadığını ifade etmiştir:
1- Karz
(borç verme) şartıyla satış: Bunun tasavvuru birkaç şekilde yapılmıştır:
a) Satıcı
alıcıya; "Bana şu kadar lira borç vermen şartıyla şu malımı sana
sattım" der, öbürü de kabul eder. Bu tasavvurda; satıcı, malını satmayı
alıcının kendisine borç para vermesi şartına bağlamıştır.
b)
Birisinin, başkasına borç para verip, sanra da ona bir malını kıymetinden daha
pahalıya satmasıdır. Sanki borç vermeyi, malını değerinden fazlaya satın alma
şartına bağlamıştır. Bu yolla bir satış caiz değildir. Çünkü menfaat temin eden
her türlü borç vermeler faiz sayılır. Bu Hz. Peygamber'in hadisi ile sabittir.
Bu iki tasarrufa göre;
hadis metnindeki "selef" kelimesi "borç vermek (karz)"
manasınadır.
c) Hadisteki
"selef" kelimesi; selem manasınadır. Selemin parayı peşin verip malı
daha sonraki bîr zamanda almak üzere yapılan bir alışveriş şekli olduğu daha
önce geçmişti.
Buna göre hadisin
manası şöyle anlaşılır: Birisi, bir başkasına peşin para vererek bir malda
selem yapar, arkasından da; "Eğer vade dolunca bana teslim edeceğin malı
hazırlamazsan o malı sana şu kadara sattım" der. Bu şekildeki muamele de,
selem şartıyla satıştır.
Bu tasavvurlarda
belirtilen satışların her üçü de helâl değildir.
2- Bir
satışta iki şart: Bu yolla satış iki şekilde tasavvur edilmektedir:
a)
Satıcının, malını; "peşin olursa şu kadara, vadeli olursa şu kadara" diyerek
satmasıdır. Bu tasavvur; alışverişlerde şart koşulmasının hiçbir surette caiz
olmadığı görüşünde olan cumhur ulemaya göredir. Fiatlardan birisi
kesinleştirilmeden bu şekildeki bir satış, iki şart taşıyan bir satıştır. İçerisinde
hem bedel meçhul, hem de aldatma olduğu için caiz değildir.
Âlimlerin çoğunluğu,
satış esnasında koşulan tek şartın da akdi ifsad ettiği görüşündedirler. Bir
hadiste Efendimizin; içerisinde şart bulunan satışı yasak ettiği
görülmektedir.
b)
Alışverişte tek şartın caiz olduğu görüşünde olanlara göre; bu hadiste söz
konusu edilen mesele şöyledir:
Bir kimse birisine;
meselâ, kumaş satar ve onu dikmeyi ve boyamayı da taahhüt eder. Böylece kumaş
satımının içerisinde dikmek ve boyamak da şart koşulmuş olur. Bu görüşe göre satıcı,
boyamak ve dikmekten sadece birini şart koşarsa bu satış caizdir. Ahmed b.
Hanbel'in mezhebi bu istikamettedir.
Hattâbî; satış
içerisinde bir şart bulunmasıyla iki şart bulunması arasında fark görmez.
Çünkü bu şekildeki bir şartın akdi ifsad etmesine sebep, satılan malın esas
fiatımn tam bilinmemesidir. Zira belirlenen fiatın bir kısmı; boyama ya da
dikme ücretidir, ama bunun mikdarı belli değildir. Dolayısıyla esâs malın
fiatı da belli olmamaktadır. Alışverişlerde fiat belli olmayınca, akit fasid
olur.
Alışverişlerdeki
şartlar çeşitlidir. Bunların bir kısmı akde zarar verir, bir kısmı zarar
vermez. O konu bundan sonraki hadiste ele alınacaktır.
3- Dâmin
olunmayan bir malın kârı; riskine katlanılmayan kâr: Sarihler bunu;
"satın alınıp daha teslim alınmadan bir başkasına satılan maldan elde
edilen kâr" olarak açıklamaktadırlar. Bu yolla satılan bir maldan elde
edilen kârın helâl olmayışına sebep; malın, kâr eden kişinin sorumluluğu altına
hiç girmemesidir. Çünkü, ilk satıcı malı teslim etmediğine göre, sorumluluğu
hâlâ kendisindedir. Dolayısıyla mal daha alıcıya teslim edilmeden önce telef
olsa, satıcının malı telef olmuş olur. Müşteri bundan hiçbir zarar görmez.
İşte bu yüzden, bir kimsenin satın alıp da daha kabzetmediği bir malı başkasına
satması caiz değildir. Bu konu daha önce işlenmişti.
4- Kişinin
yanında olmayan bir şeyi satması da caiz değildir. Bu konu da, önceki hadisinin
şerhinde işlenmiştir.
Demek oluyor ki, Hz.
Peygamber (s.a) bu hadisinde;
1- Karz
şartıyla yapılan satışın,
2- İçerisinde
iki şart bulunan satışın,
3- Riski
yüklenilmeyen bir malın satışından elde edilen kârın,
4- Kişinin
yanında olmayan bir şeyi satmasının helâl olmadığını ifade buyurmuşlardır.[533]
3505...
Câbir b. Abdullah (r.a)'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Onu -devesini
kastediyor- Rasûlullah (s.a)'a sattım, fakat ailemin yanına varıncaya kadar
üzerine yük yüklemeyi şart koştum. -Ravi hadisin sonunda şöyle der-:
(Rasûlullah (s.a) Medine'ye gelince;)
“Deveni alıp götürmek
için mi akid yaptığımı zannediyorsun? Deveni de, parasını da al, onların ikisi
de senin" buyurdu. [534]
Hadisin diğer
kaynaklardaki rivayeti buradakinden daha uzun ve oldukça farklıdır. Buharî'nin
bir rivayeti ile Müslim'in rivayetinde Hz. Peygamber'in, deveyi bir ûkıyye
gümüşe, İbn Mâce'-nin rivayetinde ise 20 dinar altına satın aldığı
söylenmektedir. Ayrıca Buha-rî ve Müslim'in rivayetlerinde; devenin geride
kaldığı, Rasûlullah'ın Câbir'-ın yanına gelerek deveye bir kamış vurup onu
hareketlendirdiği kaydedilir.
Rivayetlerin bir
kısmında bulunup bir kısmında bulunmayan başka şeyler de var; ancak biz
bunların hepsini aktaracak değiliz. Arzu eden hadisin tah-ricinde işaret
ettiğimiz yerlere bakıp, rivayetler arasındaki farkı görebilir.
Hadiste açıkça görülen
konu; Câbir b. Abdullah'ın devesini satıp, Medine'ye kadar yükünü yüklemeyi
şart koştuğu ve Hz. Peygamber Efendimizin buna razı olduğudur. Bu hal;
hadisin, şartlı satışı yasak eden hadislerle çelişkisine sebep olmaktadır.
Hattâbî; bu hadisteki
şartı, Rasûlullah'ın kabulünü ve Medine'ye varınca hem deveyi hem de parayı
iade etmesini şu ihtimallerle izah eder:
"Hadisin
rivayetleri arasında oldukça fark var; Şu'be'nin Muğîre'den, onun Şa'bî'den ve
Şa'bî'nin de Câbir'den rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber (s.a); satın
aldığı deveyi Medine'ye kadar Câbir'e iâreten (iğreti olarak) vermiştir. Bu
rivayetin lafzı şu şekildedir: "Ben devemi Hz. Peygam-ber'e sattım, o da
Medine'ye kadar yük taşımam için bana iare olarak verdi." Bu; devenin
satışı esnasında şartın bulunmadığını gösterir. Ayrıca, Câ-bir'in deveye yük
yüklemesinin Hz. Peygamber'in ona bir va'di olabilir. Akid esnasında şart
koşulmamışsa, sonradan yapılan vaadlerin akde hiçbir zararı dokunmaz. Hadisin;
satışta şart varmış gibi rivayet edilmesine sebep, Hz. Peygamber'in deveyi iare
olarak vermeyi va'detmesidir. Efendimizin va'di-ne muhalefeti düşünülemeyeceği
için, sanki o şart yerine geçmiştir. Üstelik Câbir'in bu deve satma hâdisesi
düşünüldüğünde; Hz. Peygamber'in, alışverişte gözetilecek şartlara riayet
etmediği görülür. Meselâ, malın teslim ve tesellümü gerçekleştirilmemiştir.
Rasûlullah'ın bu muameleden maksadı Câbir'in devesini almak değil, ona yardımcı
olmak, ona menfaat sağlamaktı. Deve alışverişini bu maksadına kalkan etmiştir.
Onun için işi pek sıkı tutmamıştır. Medine'ye varınca hem deveyi hem de parayı
verince; "Sen, deveni alıp götürmek için mi alışveriş yaptığımı
zannediyorsun?" buyurması da bunu gösterir."
Hattâbî, bu
sözleriyle; hadisin akit esnasında koşulan şartların muteber olduğuna delil
sayılamayacağına işaret ettikten sonra, içerisinde şart bulunan satışlar
konusundaki görüşleri verir.
Şimdi de satış
esnasında ortaya atılan şartlarla ilgili görüşlere geçelim. Tafsilata girmeden
önce, mezheplerin satış esnasında koşulan şartla ilgili görüşlerini topluca
verelim, sonra da Hanefî mezhebine göre bazı ayrıntıları ele alalım:
Hattâbî'nin
belirttiğine göre; akid esnasında koşulan şart; Hanefî ve Şâfiîlere göre akçiin
bâtıl -ya da fasid- olmasını gerektirir. Hanbelîlerde; şart da, akid de
sahihtir. Mâlikîlcr, şartın sağladığı faydaya itibar ederler. Fayda fazla ise
akidde şart koşulması mekruh, az ise caizdir. Mesela, bir hayvanını satan kişi,
kısa bir mesafeye kadar binmeyi şart koşarsa bu satış ve şart caizdir. Uzak
bir mesafeye kadar binmeyi şart koşarsa mekruhtur.[535]
a) Akde
başlamadan önce veya akdin bitiminden sonra koşulabilir.Eğer alışveriş akdi, bu
şarta bağlanmazsa akid sahihtir. Bu şart mücerred bir va'd mahiyetindedir. Ali Haydar,
Mecelle'nin 189. maddesini şerhederken şöyle der: "Bilinmelidir ki,
akidden sonra koşulan şart, akdi ifsad eden şarta ilhak edilerek alışverişi
ifsad etmez... Nitekim, taraflar akidden önce fasid şartı zikrettikleri halde,
akid esnasında zikretmeyerek satışı yaparlarsa, bu akid şart üzerine bina
edilmedikçe fasid olmaz."
b) Alım
satım akdi yapılırken koşulabilir. Bu şekilde yapılan alışverişleri fakihler
üç kısma ayırırlar:
I- Hem şart
muteber olur, hem de alışveriş sahihtir.
II- Şart
geçersiz, alışveriş sahihtir.
III-
Alışveriş fasiddir.
Şimdi sırayla bu
şıkları ele alalım:
I- Alım
satım akdinin gereği olan, yani şart koşulmasa bile satış sebebiyle lâzım olan
şartla; akid sahih, şart muteber olur. Meselâ, satıcının parayı alıncaya kadar
malı elinde tutmayı şart koşması bu
kabildendir.
Alım satım akdinin
gereğini te'yid eden şartla da akid sahih, şart geçerlidir. Satıcının,
alacağına karşılık rehin veya kefil istemesi gibi.
Alım satım akdinin
gereği olmasa veya onun gereğini te'yid etmese bile, halk arasında umumi Örf
halini alan şartlar da istihsânen muteber görülmüş ve bu şartın alım satım
akdini ifsad etmeyeceği kabul edilmiştir. Penceresine cam satın alan kişinin,
satıcının camı takmasını şart koşması; kömür alanın, kömürün eve taşınmasını
şart koşması bunun misâllerindendir. Mecelle'nin 186, 187 ve 188. maddeleri bu
konuda düzenlenmiştir.
II- Taraflardan
hiçbirisine menfaat sağlamayan bir şartla yapılan alım satım akdi sahihtir.
Fakat şarta itibar edilmez. Yani şart fasiddir. Bir kimsenin, başkasına
satmamak veya otlakta otlatmamak şartıyla bir hayvanı satması bu türdendir.
Mecelle'nin 189. maddesi bu şartla ilgilidir.
III- Alım
satım akdini ifsad eden şartlar:
Ali Haydar Efendi;
alım satım akdini ifsad eden şartları dört maddede toplamıştır:
1) Akdin
gereği olmayan, örf halini almamış, esasen meşru olmayan, akdin gereğini teyid
etmeyen, ama taraflardan birisine menfaat sağlayan şart. Bu şartla yapılan bir
alım satım akdi fasiddir.
Meselâ, müşterinin
satıcıya borç para vermesi, bir şey hibe etmesi gibi bir şartla yapılan satış
bu türdendir. Bu hadiste söz konusu edilen deve satışı da bu şıkka girer.
2) Bulunmasında
garar (aldanma) ihtimali olan, başka bir deyişle bulunup bulunmadığı tam
olarak tesbit edilemeyen şart. Hayvanın gebe olması şartıyla satılması
böyledir.
3) Ayn olan
bir mal veya ayn olan bir semen (bedel)de, vadenin şart koşulması. Bir
kimsenin; "Şu katırımı şu beş kile buğday karşılığında bir ay veresiye
olmak üzere sana sattım" deyip, müşterinin de kabul etmesi buna misâldir.
4)
Alışverişte daimî bir muhayyerlik veya fahiş bir cehaletle bilinmeyen bir
zamana kadar muhayyer olmak şartıyla yapılan alım satım akdi. Alıcı veya
satıcıya ömrünün sonuna kadar, ya da birkaç aylığına veya rüzgâr esin-ceye
kadar akdi feshetme şartı koşularak yapılan alım satım akdi de bu şıkkın
misâlidir.
Şart muhayyerliği,
müddet itibariyle dört çeşittir:
a)
Muhayyerlik mutlak olur. Yani bir zamanla kayıtlanmadan, "Benim
muhayyerlik hakkım var" demek.
b) Şart
ebedi olur. "Ölünceye kadar muhayyer olmam şartıyla sattım" demek
gibi.
c)
Muhayyerlik müddeti bilinmez. Yukarıdaki misâlde olduğu gibi, birkaç ay
muhayyer olmayı şart koşmak.
Bu üç şıkta bildirilen
şekillerdeki bir şart akdi ifsad eder.
d) Belli bir
vakit müddetince muhayyer olmak şartıyla satış. Meselâ, Haziranının 15'ine
kadar muhayyerim" demek gibi.Bu şartla yapılan alım satım akdi sahihtir.
Alım satım akdi
esnasında şart koşulan şeyin akdi ifsad edip etmemesi konusunda verdiğimiz
bilgiler, çerçeve bilgilerdir. Fıkıh kitaplarının ilgili bölümlerinde çok
geniş izahat vardır. İsteyen oralara başvurabilir.
Bu konuya Hattâbî'nin
Abdü'l-Vâris b. Saîd'den rivayet ettiği bir hâdiseyi aktararak son vermek
istiyoruz:
Abdü'l-Vâris şöyle
anlatır:
"Mekke'ye gitmiştim.
Ebû Hanîfe, İbn Ebî Leylâ ve ibn Şübrüme'yi orada buldum.
Ebû Hanîfe'ye; bir
şart koşarak mal satmanın hükmünü sordum.
Satış da, şart da
bâtıldır, dedi.
Sonra İbn Ebî Leylâ'ya
gidip, aynısını ona da sordum.
Satış caiz, şart
bâtıl, karşılığını verdi. Daha sonra da İbn Şübrüme'ye gittim, ona da sordum. O
ise:
Şart da satış da
caizdir, dedi.
Şaştım, fesübhanallah!
dedim. Üçü de Irak fakihi; bir meselede ihtilâf halindeler. Tekrar Ebû
Hanîfe'ye gelip olanları anlattım.
Ben onların
dediklerini bilmem. Amr b. Şu'ayb bana, babası vasıtasıyla dedesinden;
Rasûlullah'ın şartlı alışverişten nehyettiğini rivayet etti. Onun için satış da
şart da bâtıldır, dedi.
İbn Ebî Leylâ'ya
gelip, olanları ona da anlattım. O da şu karşılığı verdi:
Onların ne dediklerini
bilmem; Hişâm b. Urve, bana babası vasıtasiy-îa Hz. Âişe (r.anha)'nm şöyle
dediğini haber verdi: Rasûlullah (s.a) bana Berîre'yi satın alıp azad etmemi
emretti ve, "Velâyı ailesi için şart koş" buyurdu. Demek ki,^atış
caiz, şart bâtıldır.
Bu sefer de İbn Şübrüme'ye
gidip, olanları anlattım,
Ötekilerin dediklerini
ben bilmem. Bana Mis'ar b. Kedâm, Muhârib b. Dîsâr vasıtasıyla Câbir b.
Abdullah'ın şöyle dediğini haber verdi: "Ra-sûllullah (s.a)'a bir deve
sattım. Benim Medine'ye kadar yük yüklememi şart koştum." O halde şart da
satış da caizdir, dedi."
Bu hâdise gösteriyor
ki, şartlı satışlar konusundaki farklı görüşlerin her birinin dayandığı bir
delil mevcuttur. Şüphesiz birbirleri ile çelişkili gibi görünen bu hadislerin
te'lifi yapılmıştır. Nitekim bunlara, hadis izah edilirken temas edilmiştir.[536]
3506... Ukbe
b. Âmir (r.a.)'den, Rasûllullah (s.a)'m şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir.
"Kölenin uhdesi
(sorumluluğu) üç gündür."[537]
3507...
Harun b. Abdullah, Abdu's-Samed'den, Abdu's-Samed Hemmâm'den, o da Katâde'den
önceki hadisi aynı isnad ve aynı mana ile rivayet etti. Hemmâm (rivayetinde)
şunları da ilâve etti:
Eğer üç gün [gece]
içerisinde bir hastalık görürse, her hangi bir delil gerekmeden geri verilir.
Ama üç gün geçtikten sonra bir hastalık bulursa, köleyi satın aldığında o
hastalığın bulunduğuna dair delil getirmesi istenir.
Ebû Dâvûd; "Bu
[tefsir] Katâde'nin sözüdür" der.[538]
Münzirî, hadisin
munkatı olduğunu, çünkü el-Hasen'in Ukbe'den hadis işitmesinin gerçek olmadığını
söyler.
Hadisteki;
"Kölenin sorumluluğu"ndan maksadın ne olduğunu Katâ-de açıklamıştır.
Buna göre; bir mal satın alan kişi, üç gün içerisinde malda bir ayıp görürse,
herhangi bir delile ihtiyaç duymadan, malı iade eder ve verdiği parayı alır. Ama
üç gün geçtikten sonra aybı farkederse, satın aldığı zaman o aybın malda mevcut
olduğunu isbat etmesi gerekir.
Konu mezhepler
arasında ihtilaflıdır.
İmanı Mâlik, bu
hadiste belirtilen görüşü benimsemiştir.
Şafiî ve Hanefîlere
göre; müşterinin iddia ettiği ayıp, satın aldığı andan sonra meydana gelmesi
mümkün olmayan cinsten bir ayıpsa, hiçbir delile ihtiyaç duyulmadan satıcıya
geri verilir. Fakat, satın aldıktan sonra meydana gelmesi mümkün ise delil
istenir; getirirse geri verip parasını alır, getiremezse, satıcıya kendi
yanında iken o ayıbın bulunmadığına dair yemin verdirilir. Yemin ederse mal
iade edilmez, yemin etmezse iade edilir.
Alımed b. Hanbel de bu
hadisi zayıf saymakta ve şöyle demektedir: "Uhde konusunda bir hadis
sabit değildir. Âlimler el-Hasen'in Ukbe b. Âmir'-den bir şey işitmediğini
söylerler. Hadis şüphelidir. Bir seferinde Semüre'den, bir seferinde ise
Ukbe'den rivayet edilmiştir." -
Tehânevî,
İ'lâü's-Sünen'de; hadisin şeriatin bilinen usullerine aykırı düşmeyecek bir
şekilde te'vil edilmesi gerektiğine işaret ederek şöyle der:
"Müşteri malda
bir ayıbın bulunduğunu iddia eder, satıcı da bu ayıbın kendi yanında iken
varlığını kabul ederse, mal satıcıya geri verilir. Bu iddia üç günden sonra
olsun, üç gün içinde olsun eşittir. Bu durumda üç gün, dört gün veya daha
fazlası arasında fark yoktur. Eğer satıcı, alıcının iddiasını inkâr eder,
fakat alıcı iddiasını beyyine ile isbat ederse beyyinesi kabul edilir ve mal
satıcıya geri verilir. Bû durumda da ayıbın üç gün içinde veya daha sonra
anlaşılması eşittir. Eğer alıcı delil getiremezse, satıcıya yemin verdirilir.
Yemin ederse mal iade edilmez. Yeminden kaçınırsa kaçınması sebebiyle mal iade
edilir. Bu durumlarda da üç gün veya daha fazlası arasında fark yoktur.
Muhakemenin hükmü işte budur. Ama Rasûlullah (s.a): "Müşteri üç gün
içerisinde malda bir ayıbın bulunduğunu iddia ederse, satıcının bir fazilet
olarak bunu kabul etmesi gerekir. Ama delil yoksa kabul etmesi şart değildir.
Üç günden sonra ayıp iddia ederse, beyyine getirmesi istenmez. Çünkü beyyine
olmadan malın iadesini mecbur etsek bu satıcıya zarar verir." demeyi murad
etmiştir. Bize göre hadis böyle anlaşılmalıdır."[539]
3508... Âişe
(r.anha)'den, Rasûlullah (s.a.)'m şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Menfaat,
sorumluluk (risk) karşılığındadır."[540]
3509... Mahled
[b.Hıfâf] el-Gıfârî şöyle der:
Benim başkaları ile
ortak bir kölem vardı. Ortakların biri yokken köleyi çalıştırdım; bana bir
miktar gelir getirdi. Bulunmayan ortak, kendi hissesinden dolayı beni bir
kadıya şikâyet etti. Kadı, geliri vermemi emretti. Urve b. Zübeyr'e gelip
hâdiseyi anlattım. Urve de kadıya gidip; Hz.Âişe (r.anha)'den naklen Rasûlullah
(s.a.)'ın; "Menfaat, sorumluluk karşılığındadir" buyurduğunu haber
verdi.[541]
3510... Hz.
Âişe (r.anha)'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Bir adam, bir köle
satın aldı. Köleyi Allah'ın dilediği kadar (bir müddet) elinde tuttu. Sonra onda
bir kusur buldu. Meseleyi Hz. Peygamber (s.a)'e arzetti. Efendimiz de; köleyi
satıcıya iade etti. Satıcı:
Ya Râsulallah, kölemi
çalıştırdı (sırtından kazanç sağladı), dedi.Rasûlullah (s.a.):
"Menfaat,
sorumluluk (külfet) karşılığındadır." buyurdu.
Ebû Dâvûd, "Bu
isnad kuvvetli değildir" dedi.[542]
Bu üç hadiste Hz.
Peygamber (s.a)'e ait olan bölüm; "Menfaat, sorumluluk karşılığıdır"
cümlesidir. Üçüncü rivayette hadisin vürud sebebi de görülmektedir.
Harâc; gelir, menfaat
manalarına gelir. Mü'minûn sûresinin 72. âyetinde de aynı manada
kullanılmıştır. el-Eşbâh'da; herşeyin gelirinin haraç olduğu söylenir. Ağacın
meyvesi, hayvanın nesli gibi.
Daman:
"Sorumluluk, külfet, kefalet, risk" karşihğındadır.
Hadis-i şerifte, Rasûlullah
(s.a) Efendimiz; bir malın sorumluluğu kime aitse, gelirinin de ona ait
olduğunu ifade etmiştir.
İslâm fıkhının külli
kaidelerinden olan "menfaat sorumluluğa göredir" kaidesi üzerine
birçok mesele bina edilmiştir. Meselâ: Bir kimse bir hayvan satın alıp onu
kullansa ve gelir sağlasa, sonra da satıcının elinde iken var olan bir ayıba
muttali olsa malı iade edip parasını geri alır. Mal elinde olduğu müddetçe
elde ettiği gelir de kendisine aittir. Çünkü mal müşterinin elinde kaldığı
müddetçe sorumluluk ona aittir. O zaman zarfında mal telef olsa müşteriden
gider.
Hattâbî şöyle der:
"Gelir (menfaat),
sorumluluk karşıhğındadır, sözünün manası şudur: Satın alınan mal, geliri olan
cinstense, malın aslına malik olan, -aslın sorumluluğunu taşıyan- sorumluluğu
sebebiyle gelire de sahip olur. Bir kimse bir tarla satın alıp, ürün elde etse,
bir hayvan alsa ve hayvanı yavrulatsa, veya, bir hayvan alıp binse, ya da köle
alıp çalıştırsa sonra da aldığı malda bir ayıp (kusur) bulsa, malı iade
edebilir. O maldan menfaatlenmesine karşılık bir şey vermesi gerekmez. Çünkü
akid zamanı ile fesih zamanı arasında mal telef olsa, müşteriden gider. O
halde, gelirinin de müşterinin hakkı olması gerekir. Bu meselede âlimler
ihtilâf etmişlerdir:
İmam Şafiî; müşterinin
elinde meydana gelen gelir ve hayvanın yavrusunun müşteriye ait olduğunu, mal
satıcıya iade edilecekse, bunların geri verilmeyeceğini söyler.
Hanefîlere göre; satın
alınan mal hayvan olur, müşteri sağarsa veya ağaç olur müşteri meyvesini yerse,
müşterinin malı iade edip de parayı alma hakkı yoktur. Bahçe, binek hayvanı ve
kölenin ise geliri müşteriye aittir ve ayıp sebebiyle iade edilebilir.
İmam Mâlik de,
hayvanların yün ve kılları konusunda; bunlar müşteriye aittir. Hayvan ayıplı
ise satıcıya iade edilir, yünü müşteride kalır, yavrusu varsa o da annesiyle
birlikte verilir, der..."
İmam Buharî; hadisin
münker olduğunu, Mahled b. Hıfâf'dan, bundan başka hadis rivayet edilmediğini
söyler.
Biraz önce de ifade
ettiğimiz gibi bu.hadis İslâm hukukunun temel prensiplerinden, küllî
kaidelerinden birisi olmuştur. İbn Nüceym'in el-Eşbâh ve'n-Nezâir'indeki küllî
kaidelerin onuncusu bu kaidedir, jbn Nüceym; Fahru'l-Islâm Pezdevî'nin;
"Bu hadis cevamiu'I-kelim'dendir, mana olarak nakli caiz değildir"
dediğini söyler. İbn Nüceym, Hanefîlerin bu kaide ile ilgili görüşlerini şu
sözleri ile özetler:
"Ashabımız ayıp
muhayyerliği (hıyâr-ı ayb) konusunda şöyle derler: Asıl maldan doğmayan, ondan
ayrı olan ziyade ayıp sebebiyle malın iadesine engel değildir. Kazanç ve ürün
buna misâldir..."
Süyutî'nin,
el-Eşbâh'ının 11. kaidesi, Mecelle'nin de 85. maddesi bu hadisten istifade ile
düzenlenmiştir. Mecelle'nin 85. maddesi şu şekildedir: "Bir şeyin nefî
(kâr ve faidesi) damanı mukabelesindedir. Yani, bir şey telef olduğu takdirde
hasarı kime ait ise ânın damânında dimek olup, ol kimsenin bu vecihle damanı ol
şey ile intifâa mukabil olur. Meselâ, hıyâr-ı ayb ile red-dolunan hayvanı
müşteri kullanmış olmasından dolayı bayi' ücret alamaz. Zira, kablerred telef
olaydı hasarı müşteriye ait olacaktı."
Ali Haydar; bu
maddenin şerhinde şöyle demektedir: "Bu madde sahih hadisinden alınmıştır.
Fahrü'l-İslâm'ın Usûl'ünde zikredildiği üzere, mezkûr hadis çok geniş manalar
ihtiva eden, özlü sözlerdendir. Onun için mana olarak nakli caiz değildir.
Harâc: İnsanın
mülkünden çıkan yani hasıl olan şeydir. Meselâ hayvanın sütü, yavrusu, icar
bedeli, tarlanın mahsulü gibi şeylerdir. Damandan maksat da mü'net (külfet)
dir. Yani hayvanın beslenmesi, taşınmaz malların tamiri için gereken
masraftır. Yani bir hayvanın menfaati kendisinindir. Çünkü o hayvan onun
damâmndadır.
Bu hadis-i şerif,
menfaat mukabilinde bulunan her zararda darb-ı mesel olmuştur..."
Ali Haydar'm madde
üzerindeki izahları devam etmektedir. Sözü uzatacağı için biz bu kadarla yetiniyoruz.[543]
3511...
Abdurrahman b. Kays b. Muhammed b. El-Eş’as,[544]
babası kanalıyla, dedesinin şöyle dediğini haber vermiştir:
Es’aş, Abdullah (b.
Mes’ud)’dan, yirmi bin dirheme, beşte bir (ganimet) kölelerinden birkaç köle
satın aldı.Abdullah, Es’aş’a kölelerin parasının istemek üzere (birisini)
gönderdi.Es’aş:
Ben onları on bin
dirheme aldım, edi.(Abdullah ise yirmi bin dirhem istemişti)
Bunun üzerine
Abdullah:
Aramızda hakemlik yapacak
birini seç, dedi.,
Es’aş:
Aramızda hakem sensin,
dedi.
