YİRMİBİRİNCİ YÜZYILDA DİN*

Richard L. Rubenstein

Çeviri: Bekir Zakir Çoban

 

 Harvard Üniversitesi’nden Profesör Samuel P. Huntington  1993 yılında, son derece etkili bir dergi olan Foreign Affairs’de “Medeniyetler Çatışması mı?” (The Clash of Civilization?) başlığı altında önemli bir makale yayınladı. George Kennan’ın Temmuz 1947’de “x”[i] müstear ismiyle yayınladığı “Sovyet Yönetiminin Kaynakları” adındaki ünlü makalesinden bu yana Foreign Affairs’de yayınlanan hiç bir makale bu ölçüde bir ilgi ve tartışmaya yol açmamıştı. Huntington’un çalışması yirmi birinci yüzyılda din ve medeniyetle ilgili karanlık bir tablo sunmaktadır. Huntington, Soğuk Savaş sonrası (post-Cold War) dünya hakkında şunları söyler:

 

Çatışmanın temel kaynağı...esasen ideolojik veya ekonomik olmayacaktır. İnsanlık arasındaki büyük bölünmeler ve en etkin çatışma kaynağı kültürel olacaktır. Ulus devletler dünya hadiselerinde en güçlü aktörler olarak kalacaklar, ancak küresel siyasetle ilgili temel çatışmalar farklı medeniyetlere mensup uluslar ve gruplar arasında ortaya çıkacaktır. Küresel siyaseti medeniyetler çatışması belirleyecektir.[ii]

 

Huntington Hıristiyan Batı, Ortodoks Hıristiyan, Çin veya Konfüçyan, İslam, Hindu ve Japon olmak üzere yedi veya sekiz temel dünya medeniyeti tanımlar. O, İslam ve Konfüçyan medeniyetlerini kısmen yükselişte ve Batı medeniyetini nispeten düşüşte görür ve temel medeniyetler çatışmasının bir yanda Çin ve İslam medeniyeti ile diğer tarafta düşüşte olan Batı arasında vuku bulacağını öngörür.[iii]

Huntington medeniyetlerin muhtemelen çatışacağına inanmaktadır, çünkü teknolojinin global dağılımı gerek doğrudan gerekse medya yoluyla insanları rahatsız edici bir biçimde birbirleriyle ile temasa geçirmiştir. Huntington’a göre insanlar birbirlerini ne kadar tanırlarsa, sadece dil ve tarih bakımından değil daha önemlisi,

 

Haklar ve vazifeler, özgürlük ve otorite, eşitlik ve hiyerarşinin rölatif önemi konusundaki görüş farklılıkları kadar Tanrı ve insan, birey ve grup, vatandaşla devlet, aileler ve çocuklar, koca ve karı arasındaki ilişkiler[iv]

    

konusundaki bakış açıları bakımından oldukça farklı olduklarını göreceklerdir.

 

Huntington, medeniyetsel “biz” (civilizational “us”) ile medeniyet-dışı “onlar” (extracivilizational “them”) arsındaki karşıtlığın insan medeniyetinde değişmez olduğunu düşünmektedir.[v] Bu farklılıklar; 1) başkası olarak algılanan insanlara karşı hissedilen üstünlük/superiority (ve nadiren aşağılık/inferiority) duygusundan 2) farklı olandan korkma ve güvensizlikten 3) dilden, ve medeni davranıştan ne anlaşıldığı konusundaki faklı görüşlerden kaynaklanan iletişim zorluklarından 4) varsayımlar, motivasyonlar, toplumsal ilişkiler ve toplumsal uygulamalar bakımından diğer insanlara benzememeden kaynaklanmaktadır.

Huntington’a göre insanlar kendilerini tanımlamak ve motivasyon için düşmanlara ihtiyaç duyarlar, çatışma her zaman için geçerlidir ve insan, doğası gereği nefret eder.[vi] Huntington bir kimlik kaynağı olarak dinin önemini özellikle vurgular ve devletin, dinin ihyası ile karşılaştırdığımız zaman, kimlik ve sadakat kaynağı olma bakımından değer kaybettiğini düşünür. O, görmezden gelinemeyecek dini fundamentalizm şekillerinin dünya çapında ortaya çıkışını modernitenin reddi değil bir modernite fenomeni olarak görür. O, tahmin ettiği medeniyetler çatışmasını tasvir ederken “kutsal savaş” (holy war) ve “haçlı seferi” (crusade) terimlerini sıkça kullanmıyor ise de, eğer tahmini doğru çıkarsa, bu çatışmaların niteliğinin böyle olacağı açıktır.

Huntington, ayrıca, neredeyse tüm ülkelerin heterojen olduğunu gözlemlemektedir. Dolayısıyla o, tek bir ülke dahilindeki kültürel faklılığı bile potansiyel olarak istikrarı bozucu (destabilizing) nitelikte kabul etmektedir. Neredeyse o, soğuk kanlılıkla şöyle bir gözlemde bulunur; bir ülkede kültür ve coğrafya çakışmıyorsa “bunlar, muhtemelen soykırım (genoside) veya göçe zorlama ile uyumlu hale getirilmiştir.”[vii] Geçen yüzyılda vuku bulan soykırım, tehcir ve etnik temizlik faaliyetleri göz önüne alındığında Huntington’un bu ifadesini yalanlamak maalesef güçtür.

