ARAPÇA KONUSUNDA SÖYLENECEK DAHA BİRÇOK ŞEY VAR...

 

Türkiye’de Arapça’nın ve Arapça öğrencisinin karşılaştığı sorunlar çoktur. Özellikle konuyu gündeme getirecek birinin bulunmaması bu sorunların en büyüğünü oluşturmaktadır. Bu nokta çok dikkat çekicidir.

 

Nitekim bugün Türkiye’de Batı dillerinin en iyi şekilde öğrenilmesi ve öğretilmesi konusunda birçok aydınlatıcı yayın bulabilirsiniz. Bu konu ile ilgili sorunların çözüme kavuşturulması için hazırlanmış doyurucu çalışmalar da az değildir. Fakat Arapça için durum tamamen farklıdır. Arapça’nın önünde ne gibi engeller vardır, kim, hangi amaçlarla bu engelleri koymuştur, bunlar nasıl aşılabilir, gibi sorulara cevap da bulamazsınız.

 

Demek ki Arapça’ya ilgi duyan insanlara Cumhuriyet tarihi boyunca öyle bir gözdağı verilmiştir ki bugün hiç kimse, Arapça’nın ve Arapça öğrencisinin bu ülkede karşılaştığı sorunlar hakkında bir tek kelime bile konuşma cesaretini kendinde görememektedir!

 

Arapça’nın ve Arapça öğrencisinin üzerindeki bu şiddetli baskı sırf statükocuların tavır ve politikalarıyla sınırlı değildir. Onun için Cumhuriyet tarihi boyunca hükümetleri yöneten ve yönlendiren Makedon Yahudilerini, bu politikayı ürettikleri için suçlamak mantıklı olmaz. Onlar elbette ki kendi inanç ve ideolojilerine uygun politikalar üretmek durumundadırlar. Dolayısıyla onların bu tavır ve politikalarını adeta desteklemiş olan başka bir engeli aramak gerekir.

 

Hemen ifade etmek lâzımdır ki bu engel tarikatçıların gerici zihniyetidir. Hiç bir zaman hiç bir noktada birleşimimiş olan tarikat örgütleri Arapça’ın önünü tıkamak için adeta omuz omuza vermişlerdir.

 

Tarikatçılar, Başta Ezher Üniversitesi olmak üzere, Arap ülkelerindeki eğitim ve öğretim kurumlarında Türk kökenli öğrencilerin okumasını hiç bir zaman istememişlerdir. Ounlara ait tekke medreselerinde bir süre kalmış, ancak kaçamaklar sayesinde aydınlanabilmiş gençler arasında, Arapça öğrenmek üzere Yurt dışına giden öğrenciler, bu cemaatler tarafından «baş belâsı» olarak damgalanmış, adeta aforoz edilmişlerdir. Bu öğrenciler yurda dönüş yaptıktan sonra –resmi görev alamadıkları için- başvurdukları tarikat şeyhleri ve örgütleri tarafından boş çevrilmişlerdir. Ezherlilere ve öbür Arap üniversitelerinden mezun olanlara karşı tarikatçıların koyduğu gizli amsargo son yıllarda işe yaramayınca bu kez bizzat kendileri, beyinlerini yıkadıkları öğrencilerini bu okullara göndermeye başlamışlardır. Bundan güdülen amaç son derece açıktır. Beyinleri yıkanan tekke öğrencileri sözde «Arapların ve özellikle Vahhabilerin sapıklıklarını aşılanmadan» dillerini öğrenecek ve döndükten sonra yine tekkeye bağlılıklarını sürdüreceklerdir. Üstelik Arapçayı da mükemmel öğrenmiş elemanlar olarak bu kez öbür aydın öğrenci kesimine karşı bir cephe oluşturacaklardır. Nitekim öyle de olmuşur.

 

Özellikle Tarikatçıların Mekke’deki Ummu’ul Qura ve Medine’deki El-Camia’tul-İslammiye Üniversitelerine gönderdikleri öğrencilerin çoğu, orada bulundukları sürece takiyye yapmış, Haremeyn imamlarının arkasında namaz kılmak zorunda kaldıkça onlara iktida etmemiş, Türk hacıları arasında yıkıcı propagandalar yapmış ve döndükten sonra da yine tekkede emsile, bina, İzhar ve benzeri çağdışı kitaplarla sözde Arapça dersi vermeye devam etmişlerdir. Günümüzde İlahiyat Fakültelerinden kovulan tarikatçı hocalırın hiç biri işsiz kalmamış, özellikle İstanbulda Fatih’in muhtelif semtlerinde onlara (kitaba uydurulmuş) işler verilmiştir.