Abdullah şöyle dedi.
Ben Resulullah
(s.a.)’ı şöyle buyururken işittim: “Alıcı ile satıcı ihtilaf ettkleri zaman,
söz mal sahibinin sözüdür.Ya da alış verişi feshederler.”[545]
3512... Bize
Abdullah b. Muhammed en-Nüfeyli haber verdi, bize Hüşeym haber verdi, bize İbn
Ebi Leyla, Kasım b. Abdurrahman’dan rivayet etti. O da babasından haber verdi
ki:
İbn Mes’ud, Es’aş b.
Kays’a köleler sattı...Ravi önceki hadisin manasının zikretti.Söz (hadisin
birisinde) artıyor, (öbüründe) eksiliyor.[546]
Hadis-i şerif; satıcı
ile alıcının fiat konusunda ihtilafa düşmeleri halinde içlerinden birisinin
beyyinesi yoksa satıcının sözünün muteber olduğuna delalet etmektedir.Taraflar
buna razı olmazlarsa akdi feshederler.
Alimler bu meselenin
hükmünde ihtilaf etmişlerdir.Hattabi’nin bildirdiğine göre:
İmanı Şafiî ve İmam
Mâlik'e göre; satıcıya: ''Malını dediğin fi ata sattığına yemin et"
denilir. Yemin ederse, alıcıya: "Ya satıcının dediği fiata al, ya da malı
dediğin fiattan aldığına yemin et" denilir. Yemin ederse, mal
sa-Trcryariade edilir, alıcının da herhangi bir şey vermesi gerekmez. İmam
Şafiî, malın elde mevcm-elması ile telef olmuş olmasını bir tutar. Telef
olmuşsa malın kıymeti takdir edilir ve müşterLo kıymeti verir. Hanefîlerden
İmam Muhammed de aynı görüştedir.
Nehaî, Evzaî, Sevrî,
Ebû Hanîfe ve Ebû Yusuf'a göre; mal telef edilmiş ise, müşteriye yemin
ettirilir ve onun sözü kabul edilir. Malın telef edilmesi halinde İmam Mâlik'in
sözü de bu görüşe yakındır.
Hattâbî'nin konu ile
ilgili verdiği malumat oldukça kısadır. Alıcı ile satıcının ihtilâf etmeleri
halinde verilecek hüküm Hanefî fıkıh kitaplarından ümaktadır:
"Alıcı ve satıcı
ihtilâfa düşseler; müşteri bir Hat,satıcı da daha fazlasını iddia etse, veya
satıcı maldaki bir kusuru itiraf etse alıcı ise kusurun daha fazla olduğunu
iddia etse ve taraflardan birisi iddiasını isbat için delil getirse, fazlalığı
isbat eden delil daha üstündür. Eğer hem malda hem de fiatta ihtilâf ederlerse;
fiat konusunda satıcının beyyinesi, mal konusunda ise alıcının beyyinesi kabul
edilir. Her ikisi de iddiasını isbat edecek bir beyyine getiremezse, müşteriye;
satıcının iddia ettiği fiata razı ol, aksi halde akdi feshederiz denir. Mal
konusunda da satıcıya; ya alıcının iddia ettiği malı teslim et ya
da-akdi-feshederiz-denilir. Bu olmazlarsa hâkim, taraflar
müşteriden başlar.
Alışveriş malı mala veya parayı paraya satmak şeklinde olmuşsa, hâkim yemin
verirken istediğinden başlar. Eğer her ikisi de yemin ederse, hâkim akdi
fesheder. Birisi yeminden kaçınırsa, karşı tarafın lehine hükmeder.
Alıcı ve satıcı vade
konusunda veya muhayyerlik şartının bulunup bulunmadığında ya da paranın bir
kısmının teslimi konusunda ihtilâf ederlerse aralarında karşılıklı yeminleşme
olmaz. (Hiçbirisi beyyine getiremezse) muhayyerliği ve vadeyi inkâr edenin
sözü, yemin verilerek kabul edilir. Mal kendi kendine telef olur ve sonra
ihtilâf çıkarsa; Ebû Hanîfe ve Ebû Yusuf'a göre taraflara yemin verdirilmez,
müşterinin iddiası kabul edilir. İmam Muham-med'e göre ise her iki tarafa da
yemin ettirilir ve telef olan malın kıymeti verilerek akid feshedilir. Bu;
Şafiî'nin de; görüşüdür."
Alım satım akidlerinde
taraflar arasında ihtilâf çıktığı zaman, başvurulacak genel bir kaide vardır.
Buna göre; her hangi bir şey iddia edene, iddiasını isbat için delil getirmesi
gerekir. İddia sahibi delil getiremez ve karşı taraf onun iddiasını kabul
etmezse, inkâr edene de yemin teklif edilir. Yemin ederse sözü kabul edilir. Bu
mana "Beyyine müddeiye, yemin ise münkire gerekir" şeklinde ifade
edilir. O halde anlaşmazlığı çözmek için, iddia sahibini ve inkarcıyı iyi
tesbit etmek gerekir. Her iki taraf da bir iddiada bulunursa, yukarıya
Hidâye'den aktardığımız gibi, fazlalığı iddia edenin delili kabul edilir.[547]
3513...
Câbir (r.a)'den, RasûJullah (s.a)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Şüf a, her ev ve
bahçe için (sabit) tir. Bir kimsenin, ortağına haber vermedikçe (müşterek
malı) satması doğru olmaz. Satarsa, ona haber verinceye katlar OTtagıö mâlî
almaya daha müstehaktir."[548]
Şüf'a, satılan bir
malı ortaklık -veya komşuluk- sebebiyle, öncelikle alabilme hakkıdır. Yani bir
mal satıldığında; varsa ortağı, yoksa komşusu o malı, satın alana vermeyip
kendisi alma hakkına sahiptir. Bu hakka şüf'a hakkı, bu hakkı kullanana da
şâfi' veya şefi' denilir. Satıcı, malını; şüf'a hakkına sahip olan almak
isterse bir başkasına satamaz. Fakat, şefi' şüf'a hakkından vazgeçerse o zaman
satabilir.
Hadisin zahirinden,
şüf'a hakkının ortağa ait olup bunun ev ve bahçede sabit olduğu
anlaşılmaktadır. Bu mana bütün taşınmaz mallara şamildir. Ancak şüf'a konusunda
daha başka rivayetler de vardır. Onun için, bazı konularda görüş ayrılıkları
vardır. Biz konuyu derli toplu takdim etmek için birkaç bölüme ayırmak
istiyoruz:
1- Şüf'a
hakkı kimlerin hakkıdır?
2-
Kendisinde şüf'a hakkı sabit olan mallar nelerdir?
3- Şüf a
hakkının sabit olmasına sebep olan hâdise veya hâdiseler nelerdir?
4- Şefi',
"bir malı şüf a hakkıyla satın almak isterse ne zaman alacaktır ve neye
göre bedel ödeyecektir?
5- Birden
fazla şefi' varsa satılan malın şefi'ler arasında bölüşülmesi nasıl olacaktır?
Şimdi bu maddeleri
teker teker ele alalım:
1. Şüf'a
hakkının kimler için sabit olduğu konusunda iki esas görüş vardır:
a) Şüf'a
hakkı, bölüşülmemiş ortak malda ve bölüşmeyen ortak içindir. Yani, müşâan
ortak olan bir araziden, ortaklardan birisi kendi hissesini satarsa, diğer
ortaklar bu hisseyi şüf'a yoluyla almak hakkına sahiptirler. Fakat ortak mal
bölüşülmüş, hudutlarjıyj Şafiî vc MailKflere aittir. Bundan sonra gelecek olan
iki hadis bu görüşün delilidir. O hadiselerde; Rasülullah (s.a) Efendimizin,
şüf'a hakkını taksim edilmemiş mal için isbat ettiği, hudut ve yolları tesbit
edilen arazide ise şüf anın olmadığına işaret ettiği belirtilmektedir. Biraz
sonra ter-cemeleri geleceği için hadiseleri buraya almıyoruz Aynı konuda, Saîd
b. Mü-seyyeb'ten mürsel bir hadis rivayet edilmiştir. Artıned b. Hanbel, bu
hadisin şüf'a konusunda rivayet edilen hadislerin en sağlamı olduğunu söyler.
b)
Hanefîlere göre; ortaktan başka, bitişik komşu da şüf'a hakkına sahiptir. Yani
ortak yoksa, şüf'a hakkı bitişik komşuya intikal eder. Hanefîlere göre şüf'a
hakkına sahip olanların sırası söyledik.
1) Bizzat
malın kendisine ortak olan kişi,
2) Satılan
malın, hakkında (sulama ve yol gibi) ortak olan kişi,
3) Bitişik
komşu.
Bu sıradakilerden
önceki, sonrakinin hakkını düşürür. Fakat, önceki kişi hakkından vazgeçerse hak
bir sonrakine geçer. Meselâ; iki ortaktan birisi, ortak olan tarladaki
hissesini satsa, şüf'a hakkı diğer ortağa aittir. Diğer ortak bu hakkından
vazgeçerse hak, varsa hukukta ortak olana yani yol veya sulama kanalında ortak
olana geçer. O da şüf'a hakkını kullanmazsa, o zaman hak bitişik komşunundur.
Şüf'a hakkının ortak
için sabit oluşunu ifade eden delillere yukarıda işaret ettik. Biraz sonra
gelecek olan 3516, 3517, 3518 nolu hadisler de komşu için şüf'a hakkının sabit
olduğunun delilleridirler. O hadislerde Hz. Peygamber (s.a); komşunun, komşunun
ev veya arazisine herkesten daha müstehak olduğunu haber vermektedir. Ayrıca
şüf'a hakkının meşru kılınmasındaki hikmet; malı satın alan bir yabancıdan
gelmesi muhtemel olan rahatsızlığı önlemektir. Bu rahatsızlık, ortak için
olduğu kadar, komşu için de söz konusudur. Çünkü, kötü komşunun komşuya
vereceği zarar, ortağına vereceği zarardan hiç de aşağı değildir.
2- Satılmaları
sebebiyle şüf a hakkı sabit olan mallar konusu da âlimler arasında
ihtilaflıdır. Bazı mallarda şüf anın sabit oluşunda görüş birliği olduğu halde
bazılarında görüş ayrılıkları vardır. Şimdi de bu konuyu ele alalım:
a) Şüf'a
hakkı sadece ev, tarla, bahçe gibi gayrimenkul (taşınmaz) mallar için
sözkonusudur. Müşterek yollarda da şüf'a caridir. Arsa hesaba kar turnadan sırf
bina satılırsa bunda şüf'a yoktur.
Bu görüş, Hanefîlere
aittir. Üzerinde durduğumuz hadis, bu görüşün delilidir. Ayrıca, şüf anın
sübutunda gözetilen hikmet, taşınmaz mallar için mevzuu bahistir.
b)
Mâlikîlere göre; ev ve arazinin yanı sıra tarladaki ortak kuyu ve sergi
mahallerinde de şüf'a sabittir. Meyveler konusunda ise İmam Mâlik'ten iki görüş
vardır. Mâlik'e göre; yolda ve evin arsasında şüf'a yoktur.
İmam Şafiî de; kuyu,
yol ve arsa konusunda İmam Mâlik ile birliktedir. Meyve konusunda ise farklı
görüşü benimsemiştir.
c) İster
menkul olsun ister gayrimenkul, satılan her türlü ortak malda şüf'a hakkı
geçerlidir. Kadı Iyaz bu görüşün şâz olduğunu söyler.
3- Şüf a
hakkını doğuran sebep nedir?
Tüm âlimler, satış
yoluyla şüf'a hakkının sabit olduğunda hemfikirdirler. Yani bir mal satılırsa,
o mal üzerinde şüf'a hakkı doğar. Ayrıca İmam Mâlik ve Şafiî'ye göre; mehir ve
cinayet ersi gibi bir bedel mukabilindeki tüm intikallerde şüf a caridir. Yani
bir kimse, meselâ bir tarlasını mehir ola-
rak verse, o tarladaki
şefi' malı alabilir. İmam Mâlik'ten nakledilen diğer bir görüşe göre ise, ister
her türlü süf a sebebidir.
Hanefîlere göre satış
dışındaki bir yolla şüf'a hakkı sabit olmaz.
4- Şüf'a
hakkı, mal satıldığı anda doğar. Dolayısıyla şefi', şüf'a hakkının kendisine
ait olduğu bir malın satldığını duyduğu zaman, görüşünü ortaya koymalıdır.
Yani malı almak istiyorsa bu isteğini hemen söylemelidir.
Hanefîlere göre
şefi'in şüf'ayı talebi üç merhalede tamamlanır:
a)
Talebu'l-müvâsebe: Malın satıldığını duyar duymaz, şüf'a yoluyla o malı
alacağını söylemesidir. Eğer o esnada yanında kimse varsa o isteğine onları
şahit tutar. Yoksa kendi kendine söyler. Bundan maksat, ileride mesele hâkime
intikal ettiği zaman, gerekirse şüf'ayı taleb ettiğine yemin edebilmesidir.
b) Talebu't-takrîr
ve'1-işhâd: Mal henüz satıcıda ise onun yanında, alıcıya teslim edilmişse
alıcının yanında veya satılan gayrimenkulun yanında ve şahitler huzurunda şüf'a
talebinde bulunmasıdır. İlk talebi şahitler huzurunda olmuşsa, bu ikinci
talebe ihtiyaç duyulmaz.
c)
Talebü'l-hasâme ve't-temlîk: Şefi'in, mahkemede şüf'a davası açmasıdır.
İlk iki talebin
geciktirilmesi şüf'a hakkını düşürür. Bu son talebin geciktirilmesi ise Ebû
Hanîfe'ye ve Ebû Yusuf'a göre hakkı düşürmez. İmam Muhammed'e göre bir ay
zarfında dava açılmazsa hak düşer.
Şefi', satılmış olan
malı alırken satıldığı fiata alır. Daha düşük veya daha fazla bir fiat
istenemez. Satıcı müşteriden paranın bir kısmını düşürmüş-se bu şefi'den de
düşer.
İlk satış vadeli olmuşsa,
Hanefîler ve Şâfiîlere göre şefi' muhayyerdir. İsterse peşin ödeme yapar,
isterse bu vade ile satın alır. Mâlik'e göre ise, şefi' zenginse veya zengin
bir kefil getirebilirse aynı vade ile alır.
5- Şefi'
birden fazla olursa; eğer derece itibariyle birbirinden farklı iseler, şüf a
hakkı öncekine aittir. Yani, hem ortak hem de komşu varsa şüf'a hakkı ortağa
aittir. Ama şefi'ler -birden fazla ortağın bulunması gibi- aynı seviyede iseler
mal şefi'ler arasında bölüştürülür. Bu bölüşmede:
a) Şafiî,
Mâlikî ve Medine ehlinin cumhuruna göre; mal ortaklar arasında hisselerine
göre paylaştırılır. Meselâ, hissesi üçte bir olan malın üçte birini, dörtte bir
olan dörtte birini alır. Herkes aldığı kadarının parasını verir.
b)
Hanefîlere göre; satılan mal, hisselerine bakılmaksızın şefi'ler arasında eşit
olarak paylaştırılır. Hisselerin azlığına veya çokluğuna bakılmaz.
Şüf'a hakkını
kullanmayacağını söyleyen bir şefi' bilâhare sözünden dönüp şüf'a talebinde
bulunamaz. Artık hakkı bitmiştir.
Şüf anın hükmü ile ilgili
bir iki meseleye daha temas edip konuya son vermek istiyorum:
Şüf'a hakkında mirasın
cereyan edip etmediği ihtilaflıdır. Yani şefi' ölürse, şüf'a hakkı vârislere
geçer mi?
Hanefîlere göre şüf'a
hakkı miras olarak vârise intikal etmez. Çünkü haklar miras olmazlar.
Âlimler, şefi'in malı
olması halinde parayı kime ödemesi gerektiği konusunda da ihtilâf etmişlerdir.
İmam Mâlik ve Şafiî'ye göre, müşteriye öder. İbn Ebî Leylâ, satıcıya
ödeyeceğini söyler.[549]
3514... Câbir
b. Abdillah (r.a) şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a); şüf'ayı, taksim edilmeyen
herşeyde[550] (geçerli) kıldı. Hudutlar belirlendiği ve
yollar ayrıldığı zaman şuf a yoktur.[551]
Önceki hadisi izah
ederken de işaret ettiğimiz gibi, bu hadisin zahiri, şüf'a hakkının sadece
taksim edilmemiş ortak malda olduğuna delildir. Kastalanî ve Hattâbî gibi
âlimler buna işaret etmişlerdir. Câbir (r.a) in; "Hudutlar belirlendiği
ve yollar ayrıldığı zaman şüf'a yoktur" sözü bu hükmü ifadede daha kesin
ve daha açıktır.
Avnü'l-Ma'bûd'da;
komşu için de şüf'amn sabit olduğunu söyleyen Hanefîlerin, "Bu son cümle
Câbir'e aittir, Hz. Peygamber'den nakledilmemiştir" dedikleri kaydedilir.
Fakat bu isnad pek yerinde olmasa gerektir. Çünkü Ha-neftlerin meşhur
âlimlerinden Tahavî'nin Saîd b. Müseyyeb'ten rivayet ettiği bir hadiste bu
cümle bizzat Hz. Peygamber'e isnad edilmektedir.
Bezlü'I-Mechûd'da;
Hanefîlerin bu hadisi anlayış biçimlen şöyle ifade edilmektedir:
"Şüf'a
yoktur" sözünün manası, sınırlar belirlenip yollar ayrıldıktan sonra
ortaklıktan dolayı şüf'a yoktur şeklinde anlaşılmalıdır. Çünkü Hanefîlere göre
şüf'a üç şey sebebiyle sabit olur. Bunlar: Malın kendisindeki ortaklık, malın
hukukundaki ortaklık ve komşuluk. Mal taksim edilip hudutlar belirlendiğinde
ve yollar ayrıldığında birinci ve ikinci sebeplerden dolayı şüf'a kalmaz. Çünkü
mal ortak olmaktan çıkmıştır. Ama üçüncü sebepten dolayı olan şüf'a hakkı sabit
ve bakidir. Bu ilende gelecek olan başka bir hadiste açıkça, belirtilmektedir.
Buna göre; "Sınırlar çizildiği ve yollar ayrıldığı zaman şüf'a yoktur"
sözünün manası "Ortaklıktan dolayı sabit olan şüf'a hakkı yoktur, demek
olur..."
Şüf'a hakkının sabit
olmasına vesile olan şeyler önceki hadisin şerhinde geçmiştir. Tekrarına gerek
duymuyoruz.[552]
3515... Ebû Hureyre
(r.a)'den rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Tarla taksim
edildiği ve sınırları ayrıldığı zaman onda şüf'a olmaz."[553]
Bu hadis, mana
itibariyle öncekinin aynısıdır. Orada söyle-nenler, bu hadis için de geçerlidir.[554]
3516... Ebû
Râfi' (r.a), Rasûlullah (s.a)'ı şöyle derken işitmiştir:
"Komşu, (bir
mala) yakınlığı sebebiyle (herkesten) daha çok hak sahibidir. "[555]
Hadis-i şerif,
komşuluğun şüf'a sebebi olduğu görüşünde olanların delillerindendir. Karşı
görüşte olanlar ise; hadîsin isnadında ızdırab olduğunu söyleyerek itiraz
ederler. Sahih olduğu kabul edildiği takdirde ise değişik te'villerde
bulunurlar. Bu te'villeri şu iki maddede toplamak mümkündür:
1- Hadiste,
komşunun şüf'aya hak sahibi olduğuna dair bir açıklık yoktur. Bunun şüfaya ait
olması muhtemel olduğu gibi, iyilik ve ihsanla ilgili olması da muhtemeldir.
Çünkü iyilik ve yardıma en lâyık olan komşudur. Nitekim Rasûlullah (s.a);
"Benim iki komşum var, hangisine hediye vereyim?" diye soran birisine:
"Evi ve kapısı daha yakın olana" karşılığını vermiştir.
2- Hadisteki
"câr" kelimesi ortak manasına olabilir. O zaman hadisler arasında
çelişki de olmaz. Önceki ve bu hadis aynı manayı ifade eder. "el-câr"
kelimesinin komşu manasında kullanılma ihtimali; ortağın ortağa komşu
olmalarından dolayıdır. Nitekim bu manadan dolayı, kadına da "câr"
denildiği vakidir. Nitekim el-A'şâ bir beytinde, karısını kastederek, "Ey
komşumuz, benden ayrıl çünkü sen boşsun" demiştir.
Komşu için şüf'a
hakkının sabit olduğunu söyleyen Hanefîler, yukarıdaki iddiaları şu şekilde
cevaplamışlardır:
1- Hadisin
ıztırab iddiasına maruz kalan isnaddan daha başka isnadlarla gelen rivayetleri
de vardır.
2- Bundan
sonra gelecek olan rivayette Hz. Peygamber (s.a); komşunun komşuya şefi'
olabileceğini açıkça ifade buyurmuştur. Câbir b. Abdullah'tan gelen bu rivayet
şu şekildedir: "Komşu, komşunun şüf'asına herkesten daha çok hak
sahibidir. Eğer komşu gaipse, yollan bir olduğu zaman o gelinceye kadar
bekler." Aynı hadisi Tahavî, değişik birkaç isnad ile daha rivayet
etmiştir.
3- Hadisteki
"el-câr" kelimesi, komşu manasınadır. Ortak manasına kullanılmış
olamaz. Ahmed b. Davud'un, Amr b. eş-Şerîd'den rivayet ettiği şu haber buna
açık olarak delâlet etmektedir:
Misver b. Mahreme bana
gelip, elini omuzuma koydu.
Gel beraberce Sa'd'e
gidelim, dedi.
Sa'd b. Ebî Vakkâs'ın
evine gittik. Oraya Ebû Râfi' (r.a) de geldi. Misver'e:
Şu Sa'd'e, arsasındaki
iki evimi satın almasını emretmez (tavsiye etmez) misin?! dedi.
Sa'd:
Vallahi, 400 dinardan
zerre kadar fazla vermem, dedi. Ebû Râfi':
Sübhanallah! Ben onu
peşin parayla 500 dinara aldım. Eğer Rasûlullah'ın; "Komşu, yakınlığı
sebebiyle daha nüstehaktır" buyurduğunu duymamış olsaydım onu sana
satmazdım, dedi.
Görüldüğü gibi bu
haber, açıkça hadisteki "el-câr"m, komşu manasına olduğunu gösterir.
Kadına "câr" denilmesi de aleyhimize delil değildir. Çünkü kadına
"câr" deniliyorsa, kocasına yakınlığından dolayı denilir. Eti, kemiği
onunla .ortak olduğu için "câr" denilmemiştir.
Fehd b. Süleyman'ın,
Şerîd b. Süveyd'den rivayet ettiği şu haber de Hanefîlere delildir:
"Rasûlullah'a; ya
Rasûlullah, ortağı olmayıp sadece komşusu olan bir arazi satıldı (ne olacak)?
dedim. "Komşu, yakınlığı sebebiyle daha çok hak sahibidir"
buyurdu." Görüldüğü gibi, Efendimiz bu sözü, şüf'a ile ilgili bir soruya
cevap olarak söylemiştir.[556]
3517...
Semüre (r.a)'den, Rasûlullah (s.a)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Evin komşusu,
komşunun evine -veya tarlasına- (tarlanın komşusu, komşunun tarlasına) daha
müstahaktır."[557]
Tirmizî hadisin hasen-
sahih olduğunu söyler.
Hadis, açık bir
surette komşu için şüf'a hakkının sabit olduğuna delâlet etmektedir. Komşu
için şüf'anm olmadığını söyleyenler Ha-sen'in Semüre'den ya hiç hadis işitmediğini
ya da sadece akîka hadisini işittiğini söylerler. Şayet hadis sabitse,
"Bu komşudan maksadın ortak olan komşu olabileceğini" iddia ederler.
Tabiî bu bir te'vildir. Hadisin sarih manası dururken te'vile gitmeye gerek
yoktur.[558]
3518...
Câbir b. Abdullah (r.a) Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduğunu rivayet
etmiştir:
“Komşu komşunun
şüf'asına daha müstehaktır. Yollan bir olduğu zaman komşu gaipse
beklenir."[559]
Tirmizî, hadisin hasen garib olduğunu
söyler. Bezlü'l-Mechud da,
hadisin ravısı Abdülmelık in sıka bir ravı olduğu belirtilerek çeşitli
âlimlerin onun hakkındaki sitayişkâr ifadeleri nakledilir.
Hadiste; komşunun gaib
olması halinde, gelinceye kadar şüf a hakkının baki kaldığına işaret
edilmiştir. İbn Reslân, bu sözün çocuk büyüyünceye kadar şüf a hakkının devam
ettiğine de ihtimali olduğunu söyler. Yine bu ifade şefi'in gaib olması halinde
bu gaiblik uzasa bile şüf'a hakkının devam ettiğine delil sayılmıştır.
Hadisin sonunda da,
"Yollan bir olduğu zaman" kaydı yer almıştır. Neylü'l-Evtâr'da; bu
ifadeden mutlak olarak şüf anın sabit olmayacağı, ştifanın sübutu için yolların
bir olması gerektiğinin anlaşılacağı söylenir. Neyi sahibi, bu konudaki
hadisleri müşterek olarak değerlendirir ve, "Eğer komşuların yollan bir
ise, komşuluğun şüf'a sebebi sayılacağını, değilse sayılmayacağını"
söyler. Böylece birbirine muhalif görülen hadisleri te'lif etmiş olur. Konuyu özet olarak ifade edecek olursak
şöyle diyebiliriz:
Âlimler, şüf'a
konusunda ihtilâf etmişlerdir. Evzaî, Leys, Mâlik, Şafiî, Ahmed, İshak ve Ebû
Sevr'e göre; sadece malı bölüşmemiş olan ortak şüf'a hakkına sahiptir. Komşunun
şüf'a hakkı yoktur. Nehaî, Şüreyh, Sevrî, Katâde, Hasenü'I-Basrî, Hammâd b.
Süleyman, Ebû Hanîfe, Ebû Yusuf ve Muhammed'e göre; arazide, evde ve bahçede
şüf'a hakkı sırayla; malın kendisinde ortak olana, sonra malın hukukunda ortak
olana, sonra da komşuya aittir.[560]
3519... Ebû
Hureyre (r.a)'den, Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Bir adam iflas
eder de, alacaklı malının aynını, müflisin yanında bulursa, o mala,
başkalarından daha müstehaktır."[561]
İflas etmek, Türkçede
kullanıldığı mananın aynıdır. Değişik tarifleri yapılabilir. Hepsinden çıkacak
sonuç; Bir kimsenin mal varlığının borçlarını karşılayamaz hale
gelmesidir."
Hadisten anladığımıza
göre; bir kimse, birisine bir mal satsa ve alıcı malın bedelini ödemeden iflas
etse, satıcı da malım -fazlasız eksiksiz- verdiği şekilde alıcının elinde
bulsa, onu almaya başka alacaklılardan daha çok hak sahibidir.
Âlimlerin konu ile
ilgili görüşleri aynı değildir. Hattâbî; bu konudaki görüşleri şöyle dile
getirmiştir:
"Bu Hz. Peygamber
(s.a)'in sünnetidir. Âlimlerin çoğunun mezhebi de böyledir. Hz. Osman (r.a) bu
şekilde hükmetmiştir. Aynı görüş, Hz. Ali (r.a) ve Urve b. Zübeyr'den de
nakledilmiştir. Sahâbîler arasında, farklı görüşte olan birisi bilinmemektedir.
Müctehid âlimlerden Mâlik, Evzaî, Şafiî, Ahmed b. Hanbel ve İshak'ın
mezhepleri de böyledir.
İbrahim en-Nehaî, Ebû
Hanîfe ve İbn Şübrüme'ye göre; müflisin elindeki malda hak sahibi olma
açısından bütün alacaklılar eşittirler.
Bunların görüşünü
deliîlendirmek isteyenler şöyle derler: Müflisin elindeki mala, o malı satan alacaklının
daha çok hak sahibi olması, sabit asıllara aykırıdır. Çünkü bir malı satın
alan, ona mâlik olmuştur. Mal onun da-mânına girmiştir. Artık o mülkiyeti
bozmak mümkün değildir.
Bu görüş sahipleri
üzerinde durduğumuz hadisin vedîa (emanet) ve fasid alışverişlerle ilgili
olduğunu söylerler. Yani bir kimse bir başkasına mal emanet etse ve emanet
edilen kişi iflas etse, emanet eden, verdiği malı almakta başkalarından daha
çok hak sahibidir."
Hattâbî devamla şöyle
diyor:
"Hadis sahih ve
Rasûlullah'tan olduğu sabit olduğu zaman ona teslim olmaktan başka çare yoktur.
Her hadis, kendisi başlı basma bir asıldır ve kendisi hükmünde muteberdir.
Başka muhalif asıllarla ona itiraz etmek caiz değildir. Onun benzeri olmadığı
gibi özürlerle iptale yol aramak da mümkün değildir. Ortada, hakkında hadisler
varid olan hususi hükümler vardır. Bunlar, başlı başına birer asıl olmuşlardır.
Cenin hadisi, kasâme ve müsar-rât hadisleri bunlardandır..."
Hattâbî daha sonra,
bizzat Hanefîlerin bazı temel prensiplere zıt olduğu halde bundan daha zayıf
hadisleri alıp üzerine hüküm bina ettiklerini söyler ve ona misaller verir.