Huntington hem Foreign Affairs’teki makalesinde hem de kitabında, Ortodoks Hıristiyan Avrupa ile Latin Hıristiyan Avrupası arasındaki fay hattını (fault line) gösteren bir harita çizmiştir. Bildiğimiz üzere, Roman Katolik Slovenya  ile Hırvatistan fay hattının bir yanında ve Ortodoks Sırbistan ile Karadağ diğer yanda kalmak üzere, fay hattı eski Yugoslavya boyunca uzanmaktadır. Huntington’un iddiasına göre “Soğuk Savaş’ın siyasi ve ideolojik sınırlarının yerini, kriz ve kan dökmenin belirgin noktaları olarak, medeniyetler arasındaki fay hatları almaktadır.”[viii]

Böylece Huntington, dinin 21. Yüzyılda artan ikili bir rolü olacağını öngörmektedir. Eğer haklıysa, her bir dini toplulukta yer alan kişiler muhtemelen kendi dini geleneklerinin üyeleri ile daha güçlü bir özdeşlik (identification) ve cemaat şuuru hissedecekler, fakat bu cemaat ve kimlik duygusu inanırlar halkası dışında kalanlara yönelik artan düşmanlık bedeli ile satın alınacaktır. Bu hem Batı Avrupa hem de Birleşik Devletler için iç açıcı bir senaryo değildir. Batı Avrupa, İkinci Dünya Savaşı’ndan beri Hindistan, İslam dünyası ve Doğu Asya’dan gelen hıristiyan olmayan göçmenlerin oluşturduğu geniş ölçüde bir göç tecrübesi yaşamıştır. Aynı şekilde Fransa ve İngiltere de Afrika ve Caribbean’daki eski kolonilerinden gelen önemli bir Siyahlar göçü görmüştür. Amerika ise, dünyada dinî ve kültürel farklılığın en fazla olduğu ülkelerden biridir. Huntington’un senaryosu, neredeyse, büyük medeniyetler arasında yaklaşmakta olan din savaşlarını ve Amerika’daki gibi çok kültürlü ve çok uluslu  toplumlarda da önemli dini ve etnik çatışmaları öngörür.  O, makul gibi görünen bir senaryo sunmaktadır, fakat bu 21. Yüzyılda din için sunulabilecek yegane senaryo değildir. Dinler ve medeniyetler arasındaki karşılaşmada çatışmanın asgari düzeyde olmasını isteyen bizlerin, Huntington tarafından ortaya konan görüşleri ciddi bir biçimde ele alırken ihtiyatlı olması gerekir.

Huntington’un kehanetinin gerçekleşmiş olduğunu düşünürsek, onun tasavvur ettiği dünyada öncelikle Aydınlanma ve Fransız Devrimi mirasının çoğu nihayet ortadan kalkacaktır. Aydınlanmanın temel inancı, zihnin, otonom akıl vasıtasıyla, kadınlar ve erkekleri geliştirecek ve özgürleştirecek bir güce sahip olduğuna dair inançtı. Bu kudretin ürünlerinin de 17. ve 18. Yüzyılın muazzam bilimsel keşiflerinde açıkça görüldüğü düşünülmüştü. Aydınlanma insanı aynı zamanda, aklın, geleneğin bozucu etkisini yıkabileceği ve insanlığın siyasi, kültürel ve psikolojik açıdan özgürleşmesini besleyebileceği siyasal alana da başarıyla uygulanabileceğine kani idi.

Aydınlanmanın önemli bir yönü, Max Weber’in “dünyanın büyüsünün bozulması” (disenchantment of the world) diye nitelendirdiği şeyi amaçlayan kültürel ve entelektüel çabadır. Aydınlanma üzerine bir makalede Max Horkheimer ve Theodore Adorno “büyünün bozulması”nın “animizmin kökünün tamamen kazınması” anlamına geldiği yorumunu yapmaktadırlar ki, bunun pratik sonucu, ne olursa olsun hiçbir şeyin insanî olarak tanımlanmış amaçlara direnmeye muktedir her hangi bir içkin kuvvete sahip olmadığının kabul edilmesidir.[ix] “Büyünün bozulması” (disenchantment) hem siyasi hem de dini sistemlerin iddialarını kutsallıktan ve mistisizmden arındırmaktadır. “Büyü bozucu” rasyonellik, evrensel bir para ekonomisi yaratmak vasıtasıyla, beşeri dünyanın rasyonel anlamda nicelleştirilmesini engelleyen siyasi ve toplumsal gelenekleri ortadan kaldırmaya çalışır.

Modern dönemin başlangıcında Fransız Devrimi, “büyü bozucu” rasyonelliğin siyasi alandaki en önemli ifadesi olmuştur. Devrim, Fransız ekonomisinin ve toplumunun rasyonelleşmesini sağlamıştır. Devrim’den önce Fransa ne genel bir tartı ve ölçü ne de genel bir para sistemine sahipti. İç gümrük ekonomik gelişme üzerinde güçlü sınırlamalar getiriyordu. Ekonomik rasyonalizasyon, tek bir ağırlık ve ölçü sistemine geçiş (ondalık sistem), Paris tarafından kontrol edilen evrensel bir eğitim sistemi ve tüm Fransa için genel bir para uygulaması gibi bürokrasi tahakkümü altında bir homojenizasyonu gerektiriyordu.

“Büyü bozucu” zihniyetin önemli bir ifadesi de, kilisenin siyasi düzen üzerindeki kontrol ve etkisinin devre dışı bırakılması şeklinde tanımlanan bir sistem olarak laisizmin doğuşu idi. Böylece “büyü bozma” süreci kaçınılmaz olarak dini inanç ve geleneğe düşman oldu. Eski rejim (ancien régime)’de kral, Protestanların ve Yahudilerin iştirakinin katı bir şekilde sınırlandığı, dini meşruiyet zeminine dayanan bir toplum üzerinde hüküm süren Hıristiyan bir monark idi. Fransız Protestanlara nihayet 1787’de, Devrim’den iki yıl önce, dinî müsamaha bahşedildi; dinî hoşgörü, sonunda 1791’de Fransız Yahudilere kadar genişletildi.[x]