 

Gerek statükocuların bu konudaki politikaları, gerekse tarikatçıların bu politikalarla örtüşen tavırları tamamen ideolojiktir. Türkiyeli Arapça öğrencisinin bilmesi gereken en önemli noktalardan biri de işte budur. Oysa mantıklı bir ilim yolcusuna göre ideoloji, bilimin karşınırda engel oluşturamaz. Onun için gerekçesi ne olursa olsun, Türkiye’de Arapça öğrenmeyi yasaklayan bir zihniyet daima tepki görecektir. Ancak bu haklı tepkiyi gösterebilecek aydın insanlara ihtiyaç vardır. Daha doğrusu şimdiye kadar gizli bırakılmkış olan bu sorun hakkında insanları aydınlatma zamanı artık gelip çatmıştır. Bu nedenle başta öğrenciler olmak üzere toplumun aydın kesimleri Arapça’nın önüne dikilmiş olan bütün gizli engeller hakkında bundan böyle bilgi sahibi olabileceklerdir.

 

Bu esrarlı engellerin temelini oluşturan çok önemli bir noktaya burada kısaca temas etmekte yarar vardır. Tarih boyunca İslam’ı paylaşmada ilginç hilelere başvuran, bu konuda kıyasıya rekabete girişen ve birbirini ölesiye kıskanan Araplar ve Türkler, İslam’ın ve onun getirdiği bilim ve uygarlık kurumları üzerinde büyük yıkımlara neden olmuş, sonuç olarak kendileri de tarihin sahnesinde çökmüşlerdir.

 

Kur’andaki İslam’ı, tarih boyunca sırf bir Arap dini olarak damgalayan Türkler, Tarikatlarıyla, tekkeleriyle, mezarlık ve ölü kültleriyle, Arapça’ya bakış açılarıyla kendilerine özgü bir din örmüşlerdir. Son bin yıl boyunca Türklerin egemenliği altında yaşamış olmayı zül sayan Araplar da yüzyıl kadar önce gösterdikleri şiddetli tepkilerden biri olarak İslam’ı sırf kendilerine ait bir kültürel kurum gibi görmeye başlamışlardır. Bu iki farklı tepki birçok alanda yıkıcı sonuçlar verdiği gibi, «Ümmet dili» olarak algılanması gereken Arapça’ya bakış açısını da değiştirmiştir.

 

İşte tarikatçıların Arapça’ya bakış açısı bundan kaynaklanmaktadır. Nitekim Hint dinlerine dayanan ve Türkistan’da kurulan Nakşibendi Tarikatı’nın şeyhleri, medreselerinde, Arap olmayan Birgili Mehmed Efendi, Molla Cami ve Cürcüni gibi yazarların eserlerini okutmaya daha çok ağırlık vermişlerdir. Aynı zamanda eski Arap medreselerine özgü: sınav, ödev, kompozisyon, müzakere ve münazara gibi sistemleri; matematik, fizik, kimya, ve biyoloji gibi pozitif bilimlerin okutulmasını yasaklamışlardır. Bundan amaç; Arapça’yı bir yaşam dili olarak değil, sadece Kutsal metinler ve ibadet dili olarak akıllara yerleştirmektir. Çünkü onlara göre «Arapça konuşan insan, Araplaşmış demektir. Bu ise Bir Türk insanına asla yakışmaz!» Bu gerçeğin en çarpıcı kanıtını ise Mahmut Toptaş vermiştir. Aynı zamanda bir «din adamı» olan bu şahıs, yazdığı bir sözlüğün önsözünü aynen şu satırlarla bitirmiştir: «Bu lügat arab milletinin dilini öğretmek için değil, Rabbimizin kelâmını öğretmek için hazırlanmıştır.»[1]

 

Günümüzde Türkiyeli Arapça öğrencisi bütün bu gerçekleri öğrenmeden ne önündeki engellerin farkına varabilir, ne de onları kaldırmaya çalışanlara yardımcı olabilir.

 

Bu dizi ile tertiplenen dersler aydın öğrencilere hem yabancı dil öğrenme bilincini kazandırmakta, hem de bu konuda karşılaştıkları bütün engeller hakkında onları bilgilendiren özellikler taşımaktadır. Onlara düşen görev önce bilinçlenmek ondan sonra öğrenmektir.

 

Dizimizin üçüncü kitabına girerken en büyük arzumuz, başarılarınza tanık olmaktır.

 

Ferit AYDIN