Onların bu hadisi vedîa (emanete) ya hamletmelerini de tenkid eder ve bunun
hadisin faidesini yok ettiğini söyler. "Çünkü, emanet bırakanın, emanet
edilen müflisin elinde malını bulduğu zaman onu almaya herkesten daha çok hak
sahibi olduğu besbellidir." der.
Yukarıya aktardığımız
hükümler, malı satan, hiçbir bedel almadığı takdirdedir. Ama malın
karşılığının bir kısmını almışsa hadisin zahiri ile amel edenler farklı
görüşler ileri sürerler.
Bu konudaki görüşler
bir sonraki hadiste gelecektir.[562]
3520... Ebû
Bekir b. Abdurrahman b. el-Hâris b. Hişâm'dan, Rasûlullah (s.a)'ın şöyle
buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Bir adam, bir
mal satsa ve bedelinden hiçbir şey almadan alıcı iflas etse; satıcı malının
aynını bulursa onu almaya daha müstehaktir. Eğer (satıcı parasından bir şey
almadan) müşteri ölürse malın sahibi (satan) diğer alacaklılarla eşittir.”[563]
Bu hadis-i şerif, mürseldir. Çünkü Ebû Bekir
b. Abdurrahrnan b. el-Harıs b. Hışam tabıundandır. Hadiste, sahâbî
anılmarnıştır.
Hadis, bir yönden
önceki hadisi kayıtlamakta, öbür yönden de yeni bir hüküm ortaya koymaktadır.
Şöyle ki:
Önceki hadiste;
satıcının sattığı malın parasını almadan alıcının iflas etmesi halinde mal
alıcının elinde aynen duruyorsa o malı almaya herkesten daha çok hakkı olduğu
belirtilmişti. Bu hadiste ise, anılan hakkın satıcının malın bedelinden hiçbir
şey almamış olması hali ile kayıtlı olduğu görülmektedir. Buna göre; satıcı
bedelden bir mikdannı tahsil etmişse artık rüchaniyet hakkı kalmaz, diğer
alacaklılarla aynı ölçüde hak sahibi olur.
Âlimlerin bu konudaki
görüşleri de farklılık arzetmektedir:
İmam Mâlik, hadisin
zahirini esas almış ve; "Satıcı, malın karşılığından bir mikdar tahsil
etmişse malı müşterinin elinde ise o mala başka alacaklılardan daha
müstehaktır" demiştir.
İmam Şafiî'ye göre;
satıcının malın bedelinden bir mikdannı tahsil edip etmemesi arasında fark
yoktur. Her halükârda malını satıcının elinde bulursa onu almaya başkalarından
daha çok hakkı vardır.
Ahmed b. Hanbel;
"Malın bedelinden bir şey kabzetmişse, onun artık rücû hakkı kalmaz"
der. Şafiî'nin ilk mezhebi (kavl-i kadîmi) de böyledir.
Hanefiler de,
Şâfiîlerin tam zıddı bir görüştedirler. Bunlara göre; mal satan, her halükârda
diğer alacaklılarla aynı ölçüde hak sahibidir. Alacağından bir mikdar tahsil
edip etmemiş olması farketmez.
Hadisin ikinci kısmı;
müşterinin aldığı malın parasını ödemeden ölmesi ile ilgilidir. Hadisten
anlaşılan; mal ortada mevcut da olsa satıcı ile diğer alacaklıların aynı
seviyede hak sahibi olmalarının gerekliliğidir. Hanefîlerin görüşü bu
istikamettedir. Onlara göre, alıcının iflası halinde olduğu gibi, ölümü
halinde de eldeki malı satanın bir ayrıcalığı yoktur. Diğer alacaklılarla
birlikte, eldeki mallardan hakkını alır.
Şâfiîler ise tam aksi
görüştedir. Onlar da iflas durumunda olduğu gibi, ölüm halinde de mal sahibinin
rüçhaniyeti olduğunu söylerler.
Mâlikîler de tam orta
bir görüşü benimsemişlerdir. Ölüm halinde Hanefîler, iflas halinde de
Şâfiîlerİe hemfikirdirler. Bu babdaki hadisler, topluca ele alındığında, bu
görüşü te'yid ederler.[564]
1. Bir kimse
mal satar ve parasını almadan müşteri iflas ederse, mal da müşterinin elinde mevcutsa
satıcı o mala başka alacaklılardan daha müstehaktır,
2. Bu
durumda müşteri ölürse, malı satan diğer alacaklılarla aynı ayardadır.[565]
3521... Bize
Süleyman b. Dâvûd haber verdi. Bize Abdullah-yani İbn Vehb- haber verdi. Bana
Yunus, İbn Şihâb'tan naklen şöyle dedi: Bana Ebû Bekir b. Abdurrahman b.
el-Hâris b. Hişâm haber verdi ki:
Rasûlullah (s.a)...
Ravi, Mâlik'in hadisinin manasını zikretti ve; "Eğer, onun parasından bir
şey ödemişse o (satıcı) malda (öteki) alacaklılarla eşittir" (sözünü)
ilâve etti.[566]
Bu hadis, diğer
nüshalarda sonraki hadisle değişik yerdedir.Yani bu rivayetin yerinde bundan
sonraki hadis yer almıştır. Ayrıca o nüshalarda bu rivayetin sonunda (Ebû
Dâvûd; Mâlik'in hadisi daha sahihtir, dedi) sözü yer almıştır. Tercemeye esas
aldığımız nüshada ise bu ilâve bundan sonra gelecek olan hadisin sonundadır.
Avnu'l-Ma'bûd'un
Hindistan baskısının kenarında; sadece bir nüshada şu cümlelerin yer aldığına
işaret edilmektedir: "Ebû Bekir şöyle dedi: Rasûlullah (s.a); "Bir
kimse, yanında parasından hiçbir şey ödemediği bir mal olduğu halde ölürse, mal
sahibi onda diğer ortaklarla eşittir" diye hükmetti." Bu ilâve
elimizdeki matbu nüshalarda mevcut değildir.
Bu rivayetin ifade
ettiği hüküm, öncekinden farklı değildir.[567]
3522... Ebû
Bekir b. Abdurrahman, Ebû Hureyre (r.a) kanalıyla Rasûlullah (s.a)'dan önceki
hadisin benzerini rivayet etti. (Bu rivayette Rasûlullah) şöyle buyurdu:
"Eğer (alıcı)
malın parasından bir şey ödemişse satıcı kalanı(nda) diğer alacaklılarla
eşittir. Bir adam; yanında bir başkasının malı aynen durduğu halde ölürse,
satıcı -onun parasından bir mikdar tahsil etsin veya etmesin- (diğer)
alacaklılarla eşittir."
Ebû Dâvûd;
"Mâlik'in hadisi (önceki hadis) daha doğrudur" dedi.[568]
Yukarıdaki rivayette
de işaret ettiğimiz gibi; Ebû Davud'un Mâlik'in hadisinin daha sahih olduğunu
bildiren ifadesi bazı nüshalarda bundan önceki rivayetin sonunda yer almıştır.
Mâlik'in rivayetinden maksat 3320 numarada geçen hadistir.
Üzerinde durduğumuz
hadisin isnadında İsmail b. Ayyaş vardır. Bu zat tenkide maruz kalmıştır.
Dârekutnî; "Bu hadis, Zührî'den müsned olarak sabit olmamıştır,
mürseldir." der.
Hattâbî de; bu
rivayetin, müsned şekliyle -iki raviden dolayı- âlimler tarafından zayıf
sayıldığını söyler. "Bunu Mâlik mürsel olarak rivayet etmiştir. Bu, onun
müsned olarak sabit olmadığına delildir."
Hadisin zahiri
Hanefîlerin görüşünü desteklemektedir. Diğer görüş sahipleri önce hadisin
zayıf olduğunu ileri sürerek itiraz ederler. Sahih olduğu farzedildiğinde ise
te'vil cihetine giderler.[569]
3523... Amra
b. Halde'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: İflas eden bir arkadaşımız
hakkında (görüşmek üzre) Ebû Hureyre (r.a)'ye geldik.
Size Rasûlullah
(s.a)'ın hükmü ile hükmedeceğim; bir kimse iflas eder veya ölür de bir adam
malım aynıyla bulursa ona (herkesten) daha müstehaktir, dedi.[570]
Sünen'in bir
nüshasında, hadisin sonunda Ebû Davud'un şöyle dediği kaydedilmiştin. “Bu
hadisi alan, Ebu'l- Mu'temir'dir, ama o kimdir? Yani onu tanımıyoruz."
Ebû Davud'un bu sözleri
hadisin zayıf olduğuna işaret etmektedir. Ancak, Avnu'I-Ma'bûd'da, değişik
kaynaklardan nakiller yapılarak Ebu'l-Mu'temir'in tanınmış bir ravi olduğu
belirtilmiştir.
Ebû Hureyre'nin bu
hadisi mutlak olarak varid olmuştur. Borçlunun iflas etmesi ile ölmesi arasında
bir ayırım yapılmadığı gibi, satıcının; parasının bir kısmını aldığına ya da
almadığına dair bir kayıt da yer almamıştır. Hadis, bu şekliyle Şafiî
mezhebinin görüşünü desteklemektedir.
Hanefîler; bu hadisin
Ebû Hureyre'nin bir fetvası olduğunu, önceki hadiste ise Hz. Peygamber
(s.a)'den buna muhalif bir hüküm rivayet ettiğini söylerler.
Netice şu ki; iflas
eden kişinin elindeki malda alacaklıların hak sahibi olma biçimlerinde
âlimlerin farklı görüşleri vardır. Bunların her biri Rasû-lullah (s.a)'dan veya
sahâbîlerden nakledilen haber ve hadislere dayanırlar. Ancak bu konudaki
hadislerin bir kısmında zaaf alâmeti sayılabilecek bazı noktalar vardır. Bu
noktalan kabul ve tayinde de âlimler ihtilâf ettikleri ve bu hadisler
İslâm'daki bazı genel kaidelere aykırı düştüğü için ortaya farklı görüşler
çıkmıştır.[571]
3524... Âmir
eş-Şa'bî, Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
“Bir kimse,
sahiplerinin besleyemeyip salıverdiği bir hayvanı bulur ve onu alıp
canlandırırsa hayvan onun olur."
Musa b. İsmail, Ebân'm
hadisinde şöyle dedi: Ubeydullah der ki: (Şa'bî'ye) kimden (rivayet ediyorsun)?
dedim; - Rasûlullah (s. a)'in ashabından birçok kişiden, karşılığını verdi. Ebû
Dâvûd: "Bu Hammâd'ın hadisidir;
daha- açık ve daha tamdır" dedi.[572]
îsnadda, Şa'bî'nin,
hadisi hangi sahâbîden aldığına dair bir açıklık yoktur. Bu haliyle hadisi
mürsel saymak gerekir.Nitekim Hattâbî buna işaret etmiştir. Avnü'l-Ma'bûd'daise,
Hattâbî'nin "Hadis mürseldir" ifadesine itiraz edilmekte ve;
"Çünkü Şa'bî bu hadisi, hadisin sonunda beyan edildiği üzere birçok
sahâbîden rivayet etmiştir. Şa'bf-nin ismini açıklamadığı sahabelerin
bilinmemeleri hadise zarar vermez. Çünkü onların bilinmeyenleri de makbuldür.
Şa'bî, sahâbîlerden birçoğuyla görüşmüştür" denilmektedir.
Hadis-i şerif, hüküm
itibariyle iki konuyu içine almaktadır:
1- Sahibinin,
bakmaktan aciz olduğu bir hayvanı kırlara salıvermesi caizdir.
2- Kırlara
salıverilmiş bir hayvanı bulup da onu besleyip iyileştiren kişi o hayvana sahip
olur.
Hadisin zahiri ele
alındığında ortaya çıkan hüküm bu olmakla birlikte, başka deliller ve
maslahatlar gözönüne alınarak fakihlerin değişik hükümler ortaya koydukları
görülmektedir. Şimdi bu iki maddeyi teker teker ele alıp biraz açalım:
1- Sahibi,
hayvanı beslemeyecek olursa onu kırlara salıverebilir.
Şâfiîlere göre bir
kişinin hayvanını yemlemesi veya satması ya da kırlara salıvermesi farzdır.
Yani hayvanı aç bırakamaz, onun beslenmesi için tedbir alması gerekir. Eğer
bunlardan birini yapmazsa hâkim tarafından zorlanır.
Hanefîlere göre ise,
hayvanını besleyemeyen ve kırlara salmaktan kaçınan kişiyi hâkim öğüt
kabilinden uyarır, malım aç tutmamasını söyler. Ama sahibinin bu emre uyması
şart değildir.
En doğrusu, hayvan eti
yenen cinstense sahibinin onu kesip etini fakirlere dağıtmasidır.
İbn Reslân; yaşlılık
gibi bir sebepten dolayı çalışamayacak hale gelen hayvanı sahibinin
salıveremeyeceğini, onu beslemek zorunda olduğunu söyler.
2- Kırlara salıverilmiş
olan bir hayvanı bulup besleyen ve onu canlandıran kişi o hayvana sahip
olabilir mi?
Fakihlerin büyük
çoğunluğuna göre bu durumdaki bir hayvan sahibinin mülkünden çıkmış sayılmaz.
Lukata (bulunan yitik mal) hükmündedir. Sahibi geldiği zaman bulanın hayvanı
iade etmesi gerekir. Çünkü Allah (c.c) Bir âyette: "Sizden, karşılıklı
rıza ile bir ticaret olmadan birbirinizin mallarını bâtıl yollarla
yemeyiniz." buyurmaktadır.[573] Bu
âyet açıkça gösteriyor , bir malı sahibi herhangi bir şekilde bir başkasına
temlik etmedikçe mül-îciyet intikal etmez. Ama mâliki malı salıverirken
"bunu bulan ona sahip 3İsun" niyetiyle salıverirse o zaman bulan onun
sahibi olur. Fakat o niyetle ieğil de, bir müddet kırda otlasın, sonra tekrar
alırım şeklinde bir niyetle, ahvermişse, bulan ona sahip olamaz.
İshak b. Râhûyeh ve
Ahmed b. Hanbel'e göre; sahibi hayvanı tehlikeli :>ir bölgede salıvermişse
bulup canlandıran ona sahip olur. İshak, Şa'bî'nin }u hadisini delil almıştır.
Basra kadısı
Ubeydullah b. el-Hasen, salıverilen bir hayvan ve hurması yenilip yere atılan
çekirdekle ilgili olarak şöyle der: "Eğer sahibi, ben onu nsanlara mubah
kılmadım, derse sözü kabul edilir; ama mubah kılmadığı-ıa dair yemin
ettirilir."[574]
3525...
Şa'bî'nin merfû olarak rivayet ettiğine göre; Rasûlullah s.a) şöyle
buyurmuştur:
"Bir kimse,
tehlikeli bir ferde bir hayvan salıverir de onu birisi bulup) canlandırırsa o
hayvan bulana ait olur.”[575]
Görüldüğü §ibi bu
badis önceki hadisin şerhinde işaret edilen görüşlerden Ahmed b. Hanbel ve İshak'ın
mezheplerini eyid etmektedir. Hadis mutlaktır. Bulanın ona sahip olması için
sahibinin »ulana mubah kıldığı tarzındaki bir niyete işaret edilmemiştir.[576]
3526... Ebû
Hureyre (r.a)'den, Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Sağmal hayvan
rehin verildiği zaman; sütü, nafakası karşılığında içilir. (Binek hayvanı)
rehin edildiği zaman da nafakası karşılığında sırtına binilir. Nafaka, (sütü)
sağan ve (sırtına) binene aittir."
Ebû Dâvûd: "O
bize göre sahihtir" der.[577]
Renn: Sözlükte;
hapsetmek, alıkoymak manalarına gelir. Istılahta; alacaklının alacağını
güvence altına almak için borçludan bir mal almasıdır. Teminat olarak alınan
mala da rehn denilir. Rehn veren borçluya, "râhin"; rehn alan
alacaklıya, "mürtehin"; rehn olarak verilen mala da "rehn"
veya "merhûn" denilir.
Rehnedilen mal taşınır
mallardan olabileceği gibi, taşınmaz mallardan da olabilir. Ancak malın başka
biriyle müşâen ortak olmaması gerekir.
Hadis-i şerifte;
nafakası mukabilinde rehin olan sağmal hayvanın sütünün sağılabileceği, binek
hayvanının sırtına binileceği ifade edilmektedir. Ama, süt sağma ve binmenin
kimin hakkı olduğu belirtilmemiştir. Yani bu haklar esas sahibi olan râhine mi
yoksa alacaklı durumdaki mürtehine mi aittir? Bu konuda bir açıklık yoktur.
Bundan dolayı hadisten elde edilen hükümde âlimler arasında ihtilâf edilmiştir:
1- Binmek ve
sağmak râhinin hakkıdır. Hattâbî şöyle der: "Nafaka, sağana ve binene
aittir, sözü kapalıdır. Bu sözde, binecek ve sağacak olanın râhin mi yoksa mürtehin
mi olduğu açık değildir."
Sindî de; burada süt
içecek ve hayvana binecek olandan maksadın râ-hin olduğuna işaretle şöyle
demektedir: "Cumhura göre râhin rehnettiği hayvanın sütünü içer ve ona
biner. Nafakası da kendisine aittir. Hadisten maksat; râhinin malı rehin
bırakması ile ondan istifade hakkının kesilmediğine işaret etmektir. Yani
sahibi o malı rehin bırakmadan önce nasıl kullanabiliyor idiyse, rehin
bıraktıktan sonra da öylece kullanabilir.
İbn Abdilberr:
"Bu hadis; âlimlerin çoğunluğuna göre, üzerinde icma edilen asıllara ve
sıhhatinde ihtilâf olmayan hadislere aykırı düşmektedir. Buharı ve başka
âlimlerin, îbn Ömer'den rivayet ettikleri, "Bir kimsenin hayvanı, onun
izni olmadan sağılamaz." hadisi bu hadisin neshedildiğine delildir."
demektedir.
Tahavî de; bu hadisin,
faiz haram edilmeden önceki devirlerle ilgili olduğunu, faiz haram edildikten
sonra ise faize benzeyen tüm muamelelerin de haram kılındığım söyler. Memedeki
sütü satmak, menfaat karşılığında borç vermek de faizin benzerlerindendir.
Faizin haram kılınması ile birlikte, mürtehinin rehinden istifade etmesi de
yasaklanmış olmaktadır.
Yukarıda da işaret
edildiği üzere, âlimlerin büyük çoğunluğu hadisi bu şekilde anlamışlardır. Bunlara
göre rehn bırakılan malın geliri ve nafakası sahibine yani râhine aittir.
Hanefî, Şafiî ve Mâlikîlerin görüşleri bu istikamettedir.
Hattâbî; İmam
Şafiî'nin, Saîd b. el-Müseyyeb'den rivayet ettiği şu hadisin de cumhurun
görüşünü te'yid ettiğini söyler. Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur:
"Rehn, onu rehin bırakan sahibinden menedilemez. Onun menfaati da külfeti
de ona aittir." Görüldüğü gibi bu hadis açık bir surette, rehnin
menfaatinin râhine ait olduğunu ortaya koymaktadır.
Üzerinde durduğumuz hadisten,
mürtehinin rehinin gelirinden faydalanabileceği sonucunu çıkartırsak, iki
yönden bu konudaki temel prensiplere zıt düşmüş oluruz:
a) Bir
maldan, sahibinin izni olmadan istifade etmeyi caiz kılmak,
b) Hayvandan
edilen istifade veya alınan ürünü, kıymeti değil de nafakası karşılığında
tutmak. Hayvana yedirilen otun, sağılan süt veya edilen istifadenin
kıymetinden daha az olması mümkündür. Bu durumda, süt veya menfaatin fazlalığı,
neyin karşılığında olacaktır? Bu faizdir.
Hadisi, cumhurun izah
ettiği manaya aldığımız takdirde şu hükümler de çıkar:
a) Rehin
bırakılan malın gelirleri, rehne dahil değildir.
b) Rehnin
devamı için, merhûnun, mürtehinin elinde devamlı olarak durması şart değildir.
Çünkü Öyle olsa İdi, râhinin hayvana binmesi mümkün olmazdı. Ancak râhin,
hayvana ancak gündüzleri binebilir, gece mürtehine
2- Rehin
bırakılan malı, nafakası karşılığında sağmak veya binmek mürtehinin hakkıdır.
Ahmed b. Hanbel ve İshak b. Râhûyeh bu görüştedir.
Şevkânî; bu görüşü
müdafaa sadedinde şöyle demektedir:
"Hadiste, kimin
bineceği ve kimin süt sağacağı belirtilmemiştir, onun için hadis mücmeldir
deniliyor. Ama hadiste bir kapalılık yoktur; çünkü mu-rad, nıürtehindir. Zira
râhinin mülkiyeti sebebiyle zaten malından istifade hakkı vardır. Hadiste ise,
nafaka karşılığında faydalanmadan bahsedilmektedir. O halde, diğer bir
rivayette de açıkça ifade edildiği üzere nafaka sebebiyle binmek ve süt sağmak
mürtehine mahsustur. Hammâd b. Seleme'nin Câmi'inde şu lafızla bulunan rivayet
bu manayı te'yid etmektedir: "Bir kimse bir koyunu rehin alsa verdiği ot
mikdannca sütünden içebilir. Fakat, otun parasından daha fazla süt alırsa bu
ribâdır."
Bu hadis; ihtiyaç
olduğu zaman râhinin izni olmasa bile mürtehinin rehinden istifade
edilebileceğine delildir. Ahmed, İshak, Leys, Hasen ve başkaları da böyle
demişlerdir."
İbn Kudâme de:
el-Muğnî adındaki eserinde Hanbelîlerin görüşünü şöyle savunmaktadır:
"Hayvanın nafakası lâzımdır, mürtehinin de bu hayvanda hakkı vardır. Bazan
onun hakkını alması, rehnin gelirinden ve mâlikinin vazifesi olan bir şeyi ona
niyabeten yapmakla olur. Bu; kadının nafakasını kocasının izni almadan onun
malından almasına benzer."
3- Bu
konudaki hadis ve asılların te'lifi mümkündür. Şöyle ki;
Râhin, hayvanın
gıdasını teminden kaçınırsa, mürtehin hayvanın sağlığını korumak ve alacağının
teminatını sürdürmek için hayvanı besler. Buna karşılık da sütünü içebilir,
sırtına binebilir. Ancak, içilen sütün kıymeti, hayvana yedirilen yemin
kıymetinden daha fazla olmamalıdır.
Bu görüş
Avnii'l-Ma'bud'da; Evzaî, Leys ve Ebû Sevr'e nisbet edilmektedir.
Şu ana kadar, hadisin
ulema tarafından anlaşılış şekli ve bundan çıkan farklı hükümleri verdik^
Taraflardan her birinin diğerlerinin delillerine itirazları ve bunlara
cevaplar vardır. Biz, daha fazla tafsilata girmek istemiyoruz. Ancak rehinle
ilgili genel hükümlere çok öz olarak işaret etmek istiyoruz:
1) Rehin;
alacaklının, alacağını teminat altına almak için borçludan bir mal almasıdır.
2) Alışveriş
esnasında rehin şart koşulması akde zarar vermez.
3) Rehn, her
türlü maldan olabilir.
4) Diğer
akitlerde olduğu gibi, rehinde de tarafların icab ve kabulü şarttır.
5) Mürtehin,
rehnedilen malı teslim alınca, onun damâmna girmiş olur. Dolasıyla, mal
mürtehinin elinde telef olsa, onun kıymeti kadar bedel borçtan düşer. Ancak,
rehnedilen malın kıymeti, borçtan fazla ise, bu fazlalık
İmam Şafiî'ye göre;
merhûnun tamamı mürtehinin elinde emanettir. Dolayısıyla mürtehinin kusur ve
kasdı olmadan merhûn mal telef olsa olduğu gibi râhinden gider. Mürtehinin
alacağı aynen devam eder.
6) Mürtehin,
râhinin izni olmadan merhûn maldan istifade edemez.
7) Borçlu
borcunu ödediği zaman, mürtehin rehni iade etmek mecburiyetindedir.
8) Mürtehin,
rehni kendisi muhafaza edebileceği gibi, karısı, çocuğu ve hizmetçisi
vasıtasıyla da muhafaza edebilir. Bir yed-i emine teslim etmesi de caizdir.
9) Mürtehin,
rehni hakkı olmayan bir şekilde kullanırsa, onu gasbetmiş gibi dâmin olur.
10) Rehnin
korunduğu binanın, koruyan bekçinin ve güden çobanın ücreti mürtehine aittir.
Rehinin beslenmesi (nafakası) ise râhinin borcudur.
11) Meyveli
ağaç rehnedildiği takdirde meyveler de rehne dahildir. Ama, ağaç değil de
sadece meyve veya tarla istisna edilerek sırf ekin rehin verilemez.
Rehin verildikten sonra,
malda meydana gelen verimin (hayvanın yavrusu, ağacın meyvesi gibi) rehne
dahil olup olmayacağı, âlimler arasında ihtilaflıdır.
Hanefîlere göre;
hayvanın yavrusu ve ağacın meyvesi asılları ile birlikte rehin sayılır. Ancak
daman konusunda asıl rehnedilen malla yavrusu arasında fark vardır. Rehnedilen
mal mürtehinin damânındadır, sonradan dünyaya gelen yavru ise emanettir.
Şâfiîlere göre ise;
esas maldan ayrı olan ürün rehne dahil değildir.
12) Yed-i
emine teslim edilen mal telef olsa, mürtehinin elinde telef olmuş sayılır.
13) Râhin,
rehni mürtehinin izni olmadan satarsa satış, mürtehinin iznine mevkuftur. İzin
verirse satış geçerli, aksi halde geçersizdir.
14) Mürtehin
rehni, geçici olarak iâreten râhine verebilir. Bu durumda mal, mürtehinin damânmdan
çıkmış olur.
Aslında rehn; İslâm
hukukunun en geniş konularından birisidir. Bu geniş konunun bu kadar dar bir
çerçevede anlatılması mümkün değildir. Ama bizim işimiz hadisi anlamak ve
hadisten çıkan hükme işaret olduğu için bu kadarla yetindik, konuya ana
hatlarıyla ışık tutmaya çalıştık. Daha geniş bilgi edinmek isteyenler fıkıh
kitaplarına müracaat etmeliler.[578]
3527... Ömer
b. el-Hattâb (r.a)'dan, Rasülullah (s.a)'ın şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir:
"Allah'ın kulları
arasında öyleleri var ki, peygamber ve şehit değildirler, ama kıyamet günü
Allah katındaki mevkilerinden dolayı peygamberler ve şehitler onlara
imrenirler.”
Ya Rasûlallah, onlar
kim? Bize haber verir misin? dediler.
"Onlar,
aralarında alıp verdikleri bir mal ve akrabalık olmadığı halde Allah'ın ruhu
ile birbirlerini sevenlerdir. Vallahi onların yüzleri nurdur ve kendileri nur
üzerindedirler. İnsanlar korktuğu zaman onlar korkmaz, insanlar üzüldüğünde
onlar üzülmezler." buyurdu ve: "Haberiniz olsun, Allah'ın sevgili
kullarına korku yok, onlar üzülecek de değillerdir."[579]
âyetini okudu.[580]
Bu hadis; Sünen-i Ebû
Dâvûd nüshalarının çoğunda yoktur. Lü'lüî'nin rivayetinden değil, İbn Dâse'nin
rivayetindendir. Hattâbî'nin üzerine şerh yaptığı nüshada mevcuttur. İbnü'l-Münzir,
et-Tergîb'de bu hadisi almış ve Ebû Davud'un rivayet ettiğini söylemiştir.
Hadisin, rehn
konusuyla hiçbir ilgisi yoktur. Buna rağmen musannifin bu hadisi rehn babında
vermesi, rehne muhtaç olanlara yardım ve iyiliğe teşvik için olmalıdır.
Hadis-i şerifteki,
"Allah'ın ruhu ile birbirlerini severler" cümlesindeki
"ruh" kelimesi Kur'an-ı Kerim olarak izah edilmiştir. Nitekim Şûra
sûresinin 52. âyetindeki "ruh" kelimesi de "Kur'an" diye
tefsir edilir. Buna göre bu cümlenin manası, "Allah'ın Kur'an'ı ile
birbirlerini severler" şeklinde anlaşılacaktır. Kur'an'a ruh denilmesi;
nefis ve bedenler ruhla yaşadığı gibi, kalplerin de Kur'an'la hayat bulmasından
dolayıdır.[581]
3528...
Umâre b. Umeyr'in, halasından rivayet ettiğine göre; o (Umâre'nin halası);
Hz. Âişe (r.anha) ya:
Kucağımda bir yetim
var, onun malından yiyebilir miyim? diye sordu.
Âişe (r.anha) de:
Rasûlullah (s.a):
"İnsanın yediği şeylerin en temizi kendi kazancından olanıdır ve kişinin
çocuğu onun kazanandandır" buyurdu, dedi. [582]
Yetimin, insanın
kucağında olmasından maksat, onun yanında olması onunla birlikte oturmasıdır.
Hadis-i şerif, insanların yediği gıdanın en güzelinin kendi kazancından elde ettiği
olduğunu bildiriyor. Çocuk; kişinin besleyip büyüttüğü, yetişmesi için büyük
gayretler gösterip fedakârlıklara katlandığı bir varlık olduğu için, o da
babasının kazancı kabul edilmiş ve malı da kişinin kazancı cümlesinden
sayılmıştır.