Fransız Devrimi’nin etkisi tüm Batı Dünyasında ve onun ötesinde hissedildi. Devrim, Roma Katolik Kilisesinin her ikisine de şiddetle karşı çıktığı, milliyetçilik ve liberalizm gibi birbirine son derece zıt iki hareketin gelişimini besledi. Fransız Devrimi’nin getirdiği çeşitli siyasi değişikliklerden bazıları, Kilise’ye göre, Yahudilerin özgürleştirilmesi ve Kilise’nin yıkılmasından daha vahimdi. Yüzyıllar boyu Kilise, kadınlar ve erkeklerin Tanrı tarafından kabulü ve kurtuluşa ermesinin yegane yolunun kendisinden geçtiğini iddia etmişti. Kilise, kadın ve erkeğin Tanrıya kulluk ettiği diğer dinî gelenekleri alternatif yollar olarak görmüyor, bilakis bunları insanları Hakikat ve kurtuluş bilgisinden alıkoyan yanlışlar olarak değerlendiriyordu. Her şeyden önemlisi Kilise, hata içinde yaşayanları samimi şaşkınlara (faithful astray) liderlik etme pozisyonundan alıkoymak için elinden geleni yapıyordu. Bu nedenle Katolik Hıristiyan dünyasında hiçbir rakip geleneğin gelişmesine izin verilmemişti.

Fransız Devrimi’nden II. Vatikan Ekümenik Konsili’ne kadar, hem Katolik Kilisesi’nin hem de Avrupa’nın daha gelenekçi Protestan kiliselerinin temel amacı Aydınlanma  ve Fransız Devrimi’nin siyasi ve toplumsal sonuçlarını ortadan kaldırmaktı. Şüphesiz, 19. Yüzyıl papalarından hiç biri bu amaç için Giovanni Maria Mastai-Ferreti’den daha fazla gayret göstermemiştir ki bu kişi, genelde Pio Nono olarak bilinen ve 1846’da papa olan, Papa IX. Pius’tur.  O, papalığa yükseldiğinde Roma, Bologna, Parma, Ancona ve Modena dahil baştan başa tüm orta İtalya’ya hükmediyordu. Bununla birlikte, 1848’de tüm Avrupayı saran devrim karışıklıkları Roma’da anayasal yönetime yönelik popüler taleplere yol açtı. Pio Nono buna Mart ayında bir anayasa vaadiyle mukabelede bulundu. Bir kaç gün sonra o, İtalyan nasyonalizmini ve kendisine karşıt popüler fikirleri lanetleyen bir açıklama yaptı. 15 Kasım 1848’de onun yeni başyardımcısı olan Pellegrino Rossi bir suikast sonucu öldürüldü. Hayatından endişe eden Pio Nono, kendisinin siyaset ve hukuk danışmanı ve Papa XII. Pius’un büyük babası olan Marcantonio Pacelli eşliğinde tebdili kıyafetle Napoli Krallığı’ndaki Gacta’ya kaçtı. Papa’nın kaçışından bir ay sonra Garibaldi, gönüllülerden oluşan bir ordu ile Roma’ya girdi. 1849 şubatında bir Anayasal Meclis papa idaresinin sona erdiğini ve Roma Cumhuriyeti’nin kurulduğunu ilan etti.

Bu tecrübe Pio Nono’nun, Fransız Devrimi ve Aydınlanma yoluyla Avrupaya giren siyasi ve toplumsal değişmelerin şeytanın işi olduğu yönündeki düşüncesini kuvvetlendirdi.[xi] Pio Nono sıkça, Kiliseyi, XII. Pius’un papalığına kadar uzanan gerici bir rotaya oturtan kişi olarak nitelendirilmiştir. Böyle bir nitelendirme, onun bulunduğu şartlarda, Papa ve Kilise için neyin  tehlike arz ettiğini kavrayamamaktadır. Pio Nono için Roma Katolik Kilisesi medeniyetle eş anlamlıdır. Onun liberal ve milliyetçi güçlerle uzlaşmaya yönelik muhtemel istekliliği de sürgünde yok olmuştur. Hiyerarşideki diğer üyeler gibi, Pio Nono da sadece Hıristiyan prensipler üzerine kurulmuş bir devletin meşruiyyet iddiasında bulunabileceğine dair kesin bir inanca sahipti. Fransız Devrimi’nin acı sonuçları olarak kabul ettiği şeyi ilk elden tecrübe eden Pio Nono, kendini tamamen devrimin siyasal mirasını yok etmeye adadı.

Pio Nono 1850’lerde İtalyan milliyetçi güçler tarafından gittikçe daha fazla tehdit edildi. 1860’da Piedmont Kralı II. Vittorio Emanuele, Papa’nın büyük ölçüde azalmış olan Roma civarındaki nüfuzu dışında, İtalya’nın çoğunluğunu kontrol altına aldı. 17 Mart 1861’de Piedmont’un başkenti olan Turin’de İtalya Krallığı ilan edildi. İtalya’nın ilk başbakanı ve bir Kalvinist olan Kont Camillo Benso di Cavour Roma’nın, dinî ve dünyevî otoritenin tamamen ayrıldığı yeni devletin başkenti olması gerektiğini açıkladı. Aydınlanma’nın ruhuna uygun olarak, yeni İtalya Krallığı dini şahsi bir mesele olarak görüyordu. 20 Eylül 1870’de İtalyan kuvvetleri Roma’yı zaptetti. Buna öfkelenen Pio Nono İtalyan egemenliğini kabullenmeyi reddetti, Vatikan’a çekildi ve kendisini Vatikan’daki bir mahpus olarak ilan etti. O ve halefleri, Faşist İtalya’nın Papa’nın Vatikan üzerindeki hakimiyetini kabul ettiği 1929 Latern Anlaşması’na kadar bu pozisyonlarını sürdürdüler.

Dünyevî otoritesini kaybeden Papa bu duruma, mutlak ruhsal otorite olma biçiminde keskin bir iddia ile mukabelede bulundu. Papa’nın mutlak otorite olma iddiası 1870’de Papa’nın yanılmazlığı (papal infallibility) doktrininin ilan edilmesiyle zirve noktasına ulaştı. Bu dogma Papa’nın, Kilise’nin büyük üstadı olarak faaliyet gösterirken, inanç ve ahlakla ilgili konularda hata yapamayacağını ifade etmektedir. Kilise’yi insanlığın ahlaki ve ruhsal selametini sağlayacak sarsılmaz bir kaya olarak gören Papa sadece Kilise’nin, böyle bir pozisyon alarak, modern çağın düşman siyasi ve entelektüel güçlerinin üstesinden gelebileceğine inanmaktaydı. Hatta Papa’nın yanılmazlığı doktrininin yürürlüğe konmasından önce Pio Nono, “zamanımızdaki temel hatalar”dan seksen tanesini sıralayan ünlü Syllabus of Errors (Hatalar Manzumesi)’u yayınlamıştı (8 Aralık 1864). Sekseninci madde bunların hepsini çarpıcı bir biçimde özetliyordu. Bu madde “Roma Başpiskoposu (Roman Pontiff)’nun ilerleme, liberalizm ve modern medeniyet ile uzlaşabileceği ve uzlaşmak zorunda olduğu” şeklindeki görüşü bir hata olarak nitelendiriyordu. Gerçekte Syllabus of Errors Aydınlanma ve Fransız Devrimi’nin siyasal ve toplumsal sonuçlarının ortadan kaldırılmasına yönelik tekrarlanan bir çağrı idi. Papa II. John Paul döneminde de Pio Nono’dan gelen bu çizgide kayda değer her hangi bir değişme olmamıştır.

Roma Katolik Kilisesi’nin 20. Yüzyılda, II. Vatikan Konsili’nden önceki en önemli dokümanı herhalde muazzam codex iuris canonici, yani Code of Canon Law (Kilise Yasaları Manzumesi)’dır. Bu Manzume, Pio Nono’nun muhafazakar I. Vatikan Konsili ruhuna uygun olarak, 20. Yüzyıl Kilisesi’ni ayrıntılı kurallarla düzenleyen kapsamlı bir Kanun kitabıdır. Codex iuris canonici’nin 329.2. kuralı son derece önemlidir. Bu kural, neredeyse tüm gücünü kaybettiği bir dönemde Papalığın önceliği ve Papa nüfuzunun merkeziliğini yeniden sağlayacak biçimde, piskoposları (bishops) atama yetkisini sadece Papa’ya vermekteydi.

1904’te Papa’ya bağlı, Kanun Manzumesi geliştirmekten sorumlu  olan bir Papa Kodifikasyon Komisyonu (Papal Commission on Codification) kuruldu. Başarılı bir genç rahip olan Eugenio Pacelli, ki daha sonra Papa XII. Pius olacaktır, o yıl kilise Hukuku üzerine yaptığı doktora tezini tamamladı ve yeni kurulan Papa Kodifikasyon Komisyonu’nun başkanı Mgr. Pietro Gaspari’nin sekreterliğine atandı. Gaspari ve Pacelli nihayet 1917’de tamamlanan Kanunlar Manzumesi (code)’nin baş mimarları oldular.

329.2. kanunun uygulanması Papa’nın yanılmazlığı dogmasının yürürlüğe konması için son derece önemliydi. Roma’dan uzak bölgelerdeki papazlar ve diyakozlar şayet ihtiyatla yaklaşmış veya onu bütünüyle göz ardı etmiş olsalardı bu dogma etkisiz kalabilirdi. Dolayısıyla, Roma için tüm kilise papazlarını atama yetkisini tekeline almak zorunlu hale geldi. Bununla birlikte Roma yönetimi bir çok durumda, Vatikan ile bazı hakim devletler arasındaki concordat  olarak bilinen anlaşmalar yeniden akdedilmeden, din adamı atmalarını kontrol edemedi.

Bir çok ülkede din adamlarının seçimi geleneksel olarak yerel bir imtiyaz olmuştur. Mesela, eski Cologne diyakozu öldüğünde Katedral kanunları geleneksel ayrıcalığını gösterdi ve yeni diyakoz serbest bir seçimle tayin edildi. Fransa’da piskoposları atama yetkisinin Papa’dan ziyade hükümdarın elinde olması, Papalığın gücünün sınırlanmasını amaçlayan ve Gallikanizm*  olarak adlandırılan doktrinler ve uygulamalar manzumesinde önemli bir unsurdu. Gallikanizme, Papa’nın yegane üstün otoritesini vurgulayan ve Kilise’nin Papa otoritesi altında merkezileştirilmesini ısrarla ön plana çıkaran bir hareket olan Ultramontanizm** taraftarlarınca karşı çıkılmıştır. I. Vatikan Konsili’nde ultramonitan pozisyon resmen deklare edilmiştir.

Burada Eugenio Pacelli, yani Papa XII. Pius’un kariyerinin detaylarını tartışma imkanımız yoktur, ancak önemli bir nokta olarak şuna işaret edebiliriz ki Bavyera ve Almanya’daki Papa Elçiliği (1917-1929) ve Papa Devlet Sekreterliği (1930-1939) gibi birkaç görev, onun nezdinde, Vatikan’nın piskoposları atma yetkisinin imzacı devletler tarafından şartsız biçimde kabul edilmesi için anlaşmalar yapmaktan daha önemliydi. Pacelli’nin yapmış olduğu en tartışmalı concordat, Adolf Hitler’in Vatikan’ın Alman piskoposlarını atama yetkisini resmen kabul ettiği 1933 Alman Anlaşması (Reich Concordat) idi. Bu anlaşma aynı zamanda, Üçüncü Alman Krallığı (Third Reich) dahilindeki Katolik kuruluşlardan sadece “dinî, kültürel ve hayır işleri” kapsamında olanların yasal koruma altında olmasını şart koşuyordu. Diğer tüm Katolik organizasyonları Nazi kurumlarına bırakılmış veya veya bu kurumlara dahil edilmişti. Gerçekte Pacelli’nin anlaşma için ödediği bedel Katolik Merkez Partisi (Catholic Center Party)’nin dağılmasıydı ki böylece Almanya’da Nasyonal Sosyalist Parti’nin tartışmasız diktatörlüğünün yolu açılmış oldu. Görüldüğü üzere, Pacelli için hiç bir şey Papa’nın Kilise üzerindeki merkezi gücünün artırılmasından daha önemli değildi.