Hadisten elde edilecek
diğer bir hüküm; ana babanın nafakasının çocukları üzerinde bir borç
olduğudur.
Alimler, anne babanın
nafakalarının çocuklara borç olduğunda ittifak halindedirler. Ancak bazıları
bunu mutlak olarak gerekli görürken, bazıları ana babanın nafakalarının çocuğa
farz olmasını onların fakir ve düşkün olması ile kayıtlamışlardır.
Hattâbî'nin
belirttiğine göre; âlimlerin çoğunluğu birinci, İmâm Şafiî de ikinci görüşü
benimsemişlerdir. Yani âlimlerin çoğuna göre ana baba zengin ve güçlü de
olsalar, çocukları onları beslemek zorundadırlar. İmam Şafiî'ye göre ise; ana
baba zenginse çocuk onların nafakasını temine mecbur değildir, fakirseler
mecburdur.[583]
3529...
Hz.Âişe (r.anha)'den, Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"İnsanın çocuğu,
kazandıklarının en iyilerindendir. Onların mallarından yiyiniz."
Ebû Dâvûd dedi ki:
Hammâdb. Ebı Süleyman,
hadiste: "İhtiyaç duyduğunuz zaman" sözünü ilave etti, (ama) o
münkerdir.[584]
Çocuğun, babasının
kazancı sayılması mecazi bir ifadedir. Yoksa gerçek manada çocuk kazanç olamaz.
Çünkü kazanç mal cinsinden olabilir. Çocuk ise mal değildir.
Hammâd'ın
rivayetindeki ilâve, ana babanın çocuklarının mallarından yiyebilmelerinin
muhtaç olmaları hali ile kayıtlı olduğunu göstermektedir. Yukarıdaki hadisin
izahında da temas edildiği üzere bu, îmam Şafiî'nin gö-rüşüdür.
Ancak Hammâd'ın
rivayetindeki ilâve münkerdir.
Bezlü'l-Mechûd'da; Ebû
Davud'un Hammâd'ın rivayetindeki ilâve için "münkerdir" demesi, hadis
ıstılahından bir sapma olarak değerlendirilmektedir. Çünkü münker, zayıf bir
ravinin sika ravilere muhalefet etmesidir. Bu hadiste ise böyle bir muhalefet
sözkonusu değildir. Çünkü metindeki bir ilâve, daha güçlü bir ravinin
rivayetine çelişki değildir. Bu ilâve olsa olsa müstakil bir hadis sayılabilir.
Eğer zayıf ravinin rivayetindeki ilâve, sika ravinin rivayetine zıt sayılsa
bile bu, münker değil, şâz olur.
Âlimlerin cumhuruna
göre; anne baba ister muhtaç olsun ister olmasın, çocuklarının mallarından
yiyebilirler. Onlara danışmalarına gerek yoktur.[585]
3530... Amr
b. Şu'ayb'ın, babası kanalıyla dedesinden rivayet ettiğine göre; bir adam Hz.
Peygamber (s.a)'e gelip:
Ya Rasûlallah, benim
malım var, çocuğum var, fakat babam malımı bitirecek, dedi.
Rasûlullah (s.a) da:
"Sen ve malın
babana aitsiniz. Şüphesiz çocuklarınız, kazancınızın en temizlerindendir.
Çocuklarınızın kazancından yiyiniz" buyurdu.[586]
Metindeki, "Babam
malımı bitirecek" cümlesindeki kelimesi; "malın tamamını almak,
tüketmek, kökünü kazımak" manalarına gelir. Bu kelime bazı nüshalarda
"muhtaçtır" şeklindedir. Buna göre cümle, "Babam malıma ihtiyaç
duyuyor" şeklinde olur. Bu kelime "ihtiyaç duyuyor" şeklinde
kabul edilirse hadisin manası izaha ihtiyaç duymayacak kadar açıktır. Fakat
"bitirecek, tüketecek" şeklinde olduğu takdirde kelimenin te'vili
gerekecektir. Bu kelimenin izahı sadedinde Hattâbî şöyle demektedir:
"Hz. Peygamber
(s.a)'e sofu soran zâtın; babasının, malını tüketeceği tarzındaki sözlerinden
maksadı, babasına vereceği nafaka sebebiyle malının tükenmesidir. Yani,
babasına vereceği nafakaya, malının fazlası ve geliri kâfi gelmemekte, aslına
da tecavüz etmektedir. Ama Rasûlullah (s.a), adamın mazeretini kabul etmemiş,
babasının nafakasını vermeme konusunda ruhsat vermemiştir. Aksine, sen ve
malın babana aitsiniz, buyurmuştur. Bu sözün manası şudur: Eğer malın kâfi
geliyorsa, baban senin malından ihtiyacı kadarını alır. Ama senin malın yoksa
veya kâfi gelmiyorsa o zaman çalışacaksın ve babanın nafakasını
vereceksin."
Bu hadisin İbn
Mâce'deki bir rivayeti, Câbir (r.a)'den nakledilmiştir.[587]
3531...
Semüre b. Cündüb (r.a)'den rivayet edildiğine göre; Rasûlullah (s.a) şöyle
buyurmuştur:
"Bir kimse,
malını birisinin yanında bulursa onu almaya (herkesten daha fazla) hakkı
vardır. Malı satın alan da (parasını) satıcıdan alır."[588]
Sarihlerin
belirttiklerine göre bu hadis; çalınan, gasbedilen veya kaybolan mallarla
ilgilidir.
Bu hadisten
anlaşıldığına göre bir kimsenin malı çalınsa veya gasbedilse ya da kaybolsa ve
adam malını birisinin elinde bulsa; malını geri almak için o şahsı dava eder.
Mal elinde olan kişi, "Ben bunu başkasından satın aldım, git davanı onunla
hallet" diyemez. Mal sahibi malını alır, malı elinde bulunduran şahıs da
parasını onu satın aldığı kişiden alır.[589]
3532...
Hz.Âişe (r.anha)'den rivayet edildiğine göre; Muâviye'-nin annesi Hind,[590]
Rasûlullah (s.a)'a gelip:
Şüphesiz Ebû Süfyân
cimri bir adamdır. Bana ve çocuklarıma yetecek malı vermiyor. Onun malından bir
şey almamda bana bir vebal var mı? dedi.
Hz. Peygamber (s.a):
“Örfe göre
sana ve çocuklarına
yetecek kadarını al” buyurdu.[591]
Metinde görüldüğü
üzere, Ebû Süfyân'ın hanımı Hind, Hz.Peygamber (s.a)'e gelerek, kocasının
cimriliğinden bahisle, onun kendisinin ve çocuklarının ihtiyacını karşılayacak
malı vermediği için şikâyette bulunmuştur. Ebû Süfyân'ın cimriliğini de
"şahîh" sözü ile ifade-lendirmiştir. Arapçada cimri için kullanılan
esas kelime "bahîP'dir. Ancak "şahîh", "bahîl"den daha
geneldir. "Bahû"\ malı vermeyen kişiye denilir. "Şahîh" ise
her halükârda hiçbir şey vermeyen kişidir.
Hind, Hz. Peygamber
(s.a)'e kocasının, nafakasını vermekte kusur gösterdiğini şikâyet ettikten
sonra, onun haberi olmadan malım alıp alamayacağını sormuş,-Efendimiz de örf
mikdarınca kendisine ve çocuklarına yetecek mikdarı alabileceğini söylemiştir.
Aliyyü'1-Kârî,
buradaki örften maksadın şer'î örf olduğunu ve bunun da orta halli bir nafaka
olduğunu söyler. Fethu'l-Bârî'de ise, hadisteki örften maksadın halkın örfü
olduğu ifade edilmektedir.
Hâttâbî, bu hadisin
ihtiva ettiği fıkhî hükümleri şu şekilde beyan etmektedir:
1-
Kadınların nafakaları, kocalarına aittir.,
2- Çocukların
nafakaları, babaları tarafından temin edilecektir.
3- Kocaya
veya babaya borç olan nafaka ihtiyaca yetecek miktardır.
4- Hâkimin
bildiği bir konuda, delile ihtiyaç duymadan kendi bildiği ile hükmetmesi
caizdir.
5- Mahkeme
meclisinde bulunmayan bir kişi aleyhine hüküm vermek caizdir.
Hanefîlere göre; bu
caiz değildir. Hz. Peygamber'in yaptığı hüküm vermek değil, fetva vermektir.
6- İhtiyaç
halinde, bir kimsenin bazı kusurlarının söylenilmesi caizdir.
7- Bir
kimse, kendisine borcu olan kişi borcunu vermekten imtina ettiği takdirde;
yanında borçlunun malı bulunursa, o maldan hakkını alabilir. Bu malın
alacaklının alacağı olan mal cinsinden olması şart değildir. Çünkü cimri olan
birisinin, kişinin ihtiyacı olan her türlü malı toplayıp biriktirmesi mümkün
olmaz.
Hattâbî'nin
belirttiğine göre; bazı âlimler bu hadisin ifade ettiği manadan istifade ile,
kadının hizmetçisinin nafakasının da kocasına ait olacağı hükmüne varmışlardır.
Çünkü Ebû Süfyân bir kavmin reisidir. Onun durumunda olan birisinin, ne kadar
cimri olursa olsun ailesinin nafakasını teminde ihmal göstermesi mümkün olmaz.
Bu yüzden hadiste sözkonusu edilen nafaka, Hind'in hizmetçisinin nafakasıdır.
Hizmetçi, kişinin kendi zım-nına dahil olduğu ve onun cümlesinden sayıldığı
için Hind: "O bana ve çocuklarıma yetecek şeyi vermiyor" demiş,
hizmetçiyi sözkonusu etmemiştir.
Hattâbî'nin bu
hadisten çıkardığı hükümlerden yedincisi âlimler arasında ihtilaflıdır.
Hattâbî'nin vardığı sonuç, İmam Şafiî ve bir grup âlimin görüşüdür.
Hanelilerden sâhibeyn de bu görüştedir. İbn Âbidin: "Bugün İmam Şafiî ve
sâhibeyn'in görüşüne göre fetva verilir" demektedir.
İmam Ebû Hanîfe'den
gelen bir rivayete göre; alacaklı borçlunun izni olmadan hakkını alamaz. Diğer
bir rivayete göre ise, eğer kendi alacağı cinsinden mal bulursa alır, aksi
halde alamaz. Ancak altın yerine gümüş veya gümüş yerine altın alabilir.
imam Mâlik'ten,
yukarıda geçen her üç görüş de rivayet edilmiştir.
Ahmed b. Hanbel'e göre
de; alacaklının, borçlunun izrii'olmadan alacağını tahsil etmesi caiz
değildir.[592]
3533...
Hz.Âişe (r.anha)'den rivayet edildiğine göre;
Hind, Rasûlullah
(s.a)'a gelip:
Ya Rasûlallah! Ebû
Süfyân sıkı bir adamdır. Onun izni olmadan, ailesi için malından harcamamda
bana vebal var mı! dedi.
Rasûlullah (s.a):
"Hayır, örf mikdarınca
harcamanda sana günah yoktur" buyurdu.[593]
Bu hadis de, önceki
hadisin başka bir rivayetidir. Aralarında bazı lafzî farklılıklar varsa da mana
ve hüküm olarak birdirler. Burada, yukarıdaki hadiste söylenenlere ilâve
edilecek bir şey yoktur.[594]
3534...
Yusuf b. Mâhek el-Mekkî'den rivayet edilmiştir, der ki: Ben falanın velayetinde
olan yetimlerin nafakasını yazardım. (Yetimler büyüyünce hesapta) bin dirhem
yanlışlık yaptılar. Yetimlerin velisi olan da yetimlere bu fazla parayı ödedi.
(Bilâhare) ben yetimlerin mallarından, verilen o fazlalığın misline (bin
dirheme) eriştim ve veli olan adama: Senden alıp götürdükleri bin dirhemi
alayım mı? dedim.
Hayır, alma; babam
bana, Rasûlullah (s.a)'ı: "Sana emniyet edene emanetini öde, sana hıyanet
edene de hıyanet etme" buyururken duyduğunu haber verdi, dedi.[595]
Hadisin isnadında
bilinmeyen bir ravi vardır. Bu hal, hadisin sıhhati için bir kusurdur.
Şerhlerde, Yusuf b. Mâhek'in "falan" dediği kişinin ismine temas
edilmemiş, hatta bu zâtın isminin bulunamadığına dikkat çekilmiştir.
Hadisi terceme ederken
metne sadık kalmaya gayret ettiğimiz için anlaşılmasında güçlük çekilebilir.
Onun için hadisin manasını açıklamak istiyoruz:
Yusuf b. Mâhek el-Mekkî adındaki zât, bir adamın yanında kâtiplik yapar,
o kişinin velayeti altında bulunan yetimlerin nafakalarını yazarmış. Yetimler
büyüyüp , buluğ çağına gelince, velileri olan şahıstan mallarını almışlar.
Ancak mallarını hesap ederken yanlışlık yapmışlar (yanlışlığın kasdi mi yoksa
hataen mi olduğuna dair bir açıklık yok) ve haklan olandan bin dirhem fazla
istemişler, veli de bu parayı vermiş. Daha sonra Yusuf b. Mâhek, yetimlere ait
bin dirhem kadar bir mal ele geçirmiş ve patronuna, fazladan olarak verdiği bin
dirhemi bu paradan alıp alamayacağını sormuş, adam da; "Hayır alma, çünkü
babam Rasûlullah'ın: "Sana güvenene hakkını ver, hıyanet edene de hıyanet
etme" buyurduğunu haber verdi." demiştir.
Bu hadisin zahiri; hak sahibinin borçlu durumdaki şahsın izni olmadan
borçludan hakkını alamayacağına delâlet etmektedir. Halbuki bir önceki hadis;
hak sahibinin, borçlunun malını bulduğu takdirde hakkını alabileceğini ifade
etmekte idi. Bu durumda iki hadis arasında bir çelişki sözkonusu olmaktadır.
Hattâbî bu konuya temasla şöyle demektedir:
"Zahire göre bu
hadis, Hind hadisine muhalif sayılmaktadır. Ama aslında bu iki hadis arasında
bir muhalefet söz konusu değildir. Çünkü hain, hakkı olmayan bir şeyi zulmen ve
düşmanlıkla alan kimsedir. Ama hasmının malından hakkını almasına izin verilen
kişi hain değildir. Bu hadisin manası, sana hıyanet eden kişiye, onun
yaptığının aynısıyla muamele ederek hıyanet etme, demektir. İkinci şahıs, hain
değildir; çünkü o kendi hakkı olan bir şeyi almıştır. Birincisi ise başkasına
ait bir hakkı gasbetmiştir.
Mâlik b. Enes:
"Bir adam, başka birine bin dirhem emanet etse ve emanet edilen şahıs bu
parayı inkâr etse, sonra da inkarcı emanet bırakana bin dirhem emanet etse,
ikinci emanet edilenin bu parayı inkâra hakkı yoktur.'1 derdi. İmam Mâlik'in
arkadaşı İbnü'l-Kasım: "Zannediyorum o bu hadise istinaden böyle
derdi" der.
Hanefîlere göre;
ikinci emanetçinin inkâr edilen parasına kısas olarak, kendisine emanet edilen
bin dirhemi inkâra hakkı vardır. Ama emanet bırakılan İlk mal buğday, ikinci
mal arpa olursa caiz olmaz. Çünkü bu takdirde yapılan muamele, satım muamelesi
olur. Aynı cinsten olduğunda ise kısastır.
İmam Şafiî'ye göre
ise, her halükârda ikinci şahsın hakkını alma yetkisi vardır. Şafiî'nin
dayanağı Önceki Hind hadisidir."
Görüldüğü gibi Hattâbî
bu sözleri ile, bir taraftan iki hadis arasında varlığı zannedilen ihtilâfı
bertaraf etmekte, diğer yönden ise konu ile ilgili görüşleri ortaya
koymaktadır.
Hadis-i şerifte Hz.
Peygamber (s.a)'in: "Sana emniyet edene emanetini öde, hıyanet edene de
hıyanet etme" buyurduğu belirtilmektedir. Buradaki, "sana emniyet
edene" ifadesinin iki manaya ihtimali vardır:
1- Sen
emanetçi isen, sana bir şey emanet edilmişse,
2- Sana bir
şey emanet edildiği zaman, senin emin birisi olduğuna inanılırsa.
Mana ne olursa olsun,
hadis-i şerifte kendisine güvenilen kişinin bu güvenin gereğini yapması
gerektiği, hak sahibine hakkını vermesinin icabettiği bildirilmektedir. Hıyanet
eden bir kişiye de hıyanetinin aynı ile mukabele edilemeyeceği de hadisin
muhtevası içerisindedir.[596]
1. Yetimlerin
malını idare etmekle görevli olan vasiler, hesabı ıyı tutmalıdırlar.
2. Emanete
hıyanet caiz değildir.
3. Emanet,
ehline iade edilmelidir.[597]
3535... Ebû
Hureyre (r.a)'den, Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Sana güvenene
emaneti öde, sana
hıyanet edene hıyanet etme.”[598]
Tirmizî, bu hadis
için; "Hasen garib" demiştir. Hadis önceki hadisin son böıumu üe aynıdır.
Burada, orada söylenenlere eklenecek bir şey yoktur.[599]
3536... Hz.
Âişe (r.anha)'den rivayet edildiğine göre: Hz. Peygamber (s.a) hediye kabul
eder ve karşılığında hediye verirdi.[600]
Açıklama
Hadisin; İbn Ebî
Şeybe'nin rivayetinde Rasûhıllah'ın, kabul ettiği hediyeye daha iyisi ile
mukabelede bulunduğu belirtilmektedir.
Hz. Peygamber (s.a)'in
hediye kabul etmesi, onun kereminden ve güzel ahlâkındandır. Çünkü hediye ile
insanların birbirlerine olan sevgi ve bağlılıkları artar. Efendimiz bir başka
hadisinde: "Hediyeleşiniz, birbirinizi seviniz" buyurmaktadır.
Hediye yemek, Hz.
Peygamber (s.a)'in özelliklerindendi. O, sadaka kabul etmezdi. Çünkü sadaka
insanların kiri idi. Ama hediye öyle değildir.
Hadiste, Rasûlullah
(s.a) Efendimizin, kendisine yapılan hediyeye hediye ile karşılık verdiği
ifade edilmektedir. Sarihlerin belirttiğine göre; bu karşılık, kendisine hediye
edilen nesnenin kıymetinden daha az olmazdı. Hatta az önce işaret ettiğimiz
gibi İbn Şeybe'nin rivayetine göre, Hz. Peygamber'-in verdiği şey, aldığı
hediyeden daha değerli olurdu.
Hz. Peygamber'in
kendisine verilen hediyenin karşılığını vermesi; insanlara karşı minnet borcu
altında kalmaması içindi. Çünkü minnet borcu, davetin sonucunu menfi bir
şekilde etkileyebilir. Ayrıca hediye davete karşılık bir ücret gibi telakki
edilebilir. Halbuki Efendimiz, peygamberlik görevi karşılığında ücret almaz.
Şûra sûresinin 23. âyetinde: "De ki; ona karşılık sizden bir ücret
istemem" buyurulmaktadır.
Bir de meselenin şu
yönü var: Hâkimlerin ve idarecilerin hediye almaları rüşvettir. Hz. Peygamber
(s.a) de kavminin lideri idi. Dolayısıyla onun lediye alıp da karşılığında bir
şey vermemesi münasip olmazdı. Bazı âlim-er; "Yaptığın iyiliği çok görerek
başa kakma"[601]
manasına gelen âyetin Hz. Peygamber'e has olduğunu, daha fazlası ile karşılık
almak için hediye vermek manasına geldiğini söylerler. Bu âlimlerin dediklerine
göre Rasûlullah s.a)'dan başkalarının daha iyisi ile mukabele görmek maksadı
ile hediye ver-neleri caizdir.
Mâlikî âlimlerinden
bazıları bu hadisle istidlal ederek, verdiği hediye karlılığında mükafat
alması âdet olan kişilere -fakirin zengine verdiği hediye pbi- verdikleri
hediyeye mukabil bir şeyler vermenin vacip olduğunu söyler-er. Zenginin fakire
hediye vermesi ise böyle değildir. İmam Şafiî'nin kavl-i [adîmi de böyledir.
Hanefîler ve
Şâfiîlerin görüşüne göre; karşılık almak için hediye vermek bâtıldır. Çünkü bu,
bilinmeyen bir bedel karşılığında mal satmak denektir. Üstelik hediyenin temel
esprisi teberrudur. Şu kadar var ki, hediye verılirken bir karşılık şart
koşulmuşsa bu şarta uyulması gerekir.
Hattâbî, bazı âlimlere
nisbet ederek; karşılık verilip verilmemesi itibariyle hediyeyi üç grupta
mütâlâa eder:
1- Bir
kimsenin, kendisinden daha aşağı durumda olana hediye verme-i, bir şey hibe
etmesi halinde bir karşılık verilmesi gerekmez. Çünkü bu, ıir ikram ve
lütuftur. Patronun işçisine hibede bulunması bu kabildendir.
2- Zayıfın
kuvvetiyle, küçüğün büyüğe, fakirin zengine hibe etmesi, hediye vermesi. Bu
durumda karşılık vermek gerekir. Çünkü burada hediye vermekten maksat, menfaat
sağlamaktır.
3- Bir
kimsenin, kendi dengi olan birine hibe etmesi. Bu şekildeki hibede esas olan
sevgi ve yakınlıktır. Onun için bir karşılık vermesi gerekmez. Ama, hediye
verilirken karşılık verilmesi şart koşulmuşsa o zaman karşılık verilmesi
icabeder.
Hattâbî'nin;
isimlerini zikretmeden bu görüşleri kendilerine isnad ettiği âlimler, bazı
Mâlikîlerdir. Yukarıda da işaret ettiğimiz üzere, Hanefî ve Şâfiîlere göre
hediye karşılığında bir şey vermek şart değildir. Ama hibe eden hediye verirken
mukabilinde bir şey şart koşsa o şarta uymak gerekir.[602]
3537... Ebû
Hureyre (r.a)'den, Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Vallahi, bu
günden sonra, Kureyşli Muhacirlerden, Ensârdan, Devslilerden ve Sakîflilerden
başka hiç kimseden hediye kabul etmeyeceğim."[603]
Hadis-i şeriften anladığımıza
göre, Hz. Peygamber (s.a), insanlardan hediye kabul ederdi. Fakat bir gün,
artık Kureyşli Muhacirler, Ensâr, Devs, ve Sakîf kabilelerine mensup olanlardan
başka hiç kimseden hediye almayacağına yemin etti. Hz. Peygamber (s.a)'in böyle
bir yemin etmesine sebep; Tirmizî'nin rivayetine göre; bir bedevinin Efendimize
bir şey hediye edip karşılığını istemesi idi.[604]
1.
Hediyeleşmek meşrudur.
2. Kişi
verilen her hediyeyi kabul
etmek mecburiyetinde değildir.
3. Mubah
olan bir şeyi yapma veya yapmama konusunda yemin caizdir.[605]
3538... İbn
Abbas (r.anhüma)'dan, Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Hibesinden
dönen, kusmuğunu tekrar yutan gibidir."
Hemmâm, Katade 'nin;
"Biz kusmuğu ancak haram olarak biliriz" dediğini söyledi.[606]
3539... İbn
Ömer ve İbn Abbas (r.anhürn)'dan, Hz. Peygamber (s.a)'in şöyle buyurduğu
rivayet edilmiştir:
“Bir kimsenin bir şey
bağışlayıp veya bir şey hibe edip de bundan dönmesi helâl olmaz. Ancak baba
çocuğuna verdiğini geri alabilir. Bir bağışta bulunup da onu geri isteyen
kişinin durumu; (bir şey) yiyen, doyduğu zaman kusan, sonra da kusmuğunu tekrar
yiyen köpeğin durumu gibidir."[607]
3540...
Abdullah b. Amr'dan, Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Hibe ettiği şeyi
geri isteyen kişinin hali, kusup da kusmuğunu yiyen köpeğin hali gibidir. Hibe
eden kişi verdiğini geri istediği zaman, durdurulsun ve istediği şey kendisine
tarif edilsin, sonra da hibe ettiği şey:ona verilsin."[608]
Bu babda geçen üç
hadisin ifade ettikleri hükümfaynı istikamette olduğu için, hepsinin izahını
birlikte ele almayı uygun bulduk.
Hibe; sözlükte;
faydası olan mal veya başka bir şeyi, bir başkasına ulaştırmaktır. İstılahta
ise; bir malı karşılıksız olarak bir başkasına temlik etmek (mallığına vermek)
tir.
Hibede bulunan kişiye
"vâhib", kendisine hibe edilene "mevhûbun leh", hibe edilen
mala da "mevhûb" denilir.
Bu hadislerden ilki,
mutlak olarak ve herhangi bir ayırım yapmadan, hibe eden kişinin hibesinden dönemeyeceğine,
ikincisi ise çocuğuna bir şey hibe edenin dışında hiçbir kimsenin hibesinden
dönemeyeceğine delâlet etmektedir. Bu iki hadisin zahirine göre, vâhibin
hibeden dönmesi haramdır. Üçüncü hadis ise, vâhibin hibeden dönmesinin caiz ama
mekruh olduğuna işaret etmektedir. Çünkü son hadiste Efendimiz, hibesinden
dönen kişinin halini, kusmuğunu yutan köpeğin haline benzetmiş ve yerdiğini
geri isteyen kişiye önce yaptığı işin köpeğin kusmuğunu yemesine benzediğinin
anlatılmasını, sonra da verdiğinin iade edilmesini istemiştir. Bu.tarz,
hibeden dönmenin kerâhatla caiz olduğunun delilidir.
Hibe edenin,
hibesinden dönmesinin hükmü âlimler arasında ihtilaflıdır.
Nevevî'nin
belirttiğine göre; İmam Şafiî, İmam Mâlik ye Evzaî'ye göre, bir mal hibe eden
kişi hibesinden dönemez, verdiğini geri isteyemez. Sadece çocuğuna ve
torunlarına bir şey hibe eden kişi bu hükmün istisnasıdır. Çünkü baba, çocuğuna
bir şey hibe etse hibeden vazgeçebilir.
Üzerinde durduğumuz
babın ikinci hdisi bu görüşün delilidir.
Hattâbî; babanın
çocuğuna hibe ettiği şeyi geri istemesinin cevazını, ço-jğun malı ve canı ile
babaya ait oluşu ile de delillendirir. Çünkü Hz. Peygamber )s.a), birisine:
"Sen ve malın babana aitsiniz" buyurmuştur.[609]
Hanefîlere göre;
prensip olarak hibeden dönmek caizdir. Çünkü Hz. Pey-amber (s.a) bir hadiste:
"Hibe eden kişi, karşılığını almadıkça hibesine baş-asından daha çok hak
sahibidir" buyurmuştur. Fakat Efendimiz, hibeden önmeyi kusmuğu geri
yutmaya benzettiği için hibeden dönmek mekruhtur.
Hanefî âlimleri,
hibeden dönmenin helâl olmadığını ifade eden hadisi m babın ikinci hadisi-
yorumlarken, bunun; hibeden dönmenin haramlığı-a değil, uygun olmadığına
delâlet ettiğini söylerler. Nitekim, varlıklı birisi-in dilenciyi eli boş
döndürmesinin helâl olmadığı tarzında da hadis vardır, ukarıda belirttiğimiz
gibi, bu babın üçüncü hadisi de Hanefîlerin görüşü in bir delildir. Çünkü
Rasûlullah; hibe ettiğini geri işeyen kişiye yaptığının ötülüğünün
anlatılmasını, sonra da verdiğinin iade edilmesini söylemiştir. ayet hibeden
dönmek caiz olmasaydı Hz. Peygamber böyle demezdi.
Hanefî fakihlerinden
Tahavî, hibeden dönmenin kusmuğu yutmaya bentilmesinin bunun haram olmasını
gerektirdiğini fakat, başka bir hadisteki fbeden dönmeyi köpeğin kusmuğunu geri
yutmasına benzeten ifadenin bu ükmü ters çevirdiğini söyler. Çünkü köpek
mükellef değildir. Dolayısıyla öpeğin kusmuğunu yutması haram olmaz. Öyleyse
buna benzetilen şey (hisden dönmek) de haram olmaz. Hz. Peygamber'in, hibeden
dönmeyi me-stmesi bunun tenzihen mekruh olduğuna delâlet eder. Sübülü's-Selâm
sa-ibi ise; Tahavî'nin bu te'vilini zikrettikten sonra, bunun uzak bir te'vil
oluğunu; hadisin siyakına ters düştüğünü söyler.
Hanefîler, mutlak
manada hibeden dönmeyi caiz görürler; ama bunu nel bir hüküm olarak görmezler.
Bu hükümden yedi şeyi istisna ederler. âtta hibeden dönmeye mani olan şeyleri,
-zabtı kolay olsun diye- bir cüm-nin kelimelerinin harfleri ile
şifrelendirirler. Bu cümle: cümle-dır.
Harflerden her biri, kendilerine hîbe edilen şeyden dönülmesi caiz ollayan bir
sınıfı gösterir. Buna göre:
Hibe edilen malda
meydana gelen bir ziyadeyi gösterir. Yani, yamçı birisine hibe edilen malda
bir fazlalık olmuşsa, hibe eden kişinin o malı :ri alması caiz olmaz.
Hibe eden veya
kendisine hibe edilenin ölmesi. Ölüm, arapçada mevt" demektir.
Kendisine hibe edilen
kişinin, hibeye mukabil bir şey, yani ivaz ermesi.
Hibe edilen malın,
mcvhûbun lehin elinden çıkması, yani hurucu.
Zevciyet, yani
evlilik. Karı koca birbirlerine yaptıkları hibeden dönemezler.
Akrabalık, karabet:
Bir kimse mahremi olan (taraflardan birisi erkek birisi kadın olsa, birbirleri
ile evlenmeleri caiz olmayan akraba) bir akrabasına yaptığı hibeden dönemez.
Ana baba, çocuk, kardeş, amca, hala, dayı, yeğen vs. kişiye mahremdir.
Hibe edilen malın helak olması, yok olması.
İşte Hanefîlere göre
bu yedi yerin dışında vâhib hibesinden dönebilir. Ancak bunun için, ya her iki
taraf razı olmalı, ya da hibeden dönmek hâkimin hükmüne dayanmalıdır.
Merginanî, bu şartı; hibeden dönmenin ceva-zındaki ihtilâfa bağlar. Aynî ise,
Hidâye şerhi el-Binâye'de; hibeden dönülebilmesi için tarafların rızası veya
hâkimin hükmünün şart oluşu için başka sebepler de zikreder.
Hibeden dönmek
konusunda Ahmed b. Hanbein mezhebi de Şafiî'nin mezhebi gibidir.[610]
3541... Ebû
Ümâme (r.a), Hz. Peygamber (s.a)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Bir kimse, bir
(din) kardeşi için şefaatte bulunur da, kardeşi onun şefaati üzerine hediye verir,
o da kabul ederse ribâ kapılarından büyük bir kapı açmıştır.”[611]
Hadis-i şerif bir
müslümanın işini yapmak için aracı olan kişinin aracılığı karşılığında aldığı
hediyenin ribâ cinsinden bir şey olduğuna işaret etmektedir.
Fethıı'l-Vedûd'da,
konu ile ilgili olarak şöyle denilmektedir:
"Çünkü iyi olan
şefaat teşvik edilmiştir. Hatta bazan insanların işini yapmak için aracı olmak
vacip olur. Bu durumda şefaat karşılığında ücret almak, onun ecrini zayi eder.
Ribâ da helâli zayi eder." Fethu'l-Vedûd sahibinin bu sözlerinden
anlaşıldığına göre; şefaatta bulunmak karşılığında hediye almak haram
değildir. Fakat, o hareket için alınacak olan sevabın kaybolmasına sebeptir.[612]
3542... Nu'man
b. Beşîr (r.a)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: Babam bana bir mal
bağışladı. -Ravilerden İsmail b. Salim: "Bir kölesini bağışladı"
der.-
Annem, Ravâha'mn kızı
[Amra]:
Rasûlullah (s.a)'a
git, onu bu bağışa şahit tut, dedi. Babam, Rasûlullah'a gidip [onu şahit
tuttu], hâdiseyi ona anlatıp dedi ki:
Ben oğlum Nu'man'a bir
mal bağışladım. Ama Amra, (Nu'manın annesi) buna, seni şahit tutmamı istedi.
Rasûlullah (s.a):
"Senin başka
çocuğun var mi?"
Evet, var.
"Hepsine Nu'man'a
verdiğin gibi mal verdin mi?"
Hayır, vermedim.
Rasûlullah (s.a):
Bazı râvilerin
dediğine göre- "Bu zulümdür"; -bazılarının dediğine göre- "Bu
teldedir,[613] buna başkasını şahit
tut" buyurdu.
Mağîre'nin
rivayetinde, (Rasûlullah):
"İyilik ve
lütufta hepsinin eşit olmaları seni sevindirmez mi?" (buyurdu).
Adam:
Evet, dedi.
Rasûlullah:
"Buna benden
başkasını şahit tut" buyurdu. Mücâhid'in rivayetine göre ise Rasûlullah
(s.a):
“Sana iyilik
yapmaları, senin onlar üzerindeki hakkın olduğu gibi aralarında adaletli
davranman da onların senin üzerindeki haklarıdır" buyurdu.
Ebû Dâvûd, Zührî'nin
rivayeti hakkında der ki:
Bazdan, "Bütün
oğullarına (verdin) mi?"; bazıları, "bütün çocuklarına (verdin)
mi?" dedi.
Bu konuda îbn
EbîHâlid, Şa'bî'den rivayetle: "Senin ondan başka oğulların var mı?"
dedi.
Ebu'd-Duha da Nu'man
b. Beşîr'den rivayetle: "Senin ondan başka çocuğun var mı?" dedi.[614]
3543... Nu'man
b. Beşîr'in haber yerdiğine göre; Babası ona bir köle verdi. Rasûlullah (s.a)
kendisine: "Bu köle nedir?” diye sordu. Nu'man:
Benim kölem, onu bana
babam verdi. Rasûlullah (s.a):
"Sana verdiği
gibi bütün kardeşlerine de verdi mi?"
Hayır.
" Onu geri
ver."[615]
3544...
Nu'man b. Beşîr (r.a), Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Çocuklarınız
arasında adaletli davranınız, oğullarınız arasında adaletli davranınız."[616]
3545...
Câbir (r.a)'den rivayet edilmiştir. Der ki: Beşîr'in karısı:
Oğluma köleni hibe et
ve bana Rasûlullah (s.a)'ı şahit tut, dedi. Beşîr, Hz. Peygamber (s.a)'e gelip
dedi ki:
Falanın kızı, benden
oğluna bir köle hibe etmemi istedi ve [benim için] Rasûlullah'ı şahit tut,
dedi.
Rasûlullah (s.a):
"Onun kardeşleri
var mı?"
Evet.
"Bu doğru
olmaz; ben haktan
başka bir şeye
şahitlik etmem."[617]
Açıklama
Görüldüğü gibi bu
babdaki bütün rivayetler aynı hâdiseyi konu edinmekte ve aynı manayı ifade
etmektedir. Rivayetlerin hepsini göz önünde bulundurarak hâdiseyi şöyle
özetleyebiliriz:
Beşîr (r.a), Ravâha'nm
kızı Amra'den olan oğlu Nu'man'a bir köle bağışlamış fakat Amra; bu bağışa Hz.
Peygamber'in (s.a) tensip ve şehadeti olmadan köleyi kabul etmeyeceğini
söylemiş, bunun üzerine, Beşîr, Nu'man'ı alarak Hz. Peygamber (s.a)'e gitmiş ve
hâdiseyi nakletmiş. Hz. Peygamber (s.a), Beşîr'e başka çocuğunun olup
olmadığını sormuş, olduğunu öğrenince de Nu'man'a veriği gibi diğer
çocuklarına da mal bağışlayıp bağışlamadığını sormuş, Nu'man da
bağışlamadığını söylemiş. Bunun üzerine Hz. Peygamber bunu doğru bulmamış ve
böyle bir olaya şahitlik edemeyeceğini söylemiş.
Kütüb-i Sitte'nin
tamamında yer alan bu hadisin rivayetleri arasında bazı küçük farklılıklar
mevcuttur. Ancak bu farklar, mana ve hükme tesir edecek tarzda değildir. Ya
bazı kelime değişiklikleri, ya da kimilerinin daha muhtasar, kimilerinin daha
mufassal oluşu şeklindedir. Nitekim Ebû Dâvûd'da-ki rivayetler arasında da bazı
farklar vardır.
İslâm âlimleri,
babanın sağlığında çocuklarından bir kısmına mal bağışlayıp bir kısmını mahrum
etmenin caiz olup olmadığında ihtilâf etmişlerdir.
Tâvûs, Atâ b. Ebî
Rebâh, Mücâhid, Urve, İbn Cüreyc, Nehaî, Şa'bî, İbn Şübrüme, Ahmed b. Hanbel,
ve diğer bazı âlimlere göre; babanın, çocuklarından bir kısmını ayırıp, bir
kısmına mal bağışlaması bâtıldır, geçerliği yoktur.
Süfyân-ı Sevrî, Leys
b. Sa'd, Kasım b. Abdurrahmah, Muhammed b. Münkedir, Ebû Hanîfe, Ebû Yusuf,
Muhammed, Şafiî ve bir rivayette Ahmed b. Hanbel'e göre ise; böyle bir hibe
caizdir, ancak mekruhtur. Babanın mal bağışlama konusunda çocuklarına eşit
davranması menduptur. Bu gruptaki âlimler, üzerinde durduğumuz hadisteki emri
nedbe hamletmişlerdir. Yani Hz. Peygamber (s.a)'in mal bağışında çocuklar
arasında eşit davranılmasını emretmesi, bunun vacip oluşuna değil, mendup
oluşuna delâlet eder.
Babanın bazı
çocuklarına mal bağışlamasını caiz görenler; görüşlerini çeşitli delillerle
takviye ederler. Bunlardan Buharı şârihi Aynî'nin en kat'i delil dediği
şöyledir:
Bütün âlimlerin
ittifakı ile sabittir ki, çocukları olan bir baba sağlığında iken malının
tamamını veya bir kısmını yabancı birisine hibe etse bu hibe caizdir. Yabancı birine
malını bağışlama hakkına sahip olan birisinin, kendi çocuklarına bağışlama
hakkı neden olmasın?!
Yukarıda, babanın mal
bağışı konusunda çocukları arasında eşit davranması gerektiğini söyleyenlerden
birisinin de Ahmed b. Hanbel olduğuna işaret etmiştik. Ancak, Ahmed b.
Hanbeî'in görüşü, böyle bir hibenin asla geçersiz olduğu istikametinde
değildir. Hibe geçerlidir, ama babanın bu hibesinden dönmesi vaciptir. Şayet
dönmezse günahkâr olmakla birlikte, kendisine bağış yapılan çocuk mala sahip
olur. Yine Ahmed b. Hanbel'e göre; çocuklardan birisinin borçlu veya muhtaç
olması gibi hallerde, babanın sadece o çocuğa bağışta bulunmasının mahzuru
yoktur.
Bizzat hadisteki bazı
ifadeler de, bu görüşün isabetine delâlet etmektedir. Rivayetlerden birisinde
Hz. Peygamber (s.a): "İyilik ve lütuf ta sana eşit davranmaları seni
sevindirmez mi?" buyurmuştur. Bu ifade, çocuklar arasındaki eşitliğin
vacip değil müstehap olduğunu gösterir.
Yine Efendimiz;
"Buna benden başkasını şahit tut" buyurmuştur. Eğer o çocuğa hibe
caiz olmasaydı Rasûlullah bunu kökten reddeder, başkasını şahit tutmasını
emretmezdi. Çünkü eğer bir çocuğa bağış caiz olmasa idi, her insanın şehadeti
bâtıl olurdu.
Hz. Peygamber'in
asbahmdan, çocuklarının bir kısmını diğerlerine tercih edenlere rastlanmaktadır.
Nitekim Hz. Ebû Bekir, diğer çocuklarına değil sadece Hz. Âişe'ye bağışta
bulunmuştur.
Ebû Yusuf'u, hibe
konusunda çocuklar arasında eşitliği şart koşmayanlar arasında saymıştık. Ancak
bu âlime göre; baba, bir çocuğuna mal bağışlarken diğer çocuklarına zarar
vermeyi kastederse bu hibe caiz değildir.
Hibede çocuklar
arasında eşitliği şart koşan ve bunun müstehap olduğunu söyleyen âlimler,
eşitliğin sıfatında ihtilâf etmişlerdir. Yani, erkek-kız bütün çocuklara eşit
mi davranmak gerekir, yoksa mirasta olduğu gibi erkeğe iki kıza bir mi
verecektir? Muhammed b. Hasen, Ahmed. b. Hanbel, İshak b. Râhûyeh, Şâfillerden
bazı âlimler ve Mâlikîlere göre; çocuklar arasında hibedeki eşitlik mirastaki
gibidir. Yani oğlana iki, kıza bir hisse verilmelidir. Bunların dışındaki
âlimlere göre ise; erkek ve kız arasındaki ikili birli taksim, mirasa aittir.
Hibede adalet, kız erkek hepsine eşit verilmekle sağlanır. Beyhakî'nin İbn
Abbas'tan merfû olarak rivayet ettiği şu hadis bu görüşe delildir: "Atıyye
ve bağışda çocuklar arasında eşit davranınız. Ben çocuklardan birisini üstün
tutacak olsaydım kadınları üstün tutardım."
Hadisin ihtiva ettiği
diğer hükümleri de şöylece özetleyebiliriz:
1- Babanın,
küçük çocuğu üzerine velayet hakkı vardır. Onun malını satma, kabzetme, onun
âdına mal satın alma, hatta kendi malını ona satma hakkına sahiptir.
2- Bir
konuda hâkimi şahit tutmak caizdir. Yani bir hakkın tesbitini hâkimin şehadeti
ile temin caizdir.
3- Hâkimin
bildiği bir konuda kendi bilgisine istinad ederek hüküm vermesi caizdir.[618]
3546... Amr
b. Şu'ayb, babası vasıtasıyla dedesinden Rasûlullah (s.a)'m şöyle buyurduğunu
rivayet etmiştir:
"Kocası ismetine
mâlik olduğu zaman (evli olduğu zaman) bir kadının malında bağışta bulunması
caiz değildir."[619]
3547... Amr
b. Şu'ayb'ın babası vasıtasıyla Abdullah b. Amr (r.a)'den rivayet ettiğine
göre; Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur:
"Bir kadının,
kocasının izni olmadan bağışta bulunması caiz değildir."[620]
Bu iki rivavet aslında
aynı hadistir. Aralarında isnad farklılığı vardır. İbn Mâce'nin rivayetinde;
Hz. Peygamber (s.a)'in bu sözleri hutbe irade ederken söylediğine işaret
edilmektedir.
İlk rivayette,
"Kadının malında bağışta bulunması..." denilmiş, yani mal kadına
izafe edilmiştir. Bunun iki türlü yoruma ihtimali vardır:
1- Maksat,
kadının kendi malıdır. Hz.Peygamber (s.a) kocasının izni olmadan kadınların
kendilerine ait mallardan bağış yapamayacaklarını, hediye veremeyeceklerini
ifade buyurmuştur. Bu durumda, yasak tenzîhen mekruha hamledilir. Kadınlar;
mal idaresinde, mal harcamada yerli yerince hareket edemezler, yaptıklarının
sonucunu hakkıyla değerlendiremezler. Onun için hediye vermek, bağış yapmak
gibi hayır olan şeylerde dahi kocalarına danışmalı, onların iznini
almalıdırlar. Âlimlerin çoğunluğuna göre; bu, iyi geçinme ve kocanın gönlünü
hoş tutma manasınadır.
Malın kadına ait mal
olması durumunda ikinci bir ihtimal daha var ki; o da, kadının reşid olmaması
halidir. Yani kadın reşid olmadığı takdirde malından verdiği hediye veya bağış
kocasının iznine bağlıdır.
Âlimlerin cumhuruna
göre; kadınların kendi mallarından sadaka vermeleri, bağışta bulunmaları,
hediye vermeleri caizdir. Çünkü Rasûlullah (s.a), kadınları sadaka vermeye
teşvik etmiş; onlar da küpelerini, yüzüklerini Bilâl (r.a)'in elindeki bir
torbaya atmışlardır. Bu da kocalarının izni olmadan olmuştur.
Âlimlerden Leys;
kadın, kocasının izni olmadan malının üçte birinden az da olsa hediye veremez, bağışta
bulunamaz görüşündedir.
Tâvûs ve Mâlik'e göre;
bir kadın malının üçte birinden azını bağışlamak veya hediye vermek konusunda
kocasının iznine muhtaç değildir. Ama üçte birinden fazlası için onun iznini
alması gerekir.
Sindî'nin bildirdiğine
göre; Şafiî, Kur'an, sünnet ve aklın bu hadisin hilâfına delâlet ettiğine
işaretle, bu hadisin sabit olamayacağını söylemiştir. Çünkü kadın, sahibi
olduğu malını dilediği gibi tasarruf edebilir.
2- Hadiste
sözkonusu edilen maldan maksat, kocanın malıdır. Kocanın malı, kadının elinde
bulunduğu için mecazen "malında" denilmiştir.
Eğer maksat; kocasının
malı ise, hadisin zahiri kastedilmiş olur. O zaman hadis haramlığa hamledilir.
Yani, kadınların kocalarının malından onların izni olmadan bağışta
bulunmaları, hediye vermeleri haramdır.[621]
Umrâ: Kâmus'ta tarif
edildiğine göre; bir adamın, malım bir kimseye, kendisinin veya onun hayatına
bağlayarak vermesi demektir. Meselâ birisi, "Ömrüm oldukça veya ömrün
oldukça bu ev senindir, ölümden sonra benimdir" derse bu muamele umrâ
olmuş olur.
Bu ifadelerden
anlaşıldığına göre umrâ; mal sahibinin ömrü ile kayıtlanabileceği gibi,
kendisine mal verilen kişinin ömrü ile de kayıtlanabilir.
Hanefî fıkhının
tanınmış eserlerinden el-Hidâye'de umrâ: "Evini, ömrü boyunca ona
vermesidir. Öldüğü zaman kendisine döner" diye tarif edilmektedir. Aynî,
Hidâye'yi şerhettiği eseri el-Binâye'de, Hidâye'nin tarifini şu şekilde tefsir
eder: "Bir kimsenin; evini, ömrü boyunca yani mal verilenin ömrü boyunca
başka birine vermesidir. Kendisine mal verilen kimse ölünce mal sahibine
döner." Bunun suretinin şöyle olduğu da söylenmektedir: "6u evimi
umrâ yoluyla sana verdim veya bu evim ömrüm boyunca yahut da ya-
sadığım müddetçe ya da
hayatın boyunca veya sen yaşadıkça senindir. Öldüğün zaman bana geri
verilecektir."
Görüldüğü gibi bu
ifadelerden; umrâ muamelesinin, mal sahibinin de, kendisine mal verilen kişinin
de ömrüne bağlı olarak aktedilebileceği anlaşılmaktadır.
Umrâ muamelesi
cahiliye devrinden kalma bir âdettir. Araplar bir araziyi veya evi hayat
boyunca birisine verir, o adam öldükten sonra da geri alırlardı. İslâmiyet bunu
iptal etmiş, hibelerdeki umrâ şartını hükümsüz sayarak, malın hibe edilen
kimseye ait olduğunu ifade etmiştir. Muteber hadis kitaplarımızda bu manaya
gelen bir çok hadis vardır.
Şimdi de Ebû Davud'un
umrâ konusunda derlediği hadisleri görelim, sonra da umrâ ile ilgili olarak
âlimlerin söylediklerine göz atalım.
Hadisleri terceme
ederken "umrâ" kelimesini aynen aktaracağız. Çünkü kelimenin tam
karşılığı yoktur, ancak mana olarak anlaşılabilir.[622]
3548... Ebû
Hureyre (r.a), Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Umrâ
caizdir."[623]
Aslında, umrâ
konusundaki hükümleri, babın tüm hadislerini terceme ettikten sonra vermek
istiyoruz. Ancak burada metnin anlaşılması için birkaç kelime söylemek
istiyoruz.
"Umrâ
caizdir" cümlesinin manası şudur: Umrâ sahihtir, mal kendisine verilen
kişiye o öldükten sonra da varislerine aittir. Umrâ yapana (bağışlayana) geri
verilmez. Hadisin bazı rivayetlerinde de "Umrâ, onun ehline caizdir"
denilmektedir. Yani mal, tam manasıyla mu'merun lehe (kendisine verilene)
aittir.[624]
3549... Velid
Hemmâm'dan; Hemmâm Katâde'den, Katâde Ha-sen'den o da Semüre kanalıyla
Rasûlullah (s.a)'dan önceki hadisin benzerini rivayet etti.[625]
3550...
Câbir (r.a)'den rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu:
" Umrâ, kendisine
hibe yapılan kişiye aittir."[626]
3551...
Câbir (r.a)'den, Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Bir kimseye
Ömürlük mülk verilirse o kendisine ve çocuklarına aittir. Çocuklarından adama
vâris olanlar, verilen o mülke de vâris olurlar.[627]
3552... Bize
Ahmed b. Ebi'l-Havârî haber verdi, bize Velid Ev-zaî'den naklen haber verdi.
Evzaî Zührî'den, Zührî Ebî Seleme ve Urve'den, onlar Câbir'den, Câbir de Hz.
Peygamber (s.a)'den bu (önceki) hadisi aynı mana ile rivayet ettiler.
Ebû Dâvûd dedi ki:
"Leys b. Sa'd, Zührî'den Zührî Ebû Seleme'den, o da Câbir'den böylece
rivayet etti."[628]
Bu bâbdaki hadisler,
umrâ yoluyla mal bırakan kişinin, kendisine mal verilen şahsın çocuklarını
anmadan mal vermesi ile ilgilidir. Yani kişinin; "hayatta olduğun müddetçe
-veya ben hayatta olduğum müddetçe- bu mal senindir" deyip mal verdiği
şahsın çocuklarını hiç anmaması ile ilgilidir. Bundan sonra gelecek olan babda
da, ömrü boyunca kullanmak üzere mal verirken mal verilenin yanı sıra onun
çocuklarının da anılması suretiyle yapılan akitleri konu alan hadisler yer
almıştır. Konuda bütünlük olması için biz meselenin fıkhı hükümlerini vermeden
bu hadisleri de terceme etmek, sonra da konu ile ilgili hükümleri ele almak
istiyoruz.[629]
3553...
Câbir b. Abdillah (r.a)'dan, Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir:
"Herhangi bir
kimseye ve çocuklarına ömürlük bir mal verilse o mal, verilen kimsenindir,
verene geri dönmez. Çünkü o, kendisinde miras cereyan eden bir şey
vermiştir."[630]
3554... Bize
Haccâc b. Ebî Ya'kub haber verdi, bize Ya'kub haber verdi, bize Ya'kub'un
babası (İbrahim b. Sa'd) Salih'ten, Salih de İbn Şihâb'tan önceki hadisi aynı
isnad ve aynı mana ile rivayet etti.
Ebû Dâvûd dedi ki:
Onu, aynı şekilde
Ukayl ve Yezid b. EbîHabîb de îbn Şihâb'dan rivayet ettiler. Evzaî'nin îbn
Şihâb'dan rivayetinin lafzında ihtilâf edildi. Mâlik'in hadisinin benzerini
Füleyh b. Süleyman da rivayet etti.[631]
3555...
Câbir b. AbdiIIah'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah (s.a)'ın
caiz gördüğü umrâ:
"Bu senin ve çocuklarımndır" denilerek yapılandır.
Fakat: "Yaşadığın müddetçe bu mal senindir" denildiğinde, o mal
sahibine döner.[632]
3556...
Câbir (r.a)'den rivayet edildiğine göre; Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Rukbâ yapmayınız,[633]
umrâ yapmayınız. Her kime rukbâ veya umrâ yolırile bir şey verilirse o
vârislerine aittir.”[634]
3557...
Câbir b. Abdillah (r.a) şöyle demiştir:
Ensârdan bir kadına
oğlu bir hurma bahçesi vermişti. Kadın öldü. Oğlu:
Onu ben hayatı
müddetince vermiştim, dedi. Oğlanın kardeşleri de vardı.
Onun hakkında
Rasûlulah (s.a) şöyle hüküm verdi:
"O bahçe,
hayatında da ölümünde de kadına aittir."
Oğlan: Ben bahçeyi ona
sadaka olarak vermiştim, dedi.
Rasûlullah (s.a):
"Bu (tasadduk)
sana daha uzaktır, (sadakadan dönmen, hibeden dönmenden daha uzaktır)."
buyurdu.[635]
Bu babdaki hadisler, çeşitli şekillerde yapılan umrâ
muamelesini konu edinmektedir. "Umrâ"nın ne demek olduğunu daha
babın başında, hadisleri tercemeye başlamadan önce anlatmıştık. Burada o
konuya girmeden çeşitli suretleri ve bunlara ait hükümler üzerinde durmak
istiyoruz:
Âlimlerin büyük
çoğunluğu genel manasıyla, ümranın caiz olduğu görüşündedirler. Mâl,
sağlığında kendisine verilen kişiye ait olduğu gibi öldükten sonra da
vârislerine aittir. Ashabtan Câbir, İbn Abbas, Abdullah b. Ömer ve Ali b. Ebî
Tâlib; daha sonrakilerden Kadı Şüreyh, Mücâhid, Tâvûs ve Sevrî de bu
görüştedirler. Daha sonraki âlimlerde de bu konuda pek ihilâf yoktur. Sadece
İmam Mâlik'in, "Umrâ, malın kendisinin değil, menfaatinin
temlikidir" dediği rivayet edilir. Bu görüşe göre umrâ yoluyla verilen
mal, mu'merun lehin ölümü ile vârislerine geçmez. İmam Şafiî'nin ilk görüşü de
bu şekildedir.
İmam Nevevî, Şafiî
ulemasına nisbet ederek ümranın üç şekilde yapıldığını söyler:
1- Mal
sahibi, bir adama: "Şu evi (veya başka bir malı) sana umrâ yoluyla
(ömurlük) verdim. Sen öldüğün zaman da çocuklarının veya vârislerinin
olsun" der.
Bu şekildeki bir
temlik ihtilafsız sahihtir. Kendisine mal verilen şahıs, bu söz ile verilen
mala sahip olur. Bu bir hibe demektir. Adam öldüğünde mal vârislerine intikal
eder. Varisi yoksa hazineye kalır. Malı hibe eden kişiye iade edilmez.
Malın, hibe edene iade
edilmeyeceği; Hanefî, Şafiî ve Hanbelîlerin görüşüdür. İmam Mâlik'e göre
vâhibe iade edilir.
2- Mal
sahibi karşısındakine: "Şu malı sana ömürlük verdim" der, vârislerini
veya çocuklarını anmaz.
İmam A'zam, İmam
Ahmed, Süfyân-ı Sevrî, Ebû Ubeyd ve sonraki mezbehinde de İmam Şafiî, bu umrânm
sahih olduğu görüşündedirler.
Bu konuda iki görüş
daha vardır: İmam Şafiî'nin ilk mezhebine göre; kendisine mal verilen kişi
ölünce mal, önceki sahibine (hibe edene) iade edilir. O ölmüşse vârislerine
verilir. Diğer bir görüşe göre de, mal kendisine verilen kişinin elinde ariyet
hükmündedir. Veren kişi istediği zaman geri alabilir.
3- Mal
sahibi karşısındakinin çocuk ve mirasçılarım anmadan; "Şu malı hayatın
boyunca sana verdim, sen öldüğünde bana veya varislerime iade edilecek"
demiş olabilir. Bu şekildeki bir umrânm hükmü ihtilaflıdır.
Şafiî ulemasının
çoğunluğuna göre; bu durumdaki umrâ sahih, şart bâtıldır. Yani mal, hibe
edenin elinden tamamen çıkmış, hibe edilenin mülkü olmuş oiur.
Ahmed b. Hanbel'e
göre; bir vakte bağlanmadan yapılan umrâ sahih, vakitle kayıtlı olanı bâtıldır.
Yukarıda da işaret
ettiğimiz üzere umrâ; âlimlerin büyük çoğunluğuna göre malın aynını temliktir.
Dolayısıyla kendisine mal verilen kişi, o malda; satmak, hibe etmek, tasadduk
etmek gibi her türlü tasarrufta bulunabilir.
İmam Mâlik'e, Leys'e
ve birinci mezhebinde İmam Şafiî'ye göre umrâ; malın aynını değil, menfaatini
temliktir. Kendisine mal verilen kişi mala mâlik olamaz.
Kaynaklarda umrâ
anlatılırken genellikle ev ve arazi misâl verilir. Zaten hadisler de ev ve
arazi hakkında varid olmuşlardır. Bu yüzden akla, acaba menkul mallarda da
umrâ caiz midir? şeklinde bir soru gelmektedir. Menkuldeki umrâ, ne tasavvur
ne de hüküm olarak sözkonusu edilmemiştir. Ancak Şafiî âlimlerinden er-Râfiî,
umrâyı anlatırken köleyi de misâl vermiştir. Bundan, menkul mallarda da
ümranın caiz olduğu sonucuna varılmaktadır.[636]
Rukbâ: Rukûb ve
murakabeden alınma bir sözdür. Umrâ gibi, özel bir mal bağışlama türüne verilen
isimdir. Daha önce de belirttiğimiz gibi mal sahibinin başka birine: "Şu
evi sana rukbâ yolu ile verdim. Sen benden Önce ölürsen mal bana geri dönecek.
Ama ben daha önce ölürsem mal senin olacak" demesi sureti ile yapılır.
Rukbâ'nın; konulduğu
fıkhı mana ile alâkası şu yöndedir: Rukbâ, gözetmek manasındaki murakabe
rnasdanndan alınmadır. Bu muamelede de taraflardan her biri mala sahip
olabilmek için, öbürünün ölümünü gözetmektedir.
Rukbânın hükmü
ihtilaflıdır. Bu konudaki farklı görüşleri, hadislerin tercemesini yaptıktan
sonra ele alacağız.[637]
3558...