II. Vatikan Konsili (Ekim 1962-Aralık 1965)’nden itibaren Katolik Kilisesi’nde birçok şey değişmiş olsa da, Papa’nın yanılmazlığı dogması ve Papa’nın Kilise piskoposlarını atama yetkisi ne değişmiştir ne değişecek gibi gözükmektedir. Seküler dünyadaki moda ve tarz değişikliklerini bir kenara bırakırsak, dogma ve doktrin konularında dünyanın en popüler ve güçlü Hıristiyan Kilisesi, muhtemelen 21. yüzyıla tutarlı bir öğreti ve uygulama manzumesi ile girecektir. Bu durum, medeniyetin “Batı” merkezli olarak tanımlanmasında temel bir rol oynamaya devam edecektir.

Üstelik, Gilles Kepel’in ifade ettiği gibi, kilise gelecek ile ilgili öngörüsünde bir değişme göstermeksizin Aydınlanma ve sekülerizmle olan amansız kavgasına devam edecektir. Tanrının İntikamı (The Revenge of God) adlı kitabında Kepel, Hıristiyanlık, Yahudilik ve İslamda 1970’lerden itibaren ortaya çıkan, din ve siyaset ilişkisini beklenmedik şekillerde değiştirmeyi hedefleyen benzer hareketlere dikkat çekmektedir.[xii] Kepel, İkinci Dünya Savaşından sonra siyasetin dinden koptuğunu, bu yüzden, Fransız Devrimi ve Aydınlanma tarafından başlatılan sürecin bir sonucu olarak, dinin nüfuzunun sadece özel alanla sınırlandığını gözlemlemektedir.[xiii] Bu gelişmenin Roma Katolisizmindeki en belirgin örneği, İkinci Vatikan Ekümenik Konsili tarafından desteklenen Aggriornamento veya Kilisenin “çağdaşlaştırılması” idi. İkinci Vatikan Konsili Kilisenin amacını ruhsal bakımdan iflas etmiş dünyada Tanrının varlığını ilan etmekle sınırlıyor gözükmektedir. Ne var ki Kepel burada İkinci Vatikanı Kilisenin dünyaya açılmasının ilk adımı olarak görenlerle “buraya kadar, ötesi yok” diyenler arasında bir anlaşmazlık olduğunu işaret etmektedir.

Kepel’in düşüncesi ikinci fikrin doğru olduğu yönündedir. Kepel, Fransız tarihçi Emile Poulat’ı zikreder ki, Poulat İkinci Vatikanın Kilisenin modernizme direnişinden vazgeçmesinden ziyade bu direnişin bir devamı olduğunu ve onun hiyerarşiye, modernizm ve liberal Katolisizmin önüne koyduğu meydan okumalara karşı koyma imkanı verdiğini savunmaktadır. Vatikan’daki Aggornimento veya “çağdaşlaştırma” diye adlandırılan şey aslında Kilise yapısının temelden yeniden oluşturulmasından çok bir imtiyaz revizyonudur.[xiv]

Kilise organizasyonu ile ilgili olarak II. Vatikan’da kritik noktayı teşkil eden şey Kilisenin Tanrı halkı gibi bir bütün olarak yorumlanması kadar [aynı zamanda] piskoposların ve papanın müstakil rolleri idi. Bazı Kilise liderleri Kiliseyi XII. Pius’un izlediğinden farklı bir rotaya oturtmaya gayret ettiler. Kısmen başarılı da oldular. Protestan ve Ortodox Hıristiyanları heretik olarak nitelemek yerine Kilise onlara İsa’da kardeşler (brothers in Christ) olarak hitap etti. Konsil aynı zamanda eskiden beri devam etmekte olan Yahudilikle uzlaşma sürecinde önemli adımlar attı. Ne var ki, temel sorun olan papanın önceliği ve yanılmazlığı konusunda gerçek bir uzlaşmaya varılamadı. Eğer Vatikan din adamlarını atama yetkisini kaybetseydi görünen o ki Kilise, ritüel, teoloji ve siyaset konusunda bölünebilirdi. Mesela 6 Ocak 2000’de papa II. John Paul’un St. Pierre Bazelikasında on iki yeni piskoposu kutsamasından birkaç saat önce Pekin yönetiminin desteklediği Katolik Kilisesi Roma’nın iznini almaksızın beş yeni piskopos atamıştır. Yeni Çinli Piskoposların temel bağlılıklarının Roma’dan ziyade komünist rejime ait olacağından çok az şüphe edilebilir.[xv] Benzer biçimde, eğer Hitler’le Papalık Makamı (Holy See) arasında Alman piskoposlarını atama yetkisini garanti eden bir anlaşma olmasaydı, Nazi Almanyasında piskoposların atanmasında nihai anlamda Papa’dan çok Hitler belirleyici olacaktı.

Böylece, İkinci Vatikan’da ortaya çıkan liberal eğilimler, ne olursa olsunlar, kaçınılmaz olarak karşı bir hareketi üretmiştir. Yetmişli yılların ortalarında bazı etkili Hıristiyan düşünürler, seküler dünya düzeniyle çatışmanın kaçınılmaz olduğu görüşünü ifade ediyorlardı. Bu düşünürler, Aydınlanma’nın ve onun, inanç üzerinde otonom aklın üstünlüğü iddiasının bir ürünü olarak gördükleri modernitenin büyüsünün bozulmasını ifade eden kendi büyü bozumu (disenchanment) görüşlerini ortaya koydular. Kepel’e göre Paris Archbishopu Kardinal Jean-Marie Lustiger ve İnanç Doktrini Cemaati (Congregation for the Doktrine of the Faith) başkanı ve çağdaş Katolik düşünürlerinin en üretken isimlerinden birisi olan Kardinal Joseph Ratzinger bu yeni eğilimin en belirgin ve etkili şahsiyetleri arasındaydı. Lustiger yüzyılın başında buraya göç etmiş Polonyalı Yahudi bir ailenin çocuğu olarak 1926’da Paris’te doğdu. Ailesi Nazi işgali sırasında sınır dışı edilmiş ve annesi Auschwitz’de Nazilerce öldürülmüştü. O, Orléans’taki Hıristiyan bir ailenin himayesinde yaşadı ve 1940 Ağustosunda Hıristiyan oldu. Mükemmel bir seküler eğitim süreci sonunda Sorbon’daki kariyerine ulaştı.

Eğer Lustiger felsefe ve sosyal bilimler masteri esnasında sıradan bir kişinin izlediği yolu takip etse idi seçkin bir seküler entelektüel olabilirdi. Çabası ve kabiliyetleri onu başka bir yöne sevk etti. 1954’te bir rahip olarak atandı ve entelektüel yetenekleri kolayca kabul gördü. Rahip olarak ilk görevi Sorbon’da  bilim ve sanat fakülteleri öğrencilerinin kurum rahipliği (chaplain) idi.

Lustiger bir yazısında şöyle der: “ben aklın başıboş egemenlik iddialarının acı meyvelerini toplayan bu kuşağa mensubum."[xvi] O, Bolşevizm ve annesini öldüren Nazizmin bu “başıboş akıl” (unfettered reason)’ın nihai sonuçları olduğunu savunmaktadır. Onun iddiasınca totalitarizm insan aklını ilahlaştıran Aydınlanma’dan ve onun eleştiriye açık olmamasından doğmuştur. Kardinal Lustiger’e göre Aydınlanma, Avrupa Yahudilerine yönelik soykırımın baş sorumlusudur:

Ben Hitler’in anti-semitizminin her hangi bir Hıristiyan anti-semitizminden değil Aydınlanma’nın anti-semitizminden kaynaklandığına inanıyorum.[xvii] 

 Hitler’in anti-semitizminin kaynağı ile ilgili aynı yorum, Vatikan Yahudilerle İlişkiler Komisyonu’nun uzun süre beklenen ve 16 Mart 1998’de Shoah, We Remember: A Reflection on the Shoah başlığı ile ve Papa II. John Paul’ün giriş mektubuyla yayınlanan açıklamada da görülür.[xviii] Vatikan’nın Shoah beyanatında şöyle denir:

Shoah tamamıyla modern neo-putperest bir imparatorluğun işiydi. Onun anti-semitizminin kökleri Hıristiyanlığın dışındaydı ve o, amaçlarına ulaşmak için Kilise’ye karşı çıkmakta ve onun üyelerine zulmetmekte tereddüt etmedi.     

    Bu satırların yazarının düşüncesi, hem Kardinalin hem de Vatikan Komisyonunun dinî anti-semitizmin, soykırımın tarihsel ve teolojik bir ön şartı olduğunu söylemeye varacak kadar yanlış bir yorumda bulundukları yönündedir. Amaçlarımız için önemli olan şey Kilisenin, Aydınlanma tarafından ön plana çıkarılan otonom aklı modernitenin çeşitli şekillerdeki kötülüklerinin kökeni olarak ve Hıristiyanlığı da bunun çözümü olarak görmesindeki ısrarlı tutuma dikkat çekmektir.

Lustiger’e göre, “Tanrı’nın unutulması” tüm toplumsal kötülüklerin kaynağıdır. Lustiger, Aydınlanmanın en önemli isimlerinden Marx, Freud ve Einstein’ın dinî inanç hakkında söylediklerini reddeder. Bilimin pratikteki başarılarını hiç bir şekilde yadsımayan Lustiger, Avrupanın “yeniden Hıristiyanlaştırılması” (re-Christianization of Europe) çağrısı yapar. Dinin toplumdaki yeri konusunda aydınlanmanın en önemli sonuçlarından biri Kilise ile devletin [din ile devletin değil] ayrılması (separation of Church and state) olduğundan, Fransa’da Aydınlanmanın reddi Kilise ile devleti ayıran 1905’teki yasalarda bir değişikliği öngörmüştü.[xix]

Kardinal Ratzinger dini kamusal alana tekrar sokma mücadelesine güçlü bir ifade kazandırmıştır. Soğuk savaş döneminde o, “kendini insanlığı köleleştirmeye adayan devletlerin totaliterizmi”ne karşı kilisenin yegane çare olduğunu yazdı. Polonya’daki komünizmin ilgasında Papa II. John Paul’un rolü göz önüne alındığında Ratzinger’in fikri kolay kolay bir kenara atılamaz. Ratzinger Polonya Katoliklerinin sınıflardaki çarmıha gerilmiş İsa motifleri (crucifixes)nin kaldırılması konusunda Komunist hükümetle olan mücadelesini özellikle zikreder. Aynı zamanda Almanya’da Nasyonal Sosyalistlerin okullardaki haçları (crosses) kaldırma gayretleri sırasında yaşanan daha önceki bir mücadeleyi hatırlatır. Haçların kaldırılmasına Hıristiyanların karşı çıkışına işaret ederek Ratzinger şöyle yazar: “Okullardaki haçlar onların totaliter devletin ellerinden almasını istemedikleri özgürlüğün son kalıntısının işaretidir.”[xx]