Câbir (r.a)'den, Rasûlullah (s.a)'m şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Umrâ, ehli için
caizdir (mal, kendisine hibe edilen kişiye aittir). Rukbâ, ehli için
caizdir."[638]
3559... Zeyd
b. Sabit (r.a), Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Kim bir malı
umrâ yoluyla (ömürlüğüne) verirse, o hayatında .'a ölümünde de verildiği kişiye
aittir. Malınızı rukbâ yoluyla vermeyiniz. Her kim bir malını rukbâ yoluyla
verirse o mal kendi yolunda-t ir (mal miras olur)."[639]
3560...
Mücâhid şöyle demiştir:
Umrâ: Bir adamın başka
birisine: "O mal yaşadığım müddetçe sana aittir" demesidir.
Adam böyle dediği
zaman, mal o şahsın ve vârislerinindir.
Rukbâ: Bir insanın:
"O (mal) ikimizden sonraya kalanındır" demesidir.[640]
Bu babda, rukbâ
hakkında iki hadis bulunmaktadır. Üçüncüsü hadis değil, Mücâhid'in umrâ ve
rukbâyı tarifleridir. Biz iki hadisi ele alıp, ihtiyaç duyulan izahı yapmaya
çalışacağız.
Birinci hadiste
Rasîullah (s.a) Efendimiz, umrâ ve rukbânın ehilleri için caiz olduğunu ifade
etmektedir. Âlimler bunun; umrâ veya rukbâ yoluyla verilen malın, verildiği
kişiye ait olduğu manasına geldiğini söylemektedirler.
İkinci hadiste
Efendimiz: Önce, ümranın hükmünü beyan etmiş, sonra da: "Malınızı rukbâ
yoluyla vermeyiniz; şayet
vermiş iseniz o kendi yolundadır" buyurmuştur. Nesâî'nin
bir rivayetinde, malın kendi yolunda oluşu "miras yoludur" şeklinde ifade
edilmiştir. Yani mal, miras olarak vereseye intikal edecektir. Nesâî'deki
diğer bir rivayette ise: "Mallarınızı ruk-bâ yoluyla vermeyiniz, bir kimse
rukbâ yoluyla bir şey verirse o verene aittir"
buyurulmaktadır.
Nesâî'deki bu ikinci rivayet açık bir şekilde rukbâ yoluyla verilen malın
vericiye ait olduğunu ifade etmektedir.
Hz. Peygamber'in,
"Mallarınızı rukbâ yoluyla vermeyiniz" sözünü şâ-rihler, haramlığa
hamletmemekte, bunun bir tavsiye niteliğinde olduğuna işaret etmektedirler.
Âlimlerin ifadesine göre Efendimiz bu sözü ile, "Mallarınızı boş yere
elden çıkarmayınız, insan yaptığım bir maslahata mebni olarak yapmalıdır. Ama
yapmışsanız bu sahihtir" demek istemiştir.
Tabiî bu izah rukbâyı
caiz gören âlimler tarafından yapılmaktadır. Ama hadisin zahiri rukbâyı yasak
etmektedir.
Rukbânın hükmü âlimler
arasında ihtilaflıdır. Bazı âlimler, umrâ ile rukbâyı aynı hüküm içerisinde
mütâlâa etmişler ve, "umrâ gibi rukbâ da caizdir" demişlerdir. Bu
babın ilk hadisi bu görüşe uygundur. Tirmizî, Rasûlullah'ın ashabından
bazılarının ve sonraki âlimlerin bir kısmının bu görüşte olduğu söyler. Yine
Tirmizî'nin ifadesine göre Ahmed b. Hanbel ve İshak'ın mezhepleri de bu
istikamettedir.
Kaynaklarda, İmam Şafiî'nin
de rukbâyı caiz gördüğü kaydedilmektedir. Hanefî imamlarından Ebû Yusuf da
rukbânın caiz olduğu kanaatindedir.
Hanefîlerden İmam Ebû
Hanîfe ve İmam Muhammed ile İmam Mâlik'e göre rukbâ caiz değildir. Rukbâ
yoluyla verilen mal, verildiği şahsın elinde ariyet hükmündedir. Dolayısıyla,
veren şahıs dilediği zaman alabilir. Bu görüşte olanlar; Hz. Peygamber
(s.a)'in, umrâya izin verip rukbâyı yasak ettiğini bildiren bir hadisine
dayanırlar. Ancak Muğnî'de, bu hadisin bilinmediği söylenerek karşı çıkılır;
Etrazî ise; İmam A'zam gibi sika zâtların bu hadise sarıldıklarını söyleyerek
Muğnî'nin dediğine itiraz eder. Aynî ise; Etrazî'nin sözleri ile hasmın
karşısına çıkılamayacağını ve onun ikna edilemeyeceğini söyler. Çünkü hadisin
râvileri belirtilmemiştir.
Aynî: İmam Ebu
Yûsuf'la tarafeyn arasındaki ihtilafın, kelimenin manasından kaynaklandığını
söyler. Aynfriin verdiği malumata göre rukbâ; hem irkâb hem de terakkub
manasına gelir. İrkâb manasında aldığımız zaman mana: "Evimin rakabesi
sana aittir." demek olur. Rukbâyı caiz görenler bu manayı kasdetmişlerdir.
Terakkub manasına alındığında ise, "Bu ev ben ölürsem senin, sen ölürsen
benim" anlamındadır ki kabul etmeyenler bunu kasdetmişlerdir.
Aynî'nin söylediği,
zahirdeki ihtilâfı halletmektedir. Ancak fıkıh ıstılahında rukbânın irkâb
manasında, "evimin rakabesi senindir" manasına kullanıldığını kimse
söylememektedir.
Rukbâyı bâtıl
sayanların hareket noktalarından birisi de, temlikin hatar'a bağlanmasıdır.
Yani ev sahibi; olup olmayacağı kesin bilinmeyen bir şeye bağlayarak malını
temlik etmektedir ki, bu yolla yapılan bir temlik bâtıldır. O zaman da mal
verildiği kişinin elinde ariyet olarak kalır. Üstelik söylenilen şekliyle
rukbâ; iki kişiden herbirinin diğerinin ölümünü arzulaması manasına gelir ki,
bu da caiz değildir.
İki görüşün arasını
uzlaştırma babında, Bezlü'l-Mechûd'da, Muhammed Yahya adındaki zâttan bir
nakil yapılmıştır. Bunun özeti de şudur:
Rukbâyı caiz görenler
bununla; kendisine hibe edilen kişi vâhibten önce ölürse, malın vâhibe geri
verilmesi şartı ile hibeyi kastederler. Bâtıl sayanlar ise; temliki, iki
kişiden önce ölenin ölümüne bağlamayı anlamaktadırlar. Çünkü bir malı, olup
olmayacağı belli olmayan bir şeye bağlayarak temlik caiz değildir. Demek ki
ihtilâf; rukbânın manasmdaki tefsir farklılığına dayanan lafzî bir ihtilâftır.[641]
Ariyet; -âriyyet
şeklinde de okunabilir- "teâvür" kelimesinden ismi masdar olan
"âre" kelimesine mensuptur. Teâvür de; nöbetleşe birbirinden alma
manasınadır. Ariyet verilen mal, veren ile alan arasında nöbetle kullanıldığı
için bu isim verilmiştir.
Ariyetin, sür'atle
gidip gelme manasına gelen "âre" den; veya fiilinden alındığını
söyleyenler de vardır. Ariyet verilen mal, karşılıksız olduğu, bedelden âri
bulunduğu için bu isim verilmiş olmaktadır. Bir kısım âlimler ise ariyetin,
"âr" sözüne mensup olduğunu söylerler. Âr, ayıp demektir. Ariyet; mal
istemekte bir çeşit zillet ve ayıp bulunduğu için bu adı almıştır. Fakat bu
nisbet pek doğru görülmemiştir.
Ariyet, ıstılahta: Bir
malın menfaatim birisine, meccânen yani bir bedel mukabilinde olmaksızın, rücûu
kabil olmak üzere filhal temlik olunmasıdır.
Meccânen kaydıyla
icâre; filhal kaydıyla vasiyyet, rücûu kabil olmak kaydıyla da hibe tarifden
hariç bırakılmıştır.
Tariften de anlaşılacağı
üzere ariyet: İyreti olarak kullanılıp geri verilmek üzere alınan mal
demektir.
Ariyete,
"müstear" veya "müâr" da denilir. Ariyet vermeye
"iare", ariyet verene "muîr", ariyet alana da
"müsteîr" denilir.
Bu bab, iare olarak
verilen malın yok olması durumunda tazmininin gerekliliği konusundaki
hadisleri ihtiva etmektedir. Biz bu meseleyi, hadislerin tercemesinden sonraya
bırakıp, şimdi Hanefî mezhebine göre iareye ait bazı konulara çok kısa olarak
temas etmek istiyoruz.
Diğer akitlerde olduğu
gibi, iare de icab ve kabulle gerçekleşir. Yani, muîr, sarahaten veya delâleten
malını ariyet olarak verdiğini söyler ve müsteîr de bunu kabul eder. Yahut da
müsteîr bir kimseden malını ariyet olarak ister, mal sahibi de verdiğini
söyler. İare konusunda mal sahibinin sükutu kabul sayılmaz. Ama teati yolu ile
de iare akdi yapılabilir.
İare, menkul ve
gayrimenkul bütün mallarda cereyan eder. Paranın veya ölçülüp tartılan
malların iaresi, karz sayılır.
Müsteîr, iare ile
aldığı malın menfaatına meccânen mâlik olur. Dolayısıyla mal sahibi daha sonra
müsteîrden ücret isteyemez. Ama müsteîr, ariyet olan malı muîr istediği anda
vermek zorundadır.
Ariyet olan mal bir
arazi ise ve ağaç dikilmek ya da bina yapılmak için alınmışsa, müsteîr o
araziye ekin ekebilir veya bina yapabilir. Ancak muîr istediği zaman ağacı veya
binayı söküp tarlayı geri verecektir. Müsteîr bir tarlayı, ekin ekmek için
ariyet olarak alır ve ekin ekerse, tarla sahibi ekin hasat edilinceye kadar
tarlasını isteyemez.
Müsteîr, ariyet olarak
aldığı malı birisine kira ile veremez. Eğer verir de mal helak olursa onu zâmin
olur.
Mal, kullanan şahsa
göre değişik etkilenen bir mal değilse, müsteîr başka birine iare olarak
verebilir. Ancak mal sahibi, bir başkasına vermemesi için şart koşmuşsa o zaman
veremez.
Ariyetin sahibine geri
verilmesi için gerekli olan ücret müsteîre aittir.
İare, taraflar için
bağlayıcı bir akit değildir. Dolayısıyla muîr istediği zaman malını geri
alabileceği gibi müsteîr de dilediği zaman iade edebilir. İare için bir zaman
tayin edilmiş bile olsa durum aynıdır. Sadece yukarıda temas edilen ekin ekmek
için ariyet olarak alınan tarla meselesi bu hükümden müstesnadır.
Muîr veya müsteîrden
birisinin ölümü ile de iare akdi sona erer.[642]
3561... Semüre
(r.a), Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
" El, aldığı malı
ödeyinceye kadar ondan sorumludur."[643]
Sonra Hasen unuttu ve:
"O eminindir, kendisine sorumluluk yoktur." dedi.[644]
3562...
Ümeyye b. Safvân b. Ümeyye'nin, babasından (Safvân) rivayet ettiğine göre;
Rasûlullah (s.a),
Huneyn gününde ondan (Safvân'dan) ariyet olarak zırhlar aldı. Safvân:
Bu gasb mı Ya
Muhammed?! dedi. Rasûlullah (s.a):
"Hayır, aksine
telef olduğu takdirde de bedeli ödenmek üzere alınan bir ariyettir" dedi.
Ebû Dâvûd dedi ki:
"Bu rivayet;
Yezid'in Bağdat'taki rivayetidir. Vâsıt'daki rivayetinde ise bundan ayrı bazı
değişiklikler yardır.”[645]
3563...
Abdullah b. Safvân'ın, ailesinden (bazı) kişilerin rivayet ettiğine göre;
Rasûlulah (s.a):
"Ya Safvân! Sende
silah var mı?" dedi.Safvân:
Ariyet olarak mı, gasb
olarak mı (istiyorsun)? dedi. Hz. Peygamber (s.a):
"Hayır (gasb
olarak değil), ariyet olarak." dedi. Bunun üzerine Safvân, otuzla kırk
arası silahı ariyet olarak verdi. Rasûlullah (s.a) Huneyn savaşını yaptı.
Müşrikler hezimete uğrayınca, Safvân'ın zırhlan toplandı, ama onlardan
bazıları kayboldu.Rasûlullah (s.a) Safvân'a:
"Bizsenin
zırhlarından bazılarını kaybettik. Sana bedellerini ödeyelim mi?"
dedi.Safvân:
Hayır ya Rasûlallah,
çünkü bugün kalbimde o gün olmayan şeyler var, dedi.
Ebû Dâvûd:
"Safvân, zırhları müsiüman olmadan önce ariyet olarak vermişti, sonra
müslüman oldu" dedi.[646]
3564... Bize
Müsedded haber verdi, bize Ebu'l-Ahvâs haber verdi, bize Abdü'1-Aziz b. Râfi'
Atâ'dan naklen haber verdi, Atâ da Safvân ailesinden olan kişilerden şöyle
rivayet etti:
Rasûlullah (s.a),
ariyet olarak aldı... Râvi Önceki hadisin manasını nakletti.[647]
3565... Ebû
Ümâme (r.a), Rasûlullah (s.a)'ı şöyle buyuyurken işittiğini rivayet etmiştir:
“Şüphesiz Allah (c.c)
her hak sahibine hakkını vermiştir. Vârise vasiyyet yoktur. Kadın, kocasının
izni olmadan evinden hiçbir şey sarf edemez."
Ya Rasûlallah, yemek
de veremez mi? denildi.
"O bizim en
değerli malımızdır (veremez)" buyurdu. Sonra da:
"Ariyet ödenir,
minha (gelirini alıp iade etmek üzere alınan tarla, hayvan ve ağaç) geri
verilir, borç ödenir, kefil borçludur." dedi.[648]
3566...
Safvân b. Ya'lâ, babası (Ya'lâ)'nm şöyle dediğini rivayet etti:
Rasûlullah (s.a)
(bana): "Sana elçilerim geldiği zaman kendilerine otuz zırh ve otuz deve
ver" dedi.
Telef olursa kıymeti
ödenmek üzere ariyet olarak mı, yoksa telef olan ödenmeden elde kalanı geri
verilmek üzere ariyet olarak mı? dedim.
"Telef olanı
ödenmeden elde kalanı geri verilmek üzere" buyurdu.
Ebû Dâvûd:
"Habbân, Hilâl er-Re'yî'nin dayısıdır" dedi.[649]
Hadisleri izaha
girişmeden önce, ariyet hakkında kısaca
malumat vermiş ve hükmü konusunda alimlerin ihtilafı olduğuna işaret
etmiştik. Bu ihtilâflara girmeden önce hadislerde izaha muhtaç noktaları ele
almak istiyoruz.
3561. hadisin ariyetle
ilgili olduğu açık değildir. Hz. Peygamber (s.a), kişinin aldığı bir malı iade
edinceye kadar ondan sorumlu olduğunu ifade etmiştir. Bu mal, insanın elinde
ariyet olarak bulunabileceği gibi başka bir yolla da bulunabilir.
3562, 3563, 3564, 3566 nolu hadisler aynı hâdise
ile ilgili olsa gerek. Bu hadislerde ifade edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a),
Huneyn savaşında kullanılmak üzere Safvân'dan zırh ve başka silahlar istedi.
Safvân o zaman, Ebû Davud'un belirttiğine göre henüz müslüman olmamıştı. Bazı
âlimlerin bildirdiklerine göre ise daha yeni müslüman olmuştu. Onun için
Rasülullah'ı pek tanımıyordu. Onun zırh ve silahlarını zorla alacağı endişesine
kapıldı ve bunu kendisine sordu. Ama Efendimiz; gasp olarak değil, ariyet
olarak aldığını söyledi. Bu ariyetin, mazmun (mal telef olursa kıymeti ödenmek
üzere alınan) mı, yoksa mal sağlam kalırsa geri verilmek, telef olursa hiçbir
şey vermemek üzere mi alındığı konusunda rivayetler farklıdır. Bazılarında ariyetin
mazmun olduğu, bazılarında ise olmadığı ifade edilmektedir. 3563 nolu
rivayette: Savaştan sonra zırhlar toplatılınca bir kısmının bulunamadığı ve
Rasûlullah'm Safvân'a: "Bunları sana ödeyecek miyiz?" diye sorduğu
görülmektedir. Ariyetin mazmun olmadığını söyleyenler, bu hadisi de delilleri
arasında sayarlar ve; "Şayet ariyet mazmun olsa idi, Hz. Peygamber kaybolan
zırhları ödeyip ödemeyeceklerini Safvân'a sormaz, paralarını öderdi"
derler.
3565. hadis ariyetten
başka konulan da içine almaktadır. Bunları sırayla sayalım:
1- Allah her
hak sahibinin hakkını vermiştir. Yani herkesin hakkını takdir etmiştir.Bu,
mirasla ilgili olsa gerektir. Allah herkesin hakkını ayırdığına göre, murisin
vârisler için vasıyyette bulunması caiz olmaz.
2- Kadın
kocasının izni olmadan evden kimseye bir şey veremez. Yemek ve gıda maddeleri
de bunun içindedir. Ama izin vermişse bunda bir mahzur yoktur. Dolayısıyla
hanımların evlerine gelen misafirlere ikramları -âdeten kocaları İzin verdiği
için- caizdir. Ama erkek karısını, gelene yapacağı ikramdan menetmişse o zaman
ikram edemez. Maamafih bu konularda aşın gitmemek gerekir.
3- Ariyet,
sahibine iade edilir. Bazı âlimler bunu "Ariyet elde mevcutsa kendisi,
telef olmuşsa kıymeti sahibine verilir" şeklinde izah ederler. Bazıları
ise: "Mal elde mevcutsa o mal sahibine verilir. Ama telef olmuşsa ve telefinde
müstaîrin kusuru yoksa bir şey gerekmez" diye anlarlar.
4- Minha:
Bir kimsenin bir arkadaşına; bir müddet ekip sonra geri vermek üzere verdiği tarla,
bir müddet sütünü sağıp sonra iade etmek üzere verdiği koyun veya bir müddet
meyvesini alıp sonra geri vermek üzere verdiği ağaçtır. Bu şekilde alınan bir
mal sahibine iade edilir. Verümemezlik edilemez.
5- Borç,
alacaklıya ödenir. Borçlu imkânı olduğu halde borcunu öde-memezlik edemez. Hz.
Peygamber (s.a) bir hadisinde; imkânı olanın borcunu ödemeyip savsaklamasını
zulüm olarak nitelemiştir. Borçlu darda ise, ödeme imkânı bulamıyorsa o zaman
da alacaklının mühlet vermesi farzdır.
6- Kefil
borçludur. Bir kimseye kefil olan kişinin zimmeti de o borçla meşguldür.
Dolayısıyla alacaklı, aiacağmı ister borçludan ister kefilden isteyebilir.
Yukarıda da işaret
ettiğimiz gibi ariyetin mazmun olup olmadığı konusu âlimler arasında
ihtilaflıdır. -Ariyetin mazmun olması demek; ariyet alınan malda, müsteîrin
her halükârda sorumlu olması demektir. Yani ariyet olan malın helaki halinde,
-ister müsteîrin kusuru olsun ister olmasın- onun kıymetini ödemek zorunda
olmasıdır. Mal elde mevcutsa sahibine geri verilecektir. Bunda ihtilâf yoktur.
Fakat telef olması halinde ne yapılacaktır?
Bu konuda üç görüş
vardır:
I- Ariyet,
müsteîrin elinde mazmundur. Müsteîr malı teslim aldıktan sonra telef olsa
-ister onun kusuru olsun ister olmasın- kıymetini sahibine ödemek zorundadır.
Bu görüş Şafiî ve Hanbelîlere aittir. Ashabtan İbn Abbas ve Ebû Hureyre'nin
görüşleri de bu istikamettedir. Yalnız, Şafiî fakîhlerine göre müsteîr, ariyet
olarak aldığı malı, sahibinin izin verdiği şekilde kullanırken mal kendi
kendine telef olsa veya kıymetine bir noksanlık gelse, müsteîr zâmin olmaz.
II- Mâliklere
göre ariyetlerin bir kısmı mazmundur, bir kısmı mazmun değildir. Şöyle ki:
Ariyet olan mal; hayvan ve gayrimenkul gibi helaki gizli olmayan cinstense,
müsteîre daman gerekmez. Yalan olduğu ortaya çıkmadıkça; müsteîrin, malın
telefine dair verdiği haber kabul edilir ve kendisinden malın kıymeti talep
edilmez. Ama ariyet; elbise vs. gibi telefi gizlenen cinsten bir malsa,
müsteîrin kusur ve dahli olmadan bile telef olsa, müsteîr onun kıymetini
ödemelidir.
III- Ariyet
olan mal, müsteîrin elinde emanettir, mazmun değildir. Dolayısıyla onun kusur
ve dahli olmadan telef olduğu takdirde kendisine bir sorumluluk yüklenmez.
Kıymetinde bir noksanlaşma olsa durum yine aynıdır. Ama malı bizzat müsteîr
telef etse veya onun talebinde kusuru olsa; meselâ, ariyet olan kıymetli bir
malı meydanda kendi haline bıraksa ve mal çalınsa müsteîr malın kıymetini ya da
-misliyyâttan ise- mislini ödemek mecburiyetindedir.
Ashabtan Hz. Ali ve
İbn Mes'ud, tâbiûndan Şüreyh, Hasenü'l-Basri, İbrahim en-Nehaî ve Süfyân-i
Sevrî, daha sonrakilerden de Hanefî ve Zahirî mezhepleri de bu görüştedirler.
Konu ile ilgili olarak
varid olan hadislerde, her iki tarafın da yapışabileceği noktalar vardır:
Ariyetlerin mazmun olduğunu
söyleyen âlimler şöyle derler: Ariyet olan malın menfaatına sadece müsteîr
mâlik oluyor. Başkasına ait olan bu malda onun daha önceden bir hakkı da
yoktur. Bu malı sırf ondan istifade etmek maksadıyla almıştır. Dolayısıyla bu
mal, vedîa (emanet) ya benzemez. Onun için malın telefi halinde tazmininin
mecbur olması gerekir.
Bu görüşte olanlar;
üzerinde durduğumuz babın, kendi görüşlerine uyan hadislerinin yanı sıra şu
hadislere de dayanırlar:
"Ariyet
mazmundur."
Hz. Peygamber (s.a) Benî
Necrân'a verdiği bir ahitnamede:
"Benim
elçilerimin ariyet olarak aldıkları onların elleri üzerinde telef olursa
onların ödenmesi elçilerime aittir"
buyurmuştur.
Ariyetin mazmun
olmayıp, emanet olduğunu söyleyenler de yukarıdaki
hadislerden, damanın gerekli
olmadığına işaret edenlerden başka, "Hıyanette bulunmayan müsteîre daman
yoktur.” hadisine dayanırlar.
Bu görüşte olanlar,
karşı görüş sahiplerine şu şekilde mukabelede bulunurlar:
Eğer ariyet veren kişi
bir iyilik, ihsan olmak üzere verdiği bir malın kendi kendine semavi bir âfetle
telefi halinde onu tazmin ettirmeye yetkili olsa, bu iyilik ve ihsan zayi olmuş
olur. Teberru olarak yapılan bir muamele bir mu-avaza haline gelir. Bu da
yardımlaşma prensibine aykırıdır.
Hanefî âlimlerinin;
karşı görüşte olanların delil gösterdikleri hadislere verdikleri cevaplar da
şöyledir:
"Ariyet
mazmundur" hadisindeki damân'dan maksat, damân-ı reddir. Yani, muîr
istediğinde müsteîr malı iade etmeye mecburdur. Muîr istediği zaman müsteîr
malı iade etmeyince gâsıp durumuna düşer ki işte o zaman mazmun olur.
"El, iade
edinceye kadar aldığından mes'uldur" hadisi de emanet alınan şeyin
sahibine geri verilmesinin gereğini işaret etmektedir. Bunda zaten ihtilâf
yoktur. Müsteîr de, istenilen veya muayyen müddeti dolan bir ariyeti sahibine
geri vermekle mükelleftir. Bir mazerete binaen vermez de mal telef olursa o
zaman tazmini gerekir.
Rasûlullah (s.a)'ın
Benî Necrân'la yaptığı ahitnamede belirtilen helakten maksat ise istihlâktir.
Yani malın, müsteîr tarafından telef edilmesidir. Çünkü bir mal bir kimsenin
elinde, onun fiili ve kusuru olmadan telef olsa bu; "Heleke fî
yedihi" diye ifade edilir. Müsteîr tarafından telef edildiğinde ise
"heleke alâ yedihi" denilir. Hadiste de, "fe heleket alâ eydihim"
denilmiştir. O halde bundan maksat helak değil, istihlâkdir.
Safvân b. Ümeyye
meselesine gelince; bundaki demândan maksat da damân-ı reddir. Maamafih bir
rivayete göre Safvân'ın zırhlarını harp ihtiyacı saikasıyla kendi rızası
olmaksızın aldığı için onların mazmun oluşu kabul edilmişti. Yahut da Safvân,
bu zırhları Mekkelilerin yanına bırakmıştı. Hz. Peygamber (s.a) bunları
sahibinden değil, müsteîrinden almıştı. Onun için bunlar mazmun bulunmuştu.
Bir de bu zırhların,
mazmun olmaları şartı ile alınmış olmaları muhtemeldir. Safvân o zamanlar
henüz müslüman olmadığı için harbî bulunuyordu. Müslümanlar arasında caiz
olabilir.
Ayrıca bu ariyetlerin
mazmun kabul edilmeleri Safvân'ın gönlünü hoş tutmak için olabilir. Nitekim bu
babda geçen rivayetlerden birinde görüldüğü üzere; bu zırhlardan bir kısmı
savaşta telef olmuştu. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a): "Sana borcumuz
var mı? Ödeyelim mi?" buyurmuş, Safvân da: "Hayır ya Rasûlallah,
çünkü bugün benim kalbimde o gün olma-
yan şeyler var"
diyerek tazmini kabul etmemişti. Eğer ariyetin tazmini şart olsa idi, Hz.
Peygamber (s.a) zırhların bedellerini öderdi.
Safvân'ın zırhları İle
ilgili rivayetlerden birisinde Safvân: "Zırhlarımı ariyet olarak mı, gasp
olarak mı istiyorsun?" deyince Rasûlullah, daman sözünü hiç konu etmeden
"ariyet olarak" buyurmuştur.
Aynı hâdise hakkındaki
hadislerin birbirleri ile tearuzu halinde, bunlarla ihticac edilemez. Bir şey
hakkında ihtimal sabit olunca o, delil olamaz.[650]
3567... Enes
(r.a)'den rivayet edildi ki:
Rasûlullah (s.a),
hanımlarından birisi (Âişe) nin yanında idi. Müzminlerin annelerinden biri
hizmetçisi ile (Efendimize) içerisinde yemek olan bir çanak gönderdi. Âişe
hizmetçinin eline vurdu ve çanağı kırdı.
İbnü'l-Müsennâ
rivayetinde şöyle der:- Rasûlullah (s.a) parçaları aldı, birbirine birleştirdi
ve içerisine yemeği toplamaya başladı. Aynı zamanda da: "Anneniz
kıskandı" diyordu.
İbnü'l-Müsennâ;
şunları ilâve etti: (Rasûlullah yanındakilere) "Yeyiniz" dedi. Onlar
da, Hz. Âişe, evindeki çanağı getirinceye kadar yediler. -Sonra Müsedded'in
[hadisinin] lafzına döndük-: Râsulullah (s.a): "Yeyiniz" dedi ve
onlar yeyip bitirinceye kadar yemeği getiren hizmetçiyi ve çanağı alıkoydu.
Sağlam çanağı hizmetçiye verdi, kırık olanı evinde bıraktı.[651]
3568... Âişe
(r.anha)'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Safiyye kadar (güzel)
yemek yapan birisini görmedim. O, Rasûlullah için bir yemek yapıp gönderdi.
Beni bir titreme aldı ve kabı kırdım, (sonra):
Ya Rasûlallah,
yaptığınım keffareti ne? dedim.
"Kabın misli kap
ve yemeğin misli yemek" buyurdu.[652]
Yukarıdaki hadislerde
anlatılan hâdise aynı mıdır yoksa farklımıdır? Bu konuda değişik görüşler var.
Hafız İbn Hacer,hâdiselerin ayrı ayrı olduğunu söylemektedir. Eğer hâdiselerin
aynı olduğu kabul edilirse, birinci hadisteki, Hz. Peygamber'e yemek gönderen
hanımın Safiyye olması icabeder. Ama âlimler bu hanımın Zeynep binti Cahş veya
Ümmü Seleme (r.anhüma) olabileceği şeklinde de görüş beyan etmektedirler.
İlk hadis, Ebû Davud'a
iki ayrı hocası tarafından nakledilmiştir. Bunlar: Müsedded ve Muhammed b.
Müsennâ'dır.
Muhammed b.
Müsennâ'nın rivayetine göre Rasûlullah (s.a), yere dökülen yemeği bir araya
getirdiği çanak parçalarının içine doldururken bir taraftan da, "Anneniz
kıskandı" diyordu. Kıskançlık kumalar arasında bulunan bir özelliktir.
Hz, Âişe (r.anha) de bir kadındı, onun da kumasını kıskanması kaçınılmazdı.