Bu şekilde Ratzinger haçı insanlığın totaliter istibdada karşı direnişi olarak görüyordu. Dolayısıyla o, dinin nazizm ve bolşevizm gibi aynı zehirli kökleri aydınlanmada bulan seküler bir ideoloji tarafından özel alana sürgün edilemeyeceğini savunuyordu. Kardinale göre Hıristiyanlık başlangıcından beri devletinki ile karşılaştırılabilecek cumhurî ve legal bir statü iddiasındadır. Nitekim Hıristiyanlık -Ratzinger’in Hıristiyan olmayan devletin arketipi olarak aldığı- Roma imparatorluğu kültüne kurban olmayı reddetmiştir. Bu nedenle “şehitlik figürü” Hıristiyanlıkta önemli bir rol oynamıştır. Ölüm noktasına varacak kadar devlete direnme iradesiyle şehit, devletin öncelik iddiasının nihai kaynağını, onun gücü kullanmadaki tekelciliğini reddetmektedir. Ratzinger’e göre Kilise, evrensel mahiyeti itibariyle cumhurî bir geçerlilik iddiası olan hakikat iddiasını bir yana bırakmaksızın özel alan çekilemez. Dolayısıyla Ratzinger devletin “Hıristiyan esasa dayanan temel bir değerler çerçevesini benimsemesi”nin “devletin varlığının ön şartı olmasını” talep etmektedir. Ayrıca devlet, “konsensüse tabi olmayan aksine onu önceleyen ve mümkün kılan daimi bir hakikatın var olduğunu öğrenmelidir.”[xxi] Bu, Ratzinger’in teokrasi istediği anlamına gelmez. O, Kilisenin devlet haline gelmesiyle ilgilenmemektedir. Bununla birlikte devletin, kilisenin kendisine olan üstünlüğünü tanımasında ısrar eder.

Belirttiğimiz üzere 19. Yüzyıldaki Pio Nono ile Lustiger, ve 21. Yüzyılın başında Papa II. John Paul ile Ratzinger arasında temel amaçlar bakımından bir uyum vardır. Bilimin başarıları istisna tutulmakla birlikte Aydınlanma ateşli bir biçimde reddedilir. Papanın yanılmazlığı kayıtsız şartsız onaylanır. Sekülarite ve “modernite” reddedilir. Kilise mutlak ahlaki otoritenin yanılmaz kaynağı olarak, ve dolayısıyla devletin üstadı olarak yüceltilir. Eğer böyleyse, 21. Yüzyılda Kilise Pio Nono’nun Kilisesinden daha büyük bir avantaja sahiptir. Pio Nono zamanında, Aydınlanmanın savunucuları Avrupanın hastalıklarının, temel sorumlusu kilise olan, irrasyonel ve hurafeci geçmişinin bir sonucu olduğunu makul bir şekilde savunabiliyorlardı. Aksine, Aydınlanma insanlığı, kendisini sarmalayan kültürel, ahlaki ve psikolojik zincirlerden kurtarmayı vaat ediyordu. Aydınlanmanın iyimserliği, otonom aklın insana gelecekte mutluluk dağıtabileceği inancına dayanmaktaydı. Hitler ve Auschwitz’den sonra Aydınlanmanın bu vaadine güvenmek, Lustiger veya Ratzinger gibi insanlar için artık imkansızdı. Kendi ana vatanında Nazi ve Bolşevik işgallerini gören Papa II. John Paul’u hatırlayalım. Lustiger ve Ratzinger için olduğu gibi ona göre de inanç özgürleştirici bir güçtür.

Aydınlanmanın iflası 21. Yüzyılda Katolik Hıristiyan dünyasında devletin, Kilisenin önceliğini kabul edeceği ve Lustiger’in tanımladığı özel Kilise-devlet ilişkisini benimseyeceği anlamına mı gelmektedir? Elbette ki hayır. Katolik olmayanların karşı çıkışı dışında bir çok Katolik de, Kilise ve devletin ayrıldığı seküler bir düzeni güçlü bir şekilde tercih etmektedir. Mesela doğum kontrolü ve kürtaj gibi bazı konularda, Kilisenin bu ve benzeri hususlarda bir değişme göstermeyeceğini anlamalarına rağmen bu kimseler Kilisenin normlarını kabule hazır değillerdir.

Bu satırların yazarı Lustiger ve Ratzinger’in, Aydınlanmanın siyasi ve toplumsal sonuçları ile ilgili çok dar bir bakış açısı sergilediklerini ilave eder. Amerikan demokrasisi de, Bolşevizm veya nasyonal sosyalizmden daha meşru bir ifadesi olduğu söylenerek, Aydınlanmanın siyasi bir sonucu olarak görülebilir. Bununla beraber, Katolisizm içerisinde daimi olacak ve 21. Yüzyılda hiçbir dinin görmezlikten gelemeyeceği bir yapı ve değerler sürekliliği olduğunda hemen hemen hiçbir şüphe olamaz. Bu, Yahudilik ve İslam için olduğu kadar Protestan ve Ortodoks Hıristiyanlar için de geçerlidir.

II. Dünya savaşı sonrası hem geleneksel hem de fundamentalist dinler çoğu kez ortadan kalkmaya mahkum kültürel ayak bağları ve irticai hareketler olarak görülmüşlerdir. Anlaşılan o ki Huntington, kendi geleneklerini seküler dünya ile daha uyumlu hale getirmek için gözden geçirmek ve “çağdaşlaştırmak” isteyen dini hareketler kadar Ortodoksi ve fundamentalizmin de çağdaş dünyanın ifadesi olduğu iddiasında haklıdır. Geleneksel din 21. Yüzyılda mazi olmayacak ve son derece kültürlü ve ileri düzeyde eğitimli savunuculardan da mahrum kalmayacaktır.

Geleneksel inancın yeniden kendini göstermesi ve fundamentalizmin doğuşunun zorunlu olarak Huntington’un 21. Yüzyıl için öngördüğü “medeniyetler çatışması”na götürüp götürmeyeceğini ancak zaman gösterecektir. Ancak, şu hususa da dikkat çekmeliyiz ki Roma Katolisizmi içerisinde Aydınlanmayı son derece eleştiren ve inanç unsurlarının önceliğinde ısrar eden liderler aynı zamanda inançlar arası uzlaşma hareketinde de lider olmuşlardır.

 


 

* Dialogue & Alliance, vol. 13, no. 2 • Fall/Winter 1999

[i] Bu makalede Kennan sözkonusu rejimin yumuşayacağı veya dağılacağı ümidiyle “uzun vadede, Rusya’nın yayılmacı eğilimlerinin sabırlı ancak sıkı ve ihtiyatlı bir şekilde engellenmesini” salık verir. Bildiğimiz üzere Kennan’ın görüşleri son yarım yüzyılda Amerika’nın dış politikasına az çok kaynaklık etmiştir. Huntington’ın makalesinin de yeni milenyumda Amerikan dış politikası için bir temel teşkil edeceği spekülasyonu söz konusudur. George Kennan, “The Sources of Soviet Conduct”, Foreign Affairs, July 1947, “X” müstear ismiyle.   

[ii] Samuel P. Huntington, “The Clash of Civilizations?”, Foreing Affairs, 72, no: 3 (italikler ilave edilmiştir). Huntington’ın makalesi bir kitap haline getirilmiştir, The Clash of Civiliaztions and The Remaking of World Order (New York: Simon and Schuster, 1996).

[iii] Huntington Yahudi medeniyetini, demografik karışıklığı ve Yahudilerin  kendi kültürel kimliklerini yüzyılladır Batı, Ortodoks ve İslam medeniyetleri içerisinde muhafaza etmeleri nedeniyle listesine dahil etmez. Bununla birlikte o, “İsrail’in kurulamasıyla Yahudilerin bir medeniyet için gerekli unsurların hepsine – din, dil, gelenek, edebiyat, kurumlar ve müstakil bir vatan- sahip olduklarını” belirtmektedir. Hutington, The Clash of Civilization and Remaking of World Order, s. 45.

[iv] Huntington, “The Clash of Civilizations?”, s. 25.

[v] Huntington, The Clash of Civilizations and Remaking of World Order, s. 129.

[vi] A.g.e., s. 131.

[vii] A.g.e., s. 137.

[viii] Huntington, “The Clash of Civilizations?”, ss. 29-30.

[ix] Max Horkheimer and Theodore Adorno, Dialectic of Enlightenment, ing. çev. John Cumming (New York: Herder and Herder, 1972), s. 5 

[x] Kilisenin etkisini azaltmaya ve Yahudilere karşı müsamahayı genişletmeye yönelik bir ölçüde benzer bir hareket on yıl önce Kutsal Roma imparatoru II. Joseph tarafından yürütülmüştür. Joseph tüm alanlarıyla birlikte Kiliseyi devlete tabii kılmayla ilgilenmiş fakat Fransız devriminin öncülerinin yaptığı gibi siyasi ve toplumsal düzeni kökten sekülerleştirmeye ilgi duymamıştır.     

[xi] Pio Nono’nun libaralizme karşı tutumuyla ilgili yararlı bir açıklama için bkz. David Kertzer, The Kidnapping of Edgardo Mortara (New York: Alfred A. Knopf, 1997), s. 78.

* Bu terim Roma ve Papa’nın dinî otoritesinden bağımsız olmayı amaçlayan görüşlerin genelini ifade etmektedir ve Fransa’nın Galya bölgesine nisbetle böyle bir adlandırma yapılmıştır. (ç.n.)

**Ultramontanizm doktrini bazı yerel ve milli kiliselerin bağımsızlık çabalarına karşı  Papa’nın merkezi otoritesini savunmaktadır. Bu doktrin aynı zamanda Papa’nın yanılmazlığı dogmasının benimsenmesinde ve Cizvit tarikatının ortaya çıkışında da etkili olmuştur. (ç.n.)

[xii] Gilles Kepel, The Revenge of God: The Resurgence of Islam, Christianity and Judaism in the Modern World,    ing. çev. Alan Braley (University Park: Pennsylvania State University Press, 1994).

[xiii] Kepel, a.g.e., s. 1.

[xiv] Emile Poulat, Une église ébranlée (Paris: Castermanm, 1980), s. 226. Kepel’den naklen, a.g.e., s. 51.

[xv] Mark Landler, “Beijing-Backed Church, Defying Vatican, Installs 5 New Bishops”, New York Times, 7 Ocak 2000.

[xvi] Jean-Marie Lustiger, Le Choix de Dieu: entretiens avec Jean-Louis Missika et Dominique Wolton (Paris: Livre de Poche), s. 210. Kepel’den naklen s. 56.

[xvii] Lustiger, a.g.e., s. 101.

[xviii] Commission on Relations with the Jews, We Remember: A Reflection on the Shoah (Vatican City: Liberia Editrice Vaticana, 1938). Bu metne şu web adresinden de ulaşılabilir: http://www. Cin.org/docs/shoah.html.

[xix] Kepel, a.g.e., s. 58.

[xx] Joseph Cardinal Ratzinger, Church, Ecumenism and Politics: New Essays in Ecclesiology (New York: Crossroads, 1988), s. 219.

[xxi] Ratzinger, a.g.e., s. 219; Kepel, a.g.e., s. 59.