İşte Hz. Peygamber (s.a) buna işaretle sanki, Hz. Âişe namına özür dilemekte ve
yaptığının mazur görülmesi gerektiğini ihsas ettirmektedir.
Hadislerde anlatılan
hâdiselerdi Hz. Âişe (r.anha)'mn kırdığı çanağı ve döktüğü yemeği misilleri ile
ödeıUği anlaşılmaktadır. Çanak ve yemek, kıyemî olan mallardandır. Onun
içi, bu hadislerin te'vili gerekmiştir.
Bilindiği gibi;
ölçekle ölçülerek vt a tartılarak alınıp satılan mallar mislî, yumurta ve
karpuz gibi tane ile alınıp satılanlar adedî, bunların dışındakiler de
kıyemîdir.
Mislî ve adedi
mütekarib olan bir mal telef edildiği zaman, ulemanın ittifakı ile bu mal misli
ile ödenir. Meselâ, bir kimsenin üç ölçek buğdayını telef eden, ona üç ölçek
buğday verir. Kıyemî olan bir malı telef eden kişi de onun değerini
ödeyecektir. Bu meselede de ulema arasında pek ihtilâf yoktur.
Avnü'l-Ma'bûd'da, kıyemî malların tazmininin Şafiî ve Kûfelilere göre, ister
hayvan ister başka bir şey olsun misilleri ile olacağı ifade edilmektedir.
Ancak bunda bir kalem hatası olsa gerektir. Çünkü kıyemî malların tazmini
Şâifiîlere göre de kıymetleri iledir. Ancak hayvan, Şâfiîlere göre mislidir.
Onun için hayvanın tazmini Şâfiîlere göre misli ile olur.
Dâvûd ez-Zâhirî de;
hayvanın hayvanla, kölenin köle ile serçenin serçe ile tazmin edileceği
görüşündedir.
Görüldüğü gibi;
ulemanın ittifakı ile kıyemî malların tazmini kıymetleri ile olmaktadır.
Yukarıdaki hadislerde Hz. Peygamber (s.a) çanağın ve yemeğin misilleri ile
ödeneceğini ifade buyurmuştur. Oysa bunlar kıyemî mallardır. Peki âlimlerin
görüşü -hâşâ- Rasûlullah'ın uygulamasına zıt mı düşmektedir? Yoksa hadislerin
izahında göz önüne alınması gereken noktalar mı vardır? Hattâbî, ikinci şıkkı
uygun görmekte ve şöyle demektedir:
"Hz. Peygamber'in
Hz. Âişe'ye yemek ve çanağın misli ile tazmin edileceğini bildirmesi;
yardımlaşma ve ıslah babındandır, bir hüküm değildir. Çünkü çanak ve yemeğin
belli bir misli yoktur. Üstelik Hz. Âişe (r.anha)'nın kırdığı çanak ve döktüğü
yemek, Safiyye (r.anha)'nm evinden getirilmiştir. Rasûlullah'ın hanımlarının
evinde bulunan şey de aslında Hz. Peygamber'in mülküdür. Bir kimsenin kendi
mülkü olan bir şeyde de münasip göreceği herhangi bir şekilde hükmetmesi
caizdir. Bu, insanlar arasındaki hukukî konularda esas olacak şeylerden
değildir. Ayrıca hadisin isnadında da tenkid edilen noktalar vardır.
Âlimlerden; mekîl ve mevzunun dışındakilerde misille tazminin gerekli olduğunu
söyleyen hiç birisini bilmiyorum. Sadece Dâ-vûd'un hayvan, köle ve serçede
misil icabettiğini söylediği nakledilmiştir. Dâvûd bunu ihramlının avladığı
avın cezasına benzetmiştir."
Hadisin ihtiva ettiği
diğer hükümleri de şu şekilde maddeleştirmemiz mümkündür:
1- Gâsıp,
kıymetini veya mislini ödediği zaman gasbettiği mala mâlik olur. Çünkü Hz.
Peygamber, kırılan çanağın parçalarını iade etmemiştir.
2- Temiz
sofra üzerine veya yere dökülen yemeğin toplanıp yenmesi meşrudur.
3- Kadınların,
kumalarına karşı tabiatlarında bulunan kıskançlıklarını hoş görüp onların
yaptılarını iyilikle telafi etmek uygundur.[653]
3569... Haram
b. Muhayyisa'mn, babası (Muhayyisa'dan) rivayet ettiğine göre;
Berâ b. Âzİb'in devesi
bir adamın bahçesine girdi ve oraya zarar verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber
(s.a); bahçe sahiplerinin, bahçelerini gündüz, hayvan sahiplerinin de
hayvanlarını gece korumalarına hükmetti.[654]
3570... Berâ
b. Âzib'den rivayef edildiğine göre, şöyle demiştir:
Onun, ekinlerde otlaı
âdet edinen bir devesi vardı. Deve bir bahçeye girdi ve oraya zaerdi. Hâdise
Rasûlullah (s.a)'a haber verildi. Rasûlullah da: Baht :rin gündüz beklenmesinin
bahçe sahiplerine, hayvanlara geceleyir thip olunmasının hayvan sahiplerine ait
olduğuna ve hayvanların gece verdikleri zararın sahiplerine ödettirilmesine
hükmetti.[655]
Hadıs-ı şerifler;
Hayvanların gündüzleri serbest bırakıldıktan zaman bahçelere verdikleri zararın
tazminatı gerektirmediğine, gecelen verdikleri zararın ise gerektirdiğine
delâlet etmektedir.
Hattâbî, bu hükmün Hz.
Peygamber (s.a)'e has bir sünnet olduğuna işaret ettikten sonra şöyle
demektedir:
"Rasûlullah
(s.a)'ın, gece ve gündüz arasında fark görmesi, âdeten bahçelerin gündüzleri
sahipleri veya vekilleri tarafından beklenilir olmasından dolayı olsa gerek.
Yine aynı şekilde, hayvanların gündüzleri otlaklara salıverilip, gecelerin
ağıllarında toplanması da hayvan sahiplerinin âdetidir. Bu âdete muhalif
davranan, malı muhafaza geleneğini terketmiş ve kusur işlemiştir. Dolayısıyla
bir malını yol ortasında bırakan veya hırz olmayan bir yere koyan gibidir.
Böyle yerlerden mal alan kişinin eli de kesilmez..."
Âlimler, hayvanların
verdiği zararın sahipleri tarafından ödenip ödenmeyeceği konusunda farklı görüştedirler.
İmam Şafiî ve İmam
Mâlik'e göre; hayvan, sahibi başında olmadığı takdirde gündüz bir bahçeye
zarar verirse, sahibi bu zararı ödemez. Ama sahibi başında olursa öder.
Hayvanın geceleyin verdiği zararı ise, ister sahibi başında olsun ister başında
olmasın ödemek zorundadır. Hayvanın zararı ayakları ve ağzı ile vermesi hüküm
açısından aynıdır.
Hanefîlere göre;
sahibi beraberinde değilse, hayvanın gece veya gündüz verdiği zararı hayvan
sahibi ödemez. Hanefîler: "Hayvanın tazminatı olmaz (hayvanın verdiği
zarar hederdir)" hadisine dayanırlar.[656]
[1] Bazı eski kaynaklarda, icab ve kabulün hal sığası ile
gerçekleşmeyeceği kaydı vardır. Ancak; Bedâî, Fethu'l-Kadîr gibi muteber fıkıh
kitaplarında, hal sigası ile de icab ve kabulün yapılabileceği kaydedilir.
Mecelle'de de aynı hüküm benimsenmiştir.
[2] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/313-315.
[3] İbn Mâce, ticârât 1.
[4] Bakara, (2) 275.
[5] Nisa, (4) 29.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/315-316.
[6] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/316.
[7] Bir nüshada bu cümleye ilâve olarak bir de
"yalan" sözü vardır.
[8] Umeyr b. Vehb el-Gıfarî'nîn oğludur. Kûfe'ye
yerleşmiştir. Tirmizî'nin ifadesine göre, kendisinden sadece bu hadis rivayet
edilmiştir.
[9] Nesâî, eymân 22, 23, büyü 4; Tirmizî, büyü 4; İbn
Mâce, ticârât 3; Ahmed b. Hanbel, IV, 6.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/316-317.
[10] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/317-318.
[11] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/318.
[12] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/318-319.
[13] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/319.
[14] Bu cümleyi, "Borçlu va'd ettiği mikdarı Hz.
Peygamber'e getirdi" şeklinde de anlamak mümkündür. Bezlü'l-Mechûd sahibi,
İbn Mâce'nin rivayetini de gözönüne alarak yukarıdaki manayı
benimsemiştir.-Terceme de Qna göre yapılmıştır.
[15] İbn Mâce, sadaka 9.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/319-320.
[16] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/320-321.
[17] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/321.
[18] Ravi bu kelimeyi bazan "müştebihât" bazan da
"müştebihet" şeklinde söylerdi. Buharî'nin bir rivayeti ikinci,
Müslim'in rivayeti birinci şekildedir. Buharî'nin diğer rivayeti İse
"müsebbihât" şeklindedir.
[19] Buharı, ; İman 39, büyü 2; Müslim, müsâkât 107;
Tirmizî, büyü 1; Nesâî, bey' 2, eşribe 50; İbn
Mâce, fiten 14; Dârimî, büyü 1; Ahmed b. Hanbel, IV, 267, 269, 27O, 271.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/322.
[20] Buharî, bedü'l-vahy 1; Müslim, imâre 55.
[21] Tirmizî, zühd II; İbn Mâce, fiten 12.
[22] Buharî, îman 7; Müslim* îman 71, 72; Tirmizî, kıyâme
59; İbn Mâce, mukaddime 9.
[23] Buharî, büyü 3; Tirmizî, kıyâme 60.
[24] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/322-326.
[25] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/326-327.
[26] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/327.
[27] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/327.
[28] Nesai, büyü 2; İbn Mâce. ticârât 58; Ahmed b. Hanbel,
II, 494.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/327-328.
[29] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/328-329.
[30] Bazı nüshalarda Naki' şeklindedir. Naki', Medine yakınlarında
koyun satılan bir yerin adıdır. Hattâbî, doğrusunun bu olduğunu söyler.
Mişkât'ta da böyledir.
[31] Ahmed b. Hanbel, V, 293.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/329-330.
[32] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/330-332.
[33] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/332.
[34] Müslim, müsâkât, 105, 106; Tirmizî, büyü 2; Nesâî,
ziynet 25; İbn Mâce, ticârât 58; Dârimî, büyü 4; Ahmed b. Hanbel, I, 83, 88,
93, 107.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/332.
[35] Buharı, libâs 96.
[36] İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, Beyrut, VI, 178.
[37] Bakara, (2) 275.
[38] Bakara, (2) 276.
[39] Bakara, (2) 278, 279.
[40] İbn Mâce, ticârât 58.
[41] Buharî, vesâya 23, tıp 48, hudûd 44; Müslim, îman 144.
[42] İbn Cerîr, Neylü'l-Evtâr, V, 214.
[43] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/332-334.
[44] Bir rivayette, "Kaldırdığım ilk faiz
Abdiilmuttalib'in oğlu Abbas'm faizidir. Şüphesiz onun tümü
kaldırılmıştır." cümlesi vardır.
[45] Müslim, hacc 147; Tirmizî, tefsiru sûre (9) 2; İbn
Mâce, menâsik 76, 84; Dârimî, büyü 3, menâsik 34; Muvatta, büyü 83; Ahmed b.
Hanbel, V, 73.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/335-336.
[46] Mâide, (5) 3.
[47] Âl-i İmran, (3) 130.
[48] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, II, 955.
[49] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/336-338.
[50] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/338.
[51] Ebû Davud'a hadis, hem İbn Şerh, hem de İbn Vehb'den
intikal etmiştir. Metin, İbn Vehb'in rivayetidir, İbn Vehb'in rivayeti:
"...bereketin mahvı" şeklinde olduğu halde, İbn Serh'inki,
"...kazancın mahvı" şeklindedir. Ayrıca hadisin isnadını ifade
tarzında da rivayetler arasında küçük bir fark vardır.
Buharı, büyü 26: Müslim, müsâkât 131; Nesâî, büyü 5; îbn Mâce, licârât
30; Ahmed b. Hanbel, II, 235, 242, 413.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/339.
[52] Bakara, (2) 276.
[53] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/339-340.
[54] Bu isim bazı nüshalarda "Mahreme"
şeklindedir.
[55] Tirmizî, büyü 66; İbn Mâce, ticârâl 34; Nesâî, büyü
54; Dârimî, büyü 47; Ahmed b. Hanbel, IV, 352.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/340-341.
[56] Satın alman mala mukabil olarak verilen bedele
"semen", satılan mala da "müsmen" veya "mebî"
denir.
[57] Mecmau'z-Zevâid, V, 122.
[58] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/341-343.
[59] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/343.
[60] Nesâî, büyü 54; İbn Mâce, ticârât 34.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/343-344.
[61] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/344.
[62] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/344.
[63] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/344.
[64] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/344-345.
[65] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/345.
[66] Nesâî, zekât 44, büyü 54.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/345-346.
[67] Selem: Parayı peşin verip malı daha sonra teslim almak
üzere yapılan akiddir. Geniş bilgi 3463 no'lıı hadiste gelecektir.
[68] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/346-348.
[69] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/348.
[70] Nesâî, buyu 98; Ahmed b. Hanbel, V, 20.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/348-349.
[71] Müslim, müsâkât 26.
[72] Müslim, müsâkât 31.
[73] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/349-350.
[74] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/350.
[75] Ahmed b. Hanbel, IV, 392.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/350-351.
[76] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/351-352.
[77] Buharî, ferâiz 15; Müslim, ferâiz 16; Tirmizî, cenâiz
69; İbn Mâce, mukaddime 11, sadakat 13; Nesâî, cenâiz 67, ıydeyn 22.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/352.
[78] A.Davudoglu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, VIII,
138-139.
[79] Ahzâb, (33) 6.
[80] Kur'ân-ı Hakîm ve Meâl-i Kerîm, II, 740.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/353-355.
[81] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/355.
[82] "Dana" manasına gelen kelimesi, bazı
nüshalarda şeklinde varid olmuştur. O zaman mana "bir mal" olarak
anlaşılır. Yani, Hz. Peygamber'in satm aldığı malın cinsi belirtilmeden,
sadece bir şey satın aldığı ifade edilmiştir.
[83] Ahmed b. Hanbel, I, 235, 323.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/355.
[84] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/356.
[85] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/356.
[86] Buharî, havale 1, 2, istikraz 12; Müslim, müsâkât 33;
Nesâî, büyü 100, 101; Tirmizî, büyü 68; İbn Mâce, sadaka 8; Muvatta, büyü 84;
Dârimî, büyü 48; Ahmed b. Hanbel, II, 71, 245, 254, 260.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/356-357.
[87] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/357-359.
[88] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/359.
[89] Müslim, müsâkat, 118, 128; Tirmizî, büyü 73; Nesâî,
büyü 64; İbn âce, ticârât 62; Dâ-rimî, büyü 31; Muvatta, büyü 89; Ahmed b.
Hanbel, VI, 375, 390.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/360.
[90] Şerhli Meâni’l-Âsâr, IV, 60. Bu hadis 3356 numarada
gelecektir.
[91] Şerhu Meâni’l-Âsâr, IV, 60.
[92] Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, II, 94.
[93] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/360-363.
[94] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/363.
[95] Buharı, salavât 59, istikraz 7, hibe 23; Müslim,
müsafirîn 71; Nesâî, büyü 53.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/363.
[96] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/363.
[97] Bazı nüshalarda bu; bazılarında ise şeklindedir. Önceki,
"altını gümüşle"; sonraki ise "altını altınla" demektir.
[98] Buharî, büyü 74, 76; Müslim, müsâkât 79; Tirmizî, büyü
24; Nesâî, büyü 41; İbn Mâce, ticârât 50; Muvatta, büyü 38; Ahmed b. Hanbel, I,
24, 35, 45.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/363-364.
[99] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/364-365.
[100] Müslim, müsâkât 80, 82; Nesâî, büyü 44; İbn Mâce,
ticârât 48.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/365-366.
[101] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/366.
[102] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/366-371.
[103] Hadisi Ebû Davud'a dört ayrı zat rivayet etmiştir.
Bunlar; Muhammed b. İsâ, Ebû Bekir b. Ebî Şeybe, Ahmed b. Menî' ve
Îbnü'l-Alâ'dırlar. Tire arasındaki kısım, önceki cümlenin Ebû Bekir b. Ebî
Şeybe ve Ahmed b. Menî' tarafından nakledilen şeklidir. Ayrıca buradaki
"altınla bağlanmış" manasına gelen cümlesi, bazı nüshalarda
"altınla kaplı" şeklindedir.
[104] Bu cümlenin, "Altınla taşların araları
ayrılıncaya kadar geri verdi" manasına anlaşılması da mümkündür. Hattâbî
bu cümlenin, terceme ettiğimizden başka bir manada, "Alışverişle sarfın arasını
ayırıncaya kadar" şeklinde anlaşılmasının da mümkün olduğunu söyler.
[105] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/372-373.
[106] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/373-375.
[107] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/375.
[108] Müslim, müsâkât 90; Tirmizî, büyü 32; Nesâî, büyü 48;
Ahmed b. Hanbel, VI, 21.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/375-376.
[109] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/376.
[110] Bu kelime bazı nüshalarda şeklindedir. Nevevî, 'nin
pek kullanılmadığını, meşhur olanın olduğunu söyler.
[111] Müslim, müsâkat 91.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/376-377.
[112] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/377.
[113] Bu kelime bazı nüshalarda Nakî' şeklindedir.
[114] Tirmizî, büyü 24; Nesâî, büyü 50; İbn Mâce, ticârât
51; Dârimî, büyü 43.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/377-378.
[115] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/378-379.
[116] Bk. 3350 no'lu hadis.
[117] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/379-380.
[118] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/380.
[119] Tirmizî, büyü 21; Nesâî, büyü 65; İbn Mâce, ticârât
56; Dârimî, büyü 30.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/380-381.
[120] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/381-382.
[121] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/382.
[122] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/382-383.
[123] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/383.
[124] Müslim, müsâkât 123; Tirmizî, büyü 22.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/384.
[125] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/384-385.
[126] Bu başlık bazı nüshalarda "Meyveyi hurma
karşılığında satmak" şeklindedir.
[127] Tirmizî, büyü 14: Nesâî, büyü 36; İbn Mâce, ticârât
53; Muvatta, büyü 22; Ahmed b. Hanbei, I, 179.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/385-386.
[128] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/386-389.
[129] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/389.
[130] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/390.
[131] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/390.
[132] Concordance bu bab'a numara vermemiştir.
Avnu'I-Ma'bûd'da, bu babın bazı nüshalarda mevcut olmadığı söylenir.
[133] Bu cümle matbu nüshaalrda, “(daldaki) meyveyi hurma
karşılığında satmayı” şeklindedir.
[134] Buhari, büyu 85; Müslim, büyu 73; Muvatta, büyu 47;
Ahmed b. Hanbel, II, 392.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/390-391.
[135] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/391-392.
[136] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/393.
[137] Bu cümle Bezlü'l-Mechûd'da: "kuru hurmayı taze
hurma karşılığında satma" şeklinde izah edilmiş, ta'likında ise buna
itiraz edilip, bizim terceme ettiğimiz şekilde manalandırılmıştır.
[138] Buharî, büyü, 83; Müslim, büyü 59, 62, 66; Nesâî, büyü
34; İbn Mâce, ticârât 55.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/393.
[139] Bir ölçü birimidir. Bir vesk
[140] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/393-396.
[141] Buharî, büyü 75, 82, 83; Müslim, büyü 20, 62, 64, 66,
68, 71; Nesâî, büyü 34, 35; İbn Mâce, ticârât 55; Muvatta, büyü 14.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/396.
[142] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/396-397.
[143] Buharı, büyü 83, müsâkât 17; Müslim, büyü 71; Tirmizî,
büyü 63; Muvatta, büyü 14.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/397.
[144] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/397-398.
[145] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/398-399.
[146] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/399.
[147] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/399.
[148] Bu tabirin ifade ettiği mana konusunda farklı görüşler
vardır. Onun için tabiri aynen aldık. Bu manalara, hadisi izah ederken işaret
edeceğiz.
[149] Buharı, zekât 58, büyü 82, 83, 85, 86;Müslim, büyü 49,
51/52, 54, 56, 59, 79; Nesâî, büyü 28, 35; îbn Mâce, ticârât 32; Muvatta, büyü
10; Dârimî, büyü 21.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/399.
[150] Çünkü bu duruma gelen meyvenin, ağaçtan ya da
topraktan alacağı bir şey yoktur. Bundan sonraki kızarma, güneşin etkisiyle
olur.
[151] Hukuku İslâmiyye ve Istılâhât-ı Fikhiyye Kamusu, VI,
28.
[152] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/400-402.
[153] Bu cümledeki kelimesi, diğer matbu nüshalarda
şeklindedir. kelimesi, hem müzekker, hem de müennes olarak kullanıldığı için
rivayetin her ikisi de caizdir. Bir de, Hattâbî tarafından bu kelimenin şeklinde
olması gerektiği mütalaası ileri sürülmüştür. Buna izah bölümünde işaret
edilmiştir.
[154] Buharı, büyü 85, 86, 93; Müslim, büyü 50, müsâkât 15;
Tirmizî, büyü 15; Nesâî, büyü 40; İbn Mâce, ticârât 32; Ahmed b. Hanbel, II, 5.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/403.
[155] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/403-404.
[156] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/404.
[157] Ahmed b. Hanbel, II, 387, 458, 472.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/404.
[158] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/404-405.
[159] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/405.
[160] Buharî, büyü 86; Müslim, büyü 84; Ahmed b. Hanbel,
III, 320, 361.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/406.
[161] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/406-407.
[162] Tirmizî, büyü 15; İbn Mâce, ticârât 32; Ahmed b.
Hanbel, III, 161, 221, 250.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/407.
[163] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/407-408.
[164] Buharı, büyü, 85.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/408-409.
[165] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/409-410.
[166] İbn Mâce, ticârât 32.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/410.
[167] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/410-411.
[168] Müslim, müsâkât 17; Nesâî, büyü 30; İbn Mâce, ticârât
33; Muvatta, büyü 16; Ahmed b. Hanbel, III, 309.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/411.
[169] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/411-414.
[170] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/414.
[171] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/414.
[172] Müslim, büyü 4; Tirmizî, büyü 17; Nesâî, büyü 27; İbn
Mâce, ticârât 23; Dârimî, büyü 20, 29; Muvatta, büyü 75.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/414-415.
[173] Mukayeseli İslâm Hukuku, II, 166-167.
[174] Mukayeseli İslâm Hukuku, II, 167.
[175] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/415-418.
[176] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/418.
[177] Bundan sonraki rivayet, bu hadisteki tabirlerin
tefsiridir. Onun için, hadisin izahı o rivayetten sonra gelecektir.
Buharı, libas 20, 21, salât 10, savm 66, büyü 62, 63; Müslim, büyü, 2,
3; Nesâî, büyü 26; İbn Mâce, ticârât 12; Ahmed b. Hanbel, III, 6, 95.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/418-419.
[178] Buharı, libas 20, 21, salât 10, savm 66, büyü 62, 63;
Müslim, büyü 2, 3; Nesâî, büyü 26; İbn Mâce, ticârât 12; Ahmed b. Hanbel, III,
6, 95.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/419-420.
[179] Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, II, 294-295.
[180] İbnü'l-Hümâm'ın tarifi de bu şekildedir.
[181] Ebû Dâvüd'daki rivayet bu şekildedir.
[182] Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, II, 295-296.
[183] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/420-422.
[184] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/422.
[185] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/423.
[186] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/423.
[187] Habelü'l-habele'nin tefsiri bir sonraki hadiste
gelecektir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/423.
[188] Buharı, büyü 61, selem 8; Müslim, büyü 5, 6; Tirmizî,
büyü 16; Nesâî, büyü 67, 68; İbn Mâce,. ticârât 24; Muvatta, büyü 26.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/423-424.
[189] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/424.
[190] Bakara, (2) 237.
[191] Ahmed b. Hanbel, I, 116.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/425.
[192] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/425-426.
[193] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/426.
[194] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/427.
[195] Nisa, (4) 12.
[196] Sâd, (38) 24.
[197] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/427-431.
[198] el-Bârikî, Bârik'a mensup demektir. Bârik, Ezd
kabilesinden bir batındır. Bunların dedesi Bârik b. Adiy b. Hârise'dir. Bu
şahsa Bârik denmesine sebep, bu ismi taşıyan dağın yanına yurt tutmuş
olmasıdır.
[199] Şüphe raviye aittir.
[200] Tirmizî, büyü-34; Ibn Mâce, sadaka 7.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/431-432.
[201] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/432-435.
[202] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/435-436.
[203] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/436.
[204] Tirmizî, büyü 34.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/436-437.
[205] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/437.
[206] Buharî'nin rivayetinde pirinç yerine dan
denilmektedir.
[207] Buharı, büyü 98, müzâraa 13; Müslim, zikir 100.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/438-439.
[208] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/439-441.
[209] İbn Mâce, ticârât 63.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/441.
[210] Tenfîl: Devlet başkanının, bazı gazilere ganimetteki
hissesinden fazla bir şey vermesidir. (Lübâb)
[211] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/441-442.
[212] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/443.
[213] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/443.
[214] Müslim, büyü 106; Nesâî, eymân 45; İbn Mâce, rühûn 11;
Ahmed b. Hanbel, I, 234, 281, 349.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/443.
[215] Buharı, müzâraa 18.
[216] Buharı, müzâraa 18.
[217] Buharı, müzâraa 8.
[218] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/444-447.
[219] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/447-448.
[220] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/448.
[221] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/448.
[222] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/448-449.
[223] Nesâî, eymân 45; İbn Mâce, rühûn 10; Ahmed b. Hanbel,
V, 182, 187.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/449.
[224] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/449-450.
[225] Nesâî, eymân 45.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/450.
[226] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/450-451.
[227] Müslim, büyü 116; Nesâî, eymân 45.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/451-452.
[228] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/452-453.
[229] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/453.
[230] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/453.
[231] Buharı, hars 18; Müslim, büyü 108, 112; Nesâî, eymân
45; Muvatta, kira 5; Ahmed b. Hanbel, II, 6,64, III, 465.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/453-455.
[232] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/455-456.
[233] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/456.
[234] Buharî, hars 18; Müslim, büyü 112; Nesâî, eymân 45.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/456.
[235] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/457.
[236] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/457.
[237] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/458.
[238] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/458.
[239] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/458.
[240] Nesâî, eymân 45; İbn Mâce, rühûn 10.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/458-459.
[241] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/459.
[242] Nesâî, eymân 45.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/460.
[243] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/461.
[244] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/461.
[245] Nesâî, eymân 45; İbn Mâce, rühûn 7.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/461.
[246] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/461.
[247] Nesâî, eymân 45.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/462.
[248] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/462.
[249] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/462-463.
[250] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/463-464.
[251] Tirmizî, ahkâm 29; İbn Mâce, rühûn 13; Ahmed b.
Hanbel, III, 465.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/464.
[252] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/464-465.
[253] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/465.
[254] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/465-466.
[255] Müslim, büyü 85; Nesâî, büyü 74.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/466.
[256] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/466-467.
[257] Buharî, müsâkât 17; Müslim, büyü 59, 81,85, 104, 105;
Tirmizî, büyü 14,55,62; Nesâî, eymân 45; İbn Mâce, ticârât 54, rühün 7, 8;
Dârimî, mukaddime 28, büyü 23; Muvatta, büyü 24, 25.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/467.
[258] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/467.
[259] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/467-468.
[260] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/468.
[261] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/468-469.
[262] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/469-470.
[263] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/470.
[264] Buharî, hars 8, 9; Müslim, müsâkât 1, 3; Tirmİzî,
ahkâm 41; İbn Mâce, rühûn 14; Dârimî, büyü 23; Ahmed b. Hanbel, II, 17, 22, 37.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/470-471.
[265] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/471-472.
[266] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/472.
[267] Müslim, müsâkât 5; Nesâî, eymân 46.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/473.
[268] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/473.
[269] İbn Mâce. 7ekâr 18.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/473-474.
[270] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/474-475.
[271] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/475.
[272] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/475.
[273] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/475-476.
[274] Önceki rivayetin izahında da işaret edildiği gibi
kelimesi Bezlü'l-Mechûd baskısında önceki rivayette şeklindedir. Bezlü'l-Mechûd'da, bu rivayetle
önceki rivayet arasındaki farkın veya oluşu belirtilir.
[275] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/476.
[276] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/476.
[277] Bu cümle, Avnü'l-Ma'biid ve BezliiM-Meciıûd
baskılarında: "(Abdullah) yahuditeri bu tahmini almak veya onu
müslümanlara vermek arasında muhayyer bırakırdı." şeklindedir.
[278] Muvalta, müsâkât 1,2.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/477.
[279] Tirmizî, İbn Mâce.
[280] Sünen sahipleri.
[281] İbn Abdilberr.
[282] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/477-479.
[283] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/479.
[284] Haşr. (59) 7.
[285] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/479-480.
[286] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/480.
[287] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/480.
[288] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/483.
[289] kelimeleri, diğer bazt nüshalarda "Kur'an'ı ve
yazıyı" şeklindedir.
[290] İbn Mâce, ticârât 8; Ahmed b. Hanbel, V, 315, 324.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/483-484.
[291] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/484.
[292] Bakara, (2) 273.
[293] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/484-485.
[294] İbn Âbidin, Resâil, I, 14.
[295] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/485-486.
[296] Ahmed b. Hanbel. 111. 428. 444.
[297] Ahmed b. Hanbel, III. 357, Tirmizi.
[298] Zeylaî. IV. 138.
[299] Beyhakî, Zeyleî, IV, 138.
[300] Bu açıklama, İbn Kudâme'nİn el-Muğnî (V, 557) ve
et-Tehanevî'nin İ'laü’s-Sünen'inden alınmıştır, (XVI, 168).
[301] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/486-488.
[302] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/488-489.
[303] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/489.
[304] Tecrid-i Sarih Terceme ve Şerhi, VII, 52-53.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/489-490.
[305] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/490.
[306] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/490.
[307] Buharî, icâre 16, lıb 33, 39; Müslim, selâm 66;
Tirnıizî, tıb 20; İbn Mâce, ticârât 7; Ahmed b. Hanbel, III, 10, 44.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/491-492.
[308] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/492-495.
[309] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/495.
[310] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/495.
[311] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/495.
[312] Bu zatın isminin Alâka b. Sahhar veya Abdullah b. Aşîr
olduğu söylenmektedir.
[313] Ahmed b. Hanbel, V, 211.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/496.
[314] Hicr, (14) 72.
[315] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/496-497.
[316] Müslim, müsâkât40,41;Tirmizî, büyü 46; Nesai, sayd 15,
Ahmed b. Hanbel, 111,464, 465; IV, 140.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/497.
[317] Buhari, Buyu' 112; Mtislüm, Musakat 40, 41.
[318] Ahmet b. Hanbel, 1. 278, 279; Ebu Davud Buyu' 63.
[319] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/497-500.
[320] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/500.
[321] Tirmizî, büyü 47; İbn Mâce, ticârât 10.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/500.
[322] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/500-501.
[323] Buharî, büyü 39,icâre 18; Müslim, müsâkât 6,5; İbn
Mâce, ticârât 10.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/501.
[324] Buharî, İcâre 17, büyü 39,95; Müslim, müsâkat 62; Tirmizî,
büyü 48; Dârimî, büyü 79; Muvatta, isii'zan 26.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/501.
[325] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/501-502.
[326] Buharî, icâre 20; Dârimî, büyü 78; Ahmed b. Hanbel,
III, 287, 382.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/502.
[327] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/502.
[328] Ahmed b. Hanbel IV, 341.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/502-503.
[329] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/503.
[330] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/503.
[331] Concordance bu bab'a numara vermemiştir.
[332] Buharî, büyü 113; Tirmizî, büyü 46.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/504.
[333] En'am, (6) 59.
[334] Lokman, (31) 34.
[335] Neml, (27) 65.
[336] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/504-505.
[337] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/505.
[338] Buharı, icâre 21; Tirmizî, büyü 45; Nesâî, büyü 94;
İbn Mâce, ticârât 9; Dârimî, büyü 80.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/505-506.
[339] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/506.
[340] Buradaki şüphe raviye aittir.
[341] Ahmed b. Hanbel, I, 17.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/507-508.
[342] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/508.
[343] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/508.
[344] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/509.
[345] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/509.
[346] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/509.
[347] Buharı, müsâkât 17, büyü 90; Müslim, büyü 78; Tirmizî,
büyü 25;Nesâî, büyü 95; İbn Mâce, ticârât 31; Dârimî, büyü 27; Mâlik, büyü 2;
Ahmed b. Hanbel, II, 9, 78, 82, III, 301, 310.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/509-510.
[348] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/510-511.
[349] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/511.
[350] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/511.
[351] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/512.
[352] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/512.
[353] Buharî, büyü 71; Müslim, Büyü 14; Nesâî, büyü 17,20,
21; İbn Mâce, ticârât 13; Dâri-mî, büyü 33; Ahmed b. Hanbel, II, 7, 22, 63.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/512.
[354] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/513-514.
[355] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/514.
[356] Müslim, büyü 16, 17; Tirmizî, büyü 12; Nesâî, büyü 18.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/514-515.
[357] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/515.
[358] Buharî, büyü 58, 64; Müslim, büyü 11; Tirmizî, büyü
65; Nesâî, büyü 17, 19, 21; İbn Mâce, ticârât 14; Dârimî, büyü 33; Muvatta,
büyü 96.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/515-516.
[359] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/516.
[360] Buharî, büyü 58, 64, 68, 69, 70, 71, icâre 14; Müslim,
büyü 11, 12, 18, 19, 20, 21; Nesâî, büyü 18; İbn Mâce, ticârât 15; Tirmizî,
büyü 17, 18.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/516-517.
[361] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/517-518.
[362] Nesâî, büyü 18.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/518-519.
[363] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/519.
[364] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/519-520.
[365] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/520.
[366] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/520.
[367] "Satmasın" diye terceme ettiğimiz fiil, bazı
nüshalarda nehy sigası ile, bazılarında ise nefy sigası ile şeklindedir. Buradaki nefy de nehy
manasınadır.
[368] Müslim, büyü 20; Tirmizî, büyü 13; Nesâî, büyü 17; İbn
Mâce, ticârât 15; Ahmed b. Hanbel, III, 307, 312, 386, 392.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/520-521.
[369] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/521.
[370] Buharı, büyü 64; Müslim, büyü 11, 23, 24, 25; Muvatta,
büyü 96; Ahmed b. Hanbel, 246, 410, 420, 465.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/521-522.
[371] Müslim'in bir rivayetinde; "Bir sa'hurma ile,
buğdayla değil" denilmektedir. Müslim, büyü 25; Tirmizî, büyü 29; Nesâî,
büyü 14; İbn Mâce, ticârât 42: Dârimî, büyü 19.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/522.
[372] Buharı, büyü 64, 65.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/522.
[373] Tereddüt ravilerden birisine aittir.
[374] İbn Mâce, ticârât 42.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/523.
[375] Bakara, (2) 194.
[376] Nahl, (16) 126.
[377] Bk. Hidâye, III, 27.
[378] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/523-526.
[379] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/526-527.
[380] Ma'mer b. Abdillab b. Nâfi b. Nefle. İlk müslüman
olanlardandır. Hem Habeşistan'a hem de Medine'ye hicret etmiştir. İbn
Abdilberr'in belirttiğine göre, Adiy oğullarının ileri gelenlerindendir.
[381] Müslim, müsâkât 129, 130; Tirmizî, büyü 40; İbn Mâce,
ticârât 6; Dârimî, büyü 12; Ahmed b. Hanbel, III, 453, 454.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/527-528.
[382] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/528.
[383] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/529-530.
[384] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/530.
[385] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/530-531.
[386] İbn Mâce, ticârât 52; Ahmed b. Hanbel, III, 419.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/531.
[387] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/531-532.
[388] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/532.
[389] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/533.
[390] Tirmizî, büyü 73; İbn Mâce, ticârât 27.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/533-534.
[391] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/534-535.
[392] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/535.
[393] Müslim, iman 164; Tirmizî, büyü 72; İbn Mâce, ticârât
36; Dârimî, büyü 10; Ahmed b.Hanbel, II, 242.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/535.
[394] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/535.
[395] İbrahim, (14) 36.
[396] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/536-537.
[397] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/537.
[398] Buharî, büyü 19, 22, 42, 43, 44, 46, 47; Müslim, büyü
43, 46, 47; Nesâî, büyü 4, 8, 9, 10; Tirmizî, büyü 26; îbn Mâce, ticârât 17;
Dârimî, büyü 15; Muvatta, büyu 79.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/537.
[399] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/537-539.
[400] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/540.
[401] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/540.
[402] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/540-541.
[403] Tirmizî, büyü 26; Nesâî, büyü II; Ahmet b. Hanbel, II,
183.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/541.
[404] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/541-543.
[405] Tirmizî, büyü 26; İbn Mâce, ticârât 17; Ahmed
b.Hanbel, I, 59.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/543-544.
[406] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/544.
[407] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/544-545.
[408] Tâbiûn âlimlerinden birisidir.
[409] Tirmizî, büyü 27; ibn Mâce, ticârât 18.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/545.
[410] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/545-546.
[411] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/546.
[412] Buharı, büyü 19,22,44,46; Müslim, büyü 47; Tirmizî,
büyü 26; Nesâî, büyü 4,8; Dârimî, büyü 15.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/546-547.
[413] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/547.
[414] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/548.
[415] İbn Mâce, ticârât 26.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/548.
[416] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/548-549.
[417] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/549.
[418] Selem akdi İle ilgili bilgi 3463 nolu hadiste
gelecektir.
[419] Serahsî, el-Mebsût, XIII, 8.
[420] Hattâbî'nin bu .konuda verdiği misal köle ve
cariyedir. Bu gün böyle bir mal bulunmadığı için biz birimleri de değiştirerek
at ve kısrağı misâl verdik.
[421] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/550-552.
[422] Ahmed b.Hanbel, II, 84.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/552-553.
[423] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/553-556.
[424] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/556.
[425] Buharı, selem 1, 2, 7; Müslim, müsâkât 127, 128;
Tirmizî, büyü 68; Nesâî, büyü 63; İbn Mâce, ticârât 59; Dârimî, büyü 45; Ahmed b.Hanbel,
I, 217, 222, 282.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/556-557.
[426] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/557-558.
[427] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/558.
[428] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/558-560.
[429] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/560.
[430] Buharî'nin rivayetinde bu ravi; Abdullah b. Ebî
Mücâlid olarak gösterilmiştir. Buradaki lereddüd ravive aittir.
[431] Buharı, selem 2; İbn Mâce, ticârât 59.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/560-561.
[432] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/561-562.
[433] "İbn" kelimesi bazı nüshalarda yer
almamıştır.
[434] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/562.
[435] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/562.
[436] Bir nüshada; "zeytinyağı" yerine "kuru
üzüm" denilmektedir. Bu ihtilâf bu kelimelerin arapçalarınin
yazıhşlanndaki benzerlik yüzünden olsa gerektir. Yani bu bîr yazı hatasıdır.
[437] Buharı, selem 7.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/562-563.
[438] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/563.
[439] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/7.
[440] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/7-8.
[441] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/8.
[442] İbn Mâce, ticârât 60.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/8-9.
[443] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/9-10.
[444] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/10.
[445] Müslim, müsâkat 18; Nesâî, büyü 30,95; İbn Mâce, ahkâm
25; Ahmed b. Hanbel III, 36.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/10.
[446] Hanefilere göre; borcunu ödeyemeyen borçlunun
gerçekten malının olmadığını anlayabilmek için, buna yetecek kadar bir müddet
hapsi caizdir. Yalnız bu bir ceza değil, borçlu malım gizlemişse onu çıkarması
için bir müeyyidedir.
[447] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/10-12.
[448] Müslim, müsâkât 14; Nesâî, büyü 30; İbn Mâce, ticârât
33; Dârimî, büyü 22; Ahmed b. Hanbel, V, 3.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/12-13.
[449] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/13-14.
[450] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/14.
[451] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/14.
[452] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/14-15.
[453] Buharı, müsâkât 3; Müslim, müsâkât 37; Tirmizî, büyü
44; İbn Mâce, rühûn 19; Nesâî büyü 89; Ahmed b. Hanbel, II, 463.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/15.
[454] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/15-17.
[455] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/17.
[456] Buharı, eşribe 10, tevhid ve'ş-şehâdât 22, ahkâm 48;
Nesâî, Müslim, eymân 173, 174; büyü 6; İbn Mâce, ticârât 30; Ahmed b. Hanbel,
II, 480.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/17.
[457] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/18-19.
[458] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/19.
[459] Buharı, eşribe 10, tevhid ve'ş-şehâdât 22, ahkâm 48;
Müslim, eymân 173, 174; Nesâî, büyü 6; İbn Mâce, ticârât 30; Ahmed b. H^nbel,
II, 480.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/19.
[460] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/19-20.
[461] Sahâbîlerden olduğu söylenmektedir. Hadisi, bizzat
şahid olarak değil, babasından duyarak nakletmiştir.
[462] Dârimî, büyü 70; Ahmed b. Hanbel, III, 480, 481.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/20-21.
[463] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/21.
[464] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/21.
[465] İbn Mâce, rühûn 6; Ahmed b. Hanbel V, 364.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/21-22.
[466] Şerhu Fethi'l-Kadîr, VI, 56.
[467] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/22-23.
[468] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/23.
[469] Ebû Avf el-Müzenî, sahâbîdir. Sünen sahipleri ve Ahmed
b. Hanbel, kendisinden bu hadisi rivayet etmişlerdir. Begavî ve
İbnü's-Siekkîn, başka hadis rivayet etmediğini söylerler.
[470] Müslüm, müsâkat 34, 35; Tirmizî, büyü 44; Nesâî, büyü
94; İbn Mâce, rühün 18; Dârimî, rühün 69; Ahmed b. Hanbel, III, 338, 339, 356,
417.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/23-24.
[471] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/24.
[472] Tirmizî, büyü 49; Nesâî, büyü 92, sayd 16; İbn Mâce,
ticârât 9; Ahmed b. Hanbel, III, 339, 349, 386.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/24-25.
[473] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/25-26.
[474] Tirmizî, büyü 49; İbn Mâce ticârât 9; Nesâî, büyü 92.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/26.
[475] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/26.
[476] Buharı, büyü 113, icâre 20, talâk 51, tıb 46; Müslim,
müsâkât 39; Tirmizî, büyü 46,. nikâh 36,tib 23; Nesâî, büyü 91; İbn
Mâce, ticârât 9; Mâlik büyü 68; Dârimî, büyü 34; Ahmed b. Hanbel IV, 119,
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/27.
[477] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/27-28.
[478] Nesâî, büyü 91, sayd 15.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/28.
[479] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/28-29.
[480] Buharî, büyü 112.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/29.
[481] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/29.
[482] Nesâî, sayd 15.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/29-30.
[483] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/30.
[484] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/30.
[485] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/31-32.
[486] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/32.
[487] Buharı, büyü 112; Müslim, müsâkât 71; Tirmizî, büyü
60; Nesâî, buyu 93, fer' 8; İbn Mâce, ticârât II; Ahmed b. Hanbel, II, 213,
362, 512.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/32-33.
[488] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/33-35.
[489] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/35.
[490] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/35.
[491] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/35-36.
[492] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/36.
[493] Dârimî, eşribe 9; Ahmed b. Hanbel, IV, 253.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/36.
[494] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/37.
[495] Buharî, büyü 105; Müslim, müsâkât 69, 70; eşribe 83;
İbn Mâce, eşribe 7.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/37.
[496] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/37-38.
[497] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/38.
[498] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/38.
[499] Buharı, büyü 51, 54, 55; Müslim, büyü 32; Nesâî, büyü
55; İbn Mâce, ticârât 37; Dâri-mî, büyü 25; Mâlik, büyü 40.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/38-39.
[500] Bidâyetü'l-Miictehid ve Nihâyefü'l-Muktesid, II, 144.
[501] İ'lâü’s-Sünen, XIII, 227.
[502] Kamil Miras, Sahih-i Buharî Muhtasarı Tecrid-i Sarih
Terceme ve Şerhi, VI, 446 (Hadis no: 991).
[503] Aynı eser, VI, 450
(Hadis no: 992).
[504] M.Sofuoğlu, Sahih-i Müslim ve Tercemesi, V, 21
(Had.no:1525).
[505] H.Hatipoğlu, Sünen-i İbn Mâce Tercemesi ve Şerhi, VI,
216.
[506] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/39-42.
[507] Müslim, müsâkât 33; Nesâî, büyü 57; Mâlik, büyü 42;
Ahmed b. Hanbel, II, 311.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/42.
[508] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/42-44.
[509] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/44.
[510] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/44-45.
[511] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/45.
[512] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/45.
[513] Hadisi Ebû Davud'a İbn Ebî Şeybe'nin oğullan Ebû Bekir
ve Osman haber vermişlerdir. Gelecek bölüm, sadece Ebû Bekir'in rivayetinde
vardır.
[514] Buharı, bûyû 51; Müslim, büyü 31, 39; Nesâî, büyü 55.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/45-46.
[515] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/46.
[516] Buharı, büyü 55, 56; Müslim, büyü 30; Nesâî, büyü 55;
İbn Mâce, ticârât 37; Ahmed b. Hanbel, I, 270, 285,368.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/46-47.
[517] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/47-48.
[518] Buharı, büyü 54; Müslim, büyü 38; Nesâî, büyü 57.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/48.
[519] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/48-49.
[520] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/49.
[521] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/50.
[522] Buharî, büyü 48, istikraz 19, husümât 3; Müslim, büyü
48; Nesâî, büyü 51; Tirmizî, büyü 98.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/50.
[523] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/50-52.
[524] Tirmizî, büyü 28; Nesâî, büyü I2;îbn Mâce, ahkâm 24;
Ahmed b. Hanbel, III, 217.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/52.
[525] Nisa, (4) 5.
[526] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/53-55.
[527] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/55.
[528] Ibn Mâce, ticârât 22; Mâlik, büyü I.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/55.
[529] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/55-56.
[530] Tirmizî, büyü 19; Nesâî, büyü 60; İbn Mâce, ticârât
20; Ahmed b. Hanbel III, 402, 434.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/57.
[531] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/57-58.
[532] Tirmizî, büyü 19; Nesâî, büyü 60, 72; İbn Mâce,
ticârât 20.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/58.
[533] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/58-60.
[534] Buharî, vekâlet 8, büyü 34; Müslim, müsâkât 109;
Nesâî, büyü 77; İbn Mâce, ticârât 29; Ahmed b. Hanbel, III, 299.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/60.
[535] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/60-61.
[536] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/62-64.
[537] İbn Mâce, ticârât 44; Dârimî, büyü 18; Mâlik, büyü 3.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/64.
[538] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/64-65.
[539] et-Tehanevî, İ'lâü's-Sünen, XIII, 98.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/65-66.
[540] Tirmizî, büyü 53; Nesâî, büyü 15; İbn Mâce, ticârât
43; Ahmed b. Hanbel, VI, 49,208, 237.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/66.
[541] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/66-67.
[542] Tirmizî, büyü
53.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/67.
[543] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/67-69.
[544] Abdurrahman’ın dedesidir.Babası;Kindeli
Kays’tır.Annesi Hz. Ebu Bekir’in kız kardeşidir.Kendisini El-Mıuhtar
öldürmüştür.Ebu Zekeriyya el-Ezdi’nin haberine göre ebu Zübeyr onu Mevsıl
(Musul)’a tayin etmiştir. İbn Habban onu, sika raviler arasında sayar.
[545] Nesai, büyu 86.
Sünen-i Ebu Davud Terceme
ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/69-70.
[546] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/70.
[547] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/70-72.
[548] Müslim, müsâkat 135; Nesâî, büyü 80, 108; Ahmed b.
Hanbel, III, 316.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/72.
[549] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/72-75.
[550] Bu cümle bazı nüshalarda; "Taksim edilmeyen her
malda..." şeklindedir.
[551] Buharî, büyü, 96, 97, şirket 8, şüf'a 1; Tirmizî,
ahkâm 33; İbn Mâce, şüf'a 3; Nesâî, büyü 109; Mâlik, şüf'a 1, 4; Ahmed b.
Hanbel, III, 296, 399.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/75-76.
[552] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/76.
[553] İbn Mâce, şüf'a 3.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/76-77.
[554] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/77.
[555] Buharı, şüf'a 2; Nesâî, büyü 109; İbn Mâce, şüf'a 2,
3; Tirmizî, ahkâm 33; Ahmed b. Hanbel, IV, 389, 390.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/77.
[556] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/77-78.
[557] Tirmizî, ahkâm, 31, 32.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/79.
[558] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/79.
[559] Tirmizî, ahkâm 32; Nesâî, büyü 109; İbn Mâce, şüf'a 6;
Ahmed b. Hanbel, VI, 10.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/79.
[560] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/79-80.
[561] Müslim, müsâkat 24, 25; Tirmizî, büyü 36; Nesâî, büyü
95; İbn Mâce, ahkâm 26; Mâlik, büyü 88; Dârimî, büyü 51.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/80-81.
[562] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/81-82.
[563] îbn Mâce, ahkâm 26.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/82.
[564] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/82-83.
[565] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/83.
[566] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/83-84.
[567] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/84.
[568] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/84-85.
[569] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/85.
[570] İbn Mâce. ahkâm 26.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/85.
[571] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/85-86.
[572] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/86-87.
[573] Nisa. (4) 29.
[574] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/87-88.
[575] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/88.
[576] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/88.
[577] Buharı, rehn 4; Tirmizî, büyü 31; İbn Mâce, rühûn 2;
Ahmed b. Hanbel, II, 228,472.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/89.
[578] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/89-92.
[579] Yûnus, (10) 62.
[580] Tirmizî, zühd 53; Ahmed b. Hanbel, V, 229, 239,
328;'341, 342, 343.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/92-93.
[581] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/93-94.
[582] Nesâî, büyü 1; İbn Mâce, ticârât 1; Dârimî, büyü 6;
Ahmed b. Hanbel, VI, 31, 42, 177, 193, 220.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/94.
[583] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/94-95.
[584] Nesâî, büyü 1; İbn Mâce, ticârât 1.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/95.
[585] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/95-96.
[586] îbn Mâce, ticârât I.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/96.
[587] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/96-97.
[588] Nesâî, büyü 95.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/97.
[589] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/97.
[590] Hind; Utbe b. Rabîa'mn kızı, Ebû Süfyân'in hanımıdır.
Müslüman olmazdan önce, Hz. Peygamber (s.a)'e kin ve buğzla dopdolu idi. Bu
halini, bu hadisin Buharî'nin Nafakât ve Ahkâm bahislerindeki rivayetinde
bizzat kendisi şu sözleri ile dile getirmiştir: "Ya Rasûlallah! Vaktiyle
senin hanedanın kadar zül ve harabını istediğim hiçbir ev, hiçbir aile yoktu.
Bugün ise yeryüzünde sabahlayan hiçbir çadır ehli yoktur ki, bana senin ailen
kadar sevimli olsun..."
Hind'in İslâm'a ve
müslümanlara olan kininin en fenası Uhud Savaşında sergilenmiştir. Hind, bu
savaşta müşrikleri müslümanlara karşı kışkırtmış, şiirler söylemiştir. En
fenası, şehit düşen Hz. Hamza'nın ciğerini çiğnemiştir.
Hind, kocası Ebû Süfyân ile birlikte Mekke fethi günü müslüman olmuştur.
Yermük muharebesine kocası ile birlikte katılmış, bu seferde ateşli
hitabeleriyle İslâm askerlerini coşturmuş, harekete geçirmiştir.
[591] Buharî, büyü 95, nafakât 9, 14, ahkâm 14; Müslim,
akdıye 7; İbn Mâce, ticârât 65; Nesâî, kudât 31; Dârimî, nikâh 54.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/98.
[592] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/99-100.
[593] Buharı, büyü 95, nafakât 9, 14; Müslim, akdıye 7;
Nesâî, kudât 31; Dârimî, nikâh 54; Ahmed b. Hanbel, VI, 39, 50, 206.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/100.
[594] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/100.
[595] Tirmizî, büyü 37; Dârimî, büyü 57; Ahmed b. Hanbel,
III, 414.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/100-101.
[596] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/101-102.
[597] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/102.
[598] Tirmizî, büyü 37.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/103.
[599] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/103.
[600] Buharî, hibe 11; Tirmizî, birr 34; Ahmed b. Hanbel,
II, 359, IV, 189.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/103.
[601] Müddessir, (74) 6.
[602] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/103-105.
[603] Tirmizî, menâkıb 73; Ahmed b. Hanbel, II, 292.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/105.
[604] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/105.
[605] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/105-106.
[606] Buharı, hibe 14, 30, cihâd 137, hıyel 14; Müslim,
hibât 7, 8; Nesâî, hibe 2, 4, rukbâ 2; İbn Mâce, hibât 5; Ahmed b. Hanbel, I,
217, 250, 280.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/106.
[607] Buharı, hibe 30; Nesâî, hibe 2; İbn Mâce, hibe 2, 5;
Ahmed b. Hanbel, II, 182.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/106.
[608] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/107.
[609] Bk. Hadis no: 3530.
[610] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/107-109.
[611] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/109.
[612] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/109-110.
[613] Telcie: Kâmus'ta "İkrah = zorlama" diye
manalandınlır. Nihâye'de: İçi dışına zıt olan bir şeyi yapmaya zorlamak
şeklinde izah edilir. Fıkıhta telcie: Bir kimsenin, malını satmadığı halde,
satmış gibi davranmasıdır. Buna "beyu'l-telcie" denir.
[614] Buharı, hibe 12; Müslim, hibât 8, 9, 10, 17; Nesâî,
nuhl 1; İbn Mâce, hibât 1; Tirmizî, ahkâm 30; Mâlik, akdıye 39; Ahmed b.
Hanbel, IV, 268, 269, 271, 273.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/110-112.
[615] Müslim, hibât 12; Nesâî, nuhl 1.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/112.
[616] Nesâî, nuhl 1.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/112-113.
[617] Müslim, hibât 8, 9, 10, 17.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/113.
[618] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/113-115.
[619] Nesâî, umrâ 5; tbn Mâce, hibât 7; Ahmed b. Hanbel, II,
221.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/115-116.
[620] Nesâî, zekât 58, umrâ 5; İbn Mâce, hibât 7; Ahmed b.
Hanbel, II, 179, 184, 207.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/116.
[621] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/116-117.
[622] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/117-118.
[623] Buharı, hibe 32; Müslim, hibât 30, 32.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/118.
[624] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/118.
[625] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/118.
[626] Müslim, hibâl 25; Nesâî, umrâ 4; Ahmed b. Hanbel, III,
304, 393.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/119.
[627] Nesâî, umrâ 1.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/119.
[628] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/119.
[629] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/120.
[630] Müslim, hibât 20, 21, 22; Tirmizî, ahkâm 15; Nesâî,
umrâ 3; îbn Mâce, hibât 3; Mâlik, akdıye 43; Ahmed b. Hanbel, III, 312,-360,
386, 399.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/120.
[631] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/120-121.
[632] Müslim, hibât 23.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/121.
[633] Rukbâ: Bir kimsenin, başka birine: "Şu evimi
oturman için sana veriyorum. Eğer ben senden evvel ölürsem ev senin, sen evvel
ölürsen ev benim" diyerek bir malını vermesidir. Bundan sonra gelecek
olan babın hadisleri bu konudadır. Orada daha geniş İzahat verilecektir.
Hadis, umrâ ve rukbâyı
menetmektedir. Bu men, yasaklama manasında değil, "rukbâ ve umrâ yoluyla
mal vermeniz doğru değildir, bu malın zayiine sebeptir" demektir. Ama
yapılırsa sahihtir.
Bu hadisin, umrâ ve
rukbâya cevaz veren hadislerden evvel varid olup, onlarla nes-hedilmiş olması
da muhtemeldir.
Tıybî; hadisin
manasında değişik bir mütalaada bulunmuştur. Şöyle ki: "Sonradan geri
almak ümidi ile rukbâ veya umrâ yoluyla mal vermeyiniz. Çünkü o mal, verildiği
kimse ölünce size geri dönmez, onun vârislerine İntikal eder."
Bu anlayışa göre; rukbâ da umrâ hükmündedir. Umrâda mal, kendisine mal
verilen kişinin vârislerine geçtiği gibi, rukbâda da, rukbâ yapılanın
vârislerine geçer. Ancak konu ihtilaflıdır. Meselâ, İmam A'zam'a göre rukbâ ariyet
hükmündedir. Bundan sonraki babda konu izah edilecektir.
[634] Nesâî, rukbâ 1.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/121-122.
[635] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/122.
[636] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/123-124.
[637] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/124.
[638] Tirmizî, ahkâm 16; İbn Mâce, hibât 4; Nesâî, umrâ 1.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/124.
[639] Nesâî, umrâ I, 3; İbn Mâce, hibât 4.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/125.
[640] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/125.
[641] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/125-127.
[642] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/127-128.
[643] El'den maksat, müsteîrin elidir. Yani kişi ariyet
olarak aldığı malı sahibine verinceye kadar onu iade İle mükelleftir. Hadisi
Semüre'den nakleden ravi Hasen; onun "O eminindir, kendisine sorumluluk
yoktur" dediğini rivayet etmiştir. Hadisi Hasen'den nakleden Katâde ise;
Hasen'in bu sözü unutarak yanlışlıkla söylediğine dikkat çekmekte ve aslında
ınüsteîrin sorumlu olduğunu söylemektedir. Ancak, Katâde'nin söylediği bir
zandır, delil olamaz.
[644] Tirmizî, büyü 39; İbn Mâce, sadakat 5; Ahmed b.
Hanbel, III, 348, V, 8, 12, 13.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/128-129.
[645] Ahmed b. Hanbel, III, 401, VI, 465.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/129.
[646] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/129-130.
[647] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/130-131.
[648] Tirmizî, vesâyâ 5; tbn Mâce, sadakat 5.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/131.
[649] Ahmed b. Hanbel, VI, 465.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/131-132.
[650] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/132-136.
[651] Buharî, mezâlim 34; İbn Mâce, ahkâm 14; Nesâî, nisa 4;
Ahmed b. Hanbel, III, 105, IV, 188.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/136-137.
[652] Nesâî, nisa 4.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/137.
[653] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/137-139.
[654] İbn Mâce, ahkâm 13.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/139.
[655] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/139-140.
[656] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/140.